Kayıt Ol

Kanın Çocukları Serisi I.Kitap/ Kan Oyunu / 2.Bölüm Devam...

Çevrimdışı GM

  • *
  • 9
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Hali hazırda bir sayfası bulunan hikayenin daha fazla yerde paylaşılması ile ilgili beyin yıkayan editöre buradan selamlar...
Hikaye fantastik-epik, daha çok günümüz fantastik edebiyatı tarzında ilerleyecektir.
Kurt adamlar, vampirler yerine hayal gücü denen hastalığın tahtına oturmuş bir bünyeden çıkan ırklar bolca mevcuttur bu seride. Ha, şimdi sen neyi anlatma çabasındasın diyorsanız. Orası meçhul zira uyku yüzü görmeyen bir zihinle yazıyorum şu anda. -Bkz:Gelmeyen ya da gelemeyen! uykuya gönderme yapmaya çalışmak.
Her neyse,
Nabız yoklamak amaçlı bir girişle konuyu açmış bulundum.
Tepkiler hoş ya da eleştiriler yerinde olursa- olumlu olumsuz pek severiz-neden devam etmesin?
Keyifli vakit geçirmeniz dileğiyle
Saygılar, sevgiler...

-TŞ-






NC17






KANIN ÇOCUKLARI



KAN OYUNU




Gözleri ateşi çağırırken
Dudakları ölüme sürükleyecek
Ve yeşil...
Yemyeşil bir ormanın içinde son bulacak sonsuzluk








Oyun Başlar

Bilinmeyen Zamanlar
Bilimeyen Bir Diyar



Kâhin, uzun siyah saçlarını tek omzunda toplamış, ağzından çıkacak her kelimeyi eksiksiz yerine getirecek olan topluluğa sırtını dönmüştü. Beklemeye alışık olmayan sabırsız bedeni gerilmiş. Bir kadını olduğundan çok daha cezbedici gösteren iri menekşe gözleri, henüz genç yaşlarda keşfetmiş olduğu ve yenemediği öfkesinin etkisiyle kızıla bulanmıştı. Diğer yandan beynini kemiren, her geçen dakika ruhunda delikler açan düşünceleri başını ağrılarla dolduruyor, gözlerinin önünden bir türlü silinmeyen o soysuz, genç yüzün; kendinden çok daha eşsiz yeteneklerle donatılmış bedenini ve aklını kıskanıyor oluşunu bir türlü kabullenemiyordu. Bu histen her zaman nefret etmişti. Kıskanmak onun gibi bir kadına göre değildi. O, bir gece yarısı kahrolası görü zihnini işgal etmeden önce kıskanılan tarafta yer alıyordu.

Yine de tüm bunlar önemsizmiş gibi omuzlarını dikleştirdi ve en sadık hizmetkârından yana dönüp gülümsemeyi başardı. Gülümsemesi sert ve soğuktu. Buna rağmen hizmetkarı Alfie’nin bedeni çoktan ısınmış, kadının kusursuz vücudu için titremeye başlamıştı.

“Vakit yaklaşıyor leydim, çok yakında istediğiniz her şey ayaklarınızın altına serilecek.” Alfie ruhu okşayan şeyler söylemeyi iyi bilirdi.

Kahinin gözleri önünde duran kalabalığın üzerinde gezindi. “Kesinlikle öyle olacak.” diye mırıldandı pembe dili dudaklarını ıslatırken. İçinde kabaran şehveti kısa süreliğine zapt etmesi gerektiğini hatırlatan homurtuyu duymadan önce Alfie’ye çadırına gelmesini fısıldamak üzereydi.

“Tanrı aşkına Mircasia. Henüz doğmamış bir çocuk için ordu toplamanın mantığa uygun bir açıklaması var mı yoksa hepimizi gözlerinle soyduktan sonra evlerimize mi dağılacağız?”

Lanet olası mantık müdavimi Lucien. Mircasia bu adamdan nefret ederdi. Nefreti, adamın eşsiz güzelliğine duyduğu hayranlığın önüne geçememiş olsa da iki hissi birarada idare etmeyi öğrenmişti. Üstelik bu adam, kahine adıyla hitap edebilen ve bunu en ufak bir korku duymadan yapan gelmiş geçmiş en iyi büyücüydü. Ona ihtiyacı olduğunu bilmese Lucien’i bu işten uzak tutmanın bir yolunu bulacağından emindi fakat şimdilik güç kaybetmenin kimseye bir faydası dokunmazdı.

Mircasia, sakin görüntüsünde çatlaklar arayan öfkesini sindirip ifadesini korumaya çalıştı. “Aslında… Senin burada kalmanı tercih ederdim.”

Adamın, gecenin karanlığını delip geçen güzel gözlerinde eğlenceli parıltılar oynaşırken kahinden yana bakmıyor oluşu her biri kendi ordusunda lider olan diğer erkekleri dehşete düşürüyordu fakat büyücü, birkaç saniye havada asılı kalan ölüm sessizliğini bozmadan önce kimse kılını kıpırdatmaya cüret edememişti. “Biliyorsun Mirca, tipim değilsin ve buraya yalnızca saçmalıklarla süslenmiş kıskanç fikirlerini dinlemeye gelmedim.”

Mircasia, adama doğduğu anda verilen bir hediye olduğuna inandığı, kendinden emin konuşma tarzını her zaman beğenmişti. “O halde neden buradasın?”

“Görüleri geri çevirmeni istiyorum.”

Sessizlik. Hayret fısıltıları… Adamın tek bir bakışıyla yeniden hakimiyet sağlayan sessizlik.

Mircasia duyduklarının hayal ürünü olduğuna inanmak istiyor, adamın ciddiyetten ödün vermeyen gözleri buna engel oluyordu. Böyle bir şeyi söylemiş olamazdı. Hiç kimse, Lucien bile, ona belki de kendini güçlü hissetmesini sağlayan en önemli şeyden vazgeçmesini söyleyemezdi. Elinde kalan son güç; gelecekti.

“Bu ne cüret!”

Lucien gözlerinde çakan şimşekleri ölümcül bir gülümsemeyle taçlandırıp ayağa kalktı. Sabır gösteremeyecek kadar sıkılmıştı. “Karşılığında en çok istediğin şeyi alacaksın.” diye mırıldandı. Karanlığın ortasına bir yıldırım gibi düşen ışık kahinin etrafını saran kalabalığı dört bir yana savurmaya başladığında duyulabilen tek ses göğü yarıp toprağı sarsan ruhların gece fısıltılarıydı.

Mircasia doğduğundan bu yana sahip olmak istediği gücü karşısında görmenin heyecanıyla kahkahalar atıyor, yalnızca görüleri geri çevirmesi karşılığında ruhlara hükmedebilme gücünün kendisine bahşedileceğine inanamıyordu. Ruhların daha önce tek bir kraliçeleri olmuştu ve o da birkaç yüzyıl önce ölü bedenlerin ait oldukları yerden çıkarılmamalarıyla ilgili bir şeyler zırvalayıp toprağın altında çürümeyi seçmişti. Böylesine yenilmez bir orduyu bırakmak aptallık değildi de neydi? Mircasia şimdiye dek birçok güçlü ırka öncülük etmiş fakat karşısında duran her canlıyı yerle bir edebilecek bir orduya asla sahip olamamıştı.

“Kabul ediyorum.” dedi aksini düşünemeyeceğini açık eden bir heyecanla.

Lucien, emirlerini bekleyen sayısız ölü bedeni karşısına alıp onların bundan sonraki kraliçelerine itaat etmelerini sağlayacak büyülü sözleri fısıldadı. İçindeki gücü sonuna kadar kullanıp büyüye son verdiğinde yaptığı bu anlaşmadan pişman olmamayı diliyordu.






1



Günümüz

ROXANNE


İngiltere... Sıcaktan nefret eden biri için mükemmel bir ülke olmasına rağmen benim kadar çabuk hasta olabilen bir insanı içinde barındırmayı reddediyordu. Evet, pek anlaşamadığımız bir gerçek fakat İngiliz aksanına karşı zaafı olan benim, siz değilsiniz. Her ne olursa olsun; boğazımdaki rahatsız edici gıdıklanma, vücudumun 39 derece ateşle yanması, ayağa kalkamayacak kadar halsiz ve açıkçası üşengeç olmam... Neticede bu ülkeyi seviyorum ve çok sağlam bir sebebim olmadığı taktirde de ayrılmayı planlamıyorum.

