Kayıt Ol

Eşik

Çevrimdışı darrel standing

  • **
  • 51
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Eşik
« : 19 Temmuz 2014, 23:00:19 »
  Albay’ın evinden kimsenin duymadığı mahşervari bir kadın çığlığı yükseliyordu. Apartmanın mermer duvarlarına ve dönemeçli merdivenlerine çarparak büyüyen bu korkunç çığlık, binanın koridorlarında ancak sessizliğin uğultusu kadar sesli olabiliyordu. Sese kulak veren birisi Sude’nin yüzünde patlayan tokatların acısını yaşayabilirdi ve bu ses kulaktan kulağa yankılanıp yeryüzüne yayılmış olsaydı tabiat utancından kendi varlığına son verebilirdi.


 Oysa Tekin Albay bile neredeyse kulaklarının derinliklerindeki tiz sesi duyuracak bu çığlıklar karşısında oldukça soğukkanlıydı. Avuçlarındaki acıyı hissettikçe Sude’nin morarmış yanaklarına daha sert vuruyordu ve adam öldürme mesleğinin profesyonelliğini kanıtlamak istercesine soğukkanlı davranıyordu. Karşısındaki kadının çığlıklarına karşı koruduğu bu soğukkanlılık ve ifadesiz yüz ona zevk veriyor, büfenin üstündeki aynaya tesadüf edip bütün mimiklerini kaybetmiş gibi görünen yüzünü gördükçe garip bir mutluluk duyuyordu.
 Pantolonundaki kemeri çıkarıp Sude’nin vücuduna indirebilmek için havaya kaldırdığında, vücudunda salgılanan andrenalini hissedebiliyordu. Sude bağırmaktan tükenmiş bir vaziyette, masanın ayaklarından birine yaslanmış ağlıyor ve Tekin’in yüzüne yalvaran gözlerle bakıyordu. Onun gözlerine baktığında yaşanmamış, hibe edilmiş bir hayat görüyordu. Tekin’in namlusunu alnında hissetmekten korktuğu için boşanmanın bahsini etmeye dahi cesaret edememişti ancak son günlerde alnını delip hibe edilmiş hayatına son verecek bir kurşunun düşüncesi bile onu sabırsızlandırıyordu.
 Tekin, kemeri taşıyan kolunu bir zafer anıtı gibi göğe kaldırdığında kapı çaldı. Duyulan zil sesi, İbrahim’in oğlu kurban edilmesin diye indirilen koyun gibi bir jestiydi kaderin. Tekin, zil sesini duyduğunda bir uykudan uyanmış gibi kendine geldi ve vücudundaki dayanılmaz yorgunluğu hissetti. Bu ani krizleri ordudan erken emekli edilmesine sebep olmuştu. Sude’nin morluklar ve gözyaşları içinde yerde kıvranan bedenini görünce tarifi imkânsız bir pişmanlık duydu ve birkaç saniyeliğine kendini asmayı düşünüp avizenin elindeki kayışta sallanan bedenini taşıyıp taşıyamayacağını hesaplamaya çalıştı. Elli metre ötedeki minibüs yolundan geçen arabaların gürültüsü hafifçe yankılanırken zil bir kez daha çaldı ve Tekin üstlerinden bir komut almış gibi ciddiyetle yürüyerek kapıyı açtı.


“Rahatsız ediyorum Tekin Bey, vaktiniz var mı?”
Tekin, başını hafifçe salllayarak onayladı. “Niye vuruyorsun oğlum kardeşine? Delirtecek misin sen beni?” diye bağıran bir ses apartmanın dönemeçli merdivenlerinden yükselip kulaklarında yankılanırken Turgut’un niye kapısını çaldığını tahmin etmesi zor olmadı.
“Mâlumunuz apartman eski olduğu için ses yalıtımı yok. Duvarlar da çok ince, bir daireden hapşırılsa ötekinden duyuluyor. Dünkü toplantıda ses yalıtımı yaptırmaya karar verdik ama siz meşguldunuz sanırım. Kanunen bütün kat mâliklerinin onaylaması gerekiyor. Mahsuru yoksa şuraya bir imza atabilir misiniz?”
 Tekin, Tuğrul’un uzattığı kalemi aldı ve kağıdı imzaladı. Tuğrul, yalıtım sorunundan bahsederken, üstündeki dairede yaşayan Nermin’in, sabahın beşinde çalan alarmından ne kadar rahatsız olduğunu hatırladı ve bundan kurtulacağını düşünerek mutlu oldu.
 “Bir de kızmazsanız, oğlumun yarın sınavı var da çalışması gerekiyormuş, sesten kötü etkileniyor, biraz sessiz olabilirseniz...”
Tekin “Tamam, tamam olurum!” diyerek kapıyı Tuğrul’un yüzüne çarptı. “Sude sessiz ol biraz komşular rahatsız oluyormuş!” cümlesi koridorda yankılanırken Tuğrul bir sorun yaşamamış olmanın rahatlığıyla merdivenlerden yukarı doğru çıkıyordu.


