Kayıt Ol

Dunganga

Çevrimdışı Galaxie

  • **
  • 375
  • Rom: 17
    • Profili Görüntüle
Dunganga
« : 12 Temmuz 2012, 02:08:10 »
Merhabalar,

Bu hikayemin merkezindeki Dunganga adlı canavarı 80'lerin veya 90'ların çocuklarının bir kısmı bilir. Müjde Ar'ın başrolünü oynadığı "Aaahh Belinda" filminden türediğini ben bu yaşıma kadar bilmiyordum tabii. Benim için annemin "Duuuun gan ga Dun gan ga" şeklinde söylediği, heceleri bastırışının davul tokmaklarını andırdığı (tıpkı Moria Madenlerindeki gibi tokmaklar hem de, zaten kitabın o bölümünde aklıma direk Dunganga gelmişti) bir korku tekerlemesiydi. Yalnız annem yanlış hatırladığından mı, yoksa beğenmeyip kendi hayal gücüyle tekrar kurguladığından mıdır bilmiyorum, benim öğrendiğim versiyonu biraz daha farklı (Aslında daha güzel, daha kafiyeli).

Orijinali ise ŞU linkte. Sevgili anneme beni o yaşta bu korkunç tekerlemeyle korkuttuğu, ama hayal dünyamı o zamandan genişlettiği için teşekkür ediyorum^^







   Çok eski zamanlarda
   Var imiş bir Dunganga
   Yaramaz çocukları
   Atarmış torbasına
   Duuuun-gan-ga Dun-gan-ga!


   1

   “Ama ben okula gitmek istemiyorum!”

   “Okula gitmeyenleri Dunganga alır Ece. Dün gece ne konuşmuştuk, hani ağlamayacaktın. Korkulacak bir şey değil ki kızım, hadi işkence etme bana.”

   Küçük kızın gözleri öyle dolmuştu ki bu okula başlamayı ne kadar istemediği belli oluyordu. Ağzı ters bir “U” harfi gibi olmuş, alt dudağını ısırıyordu. Aslında bu okul annesinin ilk tercihi değildi, okuldan yıl ortasında ayrılan çok çocuk olduğunu duymuştu. Ama eve çok yakın olduğundan, apartman görevlisi kızı götürüp getirebilsin diye bu okulu mecburen tercih etmişti Burcu.

   “Ama Aybüke dedi ki o okula yedi yaşında başlayacakmış. Ama ben daha beş yaşındayım anne.” Birkaç kırpıştan sonra gözlerinde biriktirdiği yaşlar yanaklarına süzülüverdi.

   “Bakıcı mı istiyorsun Ece, onu da kabul etmiyorsun. Anneannende uzakta. Seni evde tek başına bırakamam ki… Hem bak,” eliyle etraftaki diğer çocukları gösterdi, “Burada oynayacak bir sürü arkadaş var. Normal okul değil ki kreş bu. Tüm gün arkadaşlarınla oynayacaksın, çok eğlenceli olacak.  Hem ne diyorum biliyor musun,” Gözlerini kıstı ve olabildiğince inandırıcı ve sabırsızmış gibi konuşmaya başladı, “Keşke ben de iş yerine buraya gelebilseydim. Ne kadar güzel bir yer, rengârenk!”

   Kız ikna olmuş gibi görünüyordu. Gülümsemese bile en azından ağlamayı bırakmıştı. “Beni almaya ne zaman geleceksin?”

   “Fuat Amcan gelecek seni almaya. Eve bırakacak, ama ondan hemen yarım saat sonra da ben eve geleceğim. Akşam sana çok güzel bir sürprizim var!” göz kırptı kızına. “Hadi annen artık geç kalıyor. Kocaman bir öpücük ver bakayım bana!”

   Annesi eğilirken kız da parmaklarının ucunda yükselip Burcu’nun yanağına bir öpücük kondurdu. Arkasını dönüp giderken pembe sırt çantası ve omuzlarına dökülen incecik sarı saçlarıyla muhteşem görünüyordu. Arada arkasını dönüp annesine bakıyordu. Onu böyle ürkekçe bırakmak Burcu’nun hiç içine sinmiyordu. Ama boşandıktan sonra eline çok da bir para geçmediği için bakıcı tutamıyordu. Ne kadar istemese de gözleri tıpkı az önce kızınınkiler gibi dolarak otobüs durağına doğru yürümeye başladı.

   Call-Center’da çalışıyordu Burcu. Bunun gibi hakkıyla yapması gereken ve patronun sürekli masaların başında gezindiği bir işte dikkatinin dağılmaması gerekiyordu ama o gün kesinlikle odaklanamıyordu. Kızının ne yaptığını gözünün önüne getirmeye çalışıyor, ihtimaller onu ürkütüyordu. Patronun dikkatini kesinlikle çekmişti ve bu durum tekrarlanırsa muhakkak uyarılacaktı, ama aldırış etmedi. Eve dönerken kafasına takılan şey kesinlikle bu değildi.

   Kapıyı açtığında kızını televizyonda Temel Reis izlerken buldu. Kız annesini görür görmez hemen koşup kucağına atladı. Bu ne kadar sevgi gösterisi gibi görünse de Burcu bunun altında kızın korktuğu veya çekindiği şeyler olduğunu çok iyi biliyordu. Muhtemelen kızı okulu sevmemiş, alışamamış ve tüm günü bir köşede diğer çocukların oyunlarını izleyerek geçirmişti.

   En sevdiği yemek olan patates kızartmasını yaparken gözlerinin içi gülüyordu ama. Kız ne kadar mutluysa annesi de o kadar mutluydu, tek dünyası oydu. Oyuncağı gibiydi, ruh hali ne kadar da kolay değişebiliyordu. Ece üzgün mü? Ona patates kızart, cips al, dondurma al, gülsün. Bu kadar basit!

   Her şey normalmiş gibi konuşuyorlardı ama asıl bahsetmeleri gerekenin kreşte ilk gün olması gerekirken kızın bu konuyu hiç açmaması aslına normal olmadığının kanıtıydı. Ama üstüne gitmedi. Sorulara boğarak kızın aklına daha da çok getirmenin, içinde büyütmenin bir anlamı yoktu.

   “Yalan söyleyenlere de Dunganga gelir mi anne?” dedi, yatağa yatırıp üstünü örterken. Demek ki ortada bir yalan vardı. Ama ne olduğunu sormaya gerek yoktu. Öğrenmenin yolu direk sormak değil, kaleyi içten fethetmekti.

   “Evet, muhtemelen gelir. Ama eğer söyledikleri yalanı itiraf ederlerse gelmez. Tabi geç kalmamak gerek. Dunganga gelmeden itiraf edilmesi lazım. Ne oldu ki Aybüke annesine yalan mı söyledi?” Biraz düşündü küçük kız, ancak bu kaçış işine gelmiş olmalıydı ki onayladı.

   “Hm hm. Bana öyle söylemişti. Yalan söylemiş annesine. Ama itiraf edecekmiş galiba. Ben ona itiraf etmesi gerektiğini söylerim.”

   “Tamam anneciğim aferin sana.” Alnından öptü kızını. Nasılsa itiraf edecekti. “İyi geceler.”

   “İyi geceler anne.”

   Ertesi gün işe gitmeden önce kızı apartman görevlisinin küçük dairesine bıraktı. Dudakları yine büzülmüştü ama bu kez bir şey söylemedi, itiraz etmedi. Ancak annesi biliyordu ağlamasının üç aşamada tamamlandığını. Bir, dudakların büzülmesi ve ters “U” harfine doğru gidiş. İki, gözlerin kapasitelerinin çok üstünde dolması. Üç, yaşların boşalması. Birinci aşamadaydı ve diğer aşamalara muhtemelen annesi gittikten sonra geçecekti.