Sorun şu ki sağlam sebeplerden bir tanesi şu anda dairemin altını üstüne getirmiş, beni terletip vücudumdaki toksinlerden arınmamı sağlayacak; deyim yerindeyse üzerimdeki birkaç yüz battaniyeye ilave edebileceği diğer birkaç yüz kısmı aramakla meşguldü.

Whitney’in hangi akla hizmet benimle takıldığından ziyade, benim onunla neyin kafasını yaşadığım sırada tanıştığımı ve ondan ne sebeple vazgeçemediğimi günde en az iki kez düşünürüm. Cevap hiç şaşmaz: Onunla karşılaştığım sırada fazla sarhoştum ve kötü hissediyordum. Nereden kaynaklandığını anlamadığım bir boşluk beynimi kemirip duruyor, ne kadar düşünürsem düşüneyim bir türlü hatırlayamadığım geçmişim peşimde bir pelerin misali dalgalanıp ben nereye gidersem o yöne sapıyordu. Kulağa her zamanki ergenlik sorunları gibi gelmiyor değil mi?

Whitney’in üzerime doğru yaklaşan silüeti düşüncelerimi bölmüş, eklemlerimdeki ağrıları yeniden hatırlamamı sağlamıştı. Dudaklarımdan dökülen hafif inilti karşısında kaşlarını çattı ve uzandığım kanepenin önünde öylece dikilip bana baktı. “Doktor çağırmalıyım Rox.” diye mırıldandı bengince. “Az önce battaniye stoğumuzun tükendiğini fark ettim.”

Tanrım! Kahrolası, benim içler acısı halimden çok evimde neden bu kadar az battaniye oluşundan şikayet eder gibiydi.
“Hayır.” dedim kesin bir tavırla. “Beyaz önlüklü adamların gözümdeki çekiciliğinin sıfır olduğunu daha önce de söylemiştim.”
“Evet söylemiştin. Ve şimdi tarihe geçecek bir şeyi ben sana söylüyorum güzelim: O sana çekici gelmeyen yaratıklardan en az bir tanesini bu eve getirmezsem, senin cansız bedenini kaldırması için bir Çekici çağırmak zorunda kalacağım.”

Cevap vermek için o saçmalarken yumduğum gözlerimi açmıştım ki karşımda cevap vereceğim kimse olmadığını fark ettim.Whitney’in böyle durumlarda kendi bildiğini okuduğunu ve benim söylediklerimin bir kulağından girip diğerinden çıktığını söylemiş miydim?

Ateş yüzünden yanmakta olan gözlerimi tekrar kapatırken üstümdeki onlarca şeye rağmen hafifçe titredim. Sanki Whitney kapıyı açık bırakmıştı ve biz de İngiltere değil de Rusya’da yaşıyorduk. Nereden geldiğini kestiremediğim rüzgar ter yüzünden yanaklarıma yapışmış saçlarımı okşuyor; burnuma, daha önce hiç almadığım sarhoş edici bir kokuyu getiriyordu. Kokuyu içime biraz daha çekmek için doğrulduğumda çıkış kapısının önündeki belli belirsiz gölgeler dikkatimi çekti.

Battaniye yığınının altından alelacele çıkarken düşündüğüm tek şey üzerimdeki geceliğin fazla açık saçık olduğuydu ve hatırlamadığım geçmişim de dahil, hayatı boyunca her türlü cinsel deneyimden dört nala kaçmış biri olarak bu hiç hoşuma gitmemişti. Ne harika değil mi? Hastayım, üzerimde normal bir insanın günlük hayatta asla giymeyeceği bir gecelikle birkaç saniye öncesine kadar sere serpe uzanmış yatıyordum ve geri zekalı hırsızlar soymak için başka bir ev bulamamışlardı.

Kararlı ve sessiz adımlarla çıkış kapısının görüş alanından çıktığımda adrenalin patlaması yaşayan fakat hala hassas olan bedenim bana ihanet etti ve hafifçe inlediğimi duydum. Kahretsin!

Gölgelerin kıpırdadığını göremiyor fakat hissedebiliyordum. O anda kafamı uzatıp ne yaptıklarına bakmak için delice bir istek duyduysam da yaptığım tek şey mutfak kapısının hemen yanındaki bir rafın arkasına dayanmış olan beysbol sopasını elime almak oldu. Ayak sesleri kulağıma daha net gelmeye başladığında kaç kişi olduklarını bilmediğim ancak birden fazla olduklarından emin olduğum ev tecavüzcülerinin salonumda olduklarından emindim. Kalbim deli gibi çarpıyor, hastalıktan kırılan vücudum her an yere yığılmak için fırsat kolluyordu. Korkuyordum evet. Ama korkunun kaynağı kapana kısılmış olmam değildi. Whitney’in normalden biraz daha erken gelmesinden ve o deli cesaretini kullanmak için bir an bile tereddüt etmeyeceğinden korkuyordum. En azından burada değil, dedim içimden. Eğer burada olsaydı yapacağı şey önce beni tuttuğu gibi camdan aşağı atmak sonra da hırsızların üzerine deli danalar gibi çığlıklar atarak saldırmak olurdu.

Ayak seslerine odaklanıp elimdeki sopayı sıkıca kavrarken tuhaf bir şekilde ani bir dejavu hissine kapıldım. Bu anı daha önce yaşamış olmam mümkün değildi. Hele ki zihnimde canlanan görüntüde elimde bir beysbol sopası yerine kılıç tutuyorsam... Adrenalin yararlı olduğunu söyleyen doktorların bir taraflarına kazıklar girsin. Ateşim gittikçe yükseliyordu. Bunun neresi iyiydi?

Hırsızlardan biri köşeyi dönüp benim bulunduğum tarafa saptı ve o anda yüzünü gördüm. Siyah kuzguni saçları yüzünü çevrelemiş, evimin loş ışığında bile rahatlıkla seçilen koyu yeşil gözleri üzerime sabitlenmişti. Dudaklarının kenarları hafifçe kıvrılırken ne yaptığımın farkına vardım ve sinirle inledim. Öylece durmuş, hırsızımın nasıl bir şeye benzediğini inceliyordum. Ve Tanrı şahit, adam şimdiye kadar gördüğüm en mükemmel yaratıktı.

Elimdeki sopayı hızlı ve etkili bir hareketle kafasına indirmeye hazırlanıyordum ki bana engel olmak için hiçbir şey yapmaması dikkatimi çekmişti. Ve ben sopayı kafasında parçalamadan hemen önce adamın dudaklarından ağzımın zemine değmesini sağlayan o isim döküldü. “Roxanne...”

Kahrolası ismimi nereden biliyordu? Dairemin kapısında yalnızca 13 numara yazıyor olması gerekmez miydi? Whitney hangi ara oraya ismimizi kazımıştı? Ve lanet olsun, adam neden hala karşımda sapa sağlam dikiliyordu? Az önce kafasında bir beysbol sopası parçalamıştım. Beysbol sopası... Pamuk şeker değil.

Adam sanki aklımı okuyormuş gibi dudaklarına çarpık bir gülümseme yerleştirdi ve başını sanki bir çocuğu azarlarmış gibi iki yana sallayıp konuşmaya başladı. “Bu yaptığının ne demek olduğunu biliyor musun küçük hanım?” diye mırıldandı kendinden emin, otoriter sesiyle.

Bir an durup ona cevap vermeye hazırlandığımı fark ettim. Neredeyse kahrolası bir hırsıza neden kafasını kırmak istediğimi anlatacaktım.

Sinirden ve heyecandan gerilmiş olan bedenimi adamın önünde dikleştirdim ve onu kenara itmek için elimi kaldırdım. Lanet olası; o kadar uzun, iri yarı ve o kadar... Kusursuzdu ki. “Çekil önümden.” dedim gözlerinin içine bakarken.

Yeşil gözlerinin üstündeki güzel kaşları hafifçe havaya kalktı. Gülümsemesi genişledi ve muhteşem dişleri öne çıktı. “Ne yapıyorsun?”
“Asıl sen ne yapıyorsun?” diye homurdandım sinirle. “Az sonra öleceğim ve yapmak istediğim son şeyi yapmam için önümde dikilen kocaman... Bir... Lanet olsun doğru sıfatı bulamıyorum.” Derin bir nefes alıp devam ettim. “Önümden çekil ve ben kendime sıcak bir çay demlerken sen de ismimi nereden bildiğini anlatmaya başla.”

Gülümsemesi dudaklarında dondu ve kaşlarını çattı. “Sen... Ne?”
“Doğru duydun. Çay içmem gerekiyor.”
“Roxanne...” dedi kenara çekilip geçmeme izin verirken. “Sanırım bu şeyin bu şekilde işlememesi gerekiyordu ve...” bir an durdu ve ben mutfağa girmeden önce dehşetle titreyen sesi kulaklarıma ulaştı. “O üstündeki şey de ne?”