 Nermin, sokağa bakan mutfağının balkonunda alt kattan gelen sesleri işitirken, sesin rahatsız ediciliği dışında bir şeyin dikkatinde değildi. Sude’nin çığlıkları sokağın ve caddenin gürültüsü ve kahve yapmak için çalıştırdığı ketılın sesiyle karışıp, ellerinin arasında tuttuğu başına akciğerlerindeki tümör kadar rahatsızlık veren uğultulu bir ağrıya dönüşüyordu.
 Elleri balkonun soğuk demirlerine değdiğinde, demirin ve hafiften esen rüzgârın soğuğunu kemoterapinin hassaslaştırdığı bedeninde olanca varlığıyla hissetti. Yarın sabah hangi peruğu takacağı ve ofisinin yakınlarında çalışan eski sevgilisini nasıl görmezden geleceği arasında bir şeyler düşünürken, gözlerinden süzülen bir yaşın yanaklarını yakarak yüzünde dolaştığını hissetti.
 Kapının çalması ketıldaki suyun ısınmasıyla aynı saniyelere denk geldi. Kemoterapiye başladığından beri duvarındaki saatin tik-taklarından bile rahatsız olacak kadar hassas bir duyum eşiğine sahipti. İçerideki dağınıklığın görünmemesi için kapıyı kapıyı hafifçe araladı ve bedenini bu boşluğa yerleştirdi. Tuğrul’un elinde kağıtlarla beklediğini görünce morali bozuldu, ne için geldiğini tahmin etmek zor değildi.
“Nasılsınız Nermin hanım? İyileştiniz mi biraz?”
“İyiyim iyiyim. Geçen hafta kemoterapiye girdim o çok yordu ama iyileşeceğim sanırım.”
“İnşallah inşallah... Sizi aidat meselesi için rahatsız ediyorum, böyle bir zamanda gelmem uygun değil belki ama dört aidatınız birikmiş. Bunları ne zaman ödeyebilirsiniz?”
“Tedaviden ötürü pek ödeyemedim. Ama bir sonraki maaş günü ödemeye çalışacağım.”
“Ben o zaman buraya not alıyorum ayın biri diye. Geçmiş olsun tekrar.”
  Nermin, kapıyı Tuğrul’un ardından hızlıca kapattı. Bir şeylere öfkelendiği ve öfkesini dile getiremediği zamanlarda kapıları çarparak onların seslerini öfke çığlıkları gibi kullanırdı.  Göz yaşlarına engel olmaya çalışarak mutfağa yürüdü ve kendine bir kahve doldurdu. Doktoru kahve içmemesi gerektiğini söylemişti ama Nermin sigarasızlığını başka bir şeyle bastıramıyordu.
 Onu biraz güldüreceğini düşünerek bir sit-com dizisi açtı ve elindeki kahve fincanıyla televizyonun karşısındaki kanepeye kuruldu. Gülümseyebilmek için dizideki gülme efektlerini beklerken gözlerinin ağırlaştığını ve vücuduna ani bir halsizlik çöktüğünü hissetti. Telefonundaki alarmın kurulu olmasının verdiği rahatlıkla gözlerini kapatırken sehpanın üstündeki kumandaya ulaşamayacak kadar yorgun hissediyordu.
 Rüyasında sadece sesler ve renkler vardı. Kafasındaki bütün nesneler, hatıralar ve kavramlar soyutlatmıştı. Kemoterapi aletlerinin ve hastane koridorlarının yerini beyaz ve gri ışıklar, geri kalan hayatının yerini ise boğucu bir uğultu alıyordu düşlerinde. Bazen hakikatin bu soyutlukta olduğunu düşünürdü. Belki de insanoğlu tabiatın çıplaklığına tahammül edemediği için gördüğü renkleri ve uğultuları şekillere dönüşmüştü ve yaratılan bütün şekiller ölüme yaklaşırken eriyip birer kütle hâlini alacaktı.