   Kızını öperek otobüs durağına doğru koştu. Bu kez mesai bitimine kadar elinden geldiğince odaklanmaya çalıştı. Kızını düşünüp durmanın ona hiçbir faydası yoktu. Üstelik eğer performansı beğenilmezse ve bu işten çıkarılırsa bir kez daha iş arayışıyla bitap düşerdi ve bu ne kendisi için ne de kızı için iyi olurdu. Üstelik patron çalışanlarını işten çıkarmak konusunda buzdolabından pişirmek için hangi yumurtayı alacağına karar verirken yaşadığı tereddütten daha az tereddüt yaşıyordu. Çok çalışan olduğu, çalışmak için çok kişi müracaat ettiği ve müşteriler hizmetten genelde memnun olmadığı için personel değiştirmek ona en verimli yöntem gibi geliyordu herhalde. Ama bu meslekte çalışıp da müşteriyi memnun etmek gerçekten çok zordu. Belki bir operatör için çalışılsa bir derece, ama Burcu’nun çalıştığı yerde sadece kenarda köşede kalmış kanalların reklamlarını verdiği zayıflama ürünleri satılıyordu. Çoğu zaman işleri ellerine gelen ve bir sürü numara içeren Data’lardan teker teker numara seçerek arama yapmaktı. Bu kişileri ikna etmek zordu, reklamda görüp arayanlar ise genelde ürün iadesi için tekrar arıyorlardı. Zavallı çalışanlar, dandikliğinden adları gibi emin olsalar da telefonda müşteriye açıklama yapmak ve beğendirmek için taklalar atıyorlardı.

   O gün Burcu bir sürü arama yapmış ve bir önceki günü telafi edebilmek için en pozitif ruh halini giymişti. Eve doğru giderken patronun, düzelişini fark edip etmediğini merak etti.

   Evin merdivenlerini çıkıp katına ulaştığında kapının önünde arkasını dönmüş bir kadın olduğunu gördü. Kadın Ece’nin yeni öğretmeniydi. O an kalp atışları hızlandı ve her annenin çocuğu olduktan sonra kazandığı kabiliyeti, iki saniye içinde yedi bin olasılık düşünme kabiliyeti devreye girdi. Kızı trafik kazası geçirmişti, apartman görevlisi onu almayı unutmuştu, çocuklarla kavga edip saçlarını yoldurtmuştu, hastalanıp kusmuştu, düşüp kolunu kırmıştı, oyuncaklardan biri kafasını yarmıştı…

   Ne var ki öğretmenin yüzündeki endişeli ifade ihtimallere çanak tutuyordu. Orda hiçbir şey söyleyemeden öğretmenin konuşmasını bekledi.

   “Merhaba Burcu Hanım.” Kadın sanki mahcuptu, endişeliydi, korkuyordu, utanıyordu…

   “Ne oldu Ece’ye?” bu öyle kısık sesli bir fısıltıydı ki, kadın bunu duymaktan ziyade dudaklarından okumuştu muhtemelen.

   “Eee, kızınız Dunganga tarafından kaçırıldı.”

   Cümleyi tam olarak duymuş olsaydı ne kadar saçma olduğunu fark edecek ve “Ne Dungangası?” gibi sorular soracaktı. Ama o sadece “Kaçırıldı,” sözcüğüne odaklandığı için kadından kopup, kaynar sularla dolu bir yüzme havuzuna atladı.

Çevrimdışı TheSpell

  • ***
  • 826
  • Rom: 16
  • Dovie'andi se tovya sagain.
    • Profili Görüntüle
Ynt: Dunganga
« Yanıtla #1 : 12 Temmuz 2012, 10:39:06 »
Neden bilmiyorum, aklıma direk  şu Kemal Sunal'ın oynadığı Gulyabani'li film geldi :D

Çevrimdışı mit

  • *
  • 5536
  • Rom: 96
  • Kronik Anakronik
    • Profili Görüntüle
    • Yorgun Savaşçı'nın Günlüğü
Ynt: Dunganga
« Yanıtla #2 : 12 Temmuz 2012, 12:19:24 »
Dunganga :) Bunca yıl sonra bu ismi duyacağım hiç aklıma gelmezdi doğrusu...

Öncelikle üslubunuz çok güzel; derli toplu, sıkmayan, düzenli... Kelimeleri kullanış biçiminiz, diyalogları kuruşunuz, olayı anlatışınız oldukça düzgün ve başarılı. Bunun için sizi tebrik ederim.

Hikayeye gelirsek güzel ama hızlı bir giriş olduğu kanısındayım. Konuyu güzel işlemişsiniz fakat aralardaki o paragrafları biraz daha kapsamlı tutmanız daha iyi olabilir. Kadının işe gidiş geliş kısımları, düşünceleri vs. o kadar hızlı ve (affınıza sığınarak) üstünkörü geçilmiş ki tüm hikaye bir oldu bittiden ibaretmiş gibi görünmeye başlıyor. Bu ayrıntıya biraz dikkat etmeniz kaleminizi güçlendirmek adına iyi olabilir.

Devamını bekliyorum :)
Jackal knows who you are,
Jackal knows where you are.
Try to hide if you dare.
Do your best, i don't care.

Çevrimdışı Galaxie

  • **
  • 375
  • Rom: 17
    • Profili Görüntüle
Ynt: Dunganga
« Yanıtla #3 : 12 Temmuz 2012, 12:26:56 »
Neden bilmiyorum, aklıma direk  şu Kemal Sunal'ın oynadığı Gulyabani'li film geldi :D

Benim de aklıma gelmedi değil ^^

Hikayeye gelirsek güzel ama hızlı bir giriş olduğu kanısındayım. Konuyu güzel işlemişsiniz fakat aralardaki o paragrafları biraz daha kapsamlı tutmanız daha iyi olabilir. Kadının işe gidiş geliş kısımları, düşünceleri vs. o kadar hızlı ve (affınıza sığınarak) üstünkörü geçilmiş ki tüm hikaye bir oldu bittiden ibaretmiş gibi görünmeye başlıyor. Bu ayrıntıya biraz dikkat etmeniz kaleminizi güçlendirmek adına iyi olabilir.


Sevgili mit, yorumunuz için öncelikle teşekkür ederim, üstte uyarı baloncuğu mit diye çıkınca çok sevindim gerçekten :)

Bahsettiğiniz konuda haklısınız şimdi ben de okuyunca farkettim. Tabi yazarken ve paylaşmadan önce okuyunca farkedemiyorum. Aslında yazdıktan birkaç gün sonra okuyup öyle paylaşmam gerekir hataları görebilmek için.

Bir sonraki bölümde buna dikkat edeceğim ^^


Çevrimdışı Buzmavisi

  • **
  • 136
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
Ynt: Dunganga
« Yanıtla #4 : 12 Temmuz 2012, 23:37:22 »
Öykünüz her zamanki gibi güzel akıyor, yazılarınız da gün geçtikçe güzelleşiyor. Bu eski tekerlemeyi de hatırlattığınız için ayrıca teşekkür ederim.

