Kayıt Ol

Gemileri Yakmak

Çevrimdışı cemaziyel

  • **
  • 100
  • Rom: 6
    • Profili Görüntüle
Gemileri Yakmak
« : 13 Ekim 2012, 23:19:31 »
GİRİŞ
8. asırda, Cebeli Tarık Boğazı’na ismini veren, Tarık bin Ziyad komutasındaki Endülüs Emevi ordusu İspanya kıyılarına ticaret gemileriyle çıkmış ve İspanyolların nereden geldiğini anlayamadıkları bu kavime karşı önlem almasına fırsat bırakmadan, korunaklı bir tepeye sur çekmiş. Sonra Komutan emrini vermiş: Gemileri yakın!

“Gemileri yakmak”, insanın başladığı yolda zayıflığına yenik düşüp vazgeçmesine olanak tanımamak için aldığı bir önlemdir. İşe yarar mı? diye soracak olursanız, Endülüs’te işe yaramış. Tarık bin Ziyad, gemilerini yaktıktan hemen sonra ordusuyla Kurtuba’ya ilerleyip burasını fethetmiş. Sonrasında ise İspanyol kralıyla çarpışıp ordusu sayıca daha az olmasına rağmen kazanmış. İspanyol kralının bu savaşta az sayıdaki askeriyle birlikte kaçtığı rivayet edilir. Belki arkada gemileri olsaydı kaçan taraf İspanyollar olmayacaktı. Onların yaşamak için tek umutları vardı; savaşmak. Dünya tarihinin geleceğini değiştireceklerini bilmeden savaştılar. Fethettikleri Kurtuba’yı kendi çağlarında bilimin zirvesi yapacaklarını bilmeden...

Kurtuba müslümanlarla tanıştıktan sonra bambaşka bir çehreye bürünmüştü. Endülüslü müslümanlar, başkent olarak seçtikleri şehirlerinin, doğudaki diğer müslüman kentlerinden aşağı kalmaması için her şeyi yapıyorlardı. Şehirde hamamlar, okullar, kütüphaneler, kısaca doğuda olup da Avrupa’da olmayan ne varsa inşa ediliyordu. İnsanlar, refah seviyesi hızla yükselmekte olan kente akın ettiler.

10. asıra gelindiğinde Kurtuba’nın nüfusu bir milyon kişiyi aşmıştı. Halifeliğini ilan eden Abdurrahman III, şehrin batı kesiminde, Morena Dağı’nın eteklerine yeni bir yerleşim yeri kurmaya karar verdi. “Medine’tüz-Zehra” ya da dilimizdeki karşılığıyla “Güzelliğin Şehri”... İnşası tamamlandığında adının karşılığını tam olarak veren şehir, dışarıdan bakıldığında sıra sıra görkemli sarayların bir araya getirilmesiyle oluşturulmuş gibiydi. Dışarıdan bakıldığında ihtişamıyla büyüleyen binalar, içlerine girince güzelliklerini kaybetmiyor; aksine Kurtuba’nın ünlü ustalarının elinden çıkmış sanat eserleri, saraylardan taşan hazineler, dışarıdan gelenleri masallar ülkesinde gezdiklerine inandırıyordu.

Zehra, anlattığımız özelliklerinin yanı sıra bilimin de şehri olmuştu. Öyle ki; yapımının üzerinden henüz bir asır bile geçmeden, çağın en büyük tıp bilginini yetiştirip kendi adıyla anılmasını sağlamıştı. Ebu Kasım El-Zehravi, yalnızca cerrah kimliğiyle yeni tedaviler ve ameliyat yöntemleri bulmakla kalmamış; mucit yönüyle de o güne kadar görülmemiş ameliyat aletleri üretmişti. Edindiği tecrübeleri yazdığı kitabı, El-Tasrif sayesinde ünü artık bütün dünyaya yayılmıştı. O dönemin gezgin müslüman öğrencileri de böyle bir dehadan icazet alabilmek için çok uzak diyarlardan Kurtuba’ya geliyorlardı.

Anlatacağım kişilerin hikayelerinin ne başı, ne de sonu bu şehirde geçmez. Fakat bence anlatmaya başlamak için en güzel şehir, Medine’tüz-Zehra’dır.
Ne evvel ne de ahir...

Çevrimdışı cemaziyel

  • **
  • 100
  • Rom: 6
    • Profili Görüntüle
Ynt: Gemileri Yakmak
« Yanıtla #1 : 15 Ekim 2012, 08:20:57 »
BASKIN

Zehra Medresesi’nin taş kemerleri, o gün özel bir olaya şahitlik ediyorlardı. Cerrahi alanında yeterliliklerini ıspatlamış olan talebeler, hocalarından icazet belgelerini almak üzere son hazırlıklarını yapmaktaydılar. Genelde bu özel günler bir tören havasında geçer, öğrencilerin aileleri ve yakınlarının da katılımıyla kalabalığın önünde takdim edilirdi belgeler. Hele bazen Halife’nin de katılması mümkündü; ki o zamanlarda halk da Halife’yi görebilmek için oraya kadar gelir, bir şenlik havasında geçerdi. Farklı alanlardaki hareketli törenlere alışık olan medrese, tıp alanındaki icazetler verilirken daha ağırbaşlı ve sade törenlere ev sahipliği ediyordu.

Hocaları, artık iyice yaşlandığından, çok fazla öğrenci kabul etmiyor; edilenlerin de pek az bir kısmı icazet alabiliyordu. İcazet belgesini o gün alacak olan beş öğrencinin hepsinin de uzak diyarlardan gelmiş olması yakınlarını da törene katılmaktan mahrum bırakmıştı. Orada olanlar yalnızca tören elbiselerini giyen yeni mezunlar ve onlara yardımcı olan diğer talebelerdi. Tören elbisesi başkasının yardımını gerektirecek kadar karmaşık bir elbise değildi aslında. Giyinenin artık alimlerin sınıfında olduğunu gösteren bir cübbe ve üzerinde düz bir levha bulunan bir başlıktan oluşan bir giysiydi bu. Yardım aldıkları konu, bu levhanın üzerine Kuran-ı Kerim’in düzgün şekilde yerleştirilmesiydi. O dönemin icazet törenlerinde yerleşmiş bir gelenekti bu. Öğrenciler hocalarının karşısına başlarının üzerinde kutsal kitabı taşıyarak gelirler ve belgelerini bu şekilde alırlardı. Bu sembolik hareketin manası onlar için, kafamızın içini sayısız bilgi ve kitapla doldurduk, şüphesiz kitapların en üstünü Kuran’dır, anlamını taşıyordu. 

Kutsal kitaplar yerlerine yerleştirildiğinde hocanın kapısının açıldığını duydular. Tatlı telaş sona ermiş şimdi herkes yerini almış El Zehravi’nin icazet belgelerini takdim etmesini beklemekteydi. Ebu Kasım Zehravi ağır adımlarla ayakta duran beş kişinin yanına kadar geldiğinde ortamda derin bir sessizlik hakimdi. Üzerinde toprak rengi bir cübbe ve öğrencilerinki gibi üzerinde kutsal kitabı taşıdığı bir başlık takıyordu. Beyaz sakallarının altından öğrencilerine bakarken gülümseyen dudakları seçilebiliyordu. Kalabalığın karşısına geçip önce daha yolun başında olan diğer öğrencilerine bir göz gezdirdi. Sonra konuşmasına başladı.

Henüz besmelesini yeni bitirmişken ortamın sükunetini bozan bir hadise gerçekleşti. Medresenin fildişi işlemeli, devasa, ahşap kapıları ardına kadar açıldı. İçeri hiç kimsenin beklemediği, çöl bedevisi gibi giyinmiş, yüzleri peçeyle örtülü, beş kişi girdi. En önden giren ufak tefekti. Her yerini örten kıyafetinden yalnızca sürme çekilmiş ela gözleri belli oluyordu. Adımları bir kedininki kadar zarif ve çevikti. Sol elinde tuttuğu yayında bir ok, atılmaya hazır bekliyordu; başka üç tanesi ise baş parmağı kirişte olan sağ elinin serçe parmağına sıkıştırılmış haldeydi.

Onun hemen arkasından içeri giren üç bedevinin silahları kınından çıkmamıştı. Ortada duran iri yarı olanı, kucağında kendileri gibi giyinmiş, hareketsiz bir başka bedeviyi taşıyordu. Heybetli adamın sırtında asılı haç biçimindeki devasa kılıcın sapı omzunun üzerinden görülüyordu. Diğer ikisi ise muhtemelen içeri girmek için saf dışı bıraktıkları, baygın haldeki muhafızları sürükleyip getirmişlerdi. Muhafızların bedenlerini yere bırakıp derhal kapının kanatlarına yüklendiler.

En arkada kalan bedevi, içeri girer girmez ardından kapanmış olan kapıya yöneldi. Ardından kapı kapanır kapanmaz kapının üstüne bakır bir plaka koydu. Daha sonra üzerinde taşıdığı bir keseden avucuna kırmızı renkli toprak döktü. Ağzında bazı kelimeler mırıldandıktan sonra peçesini aşağı sıyırıp, bu avcundaki toprağı kapıya doğru üfledi. İşlemin tamam olduğunu bir baş hareketiyle diğerlerine haber verince, kılıçlarını çoktan çekmiş olan iki kişi yere bıraktıkları muhafızları, uyanıp tehlike arz etmemeleri için, bağladılar. Elinde yayı olan, okun ucunu El-Zehravi’ye çevirip öğrencilerinin yanına geçmesi için hızlıca bir işaret yaptı. Kürsüde olan biteni şaşkın bir şekilde izleyen hoca silahlı grupla tartışmadan kendisinden istenileni yaptı. Şimdi artık herkesin yeri belliydi. Esir alanlar ve esir alınanlar...

Göz açıp kapanıncaya kadar gerçekleşen bu bir dizi olayı idrak etmeye çalışıyordu baskına uğrayanlar. Ülkenin başkentinde, Halife’nin arka bahçesinde böyle bir hadise olabileceğini rüyalarında görseler inanmazlardı. Bu beklenmedik tehdite karşı bir avuç talebenin kendilerini savunması beklenemezdi. Yapabilecekleri tek şey bir yardım gelmesini beklemek, yahut bedevilerin istediklerini verip gitmelerini sağlamaktı. İçerideki en tecrübeli ve yaşlı insan olan hocaları silahları kendilerine doğrultulmuş toplulukla konuşmaya karar verdi:

“Görüyorsunuz ki silah doğrulttuğunuz bu toplulukta kimsenin ne silahı vardır ne de size karşı koymaya niyeti. Muhafızlarımızı katletmediğinize göre niyetiniz can almak değil. Eğer getirdiğiniz dostunuz yaralıysa, buradakilerin hepsi hekimdir. Bırakın onunla ilgilenelim.”