 Kırmızı ve mavi ışıkların, televizyonun aydınlattığı duvarda yansıdığını fark ederek uyandı. Eklem ağrıları içinde yattığı kanepeden doğrulduğunda duvardaki saat 05.32’yi gösteriyordu. İşe yetişebilmek için uyanması gereken saatten bir buçuk saat önce uyandığı ve uyuması gereken bir buçuk saat boyunca uyuyamayacağı için canı sıkıldı. Ürkek adımlarla balkona yürüdü. Terliklerini giymeyi ancak ayakları mermerin soğuğunu hissettiğinde akıl edebildi. Sokaktan bir insan kalabalığının sesi yükseliyordu. Apartman kapısının girişine bir polis minibüsü park etmişti. Onun arkasında bir ambulans ve resmi birine ait olduğu anlaşılan siyah bir araba vardı. Bir televizyon muhabiri kameramana heyecanlı bir şeyler anlatıyor, polisler ve ambulans görevlileri oradan oraya koştururken üstünde Olay Yeri İnceleme üniforması olan birkaç polis savcıyla konuşuyordu.
 Tekin’in bir sedyeye yüklenmiş cansız bedeni ambulansa taşınırken alnında bir kurşun deliği vardı. Nermin bunu görünce birden ürperdi. Onu üzen ve ürperten Tekin’in ölümü değil, ölümün kendisiydi. Bir sonraki Mart’ın on beşinde otuz yaşına girecekti ancak o günü görebileceğinden emin olamamak onu korkutuyordu. Tekin’in dört kat aşağıdaki cansız bedeninden ölüm sırıtıyordu ona ve bir gün uğrayacağını hatırlatıyordu.
 Sude, birkaç dakika sonra kollarına giren iki polisle birlikte apartmanın kapısından çıktı. Elleri kelepçeliydi ve polis arabasına bindirilirken kahkaha atıyordu. Etraftaki herkes onun aklını yitirdiğini düşünüyor, Sude onların bakışlarından bu düşüncelerini fark ettikçe kahkahalarını yükseltiyordu. Hiç kimse saatlerdir namluyu kendi kafasıyla Tekin’in alnı arasında dolaştırdığından ve kendini öldürecekken son anda vazgeçip, kendini intikam üzerine var etmenin kararıyla Tekin’i öldürdüğünü bilmiyordu. Hiçbir zaman anlayamayacaklardı, çünkü Sude yıllardır yaşadığı acıları birkaç dakika içinde zevke dönüştürmüştü. Elleri kelepçelenip belki de hayatının geri kalanını geçireceği duvarların arasına hapsedilmeye götürülürken hiçbir mutsuzluk hissetmiyordu, çünkü o artık bu dünyadaki varlığını yitirmişti. Zevk almak yerine varlığını zevkin bizzat kendisi hâline getirmeyi başarmıştı.