Tekrar ona dönmeden önce “Neye benziyor?” diye fısıldadım kendi kendime. Adam beni birazdan muhtemelen diğer çete üyeleriyle birlikte bir güzel becermeyi düşünüyordu ve durmuş üzerimdekinin ne olduğunu sorguluyordu. Ah, canım. Yoksa hiçbir şey giymemeli miydim? Öylesi daha mı hoş olurdu acaba? Herife bak sen!

“Roxanne. O şeyi hemen çıkar ve üzerine doğru düzgün bir şeyler giy.”

Şöyle en sağlamından bir yumruk için üzerine doğru yürüyordum ki adamın arkasından gelen kahkaha sesleri hali hazırda bekleyen öfkemin alev almasına yetti de arttı. Ve sanırım şokta olan zihnimin yavaşça eski haline dönmesini sağladı. Bacaklarım titriyor, sırtım ve yüzümden ter akıyordu. Tabii ya... Hastaydım ben.

“Brian, kime benzediğim konusunda kafa yoruyordun ya... İşte sana canlı kanıt.”

Adının Brian olduğunu öğrendiğim adam omzunun üzerinden sesin sahibine bakıp iç çekti ve gözlerini yeniden bana dikip “Hazır mısın?” diye sordu

Neye hazır mııydım?





Çevrimdışı Malkavian

  • *****
  • 2152
  • Rom: 57
  • I was lost in the pages of a book full of death..
    • Profili Görüntüle
Ynt: KANIN ÇOCUKLARI SERİSİ I.Kitap/ Kan Oyunu Giriş
« Yanıtla #1 : 11 Eylül 2012, 11:07:47 »
Yazım tarzınızı beğendiğimi söyleyerek başlamak isterim. Uzun zamandır Kurgu İskelesinde okuduğum en eli yüzü düzgün hikaye olmuş. Konusu ilgi çekici olmuş ve kendini sonuna kadar okutturuyor bir kere başladığınız zaman.

Birkaç eleştirim olacak.

1- Forum kullanışı açısından başlıkta büyük harf kullanmazsanız sevinirim.

2- Hikayenin ilk bölümünde olaya dahil olan her yeni karakterin konuşma metinleri yerine, küçük birkaç tasvirle giriş yapmasını sağlarsanız okuyucular bu bölümlere ikişer üçer kere okumak zorunda kalmaz diye düşünüyorum. Böylece havada asılı kalan isimlerden ibaret şeffaf bulutlar yerine, hayalimizde bir beden canlandırabiliriz.

3- Bölüm sonu merak duygusu oluşturulup bitirmeye çalışılmış fakat bende yeteri kadar merak oluşturamadı. Konuşmaların bir iki diyalog daha devam edip en azından bir sonraki bölüme dair birkaç ipucu daha vermesi gerekiyordu diye düşünüyorum.

Elinize sağlık devamını mutlaka bekliyorum bu hikayenin.

Çevrimdışı GM

  • *
  • 9
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: KANIN ÇOCUKLARI SERİSİ I.Kitap/ Kan Oyunu Giriş
« Yanıtla #2 : 11 Eylül 2012, 11:41:19 »
Malkavian;

Büyük harf konusunu bilmiyordum uyarmanız iyi oldu.
Tasvir mevzusu benim yazdığım her metinde tartışılan, hatta bazen büyük isyanlara neden olan bir mevzu zira tasvir üzerinde pek fazla durmak açıkçası hoşuma giden bir şey değil. Tabii ki karakterlerin betimlemeleri ilerleyen bölümlerde fazlasıyla karşınıza çıkacak orası ayrı. Ama baştan söyleyeyim, kişiler olmasa da mekan tasvirlerini çoğu zaman gereksiz bulan biri olarak bu tür şeylerle zaman kaybetmek yerine kurguya yoğunlaşmak daha mantıklı geliyor. Ha diyeceksiniz ki kişi veya mekan tasviri olmadan bir hikaye nasıl yazılır? Dahası ona hikaye denir mi? Araya serpiştirilen tasvirler işimi görüyor. (: Eminim sizin için de yeterli olur. Takip etmeye devam ederseniz bir süre sonra alışırsınız hatta. Yine de bölümleri yayınlamadan önce eleştirinizi dikkate alıp kontrolleri aksatmayacağım.

Bölüm sonu aslında o şekilde bitmiyor, zira bölümün devamı var ama site bünyesindeki diğer hikayelerden biraz daha uzun görününce yazı, dedim ben burada bir durayım ne olur ne olmaz (:
Diyaloglar, hikaye gerçekten başladığında daha doyurucu olacaktır.

Yorumunuz için sonsuz teşekkürler...

Çevrimdışı GM

  • *
  • 9
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Kanın Çocukları Serisi I.Kitap/ Kan Oyunu / 1l2
« Yanıtla #3 : 11 Eylül 2012, 15:37:24 »





KAN OYUNU
1/2





Adının Brian olduğunu öğrendiğim adam omzunun üzerinden sesin sahibine bakıp iç çekti ve gözlerini yeniden bana dikip “Hazır mısın?” diye sordu.

Neye hazır mıydım?

Brian’ın pürüzsüz, bembeyaz teniyle tezat oluşturan siyah saçları arkaya doğru çekildi ve adamın başı bir anlığına yerinden çıkacak gibi oldu. Aniden dudaklarından dökülen acıyla karışık sitemkar inlemeyi duyduğuma inanmak istemedim. Saçlarını çekiştirenin, adamın yarısı kadar olmayan ve görünüşü masum bir kız çocuğunu andırsa da yeşil gözleri insanın zihninin alamayacağı kadar çok şey görüp geçirdiğini açık eden bir bilgelikle parlayan, ufak tefek bir kadın olduğuna da inanmak istemedim. Evet, bu akşam inançsızlığı biraz fazla kaçırmıştım.

“Bu kadar şaklabanlık yeter.” dedi boyu çenemi aşamayacak kadar kısa fakat hayatımda gördüğüm en çekici aksana sahip olan kadın. Adamın otoriter bakışlarını yerle bir eden bir taviz vermezlikle aramızda birkaç santim kalana dek yürüdü. Gözlerini kocaman açıp “Vay anasını şu işe bak sen. Çok havalı.” diyen ergelerden olsaydım eğer yapacağım şey tam da bu olurdu. Maalesef 25 yaşındaydım ve toy bir ergenken bile bu tür kelimeleri kullanmayı şiddetle reddeden bir zihinle yaşıyordum. Belki de bir beyin tomografisi çektirmemde yarar vardı. Daha da iyisi bir psikoloğa görünebilirdim.

Kadın, önümde dikilip anlamadığım bir dilde garip sözcükler mırıldanırken Brian üzerimdeki elbiseyi onaylamaz bir ifadeyle süzmeye devam ediyor, kısa ve siyah geceliklerin satılmasının suç ilan edilmesi gerektiğiyle ilgili bir şeyler söylüyordu. Pekala, bu konuda ona hak veriyor olabilirdim fakat herhangi biri kahrolası evimde, parasını kendi ödediğim evde ne haltlar döndüğünü açıklama zahmetine giremez miydi?

“Beyninin hala aynı şekilde işlediğine inanabiliyor musun? Bazı şeyler hiç değişmiyor.”

Bunu söyleyen az önce bana benzediğini iddia eden kişinin ta kendisiydi ve Tanrı zaten miyop olan gözlerimi saniyeler içinde daha da beter bir hale getirmediyse eğer çocuğun dediklerine oracıkta kalıbımı basabilirdim. En azından eğer erkek olsaydım nasıl bir şeye benzerdim düşüncesine bir daha kafa yormayacak olmam güzel bir şeydi.

Çocuğun gri yeşil gözleri benimkileri yakaladı ve dudakları gevşekçe yukarı kıvrıldı. Şaşkınlığım onu eğlendirmişti.

“Hay canına yandığım!”

Bir anda ağzımdan çıkan cümle garip diller konusunda üstüne olmadığını ispatlayan kadının gözlerini kısmasına neden olduysa da kendini çabuk toparladı ve birbiriyle kafiyeli kelimeleri ardı ardına dizmeye devam etti. Orada öylece sap gibi dikilmek yerine küçük mükemmel suratının ortasına yumruğu indirebilir, narin bedenini saniyeler içinde yere serebilirdim ama o an bunu yapmak mantıksız gelmişti ve zihnimin derinliklerinde bir yerlerde ona el kaldıramayacağımı söyleyen kesin kurallar olduğunu iddia eden bir pislik olduğuna yemin edebilirdim.

