Kayıt Ol

Işık Kenti

Çevrimdışı beerold

  • **
  • 173
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
Işık Kenti
« : 24 Ocak 2012, 22:34:48 »
- IŞIK KENTİ -
KARANLIKTAKİ YOLCU
  Koridor, nem ve havasız kalmışlığın ağır kokusunda, ışıksızlığın da etkisiyle adeta gün görmemiş bir yer altı mağarasına dönüşmüştü. Karanlıkta ilerlemeye çalışan Emre; ellerini duvardan hiç ayırmıyor, ayaklarıyla sürekli zemini kontrol ediyordu. Üzerindeki tişört bedeninden boşanan terle sırılsıklam olmuştu. “Birkaç koridor daha, dayanmalıyım.” dedi kendi kendine. Neredeyse buraya neden geldiğini unutacak kadar uzun bir süredir karanlıkta yol almaktan yorulmuştu ama pes etmeye de niyeti yoktu. Dedesinin her gece yatmadan önce anlattığı anılarında geçen Işık Kenti’ne ulaşmadan da geri dönmeyecekti.

 Eski bir maden işçisi olan Hakkı Bey, o kenti nasıl bulduğunu, karanlıkların içinden oraya nasıl ulaştığını torununa defalarca anlatmıştı. Duvarlarının boyası dökülmüş, rutubetli ve ürkütücü bir odada yer alan yatağın kenarına oturur; yaşadıkları dünyada ancak yüzyıllar önce görülebilmiş harika bir diyara yaptığı yolculuklardan bahsederdi. Anlatırken kâh sevinir kâh hüzünlenir, anılarını her bitirişinde sanki biliyormuşçasına aynı cümleyi kurardı: “Kim bilir belki bizim dünyamız da öyleydi bir zamanlar.” Soğuk bir kış gününde, karlar altında ebediyete göç ettiği günün gecesine kadar da bu böyle sürdü.

 Ölmeden önce, dünyadaki tek yoldaşı olan torununa veda edercesine yaptığı konuşmada, oraya bir kere daha gitmeye gücünün yetmemesine çok üzüldüğünden bahsetmişti. Onun ölümü ile kimsesi kalmayan Emre’ye; dedesinin anlattığı canlı diyara doğru bir maceraya atılmak, içinde yaşadığı makineleşmiş ve yapaylaşmış dünyadan uzaklaşmak kadar mantıklı görünebilecek başka bir şey olamazdı. Zorlukları aşarak ulaşılan harika bir diyar, karanlıkların ardından gelen aydınlık bir ortam… Böyle düşünerek çıktığı yolculuğun sonunda kendisini burada bulmuştu. İçinde bulunduğu yer, gecenin en karanlık halinden bile daha karanlıktı.

 Ölümün kıyısında olmasına rağmen yaşamın sıcaklığına bir adım daha yakın olduğunu hissederek bilinmeyene doğru bir adım daha attı. Yaşadığı dünyadaki birçok insanın uzun zamandır hissetmediği sevgi, inanç, mutluluk gibi duygularla dolu bir dünyaya açılacağını düşündüğü kapıya çok az kalmıştı. O anda, bütün benliğini saran huzur ve umut duygusuyla, aynen kendisine anlatıldığı gibi ilerlemeye devam ederken; ellerinin buluşmasını istemediği, içindeki duyguları yok edip yerine sadece mutlak korku aşılayan bir şeyle tekrar karşılaştı: arkasında ne olduğu bilinmeyen, içinde ne gibi anıları sakladığı kestirilemeyen, aralık bırakılmış bir kapıydı bu. Bunaltıcı derecede sıcak olan bu yerin aksine, yapı malzemesinden kaynaklı buz gibi bir metaldi. Cesaret edip arkasına bakmayı ne kadar çok isterdi ama dedesi bir kere bile böyle bir şey yaptığından bahsetmemişti.

 Emre hiç duraksamadan geçmeye çalıştı kapının yanından. Nefes alış veriş seslerinin yanına bir de kalbinin atışlarının sesi eklenmişti. Kendisini rahatlatmaya çalışarak yoluna devam ederken burada nasıl yaşadığına bile anlam veremediği bir örümceğin ördüğü ağlara dolandı. Bağıra bağıra kaçmak istemesine rağmen, sanki birisi duyacak da yanına gelecek gibi korkarak mırıldandı. Yüzüne dolanmış olan ağları bir eliyle çekerken derin bir nefes aldı. Dedesinin, rahatsız edici bir odada ne kadar da rahatlatıcı bir ses tonuyla konuştuğunu düşünerek anlattıklarını hatırlamaya çalıştı. “Evet, evet” dedi boşluğa. Karşısındaki heybetli dağlara ilk kez çıkacak olan acemi bir dağcı kadar yavaş ama aynı dağa defalarca tırmanmış bir dağcı kadar da bilerek attı adımlarını.

