Tahminimden çok daha uzun olan aradan dolayı hikayenin takipçilerinden özür diliyorum.
Mete Han
Bölüm VII
Elini yavaşça bacaklarının arasında huysuzlanan atının başına doğru götürdü. Havyan, siyah yelesini hırçınca salladı ve en sonunda adamın güçlü ellerinin güven veren dokunuşuyla sakinleşti. Doğudan esen serin rüzgar, miğferinin içinden omzuna dökülen saçlarını uçuşturdu. Gözlerini kıstı Mete ve bulunduğu tepeden görüş mesafesine yeni giren toz bulutunu dikkatli gözlerle incelemeye başladı. Bulutun içinde beliren insan şeklindeki gölgeleri, onlar daha yakına gelene kadar izledi. Aralarında fazla atlı yoktu. Çoğu yaya birliklerden oluşan mızraklı savaşçılardı fakat Mete bu savaşçıları hafife almaması gerektiğini uzun yıllar önce öğrenmişti.
Babası Teoman’ın emriyle rehin olarak Yüeçi diyarının yolunu tuttuğu yolculukta Palaz ona Donghu’ların düşmanlarını, daha onlar yüzlerini bile göremeden öldürdüklerinden bahsetmişti. Her Donghu komutanı savaşları aldatmaca ve hile ile kazanmak için yıllarca eğitim alırdı Palaz’ın dediğine göre.
Yanına bir atlı yaklaştı Mete’nin ve bulunduğu tepeden onun baktığı yöne doğru baktı.
‘Endişeli görünürsün Mete?’ dedi lafını sakınmadan güçlü kolları ile atını dizginlerken Doğukan.
‘Her komutanın olması gerektiği gibi…’ diye yanıtladı Mete. Yüeçi esaretinden kendi çabası ile kurtulmasından sonra babası her ne kadar Çinli üvey annesinin etkisi altında olsa da sonunda dayanamamış ve emrine bu atlı birliği vermişti. Bin kişiydiler ve hepsi de iyi yay kullanan, kendisi gibi genç ve gözü kara savaşçılardı. Karşısındaki Donghu birlikleri, son zamanlarda Hunların topraklarına göz dikmiş ve bazı bölgeleri de yağmalamaya başlamıştı. İlk defa babasının gözünde kendisini kanıtlama fırsatı eline geçmişti Mete’nin ve esaretten kaçtığından beri ilk defa Hanlar Hanı Teoman ona oğluymuş gibi davranmıştı.
‘Sayıları bizden fazla…’ Dedi Doğukan açıkça görünmesine rağmen.
‘Hanımızı hayal kırıklığına uğratmayacağız.’ Dedi Mete kararlılıkla ve zırhlı eliyle atının yularını sıkıca çekti. Siyah kısrak itiraz etmeden ustaca bir manevrayla arkasını döndü ve sonunda hareket edebildiğine memnun olmuşçasına dörtnala koşmaya başladı.
Askerlerinin yanına döndüğünde başlarında duran Palaz’ı sertçe selamladı. Yıllar onu hiç değiştirmemiş gibiydi. Hala dimdik ve yıkılmaz bir kaya gibiydi. Sırtında en ufak bir kambur yoktu ve Mete çok iyi biliyordu ki savaşta kullandığı teknikler biraz bile olsa paslanmamıştı.
Askerleri, atının üzerinde bir sağa bir sola volta atan genç komutana baktı. Daha önce hiçbir zafer kazanamamıştı ve daha da ötesi hiçbir Hun akınında yer almamıştı. Yüeçilerin elinden nasıl kurtulduğuna dair ortalıkta söylentiler dolanıyordu gerçi ama herkes bilirdi ki söylentiler hep abartılarak anlatılırdı. Ne boyu uzundu Palaz gibi ne de kolları güçlüydü Ayıboğan gibi. Hayır, onda bu özelliklerin hiçbiri yoktu. Fakat gözlerinde öyle keskin, öyle kararlı bir ifade vardı ki hiçbir asker bir an bile tereddüt etmemişti komutanları önlerinde durup onlara emir verdiğinde. O çatılmış kaşların altında alev alev yanan gözlere bir kez bakan hiçbir asker Mete Han’dan bir gıdım bile şüphe edemezdi. Ağzını açıp tek bir kelime söylemedi Mete. Sadece askerlerine baktı ve az önce tepeden gördüğü toz bulutuna doğru elini salladı.
