Kayıt Ol

Pengon Efsanesi

Çevrimdışı Daarlan Gardan

  • ***
  • 722
  • Rom: -1
  • to hell with gatech
    • Profili Görüntüle
Pengon Efsanesi
« : 04 Ağustos 2012, 01:07:37 »
Pengon Efsanesi

Gözlerimi yavaş yavaş araladım. En son hatırladıklarım başka zaman dilimine aitti sanki. Milyonlarca ruhun karanlık evreni aydınlatan başka bir gücün etrafında döndüğünü görüyordum. Daha sonra gözlerimi tamamen açtım mavi bir gökyüzü ile karşılaştım. Gözlerim bu şeyleri daha ilk kez gördüğü için uyum sağlayamadı ve bir süre gözlerimi kıstım. Çimlerin üstünde sırtüstü yatmak olduğumu fark ettim. Sağ tarafıma baktım benim gibi binlerce insan olduğunu görünce şaşırdım. Hepsi benim gibiydi, bedenlerimiz aynıydı. . Aralarında benim gibi yeni uyananlar ve benim ilk yaptığım gibi gökyüzünü seyre dalan bedenleri gördüm.  Sol tarafıma döndüm burada ise daha farklı bedenler vardı. Sağ taraftakilere göre daha uzun ve gür saçları vardı. Birçoğu daha yeni uyanmaktaydı. Bunların başka bir tür olduğu düşündüm ilk önce. Sonraki günlerde onların dişiler olduğunu farkettim. Bu pek uzun sürmedi aslında. Bütün bedenler çırılçıplaktı. Fakat utanma duygusu oturmadığı ve herkes böyle olduğu için hiç kimse aldırmadı bu duruma. Tüm bedenler uyandığında inanılmaz bir kalabalık olduğunu fark ettim. Bizlere konuşma ve yazı yazma özelliği bahşedilmişti. Bir şey öğrenmemize gerek yoktu. Bizler ilk insanlardık bir takım şeylerin oturması için böyle yaratılmıştık. Lakin bizden sonraki nesil bu özelliklere sahip olmayacaktı onlar kendileri öğrenip, kendileri yazacaklardı.

Bu muhteşem beden sürüsü birlikte hareket etmeye başladılar, ilerlemeye başladık. Yürüdük. İlerledik, durmadan ve yorulmadan ilerledik. Bütün bedenlerin sığacağı bir yere gelmiştik. Honon Ova'sı diyorlar şimdikiler buraya. Biz ilk insanlar, birinci nesiller, ''İlk Yuva'' dedik buraya. Burada gelişmekteydik, medeniyet kurmaktaydık. Fakat her şey istediğimiz gibi gitmedi. Önceleri mutluyduk ve sadece tek olduğumuzu sanmaktaydık. Bir gece ejderhaları gördük, onlarda bizler gibi uyanmışlardı artık. Ve bizlerden daha güçlü, zeki varlıklar olduğu söylenmekteydi insanlar arasında.

Ben bunun daha tersini düşünüyordum. Ejderhalar sadece uçan yaratıklar, evet belki biraz büyük ve yırtıcı olabilirler. Ama insanların bilmediği, belkide bilip de kullanmadığı bir silahı vardı. Evet, evet ben biliyordum bunu. Nasıl öğrendiğimi bilmiyordum fakat biliyordum. İnsanlara bahşedilmiş en güzel ve sevilesi özellikti. Bizlerin hayal gücü vardı ve bu gücü kullanarak istediğimiz her şeyi yapabilirdik.

Uçan yaratıklar bir kaç gece daha yukarıda gözüktüler, artık bizlerden bazı bedenler korkmaya başlamıştı. İnanılmaz kalabalık bir de böylesine büyük bir tehlike ile karşı karşı kalınca delirmişti neredeyse...
İlk Yuva'nın kurulmasından yirmisekizinci gecenin sabahında parçalara ayrılmıştı. Onüç liderin arkasından giden bedenler, İlk Yuva'yı terk ettiler.

Geriye küçümsenmeyecek kadar çok bir beden ordusu kalmıştı. Geri kalanları toparlamıştım. Bana çok benzemekteydiler. Beyaz bedenleri, kahverengi gözleri vardı. Onların gözlerinde kendimi gördüm ve onları peşime takıp başka bir istikahmete doğru ilerlemeye başladım. Onlar bana çok benziyorlardı, onların kendi isimleri vardı fakat ben onlara her zaman bana benzedikleri ve beyaz bedenleri olduğu için ''Akraba'' diye seslenmiştim.