Yaşlı adamın sözleri işe yaramıştı. Topluluk kılıçlarını kınına, oklarını sadağına koydu. artık konuşmanın zamanı gelmişti. Hareketsiz beden dikkatli bir şekilde hekim adaylarının gözetimine teslim edildi. Elinde yay tutan hariç hepsi yüzlerini kapatan peçeleri açtılar.  Ortaya çıkan manzara talebeleri hayrete düşürmüştü. Başından beri çöl bedevisi zannettikleri kişilerin değil bedevilikle, birbirleriyle bile alakaları yoktu.

İri yarı olanın sapsarı sakalları, peçe açılınca göğsüne kadar taşmıştı. Oradakilerin hiçbiri ömürlerinde bu kadar uzun bir adam görmemişlerdi. Masmavi gözlerinde ölümün soğukluğu, ifadesiz yüzünde oluşmuş yara izlerinde bir savaşçının geçmişi okunabiliyordu. Bu heybetli savaşçının sol yanında az evvel kapıyı kapatanlardan biri olan temiz yüzlü, genç bir delikanlı duruyordu. Esmer teni ve acem işi zarif kılıcı doğudan geldiğine işaret ediyordu. Kılıç tutuşundaki acemilik oradakilerin gözünden kaçmamıştı. Esir topluluğu karşısında otururken onların yüzüne bakamıyor olması bu adamı diğerlerinden farklı kılıyordu. Kapıyı kapatan diğer adam ise diğerlerine nazaran oldukça zayıf gözüken 30’larında bir adamdı. Grupta haç taşıyan tek üye oydu. Gözleri sürekli bir tehlike beklermiş gibi etrafını araştırıyordu. Son olarak içeri girip arkadaşlarının yanında yerini alan kişi ise koyu yeşil gözleri ve esmer teniyle içeridekilerin görür görmez tanıdığı bir millettendi. Bir Arap...

Kalabalıkta, yüzlerini açmış olanların hayreti sürerken, bir yandan da henüz yüzünü açmamış olan gizemli okçuya kaçamak meraklı bakışlar atılıyordu. Bu sırada iki genç hekim adayı başında bekledikleri şuursuz adamın başında korku dolu gözlerle birbirlerine bakıyorlardı. Getirilen kişi ölmüştü. Fakat silahlı adamlara bunu söyleyecek cesaretleri yoktu. İkisi de endişeli gözlerini hocalarına çevirdiler. Yaşlı hekim, öğrencilerinin gözlerinden neler olduğunu anlamıştı. Çevik adımlarla bulunduğu yerden hareketsiz yatan adamın yanına kadar geldi. Kısa süreli bir muayeneden sonra ziyaretçilere kötü haberi vermek üzere onlara döndü:

“Maalesef arkadaşınız için yapabileceğimiz bir şey kalmamış. Allah taksiratını affetsin.”

“Yapabileceğin şeyler olduğunu biliyoruz, büyücü! Onu sana bu yüzden getirdik!” Haçlı belirgin bir Ceneviz aksanıyla konuşuyordu Arapçayı.

“Büyücü mü? Ben büyücü değil, hekimim. İşim de ölüleri diriltmek değil, hastalara şifa vermektir. Size yanlış bilgi vermişler.”

Cenevizli cevap vermeye hazırlanırken daha fazla konuşmasına izin vermeden söze girdi Arap. “Bu cahilin kusuruna bakmayın efendim. İlimin her türlüsünü büyü sanır bunlar.” Aşağılanmış olan adam gözlerini kısarak sinsi bir bakış attıktn sonra arkasını döndü.

“Az evvel kapının önünde yaptıklarınızı düşünürsek böyle düşünmesi hiç de şaşırtıcı değil.” Diye cevap verdi, El Zehravi. Bu adama biraz şüpheci yaklaşıyordu.

“O küçük bir önlemdi efendim. Malumunuz tehlikeli bir işe giriştik. İçeri muhafızların doluşmasını istemeyiz.”

“Yine de bizden tam olarak ne istediğinizi anlayabilmiş değilim. Arkadaşınız için yapılabilecek hiçbir şey kalmadığını söyledim.”

“Ta Malaga’dan buraya hiçbir şey için at sürmedim ben!” bu haykırış bütün medrese duvarlarından yankılanmıştı adeta. Sarışın savaşçı bu sözleri haykırırken elini, sırtında asılı duran, neredeyse bir adam boyundaki iki tarafı keskin kılıcına götürmüştü. Fakat kılıcı çekmeden hemen önce yüzünü henüz açmamış olan gizemli okçuyla göz göze geldiğinde bu hareketinden vaz geçti. El Zehravi ekibin liderinin kim olduğunu bu olaydan sonra kesin olarak anlamıştı.

“O zaman bizden ne istediğinizi hanımefendiden öğrenmek isterim.”

Davetsiz misafirler, hocanın kimden bahsettiğini anlamış olsalar da öğrencileri hocalarının içeride bir kadının varlığından bahsetmesine bir anlam verememişti. Yüzü kapalı olan son bedevi bu sözlerden sonra yüzünü açtığında hocalarının sözleri bir anlama kavuşmuş fakat hayretleri iki kat artmıştı. Zira bu kez karşılarında 20 yaşlarında bir kız durmaktaydı. Öylesine güzel bir yüzü vardı ki; peçesini açtığında sanki medresenin içine bir güneş doğdu. Türlü mücevherlerle, işlemelerle bezenmiş duvarların hepsi sönük kaldı.

“Tebrikler!” dedi kız. “Bir kadınla karşı karşıya olduğunuzu bildiniz! Zaten dünyanın en iyi cerrahına da bu yakışırdı. Fakat neden maharetinizi bize yardım etmekte kullanmak istemiyorsunuz? Yoksa bizim eli kanlı haydutlar olduğumuzu mu düşünüyorsunuz?”

“Hanımefendi,” diye cevapladı El-Zehravi “Daha evvel de belirtmiş olduğum gibi ölülere şifa veremem.”

“Halbuki biz yapabileceğinizi duymuştuk. Hem de oldukça güvenilir kaynaklardan...”

“Kaynaklarınızın güvenilirliğini yeniden gözden geçirin.”

“Benim kaynaklarım asla yanılmazlar.” Arap bunu söylerken sol elini kimsenin olmadığı yere doğru sallamıştı.

Orada bulunanlar elin hareketini takip edince havada belirip kaybolan yüzler gördüklerini sandılar bir an. Fakat içlerini asıl ürperten şey, şekiller oluşup kaybolduğunda Arab’ın yüzündeki karanlık, sinsi gülümseme idi. Bu ufak hareketinden sonra kız tekrar sözü aldı:

“Lokman’ın sırrına vakıf olduğunuzu biliyoruz. Biz sadece hekim olarak bir hayat kurtarmanızı istiyoruz sizden. Gördüğünüz gibi hiçkimseye zarar vermiş de değiliz.”

“Bu istediğinizi yapmam mümkün değil. Ölüler diriltilemez.”

“Öyleyse sen kabul edene kadar buradaki herkesin tek tek boğazını keserim!” Cenevizli, bu sözleri söylerken kuşağından bir hançer çıkartarak ihtiyarın yanına kadar gelmişti. Boğazına dayanmış hançere ve adamın pis kokusuna rağmen El-Zehravi yerinden kımıldamadan dimdik duruyordu.

“Madem ölüleri diriltebildiğimi iddia ediyorsunuz, bu yaptığınız şey aptalca olmaz mı?”

“Büyücü! Zeki olduğunu sanıyorsun değil mi!” Cenevizli, sözlerinin ardından bir küfür savurduktan sonra hançeri onun boğazından çekip kalabalıktaki genç öğrencilerden birinin üzerine yürüdü. Saçlarından tutup kaldırdığı adamın boğazına dayamıştı bu kez.

“Hayır!” dedi kız, “Buraya kimseyi öldürmek için gelmedik. Öldürmeyeceğiz de; fakat insanların zor durumlarında işlerine yaramadıktan sonra böyle bir yerin ayakta kalmasının anlamı yok. Eğer bize yardım etmemekte direnirseniz buradan çıkarken bütün binayı yakacağız.”

Bu cümleler içeride bir kargaşaya sebep olmuştu. Öğrencilerin arasında bir uğultu başlamışken, hocalarının gözleri ise hiddetle büyümüş, yüzü kıpkırmızı olmuştu.

“Siz buna hiç kimseyi öldürmemek mi diyorsunuz?” Yaşlı adam kendisinden beklenmeyecek şekilde kükremişti.

“Buradaki bilgileri, kitapları yakmak; şimdi ve gelecekte yüzlerce, binlerce insanın hayatının kurtarılmasını engellemektir. Eğer böyle bir şey yaparsanız bir katilden daha aşağı bir varlık olursunuz!”

“Yalnız biz değil!” yaşlı adamın karşısında durup aynı şekilde karşılık vermişti genç kız. “Sadece bir insana hayatını geri vermek yerine, bahsettiğiniz o binlerce kişinin hayatını tehlikeye atan siz de en az bizim kadar suçlu olursunuz bu durumdan.”

El-Zehravi’nin yüzü kızın cevabından sonra kıpkırmızı kesilmişti. Artık herkes onun bu insanlara teslim olup istedikleri şeyi vereceğini düşünüyordu.

“Kitaplar yeniden yazılabilir. Binalar yeniden yapılabilir. Ne istiyorsanız onu yapın!”

Ebu Kasım El-Zehravi öğrencilerinin şaşkın bakışları arasında son sözlerini söyleyip daha önce oturtulmuş olduğu yere yeniden geçti. Umduklarını bulamayanlar sabırlarını kaybetmeye başlamış, bir şeyler yapması için genç kıza doğru bakıyorlardı. Kız gözlerini kısıp koca salonun ortasında oturmakta olan topluluğa baktıktan sonra yanındakilere etrafta ne kadar kitap varsa getirmeleri için emir verdi. Kalabalıkta birkaç hareketlenme olduysa da yeniden çekilmiş olan silahlar, kendini öldürmekten ziyade iyileştirmeye adamış olan bu insanlar üzerindeki sakinleştirici etkisini göstermişti.

Sarışın devin odalardan birinden bir kucak dolu kitapla çıkıp gelmesi birkaç saniye sürmüştü. Hemen arkasından ona yetişen denizci başka bir odadan iki düzine kadar parşömen toplamıştı. İkisi birlikte yüklendikleri bütün bilgileri getirip kalabalığın karşısına yığdılar. Diğer ikisi kitapların içerisinde dini bir kitap olup olmadığını kontrol ettikten sonra Begüm –kıza bu şekilde hitap ediyorlardı- emrini verdi:

“Kitapları yakın!”