Kadın benim anlayabileceğim dile çabucak bir geçiş yapıp “Aslında, gerçekten de o tür kurallar vardır.” dediğinde kendimi tutamadım.
“İşte şimdi tam siktir!”

Bunu kabul etmekten nefret etsem de bana benzeyen genç çocuk keyifli bir kahkaha patlattı. “Cedric, buna bayılacak.” dedi Brian’ın ters bakışlarına aldırmadan.

“Neye?” diye sordum. İçten içe beyin kanaması geçirdiğime inanmaya başlamıştım ve bir işi yaparken kusursuzu arama gibi bir huyum vardı.
“Küfür etmeyi öğrenmişsin.” diye cevapladı cevabı kadar tuhaf olan sorumu.
“Daha önce bilmediğimi kim söyledi?” diye devam ettim. Madem mantıksızlığın dibine vurmaya karar vermiştim, bu şeyi doğru düzgün yapacaktım.

“Dikkatimi dağıtıyorsunuz.” diye araya girdi kadın sertçe.
Gözlerimi yeniden ona çevirip “Durma.” dedim gayet ciddi. “Bize aldırma.” Sesimin yükselmemesi gerektiğini söyleyen içimdeki pisliğin kafasını ezdiğimi hayal ettim. “Lanet olası mesleğini icra etmeye devam et. Ve yalnızca meraktan soruyorum. Tanrı aşkına! Hangi dil bu? Ha bir de saygısızlık etmiş gibi olmayayım ama tam olarak ne yaptığını sanıyorsun?”

Ciddiyetinden sıyrıldı ve güzel dişlerini göstererek gülümsedi. “Birincisi…” Kafayı yediğim konusunda hem fikir olduğumuzu fark ettiren bir tatlılıkla konuştu. “Bu dili en fazla beş dakika sonra olur olmadık yerlerde tekrarlamaya başlayacak, tüm aile üyelerine kök söktürme geleneğini kaldığı yerden devam ettireceksin. Ve ikincisi sevgili küçük kardeşim, yaptığım şey; senden beş sene önce alınan ve saklayabilmek adına canımızı dişimize taktığımız anılarını yeniden ait oldukları yere yerleştirmek.”

Elini ateşimi kontrol ediyormuş gibi alnıma dayadı ve ben, temas gerçekleştiği anda zihnime düşen anıların altında nefes alamadığımı hissettim. Anılar hızla akıp zihnimdeki yerlerini alırken özlediğim ve kısa bir süreliğine bile olsa vazgeçmiş olduğuma inanamadığım şeyin yeniden bedenime hakim olduğunu hissetmek nefes alamamanın o kadar da kötü bir şey olmadığını düşündürdü bana. Çünkü eğer böyle bir güce sahipseniz nefes almaya ihtiyacınız kalmazdı. Öyle ki kılınızı kıpırdatmadan birilerinin nefesini kesebilir, elinizin tek bir hareketiyle birkaç bedeni parçalara ayırabilirdiniz. Eğer bu kadar güçlüyseniz ailenizden senelerce ayrı kalmaya mecbur bırakılır, peşinizde olan sayısız ırka izinizi kaybettirmek adına olduğunuz kişiden vazgeçmek zorunda kalırdınız. Doğduğunuz topraklardan sürülür, bilmediğiniz diyarlarda bilmediğiniz bir benlikle hayatınızı devam ettirirdiniz.

Her şeye rağmen güç, Tanrı’nın kendisine hizmet edebilmem için bana cömertçe sunduğu bir nimetken ondan daha fazla ayrı kalmam söz konusu olamazdı. Geç bile kalmıştım. Karanlık izini sürmem ve onu saklandığı yerden çekip çıkarmam için beni bekliyor, kulağıma korkularını fısıldıyordu. Onu bekletmeye hakkım yoktu. Her şeyden önemlisi Kanın Çocukları’nın geri dönme vakti gelmişti.



* * *


Brian yanımdaki bar taburesinde oturmuş etrafımdaki adamlara ölümcül bakışlar atıyor, zaten hassas olan sinirlerimi daha da acınası bir hale getiriyordu. Biraz daha devam ederse bulunduğumuz mekanın içinde kırılmaya müsait ne varsa yerle bir olacak, onca zahmet ağabeyimin gelenek haline getirdiği kıskançlıkları yüzünden boşa gidecekti.

“Kimse bana bakmıyor.” diye homurdandım kelimelerin üzerine basa basa. İçimde akan kibir tam aksini söylese ve aslında tamamen haklı olsa da birileri Brian’ın dikkatini dağıtmalı, ona buraya geliş amacımızı hatırlatmalıydı. En azından diğer iki ağabeyiniz bardaki her kadını tek eline almış vaziyette ortalıkta dolanıyorsa bu işi yapmak size düşüyordu ve ağzınızı açıp tek kelime edemiyordunuz.

“Ne demezsin.” dedi Brian dişlerini sıkarak. “Mart kedileri gibi hırıldayıp oraya buraya sürtünmeye başladılar bile. Gitmeden önce hepsini hayalarından duvara çivileyeceğim.”

Gülmemek için yutkunmak zorunda kaldım. İki bin küsür yaşındaki bir adamdan bunları duymak hem komik hem de korkutucuydu. Komikti çünkü ailede bu tip şeyleri umursayan yalnızca Brian kalmıştı ve iki kız kardeşine de kök söktüren ağabey olma yolunda emin adımlarla ilerlemeye devam ediyordu. Korkutucuydu çünkü Brian’ın ağzından çıkan her sözü gerçekleşmiş olarak kabul edebilirdiniz. Laf arasında öylesine birini öldüreceğini söylerse eğer ertesi gün o kişi hakkın rahmetine kavuşurdu. Neyse ki insanları öldürmemek bizim gibi İz Sürücülerin uyması gereken tek kuraldı. Aslında birçok kural vardı, hatta bu kurallar toplansa rahatlıkla birkaç ciltlik bir kitap haline getirilebilirdi. Yalnızca… Ben ve ailem kuralları bir tarafımıza bile takmıyor oluşumuzu pek umursamıyorduk o kadar. Tabii konsey için aynı şeyleri söyleyemezdim ama onlar da bizi değiştirmeyi denemekten bir süre sonra vazgeçmişlerdi. Bazılarına söz geçiremeyeceklerini kabul etmeleri ne hoştu.

“Birazdan işimizi halledip buradan çıkarız.” dedim viskimi yudumlarken. İçkinin boğazımı yakmasını umursamadım. Kulak tırmalayan müzikleri art arda sıralayan Dj’yi katletmek için herhangi bir hamlede bulunmadan önce Anı Hırsız’ını enseleyip bardan ayrılmamız gerekiyordu. Bu dibini gördüğüm dördüncü bardaktı ve ben kafayı bulduğumda sizi temin ederim ki hiç iyi şeyler olmazdı.
Beşinci bardağı önüme koyan barmene gülümsediğimde sarhoş olmaya başladığımın farkına vardım. Zira ben birkaç dakika içinde öldürmeyi düşünmediğim hiçbir erkeğe gülümsemezdim.

Kahrolası Anı Hırsız’ı nerede kalmıştı?

“Gelmeyecek.” dedi diğer yanımdaki taburedeki kızı kaldırıp yerine kendi yerleşen gösteriş budalası ağabeyim Cedric. Sinir bozucu gülümsemesi yine dudaklarına yapışmış, çikolata kahvesi gözleri her zamanki muzipliğiyle kısılmıştı. Beş senelik bir aradan sonra onu ilk defa bu kadar yakınımda buluyordum ve ağzından çıkan ilk kelime görüşümü kızıla bulamak dışında üzerimde herhangi bir etki yaratmıyordu.

“Nereden biliyorsun?” diye sordum vereceği cevabı umursamıyor olmama rağmen. Bara girdiğimiz anda üzerime çöken sıkıntı bir şeylerin ters gideceğini yeterince açık etmişti. Şaşırdığım söylenemezdi.

“Bu civarlarda kuşlar ötmek için sebebe ihtiyaç duymazlar güzelim. Unuttun mu?”

Unutmamıştım. Sadece öyle olmamasını ummuştum. Bu gece buraya anılarımı tamamlamaya geleceğimi kimin bildiğini bilmiyordum ama hiç olmazsa o her kimse şu andan itibaren kendini ölü kabul edebileceğini biliyordu. Bu iyi bir şeydi. Olur olmadık kişilere açıklama yapmaktan hoşlanmazdım.

