Kayıt Ol

Aynı şehir, Farklı yer

Çevrimdışı Raisor

  • ***
  • 793
  • Rom: 15
    • Profili Görüntüle
Aynı şehir, Farklı yer
« : 08 Haziran 2012, 19:49:47 »
Aynı şehir, Farklı yer

Seninle aynı şehirde ama farklı yerlerde olmaktan nefret ediyorum. Sana bunları yüz yüze söyleyemediğim için, büyük haksızlık yaptığımın farkındayım. Sonuçta bu mektupla, gözlerimdeki o ifadeyi görüp gerçeği söylediğimi anlamanı engelliyorum. Bu sözlerin samimiyetinden emin olmayacağını biliyorum. Yazılar insanları şüpheye sürüklerler. Ne de olsa, insanın ruhu gözlerindedir ve mektubun gözleri yoktur.

Seninle aynı şehirde ama farklı yerlerde olmaktan nefret ediyorum. Geçtiğim her sokak bana seni hatırlatıyor çünkü. Çünkü ben Hasan amcanın evinin önünden her gün geçiyorum ve evin yanındaki simitçiyi görüyorum. Her sabah seninle okula giderken, bana ısmarladığın simitler aklıma geliyor. “İnsanlar kahvaltı yapmalıdır” derdin hep. Dolayısıyla sen aklıma geliyorsun.

Fethi abinin evlilik yıldönümünde ona aldığımız çim biçme makinesi hala duruyor. Ne zaman o güzel bahçesinin önünden geçsem, görüyorum onu. O makineyi almak için satıcıyla yaptığın pazarlık aklıma geliyor, gülümsüyorum. Sonra da sen aklıma geliyorsun. Tebessümüm, büyük bir hicranla son buluyor.

Araba yarışlarını seyretmek için gittiğimiz Galat pisti, hiç bu kadar hüzünlü bir saha olmamıştı. İşin en kötüsü nedir bilmiyorsun sen. Nasıl ki artık simit yemiyorum, araba yarışlarını izlemeye de gitmiyorum. Yakın gelecekteki bazı anılar da, en az eskide olanlar kadar buruk. Geçenlerde bizim Hasan abi, evime kadar geldi ve bana kızı Ayşe’nin düğünü için davetiye verdi. Şirinevler nikâh salonunda evlendiriyormuş kızını. Seninle evlendiğimiz yer. Ah, o yaptırdığımız kocaman pastayı hatırlıyor musun? Bir kamyon ve üzerinde araba. Pastayı birlikte yaptırmıştık, pastayı keserken hüzünlendiğini hatırlıyorum. Böyle güzellikler yenmek için değil, saklamak içindi aslında. Ama afiyetle de yemiştik mecburen.

Gitmedim o düğüne. Hasan abiye ne kadar da ayıp ettim, biz liseyi bitirdikten ve ben askerden döndükten sonra iş bulmam için bana epey yardımı dokunmuştu. Ama o salona sensiz gidemezdim. Gidemezdim.

Dün de annem rahatsızlanmış. Gece beni aradı, evde uyumaya hazırlanıyordum. Zavallı kadıncık, karın ağrısından mahvolmuş tüm gece. Soğuk almış. Öyle dedi doktorlar. Ah o arabaya nasıl da koştum, annemi evden nasıl aldım, Behçet hastanesine nasıl da vardık… Her şey çok hızlı oldu. Hastanede Filiz doktorla karşılaştım. Ne kadar da yaşlanmış, yüzü kırış kırış olmuştu. Bize müjdeyi veren oydu, hatırlıyor musun? Senin Berkcan’a hamile olduğun haberini aldığımızda, ne de çok sevinmiştik. Baban da bizimleydi. İlk kez dede olacağı için, pek mutluydu.

Yine aklıma geldin. Çünkü aynı doktor, bize doğuma üç ay kala, rahminin darlığından ve doğumun tehlikesinden de bahseden doktordu. Sezaryen ile çocuğu aldırmak istedim, sen Berkcan’ı öldüremem demiştin.

338 numaralı odanın önünden geçerken durdum. Seni doğuma aldıkları oda. Odaya 21 yaşında bir kadın girmişti, 1 günlük bir bebek çıkmıştı. Berkcan’ı kucak almış bir halde resminizi çekmek isterdim. Birlikte çekindiğiniz tek bir fotoğrafınız bile olamadı.