Akrabalarım ile çıktığım bu yolda isimlerini bilmediğimiz dağları aştık, yine isimlerini bilmediğimiz nehirlerin sularından içtik. Çöllere düştük, ilerledik de, ilerledik. Çöl nasıl birşey bilir misiniz? Gündüzleri ejderhaların gördükleri tek şey bizler olurduk, her yer bomboştu, kumlarla kutsanmış bir denizdi adeta. Saklanacak hiçbir yerimiz yoktu ve oldukça kalabalıktık. Geceleri ise ayın aydınlattığı yolda ilerledik. İsimlerini bilmediğimiz envai çeşit yaratıklar gördük. Hepimiz korktuk, bende korkanlar arasındaydım inkar etmeyeceğim. Uçsuz bucaksız kum denizini aştıktan sonra bir ormanla karşılaşmıştık. Benim yüzüm güldü. Akrabalarımın yüzleri güldü, sevindiler, kahkaha attılar.

Aklımı kurcalayan bir şeyler vardı. Buraya girersek, tekrar çıkabilecek miydik? Ormanda geçirdiğimiz ilk üç gecemiz gayet mutlu ve huzurluydu. Hah! O günleri özlüyorum aslına bakarsanız! Büyük ağaçların tepelerinde yaşamaktaydık. Devasa ağaçlar hem kuşlara hem bizlere yuva olmuştu. Dördüncü gecemizde meşale alevlerine benzer ışıklarla uyandırıldık hepimiz. Ama yoo! Meşale değildi bunlar. Uzun sopalardı onları tutan eller ise acımasızdı. Sopaların üstünden alev rengi ışıklar dağılıyordu ormanın etrafına.

Beni ve akrabalarımı ağaçlardan indirdiler. Mavi cübbe giymiş kişinin Xelius'a zarar verdiğini görmüştüm, Xelius'un acı dolu feryatları halen kulaklarımda çınlıyor. Merak ediyordum kimdi bunlar? Bizlerden istedikleri neydi? Akrabalarımı açıklık bir arazide tek sıraya dizdiler. Xelius'un cansız bedenini getirip onların önüne fırlattılar. Xelius genç bir delikanlıydı ve kalbinin olduğu yerde şimdi ateş vardı. Göğsü yanmış, küle dönmüştü. Mor cübbeli yine aynı renk sopalı, siyah sakallı, kara kaşlı ve yaklaşık benim boylarımda bir adam çıktı bu garip kılıklı insanların arasından! İnsanlar mı? İnsan ırkından mıydılar acaba? Yoksa başka bir canlı mı? Konuşmuştu, işte o zaman onlarında bizim gibi sadece insan olduklarını anladım. Sesi kalın ve gürdü tıpkı sakalları gibi.


Ben Xoarb, Esnelsi Yağmur Ormanları'ndan bulunan Nolovo kolonisinin kurucusu ve yöneticisiyim. Evet, evet aynen böyle söylemişti. Sözleri kulaklarımda çınlıyor hala! O zamanlar Esnelsi'nin neresi olduğunu, Nolovo'nun ne olduğunu bilmemekteydik. Şimdi fazlasıyla biliyoruz, fazlasıyla. Xoarb'ın hemen mor sopasının yanında, ayın ve bu alev çıkaran sopaların aydınlattığı o yüzü gördüm. Bilmiyorum, o an ne bu garip insanlar kurcaladı kafamı ne de bundan sonra bizlere ne olacağı. Çevremizi saran bu garip insanlar kadar garip bir duyguydu. Dizlerimin üstünde daha rahat durmak için kıpırdamaya çalıştım fakat olmuyordu, donup kalmıştım adeta!  Kahverengi gözlerim ondan başkasını görmüyordu. Kıpırdayamıyordum, nefes alamıyordum. Üstünde kendisini Xoarb diye tanıtan adamın giydiği cübbeden ve sopadan vardı. Renklerine kadar aynısıydı. O da onlardandı, anlamıştım. Peki ya bu duygu neydi? Şimdilerde aşk diyorlar buna, şimdiki insanların yaşadıkları aşk ise, benimkisi neydi?

O da beni fark etmişti sonunda. Göz bebekleri parıldamaktaydı gecenin karanlığında. Onun gözleriyle benim gözlerim temas etti adeta. Sonrasında araya girmişti Xoarb acımasızca.

Sol elini yukarıya kaldırmıştı. Ilsa Kacnam, öne çık kızım diye seslendi ve benim hayatımın anlamı olan kız öne çıkmıştı çoktan. Şimdi tam ortada durmaktaydı, karşımdaydı. Yüzünü daha rahat görebiliyordum, çok güzeldi! Kalbim hızlandı, hızlandı. Sanki göğsümün içinde birileri koşuşturmaktaydı. Gözlerinin önüne düşen bir tutam kahverengi saçı, kulağının arkasına sıkıştırdı. Babası, ''peki ya bunlara ne yapalım diye?'' sordu kızına soğuk kanlılıkla. Ilsa konuşmak için ağzını açtı ve bir şeyler söyledi. Kızın sesi bana çölde geçirdiğimiz gecelerde ve günlerde esen hafif, tatlı esintiyi hatırlatmıştı.