Emri alan Arap yerdeki parşömenlerden bir tanesini eline alıp çene hizasına kaldırdıktan sonra uç kısmına dikkatlice bakmaya başladı. Ağzından kısık sesle birkaç sözcük mırıldandı. Sözcükler bittiğinde etraftakiler hayretle parşömenin köşesinde küçük bir kıvılcımın belirdiğine şahit oldu. Büyücü fazla vakit kaybetmeden kıvılcımı sıcak nefesiyle buluşturduğunda ateş iyice canlandı. Kalabalığın bu gösterinin hiçbir anını kaçırmasını istemiyor gibi yavaş yavaş yapmıştı tüm bunları. Elinde alev alan parşömeni biraz çevirip yerdeki diğer parşömenlere doğru uzattığında kalabalıktan birisi haykırıp ortaya atıldı.

“Durun! İstediğiniz bilgi bendedir. Daha fazla zarar vermeyin!”
...
Ne evvel ne de ahir...

Çevrimdışı Galaxie

  • **
  • 375
  • Rom: 17
    • Profili Görüntüle
Ynt: Gemileri Yakmak
« Yanıtla #2 : 17 Ekim 2012, 23:08:01 »
Evet! Bu hikayenin giriş bölümünü okuduktan sonra devamını çok merak etmiştim. Neyse ki hemen gelmiş, çok sevindim.

Başta çok vaktim olmadığı için uzunluğuna bakıp yüzümü buruşturduğum ancak bir başlayınca nasıl bittiğini anlamadığım, birdenbire sonuna geliverdiğim bir bölümdü. O kadar içindeydim ki öykünün, bir baktım sayfanın en altına gelmişim farketmeden. Çok ufak teklemeler, düşük veya anlatım bozukluğu içeren cümleler vardı arada (çok nadir) ama genel olarak çok akıcı, ölçülü, güzel bir dili vardı. Sanırım bugüne kadar senin sadece bir (emin değilim) öykünü okudum ama kimin yazdığını bilmesem herhalde bitirince "cemaziyel bu!" derdim.

Ellerine sağlık. Çok çok beğendim. Devamı için sabırsızlanıyorum.

Çevrimdışı cemaziyel

  • **
  • 100
  • Rom: 6
    • Profili Görüntüle
Ynt: Gemileri Yakmak
« Yanıtla #3 : 18 Ekim 2012, 13:58:08 »
Teşekkür ederim. Senden duymuş olmak hayli güzel :) Aslında seçkide de yazıyorum orada da okumuş olduğunu sanıyorum fakat bir türlü takma isim yazdırmayı başaramadım oraya :D
Anlatım bozuklukları için birkaç kez daha okuyorum. Fakat yazdığım şeyi okumak sonunu bildiğimden sıkıcı mı oluyor nedir görmek zor oluyor bunları.
Devamını yazmaktayım. ara ara paylaşacağım. Tekrar teşekkürler :)
not: senin hikayelerin de devamını beklemekteyim...
Ne evvel ne de ahir...

Çevrimdışı cemaziyel

  • **
  • 100
  • Rom: 6
    • Profili Görüntüle
Ynt: Gemileri Yakmak
« Yanıtla #4 : 20 Ekim 2012, 21:26:20 »
HEKİM

Feryatlarla kafasındaki garip görünüşlü başlığı bile çıkarmadan ortaya atılan genç adam, Büyücü’nün elindeki tutuşmuş parşömeni yakalamak üzere ona doğru hamle yaptı. Fakat koca göbeğine bakmadan bu çeviklik gerektiren hareketi denemesinin sonucu olarak kendi cübbesine takılarak Arab’ın üzerine uçtu. Bu koca burunlu, şişman ve koyu tenli adam, Arap’la birlikte yerde yuvarlanırken kafasındaki kutsal kitabın düşmemesi için uğraş veriyordu. Nihayet ayağa kalkabildiğinde ilk yaptığı şey, çevresinde kendisine doğrultulmuş keskin bakışlara aldırmadan, yarısından fazlası yanmış olan parşömeni kurtarmaya çalışmak oldu. Çıplak elleriyle alevlerin olduğu kısma vuruyor, acıyı hissettiğinde geri çekilip nefesiyle ellerini serinlettikten sonra yeniden alevlerle savaşıyordu. Bir hayli uğraştıktan sonra yangını söndürmeyi başarmıştı. Fakat geriye kalan parça ancak iki satırlık bir bölümdü.

“...işte böylelikle sırça muhafaza içerisinde bulunan altından sicim, etrafına ziyalar saçar...”

Gözleri yaşlı elinde kalan iki satırı incelerken, yitip giden kelimelerin katilinin yerden kalkmış olduğunu farketmedi. Kimsenin beklemediği bu cesareti  belki de birazdan canına mal olacaktı. Fakat o kendi canından ziyade elindeki bilgi kırıntısına üzülüyordu. Kimbilir bir daha ne zaman yazılacaktı bu bilgi tarihin sayfalarına. Kararlıydı; izin vermeyecekti. Bir tanesini kaybetmiş olabilirdi ama diğerlerinin zarar görmesine asla izin vermeyecekti. Bu barbarların, bu beynelmilel suç şebekesinin buradaki kıymetli hazineyi yok etmesine müsade etmeyecekti. O an kendisine hiddetli gözlerle bakmakta olan hocasının yüz ifadesine aldırmayarak bu adamlara boyun eğecekti.

Üzerindeki tozları temizleyip hiddetle belindeki şemşire uzanan büyücü, yerde oturan hakiki bedevinin yanına kadar geldiğinde Begüm’le göz göze geldi. Genç kız bir anlık hiddetin tek şansları olan bu hekime zarar vermesine izin veremezdi. Geri kalan kalabalığın odalara kilitlenmesini emrettikten sonra gelip Hekim’in yanına oturdu.

“O’na yardım edecek misin?”

Soruyu soran, sanki emrinde azılı haydutları olan vicdansız bir haydut değildi. Sanki az evvel kitapları yakma emri veren kız değildi o. Çaresiz bir genç kız soruyordu bu soruyu. Gözlerinde masumiyet vardı. Hekim’in hayatında gördüğü en güzel gözlerdi bunlar. Çok fazla kadınla karşılaşma ihtimali olmamış olsa da şimdiye kadar gördüğü en güzel kadınla karşı karşıya olduğunu düşünüyordu. Ela gözlerine baktığında az evvel yaptığı kötülüğü unutup ‘evet’ demek istedi. Büyülenmiş gibiydi. Sonra kendi çirkinliğini hatırlayıp hırçınlaştı Hekim.

“İlime değer vermeyen cahillere yardım etmek istemesem de buradaki eserleri korumak için başka seçeneğim olduğunu sanmıyorum.”

“Biz ilme değer vermiyor değiliz. Yalnızca insan hayatına daha fazla değer veriyoruz.”

“Ne demek bu? Elbette biz de insan hayatına değer veriyoruz! Bir hekimle konuştuğunuzu unutmayın!”

“Bir hekim evet. Eline bir hayat kurtarma fırsatı geçtiğinde imkanları dahilindeyken bunu yapmak istemeyen bir hekim...”

“Sizin istediğiniz şey bir hayatı kurtarmak değil! Bir hayatı geri vermek. Bunun Allah’a şirk koşmak olabileceğinin farkında değil misiniz? Ama ben kime laf anlatıyorum ki... siz değil miydiniz yasaklanmış büyülerle kapıları mühürleyen, siz değil miydiniz insan hayatına kast eden?”

“Şimdi de dinsizlikle itham ediliyoruz! Madem bu kadar günah olduğunun farkındaydınız, neden bu sırrı açığa çıkardınız?”

Hekim bu soruya cevap vermektense susmayı tercih etmişti. Sırra vakıf olduğunu onlara açıklamıştı ve arkadaşlarını iyileştirmek için onlara yardım etmekten başka bir çaresi olmadığının farkındaydı. Elindeki yanmış parşömeni özenle katlayıp cebine koydu. Ayağa kalkıp bulundukları salona toplanmış olan haydutlara baktı. Birbirinden bu kadar farklı insanların nasıl olup da bir araya toplandığını merak ediyordu. Onları bir araya getiren önemli bir şey olmalıydı.

“Pekala. Size yardım edeceğim fakat tek bir şartım olacak.” dedi. Kalabalık merakla onun şartının ne olduğunu söylemesini beklerken Arap, yerdeki parşömenlerden birini daha eline alıp elinde çevirmeye başladı. “Hepinizin hikayelerini tek tek öğrenmek istiyorum. İsimleriniz nedir? Nereden geldiniz? Burada ne yapıyorsunuz? Nereye gidiyorsunuz?”

“Bizler birbirimizin adını bilmeyiz. Nasıl çağırıldığımızın, nereden geldiğimizin bir önemi yoktur. Bu yüzden bunları seninle de paylaşacak değiliz. Şimdi istediğimizi yapacak mısın, yapmayacak mısın?” bunları söylerken daha önce de neler yapabildiğini göstermiş olan büyücü, ara sıra ağzından duman üfleyerek elindeki parşömeni alaycı bir şekilde çevirmeye devam ediyordu.

“İstediğinizi yapacağım. Bunun için hayatımı ortaya koydum. Eğer arkadaşınız yaşamazsa beni öldürebilirsiniz. Fakat bunu yaparken bir köle gibi sorgusuzca yapmak istemiyorum. Kimlere yardım ettiğimi bilmek istiyorum.”

“Pekala, dediğin gibi olsun! Önemli olan O’nun yaşaması. Sen O’nu geri getirmek için çalışmalara başla. Bizler de sana hikayelerimizi anlatmak istediğimiz kadarıyla anlatacağız.” Begüm yine son sözü söylemişti. Grubun diğer üyeleri ölü arkadaşlarının hayatları söz konusu olduğundan Begüm’ün bu bedeviye gösterdiği anlayış için bir şey diyemiyorlardı.

“Öyleyse ben gerekli tüm hazırlıkları tamamladıktan sonra ilk hikayeyi dinlemek isterim. Hikayeden sonra arkadaşınızla ilgileneceğim.” Hekim neşelenmişti.

“Hayır! Önce onun için yaptıklarının işe yaradığına emin olmalıyız.”

“Ben hazırlıklarımı tamamladıktan sonra yine de Güneş saatini beklemek zorundayız. Bu vakti değerlendirmek istiyorum yalnızca. Ne demek istediğimi büyücü arkadaşınız da oldukça iyi bilir.” Emin olmak için Arab’a dönüp bakan ekip, onun isteksiz onayını gördükten sonra cesedi hekimin söylediği yere alıp hazırlıkların tamamlanmasını beklemeye başladılar.
Ne evvel ne de ahir...