 Dar koridorda on beş ya da yirmi dakika daha yürüdükten sonra ellerinin duvarlarla olan teması biten Emre, boş ve diğer her yer kadar karanlık bir yere geldi. Defalarca duymaktan dolayı ezbere bildiği son hamleyi yapmak üzereydi. Burnunun ucunu bile göremediği karanlıkta önce sola döndü, ardında da yavaşça eğildi. Üzeri neredeyse bir karış tozla kaplanmış zemini elleriyle yoklamaya başladı. Kısa kısa ve hızlıca soluyordu. Kapağa monte edilmiş halkayı bulduğunda heyecandan ve korkudan ne yapacağını şaşırdı. Kapağı olanca gücüyle asılırken onu görmeliydiniz. Işığın çağırdığı çocuğun hedefine ulaşmasına engel olan kapağın aralığından süzülen ışığı görseniz -ki yaşadığınız yerde uzun bir zamandır güneşin ışığını gerçekten göremediğinizi düşünün- sizinde ondan bir farkınız kalmazdı. Bedeninde kalan son enerjiyi de kapağı açmak için harcadıktan sonra oracığa yığılıp kaldı.

Çevrimdışı Black Helen

  • ***
  • 782
  • Rom: 15
    • Profili Görüntüle
Ynt: Işık Kenti
« Yanıtla #1 : 25 Ocak 2012, 19:40:00 »
Öykünüzün ilginç bir konusu ve gidişatı var. Keşke şu anda yaşadıkları dünya hakkında daha çok bilgi verseydiniz, böylece baş kahramanın neden ışığı görmeyi bu kadar arzuladığını daha net anlardık. Biraz hikayenin özeti gibi, bana  daha çok sona odaklanılmış gibi geldi  bu yüzden de tüm konuyu açıklamak için biraz kısa kalmış. :) Türkçe adlar kullanılması hikayenin geçtiği ortam nedeniyle - ya da benim geçtiğini anladığım ortam nedeniyle- çok yabancı kalmamış kurguya. Hoş, buruk bir kısa öyküydü, biraz daha uzun olabilirdi belki. Ellerinize sağlık. :)
Spoiler: Göster

Çevrimdışı beerold

  • **
  • 173
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
Ynt: Işık Kenti
« Yanıtla #2 : 26 Ocak 2012, 13:59:18 »
 Okuduğunuz ve yorumladığınız için teşekkür ederim. Bu hikayeyi dört bölüm olarak planlamıştım ki bu da o bölümlerden birincisiydi. Vakit bulamadığım için devamını bir türlü bitiremedim ama ilerleyen günlerde tamamlayıp eklemeye çalışacağım. Umarım sorularınızın yanıtlarını diğer bölümlerde bulabilirsiniz. :) 

Çevrimdışı Fiddler

  • ***
  • 565
  • Rom: 32
  • Bazen Herkes Duysun Diye..
    • Profili Görüntüle
    • A. Orçun CAN
Ynt: Işık Kenti
« Yanıtla #3 : 30 Ocak 2012, 02:41:11 »
Şimdilik, dört bölümü de okuyup sonrasında yorum yapmak taraftarıyım; ama bu ilk bölüm güzeldi. Anlatım aşırıya kaçmıyordu, ritm çok yerindeydi. Okurken yavaş adımlar atıyormuş gibi hissettim ben de. Karakterleri (özellikle dedeyi) merak ettim; ama dediğim gibi, hepsini okuyup uzun uzadıya yorum yapmayı yeğlerim. Ellerinize sağlık, şimdilik okumaktan çok keyif alıyorum.
Saatleri Ayarlama Enstitüsü okuyalım..

Çevrimdışı beerold

  • **
  • 173
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
Ynt: Işık Kenti
« Yanıtla #4 : 30 Ocak 2012, 17:16:53 »
 Okuyup zaman ayırdığınız ve de yorumladığınız için teşekkür ederim. Bu kısa öyküyü bitirdiğimde mahcup olmamak dileğiyle...

Çevrimdışı Ulubatli

  • *
  • 38
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Işık Kenti
« Yanıtla #5 : 31 Ocak 2012, 18:50:56 »
Gayet güzel yazılmış. Detaylara henüz girilmemiş olabilir. Sonraki bölümlerinde hikaye daha anlaşılır hale gelince daha da güzelleşeceğine inanıyorum.

