Kayıt Ol

Egreta ve Krallık

Çevrimdışı Acmert

  • **
  • 268
  • Rom: 24
    • Profili Görüntüle
Egreta ve Krallık
« : 27 Eylül 2012, 23:34:45 »
Bunu benim daha önceki yazdıklarımdan daha iyi bir şekilde yazdığımı düşünüyordum. Ancak elbette oldukça eksik var. Bu yüzden eğer eleştiri yapabilirseniz, hatalarımı anlamak için çabalayacağım. :)

Bu öykünün ilk bölümü ve henüz tamamlanmadı bile. Buna rağmen sabırsızlanıp göndermek istedim. 




Egreta ve Krallık

Ellerini önünde bağlayarak saygılı görünmeye çalıştı kolcu.

“Peki, neden senin gibi, düz bir kolcuya, kendi imkânlarımı verip, ordumda savaştırayım?” dedi karşısında oturan mağrur Kral. Sarı saçları gözlerinin önüne kadar geliyordu.

“Kendimi size sunuyorum lordum çünkü sizin ordunuzdaki hiçbir adam benimle düelloda karşılaşmak istemeyecektir. Sizin ordunuza en büyük desteği sağlayacağım.”

“Adın ne, kolcu?” dedi adam kendini beğenmiş bir tavırla.

“Acmert, efendim. Acmert Egreta.”

“Seni masama çağırıp beni ikna etmeni istedim, Acmert. Ve sen edemedin. Bana karşı, sanki benden bile daha üstünmüşsün gibi davranıyorsun. Benimle karşılaşmaya cesaret edebilir misin, Acmert?”

“Evet,” dedi Acmert. Bunu söyleyince geniş odadaki herkesten garip bir şaşkınlık nidası duyuldu. “Bu ülkedeki, bu ulustaki, bu diyardaki, bu dünyadaki herkesle karşılaşmaya cesaretim var, Kralım.”
Kral şaşkınlıkla kalakaldı. Bir kolcu, kendini tüm diyardan üstün görmüştü.

“Emin misin?” dedi adam. Ona inanmıyordu fakat eğer dediği doğruysa onunla karşılaşmak pek akıllıca olmazdı. Hayır, o sadece bir kolcu idi. Kendisi ise bir Kral. “Madem bu kadar iyi bir savaşçı, neden bu tahtta ben oturuyorum?” diye sordu kendi kendine.

“Evet, kralım.”

Adam ayağa kalktı. Bu adam asla onunla bir olamazdı. Eline baktı. Dışarıda ki derin soğuktan korunmak için taktığı eldiveni çıkarttı ve adamın önüne attı.

“Seni düelloya davet ediyorum, Egreta. Eğer kabul etmezsen, bu muhafızlar seni yakalayacak ve yarın sabah tüm halkımın önünde yakılacaksın. Kabul ediyor musun?”

“Kabul ediyorum,” dedi. Yıllardır aradığı fırsat buydu. Her şehre gitmişti ve hanlardan en kendini beğenmiş lord ve kralları sorup soruşturmuştu. Ve işte sonunda kendini göstermesini sağlayacak bir fırsattı. Ancak Kral’ı öldürdükten sonra kaçmak için bir fırsat yakalayabilir miydi, bilmiyordu.

“Eh, o zaman yarın görüşeceğiz, seni kendini beğenmiş pis kolcu!” dedi adam. Kendi kendini yenilmez olduğuna o kadar inandırmıştı ki. “Yarın, Egreta. Turnuva meydanında.”

Acmert reverans yapıp çıkmaya yeltenmişti ki, Kral ona bir kez daha seslendi.

“Eğer, beni mağlup edersen, Kolcu unvanından kurtulacaksın, Egreta. Sör Acmert Egreta diyecekler sana,” dedi adam ona sertçe. “Ama yenilirsen, sana türlü türlü işkenceler uygulayacağım. Gelecek hafta, diyarın en üstün şövalyeleri ve krallar bu masada oturup, seni parçalara ayıracaklar. Ve bunu sen canlıyken yapacaklar.”

Acmert ona boş gözlerle baktı. Ve tekrar reverans yapıp arkasını döndü, misafir odasının büyük kapısından dışarı çıkıp, kendine gece konaklayacak bir han bulmaya hazırlandı.