Çevrimdışı cemaziyel

  • **
  • 100
  • Rom: 6
    • Profili Görüntüle
Ynt: Gemileri Yakmak
« Yanıtla #5 : 25 Ekim 2012, 22:18:27 »
VİKİNG

“Şimdiye kadar söylediğiniz herşeye katlandım. Fakat bu Arab’ı eğlendirmek için masal falan anlatmayacağım.” Koca kılıcını kucağına yatırmış bileyilerken oldukça umursamaz gözüküyordu dev viking. Gruba son katılan dolayısıyla en az şey bilen kişi olarak önce onun hikayesini anlatmasına karar verilmişti.

“Öncelikle ben Arap değilim. Berberiyim. Afrika’nın kuzey-batısı...”

“Hangi milletten olduğun umrumda değil Arap.” Sözünü kestiği hekimin yüzüne bakma ihtiyacı bile hissetmemişti. Sadece kılıcıyla ilgileniyordu.

“Neden anlatmak istemiyorsun? Yani eğer çocukluğunda yaşadığın kötü anıların varsa bunları anlatmayabilirsin. Yalnızca kimlere yardım ettiğimi bilmek istiyorum. Bir de Arapça’yı nereden öğrendiğini. Ha bir de...”

Kuzeyli, Hekimin konuşması sürüp giderken dikkatini elindeki taştan çekip, buz mavisi gözleriyle hekime kısa süreli bir bakış atmıştı. Hekimin rengini değiştirmek için yeterliydi bu bakış. Hayatında karşılaştığı en korkunç adamla böyle pervasızca konuştuğuna pişmandı. Yutkunduktan sonra söylediklerini  geri alabilecek bir başka cümle düşündü fakat bu bakışların baskısı altında mantıklı düşünebilmesi mümkün değildi.

“Demek çocukluğumda yaşadığım kötü anıları anlatmasam olur.” Sarışın dev bu cümleden sonra yarım bıraktığı işine geri döndü ve anlatmaya başladı. “Bak! Ben hayatımda hiç kimsenin benimle bu şekilde konuşmasına izin vermedim. Senin istediğin gibi sana kendi hikayemi anlatacağım. Fakat bunu sen istediğin için yapmayacağım. Bunu senin gibi bir aptalın nasıl olsa bu işi batıracağından emin olduğum için; bunun sonucunda geri dönüş yolunda şarabımı senin kafa tasından içeceğim için ve de hiç kimseye benden duyduklarını anlatabilme şansını bulamayacağın için yapacağım. Bu yüzden iyi dinle. Belki de hayatında dinleyeceğin son hikayeyi anlatıyor olabilirim.

“Sana adımı söylemeyeceğim. Bana adamlarımın dediği gibi ‘Drakkar’ diyebilirsin. Sana bunun ne anlama geldiğini de söylemeyeceğim. Ben kuzey denizlerinden geldim. Benim geldiğim topraklarda sizin burada şikayet ettiğiniz sıcaklar olmaz. Size her gün görünüp,  derilerinizi kavurup karartan güneş, bizi yılın belli zamanları aylarca terk eder. Doğduğum topraklar, tanrılar, kar, gündüz ve gece... bunları yağmaladığım kentlerde elde ettiğim ganimetlere anlatmaya çalıştığım geceler oldu. Hiçbiri bunları anlayamadı. Bu yüzden artık nafile cümleler kurmak istemiyorum.

“Ben bir Viking’im. Benim babam da bir Viking’di, O’nun babası da ve onun babası da... Ne diyordun sen? Çocukluğum... Sana bunu da anlatmayacağım. Şu an yapabildiğim şeyleri öğrenmekle geçtiğini söylemem yeterli olur. Denizcilik, demircilik ve savaş...

“Hayatımın büyük çoğunluğu denizlerde geçti. Odin şahidimdir, Kuzey denizlerini avucumun içi gibi bilirim. Batı adalarında yağmalamadık liman kasabası bırakmadım. Jearl benim başarılarımı gördü. Beni sofrasında onurlandırdı ve beni uzak diyarlarda viking kanının dolaşacağı yeni topraklar bulmak için görevlendirdi. ‘Evlat!’ dedi, ‘Eğer Njord’dan başka Valhalla’yı bulabilecek biri daha varsa, bu sen olmalısın. Bir gemi al, birkaç da adam ve bize yeni ufuklar göster.’ Böyle söylemişti bizim ihtiyar. Ve ben de onun dediklerini yaptım.

“Önce batıya, oradan daha batıya, sonra en batıya gittim. Orada muhteşem topraklar buldum. Güneşin her gün doğup battığı, ağaçların kök saldığı, nehirlerin beslediği topraklar. Sanki daha önce hiçbir insan ayak basmamış gibiydi. Geri dönüp bulduklarımı Jearl’e anlatmak için sabırsızlanıyordum. Döndüğümde henüz gideli bir kaç yıl olmasına rağmen hiçbir şeyi eskisi gibi bulamamıştım. Yaşlı dostumu ölmüş buldum. Lanet bir köle tarafından öldürülmüştü. Topraklarımda yeni bir kral, o kendini böyle görüyordu, hüküm sürüyordu. Bu şerefsiz atalarının tanrılarına yüz çevirmiş ve güneylilerin dinlerini benimsemişti. Tanrılarıma hakaret ettiği yetmiyormuş gibi bana keşfettiğim toprakları görmek istediğini söyledi. Ben de ona kendisine rehberlik edeceğim tek yolun Hel olduğunu söyledim. Çıldırdı.

“Bu yaptığım hareketle bir daha asla doğduğum topraklara geri dönemeyeceğimi garantilemiştim. Nasıl diyorsunuz? ‘Gemileri yakmak’ evet. Doğru tabir tam olarak bu. Benimle gelebilecek yaklaşık 60 adamımla gemime atlayıp kuzey topraklarını bir daha dönmemek üzere terk ettim. Nereye gideceğimizi bilmeden kürek çektik. Ben yaşlı dostuma verdiğim sözü tutmaya devam etmeye karar verdim. Yeni yerler keşfetmeye  devam edecektim.

“Güney denizlerine inmeye karar verdik. Batıya gitmek bize hiçbir şey kazandırmıyordu. Güneyde ise yolumuzun üstünde muhakkak yağmalanmayı bekleyen kasabalar ve ticaret gemileri olacaktı. Oldu da... Thor’a adaklarımızı sunup Kuzeyi terk ettikten sonra aylarca seyahat ettik. Altınlar, gümüşler, kadınlar ve daha nice sayısız ganimet. Artık zengin fakat vatansız vikinglerdik.

“Bizler ülkelerimizden kovulmuştuk. Bunu unutmak için her gece sarhoş olana kadar içiyor, her sabah yeniden huzursuz bir güne uyanıyorduk. Sarhoşken hayat eğlence içinde geçiyordu ama ayıldığımızda geçirdiğimiz her gün bize sanki bir yıl geçmiş gibi geliyordu. Daha önce dediğim gibi benim doğduğum topraklarda güneşin doğuşunu aylarca bekleyebilirsiniz fakat geldiğinde sizi kolay kolay terk etmeyeceğini de bilirsiniz. Ben ve adamlarım başlarda bunu biliyorduk. Sonraları bunu bilenlerin sayısı gittikçe azalmaya başladı.

“Yola çıktıktan sonra kaybettiğim adamlarım oldu. Fakat onların yerini daha fazlası doldurdu. Bir gemiyi hareket ettirmek için çok fazla insana ihtiyacınız vardır. Bu yüzden durduğumuz bazı limanlarda kanı hızlı akan maceracıları gemiye almaya başladık. Britonlar, franklar, cenevizliler, venedikliler, araplar... bir çok milletten bir çok insan. Bu altın ve macera peşinde koşan serseriler, kuzeylilerin yerini asla dolduramazdı elbette. Başlarda girdiğimiz hiçbir savaşı kaybetmeyen bizler, az kalsın basit bir ticaret gemisinden fırlayan beş kişiye rezil olacak hale gelmiştik; ki bunlardan birisi kadındı.

“Evet! Onlardan bahsediyorum. Bu adamlar Akdeniz’de Roma’nın güneyindeki Arap adasının açıklarında çıktılar karşımıza. Ceneviz bayrağı taşıyan küçük bir gemileri vardı. Ne kadar da kolay gözükmüşlerdi. Yapmamız gereken şey, bordalamak, karşı taraftakileri öldürüp kazançlarımızı bizim gemiye taşımaktı. Derhal küreklere asılma emrini verdim. İyice yaklaştığımızda sancak tarafından halatları attık. Sonra köprüleri...

“Öbür gemidekilerin hali hiç iyi gözükmüyordu. Tayfalarla birlikte 30 kişi bile değildi gemidekiler. Benimse yaklaşık 100 adamım vardı. Bir anda geminin iskele tarafından yağmur gibi yağmaya başladık. Burada önümüze basit tayfalar çıktı. Savaşçı bile değillerdi. Gemiye atlar atlamaz karşıma çıkan bir tanesinin kafasını uçurmuştum bile. Bir diğerinin de gövdesinde boydan boya bir yarık açtım. Herkesin durumunun benim kadar iyi olduğunu düşünüyordum. Hemen yanımda Bir tayfanın omzunu çekiciyle un ufak eden Eirik’in suratına bir ok saplanana kadar da böyle düşünmeye devam ettim. Etrafıma göz gezdirdiğimde aslında kötü durumda olanın biz olduğumuzu anladım. Bu kadar kısa süre olmasına rağmen adamlarımın yarısı yerde yatıyordu. Bir şeyleri yanlış hesaplamıştım. Kafamı kaldırdığımda onları gördüm. Sancak tarafındaki iki okçu ellerindeki daha önce hiç görmediğim garip görünüşlü yaylarıyla bizi ok yağmuruna tutmuştu. İki kişiydiler ama sanki önümüzde bir okçu birliği var gibi gözüküyordu. Bir başka adam oturmuş elindeki kitaplardan birşeyler okuyordu. Diğer ikisi ise okçuların önünde kılıçlarıyla onları koruyor gibiydiler.

“Adamlarıma derhal o tarafa saldırmalarını emrettim. Daha koşarlarken yere devriliyorlardı. Tam o noktaya geldiklerinde ortada bir sebep yokken geminin sadece onların olduğu kısmı yanmaya başladı. Alevlerin onları öldüreceğini zannederken aslında onları koruduğu gördüm. Etraflarında alevden bir kalkan vardı ve daha da kötüsü artık alevli oklar atıyorlardı.