Yalnız bir eleştirim olacak. Beş yaşında küçük bir kızın kurduğu cümleler ve annesinin ona karşı söylediği cümleler biraz fazla olmuş gibi geldi. Benim beş yaşında çok akıllı bir yeğenim var da, şimdi onunla böyle konuşmaya kalkarsam söylediğimin yarısını anlar anlamaz. Daha basit ve kısa cümleler kullanmam gerekir. Onun adı da Burcu bu arada. Burcu çok akıllı bir kız olmasına rağmen durum böyle. Bir de bu yaştaki çocuklar konuşurken bağırırlar biraz. Aslında ellerinde değil, sesleri çok çıkıyor:) bunu da kullanabilirsiniz. Mesela kurdukları cümlenin başında "Anne," derler neredeyse her zaman:)
Yepyeni bir fantastik serüvene hazır mısınız?
Anatolya Efsaneleri İlk iki bölüm pdf:http://www.mediafire.com/?uadhvz1vcgmqkct

Yeni Töre'nin ikinci yasası:
Umutlar, inançlar ve dilekler içlerinde bir parça mantık barındırmıyorlarsa hayatları kolayca mahveden boş yalanlara dönüşürler.

Çevrimdışı Galaxie

  • **
  • 375
  • Rom: 17
    • Profili Görüntüle
Ynt: Dunganga
« Yanıtla #5 : 13 Temmuz 2012, 00:08:37 »
Aynı hatayı "Hanım"da da yapmıştım. Bu kez düzeltmeye çalıştım, onun yaşına daha çok inmeye çalıştım, ama anlaşılan yine yeterince başarılı olamamışım... Bir sonraki bölümde daha dikkatli olurum, yorumunuz için teşekkürler :)

Çevrimdışı TheSpell

  • ***
  • 826
  • Rom: 16
  • Dovie'andi se tovya sagain.
    • Profili Görüntüle
Ynt: Dunganga
« Yanıtla #6 : 15 Temmuz 2012, 13:28:53 »
Diğer hikayelerine göre oldukça geliştirmişsin kendini. Üslubuna da bayıldım.

Şu an aklıma Buzmavisi'nin yaptığı haricinde pek bir eleştiri gelmiyor. Birkaç imla hatası vardı tabi, ancak bunları da mazur görmek gerek,değil mi? ;)

Yeni bölümü sabırsızlıkla bekliyorum.

Çevrimdışı Galaxie

  • **
  • 375
  • Rom: 17
    • Profili Görüntüle
Ynt: Dunganga
« Yanıtla #7 : 16 Temmuz 2012, 01:30:13 »
Teşekkürler sevgili TheSpell yorumun için.



   2

   “İsterseniz bunu oturup konuşalım Burcu Hanım?”

   “Hayır, ne oturması! Hemen polisi arayalım, kaçıran her kimse ona ulaşmaya çalışalım!”

   “Bu öyle polisin çözebileceği bir şey değil… Eğer beni sadece bir dakikalığına…” kadın tamamlayamadan Burcu hiddetle kesti sözünü.

   “Siz neyden bahsediyorsunuz! Kızım kaçırıldı ve benim burada oturup, sohbet edermiş gibi konuşmam mı gerekiyor?”

   “Sadece size durumu açıklamaya çalışıyorum.” Göğsü aldığı nefesle kalktı ve indi. “Bakın ne kadar garip geldiğini biliyorum ama onu kaçıran bir ‘kişi’ değil. Bir tür yaratık. Varlık. Ne olduğunu bilmiyoruz. Sadece muhtelif yerlerde tuzakları olduğunu ve çocukları kaçırdığını biliyoruz. Onları kaçırıyor çünkü…” kadın söylemekte zorlanıyordu. Elleri birbirinin etrafında fır dönüyor, nasıl açıklayacağının planını yapmaya çalışıyordu. “Bu varlık çok büyük. Yani cüsse olarak. Yaşadığı mağara da büyük. Ve nedense çikolata ile kaplı. Çocukları kaçırmasının sebebi çikolataları temizletebilmek.”

   Burcu duyduklarına inanamıyordu. Kadın gitmesini engellediği yetmemiş gibi bir de saçma sapan bir hikâye uyduruyordu. Belki de kızının kaçırılmasında parmağı vardı. Örtbas etmeye çalışıyor ya da olay karanlıkta kalsın diye anneyi alıkoyuyordu.

   “Ne çikolatası, ne varlığı, siz neler söylüyorsunuz Allah aşkına? Lütfen bırakın da polise gideyim.” Bu bir ricadan çok bir şantaj ya da tehdit gibiydi. Ama kadının onu bırakmaya niyeti yoktu.

   “Burcu Hanım gerçekten… Bu polislik bir durum değil. Daha önce başka velilerimizin de başına geldi. Bunu kendimiz çözmeliyiz. Nasıl çözüleceğini de biliyorum, eğer benimle iş birliği yaparsanız…”

   Bu kez kadının sözünü sesini bastırmak için bağırdı. “Biliyorsun öyle mi? Dur tahmin edeyim. Yüklü miktarda para? Bir veya birkaç organ? Sen de işin içindesin değil mi? Beni oyalamaya çalışıyorsun!” o sırada gürültüden apartmanın kapıları açılmıştı. Öğretmen bunu fark eder etmez fısıltıyla ve aceleyle yanıtladı.

   “Hayır, ne para ne de organ. Rica ederim sakin olun. Tek yapmanız gereken kızınızın tam olarak yaşını, yani kaç gündür yaşadığını hesaplayıp o kadar gram çikolatayı bir şekilde yaratığın mağarasından kaldırmak! Bu kadar basit.”

   “Ben hayatımda bu kadar saçma bir şey duymadım!”

   “Biliyorum. Bana güvenmek zorundasınız Burcu Hanım. Lütfen sadece içeri girip konuşmamıza izin verin. Bana sadece yarım saat verin.”

   Burcu bunu düşünürken üst kattan yaşlıca bir kadın indi ve meraklı gözleri bir Burcu’ya bir öğretmene kaydı. “Ne oluyor? Kızım yardıma ihtiyacın var mı? Bir şey mi satmak istiyor bu kadın zorla?”

   Bir an ne cevap vereceğini bilemeyerek duraksadı ama sonra “Yok Teyzeciğim,” dedi. Uyduracak bir yalan arıyordu ki öğretmen, “Ben ufaklığın öğretmeniyim. Okulla ilgili bir problem var da, onu konuşacaktık,” dedi ve ne kadar sevimli olduğuna Burcu’nun hayret ettiği bir gülümseme yerleştirdi yüzüne. Burcu başıyla onayladı ve kapıyı iyice açarak öğretmene içeri gir mesajını verdi.

   Yaşlı kadın entrikayı kıl payı kaçırmış olmanın sıkıntısıyla homurdana homurdana merdivenleri tekrar tırmanmaya başladı. Oysa ne atraksiyon olurdu bu, tam da evlilik programı reklam arası vermişken!

   Öğretmen koridorda salonu bulmaya çalışarak yürürken “Bu arada adım Kısmet,” dedi. Koltuk olan odayı görür görmez geçti ve gözüne kestirdiği bir koltuğa oturdu. Burcu da karşısına kuruldu ama lafı uzatmamak için hiçbir şey söylemedi.

   Kadın mesajı tek bir bakışta, bir şimşek çakması kadar hızlı aldı ve hemen söze başladı.

   “Okul açıldıktan birkaç yıl sonra başlamış bu durum. Bizim sınıfımızın yanında, koridorda bir kalorifer dolabı var. Şimdi içi boş gerçi… Bazı çocuklar var, ilk günlerinde kreşten korktukları için oraya saklanmaya çalışıyorlar. Tabi en başta açıktı orası. Birkaç kaçırılma durumu olduktan sonra kilitlenmiş. Ama tuzaktan sanırım, kilit kendi kendini açıyor. Önlem olsun diye oradaki kalorifer kaldırıldı, dolabın içi tamamen betonla kaplandı. Ama çocuklar oraya girerken beton sanki hiç oraya girmemiş gibiydi, dolap boştu.” Anlattıklarının inanması güç şeyler olduğunun farkında olduğu için belli ki çok çekiniyordu. Burcu ise şok olmuş bir vaziyette dinliyordu ve izliyordu kadını. Sürekli elleriyle, saçıyla, eteğiyle ve saatiyle oynuyordu kadın. Yoğun stres altındaydı.