''Bunları serbest bırakalım baba, bunların ne yiyecekleri ne de işlenmiş değerleri eşyaları var.'' Bu benim güm güm atan kalbimi biraz olsun rahatlamıştı. Korkmuyordum şimdi. Xoarb adamlarına çemberi bozmalarını emretmişti, şimdi bu tüm garip kılıklı adamlar sopaları çimenlere vura vura aralarımızdan geçmişlerdi. ''Kızımı duydunuz özgürsünüz fakat Esnelsi'yi terk edeceksiniz, buralar bizimdir!''
 
Bunların hepsini tuttuğum tarihçeye yazmak güzel ve zevkli işti. Kimselerin yapmadığını ben yapıyordum ve geçtiğimiz yolları, yaşadığımız olayları yazıyordum, rengarenk büyük ve geniş ağaç yapraklarına. Aaah! Konu dağılmasın! Sonra ne olmuştu? Bizi oracıkta bırakıp gittiler, ben ve akrabalarım Esnelsi'yi terk edecektik ki. Biriktirdiğim ve özenle yazdığım bu yaprakların arasında bir not buldum. Sarı renkteydi. Notta ''hemen terk etmeyin buraları, beni bekleyin! Sizlerle ırak diyarlara yol alacağım.'' yazmaktaydı.

İsim yazılmamıştı altına notun. O gece beklemiştik, gelen kişi benim hayatımın anlamıydı. Onu tekrar gördüğüm için göz yaşı döktüm, ağlıyordum, yanaklarım ıslanıyordu ama mutluydum ben! Yanımıza yaklaştığında ağaçtan aşağıya atladım. Bana gülümsedi, göğsümde yine insanlar koşturuyordu. GÜM GÜM!

Bizimle gelmek istediğini ve Nolovo Kolonisi'nin çok yakında büyük bir lanete kurban gideceğini söyledi. Bunu nasıl tahmin ettiğini sorduğumda ise, ''bizler büyücüğüyüz, sizlerden daha karanlık zekalarımız vardır. Kimselerin bilmediklerini biliriz ve gerektiğinde benim yaptığım gibi kaçarız,'' demişti.

Esnelsi'den çıktığımızda, tekrar çöllere düşmüştük. Ona, adamların Xelius'u neden öldüklerini sorduğum ise, onunda bir büyücü olduğunu fakat bizimle gelmek istemediğini söylemişti. ''Büyücüler bir arada olmalı yoksa her biri başka birilerine hizmet eder ve hizmetçilerden farkımız kalmaz,'' diye devam etmişti. Yanımızda bir büyücü vardı artık, ne ejderhalardan ne de geceleri karşılaştığımız o yaratıklardan korkuyorduk. Aslında benim cesaret aldığım şey, onun büyücü olması değil, ona olan aşkım ve güvenimdi.

İsimsiz kum denizisinin üstünden yürüdük, tekrar yine dağları aştık. Yorulmuştuk, açtık, susamıştık, kafilenin sonunda kalanlar yalpalaya yalpalaya ilerlemekteydi. İlk insanların, İlk Yuva diye tabir ettikleri Honon Ova'sına gelmiştik tekrar. Honon'a indiğimizde soğuk ve şiddetli bir rüzgar karşıladı bizi, hoşumuza gitmişti. Uzun zaman sonra ilk kez mutlu görmekteydim, akrabalarımı ve hayatım olan Ilsa'yı. Şiddetli rüzgardan biraz olsun sıkıldığımızda kendimizi ormanın içerisine attık. Rüzgar bir an olsun şiddetini kaybettiğinde tekrar Honon'a yayıldık. İlk Yuva burası olduğu ve kısa sürede dağıldığı için burayı çabuk terk etmemiz gerektiğini açıklamıştım herkese.

Beni dinlediler, beni çok severler, beni kıramazlardı. Tekrar yola koyulduk Honon'un batısına ilerledik. Bir nehrin kenarına geldik, herkes su içti ve temizlendi. Nehrin yanında yürümeye başladık. Nehrin suyunu takip ediyorduk, onun aktığı yere gidiyorduk. Muhteşem bir yer keşfetmiş olduk. Sular şelaleden bütün şiddetiyle boşalıyordu. Yukarıdan dökülen sular, herkese huzur vermişe benziyordu. Bana veriyordu hiç değilse!