Sen öldükten sonra, Berkcan benim için dünyanın en değersiz şeyiydi. Ben bir baba değil, katildim daha çok. Sana anlattığım anılar, çok daha fazlası, içimi acıtıyordu. Kendimi soyutlamam gerekiyordu, ben de işime yoğunlaştım. Berkcan’a senin annen, Seza anne bakıyordu. Saatlerce mesailere kaldım, işten eve, evden işe gittim, yıllar sonra seni unutmuştum. Dünya’da belki de en nefret ettiğim işti kasiyerlik, ama seni unutmama da o neden oldu. 18 saat çalışıyor, evime geliyor, 6 saat uyuyor, yeniden kalkıyor, yeniden işe gidiyor, yeniden 18 saat çalışıyordum. Patronum Hüseyin amca, halime en çok yakınan kişiydi. Mesailer için paramı günü gününe ödüyordu, ama para da önemli değildi. Ben, dünyadaki her şeyden kendimi soyutlamak zorundaydım.

6 yıl geçti. 6 yılda Berkcan’ı kaç kez gördüğümü, sana parmaklarımla sayabilirim. Seza anne birkaç kez onu bana getirip göstermişti. Onları terslemedim elbette. Ama iyi de davranmadım. Sonunda Seza anne, beni kendime döndürmeyi başaramayacağını anlamıştı. Son birkaç aydır onu görmedim. Ama Berkcan’ın, babasının kim olduğunu bildiğini biliyorum.

Seni unuttuğum ve Berkcan’ı umursamadığım için, hayat pek kolaydı. Mutluluğun kaynağı, umursamamaktan geçiyordu herhalde. Ama ne zaman ki bedenim bu yükü kaldıramıyordu, bedenim ve ruhum çöküyordu, Hüseyin amca beni işten kovmak zorunda kaldı. Davranışlarım gittikçe sağlıksız bir hal alıyordu zira.

İşte o an, bana acı veren o anılar, yeniden başladı acı vermeye. Oyalanacak bir işim olmayınca, düşünmeye başladım yeniden. Seni düşünmeye başladım. Ve Berkcan aklıma geldi birden. Bir sen aklıma geliyorken bir de Berkcan, seni ne kadar üzdüğümü, Berkcan’ı ne kadar üzdüğümü, her şeyden önce, üzülmeme rağmen nasıl da tüm bu yıllar boyunca üzülmüyormuşum gibi rol yaptığımı anladım. Anladım ama pek de geç olmuştu bunları anlatmak için. Berkcan ile bana yetecek kadar param vardı, ona iyi bakabilirdim, yeniden bir iş bulabilirdim. Lakin Seza anneden Berkcan’ı isteyecek yüzüm kalmamıştı.

Pişmanlık ve vicdan azabı beni kahrediyordu.

Sonra bir gün, amcam aradı beni telefonla. Benden ne zamandır haber alamadığını, özlediğini söyledi. Baba tarafımdan pek çok kişiyi de aradığını ve hafta sonu kebap partisi yapacağımızı söyledi. Amcam, şehir dışında yaşıyordu. Şehirden uzaklaşmak, bana iyi gelebilirdi.

Hafta sonu çok erken geldi. Bir değişiklik yapıp, amcamın şehrine metro ile gidecektim. Sabah erkenden kalktım, iyice giyindim, süslendim ve en sevdiğim parfümü sıktım. 6 yıldır belki de ilk kez böyle süslenmiştim. İstikamet, metroydu.

Saat 10 metrosuna bindim. Tahminen, saat 12 civarında amcamda olur, böylece kebap yapılmasına da yardım edebilirdim. Zaten elim boş gittiğim için kendimi kötü hissediyordum. Amcam, gelirken bir şey almamamı özellikle söylemişti. Ancak bindiğim metroda tanık olduğum o olay ile, her şey değişecekti.

Etraftaki insanları inceledim metroda. İnsanlar bir şeyler konuşuyorlar, herkes bir şeylerle ilgileniyor, bazıları dışarıyı seyrediyordu. Benim yaptığım iş de, onları incelemekti. O sırada, karşıdaki, orta yaşlı adamı fark ettim. Yeşil gözlü, güzeller güzeli bir oğlan çocuğu onun elini sıkıyordu. Adam, çocuğun onun elini sıkmasına izin verse de, o, çocuğun elini sıkmıyordu. Konuşuyorlardı. Ne konuştuklarına kulak kabarttım.

“Baba, neden beni dedemlere bırakacaksın?” dedi çocuk. Üzgün bir yüz ifadesi takınmıştı yüzüne. “Bazı işlerim var Berke.” Diye yanıtladı adam.

Çocuğun gözleri doldu. Dudakları büzüldü. Lakin ağlamadı. Sanırım kendisini kim yetiştirdiyse, iyi yetiştirmişti. Kalabalık içinde ağlayıp sızlanmıyordu.