 
 Nermin, bir buçuk saat sonra, dökülen saçlarına benzeyen kahverengi peruğunu taktı ve medeniyetin eski bir geleneğini devam ettirip yokmuş gibi davranarak metrobüse doğru yürümeye başladı. Polis bariyerleri hâlâ sokaktaydı, az ilerideki Fikirtepe’de inşaat gürültüleri başlamıştı. Sude’nin kahkahaları hâlâ beyninde yankılanıyordu. Beynindeki ve kulaklarındaki sesleri hâlâ ayırt edebildiği için kendini şanslı hissetti.
 Metrobüs Boğaz Köprüsü’nden geçerken, eskiden hayranlıkla baktığı boğaz manzarasına göz attı ve bu görüntü karşısında artık bir şey hissedemediği için üzüntü duydu. Denize karşı sevgisini ve hayranlığını yitirmişti. Dünyanın hiçbir yerinde eşine rastlanmayacak bir manzaranın, her santimi şiirlerle işlenmiş kadar güzel bir şehrin basit bir dekora dönüşmesi bilincini derinden yaralıyor ve bütün hissiyatını kaybedecekmiş gibi bir düşünceye kapılmasına neden oluyordu.
 Metrobüs, kaza yapmış bir otomobilin yanından hızla geçerken Nermin, elleri ve göğsü kanlar içinde kalmış bir adamın çığlığıyla irkildi. Kafasını hissizleşmenin hüznünden, koridorun diğer tarafındaki camlara çevirdiğinde neredeyse demir yığınına dönmüş bir arabayı gördü. Orta yaşlı bir adam arabanın şoför koltuğunda, yüzü kanlar içinde yatıyordu. Başı direksiyonun üstüne düşmüştü ve ne olduğunu anlamayan baygın gözlerle etrafa bakıyordu. Arabanın yanındaki genç adamın çığlığı neredeyse bütün sesleri bastırıp Nermin’in kulaklarında çınladı. Nermin, metrobüsün hızıyla sadece beş saniye görebildiği bu adamın acılı gözlerle kendisine baktığını düşündü bir an. Kendisi dışında herkesin duyumunu yitirdiğini ve köprünün ortasında can havliyle bağıran bu adamın onu duyumunu yitirmeden uyarmak için çığlıklar attığını düşündü. Sonra Sude’nin çığlıkları ve kahkahaları başladı yine. Karşısındaki koltukta oturan adamın kulaklığından gelen tekdüze müzik sesini işitip gerçekliğe dönmeseydi bu çığlıklar içinde kaybolacaktı.

 Metrobüsten Mecidiyeköy durağında indi ve Halaskargazi’deki iş yerine kadar yürüyecek gücünün olmadığını düşünüp bir taksi tuttu. Yeterince para kazanıyor olmasına rağmen taksi onun için hâlâ bir lükstü. Arkadaşlarıyla barlara gidip son otobüs saatini kaçırmanın şımarıklığını yaşadığı üniversite yıllarını hatırlatırdı ona taksiler. Hayatının geri kalanını çalışarak geçireceğini bildiği için üniversite yıllarında bütün maddi sıkıntılarına rağmen çalışmamıştı. Duyumunu kaybetmeden, acı içinde bağıran bir kadının gürültüsünden rahatsız olmadan önceki son yıllarıydı. Taksiyle giderken öğrencilik yıllarını geride bırakmış olmanın hüznünü yaşadı ve ofisin önüne geldiğinde bu aracı eski bir dostuyla vedalaşır gibi terk etti.

 Folias de Espagnola, ofis klimasının yapay sıcaklığı eşliğinde, duvarlarda yankılanıyordu. Ceren Hanım, klasik müziğin iş verimini arttırdığıyla ilgili bir makale okuduğundan beri ofiste klasik müzik radyosu çalınırdı. Faks makinelerinin ve klavyelerin sesi tarafından bastırılmasaydı, müziğin güzelliğinden bahsedilebilirdi.
 İş arkadaşlarının yapmacık merhamet ve sevgi gösterileri içinde masasına oturdu. Onlara yapmacık bir gülümsemeyle karşılık verdi. Kanser olduğundan beri diğerlerinden erken çıkıyor ve daha az yorucu işler yapmasına müsaade ediliyordu. Ceren Hanım’ın iki düşman ülke arasında örülen bir duvarı anlatan yüzünde bile yapmacık bir gülümseme oluşuyordu Nermin’i gördüğünde. Onların bu davranışlarını gördüğünde ofis kapısının önünde duran yangın baltasını alıp hepsini öldürmeyi, ofisi darmadağın etmeyi ve avazı çıktığı kadar bağırdıktan sonra ateşe vermeyi kuruyordu. Bu düşünce beyninden geçtikçe kollarında ve bacaklarında bir karıncalanma hissediyor, bir anlığına kendini kaybedip düşündüklerini gerçekleştirmekten korkuyordu.
“Sizin yüzünüzden kanser oldum!” diye bir bağırtı takıldı boğazına “O boktan Nevizade fasıllarınıza gelmediğim için, sizinle konuşmak istemediğim, iş dışında bir şey için muhatap olmak istemediğim için benimle uğraştınız! Her gün uğraştınız benimle! Durup durup laf soktunuz, çekmecelerimi karıştırdınız, arkamdan konuştunuz, sizin şikâyetleriniz yüzünden patrondan azar yerken film izler gibi zevkle izlediniz! Benim bütün amacım iş dışında kalan hayatımı yaşayabilmek için para kazanmaktı ama bütün günüm sizin boktan davranışlarınızı düşünerek, moral bozarak, ağlayarak geçti! Yaşattığınız stres yüzünden kanser oldum şimdi de karşıma geçmiş yavşak yavşak merhamet gösteriyorsunuz! Pislikler! Merhametiniz sizin olsun! Eğer yaşamamdan umut kesilirse hepinizi öldüreceğim!”