“Üzerinde olduğumuz gemi cayır cayır yanıyordu. Bizim için oradan çıkmak için çok geçti. Tayfaların hepsini öldürmüştük fakat alev duvarının arkasındakilere ulaşamıyorduk. Oklardan korunmak için yerdeki cesetlerden birinin kalkanını elime aldım. Artık iyice sinirlenmeye başlamıştım. Dikkatlerini diğer taraftaki adamlara topladıkları bir anda elimdeki kalkanı alevlerin içindeki adamlara doğru fırlattım. Kalkan alevlerin arasında kaybolduktan hemen sonra bir kadın çığlığı duydum. Başarılı bir atış olduğunun kanıtıydı bu. Hatta başarılı bir atıştan fazlası. Alevler ortaya çıktıkları gibi yavaşça ortadan kayboluyordu. Yangın tamamen söndüğünde dört kişinin savaşmayı bırakmış, yerde yatan bir kişinin etrafında toplandığını görmüştük.

“Adamlarım zafer çığlıklarıyla birlikte benim adımı haykırıyordu. Fakat ben bu manzaradan hiç hoşlanmamıştım. Dört kişiyi öldürecek ya da esir alacaktım; ki ben esir almaktan nefret ederim. Zaten yeteri kadar beslemem gereken mürettebat varken bir de bu işe yaramaz insanları neden besleyecektim ki. Fakat bunlar farklıydı. Akıllı savaşçılardı ve en azından kime yenildiklerini görmek haklarıydı. Onlarla konuşmaya karar verdim.”

“Bu kadar yeterli dev dostum. Söz verdiğin saat gelmek üzere Hekim. Şimdi hünerini gösterme zamanı.” dedi Büyücü, dışarıyı seyrettiği devasa kemerli pencerenin önünden kafasını çevirerek. Hekim bu cümleyi duyduğunda sanki uykusundan uyandırılmış gibi afallamıştı. Bir an için nerede olduğunu unutmuş gibiydi ve hikayenin devamını merak ediyordu.

“Ama en heyecanlı yeriydi. Ne konuştuklarını da dinlesem olmaz mı?” Belki güzel bir kadın olsaydı, alt dudağını sarkıtarak küçük bir çocuk gibi istediği bu izin işe yarayabilirdi. Fakat kocaman dudakları olan çirkin bir adamda bu tavır gerçekten çok yakışıksız bir hal alıyordu. Bu yüzden hiçkimse ona acımadı.

“Biz sözümüzü yerine getirdik. Bahsettiğiniz saat geldiğine göre şimdi sıra sizin sözünüzü yerine getirmenizde.” Begüm son sözü söyledikten sonra hikayenin devamını dinleyemeyeceğini anlayıp cenazenin başındaki görevine döndü.
Ne evvel ne de ahir...

Çevrimdışı cemaziyel

  • **
  • 100
  • Rom: 6
    • Profili Görüntüle
Ynt: Gemileri Yakmak
« Yanıtla #6 : 31 Ekim 2012, 18:41:14 »
UYANIŞ

“Şimdi benim uzmanlık alanımda olduğumuza göre lütfen herkes söylediklerimi itiraz etmeden yapsın. Güneş saatinin sona ermesine çok vaktimiz yok.” Etrafındakilerin kendisine itiraz etmediğine emin olan Hekim, sözlerine devam etti, “Öncelikle siz ikinizi cesedin yakınlarında görmek istemiyorum.”

Zaten yerinden hiç kıpırdamamış olan Drakkar, bu sözlerden sonra pencerelerden bir tanesinin yanına geçip etrafı gözlemeye başladı. Sözlerin hedefindeki diğer kişi olan Cenevizli, dindar bir adam olarak kafirlerin bu şeytani törenine seyirci olmayacağına sevinmişti. O da bir başka penceredeki yerini aldı.

“Şimdi söyle bakalım dostum, okumayı biliyor musun?” Hekim bu soruyu Fars olduğuna inandığı kişiye bilerek ‘dost’ kelimesini kullanarak sormuştu.

“Evet.”

“Güzel. Öyleyse bu büyücünün de buralarda dolaşmaması iyi olacak.” Bütün bu süreç boyunca başının üzerinden indirmediği Kuran’ı böylece başlığın üzerinden çözerek ona verdi.

“Nasıl? Bana burada ihtiyacın olmayacağını mı söylüyorsun?” Orada bulunmayacak olmak Arab’ı oldukça sinirlendirmişti. Yeşil gözlerinin etrafında kırmızı hareler oluşmuştu.

“Burada şeytana ihtiyaç yok.” Hekim, ondan korkmadığını belirtmek için doğrudan gözlerinin içine bakarak söylemişti bunu.

Kimsenin onunla tartışmaya niyeti yoktu. Az evvel gördükleri geveze ve sakar adam, söz konusu işi olduğunda müthiş bir ciddiyetle çalışmaya koyulmuştu ve en ufak hata dahi yapmıyordu.
Arab’ın güneş saatinin tam gelişini haber vermesiyle iki adam aynı anda besmele çekti.

“Ha. Mim...”

Bu Begüm’ün şimdiye dek duyduğu en güzel sesti belki de. Ahkâf suresinin ilk ayetleri, kulağına çalındığında Hekim O’nunla ilgilenmeye başladı. Kız, Hekim’in yaptığı her hareketi dikkatle takip ediyordu. Hekim ellerini daha evvelden hazırladığı yeşil bir melheme bulamış, cesedin çıplak göğüs kafesinde gezdiriyordu. Hekim’in elleri yaranın olduğu yere temas ettikçe kızın içi titriyordu. Adamın ölü olduğunu biliyordu fakat kendisini tutamıyor canının yanacağını düşünüyordu. Melhem, iyice yayıldıktan sonra kızın umutları artmıştı. Kalkanın çarptığı, sol köprücük kemiğinin altından başlayıp göbeğin üst kısmına kadar gelen bölgede melhemin parıltısını net bir şekilde görebiliyordu.

“...hâzâ sihrun mubin...”

Hekim’in kendisine vermiş olduğu cam şişedeki renksiz bir sıvıyla –ellerine verdiği serinlik hissinden dolayı bunun su olduğunu hiç sanmıyordu- kendi ellerini iyice temizledikten sonra Hekim’in de ellerini temizlemesine yardımcı oldu. Hekim, kızın daha önce hiç görmediği kurutulmuş bir çiçeği iyice toz haline getirene kadar dövdükten sonra ince deriden bir kesenin içine doldurdu ve bu garip görünüşlü keseyi O’nun ağzına yerleştirdi. Ağzını, kesenin girdiği yer dışında bir boşluk bırakmayacak şekilde sol eliyle kapatarak, sağ eliyle elindeki keseyi yavaşça sıkıp gevşetmeye başladı. Kesenin içindeki havanın ciğerlerine dolup hareket ettirmesiyle kendi kalbi de daha hızlı hareket etmeye başlamıştı. Artık sadece umut etmiyor geri geleceğine kesin olarak inanıyordu.

“...innehum kâne hasırin...”

Hekimin kendisine işaret eden gözlerini yakalayıp onun yerine az evvel izlediği hareketleri, keseyle kendisi yapmaya başladı. Hekim ise görevi devrettikten sonra başka bir işe yönelmişti. Eline aldığı şişedeki başka bir renksiz bir sıvıyı ucuna demirden ince bir kamış geçirilmiş cam bir silindirin içine çekti. Bu silindirin içinde sıvıyı itip çekmeye yarayan bir de metal çubuk vardı. Hekim, metal çubuğu ileri geri hareket ettirip sıvının seviyesini ayarlarken, Begüm, bu hareketlere dalmış, hayatında ilk kez gördüğü bu garip aletle adamın ne yapacağını merak ediyordu. Hekim, birden bire havaya kaldırdığı elindeki aleti tek hamlede indirerek cesedin kalbine sapladı. O an kalbinin durduğunu sandı. Hafif çekik gözleri kocaman açılmıştı. İstemsiz olarak keseyi bırakıp şişko, koca burunlu herifin koluna yapıştı. Adamın esmer tenli kolunu sıkıyordu fakat yanlış bir şey de yapmak istemiyordu. O’na zarar verecek bir harekette bulunabilirdi. 

“...kezalike neczil kavmel mücrimin...”

Kolunu sıkmasına rağmen işine ara vermemişti Hekim. Bir eliyle sapladığı aletin içindeki sıvıyı, baş parmağıyla yavaşça zerkederken, diğer eliyle kendisinin bıraktığı keseyi kavramıştı bile. Metal çubuk cam silindirin içini doldururken artık bu çirkin adamdan nefret ettiğini düşünüyordu, Begüm. Kendisinin elleri titrerken nasıl bu kadar sakin, umarsız hareket edebilirdi. Eğer başarısız olursa, eğer O’nu geri getiremezse, bu adamı Drakkar veya Büyücü’ye bırakmadan kendisi öldürecekti. Ve bunu yaparken hiç tereddüt etmeyecekti.

“...ve yucir küm min azabin elim...”

Hekim’e nefret dolu gözlerle bakarken hala kesenin ağzını tutmakta olan sol elinin altında bir kıpırdanma hissetti. Fakat gözlerini aşağı indirmeye, O’na bakmaya korkuyordu. Bir kez daha kıpırdanmayı hissettiğinde yavaşça indirdi gözlerini. Hekim omzuna dokunduğunda elini ağzından çekme zamanının geldiğini anlamıştı. Hayatında hiç bu kadar yorulduğunu hatırlamıyordu, Begüm.
Sevdiği adam hala gözlerini açmamıştı. Bir ölüyü geri getirmenin ata binmek kadar kolay bir iş olmadığının farkındaydı fakat yine de artık sabredemiyordu. Hekim’in bir hareketiyle umutlanıp, bir diğeriyle umudunu yitirmek onu bitkin hale getirmişti. Parmağının ufak bir kıpırtısına bile razıydı ama hiçbir şey olmuyordu. Yeterince sabrettiğini düşünüyordu ve kuşağındaki hançerin kabzasını kavramıştı. Artık bu sahte şifacının ölme zamanı gelmişti.

“...belâ innehu ‘alâ külli şey’en kadir...”

Cesedin birden bire olduğu yerde doğrulmasıyla ufak bir çığlık attı. Hançerin kabzasına daha sıkı yapışmıştı. Ölümden dönen adamın gözleri adeta yuvalarından fırlamıştı. Cehennemin dipsiz kuyularından geri gelmiş gibi korku ve acı doluydu bakışları. Biraz evvel bembeyaz olan suratı kanın hücumuyla kıpkırmızı olmuştu. Nefes almayı unutmuş gibiydi. İki elini boğazına bastırıyor, kesik kesik hırıltılar halinde nefes almaya çalışıyordu. Nihayet başardığında etrafını meraklı gözlerle araştırmaya başladı. Nerede olduğunu anlamaya çalışıyor gibiydi. Araştıran gözleri kızın gözleriyle buluştuğunda korku kayboldu. Begüm, derhal koşup başını ellerinin arasına aldı. Nihayet O’nun sıcaklığını ellerinin arasında hissedebiliyordu. Kokusunu iyice içine çektikten sonra göğsüne bastırdı. Gözlerinden bir damla yaş süzülürken minnet dolu gözlerle Hekim’e bakıyordu. 