   “Adı gerçekten Dunganga mı?” kızını hep bu canavarla dize getiriyordu. Kız gerçekten birkaç yıldır korktuğu canavarın hakikisiyle karşılaşmışsa kendini yıllarca affetmezdi.

   “Bir adı yok. Varsa bile biz bilmiyoruz. Okuldakiler ilk zamanlar Dunganga demişler. O zamanlardaki bir filmden almışlar adı. Öyle de kalmış. Bilmediğimiz bir şekilde dolabın diğer ucu bir mağaranın girişine çıkıyor. Bir tür geçit, hatta mekânda bir gedik gibi. Yeryüzünde gerçekten öyle bir mağara var mı bilmiyoruz. Hiç araştırılmadı çünkü çok gizli tutuluyor. Ama sanmıyorum. Neyse, mağaranın daha girişinde kahverengi maddeyi görebiliyorsunuz. Her taraf çikolata. Mağaranın içi çok soğuk, bu yüzden muhtemelen erimiyorlar. Oraya her girişimizde şekilleri değişik oluyor. Ya artıyorlar, ya da bir kısmı çocuklar tarafından temizleniyor.”

   “Çikolata ne alaka? Yani hiç mantıklı gelmiyor…”

   “İnanın bunu biz de bilmiyoruz Burcu Hanım. Gidip yeteri kadar çikolatayı yüklenip, çocuğu alıp dönüyoruz bu kadar. Genelde bir problem çıkmıyor. Hatta bazen Dunganga kendini göstermiyor bile. Gösterse de çikolataları alışımızı hiçbir şey yapmadan izliyor. Memnun oluyor muhtemelen,” gözlerini devirdi.

   “Ece ilk gününde bir başka kalorifer dolabında saklandı. Onu buldum. Ben bulunca ağladı ama size söyleyeceğine ve bir daha yapmayacağına dair söz verdi,” kızın çekindiği yalanın ne olduğu anlaşılmıştı. “Ama o gün boyu köşede oturup ağladığından hiçbir oyuna katılamadı. Periyodik olarak yanına gittim, ona bir şeyler verdim, dondurma, oyuncak gibi. Ama faydası olmadı. Ertesi gün geldiğinde yine ortadan kayboldu. Çocuklara sorarak onun söz konusu dolaba girmiş olduğunu öğrendik. Ama içinde yoktu. Her ihtimale karşı tüm okulu aradık ama…” omzunu silkti kadın.

   “Peki nasıl temizlettiriyor çikolataları?” sormak bile saçma ve komik geliyordu. Bu saçmalığın bir parçası olmuş gibi hissediyordu kendini.

   “Yedirtiyor tabi ki. Başta çocukların hoşuna gidiyor tabi. Ama sonra zorla yedirtmeye başlıyor. Eğer geç kalınırsa bu çocuğa zarar verebilir.” Ellerini iki yana salladı. “Ama Müdürle konuştum. Hemen yarın gidip kızınızı alabiliriz. Daha önce de söylediğim gibi. Yaşadığı gün sayısı kadar çikolata taşıyacağız, gram olarak. Sonra da kızınızı rahatça elinden tutup götürebiliriz.”

   İçinde büyüyen dev gibi korkuyu bastırıp sordu Burcu. “Peki ya gerekli çikolata alınıp götürülmezse?”

   “Merak etmeyin alırız. Ama eğer alınmazsa bildiğim kadarıyla çocuk geri alınamıyor.”

  Yutkundu Burcu. Bu kötü haberdi. Çok kötü haber. Sağ gözünde bir damla yaş birikip sanki acelesi varmış gibi hemen yanağına atladı. Ağlamaya başlarken önce sadece bir gözünden yaş geliyordu hep.

   “Ben kızımın net doğum tarihini bilmiyorum ki.”

   Kısmet gözlerini kırpıştırıp boynunu hafifçe eğince, açıklama ihtiyacı duydu.

   “Bilmiyorum çünkü Ece evlatlık.”

Çevrimdışı Galaxie

  • **
  • 375
  • Rom: 17
    • Profili Görüntüle
Dunganga - Bölüm 3
« Yanıtla #8 : 19 Temmuz 2012, 00:39:32 »
   3

   “Daha çok yürüyecek miyiz?”

   “Hayır Burcu Hanım. Az kaldı,” dedi Kısmet nefes alıp vermekte zorlanırken. Bu arada ona Dunganga hakkında biraz daha bilgi vermişti yol boyunca. Görünüşe bakılırsa çeşitli yerlere açılan geçitleri vardı yaratığın. Çünkü çocuklar alınmaya gidildiğinde bazen tek olmuyorlardı. Ayrıca baya büyük, dev gibi bir yaratıktı. Şapşal gibi görünüyordu. Homurtudan başka ses de çıkaramıyordu anlaşılan.
   
   Yarım saat önce hüngür hüngür ağlıyordu, ama o kadın gitmiş yerine azimli ve kararlı bir Burcu gelmişti. Duyguları ve cesareti adeta kreşendo yapmıştı. Evet, doğum tarihini bilmiyor olabilirdi, ama mutlaka bir başka yolu olmalıydı. Bu yüzden okulun kazık çakmış müdürünün yanına gitmeye karar verdiler. Mesai saatlerinin dışı olduğu için evini ziyaret edeceklerdi. Burcu bunda bir sakınca görmüyor, görgü kurallarını şimdilik askıya alıyordu. Müdür de durumun ciddiyeti konusunda hemfikir olacaktı şüphesiz.

   Kısmet’in tek kelime edemediği durum karşısında beyninde fırtınalar kopan Burcu çözüm bulmuştu. Bu doğum tarihi-gram olayını mutlaka bir yerlerden öğrenmiş olmalılardı. Öyleyse aynı kaynaktan başka yolu olup olmadığını da öğrenebilirlerdi.

   Şimdi ise müdürün evine gelmek üzerelerdi ve Burcu’nun yüreği başta olmak üzere tüm organları vücudundan çıkmak üzere mücadele ediyorlardı. Hepsinde alışmadıkları bir heyecan hâkimdi. Kim demiş annelik duyuları hamilelikle geliyor diye?

   Kapıyı tıklattılar ancak bir süre yanıt gelmedi. Bu süre Kısmet’e göre her ne kadar beş dakika olsa da Burcu yirmi dakika olduğu konusunda bahse girebilirdi. Kapı açılınca karşılarına bir vücut değil sadece uzatılmış bir baş çıktı.

   “Merhaba Kısmet Hanım,” dedi adam soru soran bakışlarla. “Sizi beklemiyordum geç açtım kusura bakmayın.” Yavaş yavaş ortaya çıkardı kendini.

   Ellilerini çoktan geride bırakmış hatta altmışlarına merdiven dayamıştı müdür. Saçlarında tek bir tel kahverengi (ya da saçı her ne renktiyse, ama kahverengi olduğunu sanıyordu zira adamın gözleri de kahverengiydi) kalmamıştı, tamamen bembeyazdı. Hafif göbekli, güler yüzlü bir yaşlıydı. Sadece kayıt sırasında görmüştü bu adamı Burcu. O zaman üstünde mavi bir gömlek vardı. Şimdi ise kırmızı tişörtüyle Noel Baba’nın birkaç kuşak sonraki varisi gibi görünüyordu.