 Aklından geçenlerin öfkesiyle nefesleri sıklaştı ve göz kapaklarıyla ensesi arasında dayanılmaz bir ağrı gezinmeye başladı. İş arkadaşlarının yüzlerine baktıkça bu öfkeyi tekrar hissedeceğini düşünerek, işlerini bir an önce bitirip gitmek için bilgisayarını açtı. Kendini işe verebildiği ve iş saatlerini uyku gibi çabukça geçirebildiği için şanslı hissediyordu. Ofis masasının başına oturduğunda, eve gittiğinde izleyeceği bir filmi ya da okuyacağı bir kitabı düşünerek kendini motive ederdi. Eğer kendini övme şımarıklığını gösterecek olsaydı bununla övünürdü.

 İş arkadaşlarıyla muhatap olmamasının sebebi, yaşamak için katlandığı zorunluluğu özel hayatına taşımak  istememesiydi. Oysa bugünlerde zorunluluğun kendisini ölüme yolcu ettiğini hissediyordu.
  Kahvenin keskin tadı genzinde canlanınca gözlerinin bulanıklaştığını ve vücuduna ağır bir halsizliğin çöktüğünü fark etti. Vücudunu ve zihnini canlı tutabilmek için bu sıralar kendisine yasakladığı kahveye ihtiyaç duyuyordu. Elini caddenin karşısındaki Starbucks’tan bir filtre kahve söylemek için telefonuna götürdüğünde doktorunun “Kahve tüketmek sana ciddi zarar verir” diyen kaygılı yüzü gözlerinin önüne geldi ve beynindeki iş yorgunluğunu biraz dağıtabilmek için başka şeylerle uğraşması gerektiğini düşündü.

 Facebook sayfasında gezinirken, NASA’nın kaydettiği gezegen sesleriyle ilgili bir habere rastladı. Gezegenlerin ve uydularının hareket ederken çıkardıkları seslerden bahsediliyordu, NASA uzun yıllar boyunca uğraşarak bu hareketlerin yarattığı titreşimleri kaydetmiş ve seslere dönüştürmüştü. Bu sesler insan kulağının duyamayacağı aralıklardadır ve eğer insanlar bu sesleri duyabilselerdi yaşamlarını sürdürmeleri bile bir mucize olacaktı.
 Etrafındaki kimsenin ona bakmadığından emin olduktan sonra çantasındaki kulaklığı çıkardı bilgisayara taktı. Birkaç dakikalığına müzik dinleyecek olsa bile patrona şikâyet edildiği için yaptığı her şeyde etrafı kolaçan ederdi. Voice Of Earth yazılı videoyu oynattı ve kendini üstünde yaşadığı gezegenin ürkütücü sesine verdi.
 Bir kâtil arı kolonisinin şiddetli bir fırtınanın ıslığında ilerlerken çıkardığı ses, Fahrettin Kerim Gökay Caddesi’nin hiç bitmeyen trafiğinin uğultusuyla birleşiyor gibiydi. Sonra buna düşmekte olan bir uçağın havada şeritler çizerek çıkardığı ses eklendi. Radyonun hiç bir kanalı çekmediği zaman çıkardığı cızırtılara benzeyen gürültü, sesi katlanılmaz kılıyordu. Nermin, canlandırılması bile felâket olan bu ses duyum eşikleri arasında olmadığı için sevinirken tiz bir kadın çığlığına benzeyen bir ses bu şiddetli uğultunun arasından yükseldi. Uğultunun derinliklerinden gelen bu çığlık, yeryüzündeki bütün korkuyu ve acıyı tek başına taşıyan bir canlıdan geliyor gibiydi.