Şehir karla kaplıydı. Yarın karın erimesini umuyordu, eğer Kral’ı öldürecekse karda izini rahatça bulabilirlerdi.
Şehirde akşam olmuştu. Bu soğukta insanlar ya sıcacık yataklarında yatarak uyuyorlardı ya da bir handa içlerini ısıtmak için içiyorlardı. Egreta için han demek, hem bedenini koyduğunda yarının tüm kaygılarını tamamen yok edecek, sıcak bir yatak hem de içini ısıtacak bir şarap demekti.

Kalenin içinde han yoktu, bu yüzden kale kapısından atıyla yavaşça ayrıldı. Dışarıda bir ışık arıyordu ancak çoğu yer kapatılmıştı. Fakat bir han asla kapalı kalmazdı. Ve oradaydı işte. Yükselen Güneş yazıyordu hanın dışından hafif rüzgârın etkisiyle sallanan küçük tabelada. Etrafa ışık saçan bir yuvarlağın içine, yüz çizilmişti. “Ne kadar aptalca!” diye düşündü Acmert. Güneş gülümsemezdi. Güneş sadece Tanrının bir meleğiydi. Bizi cehennemin ateşini hatırlatmak için gönderilmiş bir melek.

İçeri girdi ve hanın hemen girişindeki büfede duran adama;
“Yatacak bir yer arıyorum, Hancı!” dedi. Sesini daha da yükselterek konuştu bu sefer. “Yarın Kralla bir düello yapacağım. Hepinizi izlemeye davet ediyorum! Kralınızın ölümü beni, bir şövalye yapacak!”
Adamın bu sözleri bütün gözleri ona çevirmişti. Ona garip bir şekilde baktılar. Ve yanındaki hancı yavaşça güldü.

Onun ardından da tüm Han ona kahkahalarla gülüyordu. Acmert onların üzerinde istediği etkiyi bırakabilmişti. Tekrardan hancıya döndü. “E, ne diyorsun?”

“Eh, sanırım bir yerimiz var komik bey. Üst katta sola dön ve en uçtaki odaya git. Kapının hemen dışında bir meşale vardır. Koridordaki ateşten tutuşturuverirsin. Hadi iyi geceler sana.”

“Birazdan sıcak bir şarabını içmeye geleceğim, ne uykusu!” dedi Acmert ve yukarı, eşyalarını koymaya gitti. Eşyalarından kastı iste, omzundaki eski bir bayrağa sarılmış elbiseleri, sırtındaki kalkanı ve kınındaki kılıcı idi.

Bayrağın hangi krala ya da lorda ait olduğunu bilmiyordu fakat çok uzaklardan olmalıydı. Onu da çok uzaklarda bulmuştu zaten.

Adamın dediği gibi yaptı ve handakilerin ilgisini kaybetmiş bir şekilde merdivenlerden üst kata çıktı. Koridordaki daha önceden yakılmış ateşe rağmen, meşaleyi bulmakta zorlandı. Bulduğunda ise en yakın ateşten yakıp girdi odasına.

Odada da her duvarda bir tane olmak üzere, dört tane ateş yakacağı vardı. Her bir yakacağa birkaç saniye tuttu ve odada meşaleye ihtiyacı kalmamıştı. Kapıdan tekrar dışarı çıktı ve meşaleyi aldığı yere koydu. Odaya tekrar girip kapıyı kapattı.

Üstündekileri çıkarttı ve gece uyurken giymek için satın aldığı elbiseleri giydi. Bunların ikisi de siyahtı. Ancak alt kıyafetinin arka tarafında hafif bir yırtık vardı. Ona bu halde satmaya çalışan tüccarı öldürmüştü ve oradaki muhafızlardan kaçarken zorda olsa bu gecelikleri almıştı.

Üstünü giymeyi tamamladığında yatağın üstündeki örtüyü kaldırdı ve oraya kalkanını ve diğer eşyalarını koydu. Kınındaki kılıcı ise belinden çıkartmamıştı. Tedbiri elden bırakmazdı.

Aşağı inerken dışarıdaki koridordaki ateşin sönmesi ona bir yerlere çarpıp çapmayacağını görmek için düzenlenmiş bir sınav gibi geldi. Sınavını başarıyla atlattı ve merdivenlerden aşağı indi.

Onun gidişinden beri hiçbir şey değişmemişti, Yükselen Güneş’te. Tekrar büfenin önüne geldi ve uzun sandalyelerden birine oturup hancıya seslendi.

“Bana bir kadeh şarap getir. Ama önce süt istiyorum. Yarın Kralla kapışacakken sarhoş bir halde serserinin tekinin kılıcını tadamam.”