“...fehel yuhlikû illel-kavmul-fasıkun.”

Hayata yeniden dönen adam, eşinin kollarında huzurlu bir biçimde gözlerini yeniden yumdu. Yeniden hareketsiz bir şekilde uykuya dalması Begüm’ü endişelendirmişti. Uyanmıştı. Bunu gördü. Odadaki herkes de hayret ve dehşet içerisinde yatmakta olan adama bakıyordu. Fakat yeniden mi ölmüştü? Kalabalığın kafasındaki soru işaretlerinin farkında olan Hekim sorulmayan soruyu cevapladı.

“Merak etmeyin. Yalnızca bayıldı. Takdir edersiniz ki uzun yoldan geldi, yorgundur.” Görevini başarıyla yerine getirmiş olan hekim artık gülümsüyordu. Artık bu insanlardan hiçbiri onu öldürmeye cesaret edemezdi. Daha önce yalnızca bir tarla faresi üzerinde denedikleri Lokman’ın sırrının bir insan üzerinde işe yaradığını görmek onun için ayrı bir mutluluktu ve elbette bu tarla faresi hikayesini bu tekinsiz insanlarla paylaşmayı düşünmüyordu.

“Burada bir hareketlilik var.” Hastayı Hekim’in kontrolüne bırakıp haberi veren Cenevizli’nin nöbetindeki pencereye geldiler. Bayılttıkları muhafızların değiştirilme saati gelmişti ve onları orada bulamayan diğer muhafızlar etrafı aramaya başlamışlardı. İçeriye girmeye çalışmaları fazla uzun sürmezdi.

“Vakit kaybetmeden buradan çıkmamız lazım.” Dedi Büyücü diğerlerine dönerek.

“Havanın kararmasını bekleyip çıkalım. Karanlıkta bizi bulamazlar.” Bunları söylerken boynundaki haçı avucunda sıkıyordu Cenevizli.

“Karanlık mı? Anladığım kadarıyla siz daha önce hiç Zehra’da bulunmadınız.” Hekim hastasıyla ilgilenirken onlara bakmadan alaycı bir şekilde söylemişti bu sözleri. “Bu şehirde güneş batsa bile sokaklar karanlık olmaz. Derhal bütün fenerler yakılır. Beklerseniz gündüzden bile daha aydınlık olacak ortalık.”

“Nasıl yani? Gece aydınlatması mı? İnsanların uyuduğu saatte neden böyle saçma bir şey yapıyorlar ki? Onca yağı boşu boşuna israf ediyorsunuz. Siz müslümanları hiç anlayamayacağım sanırım.”

“Öyleyse en iyi şansımız derhal burayı terk etmek. Çabuk! Onlar henüz herkese haber vermemişken ve atlarımıza ulaşmamışken harekete geçelim. Hızlı bir yolculuğun O’na zararı olur mu?” Diğer zamanlarda kalbinin bir elmas kadar sert olduğunu düşünebilirsiniz fakat kız, O’ndan bahsederken sesi hep daha yumuşaktı.

“Başında ben olursam hiçbir şey olacağını sanmıyorum.” Hekimin bu sözlerinin ne anlama geldiğini diğerleri çok iyi anlamıştı. Tek karşı çıkan Büyücü oldu.

“Nasıl? Şimdi de bize katılmaya mı karar verdin? O kadar uzun boylu değil!” Büyücü bu sözleri söylerken Hekim’in üzerine yürüyordu.

“Tartışacak zamanımız yok.” Diyerek araya girdi, Begüm. “Bir plan yapmalıyız.”

“Hayır! Bu şişko habeş bizimle gelmeyecek!” küçük bir çocuk gibi davranma sırası şimdi Arab’a gelmişti anlaşılan.

“Habeş mi? Tenim neredeyse seninkinden bile açık. Berberiyim ben diyorum!”

“Kes sesini!”

“Bu kadarı yeter! Hekim O’nun yaşaması için gerekli olacak. Ayrıca bu şehri hepimizden daha iyi bildiği de kesin. Bizi buradan çıkarabilir. Bunların harici bir durumda onu öldürebilirsiniz.” Hekime minnettarlığını gösterirken göz dağı vermeyi de ihmal etmemişti Begüm.

“Söylediğin gibi olsun.” Büyücü bu durumdan hoşnut olmasa da içinde bulundukları durumda tartışmamaları gerektiğinin farkındaydı.

“Güzel! Şimdi bize buradan çıkmak için bir plan lazım. Aklından geçen nedir?” bu soruyu az evvel Kuran okuyan adama bakarak sormuştu kız.

Adam, huzurla önünde durduğu devasa pencereden semayı seyrediyordu. Soruyu duyduktan sonra içeriye dönüp kendisinden cevap bekleyenlere ilgisiz biçimde içinde bulundukları mekanı seyretmeye başladı. Duvarlardaki işlemeleri öyle hayranlıkla inceliyordu ki diğerleri onun buradan çıkmak istemediğini düşündüler bir an. Çok geçmeden sanki sakalları varmış gibi çenesini ovuşturduktan sonra planını anlatmaya başladı. Planda herşey yerli yerinde gözüküyordu. Fakat bir nokta orada bulunanların kafasını karıştırıyordu. Bunu da grubun yeni üyesi Hekim dile getirdi:

“Peki ama sen nasıl çıkacaksın?” onunla birlikte diğerleri de bu sorunun cevabını merakla bekliyorlardı.

“Beni merak etmeyin. Dostum Abbas bana bu konuda yardım edecektir.”
Ne evvel ne de ahir...

Çevrimdışı mit

  • *
  • 5536
  • Rom: 96
  • Kronik Anakronik
    • Profili Görüntüle
    • Yorgun Savaşçı'nın Günlüğü
Ynt: Gemileri Yakmak
« Yanıtla #7 : 02 Kasım 2012, 06:39:07 »
Çok güzel, çok akıcı ve de çok sürükleyicl bir hikaye. Uzunluğuna aldanmamak lazım, bir çırpıda okuyup devamını aramaya başlıyor insan.

Viking karakterini kağıda gayet başarılı bir şekilde aktarmışsınız. İnançları, konuşma ve yaşam biçimi... Diğer karakterlerde de aynı başarıyı gösterir ve merak unsurunu sonuna kadar götürmeyi başarırsanız tadından yenmez bir macera olacak demektir.

Hikaye kadar girik kısmındaki tarihi bilgiler ve gemileri yakmak deyiminin viking tarafından kullanılması da hoşuma gitti. Bakalım diıerleri neler anlatacak, neleri geride bırakacak.

Merakla bekliyorum.
Jackal knows who you are,
Jackal knows where you are.
Try to hide if you dare.
Do your best, i don't care.

Çevrimdışı cemaziyel

  • **
  • 100
  • Rom: 6
    • Profili Görüntüle
Ynt: Gemileri Yakmak
« Yanıtla #8 : 02 Kasım 2012, 12:09:18 »
Teşekkür ederim.

Karakterlerin hepsinin bir CVsi mevcut tabi ki zaman içerisinde, sırası geldikçe sahneye çıkacaklar. :)

Tarihi detayları kullanmak benim için de oldukça eğlenceli. Günümüzde hala kullandığımız mezuniyet törenlerinin endülüs çıkışlı olması, El-zehravi ve ileride bahsi geçecek İslam medeniyeti mucitleri, Sicilya'nın bir arap adası olması vs. ben öğrendiğimde beni şaşırtan unsurları paylaşmayı seviyorum.

Tekrar teşekkürler... :)
Ne evvel ne de ahir...

Çevrimdışı magicalbronze

  • *
  • 4075
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: Gemileri Yakmak
« Yanıtla #9 : 04 Kasım 2012, 01:42:32 »
Bilgilerinizi böyle bir öyküyle okuyuculara aktararak gayet hoş bir metin çıkartmışsınız ortaya, tebrikler. Öykünün akıcı olması, bazı bilgileri ve bununla beraber merak unsurlarını da bir arada barındırması okuma isteğini arttırıyor.

Devamını merakla bekliyorum. Kaleminize sağlık.
"Her neyse sahip olunan, doğar ve ölür.
Bu nefsi müziğin içinde sıkışmış herkes
İhmal eder ölümsüz aklın harikalarını."
- William Butler Yeats, "Sailing to Byzantium "

Çevrimdışı cemaziyel

  • **
  • 100
  • Rom: 6
    • Profili Görüntüle
Ynt: Gemileri Yakmak
« Yanıtla #10 : 04 Kasım 2012, 18:00:16 »
Çok teşekkür ediyorum.

Yeni bölümü çok yakında ekleyeceğim :)
Ne evvel ne de ahir...

Çevrimdışı cemaziyel

  • **
  • 100
  • Rom: 6
    • Profili Görüntüle
Gemileri Yakmak-Firar
« Yanıtla #11 : 05 Kasım 2012, 16:17:24 »
FİRAR (I)

Medrese kapısının önüne yığılmış muhafızlar, içeri girmek için beyhude bir çabaya girişmişlerdi. Altı güçlü kuvvetli adam, kapıya yükleniyor fakat kımıldatmayı başaramıyorlardı. Amirleri olan Safvan bin Abdullah yardımcısıyla konuşurken hayli sinirli gözüküyordu.

“Medine'tüz-Zehra’nın göbeğinde, güpegündüz böyle bir hadise cereyan etsin... Olacak iş değil. Bundan böyle nöbetçileri daha sık değiştireceğiz Ubeyd.” Ubeyd’in başını onaylamak için öne eğmesine aldırmadan kapıya yüklenmekte askerlere döndü. “Hala açamadınız mı beceriksiz herifler! Çabuk koçbaşı getirin!”

“Efendim, kapının ardında sürgü gözükmüyor!” kapıya yüklenmekte olan muhafızlardan biri, iki kanadın birleştiği yerdeki, serçe parmağının zorla girebileceği boşluktan bakarak söylemişti bunları.

“Öyleyse!? Sihir var bu işin içinde! Nasıl bir işin içine düştük? Koşun, imamı çağırın!” Muhafızların amiri emri verince hemen iki muhafız koşarak uzaklaştı.