Nehir akıp gidiyordu, biraz ötede ise bir orman görüyordum. Silah ve baraka yapımında işimize çok yaradı. Çok geçmeden burada yeni bir medeniyet doğdu, ah! Şu an ayaklarımı bastığım yerde eskiden çimenler bitiyordu! Doğaya zarar verdik fakat vermeden yaşayamazdık. Nehrin adını Natu, koloninin adını ise Envelep koyduk. Natu'da çocuklar balık tutmaktaydı günün her vakti. Kadınlar kıyafetleri bu bereketli suda yıkamaktaydı. Ben ve erkekler ormanlara gidip ağaç keserdik, avcılık yapıp, geyik, tavşan avlardık.

Kestiğimiz ağaçlardan barakalar yaptık, Envelep'in çevresini çitlerle çevirdik, kayık denen balık tutmada işimize yarayan bir şey icat ettik. Hayal gücü dedim ya, hayal gücü. İnsanların kullanması gereken ve en önemli silahı. Oklar ve yaylar yaptık. Koca koca oklar atan makineler keşfettik, taş fırlatan savaş araçları bulduk.  Envelep'in tam ortasına, el sanatı iyi olan bir akrabam benim heykelimi yaptı. Heykelin altında da Envelep yazıyordu büyük büyük. Ilsa ile tanışmamdan ve oğlumuz Destiyor'un doğumundan sonra ilk kez bu kadar çok sevinmiştim. Ilsa ve Destiyor'u da benim kadar çok seviyordu Envelep halkı.

Bir gece Envelep'in çanları çalınmış, askerler beni gelip uyandırmıştı. Koloninin en büyük binası olan Esipe Merkez binasının tepesine çıktık. Uzakta bana gösterilen devasa yaratıkları gördüm, yüzlerceydi, üç noktada toplanmışlardı. Bizi onlardan ayıran tek şey Natu nehriydi. Fakat Natu Nehri uzun boyları karşısında bir engel olabilir miydi?! Bilmiyordum.

Yaratıkları ilk gördüğümüz geceden sonra yazdığım yaprakların bir bölümü gizemli bir şekilde ortadan kayboldu. Yaklaşık otuzgecenin notları gitmişti ve bende üzülmüştüm, artık yazmamaya karar verdim. O olaydan sonra not tutmadım sadece Envelep'i yönettim ve devasa yaratıklara karşı önlemler almıştım. Üstünden çok zaman geçmişti, yaşlanmıştım. Sakallarım çıkmıştı, ak ve gür sakallar. Ilsa her zamanki gibi güzeldi ve ben ona aşıktım. Destiyor büyümüş ve yakışıklı bir delikalı olmuştu. Ah! Evet evlenmişti, Envelep'in en yaşlılarından olan Perise'in kızıyla birleştirmişti hayatını. Kızın adı Filerun'du. Ilsa kadar güzel ve alımlı bir genç kızdı. Torunum da vardı evet, Ilsa'nın adını almıştı o da, Ilsa'ydı adı. Beni unuttular diye üzülüyordum içten içe. Ilsa'ya, diğer Envelep'in çocuklarına öğrettiğim gibi yazı yazmayı öğretmiştim. Hepsi birer yıldız gibi parlıyordu artık, akıllı ve genç bir nesil. Destiyor kadar iyi öğrencilerdi onlarda. Envelep gelişiyordu, büyüyordu. Naut durmadan akıyordu, yaratıklar oradaydı.

Hiç bir zaman terk etmediler orayı. İzliyorduk ve bekliyorduk. Torunum Ilsa'ya yazdığım ve tuttuğum notları gösterdim, neredeyse bir masa üstünü kaplıyordu bunlar. Onu tembihledim, bana birşey olursa onları sen tamamlayacaksın benim tatlı Ilsa'm dedim. Başını salladı bana, sarıldı. Ainen denen şu gezegenin en mutlu insanıydım o an. İnanılmazdı.

Yaratıklardan üçü, bir gece kapımıza dayandı, kapımız dediysek Naut'un önüne gelmişlerdi. Naut bizim kapımızdı ve evimizdi. Tahta çitleri yıkıp, taştan surlar örmüştük, onların burçlarına çıktım Destiyor ile. Burçlarda olamamıza rağmen neredeyse yaratıklar ile aynı boydaydık. Devasa ve iri yaratıklar. Biri mavi renkteydi, kafasında iki tane boynuzu vardı. Ortadaki koyu yeşildi, ağzının yanında iki boynuz fırlıyordu. Diğeri ise kırmızıydı, burnunda olan boynuzun yanı sıra kafası boynuzlarla doluydu. Bir başka kişi olduğunu gördüm. Bu insandı, benim ve Ilsa'nın çok iyi tanıdığı biriydi!