“Gerçekten Kralla mı karşılaşacaksın?” dedi yanına ne zaman geldiğini anlayamadığı orta yaşlı bir adam. Yüzünde hafif bir çökmüşlük vardı. Yorgunluğu kehribar renkli gözlerinden anlaşılıyordu. Bunu sorduktan sonra keçisakalını yavaşça sıvazladı.

“Evet,” dedi Acmert. Adamı daha önce gördüğünü sanmıyordu.

“Ah, ne büyük aptaldır insanlar,” dedi adam üzgün bir ruh halini takınarak. “Bir Kralla karşılaşmak… Her genç askerin rüyasıdır bir kral katili olup adını tüm diyarlarda duyurmak. Ne büyük aptallıktır bu. Kralımız tüm halk tarafından sevilir. Eh, biraz kibirlidir. Aptaldır da. Seninle karşılaşmak istediğine göre.”

Acmert bu sözler üzerine sinirlenmişti. Adamın tipinde bir kusur bulmaya çalıştı.

“Sen de kim oluyorsun, pis herif?” dedi.

“Evet, bunu sorarsınız hep,” dedi adam gerilerek. Hancının adama bir bardak, ne olduğunu bilmediği bir içki getirdiğini gördü. “Ben Merlin. Kralın yardımcısıyım.”

Hancı konuşmanın başından beri ilk defa konuştu, Acmert ’e sütü ve şarabı verirken.

“Hizmetkârıyım desene şuna!” dedi babacan bir tavırla. “Gören de her şeyi senin sayende başarıyor sanır. Sen Kral Arthur’dan da kibirlisin.”

“Ondan herkes içinde böyle bahsetmemelisin, Johen,” dedi Merlin. “Camelot’ta her şeyi dinleyen binlerce kulak var! Ben bile bilmediğim hareketlerimi Arthur’un kulağına fısıldayanlardan öğreniyorum,” dedi ve Acmert’in garip bakışına cevap verme gereği duydu. “Arthur bana çok önem verir. Seni nasıl buldum sanıyordun?”

“Her neyse,” dedi Acmert. Önündeki sütü bitirmişti. Şimdi yavaşça sıcacık şarabı midesine indiriyordu.

“Buraya belki fikrini değiştirebilirim diye düşünerek geldim, Acmert,” Diyerek konuşmaya devam etti Merlin. “Bence bu gece Camelot ’u terk et. Ve bir daha gelme. Arthur gerektiği zaman kin de tutan biridir. Buna rağmen muhteşem bir şövalyedir. Seni tek eliyle paramparça eder. Kimsenin ölmesini istemiyorum.”

“İnsanlar gelecekleri için bedenlerini feda edebilirler, Merlin,” dedi Acmert. Her nasılsa bu orta yaşlı adama göre oldukça genç olmasına rağmen ona ismiyle hitap etmek istiyordu. “Ben de feda edecek olanlardanım.”

“Ah. Sanırım senin gibi genç birini durdurmak zor olacak. Ben de öyleydim. Arthur için o kadar şey yaptım, bunun sayesinde en güvendiği yardımcısıyım.”

“Sen onun hizmetkârısın Merlin!” dedi Hancı kahkaha atarak.

“Ama güveniyor, değil mi?” Merlin de gülüyordu şimdi. Acmert de bu içten insanlara karşı kendini gülmekten alıkoyamadı.

Daha sonra Acmert ayağa kalktı ve Merlin ‘e iyi geceler dileğinde bulundu. Hancıya da rahatsız edilmek istemediğini söyledi. Sonuçta yarın hayatının düellosuna çıkacaktı. Ancak Merlin onunla tekrar konuştu.

“Ne arıyorsun, Acmert?” dedi içtenlikle. Onun içinde, boşluk yaratmış bir şey; belki bir anı, belki bir özlem, belki de bir düşünce olduğunu tahmin edebiliyor gibiydi.

Acmert doğrudan kehribar rengi gözlerine baktı Merlin’in. “Rıhtım’ı,” dedi sadece Merlin’in duyabileceği şekilde mırıldanarak.

İkisini de arkasında bırakarak yola çıktı. Kafasında hafif uyuşukluk hissediyordu. Şarap etkisini gösteriyor olmalıydı. Üst kata çıktığında koridorun hala karanlık olduğunu fark etti ve duvarlardan el yordamıyla kapısını buldu.