İmam gelip kapıdaki mührü kırdığında 20 kadar muhafız içeri doluştu. Dört tanesi yeni açılan kapının önünde kimsenin kaçmaması için bırakıldı. Geri kalanlar, ilk katı aramaya koyuldu. Bu katta bulabildikleri ancak hasta odalarından birinde yatağa yatırılmış hareketsiz bir beden ve aynı yatağın hemen yanında, elleri ayakları sıkıca bağlanmış, ağzına da bir çaput sıkıştırılmış, üzerinde yeni mezun hekim cübbesi olan bir berberiydi. Amirin emriyle berberinin ağzındaki çaputu çıkardıklarında herif sanki yıllardır konuşmaya hasret kalmış gibi konuşmaya başlamıştı.

“Aman efendim, çabuk! Elinizi çabuk tutmazsanız kaçıracaksınız haydutları!” kendisine yönelen şaşkın bakışlar arasında, hızlı nefes alıp verişlerle devam ediyordu konuşmasına. “Tabi. Siz benim kim olduğumu bilmezsiniz. Efendim ben yeni mezun hekimlerden, Talib bin Mustafa. Yeni mezun diyorum lakin henüz icazetimi bile alabilmiş değilim o haydutlar yüzünden. Bugün burayı basıp ben hariç herkesi aşağıdaki bodrumlara kapattılar. Beni kapatmama sebepleri ise kendilerinin güvenlerini kazanmak üzere yardım sözü vermemdir. Aslında kazandığımı da düşünüyordum fakat sizin geldiğinizi duyunca beni buraya bağlayıp, hasta arkadaşlarını da geride bırakarak üst kata kaçtılar. Öyle de sıkı bağladılar ki melunlar! Bileklerim yara bere içinde... Tabi, kendi dostlarına acımayıp geride bırakan kafirler, bu zavallı berberiye ne diye acıyacaklarmış?” Hekim’in aralıksız konuşması herşeyi açıklıyor idiyse de susmaması Safvan’ı çileden çıkarıyordu.

“Sus be adam! Ne meraklıymışsın konuşmaya. Sorularıma cevap ver sadece. Kaç kişiydiler ve ne taraftan kaçtılar?” diye sabırsızca sordu.

“Ah efendim. Tabi, siz de haklısınız fakat beni de mazur görün. Korkunç haydutlarla saatlerdir baş başayım. Haydutlar beş kişiydiler. Başlarında Begüm dedikleri bir hatun kişi var. Bir tanesinin kuzey barbarlarından olduğunu öğrenebildim. Diğerlerinden emin olmamakla birlikte Arap olduğunu sandığım tehlikeli bir büyücü, bir hristiyan ve bir de müslüman gezgin daha var. Sizin gelişinizden korkup dışarıya çıkamadıklarından üst kata koşturdular. Hepsi de silahlı ve de tehlikelidir efendim. Bir de benim görmediğim Abbas diye bir yardımcılarından bahsettiler. Dikkatli olunuz.” Nihayet berberinin konuşması bittiğinde aldığı cevaplardan tatmin olan Amir derhal adamlarına dönüp emirler yağdırmaya başladı.

“Siz ikiniz burada kalın! Bu yatan herif onlar için önemli olabilir. Eğer canlıysa hekimle birlikte başında durun uyandığında sorgularız. Ubeyd, üç kişiyle derhal aşağı inip tutsakların güvenliğinden emin ol! Geri kalanlar benimle yukarıya geliyor. İmam efendi sizi de yoracağız kusurumuza bakmayın.”

Aldıkları emirlerle harekete geçen muhafızlar odadan dışarı fırladılar. Ubeyd, adamlarıyla bodrum merdivenlerine doğru hareketlendi. Safvan da kendisi önde olduğu halde adamlarıyla birlikte yukarı doğru merdivenlerin basamaklarını yavaşça çıkıyordu. Hepsinin ellerinde olası bir ok saldırısından korunmak için ahşap kalkanları ve mızrakları vardı. Henüz üst kata ulaşmamışlardı ki başlarının hemen üstüne saplanan bir okla hepsi oldukları yere çakılıp kaldı. Ok taş duvara saplandığı yerde yanıyor ve alevler yavaş yavaş aşağıya akıyordu. Amir adamlarına kalkanlarının ardında savunma pozisyonu aldırırken okun geldiği yönden bir ses yükseldi:

“Sakın yaklaşmayın! Eğer bir tanenizin dahi kafasını bu katta görürsem beynini delerim!” Tehdidin sahibi bir erkekti.

“Halife efendimizin şehrinde haydutluk yapıp bir de buradan elinizi kolunuzu sallaya sallaya çıkabileceğinizi mi sanıyorsunuz? Sayınız az. Bütün çıkışları tuttuk. Buradan kurtulamazsınız. Teslim olun.” Safvan’ın kendinden emin sesine cevap gecikmedi:

“Bizim halifemiz Bağdat’tadır. Tek ve doğru halife O’dur. Ne sizin sahte halifenize ne de onun şehrine saygı duyacak değiliz. Biz buraya bütün münafıklara layık oldukları hazin sonu yaşatmak için geldik. Allahu-ekber!” bu tehditkar, nefret dolu sözleri Safvan’ı kışkırtmayı başarmıştı.

“Öyleyse bize başka seçenek bırakmıyorsunuz! Adamlarımla oraya gelip hepinizi gebertmek farz oldu!” Safvan, henüz cümlesinin yarısında yukarı doğru hareketlenmişti zaten. Fakat karşılık hemen geldi.

“Elimizde oldukça ölümcül silahlar mevcuttur. Buradan sağ çıkmaya gelmedik! Biz Zehra’nın altını üstüne getirmeye geldik!” Sözleri hemen bir ok atışı daha takip etti. Bu sefer diğerinden daha yakına isabet etmiş olan ok, Safvan ve adamlarının geri adım atmasına sebep oldu.

“Ne demek istiyorsunuz? Bütün şehri beş kişiyle mi alt üst edeceksiniz. Elinizde nasıl bir silah var?” Safvan yanan oklardan etkilenmişti. Duvarda hala sönmeden durabilmeleri hiç karşılaşmadığı fakat lafını çok duyduğu ‘yunan ateşi’ni hatırlatmıştı ona. Bu adamların elinde büyü ve ilim birlikte bulunuyordu ve bu ciddiye alınması gereken bir tehditti.

“Elimizde Allah’ın kudret nişanı var.” Kendinden emin sesin bu sözleri Safvan’ın ve İmam’ın yüzünün çarpılmasına sebep olmuştu.

“Cüz’ü mü parçalamışlar? Aman Ya Rab!” İmam dehşetle Muhafızların liderine bakıyordu.

“Cabir’in ilmini mi gerçekleştirdiniz?” Safvan böyle bir şeye hemen inanacak kadar saf değildi fakat yaşadıkları dönemde ilmin hızla gelişmesi küçük de olsa bu ihtimali göz önüne almaya zorluyordu onu. Cabir bin Hayyan’ın yüz yıl evvel ortaya attığı, cismin en küçük yapıtaşı olan ‘El cüz-ü layetecezza’nın parçalanabileceği ve başarıldığında Bağdad’ın altını üstüne getirebileceği, iddiasını duymuştu. ‘Allah’ın kudret nişanı’ bir efsaneden öte değildi fakat eğer gerçekleştiyse yalnız medrese değil bütün Kurtuba tehlikede demekti.

“Evet gerçekleştirdik. Eğer siz de gerçekleştiğine şahit olmak istemiyorsanız derhal bu şehri terk edersiniz! İnsanlarınızı uyarın! Buradan kaçsınlar ve yüzlerini gerçek ve tek Halife olan Halife Kadir’e dönsünler.” Yüzlerini görmedikleri adamın savurduğu tehditler muhafızları şaşkına çeviriyor, Safvan’ın da sinirden kıpkırmızı olmasına sebep oluyordu.

“Neden buradasınız? Mısır’daki Halife’yi neden hedef almadınız?” Safvan bin Abdullah, bir hamle yapmadan evvel emin olmaya çalışıyordu.

“Meraklanmayın! Allah’ın laneti o münafıkların da yakasındadır. Şimdiye kadar Kahire çoktan toprağın derinlerine gömülmüştür. Haberini almanız yakındır. Halifemiz çok yaşasın!”

Muhafızlar amirlerine bakıyor, onun tereddütünden endişe ediyorlardı. Onun bu şekilde hareketsiz ve düşünceli durmasına alışık değillerdi. Kafasından geçen düşüncelerin gölgesi yüzüne vurmuştu Safvan’ın. Duvardaki oktan yere damlayan alevlere bakarak derinlere dalıp gitmişti. Hiçbir şey yapmadan hareketsizce durup beklemek için oldukça uzun bir süre yalnızca olduğu yerde düşündü. Nihayet kafasını kaldırdığında kalkanını ve mızrağını hemen arkasında duran muhafıza bırakarak bağırdı:

“Anlaşmak için yanınıza gelmeme izin vermelisiniz. Tamamen silahsız olarak yanınıza geliyorum. Kabul ediyor musunuz?” Cevap olarak yalnızca üçüncü bir ok atılmıştı. Bu demekti ki yukarıdakiler konuşmayacaktı. Muhafızların amiri iki defa daha sordu fakat cevap olarak bir ok bile atılmadı. Sessizlik ve yüzüne çarpan havanın soğuk etkisiyle mızrak ve kalkanını verdiği muhafızdan kaptığı gibi kalan birkaç basamağı ikişer, üçer tırmanıp üst kata çıktı. En azından haydutlardan sadece birini yakalayabileceğini ummuştu fakat burada rüzgardan başka bir şey yoktu. Duvara saplı oklar hala yerlerinde duruyor olmasalar, az evvel yaşadıklarının hayal olduğunu düşünecekti.

Spoiler: Göster
Bu bölüm gözüme uzun geldiği için ikiye böldüm. Yakın zamanda ekleyeceğim.
Ne evvel ne de ahir...