“Kim ötmüş peki?” diye mırıldandım.
Cedric koyu saçlarıyla aynı renkteki kaşlarını kaldırıp “Sence?” diye sordu. Böyle yaptığı zamanlarda ondan daha güzel bir varlığın olamayacağını düşünürdüm. Sonra sağıma soluma bakıp ailedeki diğer erkekleri gördüğümde düşünce kendiliğinden yok oluverirdi.

“Uzatma.” dedim kısaca. Eğer yanıma gelip benimle konuşmayı göze aldıysa mutlaka iyi bir sebebi olmalıydı. Planda Brian dışında biriyle göz teması kurmam bile yasaktı.

İstediğini alamamış olacak ki gülümsemeyi kesip tipik Cedric ifadesine büründü. Yani aslında o kadar mühim olmayan bir meseleyi olduğundan çok daha önemli göstermeden önce yüzüne takındığı Sherlock Holmes ifadesi. Cedric böyleydi işte. Olayları dramatikleştirmeyi seviyordu bir kere, ne yapalım?

“Hala sıkıcısın Dawkins.”
“O halde hala peşimde bir kuyruk misali dolanmanın amacı nedir abicim?”
“Bu konu hakkında konuşmak istemiyorum.”

Barın giriş kısmında, zamane gençlerinin “taş” diye adlandırdıkları bir adamla sohbet eden ablam Silvia’nın kahkaha sesleri yankılandı. Cedric’le girdiğimiz atışmalardan ben de zevk alırdım ama ablam kadar olmadığı kesindi. İşinin ehli olan bir çapkını bile intihara sürükleyebilecek elbisesine bakıp hafifçe gülümsediğimde yanımda ağzından köpükler saçmak üzere olan ağabeyim Brian olduğunu hatırladım. Gözlerimi çabucak Cedric’den yana çevirip anlamsız konuşmamıza geri döndüm.

“Eee.” dedim ona sarılmamak için kendimi zar zor tutarken. Onca yıldan sonra herkesin önünde onu deli gibi özlediğimi itiraf etmeyecek kadar inatçı olmama şükrediyordum. “Şu ötme meraklısı kuşun kim olduğunu söylüyordun?”

“Kimsenin öttüğü yok.” dedi Cedric. Önünden salına salına geçen bir kadının arkasından avına kilitlenmiş bir avcı misali salya akıtmakla meşguldü. “Birkaç gizemli cümle kurayım dedim.”
Bezginlikle iç çektim. “ O zaman bu anı meraklısı adamı buraya gelmemeye iten şey ne?”

Dikkatini yeniden bana yönlendirdi ve Cedric’in gözlerinde daha önce görmediğim bir şeye şahit oldum. Yeterli bilgiye sahip olamamanın getirisi olan tedirginlik… Kimsenin bilmediği şeyleri bilen ve kimsenin aklına getiremeyeceği yerlere girip çıkmayı başaran bir adamı ilk defa bilgisi dahilinde olmayan bir şey yüzünden telaşlı görüyordum. Ve kimse kusura bakmasın ama bu beni zevkten dört köşe yapıyordu. Muhtemelen daha sonra pişman olacak olsam da şimdilik Cedric’in bilgisizliğinin keyfini çıkaracaktım.

“Andrew aradı.”

Alistair’ın yanımıza yaklaştığını fark edememiş ve yüzündeki ifadeden hiç mi hiç hoşlanmamıştım. Cedric’in ikizi olmasına karşın onun kadar sık gülümsemediğini hatta görünüşleri dahil karakterlerinin de zıt yönde olduğunu bilirdim fakat Alistair ruhundaki yaraları sahte gülümsemeleriyle örtmesini bilen biriydi. Onun yüzünde mutluluğu asla göremezdiniz. Mutluluk ondan yüzyıllar önce alınmış, toprağa gömülmüştü. Bana sarılmadığı zamanlar haricinde birilerine ya da bir şeylere karşı sevgi besleyebildiğine inanmayı reddederdim. Bazen kollarını etrafıma dolar, saçlarımı koklarken kulağıma bir ninni fısıldardı. Kollarından alınıp türlü işkencelerle hayatına son verilmiş kızı yerine benim kulağıma fısıldardı ninnileri. Öyle zamanlarda, yaptığı hatanın onda bıraktığı bir iz olan yarasına dokunmama izin verir, bana gerçek gülümsemesini gösterirdi.

Şu anda ne bana sarılıyordu ne de saçlarımı okşuyordu. Maskesini atmasını sağlayan her neyse çok kötü bir şeydi ve onu bu hale getirdiyse ben de yaratacağı etkiyi tahmin edemiyordum.
Aklıma gelen ilk düşünceyle sarsılırken saniyeler içinde yanımızda biten ablam Silvia benim dile getirmek istemediğim şeyi bir çırpıda söyledi.
“Andrew iyi mi?”

Alistair’ın ağzından çıkacak kelimeyi beklerlen barın birkaç camı parçalanmış, havadaki oksijen miktarı tükenmeye başlamıştı. Konu ailem olduğunda kendimi kontrol edemezdim. Konu olası bir tehlikeden uzak tutmak için geride bıraktığımız en küçük kardeşim Andrew olduğunda kontrol edebildiğim elementler yollarını şaşırır, zihnim karanlık bir örtünün altına gizlenirdi.

“Emin değilim.” diye devam etti Alistair. Şakağından başlayıp boynuna kadar uzanan yara izini eliyle takip edip derin bir nefes aldı. Korkuyordu. Beni deliliğe sürükleyebilecek bir şey biliyordu ve korkuyordu.
“Andrew.” dedi sakin fakat titreyen sesiyle. Bir şey söylemeden önce sesi titreyecek son adamdı o. “Melez’le birlikte buraya geliyor.”

Cedric’in bir küfür savurup kalktığını gördüm. Silvia ve Brian aynı anda bar kapısına doğru ilerlerken hiçbir tepki vermemiş, oturduğum taburenin üzerinde milim kıpırdamamıştım. Pencerelerin kırık camlarından içeriye dolan rüzgar saçlarımı okşayıp geçtiğinde Melez ismini her duyduğumda bedenimin neden donduğunu hatırladım. Melez, kimilerinin ona verdiği isimle Rüzgar Efendisi gittiği her yere ölümü götürürdü.






Çevrimdışı GM

  • *
  • 9
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Kanın Çocukları Serisi I.Kitap/ Kan Oyunu / Bölüm 2
« Yanıtla #4 : 17 Eylül 2012, 09:37:00 »



KAN OYUNU
2


“Elçiler ışığa karışır ama en güçlüler karanlığa kapılıp giderler.” demişti onu insanoğlunun arasına bırakan Safkanlardan biri. Kim olduğunu bilmiyordu. Safkanları göremezdiniz. Onları hisseder, seslerini duyar fakat asla göremezdiniz. Tanrı’nın yanından gelenleri görebilecek kadar iyi değilseniz bu konuda şikayet etme hakkınız da olmazdı. Roxanne iyi biri olmadığını, olamayacağını zaten biliyordu. Öldürmek için doğmuş ve yetiştirilmiş bir ırkın saflıkla yıkanamayacağının fakındaydı. Yine de Safkanları görme arzusunu içinden atamıyordu. Tehlikeli ve yasak olduğunu hatırlatan ama bunların hiçbirini önemsemeyen zihni onların içine karışıp gitmesini ve dünya üzerinde ne kadar pislik varsa ardında bırakmasını söylüyordu. Karanlık seni almadan git, diyordu her defasında. Onun kölesi olmak için doğmadın.