Bu onun lanet babasıydı! Xoarb'tı! Ilsa'nın kehaneti gerçek olmuştu, Envelep'in kuruluşundan sonra geçen gecelerde haberler gelmişti koloniye gelen tüccarlardan. Esnelsi içinde bulunan Nolovo Kolonisi'nde yaşayan büyücü insanlar lanetlenmişti. Nolovo yanıp, yok olmuştu. Xoarb ve adamları, kuzeye göç etmişlerdi. Kuzeye yani Eonlar diyarına.  Buna sevinmiştim! Ilsa üzülmüştü bir süre ama pek uzun sürmedi. Eonlar bize bir teklifte bulunmuşlardı o gece. Teklif o yılan Xoarb'ın ağzında dökülmüştü. O yılanın sesine duymaya dayanamıyordum! Xoarb vekilleriydi, teklifleri kabul edilecek cinsten değildi. Naut'tan geçmek ve Envelep'i almak istiyorlardı. Yaşadıkları koloniler artık kurumuş ve Envelep'e göz dikmişlerdi! Yedi gece içinde Envelep'i boşaltmamızı ve batıyı onlara bırakmamızı istemekteydiler. Envelep'i verebilirdim fakat milyonlarca insanın yaşadığı, onlarca koloninin, kasaba ve köylerin güvenliğini sağlayan geçit böyle kolay açılamazdı. Xoarb'a onlara şartlarımızı kabul etmediğimizi söylemesini istedim. Xoarb, adları Dromb, Adeu, Noinu yaratıklara dönüp benim söylediklerimi onların dillerinde bunu iza etti. Düşmanlar kızgın olduklarını belli eder türde hareket ettiler.


Ayaklarını yere vurdukça Naut'un suyu daha hızlı akıyordu. Xoarb tekrar gür ve kalın sesiyle, ''o zaman olacaklardan sizlerin sorumlu olduğunuzu, Naut'un masmavi suyunun bundan böyle sizin kanlarınızla akacağını belirtmemi istediler, ordularının sizin ordunuzun üç misli fazla olduğunuda söylememi istiyorlar,'' dediğinde.
Destiyor'un, oğlumun sesini duydum.

''Sizin sadece uzun boylarınız, iri cüsseniz ve hantal bir bedeniniz bulunmakta. Bizlerde yani insanlarda ise sizlerin silahlarınızdan daha güçlüsü var. Biz aklımızı ve hayal gücümüzü kullanıyoruz. Hayal gücünün ne demek olduğunu öğreneceksiniz. Bizi çok bekletmeyin, yoksa Naut'u geçer sizi yuvalarınızda vururuz!''

Destiyor'un bu sözleri beni duygulandırmıştı. Hatta gözlerimden yaşlar süzülmüştü. Oğluma asıl öğrenmesi gerekeni öğrettiğimi düşünüyordum. Şimdi ölsem bile insanlık için yapacağımı yapmıştım fakat onların o koca ayaklarının batıya topraklarına basmalarına izin vermeyecektim, buna kadar vermiştim. Savaş hazırlıklarının başladığı gün. (Aslında her gün savaş hazırlığı vardı, uzun geceler, uzun günler boyunca, onları ilk gördüğümüz o lanet geceden beridir hazırlanmaktaydık.)

Naut'un kıyısında tek başıma yürüyüşe çıkmıştım ve nehrin durgun suyunda, parlayan bir cisim gördüm. Elimi uzatıp onu yakaladığımda onun bir kılıç olduğunu görmüştüm. Hemde ne kılıç! İki yanında canavar işlemesi vardı ve sarı renkteydi.  Kılıcı elime alıp inceleme başladığımda üstünde oyulmuş yazılar gördüm. Üstünde Tinelsen yazıyordu. Çeliği çok kaliteliydi ve ağırdı. Elime alıp iki kere çevirdiğimde, dengesininde çok iyi olduğunu kararına vardım. Tinelsen'i kınıma sokup, ilk kılıcımı elime aldım ve yürümeye devam ettim.

Envelep'e geldiğimde Tinelsen'i, Ilsa'ya gösterdim. Böyle bir kılıcın Natu'da ne işi vardı diye sordu bana, bende bunu bilsem dedim iç geçirerek. Eşim, Tinelsen'in büyülü bir kılıç olduğu söyledi. Büyüyü daha güçlendirmek için daha çok şey yaptı. Tinelsen'i efsunladı ve ona ateşin gücünü verdi. Tinelsen'i asla kabul etmezdim, Büyülü bir Tinelsen'i asla kabul etmezdim. Fakat  bizi ve tüm insanlığı bekleyen bir savaş vardı. Bunu kullanmam gerekirdi. Envelep'te yaşayanları ve ondan daha önemlisi batıyı korumam gerekirdi. Kararımı verdim ve Tinelsen'i kınıma yerleştirdim.