Hun askerleri avlanma söz konusu olduğunda deneyimliydi ve ne yapılması gerektiğini iyi biliyordu. Emri alır almaz dörtnala koşmaya başladılar rakiplerine doğru. Hepsi birden uyum içinde yayalarını çıkardı ve uygun mesafeye gelene kadar bekledi. Hep bir ağızdan dökülen savaş çığlıkları ortamı gürültüye boğarken rakiplerinin yüreklerine korku tohumları ekti.
Tepeden aşağı inen Hun atlıları geniş bir vadide dörtnala atlarını sürüyorlardı. Karşılarında beliren yayan ve mızrak taşıyan Donghu birliği ise savunma pozisyonu almış onları bekliyordu. Mete Han savaş çığlıkları arasında Palaz’ın ona yolculukları sırasında anlattığı hikayeyi tekrar düşündü. Karşılarında sadece bir tek mızraklı birlik vardı ve görünüşe göre hiç atlıları yoktu. Açık bir şekilde Hun okçularının galibiyetiyle sonuçlanacak bir savaşa benziyordu ve bu Mete’nin içini kemiriyordu çünkü Palaz Han boşa laf etmezdi.
Hiçbir Hun akıncısı rakibi bir kere gördükten sonra ondan gözünü ayırmazdı. Hedefini bir av gibi takip eder, davranışlarını görür, kaçabileceği yerleri belirler ve mükemmel atışını ondan sonra yapardı. Bu yüzden tüm birlik hedeflerine kilitlenmiş, savaş çığlıkları atarak kararlı bir şekilde ilerliyordu. Bir kişi hariç… Mete hiçbir Hun akınına katılmamıştı. O, dört bir yandaki komşularına askerlerini para karşılığı gönderen Yüeçilerin elinde esir düşmüştü. Onların taktiklerini öğrenip yıllarca ustalaşmıştı. Yüeçi diyarında en önemli meslek askerlikti. İlk kez yerleşik hayata geçmiş bir şehre giden Mete, o günlerdeki şaşkınlığını çok iyi hatırlıyordu. Geniş alanlar boyunca dizilmiş binlerce savaşçının eğitildiği o büyük düzlükler yıllarca onun yuvası olmuştu. Tıpkı Yüeçi birlikleri gibi Donghu askerleri de eğitimden geçer ve sadece askerlik mesleğini icra ederdi. Hun akıncıları gibi göçebelerin bir araya gelmesinden oluşmazdı orduları. Savaş alanında hızla taktik değiştirip daha önceden planladıkları bir düzene istedikleri zaman geçebilirdi karşılarındaki ordu. İşte bu yüzden kara kara düşünmeye başladı Mete. Geniş vadide koşturan göçebeler düzensiz bir şekilde savaş çığlıkları atarak rakiplerine yaklaşırken biliyordu ki hiçbiri bir okunu bile ziyan etmeyecekti. Fakat üzüntüyle fark etmişti ki sol ön taraflarında duran büyük çalıların ve ağaçların arkasında Donghu askerlerinin okçuları gizlenmişti. Durdurulamaz bir akına başlayan ordusu bir kez o sınırı geçti mi iki ateş arasında kalacaktı ve Mete ne kadar bağırırsa bağırsın hiçbir askerine sesini duyuramayacağını da çok iyi biliyordu. Üzüntüyle başını önüne eğdi ve hırsla yumruğunu sıktı. Tüm hayatı boyunca zorluklara göğüs germiş, esir düştüğü Yüeçilerin elinden kaçmış ve ancak o zaman babası Teoman tarafından bu bin kişilik ordu ile ödüllendirilmişti. Bu savaşı kaybetmesi demek, adının unutulması demekti. Yıllar yılı başka diyarlarda Hun kanını unutmamak için kendine tekrarladığı artık ilahi gibi olan sözleri yerine getirememesi demekti…
Çaresizce en azından gizlenen Donghu okçularından birkaçını haklamak için atını durdurdu Mete ve elini sırtında duran yayına götürdü ve sırtına götürdüğü eli kendi yayına çaprazlama asılmış başka bir yaya değince şaşırdı.
‘Palaz…’ dedi nefesini heyecanla tutup. Güçlü adamın ona küçükken verdiği ıslık çalan yayıydı bu. Savaştan önce uğur getirmesi için yanına almıştı. Gözleri büyüdü ve küçük yayı kavradı. Aklına doluşan binlerce anıyı bir kenara itti. Eline küçük gelen yayı şöylece bir tarttı ve eski günlerdeki gibi sapasağlam olduğunu görünce yüzünde bir gülümseme belirdi. Sadağında bu yaya uygun küçük oklar yoktu ama önemli değildi. Akıncıların en ön safında dörtnala giden kahverengi kısrağının üzerindeki Palaz bu yayın sesini bir kere duyabilirse, bir kere eski günleri hatırlayıp savaş alanında gözlerini Mete’ye dikse işte o zaman bir şansı vardı.