En güçlülerden biri olduğunu açık eden yeteneklerinden kortuğu zamanlar olurdu. Onları kullanırsa karanlığın bir gün kendisi için geleceğini ve onu almadan gitmeyeceğini düşündürten yenekleri vardı. Bu yüzden onları kullanmayı asla tam olarak öğrenmek istememişti. Eğitimi yarıda kestiği ve kardeşlerini şoka uğrattığı o uğursuz günü hatırladı. Ellerini saran ve git gide bedenine yayılmaya başlayan ateşi gördüğünde ürkmüştü. Ürkmüş ve suçlu hissetmişti. Suçluluk içine bir zehir gibi işlemiş, genç kadını pişmanlıkla sarmalamıştı. Dudakları istemsizce yukarı kıvrılırken tırnaklarını etine geçirdi. Kendi kanının kokusunu almak onu canlı hissettirirdi. Diğer zamanlarda ölüler diyarındaki karanlık ruhlardan farkı olmadığını biliyordu. Karanlığı emrine almış bir kahin yüzünden kim olduğunu bilmeden yaşadığı onca yıl ruhunda yaralar açmış, ışığın ondan kaçmasını sağlamıştı. Yakınında bulunmak için yanıp tutuştuğu tek şey ondan kaçıyordu ve bunu engellemek için yapabileceği hiçbir şey yoktu. Öldürmek zorundaydı. Yaşamanı devam ettirebilmesi için önüne çıkan her yaşama son vermesi gerekiyordu. Doğduğundan bu yana etrafında fır dönen ve onu korumak için karanlığa köle olmayı bile kabul edebilecek kardeşleri için buna mecburdu. Diğer bütün ırkların aksine onlar yaşaması gerektiğini düşünüyorlardı. Yaşamalı, ait olduğu tarafta savaşmalı ve onu sevenleri yarı yolda bırakmamalıydı. Bu düşünce onu hep güldürürdü. Yine güldü. Gülüşü acı ve korku doluydu. Ait olduğu tarafı ayırt edemeyeceği günlerin gelmesi yakındı. Dışarı çıkmasına izin vermediği güçleri bedenini yıpratıyor, aklını karıştırıyordu. Olduğu şeyi inkar etmek akıllıca değildi fakat Tanrı’nın ona bahşettiğini Tanrı’ya karşı kullanmak yerine, her gün biraz daha kaybolmak, unutmak daha az acı verirdi. Yaratıcısına karşı duramayacak kadar inançlıydı. Zaman aleyhine işlerken yapması gereken tek şey sevdiklerini korumak, onları olabildiğince beladan uzak tutmaya çalışmaktı. Belanın kendisiyle kapıdan girmek üzere olan kardeşinin tanıdık kokusunu aldığında sırtında açılan yarayı yok saydı. Acı, onun gibilere kalıcı zararlar verirdi. Elçiler acı çekmek için yaratılan varlıklar değillerdi. Vücudundaki çiziklerin kaynağını bir an bile zihninden uzaklaştıramıyor olmasından nefret etti.

“Onu hissedemiyorum.” dedi ağabeylerinden biri öfkeyle. Hangisi olduğunu ayırt edememiş, zihni söylediği şeyle daha çok ilgilenmişti.

Roxanne, Melez’in adını duymuş fakat onunla hiç tanışmamıştı. Kim olduğunu, nereden geldiğini ve ne amaçlı dünyada olduğunu hiç kimse bilmiyordu. Hakkında türlü rivayetler, akıl almaz söylentiler dolaşırdı fakat bunların hiçbiri gerçeği yansıtmazdı. Melez, söylenenlerden daha fazlasıydı. Bunu biliyor, ölümün soğuk ürpertisini ensesinde hissedebiliyordu. Hiçbir ırka mensup olmayan ve ölümün fısıltılarını yanında taşıyan bir varlığın ailesine bu denli yakın olması genç kadını deliliğin tehlikeli kıyılarına sürüklüyordu. Kokusu, diye düşündü hiddetle. Koku bir varlığın gerçek olduğunu kanıtlayan en önemli şeydi. Canlı olan her şeyin belli bir kokusu olurdu fakat Roxanne, Andrew’un tatlı nane kokusu dışında hiçbir şey hissetmemişti. Kalbinin sesini duyup da kokusunu alamıyor olmak inanılmazdı.

Bedeni öfkeyle gerildi. Kardeşi bar kapısından içeri girip, ablasına kusursuz bir gülümseme armağan ederken kadın onun arkasındaki varlığın havayı dolduran enerjisiyle afalladı. Bir kırbaç gibi önünde şaklayan rüzgar saçlarına dolandı ve bedenini karşı konulmaz bir güçle sarmaladı. Aniden ruhunu dolduran ve uzun zaman önce toprağa gömdüğünü düşündüğü hissin gerçek olabileceğine inanmak istemedi. Huzur onu terk edeli yıllar olmuş, bir daha biraraya gelemeyeceklerini açıkça belirtmişti. O zaman adamın gerçek olamayacak kadar güzel olan lacivert gözleri bakışlarını yakaladığında hissettiği bu duygunun adı neydi? Huzuru kaybettiği zaman onun nasıl bir şey olduğunu unutmuş, tehlikeyle arasındaki farkı ayırt edemez hale mi gelmişti? Tanrı aklına mukayyet olsun! Ölümün karşısında neden güvende hissediyordu?

Tuttuğu nefesini yavaşça verirken Andrew’un yanı başına ne zaman geldiğini fark edemediği çocuk bedenini kolları arasına aldı. Yanağına değen kumral buklelerin tatlı kokusu diğer her şeyi önemsiz kılıyordu. Çocuğun düzenli nefes alıp verişini dinledi. Onu bir daha yanından ayırmaması gerektiğini hatırlattı kendine. Gözünü üzerinden ayırmamalı, attığı her adımda yanında olmalıydı. Muhafaza edilmesi ve kaçık bir kahinin ulaşamaması için Anı Hırsız’ına emanet edilen anıları kimin umurundaydı? Kardeşlerinin güvenliğinden daha önemli hiçbir şey yoktu ve ne olursa olsun bir daha aynı hataya düşmeyecekti.

Düşüncelerini toparlayıp “Yabancılarla konuşmaman gerektiğini söylemiştim.” diye fısıldadı çocuğun kulağına. “Ve evden çıkmaman gerektiğini de…”

Andrew hafifçe kıkırdayıp zayıf kollarını ablasının boynuna daha sıkı sardı. “Ama evde çok sıkıldım.” dedi masum bir hava katmaya çalıştığı sesiyle. Roxanne elinde olmadan güldü. Şu kapıda dikilen yaratıktan daha tehlikeli bir varlık varsa o da şu anda kollarında kıkırdıyordu. Küçücük bedeninin içinde barındırmayı başardığı kıvrak zekası karanlık olanlara bile kök söktürür, onları perişan edebilirdi.

“Ve…” diye devam etti çocuk. Masumiyetinden tamamen sıyrılmıştı. “Gördüğünüz gibi yabancılar bana zarar vermiyor.”

Roxanne çocuğu cesaretlendirecek bir şey daha söylemeden önce Alistair Andrew’u kucağından alıp omzuna oturttu. “Cezalısınız genç adam.” diye homurdandı her zamanki duygudan yoksun sesiyle. Roxanne onun sesindeki duygusuzluğu hiçbir zaman önemsemezdi. Gözlerindeki rahatlama orada duruyordu ve Alistair hislerini ne kadar gizlemeye çalışırsa çalışsın konu ailesi olduğunda eli ayağı birbirine dolanırdı.

Roxanne yılların verdiği alışkanlıkla ağabeyinin vahşi ses tonunu taklit etti. “Cezalısınız genç adam.” Sonra güldü. Zihninin derinliklerinde bir yerde aslında ağlanacak bir halde olduklarını fısıldayan sesi duymazdan geldi. “O bir çocuk.” diye homurdandı bezginlikle. “Çocuklar saçma sapan şeyler yapar, saçma sapan şeyler konuşurlar. Oldu olacak onu birkaç gün toprağın altında beklet de aklı başına gelsin.”

Mekanın diğer ucundan gelen boğuk kahkaha kardeşinin olmasa da kendi aklını başına getirmişti. Varlığını neredeyse unuttuğu adama bakıp hafifçe gülümsediğinde Melez’in gördüğü şeyden hiç de memnun olmadığını açık eden ifadesi öyle hoşuna gitti ki gülümsemesi bütün yüzünü kaplayana kadar durmadı. Demek Melez kendisiyle alay edilmesinden hoşlanmıyordu. Yanlış yola sapmıştı. Yanlış yolda ilerliyordu. Kaybolmuş bir çocuğu ailesine götürmek için bunca zahmete katlanmış olamazdı. Bir amacı vardı ve Roxanne bu amacın hayatını baştan sona değiştireceğinin bilincindeydi. Belki sebebini bilmiyor, bilmek de istemiyor olabilirdi fakat Melez’in bakışlarındaki bir şey kadını öğrenmeye itiyordu.

“Melez.” dedi sakince. Adamın kendi ismine verdiği garip tepki Roxanne’i bir an susturdu. Lacivert bakışları kararmış, sarı dalgaların çevrelediği melek yüzü buz kesmişti. Çok tehlikeli, diye düşündü genç kadın istemsizce. Çok güzel…

Karnının hemen altındaki kasılmalar ruhuna öfkeyi saldı. Rahatsız edici fakat tatlı kasılmaların ne anlama geldiğini biliyordu. Daha önce tatmamış fakat işitmişti. Tanımadığı hatta kimsenin tanımadığı bir adam karşısında zevkten kasılıyor olması dayanılmazdı.