Karşı taraftaki hareketlenmeyi tüm Envelep benimle beraber pür dikkat izlemekteydi. Bu gün Envelep'in duvarları ve Natu nehri arasında kalan kısımlara boy siperleri kazdırdım. Onlarca asker canla, başla, terle, bu siperleri kazdı. Büyük hendekler kazdırmıştm, Eon denen yaratıkların boyundan daha uzun ve onlardan daha geniş hendekler. Duvarların hasarlı kısımları yok denecek kadar az olmasına rağmen olan yerleride askerlerimle beraber onarmıştım. Gece çöküyor. Savaş yaklaşıyor. Yazdığım onlarca notu burada tamamlıyorum. Savaştan dönebilirsem, yazdıklarıma devam edeceğim ve tüm batının burada yaşananları anlamasını sağlayacağım.

Şayet dönemezsem, tüm yazdıklarımı torunum Ilsa tamamlayacak. Mum yavaş yavaş sönüyor. Şimdi gidip Ilsa'ya, oğlum Destiyor'a, Filerun'a ve hayatımın anlamıyla aynı ismi taşıyan torunum Ilsa'ya veda edeceğim. Sizlere de burada veda ediyorum. Envelep'te ve Natu'da olanları hiçbir zaman unutmamızı istiyorum. Burada ölen veya ölecek olan insanlar sizler için canlarını vereceklerdir. Beni unutabilirsiniz ama sizler için ve batının güvenliği için canlarını seve seve verecek olan, ölüme gülerek giden askerlerimi unutmayın.


Ben Envelep'in ilk kurucusu ve yöneticisi ve Naut'un bekçisi Pengon. Tüm Batı İnsanları'nın, burada yaşananları hatırlamasını istiyorum. Ölürsek bizi toprağın altına gömün, toprağın üstünde doğduk, toprağın altında bitirmeliyiz bu yolculuğu.

-------------------------------------------------------------------------------------------------------


Dedem benim kahramanımdı, o tüm Envelep'in kahramanıydı ve şimdi tüm batının kahramanı. Onun savaşın olduğu gece bizi izlemeni ve yaptıklarımızı kaleme almanı istiyorum dediğini hatırlıyorum. Daha önceden de tembihlemişti bunu, burada bir tarih yazılacak torunum derdi hep. O gözlerindeki ışık, hiç bir zaman terk etmedi bizi. O gülüşü her zaman aklımda. O hep benimle, o benim kahramanım. Savaşın olduğu gece verdiği görevi yerine getirdim. Askerlerin boşalttığı nöbetçi kulelerinden birinde saklanmıştım. Tüm Envelep askerleri ayrıca eli kılıç tutabilenler burçlarda ve Naut'a açılan Naut Kapısı'nın önünde toplanmıştı. Eonların saldırısı başladığında gece yarısıydı. Dolunay vardı hatırlıyorum. Yaratıklar, Envelep'e ve Naut'a doğru onar onar koşuyordu. Ellerinde dev baltalar ve tokmaklar olduğunu görebiliyordum. Dedem Pengon, elinden bir an bile düşürmediği Tinelsen ile burcun en önündeydi. Askerlerin ve komutanların aksine sadece gümüş rengi zırhı vardı üzerisinde. Miğfer takmamıştı askerler ve diğerleri gibi, ak saçları ay ışığında belli oluyordu. Eonlar yaklaştığında ve o gürlemeleri duyulduğunda Tinelsen'i kınına koyup herkes gibi yayına davrandı. Atış emrini dedem Pengon yerine babam Destiyor vermekteydi.


'Hazır ol!  Atış serbest!'' diyordu babam geceyi ve korkuyu delen ses tonuyla. Başımı Naut'un öteki yanına çevirdiğimde oklarla vurulan ve düşen Eonları gördüm. Mutlu olmuştum, teker teker yeri öpüyordu hepsi. Yüz üstü düşüyordu kimisi, kimisi sırt üstü, kimisi ise kaçıyordu yaralarından dolayı. Kaçışan Eonların arkasından gelen devasa bir savaş aleti gördüm. Ama gözlerime inanamadım! Eonların bile iki kat uzunluğunda bir mancılık geliyordu bu yana. Dedem olmak üzere diğer askerlerde şaşırmıştı fakat dedem soğuk kanlıydı kendini fazla kaptırmadı. Hayal gücü derdi dedem hep hayal gücü. Sanırım hayal gücü bu yaratıklarda da vardı.