  Dinlerken gözlerinin kapandığını fark etmedi. Monitörün ışığıyla aydınlanan gözkapağı karanlığında imgeler belirmeye başladı. Bir kadın, yıkık dökük bir şehirde tiz sesiyle çığlıklar atıyordu. Arabalar ve uçaklar birbirine çarparak ilerliyor, bulutları bile yerinden oynatacak şiddette bir rüzgar esiyor, böcek kolonileri etrafta dolaşıyor ve kadın çığlıklar atıyordu. Çığlıklarıyla ürperdiği bu kadının yüzünü canlandırdıkça, Sude’nin çığlıklarını duydu. Alt katından gelen ürpertici çığlıklar bilincinin içinde, yaşadığı gezegenin rutin işleyişinde gizlenen korkunç gürültüdeydi. Bu çığlıklar kahkahalara dönüştüğünde Tekin’in kurşun delikleri içindeki bedeni fırtınada sürükleniyor, vücudundaki deliklerden akan kan havada böcek kolonilerine dönüşüp Beelzebulb’un lanetini andıran bir vızıltıyla dolaşıyorlardı.

  Kendisini çağıran sesleri duyduğunda, bunların bilincinin dışından geldiğini anlaması zor oldu. Bilincinde şahit olduğu kıyametten gözlerini araladığında kafası Fuat’ın kollarına yığılmıştı ve Ceren telaşlı gözlerle ona bakıyordu.
 
Gözleri ve bilinci Şişli Etfal Hastanesi’nde açıldı. Dünyanın dönerken çıkardığı ses hâlâ kulaklarındaydı. Pencereden içeri giren hafif bir rüzgârı dinleyerek, orman patikasından Oz Büyücüsü’ne ulaşır gibi ulaştı bu sese. Az ilerideki caddeden gelen trafik uğultusunu işitti. Artık korna seslerini seçebiliyordu. Hastane koridorlarından gelen uğultudaki sesleri seçebildiğinde kattaki birinin öldüğünü öğrendi. Genç bir adam ölen annesi için feryatlar koparırken, kaldığı odanın önünden temizlik arabasının geçişi duyuluyordu. Odadaki saatin tik takları bütün bu uğultudan bağımsızdı. Kriz geçiren bir hastaya yetişmek için kapının önünden koşarak geçen doktorların telaşlı ayak sesleri, koridorun karşı tarafındaki birkaç lise öğrencisinin derslerinden kaçabilmek için rapor alma planlarıyla ilgili konuşmalarına karışıyordu.
 Genç bir hemşire odaya girip gülümseyerek “Bir şeyiniz yok” dediğinde Nermin dünyanın korkunç gürültüsüne dahil olduğunu anladı. Bu gürültü duyum eşiğinin dışındaydı. Gezegenin rutin işleyişi kadar, insanların yeryüzünde kurduğu yaşamın işleyişi de korkunçtu. Sude’nin çığlıkları, kahkahaları ve sabahın alacakaranlığında sokakta biriken cinayet kalabalığının sesi bu işleyişin rutin gürültüsünü oluşturan seslerdi. Silah sesleri, trafiğin uğultuları, inşaat gürültüleri, acı çığlıkları, polis sirenleri, insan kulağının duyup zihninin işitmek istemediği bütün sesler bu gürültünün parçasıydı.

 İnsan dünyanın ve diğer gezegenlerin seslerini işitseydi aklını ve belki de yaşama yetisini yitirirdi. Bu yüzden dünyanın sesi duyum eşiğinin dışındaydı. Yaşayabilmek için içinde bulunduğu hayatın korkunç seslerini de duyum eşiğinin dışında bırakmak zorunda kalmış, duyarsızlaşmıştı.

Sude, bir akıl hastanesi koridorunun rutininde kahkahalarına devam ediyordu...