Çevrimdışı cemaziyel

  • **
  • 100
  • Rom: 6
    • Profili Görüntüle
Ynt: Gemileri Yakmak
« Yanıtla #12 : 07 Kasım 2012, 13:54:47 »
FİRAR (II)

Bodruma inen muhafızlar dar ve ışıksız koridordaki lambaları teker teker yaktıktan sonra odaları araştırmaya başladılar. Bunu yaparken birilerinin saldırmasına karşı tedbirlerini elden bırakmıyorlardı. Her kapının üzerinde ne odası olduğu yazılıydı. Sırasıyla bütün kapıları açıp içlerine bakıyorlardı. Erzak deposundan medresenin mutfağına, fenni ilimler araştırmalarının saklı olduğu depodan fıkıh ilimleriyle ilgili çalışmaların saklı olduğu depoya kadar her yere girip baktılar. Üzerinde ‘cerrahi edevat’ yazılı kapıyı tam açacakken bir tanesinin aklına parlak bir fikir geldi ve bu kadar insanı bu küçük depolara sığdıramayacaklarını, bu yüzden koridorun en sonunda hizmetkarların kaldığı bölüme bakmaları gerektiğini savunan bu düşünceyi derhal uygulamaya koyuldular. Bahsi geçen odanın kapısını açtıklarında gerçekten bütün öğrencilerin ve hocalarının buraya kapatıldıklarını fark ettiler. Kapıyı açmak için fazla uğraşmadılar. Neyse ki bu kapıyı büyüyle mühürlememişti haydutlar. Umutsuz bir şekilde içeride beklemekte olanlar kapının açılıp muhafız kıyafetleriyle dört kişinin içeri girdiğini görünce sevinç çığlıkları atmaya başladılar. Ebu Kasım El-Zehravi Ubeyd’in selamını aldıktan sonra sordu:

“Haydutları yakalayabildiniz mi?” yaşlı adam kurtulmasına rağmen endişeli gözüküyordu.

“Efendim haydutların üst kata kaçmış olduğunu düşünüyoruz. Safvan bin Abdullah yaklaşık on adamıyla birlikte peşlerinde çok sürmez yakalarlar.” Ubeyd’in cevabı Cerrah’ı biraz olsun rahatlatmıştı.

“Yanlarında bir de ceset olacaktı. Onu da mı yukarıya taşımışlar?” diye sordu Zehravi.

“O konuda bilgimiz yok efendim fakat giriş katındaki hasta odalarından birinde uzun boylu bir adamın hareketsiz bedenini gördük. Yanında da öğrencilerinizden birini elleri ayakları bağlanmış şekilde bulduk.”
Ubeyd’in cevabını duyar duymaz kapıya doğru koşan Ebu Kasım El-Zehravi ahşap kapının yüzüne kapatılıp yeniden kilitlenmesiyle olduğu yerde kalakaldı. Az önce içeride sevinç çığlığı atanlar, kapının yeniden kapatılmasıyla neye uğradıklarını şaşırdılar. Ubeyd bütün depoların kapılarını tek tek açıp bakmadığına artık pişmandı.

...

Kapıyı bekleyen altı muhafız hasta odasından çıkıp merdivenlere koşuşturan arkadaşlarını görünce neler döndüğünü merak etmişlerdi. Fakat amirlerinin korkusundan yerlerinden kımıldayıp ne olduğunu öğrenecek cesaretleri yoktu. Bulundukları yerde haydutların kendilerine gelmesini bekleyeceklerdi. Aslında kendilerine hiç iş düşmeyeceğini, Safvan’ın haydutları yakalayıp derdest edeceğini düşünüyorlardı. Çünkü bugüne kadar hep böyle olmuştu.

Zehra’da pek olay çıkmazdı. Çıksa bile bu cevval komutan her seferinde başarıyla suçluyu kıskıvrak yakalardı. Evi Halife’den aldığı ödüllerle doluydu. Safvan bin Abdullah’ın bu kadar başarılı olması Zehra’ya güven verse de adamlarının toy kalmasına sebep olmuştu. Kapıyı bekleyen genç muhafızlar tehlikenin kendilerine gelmeyeceğinden o kadar emindiler ki muhabbet etmeye koyuldular.

“Gündüz gözüyle medrese basmışlar. Artık Zehra da yaşanmaz bir yer olmaya başladı.” Kendisini yaşlı göstersin diye bıyık bırakmış olan muhafız başlamıştı konuşmaya.

“Sorma... Amir elini çabuk tutsa da ikindiyi kaçırmasak bari.” Hareketsizlikten sıkılmış bir başka muhafız, cevap verirken kalkanını kucağına almış, yere çömelmişti.

“Çok sürmez. Birazdan tutar getirir hemen, meraklanma sen.” Öteki de iyice rehavete kapılıp mızrağını duvara yaslamıştı.

“Geldiğinde sizi böyle görecek olursa hakkınızda hiç hayırlı olmaz benden söylemesi.” Bir üçüncüsü konuşmaya katıldığında gevşemiş olan diğer ikisi homurdanarak toparlandılar.

“Şunlar ne?” dördüncü muhafız mızrak tutan elinin işaret parmağını açarak arkadaşlarının dikkatlerini bir noktaya çekmişti.

“Yılan mı onlar?” korkuyla sarf edilmiş bu cümle az evvel yerde çömelen muhafıza aitti.

“Hem de yüzlercesi! Kaçalım!” en arkadaki iki muhafız açık kapıdan fırlayıp kaçarken diğer dördü bacakları titreyerek oldukları yerde kalmışlardı. Mızraklarını kendilerine doğru gelen yılanlara doğru sallıyorlar fakat hayvanları korkutmayı başaramıyorlardı. Yılanlar iyice yaklaştığında en öndeki muhafız elindeki kalkanı diklemesine yılanların üzerine doğru fırlattı. Yılanlar bir mavi gaz çıkararak ortadan kaybolmuşlardı. Muhafızlar ortaya çıkan gazı teneffüs ettiklerinde kapının önüne yığıldılar.

...

Hasta odasındaki iki muhafız, Safvan’ın en kötü görevi kendilerine verdiğini düşünüyorlardı, çünkü bu berberi bir türlü susmak bilmiyordu. Bütün çocukluğunu, memleketini, önceki okulu olan Fatıma Fihri Medresesinden buraya nasıl geldiğini, her şeyini anlatmıştı. Muhafızlar tam isyan etmek üzereyken, şikayet onların hiç beklemediği başka bir yerden geldi:

“Kes sesini artık!” diye haykıran çığlık, odanın kapısında elinde garip görünüşlü bir yay tutan kızdan gelmişti.

Muhafızlar derhal mızraklarına sarıldılar. Kalkanlarını okun hedefindeki hekime siper ettiler ve kıza doğru bir adım attılar. Tehlikeye doğru ilerlerken arkalarında bir hareketlilik hissettiler. Kızın gözleri de tam başlarının üzerine kilitlenmişti. Muhafızlar asıl tehlikenin arkalarında olduğunu anlayana kadar kafalarının zıt yönlerinden kavrayan aynı adama ait iki el, kafalarını birbirine tokuşturup bütün güçlerini kırmıştı. Yere düştüklerinde görebildikleri son görüntü, az evvel yatakta yatıyor olan sarışın devin şimdi tepelerinde iki elini birbirine çırparak silkeleyen silueti olmuştu.

“Çabuk olun! Atlara...” yayını gevşeten Begüm, Drakkar’ın yatağın altından eşini çıkarıp kucağına almasını seyrettikten sonra diğerleriyle birlikte çabuk fakat dikkatli adımlarla ana kapının olduğu yere geldi. Büyücü’nün buradaki işi bitmiş gözüküyordu.

“Diğer ikisi nerede?” Kız Arab’ın omuz silkmesinden diğer iki muhafızın kaçmış olduğunu anladı. Bu durum canını sıkmış olmasına rağmen bir şey söylemedi. Çok geçmeden aşağıdaki işini bitirmiş olan Cenevizli de kapıya kadar gelmeyi başarmıştı. ‘Her şey yolunda’ anlamında bir işaret yaptıktan sonra içeri girdikleri gibi hızla medreseden dışarı çıktılar. Kaçan iki muhafızın daha fazla askerle geri gelebileceklerini düşünerek, kapıyı tekrar mühürleyerek vakit kaybetmeyi göze almamışlardı.

Altı atlı, Zehra pazarının yanındaki yoldan dört nala geçerken kaldırdıkları tozlardan rahatsız olması gereken insanların pek dikkatlerini çekememişlerdi. Zira insanların bakışları havadaki bir noktada kilitlenmişti. Hekim acemice sürdüğü atının üstünde merakını yenemeyip kafasını yavaşça çevirip insanların neye baktığını görmeye çalıştı. İlk önce bir anlık bakışıyla bunun bir kuş olduğunu düşünse de az kalsın attan düşmesine sebep olacak ikinci bakışta gerçeğin farkına varmıştı. Havada yelken bezinden kanatlarıyla süzülen geride bıraktıkları alim dostlarından başkası değildi. Demek ki ‘Abbas ibni Firnas’ın kanatlarının yardımıyla Safvan’ın muhafızlarından kaçmayı başarmıştı. Şimdiki durak belli ki Malaga’daki gemiydi.

Spoiler: Göster
Allah'ını seven üstüme yüklem, tümleç falan atsın! Bitmiyor bu hikaye...
Ne evvel ne de ahir...

Çevrimdışı mit

  • *
  • 5536
  • Rom: 96
  • Kronik Anakronik
    • Profili Görüntüle
    • Yorgun Savaşçı'nın Günlüğü
Ynt: Gemileri Yakmak
« Yanıtla #13 : 07 Kasım 2012, 14:21:41 »
Bitmesin zaten, daha yeni başladık :) Şaka bir yana üzerinde biraz daha çalışıp geliştirirsen bundan bir novella çıkmaması için bir neden göremiyorum. Zaten diğer karakterleri de tek tek açtığını, bu esnada da hikayeyi sürdürdüğünü düşünürsek aşağı yukarı 100 sayfayı bulur. Bulsun! :)

Berberilerin arasında 3 yılını geçirmiş biri olarak (evet, ne var?) o karakteri ve özellikle çenesini çok başarılı bulduğumu söylemek istiyorum. Aksiyon içeren sahnelere biraz daha özen göstermen gerek yalnız. Olayları gözünün önüne getirmen yetmez, okuyucunun zihninde canlandırman gerek her şeyi. Adım adım, an be an, her hareketi güzelce aktarmalısın. Yoksa şu anda olduğu gibi, 'Ne oldu yahu?' dedirttirir, aynı satırı 2-3 kez okutturur ve okuyuşu baltalarsın.

Yine de çok güzeldi ve harika devam ediyor, etmeli, etsin! :)
Jackal knows who you are,
Jackal knows where you are.
Try to hide if you dare.
Do your best, i don't care.

Çevrimdışı cemaziyel

  • **
  • 100
  • Rom: 6
    • Profili Görüntüle
Ynt: Gemileri Yakmak
« Yanıtla #14 : 07 Kasım 2012, 14:34:20 »
Bulacak gibi de zaten :) daha yarısına gelmiş değil kafamdakinin.

Aksiyon sahneleri konusunda sanırım haklısınız biraz daha çalışmam gerekiyor onlara. 'çok mu uzatıyorum acaba?' korkusunun yanı sıra 'yaz yaz bitmedi hala bu bölüm!' isyanı arasında yazık oluyor sanırım onlara.

Teşekkür ederim, etmeliyim, ettim! :)
Ne evvel ne de ahir...