Kayıt Ol

Elf ve Sultan

Çevrimdışı Acmert

  • **
  • 268
  • Rom: 24
    • Profili Görüntüle
Elf ve Sultan
« : 18 Aralık 2012, 22:13:14 »
Tarihi konularda tek bildiğim, ders kitaplarında geçen pek de ayrıntılı olmayan bilgilerdir. Bu yüzden yapacağım her türlü hata için affınızı diliyorum.

Bölüm Bir

Başı bir zamanlar bir ahırda bulunan samandan yapılmış gibi kokan bir başlık ile kapatılmıştı. Elleri arkasında birleştirilmişti ve yüzüstüydü. Atın her sarsılışında yüzünün sağ tarafı atın yelesine çarpıyordu ve bu hem atı hem de onu rahatsız ediyordu. Huysuz at her an onu üstünden atabilirmiş gibi duruyordu ancak bir haftalık yolculukta bunu yapmaya hiç yeltenmemişti.

Atın iki tarafında iki kişi daha at sürüyordu. Bunlardan biri bir taraftan, diğeri de öte taraftan atın yönünü belirliyorlardı. At bunu önemsemiyordu ancak kırbaçlar onu da, üstündeki adamı da acıya mahkûm ediyordu.
Korkak adı verilen adam atının üzerinde kalkmaya çalıştı ancak başlığının içine zorla sıkıştırılan elleri buna izin vermedi. “Sakin dur,” diye buyurdu adamlardan biri. Yüzünün sağ tarafında uzun bir çizik olan bir akıncıydı bu adam. Kömür karası, karmakarışık ve pis saçlarının ne kadar uzun zamandır kesilmediğini kestirmek zordu. Yüzü de tıraşsızdı ancak bütün bunlar onu rahatsız etmiyor gibiydi.

İkisi de Osmanlı Taht’ına hizmet ediyorlardı fakat padişah onları uzun zaman önce sınır kenti olan Üsküp’e göndermişti. Sınırların en büyük ihtiyacını karşılamaları gerekiyordu; halkın güvenliğini sağlamak… Yola üç bin kadar atlı olarak çıkmışlardı ve vardıklarında büyük bir coşkuyla karşılanmışlardı. Uğradıkları her köyde köylüler geçişlerinde ve konaklamalarında onlara yardımcı oluyorlardı.

Köyler fakirdi ve eşkıyaların yağmalarında fakirlikleri katlanıyordu. Bunlara son vermek için gönderilen askerlerden bazıları görevlerini hiçe sayıp, onlara gösterilen yardımseverlikten faydalanıyordu. Buna rağmen askerlerin çoğu imanlı insanlardı ve Allah korkusu ile millet sevgisi yüzünden görevlerini en iyi şekilde yapıyorlardı.

Kaleye ulaştıklarında kale efendisi henüz görevlendirilmemişti bu yüzden asker birliğinin komutanı kalede hükmünü ilan etmişti. Uzun bir süre hükmetmişti ve vergileri düzenli olarak iletmişti Taht’a. Eşkıyalarla da hak ettikleri gibi ilgilenen komutan bir süre sonra padişah tarafından kalenin beyi ilan edilmişti. Halk komutanı seviyordu.

Her şeye rağmen sınır kenti olması Üsküp’e olan saldırıları azaltmıyordu bu yüzden gözcüler yapabildikleri en iyi şekilde sınıra girişleri engelliyorlardı. Korkak isimli adam da bu sayede yakalanmıştı. Adam şehre girmeye çalışırken fark edilmişti ve yakalanacağını anlayınca teslim olmuştu. Beyin karşısına çıkarılan adam beye onu öldürmemesi için yalvarmıştı ve bu yüzden bey ona Korkak ismini vermişti. Bey ilk defa bir tutsağa sahip olmuştu ve ne yapacağını bilemiyordu. Bu yüzden iki adamı Korkak’ın yanına verip, yargılanması için gönderip Taht’tan da bir kadı talep etmişti.

Yolculukları genel anlamda sakin geçmişti. Barış Muhafızı sancağı vermişti onlara kale beyi. Bu sayede hiçbir eşkıya onlara yaklaşmaya cesaret edememişti. Çünkü Barış Muhafızları eşkıyalar arasındaki en büyük korkuydu. Genelde en iyi adamlar arasından seçilen Barış Muhafızlarının iki askeri, yüz kişilik bir eşkıya birliğini ezip geçebilecek yeteneğe sahip olurdu.

 Yolculuğun sonuna doğru, köyler ve küçük, ahşap kaleler artmaya başlamıştı. Yolda tam üç tane eşkıya birliğinin onlardan kaçışını izlediler ve sonunda İstanbul’a giriş yaptılar. Saray’a doğru sürdüler atlarını ve adamın kötü bir görüntü yaratmaması için başlığını çıkarttılar ancak ellerini her türlü ihtimale karşı bağlı bıraktılar. Saraya geldiklerinde öğlen vakti olmuştu.