   “Kusura bakmayın Cevdet Bey,” dedi ve ardından eliyle Burcu’yu göstererek “Burcu Hanım, yeni kayıt olan bir öğrencimizin velisi,” diye takdim etti. “Yalnız çocuğu Dunganga tarafından kaçırıldı. Ve klasik yöntemle çözemeyeceğimiz bir durum. Eğer izin verirseniz…”

   Dunganga’yı duyunca adamın tadı kaçtı, yüzünden birkaç kasın gerilmesi gözle seçilebiliyordu. Dikilmeyi bırakıp hemen eliyle içeriyi işaret etti ve hiç konuşmadan salona kadar önden yürüdü. Oturmalarını işaret etti.

   “Merhaba Burcu Hanım memnun oldum. Klasik yöntemleri kullanamayız derken neyi kastediyorsunuz? Neden kullanamayalım?”

   “Çünkü çocuğum evlatlık,” diye hemen söze atıldı Burcu, öğretmen konuşmadan. “Yani net doğum tarihini bilmiyorum.”

   Adam huzursuzlaştı. “Ne zaman evlat edindiniz? O zamanlar kaç yaşındaydı? Lütfen yanlış anlamayın sadece bir faydası olabilir diye soruyorum.”

   Anlayışla onayladı Burcu, “Evlat edindiğimde dört-beş aylıktı. Daha çok küçüktü. Ama doğum tarihini merak etmeme rağmen söyleyemediler çünkü bilmiyorlardı. Bulunup teslim edilmiş bir bebekmiş.”
 
   Adam ayağa kalkıp salonu arşınlamaya başladı. Bu onun da beklemediği bir şeydi belli ki. Yıllardır çözüm böyle olagelmiş, bu yüzden bir tehlike arz etmemiş, şimdi ellerinden çözümü alınca herkesin gözüne olay çok daha tehlikeli gibi geliyordu. Ve öyleydi.

   “Yapacak bir şey yok. Ritüeli öğrendiğimiz adamın yanına gidecek ve soracağız. Eğer biri biliyorsa sadece o biliyordur.”

   “O adam kim?”

   “Eee… Aslında bir pastacı diyebiliriz. Ama bu tarz şeylerle baya ilgileniyor. Yani, doğaüstü şeylerle demek istiyorum.” Doğaüstü derken adam gözlerini devirerek elin salladı. Pek hazzetmediği ortadaydı. “Olay başımıza ilk geldiğinde duyulduğu için kendisi gelip bizi bulmuştu, çok şanslıydık. Zaten sonraki olaylar basına hiç düşmedi.”

   “Tamam, o zaman hemen gidelim vakit kaybetmeden.” Ve kimseyi beklemeden ayaklandı Burcu.

   Müdürün arabasıyla yol alırken uzun süre kimseden çıt çıkmadı. Sonra derin bir nefes alıp konuştu adam.

   “Sakıncası yoksa sorabilir miyim, neden evlat edindiniz?”

   Burcu soruyla biraz afallamasına rağmen cevap verdi.

   “Rahim kanseri atlattım, erken yaşta rahmim alındı. Çocuk sahibi olma şansım yoktu.”

   “Geçmiş olsun.” Hislerini daha iyi anladığı için Kısmet sadece bir “Ah” çekmekle yetindi.

   Araba küçük ve şirin bir pastanenin önünde durunca Burcu çok şaşırdı. Acaba bugün daha neler görüp duyacağım diye düşünmeden de edemedi. Bu arada güneş ufuk çizgisinin arkasına yavaş yavaş saklanırken gökyüzünü çok güzel renklere boyuyor, hemen yanında belirmiş olan aya veda ediyordu.

   Pastanenin kapısından girdiler ve uzun ince sevimli bir adam, müdürü sıcak bir tebessümle karşıladı. Onlar selamlaşır ve sarılıp birbirlerinin sırtlarına tatlı tatlı vururken Burcu inceledi adamı. Yıllar önce fikir danışılan biri için çok genç görünse de yaşını tam olarak kestirmek mümkün değildi. Yüzü bazı kırışıklıklara ev sahibi yapıyordu ama orta yaşlı birinin olamayacağı kadar zayıf ve dinçti. Dimdik duruyordu. Ne var ki elleri adamın yaşını aşağı yukarı ele verirken, yanaklarında gülmekten oluşan oluklar da her zaman, şuan göründüğü gibi sevimli olduğunu kanıtlamak için can atıyordu.

   “Hoş geldiniz bayanlar, lütfen böyle buyurun. Kızım buraya üç çay getir hemen!” arkasını dönüp bağırdıktan sonra yine gülerek buyur ettiği masaya kendisi de oturdu.

   Raflar Ece’nin resim defteri gibi rengârenkti. Kırmızısından tutun, maviye, mora kadar her renkte ve figürde pasta vardı. Bir maket kadar kusursuz ve pürüzsüzdü kremaları üstelik. Üstlerine uğur böcekleri, küçük bebekler, futbolcular, toplar, gitarlar, çizgi film kahramanları yerleştirilmişti. Ece burayı görse annesi bir dilim alana kadar zıplar dururdu. Herhangi bir çocuğun bu pastalara karşı koyması mümkün değildi. Burcu bile içinde bulunduğu durum olmasa kendini tutamayabilirdi.

   Çaylar masaya yerleştirilirken ve müdür olayı özetlerken aklı kızına gitti. Acaba şimdi ne yapıyordu, canı acıyor muydu? Çikolata yemekten zevk alıyor muydu yoksa midesi bulanmaya başlamış mıydı? Yanında birileri var mıydı? Canavarı görmüş müydü? “Neyse ki adının Dunganga olduğunu bilmiyor,” diye düşündü genç kadın. Eğer bilseydi çok daha fazla korkardı muhtemelen. Sahi ya korkuyordu. Küçücük kızı canavarın elindeydi ve bu ona en fazla Spiderman kadar gerçek geliyordu.

   Yaşını göstermeyen adam sorular sorarak durumu müdürden anladıktan sonra Burcu’ya döndü. Bu kez hiç de gülmüyordu.

   “Elbette bir yolu var. Ama hem çok zahmetli, hem çok zor hem de çok kişi gerektiriyor.”

   “Bulurum ne gerekiyorsa. Lütfen ne olduğunu söyleyin.”

   “Bulsanız bile çok zor… Meksika dalgasını bilir misiniz?”

   “Hani şu maçlarda yaptıkları?”

   Başını salladı adam, “Evet o. Ona benzer bir şey ama çok daha zor. Canavarın üstünde işleyen bir büyü var. Onu durduran bir büyü diyebiliriz. Transa sokar, uyutur diğer bir deyişle. Kalabalık bir grup yan yana gelerek canavarı modellemeli, kabaca hareketlerini taklit etmeli. Yani elleriyle, kollarıyla, başlarıyla (evet birden fazla başı var) ne hareket yapıyorsa organize bir şekilde yeni konuma göre sıralanılmalı. Başarılırsa önce gevşer, sonra yavaşlar ve hareketsiz kalır. Bu arada çocuğu bir başkası çıkartır, modeli oluşturan insanlar da vakit kaybetmeden mağaradan diğer tarafa geçerler. Daha önce bunu hiç denemedik çünkü daha kolay bir yöntem vardı. Canavarı uyutmaya gerek yoktu. Ama eğer net doğumu bilmiyorsanız bunu denemek zorundasınız.”