Kapıyı açtı ve ışıkla tekrardan buluştu. Merhaba, dedi kendi kendine; sessizce. Yatağına doğru yürüdü. Üstündeki örtüyü kaldırdı ve önce kalkanı alarak yere bıraktı. Daha sonra kalkanın üzerine kıyafetleri koydu. Daha sonra eline yere bırakılmış, su dolu kabı aldı ve önce yatağın karşısındaki duvar, en son ise yatağın yanındaki duvar olmak üzere tüm ışıkları söndürdü.

Kınındaki kılıç hala belindeydi ve bu şekilde uykuya daldı.

Uyandı. Gözlerini açıp, pencereye doğru yürüdü. Perde niyetine takılmış iki tane uzun kumaş parçasını camların önünden çekti ve güneşin henüz yeni doğmakta olduğunu gördü. Buna rağmen uykusunu almıştı ve kendini dinç hissediyordu.

Üstündeki elbiseleri çıkarttı ve yerine önceki gün giydiği kıyafetleri giymeye hazırlandı. Ama onlardan önce üstüne gizli bir zırh giydi. Bu ağır bir zırh değildi, dışarıdan ise sadece iç çamaşırı sanılırdı.

Acmert hiç yanından ayırmadığı kılıcını kınından çıkarttı. Bu kıpkırmızı bir kılıçtı. Yakuttan yapılmıştı. Kendisine nasıl geldiğini bilmiyordu. Kendisini bile hatırlamıyordu aslında. Kendisini on yıl kadar önce bir mağarada bulmuştu. O zamanda üzerinde bu kılıç ve koyu yeşil kalkanı vardı. Kalkanın üzerinde bir mantikor resmi vardı.Ama hiçbir kitapta bulamamıştı bu sembolü.

Aklına takılan şey ise, kendisini bile hatırlayamamasına rağmen; okumayı, yazmayı, hatta ustaca kılıç kullanmayı bile biliyordu. Kendine güvenmesini sağlayan şeylerden biriydi bu. Bir başkası da fiziksel görünüşüydü.

Mağaradan çıkar çıkmaz kendini aramıştı. Bir mermer ustasının kapısında gördüğü ayna adı verilen cisimde, kendisini görmüştü. Kapkara saçları vardı. Kaşları da ona tamamen uyuyordu. Burnu hafif uzun ve hafifçe kalkıktı. Küçük dudakları ve yanakları vardı. Boyu ise uzundu ve fiziksel olarak bir aslanla dövüşebilecek kadar güçlüydü. Dövüşmüştü de.

Bugün ise gücünü tüm diyara kanıtlayacaktı. Dün gece karanlık olan koridora çıktı ve hızlıca merdivenlerden aşağı indi. Hancı da uyanmıştı ve bir masaya yiyecek diziyordu. Onu görünce gülümsedi.

“Ah, uyanmışsın! Sana inanmamıştım ancak Merlin’in her dediğine inanırım. Cesaretinden dolayı çok güzel bir kahvaltıyı hak ediyorsun!” dedi. Acmert buna gülümsedi.

“Teşekkür ederim Johen,” dedi adama. Ona çok çabuk ısınmıştı. Masaya doğru gitti ve bir sandalye çekerek oturdu. Masada Domuz etinden yapılmış sucuk, üstünden dumanlar tüten bir kahve, bir tabak bal ve üzerine baharat serpiştirilmiş bir lapa duruyordu. Bunlar onun iştahını açmaya yetmişti bile.

Her birinden bolca yedi Acmert ve en sonunda midesi dolmuştu. Birkaç saat içinde karnı boşalmaya başlayacaktı bu da onun en dinç olacağı zaman demekti.

Kahvaltısı bitince kalktı ve büfeye doğru yürüdü. İçeride birkaç adam vardı sadece ve onu izliyorlardı.

“Merhaba!” dedi onlara yüksekçe. Adamlar da ona başlarını yukarı aşağı sallayarak karşılık verdiler. Acmert arkasını döndü ve hancıyla konuşmaya başladı.

“Ben biraz talim alanına gitmeyi planlıyordum. Düello saatine kadar orada olacağım. Elbiselerimi de burada bırakacağım. Zarar görmemelerin sağlarsın umarım,” dedi. Aslında kıyafetlerine bir daha kavuşamayacağını biliyordu. Kral’ı öldürdükten sonra kaçacaksa, kıyafetlerine elveda demeliydi.