Çevrimdışı beerold

  • **
  • 173
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
Ynt: Işık Kenti
« Yanıtla #6 : 09 Nisan 2012, 22:06:07 »
BİR GARİP DİYAR
  Hafif meltemin okşadığı bedeni ürperdi. Henüz açamadığı göz kapaklarını geçmeyi başaran ışık, zihninde kırmızı tonda izler bırakıyor; bu da içinde taşmaya hazırlanan bir coşkuya sebep oluyordu.Ne kadar zamandır burada yatmakta olduğundan habersizdi. Zaten iki ayı geçkin süredir orada yattığını öğrenebilseydi, sanırım çok şaşırırdı. Sol elini yere yaslayarak yavaşça doğruldu.
 
  Gözlerini tam olarak açmayı henüz başaramamış olmasına rağmen etraftaki renkleri hissedebiliyordu. Sabırsızlıkla ayağa kalktıktan sonra derin bir nefes alıp gözlerini açtı. Rüzgâr, burnuna daha önce hiç koklamadığı mis gibi kokular getirirken sevinç naraları atmak istedi fakat -etraftan birilerinin duyabileceğini düşünerek- vazgeçti.
 
  Hüzün ve mutluluğun birbirine girdiği o anda onu, gözlerinden yaşlar süzülürken bir yandan da gülmeye çalışan o masum çocuğu, görmeliydiniz. Yüksekçe bir yerde, muhtemelen bir tepenin yamaçlarındaydı. Bulunduğu yerden aşağıya doğru, kenarları değişik taşlarla süslenmiş bir patika inmekteydi. Güneşin sapsarı bir altın gibi parladığı gökyüzü masmaviydi. Gökyüzünün altında uzanan sahili döven denizin sesi tatlı bir melodiyi andırıyordu ve sahilin bu tarafında kalan ormanın üzerinde; kendi dünyasında hiç görmediği rengârenk kuşlar uçuşuyordu. Bu kuşların her birinin sesi farklıydı fakat aynı şarkıya ait gibi uyumluydu. Sanki onun gelişini kutluyor gibi bir halleri vardı.
 
  Emre uzunca bir süre bu harika manzarayı izledi. Ne zaman ki içinde bulunduğu durumun verdiği ağır mutluluk ve sarhoşluk hissinden kurtulmaya başladı, işte o zaman aklına buraya ulaşmasını sağlayan karanlık koridor geldi. Düşünmesi bile nefesini darartmaya yetmişti. Etrafına bakındı, ama buraya ulaşmak için açtığı kapaktan eser yoktu.
 
  “Aşağıya inmeliyim” dedi kendi kendine.
 
  Yamaçtan aşağıya bir yılan gibi kıvrıla kıvrıla inen patikanın üzerinde yaklaşık bir saat yürüdü. Ona, garip ama dinlendirici seslere sahip böcekler, kuşlar ve hatta bitkiler eşlik etti. Uyandığından beri tatlı tatlı esmekte olan meltem, burada etkisini azaltsa da varlığını belli ediyordu. Ama çok istediği bir şeyden şu an mahrumdu. Su içme isteği tavan yapmış; önünde sağlam bir kalenin duvarları kadar heybetli yükselen ağaçların önüne geldiğinde susuzluktan dili damağına yapışmıştı.
 
  Yürümeye devam ederek ormanın içlerine doğru ilerlemeye başladı. Dalları arkasında yer alan sahil şeridinin görünmesini bile engelleyecek kadar iç içe geçmiş olan ormanda; su veya başka yaşayan canlılar (özellikle de insanlar) bulabileceğini düşünerek yürümek güzel bir duyguydu. Bilmediğiyse, hala bozulmamış dünyaların ormanlarında genelen insanların yaşamadığıydı.

Çevrimdışı beerold

  • **
  • 173
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
Ynt: Işık Kenti
« Yanıtla #7 : 28 Nisan 2012, 14:15:07 »
ORMANDAKİ SES

 Emre, kendi dünyasındaki küflenmiş demirlerin görüntüsünü çoktan unutmuştu. Etraftaki rengârenk çiçeklerin ve devasa ağaçların kokusu eşliğinde ilerlemeye devam ediyordu. Doğanın cömertliği onu o kadar çok etkilemişti ki etrafta kimsenin olup olmadığını sesli olarak dillendirmeye bile başlamıştı.
 
 Birkaç ağacın daha arasından geçtikten sonra soluklanmak üzere durdu. Buradaki tek sorunu suyunun olmamasıydı. Oturup az da olsa dinlenmeye ve daha sonra da su aramaya karar verdi.