Heyecanla yayı gerdi ve okunu sol tarafındaki çalılıkta daha önce hareket ettiğini gördüğü şekillerden birine doğru fırlattı. Amacı hiçbirini vurmak değildi bu yüzden hızla ikinci bir ok çıkardı ve aynı şeyi tekrarladı…
---o---
Palaz kaslı kollarını sıkmış elindeki yayını iyice germişti. Hun akıncılarının en büyük taktiği tek seferde rakibe en büyük zahiyatı verdirmekti. Sonra korku ile dağılan rakipleri üzerine kabus gibi çökeceklerdi. Hedefinden gözünü bir saniye bile ayırmamıştı adam. Saniyeler sonra ilk ok atımı mesafesine geleceklerdi ve rakiplerine yaklaşmadan önce mükemmel atış yapmak için bu tek şansları olacaktı.
Palaz yayını iyice gerdi ve tam okunu fırlatacakken kendine çok tanıdık gelen bir ıslık sesi duydu. Başını iki yana salladı. Bunun imkanı yoktu. Geçmişin anıları ona oyun oynuyor olmalıydı ve şimdi bu mükemmel atış mesafesine girmek üzereyken dikkatini dağıtmaması gerekiyordu. Derken ikinci ıslık sesini duydu Palaz. Bu sefer tereddüt etmedi. Gerdiği yayını saldı ve hızla giden atının üzerinde ustaca geriye baktı. Mete’nin çatık kaşlarının altında ona kenetlenmiş gözlerine baktı ve anladı. Bir şeyler ters gidiyordu. Mete, kendisi için bu kadar önemli bir akında asla geride kalmazdı. ‘Neler oluyor!’ diye söylendi fakat her şeyi anlaması çok uzun sürmedi. Mete gözlerinin içine bakarken çocukluğunda kullandığı ıslık çalan yayını bir kere daha çalılara nişanladı ve okunu fırlattı.
Dev adam savaş alanındaki tüm havayı içine çekercesine güçlü bir nefes aldı ve avazı çıktığı kadar bağırdı. ‘Durun!!!’ güçlü kükremesi vadinin iki yanındaki kayalardan yankılanıp savaş alanındaki herkesin içini titretti. Tüm akıncılar durmuştu. Palaz yayını gerdi ve Mete’nin hala tek başına ok attığı çalıya doğru nişan aldı. Hiçbir hun akıncısı tereddüt etmedi. Palaz boş konuşmazdı, Palaz okunu boş yere atmazdı…
Çalıda pusuya yatmış Donghu okçuları daha Mete’nin oklarına cevap bile veremeden üzerlerine binlerce ok yağdı.
* ---o---
Savaş kazanılmıştı ve kendilerini pusuya düşürmek isteyen Donghu ordusu okçuları olmadan ağır bir yenilgiye uğratılmıştı. Hava kararmaya başladığında Hun akıncıları Mete’nin emriyle savaş ganimetlerini alıp vadiden uzaklaşmaya başladılar.
‘Nasıl fark ettin pusuyu.’ Dedi yanında at binen Palaz. Diğer yanlarında da Palaz’ın oğlu ve Mete’nin sağ kolu Doğukan vardı.
‘Şans…’Dedi gizemli bir şekilde Mete ama gerçeği biliyor ve Gök Tanrı’ya şükrediyordu. En önde atının üzerinde giden Mete Donghu birliklerinin pusu kurduğu çalının üzerinde kalan tepeye gözlerini dikti. Bembeyaz tüyleri olan iri kurdun gözlerine minnetle baktı ve hiçbir takipçisinin anlamayacağı kadar küçük bir hareketle başıyla kurdu selamladı ve gülümsedi.
‘Sadece şans…’
---o---
*Hun yaylarının mesafesi yapımında kullanılan ve bugün bile gizemini koruyan malzemeler yüzünden diğer yaylardan daha uzun mesafelidir. Bu yüzden Mete birkaç ok atmasına rağmen Donghu okçuları cevap verememişlerdir.
Bir sonraki bölüm, ıslık çalan yayın hikayesini anlatacak.