Kalenin devasa ahşap kapısında iki muhafız bulunuyordu. Topkapı Sarayının en dış bölümü olan Birun’a girdiler ve burada padişahın huzuruna çıkartılmak istediler. Aslında böyle önemsiz birinin padişahın huzuru yerine vasıfsız bir kadının huzuruna çıkarılması daha mantıklı olurdu ancak kadı talebinde bulunacakları için Taht Odasına girmeleri gerektiğini düşünmüşlerdi.

Saatlerce beklediler burada. Bu sırada karınlarını doyurdular ve Korkak’ın temizlenmesini sağladılar. Padişahın huzuruna çıkacakları için bu şarttı. En sonunda bir adam gelip, hükümdarın onları kabul edeceğini söylediklerinde güneş batmak üzereydi. Büyük ihtimalle padişah son kişiyi huzuruna kabul edecekti. İçeri girdiklerinde yavaş yavaş boşalmaya başlayan odanın en uç kısmında bulunan Taht’ın önüne doğru hareket ettiler.

Daha önce sarayda olmalarına rağmen taht odasına hiç girmemişti adamın muhafızları. Oda beklediklerinden küçüktü. Odanın duvarlarında çok farklı ve daha önce hiç görmedikleri işlemelerle kaplı halılar vardı. Taht ise tahttan çok bir koltuğa benziyordu. Gösterişsizdi ve üstü, koyu kırmızı bir bezle kapatılmıştı. Padişah bu tahtın tam ortasında oturuyordu ve tahtın iki yanında o saate kadar uyumamayı başarmış divan üyeleri bulunuyordu.

Padişahın önünde eğildiklerinde padişah onlara kalkmalarını söylediler ve kendilerini tanıttılar. Ardından padişahın onlarla değil de, daha çok adamla ilgilendiğini fark ettiler.

“Kendisi sınırlarımıza girmek için yeltenmişti, Sultanım,” diye açıklamaya kalkıştı yüzü yaralı adam. Adı Muharrem’di bu adamın. Yanındaki yol arkadaşının ki ise Saffet idi. O, uzun arkadaşından birkaç santim kısaydı ancak ondan daha düzgün bir yüzü vardı. Sarı, bukleli saçları omuzlarına dökülüyor ve üstüne giydiği kısa örgü zırh’ın altından kollarındaki kaslar açığa çıkıyordu.

Padişah, adamın salona girmeden önce bağlatılmış gözlerinin açılmasını emretti ve bu işi Saffet yaptı. Ardından adama eğilmesini söyledi ve adam eğildi. Ancak yüzünü yere eğmedi ve padişahın gözlerinin içine baktı. Padişah da aynı şekilde bakıyordu ve ikisi de bundan rahatsız olmuyordu.

Bir süre salon sessizleşti ve herkes padişahla tutsağa bakıyordu. Padişah adamlara tutsağın ellerinin açılmasını emretti. Adamlar bunu garipsese de açmak zorunda kaldılar. Bileklerindeki kalın ipten kurtulan Korkak iki eliyle diğerinin bileğini ovuşturdu. Bunu yaparken gözlerini padişahtan ayırmamıştı.

Bu şekilde devam eden bir süre sonra padişah derin sessizliği yaran bir çığlık atmış olabilirdi ya da mırıldanma koyuvermişti. Her iki şekilde de tüm gözler padişaha çevrildi.

“Ne verir sana bu cesareti?”

“Denizler kadar derin ve dağlar kadar ulu gözlerinizdeki bir ışıktır beni size bakmaya zorlayan, Sultanım,” adam gülümsedi. “Bu kadar ciddiyete bu kadar cesaret az bile.”

Padişah ona sert bir bakış attı fakat daha sonra herkesi şaşırtan bir şekilde o da gülümsedi. Ardından Saffet’e döndü ve sordu. “Bu adam kimdir efendi?”

“Dediğim gibi Sultanım,” dedi Saffet. Bunu yaparken Korkak’a tiksiniyormuş gibi bir bakış attı. “Sınırlarımıza girmeye çalışırken yakaladık ve efendimiz de kendisini yargılayacak kudreti kendinde bulamadığını söyleyip bu yaratığı yüce divanınıza getirmeyi uygun gördü.”

“Beyiniz kısmen haklıymış ya da sizi kandırmış,” padişah hala gülüyordu. “En küçük kardeşim Osman ile tanışın. Fatih babam Mehmet’in dördüncü ve son oğlu… Kendisi yıllardır kayıptı. Beyiniz bulmuş oldu.”
Saffet ve arkadaşı birbirlerine bakıp boyunlarını eğdiler. Ardından padişah onların çıkmasını istedi ve ardından da tüm divan üyelerinden. Osman ağabeyinin yanına gitti ve elini öptü. Ardından divan üyelerinin makamına oturdu.