 Oldukça yüksek olan ağaçlardan birisine yaslanarak dinlenmeye başladı. Dinlenirken bir taraftan da etrafında olan biteni izlemekle meşguldü. Kuşlar ağaçların bir dalından diğerine atlıyor, tarifsiz şarkılar söylüyorlardı. Hava alabildiğine güzeldi ve bir zamanlar dedesinin bayram dediği bir zaman diliminden bahsederken kullandığı tarife çok uygundu. Birkaç dakika sessizce dinledikten sonra, “Burada sonsuza kadar kalmalıyım,” dedi kendi kendine.

“Evet, belki de kalmalısın,” diye karşılık verdi bir ses.

 Emre hızla yerinden doğrularak sağına soluna bakındı. Herhangi birisini göremiyordu ama bir ses duyduğundan ve bu belli belirsiz sesin yakınlardan bir yerden geldiğinden emindi. Bir ses daha duydu. “Buradayım küçük,” demişti sesin sahibi bu kez. Hiç bu kadar güzel bir nida duyduğunu hatırlamıyordu. Emre, garip duyguların etkisinde sesin geldiği yere yöneldi.

 Anlam veremediği bir şekilde sesin peşine düşmek istiyordu. Onu yakalamalı, bu sesin kime ait olduğunu bulmalıydı. “Bekliyorum, küçük. Ne duruyorsun gel.” dedi sesin sahibi.

 Emre, önce değişik boylarda ve yeşilin hemen hemen her tonuna sahip olan ağaçların arasında ilerledi. Ses, ormanın içlerine doğru ilerliyor; Emre de arkasından takip etmeye çalışıyordu. Bir müddet sonra ağaçların daha sık olduğu ve etrafın çalılıklarla kaplı olduğu bir alana geldi. Gittikçe sıklaşan çalılıkların dallarını elleriyle itiyor, mümkün olduğunca sesten uzaklaşmamaya çalışıyordu. O yaklaştıkça ses uzaklaşıyor, sanki onu kendi istediği yere yönlendiriyordu.

 Emre, bir sağa bir sola doğru ilerleyerek; bazen hafif bir engebeyi aşarak bazen de tatlı bir eğime tırmanmaya çalışarak sesi takip etti. İlk başlarda zevkli ve ilgi çekici gelen bu davet, zaman ilerledikçe ürkütücü ve de sıkıcı olmaya başlasa da durmadı. Emre ilerledikçe ormanın düz ve toprak olan zemininden çıkarak, daha çok kayalık ve de engebeli olan bir yere geldiğini fark etti. Sesin telkinleri eşliğinde neredeyse bir saat yürümüştü.   
Bıçak gibi keskin kayalıklarda yürümekten ve ilerlemeye çalışmaktan yorulmuştu. Avuçları ve ayak tabanları çiziklerle dolmuş, alnından süzülen terler görmesini engeller hale gelmişti. Ses de neredeyse kaybolmuştu. Emre, bazen belli belirsiz duyduğunu düşünse de onu yakalayamadığından emindi. Etrafa göz gezdirdikten sonra uygun bir yere oturdu.

 Onu ilk kez görmesi de o anda gerçekleşti. Hemen karşıdaki ağaçlardan birisine yaslanmış oturuyordu. Üzerinde Emre’nin geldiği yerdekinden farklı ve sade bir kıyafet vardı. Uzun sayılabilecek saçları kulaklarını kapatmıştı. Masmavi gözlerini Emre’ye dikmiş, gözünü kırpmadan onu izliyordu.

“Sen de kimsin?” dedi Emre yerinden doğrularak.

“Gitmemiz lazım küçük.” dedi adam. “Senin burada görülmen pek iyi olmaz. Benimle gel.”

“Sana güveneceğimi de nereden çıkarttın?”

“Güveneceksin. Tıpkı deden gibi.”

 Emre bir an duraksadıktan sonra “Onu tanıyor muydun?” dedi. Sesinden heyecanını anlamamak imkânsızdı.

“Evet, senin onu tanıdığından bile daha çok tanıyordum küçük. Ama şimdi bunları konuşma zamanı değil. Gitmeliyiz.”

 Emre, karşısındaki adama oldukça güvenerek yanına yaklaşmaya başladı. Attığı her adımda şaşkınlığı da katlanarak artıyordu. Önce gözlerinin kendisine bir oyun oynadığını düşündüyse de durmadı. Kendisini çağıran sesin sahibinin yanı başına kadar gelmişti. Neden yaptığını ve nasıl cesaret ettiğini bilmeden elini uzattı ve ona dokundu. 
 
“Ama sen, bu imkânsız.”

“Dünyasını değiştirmek üzere yola çıkmış birisi için garip bir ifade.” dedi yaşlı varlık.