“O halde işin bitince beni alacaksın değil mi? Bir süre orada kalacağımı söylemiştin?”

Adam cevap vermedi, çocuk boynunu büktü, benim ise gözlerim doldu. Bir sonraki durakta derhal indim. Amcama gitme vakti değildi. Kafama dan etmişti, yapmam gereken önemli bir şey vardı. Otobüse bindim ve geri döndüm. Eve gitmedim, onun yerine Seza annenin evine yürüdüm.

**

Kafam aynı şeye gidip duruyordu. Ufukta, kaybettiğim mutluluğu, yeniden kazanma şansını görüyordum. Bunca zamandır gözümün önündeydi, ben bilmiyordum.

Ah o simsiyah gözleri ve saçları! Evin kapısını çaldığımda, kapıyı açacak kişinin Berkcan olduğunu tahmin edememiştim. Onu kapıda gördüğümde, senin küçük ve erkek halini gördüğümü sandım. Ne kadar da yakışıklı bir oğul sahibiydim.

“Merhaba, Berkcan” deyiverdim sakin bir sesle. Arkasından, Seza annenin de geldiğini gördüm. Beni görünce afallamıştı. Duygulanmış olacak ki, gözleri yaşarıverdi birden.

“Merhaba” dedi. O kadar hüzün dolu ve içten bir sesle konuştu ki, o an için Berkcan’ın bir çocuk olduğuna inanmak pek zordu. Dizlerimin üstüne çöktüm, onun boyuna gelebilmek için. “Beni tanıdın mı Berkcan?” diye sordum. Kafasını usulca ‘evet’ anlamında salladı. Nasıl unuturdu ki? Seza annesi, her 5 – 6 ayda bir, onu göreyim diye getiriyordu.

“Nasılsın Berkcan?” dedim. Yine cevap vermedi, boynunu eğmişti. Beni özleyip özlemediğini sordum. Kafasını kaldırdı, gözü yaşarmıştı. “Özledim, baba.” Dedi.

Doğru ya. Ben onun babasıydım. Beni her gördüğünde bunu söylemişti, ancak ben ona ne zaman “oğlum” demiştim? Asla.

“Gelmek ister misin? Birlikte eve dönelim mi?” diyerek soruları yığdım birden, heyecanlı bir ses tonuyla. Kafasını ‘evet’ anlamında salladı, gülümsedi.

“Bugünün geleceğini Seza annem söylemişti.” Dedi. “Beni seviyordun, değil mi baba? Dedem öyle diyor. O seni sevmiyor diyor. Ben ona inanmadım.”

“Seviyordum, Berkcan. Bu kadar zamandır seni yalnız bıraktığım için çok üzgünüm.”

Berkcan ağlamaya başlayarak, bana sarıldı. Artık ağlamamak için kendini sıkmıyordu. İçim parçalanıyordu. Bir babanın, oğlunu o halde görünce yıkılmaması çok zordur. Ama yapamazdım. Ağlayamazdım. Ona bu kadar zayıf görünmemeliydim. Ayağa kalktım ve Seza annenin yanına ilerledim. “Özür dilerim, anne. 6 yıldır onu sizin başınıza yıktığım için, çok üzgünüm. Artık onu yanıma alabilirim değil mi?”

O gün, Berkcan’ın elini tuttum ve evimize yürüdük. Amcamın beni kebap yemeye davet etmesi nelere sebep açmıştı böyle? Üstelik çocuklar o kadar ucuz şeylerden mutlu olabiliyor ki, şaştım doğrusu. Yolda, bir oyuncakçının önünden geçerken, 3 liralık bir oyuncak gördü ve beğendiğini söyledi. Ona oyuncağı aldığımda o kadar sevindi ki, sırf bu mutluluğu görebilmek için, 3 lira değil, milyarları bile harcardım.

Gel gelelim, sana neden bu mektubu yazıyorum da, okuyabileceğine inanarak mezarına koyuyorum? Çünkü bunca yıldır oğlumuza bakmadığım için, benden nefret ettiğini biliyorum. Ne kadar pişman olduğumu bilemezsin. Dedim ya, bunu gözlerimin içine bakmadan anlayamazsın. Bir mektupla anlayamazsın.

Ben sadece, bu kadar zamandır tüm yaptıklarım için, özür dilemek istedim.

Üzgünüm…
Vahşet her yanda ulu orta sergilenirken,

Sevişmek için saklanmak zorunda kaldığımız bir Dünyada yaşıyoruz.

-John Lennon.