   “Ama bu mümkün mü? Yani izleyerek her hareketini taklit etmek?” duydukları çok saçma geliyordu ama mantık anlayışını birkaç saattir geri plana atıyordu. Düşünme işini sonraya bırakıyordu.

   “Bilmiyorum. Canavar hakkında duyduğum şey bu. İşe yarar mı yaramaz mı, garanti veremem. Risk var elbette.”

   “Peki ya işe yaramazsa? Canavar ne yapabilir mesela?”

   “Emin değilim, ama muhtemelen çikolataları temizletmek için orada bulunan herkesi alıkoyar.” Kadının tepkisini ölçüyor olacak ki duraksadı adam. “Ben yardıma gelirim.” Masanın üzerinden uzanıp elini tuttu. Çok sıcaktı tutuşu.

   Fakat teşekkür bile edemedi Burcu. Bu iş için acaba kaç insan bulabilecek, dahası kaçını bu hikâyeye inandırabilecekti? İnandırsa bile insanları nasıl böyle bir tehlikeye atacaktı? Kim küçücük bir kız için olsa bile böyle bir riske girerdi?

   Yapay dünya ışıkları ayı bastırarak gökyüzünü tekrar aydınlatmaya başlarken dört insan masada oturmuş hiç çıt çıkarmadan kara kara düşünüyordu.

Çevrimdışı TheSpell

  • ***
  • 826
  • Rom: 16
  • Dovie'andi se tovya sagain.
    • Profili Görüntüle
Ynt: Dunganga
« Yanıtla #9 : 19 Temmuz 2012, 00:44:42 »
Her zamanki akıcılığın var ikinci bölümde de. Olaylar gelişiyor, neler olacağını ben de çözemedim. Çocuğu alıp gelmeleri olmaz. O yüzden mutlaka aksiyon olacak :D

Öyle eleştiri yapmak benim işim değil. Gözüme çok önemli bir hata da çarpmadı zaten.

Devamını bekliyoruz!

Edit: Bunu yazdığımda 3. bölümü görmemiştim. Ona da kısa bir yorum yapayım hemen. Haddime değil ama, olaylar biraz fazla hızlı gelişiyor gibi. Yanlış algılamayın, çünkü bana da daha önceden aynı yorumlar yapılmıştı deneyimli arkadaşlarım tarafından. :D

Çevrimdışı Althar

  • **
  • 70
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
    • http://grimaden.blogspot.com/
Ynt: Dunganga
« Yanıtla #10 : 19 Temmuz 2012, 23:15:20 »
İyi, güzel. Sıkmayan ve zorlanmadan okunan bir öykü olarak gidiyor. Yazının bu özelliğini kaybetme. Beşten dört yıldız.
"Hayat yaşandığı kadar vardır. Gerisi ya hafızalardaki hatıra ya hayallerdeki ümittir. Hüsranı ise birtek yerde kabul ediyorum. Yaşamak varken yaşayamamış olmakta."

Uzun Yol - Susayanın Uyanışı (https://rapidshare.com/files/2985198102/Susayanin_Uyanisi.pdf)

Çevrimdışı Buzmavisi

  • **
  • 136
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
Ynt: Dunganga
« Yanıtla #11 : 24 Temmuz 2012, 23:08:49 »
Esra Hanım, öykünüzü okumaya devam ediyorum ancak sizin öykülerinizde genelde rastladığım naçizane bir gözlemimi sunmak istiyorum. Hani bazen kitap okuruz, okuruz, okuruz ve okuruz. Yazar bir türlü sadede gelemez. Okumaktan bıktırır.

Sizin öykülerinizde ise bunun tam tersi bir durum söz konusu. Siz sadede alelacele gelenlerdensiniz. Amaç belki öyküyü kısa tutmaktır veya başka nedenler vardır bilemem lakin genelde yazılarınızda bununla karşılaşıyorum. Bununla birlikte öykünüz oldukça akıcı ve sürükleyici, devamını bekliyorum.
Yepyeni bir fantastik serüvene hazır mısınız?
Anatolya Efsaneleri İlk iki bölüm pdf:http://www.mediafire.com/?uadhvz1vcgmqkct

Yeni Töre'nin ikinci yasası:
Umutlar, inançlar ve dilekler içlerinde bir parça mantık barındırmıyorlarsa hayatları kolayca mahveden boş yalanlara dönüşürler.

Çevrimdışı Galaxie

  • **
  • 375
  • Rom: 17
    • Profili Görüntüle
Ynt: Dunganga
« Yanıtla #12 : 24 Temmuz 2012, 23:25:35 »
Çok teşekkür ederim herkese eleştirileri için. Buzmavisi, değindiğiniz noktada haklısınız sanırım. Onu da düzeltmeye özellikle dikkat edeceğim. Teşekkürler ^^

Çevrimdışı Rüzgar Adam

  • **
  • 54
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Dunganga
« Yanıtla #13 : 25 Temmuz 2012, 01:54:15 »
Çok akıcı bir şekilde yazıyorsunuz bir sonraki bölüm için merakta kalmamak mümkün değil.
Ölürken bile beni göremeyeceksin Rüzgar Adam Görülemeyen Adam

Çevrimdışı Galaxie

  • **
  • 375
  • Rom: 17
    • Profili Görüntüle
Dunganga - Bölüm 4
« Yanıtla #14 : 28 Temmuz 2012, 05:04:27 »
   4

   Pastanede masada oturuyorken ne kadar düşünseler de akıllarına tek bir kısır çözüm yolundan başka bir şey gelmemişti. Zaten rutin yöntemde çikolataları almaya gelen gönüllü bir işçi ekibi vardı. Onların yanı sıra daha önce bu durumdan mağdur olmuş ailelerden yardım isteyeceklerdi. Burcu’yu en iyi onlar anlayabilirdi, yardım edecek birileri varsa onlar olmalıydı. Elbette risk vardı, bu nedenle kimseyi çok zorlayamazdı. Çocuğu o ailelerin insafına kalıyordu.

   “Tanışamadık bu arada, ben Turgut.”

   Pastaneyi kapatmış, arabaya doğru yürürken nezaket kurallarını çoktan rafa kaldırmış olan Burcu, pastacı adama elini uzatmayı biraz geç de olsa akıl edebildi.

   “Ah, özür dilerim tamamen unuttum. Ben de Burcu.”

   “Memnun oldum Burcu Hanım,” dedi artık arabaların yanına geldiklerinde. “Şimdi, saat yavaş yavaş geceye yaklaşıyor. Sabahı bekleyemeyiz, çok geç olur. Bu yüzden mecburen dağılıp kapı kapı dolaşacağız. Ben daha önce yardım aldığımız işçilerin yanına gideceğim. Cevdet Bey, siz daha önce çocukları için mağaraya gittiğimiz ailelerin adreslerine ulaşın kayıtlardan. Daha sonra adresleri aranızda üçe bölün ve tek tek dolaşın. Bu sırada gerçekten acele etmeniz lazım. Çünkü vakit geçtikten sonra çaldığınız kapılarda, durum ne olursa olsun asık suratlar ve anlayışsız tepkilerle karşılaşmanız çok daha olası.”

   Onaylayıp hem fikir olduktan sonra Turgut Bey’den ayrılıp Müdür’ün arabasına bindiler tekrar. Kayıtlar okuldaydı, bu da okulu ilk durakları yapıyordu. Müdür öyle hızlı kullanıyordu ki arabayı, Burcu belki de adamın hayatı boyunca şehir içinde hiç bu kadar hız yapmamış olabileceğini düşündü. Buna rağmen bazı kavşaklarda takılıyorlardı. Sanki trafik bile önüne engel çıkarmaya çalışıyordu. Manevralar ve cesur hamlelerle kıvrılıp duruyordu araba.