Dışarıda atı onu bekliyordu. Çok güzel bir at idi bu. Simsiyahtı fakat yelesi beyazdı. Defalarca kaçırılmaya çalışılmıştı fakat şuan hiçbiri bir ele sahip değildi.

Atının eyerinin Hancı tarafından hazırlanmış olduğunu tahmin etti. Ona teşekkür etmeyi düşündü fakat vakti yoktu. Atına bindi ve onu sürmeye başladı. Hızlıca sürdü. Çok daha hızlı… Kimse nereye gittiğini anlayamazdı bu şekilde çünkü. Takip edilemezdi.

Sonunda, adanın sonuna kadar sürdü. Otuz kadar dakikasını alan bu sürüş, sorunsuz geçmişti. Orada atıyla limana kadar geldi. Bir geminin yanına kadar geldi ve kaptanı olduğunu tahmin ettiği adamın yanına gitti.

“Merhaba,” dedi kaptana. Kaptanın sapsarı ve dağınık uzun saçları vardı. Koyu kahverengi gözleri ise Merlin’inkini hatırlatıyordu. Yorgun ve bıkkın…

“Ne istiyorsun?” dedi adam hızlıca.

“Bir gemi. Ne zamana yola çıkacaksınız?”

“Daha dur hele! Seni gemime alacağımı bile söylemedim yabancı! Saatine gelince. Güneşin tepede olduğu vakit gibi çıkarım.”

“Nereye gidecek bu gemi?”

“Arapların olduğu yere. Daha önce onları görmedim ama orada bir isyan çıkmış diyorlar. Eh, isyan asla iyi bir şey değildir.  Bir kral bize isyancıları bastırılması için silah götürmemizi söylüyor,” dedi ve konuşmanın en can alıcı noktalarından biriymiş gibi elini kaldırdı. “Adam peygamber olduğunu iddia ediyormuş! Kahretsin, ben İsa’ya bile inanmamıştım!”

“Eh, sanırım ben de geleceğim.  Kabul ediyor musun?”

“Ne kadar paran olduğuna bağlı… Bir altına asla hayır demem!” dedi ve kahkahalarla güldü. Acmert bu adamda Johen ve Merlin’in içtenliğini görememişti.

“Kabul ediyorum!” dedi Acmert. Ona, cebindeki keseden bir altın çıkarıp uzattı.

“Hey! Bu nerenin?” Altını dişleriyle kontrol etti. “Eh, gerçekse nereden olduğunun ne önemi var!”

“Pekâlâ,” dedi Acmert ve tekrar yola koyuldu. 

Acmert tekrar atına atladı. Yine aynı yolu kat edip, kaleye girdi. Turnuva alanında hazırlıklar yapılıyordu. Acmert oraya gitmeyecekti. Talim alanına gitmeliydi.

Oraya vardı ve bir saat kadar çalıştı. Artık düello için yapacak bir şeyi kalmamıştı. Kalenin diğer ucundaki talim alanından ayrılıp, Turnuva alanına atını sürmeye başladı. Halk da yavaş yavaş oraya gidiyordu. Bir kolcu ile bir Kral’ın düellosu az görülmüş bir şeydi.

Turnuva alanına vardığında hazırlıklar tamamlanmıştı. Kendisi için de arka tarafta bir çadır inşa edilmişti. İçine girdi ve çadırın zırhlarla dolu olduğunu gördü. Buradan sadece iki küçük bıçak alıp, pantolonunun ceplerine güvenle yerleştirdi.

Ve orada bir pelerin gördü. Yeşil bir kumaşın üzerine gümüş bir mantikor dikilmişti. Onu omuzlarına taktı. Aynaya baktı ve ne kadar görkemli olduğunu düşündü. Hâlbuki hiçbir zenginliğe sahip değildi.

Dışarıda alkışlar duyuldu. Acmert dövüşün başlamak üzere olduğunu düşündü. Bir adam tarafların kim olduğunu açıklıyordu. İlk olarak Acmert’i açıkladı adam.

Kuzey Camelot’un düşük mevkili;  fakat güçlü, kolcusu! Kendini Diyar’ın en iyi dövüşçüsü olarak tanıtıyor gururlu Kolcu! Karşınızda Kuzey’in Acmert Egreta’sı!

Adamın sözlerini bitirmesiyle çok düşük seviyeli bir alkış duyuldu.

Devamını kısa sürede göndereceğim...