Roxanne, adamın hafifçe öne çıktığını ve başını zarafetle eğdini gördü. Uzun kaslı bedenine bakıldığında zarafet ona yakıştıramayacağı bir kavramdı ama başka hiç kimsede durmadığı kadar güzel durmuştu üzerinde. Sanki Tanrı onu zarafetin bir simgesi olarak yaratmış ve dünyaya bırakmıştı.

Melez gözlerini yeniden gözleriyle buluştururken onu izledi. Eklemlerinin her harekeriyle canlanan rüzgarı hissedebiliyordu. Adamın görünmeyecek kadar soluk olan gülümsemesiyle yanaklarında beliren gamzeler nefesini kesti. Aynı anda ölümcül ve masum görünen hiçbir yaratıkla karşılaşmamıştı. Tanrı affetsin! Bunu istememişti bile.

“Bayan Dawkins.” diye mırıldadı Melez duyanların kanını ateşe verecek sesiyle. “Sizde, bana ait olan bir şey var.”



-Devam Edecek-


Çevrimdışı GM

  • *
  • 9
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Kanın Çocukları Serisi I.Kitap/ Kan Oyunu / 2.Bölüm Devam...
« Yanıtla #5 : 20 Eylül 2012, 10:57:20 »



KAN OYUNU


“Melez.” dedi sakince. Adamın kendi ismine verdiği garip tepki Roxanne’i bir an susturdu. Lacivert bakışları kararmış, sarı dalgaların çevrelediği melek yüzü buz kesmişti. Çok tehlikeli, diye düşündü genç kadın istemsizce. Çok güzel…

Karnının hemen altındaki kasılmalar kadını öfkelendirdi. Rahatsız edici fakat tatlı kasılmaların ne anlama geldiğini biliyordu. Daha önce tatmamış fakat işitmişti. Tanımadığı hatta kimsenin tanımadığı bir adam karşısında zevkten kasılıyor olması dayanılmazdı.

Roxanne, adamın hafifçe öne çıktığını ve başını zarafetle eğdini gördü. Uzun kaslı bedenine bakıldığında zarafet ona yakıştıramayacağı bir kavramdı ama başka hiç kimsede durmadığı kadar güzel durmuştu üzerinde. Sanki Tanrı onu zarafetin bir simgesi olarak yaratmış ve dünyaya bırakmıştı.

Melez gözlerini yeniden gözleriyle buluştururken onu izledi. Eklemlerinin her harekeriyle canlanan rüzgarı hissedebiliyordu. Adamın görünmeyecek kadar soluk olan gülümsemesiyle yanaklarında beliren gamzeler nefesini kesti. Aynı anda ölümcül ve masum görünen hiçbir yaratıkla karşılaşmamıştı. Tanrı affetsin! Bunu istememişti bile.

“Bayan Dawkins.” diye mırıldadı Melez duyanların kanını ateşe verecek sesiyle. “Sizde, bana ait olan bir şey var.”


* * *

Aynı saatler...
Yeşil Diyar

LEON


Leon, gri gözlerini kısmış genç kadının kaderine karşı durup durmayacağını merakla bekleyen adamı izliyor, onu daha önce bu kadar dingin bir ruh haliyle görmediğini düşünüyordu. Madjid beş saniyede bir geçirdiği öfke nöbetleriyle ün salmış bir kahindi. Dinlenmek için bile olsa tahtına oturmaz, daima görevlerinin başında dikilirdi. Yanında yetişen genç kahinleri canından bezdirmek en büyük hobisiyken şimdi saatlerdir aynı pozisyonda kamp kurduğu tahtının üstünde, seçilmiş olanın sözlerini işitebilmek için hafifçe öne doğru eğilmişti. Leon, bütün bunların saçmalıktan başka bir şey olmadığını düşünse de sessizliğini korudu. Milyon yılını Madjid’i ikna etmeye çalışarak geçirmişti ve bugün elinde kaderle oynadığı oyunu kaybetmiş bir adamdan başka bir şey yoktu. Kadının, Melez’le bir şekilde biraraya geleceğini daha görülerin gelmeye başladığı ilk günden beri biliyordu. Zamanında Madjid’e uyup yollarını ayırmak için türlü numaralar çevirmiş, üzerinde yıllarca düşünüp uyguladıkları hiçbir plan işe yaramamıştı. Ne yaparlarsa yapsınlar onlar bir şekilde birbirlerini bulacak, ölümü beraber tadacaklardı. Yazılan, onlara sunulan buydu. Yazık ki seçilmiş olan ölmek için çok genç, çok güzeldi. Tanrı biliyor ya, Leon sayamadığı onca yıllık ömründe onun gibisine rastlamamıştı. Tanrı’nın onun ırkına her zaman cömert davrandığını biliyor, görüler kadının güzel yüzüyle dolmadan önce bunu pek de önemsemiyordu. Elçiler, Safkanlar’a en yakın ırklardan biriydi. Doğuştan gelen bir zarafete ve kusursuz güzelliklere sahip olmaları doğaldı. Onlar üzerlerinde Tanrı’nın ışığını taşır, son nefeslerini verdikleri ana kadar o ışıkla yaşarlardı. Işık onları besler, ruhlarını karanlıktan uzak tutardı. Oysa ki bu kadın ışığını henüz genç bir kızken kaybetmiş, onu bulmak adına en ufak bir hamlede bulunmamıştı. Karanlığın çevresinde kol gezdiğini göremiyor muydu?Karanlık onu almak için bekliyor, sinsice etrafında dolanıyordu. Bir Elçi’nin, üstelik onun kadar güçlü bir Elçi’nin yolunu kaybetmesi demek, sona biraz daha yaklaşmak demekti. Yaratılış amacını unutup özünü inkar etmeye başlayan insanoğlu yetmezmiş gibi bir de Tanrı’nın muhafızlarının yolunu şaşırmaya başlaması kıyameti tetikliyordu. Kıyamet yaklaştıkça iblisler insanların arasına karışıyor, insanlar onları uyuşturucu bağımlıları gibi düzenli aralıklarla ruhlarına çekiyorlardı. Kendini zehirlemekten zevk alan bir ırkın Tanrı’nın gözdesi olması ve hiçbir varlığın onlardan daha üstün bir kademede yer alamaması Leon’u bazen çıldırtıyordu. Tanrı’nın kararlarını sorguladığı için değil. Hayır, böyle bir şeyi aklından bile geçirmezdi. Yalnızca kendilerine bu denli değer verilen varlıkların bir an bile ne yaptıklarını sorgulamadan karanlığa kucak açmaları haksızlıktı. Aptallıktı.

“Gün geçtikçe bana benziyorsun Leon. Bu gidişle beni tahtımdan edeceksin.”

Leon kaşlarını çatıp yüzünde hiçbir duygu barındırmayan adama baktı. “Belki de doğrusu budur. Düzenin hüküm sürdüğü bir diyarda aklı başında bir kralı kim ister ki? Hadi hepimiz kafayı sıyırıp birilerinin kaderinde delikler açalım. Eğlencenin böylesi… ”

Madjid nadiren gözler önüne serdiği, Perilerin aklını başından alan gülümsemesini göstererek ayağa kalktı. “Sen sinirlenmezsin.” dedi her zamanki ukala tavrıyla. “Sen sesini bile yükseltmezsin Leon. Birileri kuyruğunla mı oynadı?”

Leon, öz kardeşinin vurdumduymazlığı karşısında homurdanırken taht odasının dışında küçük bir arbede yaşandı. Önce kapıda bekleyen koruyucuların dört bir yana savrulduğu, sonra da zemine yığıldıklarında çıkan ses duyuldu. Takiben odanın gümüşlerle işlenmiş olan kapısı bir hışımla sonana kadar aralanmış, Periler’in en gözde prenseslerinden biri gözlerindeki öfkeyi direkt olarak Kral’a yönlendirmişti. Anlaşılan Kral tatlı Marcia’nın kuyruğuyla da ilgilenmekten geri kalmıyordu. Leon, dudaklarını zorlayan gülümsemeyi bastırıp Madjid’in geceleri yatağından ayırmadığı kadına vereceği tepkiyi bekledi. Kral’ın zaten kendisi öfkenin vücut bulmuş haliyken bir de kadınının ortalığa fazladan sinir dağıtması çok ilginçti. Leon, ağabeyini bir Peri’yi sakinleştirmeye çalışırken hayal edemiyordu. Değil bir Peri, onu herhangi birine böyle bir ayrıcalık sunarken düşünemiyordu.

Tam tahmin ettiği gibi Kral gevşekçe yukarı kaldırdığı kaşlarının altından tehlikeli bir şekilde parlayan gözlerini kadının üzerinde gezindirip “Evet?” diye mırıldandı. Onu tanımayan biri bile sesindeki tehditkar tınıyı fark edebilirdi.