   Vitesin her hareketinde başka başka şeyler düşünüyordu. Müdürün, öğretmenin ve pastacının kendi hayatları vardı. Muhtemelen bu gece yanlarına uğrayamayacakları eşleri… Belki çocukları. Bunun için bile minnettar olabilirdi onlara. Ve Ece... Her düşüncesinde, zihninde beliren her imgede vardı Ece. Kafasının içini aydınlatan tek şeydi. Ne var ki karanlık bir aydınlıktı bu. Gittikçe gücünü kaybediyor, soluyor; ama soldukça daha da aydınlanıyor, Burcu’nun zihnini daha çok çalıştırıyordu.

   Onu aldığında küçücüktü Ece. Arabada çaresizce onu kurtarmak için yol alırken dudaklarını yukarıya doğru kıvırtabilecek kadar güzel bir bebekti. Eşiyle arası kötüleşmeye başlamadan önce akrabaların ve yakınların “Kendi çocuğun gibi olmaz, başkasının çocuğu sonuçta” gibi tüm ihtarlarına rağmen almıştı onu. Ve bir gün bile pişmanlık duymamış, “Anne olduğunda anlarsın,” sözünü hamile kalmadan da bizzat tecrübe etmiş, nasılsa annelik hormonları tetiklenmesine şahit olmuştu. Kızı kendine benzemiyordu; kendi kahverengi saçları ve kahverengi gözlerinin aksine kızının sarı saçları ve ela gözleri vardı. Onun saçları düzdü ama Ece’nin saçları sanki biri onları gizlice tutam tutam ayırıp kıvırıyormuş gibi lüle lüleydi. Ama benzerliğin ne önemi vardı ki? Ece onun kızıydı ve kimse bunu inkâr edemezdi. Kimse onu elinden alamazdı. Saçma bir canavar-yaratığın elinde kalamazdı kızı. Eğer ritüel işe yaramazsa, bir şekilde yaratıkla pazarlık yapacak ve kurtaracaktı onu. Hiç olmazsa kızı karşılığında kendisinin alıkoyulmasını talep edecekti. Nasılsa Ece’nin bir babası da vardı, onunla da yaşayabilirdi.

   “Ben de bu arada bir taksi çağırayım,” dedi öğretmen. Burcu ancak o zaman arabanın okulun önünde durduğunu fark etti. Müdür güvenlik görevlisine kapıyı açtırmakla meşguldü.

   “İkimiz beraber dolaşırsak daha uygun olur diye düşündüm Burcu Hanım,” kadın telefonu kulaklarını götürdü ve çalma sesini duyabildi Burcu. Algısı bir kapanıyor, bir ölçüsüzce açılıyordu.

   Müdür gelene kadar biraz hava almak için arabanın kapısını açtı ve dışarı çıktı. Hava kararmış olmasına rağmen henüz vakit çok geç olmamalıydı çünkü dışarıda bir sürü insan oradan oraya koşuşturuyordu.  Kısmet yanına gelip de ona bir sigara paketi uzatınca istemeyerek de olsa bir tanesini alıp yerleştirdi acemi parmaklarına. Daha önce hiç kullanmamıştı, bu yüzden ateşi alışı, öksürüşü ve o ilk anda kalbinin çarpması garip ama iyi geldi. Tıpkı yürümeyi yeni öğrenen bir bebek gibi, tutuşu, dudaklarına götürüşü ve içine çekişi beceriksizceydi. Öğretmenin de dudaklarında hafif hafif dumanı tüten ikinci bir zehir boy gösteriyordu ve müdür gelene kadar kısalıp tükenerek birbirini takip eden birçoğu daha tattı o dudakları.

   Müdür gelmeden taksi geldi. Adam bekleme teklifine biraz somurtup suratını sallasa da Kısmet ona birçok yerde dur-kalk yapacaklarını ve gecenin geç saatlerine kadar taksiyi kullanacaklarını söyleyince şoförün 100 TL’lik kâğıt para mavisi gözleri aydınlandı ve ses çıkarmadan sürücü koltuğunda bekledi.
 
   Elinde iki kâğıtla koşturarak geldi müdür dakikalar sonra. Kâğıdın birini Kısmet’in eline tutuşturdu.

   “Bunu siz alın, bu da bende kalsın. En eski kayıtlar yok ama son on yıldaki adresleri bu kâğıtlara kopyaladım. İyi, taksi de gelmiş. Vakit kaybetmeyelim o zaman,” dedi ve Burcu’nun omzunu sıvazladı. “İyi şanslar.”

   “Teşekkür ederim.”

   Müdür Cevdet arabasını çalıştırırken Kısmet de listeyi taksi şoförüne verdi ve ona kolay gelen güzergâhta ilerlemesini söyledi. Listede altı adres yazılıydı. Müdürün listesinde ise sekiz. Toplam on dört evden on dört kişi bulabilirler miydi acaba? Turgut Bey’in görüşeceği işçilerin acaba kaçı kabul edecekti? Canavarın modelinin ne kadar kişiyle oluşturulması gerektiğinden de emin değildi Burcu. Az kişi modeli tam yapamayacağı için hareketleri canlandıramayacaktı ama çok kişi olurlarsa da senkronizasyonda problem olacaktı. İki ucu keskin kılıç, hassas bir denge… Yine de başaramama ihtimalini düşünmek bile istemiyordu.

   İlk adrese vardıklarında ikisi de çok tedirgindi. İkisinin de kalpleri birbiriyle yarışırcasına çarpıyordu. Böyle bir şey istemek biraz fazlaydı. “Acaba aynı şey benden istense yapar mıydım” diye düşündü Burcu dik merdivenleri çıkarken. Belki önceden yapmazdı ama bu deneyimi tattıktan sonra muhakkak diğer çocuklara yardım etmek isterdi. Diğer ailelerinde aynı şekilde düşünmesini ummaktan başka bir şey gelmiyordu elinden.

   Kısmet kapıyı çaldı ve kapıdaki gözleme deliği bir an karardıktan sonra bir kadın sesi “Kim o?” dedi.

   “Ee,” aceleyle kâğıda baktı kadının ismini öğrenmek için Kısmet. “İyi akşamlar Dilek Hanım. Ben İpekböceği Kreşi’nden geliyorum. Müdür Cevdet Bey gönderdi beni. Bir konuda konuşmak istiyorum müsaade ederseniz.”

   Tedirgince açtı kapıyı kadın. Bu arada üzerinde bir pijama ve beyaz atletten başka bir şey olmayan kocası da yanına geldi.

   “Buyurun,” dedi ama içeri davet etmedi.

   “Ben hemen konuya gireyim o zaman. Bu Burcu Hanım, bir öğrencimizin velisi. Çocuğu bugün Dunganga’nın mağarasına gitti. Ve yardımınıza ihtiyacımız var.”

   Kaşlarını çattılar ve adam eşinden önce girdi söze. “Ne gibi bir yardım?”

   “Biliyorsunuz normalde çözüm basit. Doğum tarihi falan… Ama Burcu Hanım’ın kızı evlatlık olduğu için bir başka yönteme başvurmamız gerekiyor. Bunun için de daha fazla insanı mağaraya sokmaya ihtiyacımız var. Daha önce aynı şeyi yaşamış aileler bize yardım edebilir diye düş…”

   “Ne yani o mağaraya girmemizi mi istiyorsunuz?”

   Bu ani ve yüksek sesli çıkış karşısında bir an afalladı Kısmet. Ve Burcu sözü devraldı.