Dedem Pengon böyle birşey olacağını düşünmüşmüydü acaba? Düşünse önlem alırdı. Belkide almıştı. Mancınık dört-beş Eonun ittirmesiyle ilerliyordu ve yaratıklardan tuhaf sesler çıkıyordu. Mancınık ve onu ittirenlerin arkasından bir insan geldiğini gördüm o an. Biraz daha yaklaşınca bunun dedemin bahsettiği Xoarb olduğunu anlamıştım. Elinde sopası vardı ve yere vura vura ilerliyordu. Sopayı yere her vurduğunda bir ateş fırlıyordu yukarıya. Bu adam ile akrabaydık fakat o düşmanın yanındaydı. Mancınık gelip Naut'un diğer tarafında durduğunda işimizin bittiği anladım.

Herkes ok atışlarını kesmiş, bu aleti inceliyordu. Duvarların neredeyse iki katıydı ve içeriye atılacak bir taş bırakın duvarı tüm Envelep'i yutardı. Bir an dedem Penton'un, Tinelsen'i havaya kaldırdığını gördüm. Tinelsen'i yavaş yavaş indirdi, kılıç alev almaya başladı. Muhteşemdi! Kılıç tamamen indiğinde Naut'un aktığı şelalenin tepesinde yanan ateşleri gördüm ve ''Atış serbest!'' dediğini duydum o kalın sesiyle kahraman Penton'un. Tepeden aşağıya boşalırcasına yağan aleş topları birer birer Eonları vurmaya başladı. Yanan toplar hedeflendiği yere düşmese bile yuvarlarak gidip bir Eonun işini bitiriyordu. Babam tekrar ''Atış Serbest!'' diye bağırdı. Oklar yaylarına yerleştirildi ve atış tekrar başladı. Dedem askerine, gözlerine nişan alın, gözleri zayıf noktaları diye emirler yağdırıyordu. Düşmanın yeni saldırısıda bertaraf edilmişti. Askerler bağırınıyordu! Dedemin dudaklarını okudum. ''Hayal gücü'' diyordu yine. Sonunda yüzlerce Eonun geldiğini gördük. Bu üçünçü saldırıydı ve tüm üç koloninin gücünün toplamıydı. Sadece bu kalmıştı, kazanabilirdik!

Tüm askerler yaylarını bıraktılar ve kılıçlarına davrandılar. Dedemin kılıcı Tinelsen yanıyordu. Yüzlerce düşanının saldırıcı bambaşka bir şeydi. Tepede ki askerler yaylarına davranmışlardı. Mancınıkları kullanmıyorlardı. Yaylarına, oklarını taktılar ve saldılar. Fakat atılan her ok geri sekiyordu veya Eona yapışıyordu. Üzerlerinde zırh vardı! Olamaz! Dedem tüm askerleri, kendisi için uzun yıllar önce dikilen heykelinin önünde topladı ve Natu kapısının açılmasını bekledi. Birden ninem Ilsa'nın asası ile birlikte dedemin yanına geldiğini gördüm. Babam Destiyor'a birşeyler fısıldadı ve dedemin kulağına da birşeyler söyledi. Babam Destiyor, seçilen bir kaç adamla beraber Envelep'in içinde garnizon olarak kalacaktı. Bu görevi kabul etmişti, fakat gitmek istediğini gözlerinin parlaklığından anlayabiliyordum. Dedemin üstün zekasın her zaman işe yaramıştı. Natu nehrinin altına yerleştirdiği çiviler ve kapanlar Eonların zırhla kaplı olmayan tek yerini, ayaklarını vuruyordu bu kez. Ayaklarında yaralanan Eonlar, Natu'nun içine düşüyordu veya geri çekiliyordu. Natu nehrine düşünlerde, arkalarından gelen yaratıkların önlerini kapıyordu veyahut onlara takılıp düşmelerini sağlıyorlardı. Naut kapısı açıldığında, Envelep'e her gün gördüğüm insanların dışarı çıkışlarını izledim, en başta dedem Pengon ve ninem Ilsa yürüyordu. Birbirlerine halen aşıktı onlar. Naut'un dev kapısı, açılan boy çukurlarının üstünden geçmelerini sağlıyordu. Karşı kıyı yanıyordu adete. Ateş ve duman, hiçbir şey göremiyordum.  Dumanların arasından birinin çıktığını görebilmiştim oysa. Xoarb elindeki alev saçan sopasıyla çıktı. Yıllar önce ayrılan, baba ve kız göz göze gelmişti. Naut ne kadar geniş olsa da görebiliyordu ikiside birbirini. Xoarb sopasını yere vurdu alevler saçmaya başladı. Sopayı bu kez ise kızı Ilsa'ya doğrulttu ve iki kez salladı. Görünürde birşey yoktu fakat bir kaç saniye sonra Ilsa dizlerinin üstüne düştü, ağzından kanlar oluk oluk boşalıyordu. Dedem Pengon çığlık ata ata ağlamaya başladı, Ilsa'nın bedenine sarılıp iki yana sallanmaktaydı. Gözlerimden yaş geldi benimde o an. Hazırlıklıydı, birilerinin ölmesine hazırlıklıydım fakat bu Ilsa olmamalıydı. Nasıl oldu! Dedem de böyle aykırdı ''Nasıl olur, nasıl oldu!'' bu diye!