Marcia beline uzunan sarı saçlarını savurarak birkaç adım ilerledi. Hafifçe yutkunmuş, kısa bir an bile olsa gözlerini kaçırmıştı. Leon, onun fazlasıyla cesur olduğunu düşündü. Bu, Madjid’in karşısında bir kadının verebileceği en rahat tepkiydi.

“Fazladan bir oda hazırlanmış.” dedi buz mavisi iri gözlerini sonuna kadar açarak. “Oldukça hoş bir oda. Kim için olduğunu sorabilir miyim Lordum?”

Kral gülümsedi. Birçok kadının uğrunda ölüme sürükleneceği gözlerinin üzerindeki kaşlardan biri yukarı kalkarken elinin zarif bir hareketiyle kadının yaklaşmasını işaret etti. Marcia emre itaat edip Kral’ın iki adım ötesinde durduğunda Leon neler olabileceğini hesaplamaya çalışıyor, ağabeyinin kadına az da olsa değer veriyor olmasını diliyordu. Madjid kendisine hesap sorulmasından hoşlanmazdı. Kaldı ki üzerinde hiçbir söz hakkı olmayan bir Peri tarafından kendi sarayında sorguya çekilmesi olacak iş değildi.

“Gerçekten merak ediyor musun sevgili Marcia?” diye sordu Kral sadece.

Kadın başını hafifçe sallayıp özür dilemeye hazırlanırken Madjid’in bir erkeğe göre fazla zarif ve buyurgan olan parmakları dudaklarına dokundu. “Oda, çok özel biri için hazırlanıyor.” derken gülümsüyor, kadının bembeyaz elini hafifçe okşuyordu. “Benim olanı almaya gideceğim ve döndüğümde kalacak bir yere ihtiyacı olacak. Rahat etmesini istiyorum.”

Leon kadının bedenini sarsan keskin acının kokusunu aldığında dönüp ağabeyinin ifadesiz yüzüne baktı. İşte bunu hiç tahmin etmiyordu. Madjid’in kadını kendisi için istediğini düşünmemiş, böyle bir olasılığı bir an bile zihninde barındırmamıştı.

Nefes verip söyleyebileceği bir şeyler düşündü. Karşı çıkması, Kral’a nerede durması gerektiğini hatırlatması gerekiyordu. Onun bile sahip olamayacağı şeyler vardı ve bunların başını Russell’ın kızı Petra çekiyordu. Ölümlü dünyada ona verilen isimle Roxanne sahip olunmaması gerekenlerden biriydi. Leon onun doğduğu günü hatırlıyordu. O uğursuz gün, Safkanların; savaşın ortasına doğmuş ve annesi tarafından ölüme terk edilmiş bir bebeği sahiplendiklerini görmüştü. Onu dualarıyla sarmış, ışıklarıyla yıkamışlardı. Açıkça ölmesi gereken bir elçiyi aralarına almalarının iyi bir sebebi vardı. Kahinler, muhafızlar, elçiler ve yaratılmış diğer onlarca ırk gibi onlar da kehanetin gerçekleşmesi gerektiğine inanıyorlardı. Kehanet gerçekleşmeli, zamanı geldiğinde seçilmiş olan savaşmak için yerini almalıydı. Karanlığı zapt edebilmelerinin tek yolu buydu. Ölüler diyarının kapılarını aralayan melunları çıktıkları yere gönderebilecek biri varsa o da Petra’ydı. Kadın, zamanı gelmeden ruhunu teslim etmemeli, Azrail’le karşı karşıya gelmemeliydi. Aynı kadının bir adama bağlanması seçenekler arasında yer almıyordu. Tanrı korusun! Melez’in ne olduğunu kahinler bile tahmin edemiyorlardı. O adam şeytanın kendisi olabilirdi. Ruhların, karşılarında eğilip geri çekildikleri bir adama kapılıp giden bir Petra kimsenin işine yaramazdı. Bir araya geldiklerinde hakim olacakları gücün boyutları inanılmaz olacaktı. Leon, kadının kendine bir eş seçtiği taktirde olacakları gözünde canlandırdı. Yüce Tanrı, diye fısıldadı boşluğa. Kadının doğurma ihtimali olan çocukların akıbeti ne olur, onları kim korurdu? Üstelik dişi doğumdan sonra hayata tutunamazdı. Leon bunu biliyordu. Rahmine düşmesi yasaklanmış olan çocukları doğurmak kadını hasta eder, onu acılar içinde bu dünyadan göçmeye zorlardı. Bedeni çürümeye terk edilemeyecek kadar eşsizdi. Ağabeyinin kadını gerçekten sevmediğini görebiliyordu. O sadece kokuşmuş egosunu biraz daha göklere çıkaracak bir şeyler arıyordu.

Leon, doğdukları günden bu yana bir gün bile karşı çıkmadığı ağabeyinin yanından geçip giderken ardında bıraktıklarını düşünüyordu. Pek fazla bir şey olduğu söylenemezdi. Gerçek sevgiyi, anne babasıyla birlikte toprağa gömeli yüzyıllar olmuş, ağabeyinin soğuk, mesafeli sevgisine de hiç ihtiyaç duymamıştı. Bundan sonraki hayatını onsuz da geçirebilirdi. Yokluğunu bile hissetmeyecek bir adama bağlı kalması ne derece doğruydu? Madjid’in katı, taşlaşmış yüreğinde aradığı yerini şimdiye kadar bulamadıysa bundan sonra da bulamazdı.

Kapıdan çıkmadan önce geriye dönüp bakmadı. “Hoşçakal.” dedi sadece. Sırtını delip geçen bakışları hissedebiliyor, Tanrı şahit, bunu zerre umursamıyordu. Tarafını seçmişti. Geriye sadece kadının onu kabul edip etmeyeceği kalıyordu. Sorun olmayacağını düşündü. O kadında önüne geleni sevebilecek aptal bir yürek vardı.



Devam Edecek
Türkü Ş. Karaman


Çevrimdışı GM

  • *
  • 9
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Kanın Çocukları Serisi I.Kitap/ Kan Oyunu / 2.Bölüm Devam...
« Yanıtla #6 : 22 Eylül 2012, 16:28:39 »
Şimdi söyleyeceklerimin yorumunu "Fazla tembel, sıkıcı ve vurdumduymaz." olarak yapabilirsiniz. Eh, bunlara söyleyecek sözüm yok. Önce bunu belirteyim dedim.

Hikayenin -ya da söyle söyleyeyim biri bitmiş diğerinin kurgusu ve taslağı tamamlanmış serinin- kendine ait bir sayfası var zaten. Bütün gün peşimde kuyruk misali -fazla kıpırdayan bunaltıcı bir kuyruk- dolanan editörüm "Hikayeyi birkaç yerde yayınla, bir tarafların incinmez. Yazmak için yazıyor, zevk alıyorsun ve bundan keyif duyuyorsun biliyorum ama... Türkü'cüm, mantıklı olalım. Her hikayenin okunmaya ihtiyacı vardır." yorumları baskıyı otomatik olarak reddedip kolaya kaçan beyimi yiyip bitirmeden, zira ona ihtiyacım var, söylediklerine kulak asıyormuş gibi görünmek -evet tam olarak yaptığım bu- istedim. Denedim. Cidden denedim. Ama yok, her yere yetişmeye çalışmak ve olur olmadık zamanlarda sıkıntıya düşmek bana göre değil. Yeterince işle ilgileniyorum zaten. Hikayeyi öylece yayınlamaktan vazgeçip, ortada bırakmak da doğru gelmedi. Sayfaya girip, takipte olan okuyuculara haksızlık yapmak istemedim. Bu yüzden anlayışınıza sığınıp konuyla ilgilenemeyeceğimi belirtip sizden özür diliyorum. Ha, madem biliyordun uğraşamayacağını, ne diye en başından konu açma zahmetine girdin a yorgun insan, diye düşünen olursa bilsin ki o yorgun insanın şu sıralar başına ördüğü atkılarla hayli sıkıntısı var.

Kısaca -her zamanki gibi pek de kısa oldu- illa ben hikayeyi okumak istiyorum diyen varsa bana mesajla ulaşabilir. En azından e-postalarımı zorunlu olarak kontrol ediyorum. Oradan sayfamızın adresini size linkleyebilirim. -Mantıksız gibi değil mi? Evet bana da öyle geldi şimdi. Neyse-

Sanırım, bu kadar. Uzatmaya gerek yok. Sevgiler, saygılar.
Türkü Ş. Karaman