   “Lütfen, yardım edecek birilerini bulamazsam çocuğumu kaybedebilirim. Beni sadece sizler anlayabilirsiniz.”

   “Kusura bakmayın. Çocuğunuzu en başından o okula göndermeniz hata. Ama tabi bilemezdiniz çünkü bu sahtekârlar,” Kısmet’i işaret etti, “O aptal dolabın ne kadar tehlikeli olduğunu herkesten gizliyorlar. Mağdur aileleri de bir güzel ikna ediyorlar çocuğu kurtarıp. Bakın çok üzgünüm çocuğunuz için, ama ben kendi ailemi riske atamam. Siz de beni anlamalısınız.”

   “Ama burada bir çocuğun hayatı söz konusu!”

   Adam gözlerini kapatarak derin bir nefes aldı ve verdi. “Anlatamıyorum galiba. Gerçekten çok üzgünüm, ama gitmenizi rica ediyorum. Bir başka çocuğu kurtarmak için kendi çocuklarımı kaybetmeyi göze alamam. Belki ben gelebilirdim, ama ben olmazsam da çocuklarım perişan olur. Şimdi lütfen gidin,” dedi ve kapıyı yüzlerine kapattı. Neyse ki en azından kapı çarpılmamış yavaşça kapatılmıştı durumun hatırına. Ama Burcu’nun içinde cılız ışıklar sızdıran umut kapılarından çoğu sert birer gümlemeyle kapandılar.

   Kısmet koluna girip onu aşağı indirirken omuzları düşmüş annenin aklı hala yukarıdaki evdeydi. Suçlayamıyordu da onları. Ama ya her evden böyle yanıt alırlarsa ne yapardı?

   Hayal meyal taksiye bindikten sonra gözlerinden yaşlar akmaya başladı. Hıçkırık yoktu, ses yoktu. Sanki içindeki bir su kaynağı son damlayla taşmış, sessizce tepki veriyordu. İkinci eve ulaşana kadar da hiç durmadı. Kısmet ne yapacağını şaşırıp, bir elini tutup bir omzunu sıvazlarken o boş bir ifadeyle kayıp giden sokakları izliyordu. O sokaklarda hep Ece vardı. Bebek Ece, iki yaşındaki Ece, ağlayan Ece, gülen Ece, boyunun yarısı olan çantasını sırtına takmaya çalışan Ece, lanet çikolataları keyifle yiyen Ece, aynı çikolatalardan kusan Ece…

   İkinci evin merdivenlerinden yine öğretmenin kolunda çıktı. Bacakları katalizör olmadan hareket etmeye karşı çıkıyordu sanki.

   Kısmet yine kapıyı çaldı ve beklediler. Bu kez velinin ismine kapı açılmadan önce baktı.

   Kapıyı sekiz-dokuz yaşlarındaki bir erkek çocuğu açtı. Öğretmen çocuğa gülümsedi ve çocuk daha sonra muhtemelen “Kim o?” demeden açtığı için bağırıp çağıracak olan annesini çağırdı içeriye dönerek.

   Saçları sonradan sarıya boyanmış, otuzlarında olmasına rağmen hala güzel bir kadın geldi kapıya. Pek ev halinde değildi, dışarıdan henüz gelmiş gibiydi. Şıktı ve hafif ama güzel bir parfüm kokuyordu.

   Kısmet hemen söze girdi. “Merhaba Songül Hanım, biz İpekböceği Kreşi’nden geliyoruz. Burcu Hanım bizim velimiz. Kızı bugün Dunganga tarafından kaçırıldı. Bu konuda konuşmak istiyoruz izin verirseniz.”

   Yüz hatları biraz değişse de içeri buyur etti kadın. Salona yönlendirdi onları ve oturacakları yerleri gösterdikten sonra kendi de karşılarına geçip bacak bacak üstüne attı.

   Kısmet kısaca olayı anlattı ve ardından yardım istedi. Bu arada kadının gözü sürekli Burcu’ya gidip geliyor, belli ki ağlamaktan kızarmış gözlerine bakıyordu.

   “Özür dilerim ama eşiniz nerede?” dedi bakışlarını Burcu’ya yönelterek. Olayın başından beri eski kocası pek de aklına gelmemişti Burcu’nun.

   “Biz ayrıyız. Durumu anlatamayacağım için haber veremedim eşime. Zaten çok uzakta, bilse bile hemen gelemez.”

   “Ay bilirim o durumu,” gözlerini devirdi. “Ben de eşimden yıllar önce ayrıldım. Üzüldüm sizin adınıza. Bu Aykut,” dedi kapıyı açan çocuğu göstererek. “Aykut o olayı yaşayalı üç yıl oluyor. Sonradan bana anlattığına göre başta hoşuna gitmiş ama sonradan midesi bulanmış. Bir şekilde yemeyi bırakamıyormuş yine de. Kusamıyormuş da. Ama canavar bir köşede durmaktan ve nefes almaktan başka bir şey yapmıyormuş. Hatta Aykut biraz şapşal ve sevimli göründüğünü bile söylemişti.” Hafifçe güldü kadın. Sonra bir süre hiç konuşmadan düşündü. Burcu’ya sanki yıllar geçmiş gibi geliyordu. Bu kadının da kabul etmeyeceğinden emindi. Bunun için onu suçlayamazdı da. Kadının yüzünde bir şeyleri tarttığını gösteren o ifade asılı kalmış gibiydi. Evde yerlerini idrak edemediği masa saatleri tiktakladıkça umutları daha da azalıyordu.

   Fakat kadın tekrar söze başladığında dostça gülümsüyordu.

   “Aykut’u o mağaraya tekrar sokamam. Ama ben büyük oğlumla beraber yardıma gelmek isterim. Daha önce tehlikeli olmamıştı hiç, ama bu durum farklı. Ben de anneyim, sizi anlayabiliyorum. Canavarın büyük zararlar vereceğini de sanmıyorum. Endişelenmeyin lütfen. Mutlaka işe yarayacaktır.”

   Önce duyduklarına inanamadı Burcu. O kadar umutsuz, o kadar çaresizdi ki. Duyduklarını idrak ettiğinde gözleri parladı. “Teşekkür ederim… Gerçekten…”

   Tekrar ağlamaya başladığında kadın gülümseyerek sarıldı Burcu’ya. “O benim çocuğum da olabilirdi. Ağlamayın lütfen. Muhakkak kurtarılır.”

   “O zaman,” dedi Kısmet, “Bizden haber bekleyin. Sanıyorum sabaha doğru biz sizi ararız.”

   Kadın Burcu’ya sardığı kollarını gevşetti ve kibarca uğurladı onları. Taksiye doğru yürürlerken yüzleri biraz olsun gülüyordu. “İkide iki,” diye düşündü Burcu. Fena değildi ama yeterli de değildi. Eşinden boşanmış olmanın verdiği çifte empatiyle kabul etmişti belki kadın, ama bir sonrakinin ilki gibi davranması çok daha muhtemeldi. Vakit de ilerliyor, insanların kapılarının çalınmasından hoşlanmayacağı saatlere yaklaşıyordu.

   Yine de içine tarifi imkânsız yeni bir duygu doğmuştu. Önceden de başaramama ihtimalini düşünemiyordu, ama bu kez farklıydı. Bu kez başarabilme ihtimalini düşünebiliyordu. Hesaplar yapıyor, topluyor, çıkarıyor, en azından yirmiye yakın insanı bulabilmeyi umuyordu.

   Gecenin güzel ve temiz havasını derince içine çekti ve havada asılı duran turuncumsu aydan gözlerini alamadan bindi taksiye.