Xoarb arkasını döndü ve uzaklaşmaya başlamıştı. Dedem Eon cesetlerinin köprü oluşturduğu Naut'un üzesinden koşararak geçti. Ağlayarak ve bağırarak koşuyordu. Karşısına yeşil renkli bir Eon fırladı, Eon baltasını dedem Pengon'un başına doğru savurdu. Dedem aniden eğildi ve Tinelsen'i, Eon'un karnına sapladı. Zırhsız Eon oracıkta son nefesini verdi. Bunu gören askerler ''Kahraman Pengon!'' ve ''Efsanevi Pengon!'' diye bağırarak onu takip etmeye başladılar. Gurur duydum o an dedemle, her zaman duyuyordum zaten. Dedem o sinirle ve acıyla önüne gelen düşmanı paramparça ediyordu. Tinelsen'in her türlü kana bulandığını seçebiliyordum. Bütün karşı kıyıya yayılmaya başlamıştık şimdi. Dedem, Xoarb'ı gördü ve bağırarak ona doğru koşmaya başladı, Tinelsen'i bir kenara fırlattı, adamın üstüne fırladı. Xoarb'ın karnına bir sürü darbe attı. Xoarb'ın asasını aldı ve dizine vurarak ikiye kırdı. Asa kırılınca Xoarb'ın konuşacak hali kalmamıştı ve dedem asayı Xoarb'ın kafasına defalarca vurdu, vurdu, vurdu.  Xoarb yüz üstü düşmüştü. Dedem Pengon onu orada bırakıp Tinelsen'i tekrar ellerine aldı. Geri kalan askerlerine baktı. Geriye döndü ve Tinelsen ile birlikte koşmaya başladı. Bir avuç insan ve bir kahraman ilerliyordu karşı kıyıda. Askerleriyle birlikte Eonların birinci hattını kahramanca yardılar. İlerlediler, ilerlediler. Bağrışları, Pengon! Pengon! Enverep! diyen sesleri duydum. Gözlerden kayboldular ama sesileri halen buralara kadar gelmekteydi. Sabaha karşı üç asker yalpaya yalpaya sislerin arasından çıktı ve en arkalarında dedem Pengon'u görmüştüm! Ölmemişti! Bir sevinç çığlığı attığımda...  Kahraman dedem ve kahraman askerlerinin yüzüstü düştüklerini ve arkalarının kana bulandıklarını gördüm. Bu da benim bayılmadan önce gördüğüm son şeyler olmuştu.

Batının kahramanları, batının en uç noktasında yatmakta şimdi, vasiyet edildikleri gibi Envelep'in topraklarının altına gömülüceklerdi Dedemin, Envelep'in ortasında duran heykeli taşıtıldı ve kahramanlar için hazırlanan ''Kahramanların Huzur Ovası''nda bulunan mezarlığın ortasında yükselmekteydi. Geriye sağ kalan bir kaç asker ve Envelep halkı, bizler ve tüm batı için ölen kahramanları toprağa verdiler. Herkes ağladı, herkes bağırdı. Gurur ve hüzün. Aşk ve ölüm. Heykelin tam önünde şimdi iki aşık Pengon'un bedeni ve hayatım dediği Isla'nın bedeni yan yana yatmakta. Küçükken gördüğüm Envelep'i ve o savaşı hiçbir zaman unutmadım. Dedemin bana verdiği görevi tamamladım. O da başka birine verdiği görevi tamamladığını söylerdi hep.
 
 
''Civilizations have the morality and ethics they can afford.''

 — Larry Niven & Jerry Pournelle, ''Lucifer's Hammer''

''These colonies in nature can reach at least two million individuals at a time, last for decades, and occupy a hundred cubic meters of space. It was a wonderful achievement to see a fragment of this world captured all around you, so that you almost had the experience of being inside the ant colony when you were in that room.''

 — Robert Trivers, ''Natural Selection and Social Theory'', p. 162

''... Bu amaç doğrultusunda nükleer santraller hedeflenecekse, yapılması gereken şeyler vardır. Çünkü nükleer elektriğe geçiş bir hobi değil, bir akademik egzersiz hiç değil, temel bilimlerden yaygın endüstriyel alt yapıya açılacak bir uygulamadır.''

Ömer Faruk Ağa Yarman 1993