“Nerelerdeydin?” diye sordu Bayezid kardeşine.

Osman bileklerini ovuşturdu ve ardından saçındaki bir tutam tozu silkeledi ve önünde birleştirdi. “Ork avlıyordum,” diye açıkladı. “Avrupalılar artık o illetlerden daha fazla getiriyorlar. Çok çalışıp az yiyorlar. Ama bu onların yağmaladıkları köyleri görmezden gelmemize neden değil.”

“Neden geri geldin peki? Seni buraya çeken şey ne?”

Osman boynunu çevirdi ve rahatlamış bir tavırla arkasına yaslandı. “Emrimde yüz adam ile bir ork kolonisine baskın yaptım. Tüm kadınları ve çocukları öldürdüm ancak diğer koloniler üstümüze bindiler. Köyden çekilmek zorunda kaldım. Bu arada Üsküp’e atadığın bey çok iyi bir asker fakat iş idareye gelince tam bir aptal… Her neyse bize bağlılık bildirmiş iki kalenin yönetimini ele geçirdiklerini öğrendim. Ama bu benim için bir ifade etmiyordu. Eh, yüz adam ile kale alamam. İki üç köy daha yıktım ve halkımızdan alabildiğim kadar gönüllü alıp, Kundar Vadisindeki kaleyi almaya karar verdim. Basit bir kale, duvarları taş değil, ahşap. Neyse. Adamları elimden geldiğince silahlandırdım ve kalenin üzerine sürdüm,” gözlerini önüne eğdi ve burnunun üzerindeki kara fakat ince bıyığı çekiştirdi. “Tüm askerlerim yandı.”

“Yandı?” Bayezid ona ne dediğini anlayamıyor bir şekilde baktı. Gözleri büyümüştü fakat bunun nedeni meraktı.

“Avrupalıların mı yoksa o iğrenç yaratıkların mı bilemem ama vadinin altında, bir mağarada artık bir ejderha yaşıyor. Ejderhanın ininde konaklamaya kalktık. Eh, Bu da bizimkilerin ölümü oldu. Geriye bir tek ben ve birkaç gönüllü kaldı. Diğer tüm askerlerim eridiler. Silahları ve zırhlarıyla birlikte… Gönüllüler yollarına gitti ben ise yoluma. Kaçtım fakat bu aptallar beni yakaladı. Yolculuğun pisliği dışında aç kalmamamı sağladığı için bu esaret benim için iyi oldu denebilir.”

“Aldığın kiloya bakılırsa öyle… Demek ejderha… Onların sadece Afrika’nın güneyinde yaşadığını sanıyordum. Güneşin ateşini emiyorlarmış… Allah korusun, güneşin gazabı üzerimize olursa onu bizim duvarlarımız durdurabilir mi bilmiyorum. Ancak şuanda halledilmesi gereken daha önemli meseleler var. Ağabeyin…”

“Evet, duydum,” diyerek sözünü kesti Osman. Bu onun içini yakıyormuş gibi göğsünü tuttu. “Kardeşimizden koruyoruz demek ki Taht’ı…”

“Öyle görünüyor. Başımızda bunca musibet var iken taht kavgası yaşamak…”

“Ağabeyim beni dinler,” diyerek araya girdi Osman. “Bırak Bursa’ya gidip onunla konuşayım.”

“Hayır,” dedi Bayezid sakince. Gözleri elindeki ağırca çevirdiği tesbihindeydi. Ardından gözlerini kaldırıp kardeşininkilere dikti.  “Senin için daha önemli bir görevim olacak. Senin geldiğin gerçekten çok iyi oldu Osman.”

Osman hayal kırıklığına uğramış bir şekilde ağabeyine baktı. “Nedir bu görev?” diye sordu gönülsüzce.

“Biliyorsun. Cem Bursa’yı ve gizlice birçok kaleyi elinde tutuyor. Fakat burada onunla ben uğraşabilirim. Sana olan görevim ise bundan çok uzaklarda.”

“Evet.”

“Senin görevin doğduğumuz, atalarımızın geldiği topraklardan ötelere gitmek.”

“Oralarda ne yapacağım?” Osman çok şaşırmış görünüyordu. Bunu garipsemesi normaldi çünkü ağabeyinin isteği normal değildi. Cem’in isyanı onun zihninde problem yaratmış olabilir mi acaba diye düşündü fakat bu mantıksız geliyordu. Bayezid hep düşünceli ve zeki biri olmuştu.

“Senden isteğim, kardeşim, Cem’i ve ejderhayı başımızdan def edebilecek bir şey. Doğuya gitmelisin. En doğuya. Çin’den de öteye. Orada ağaçlarla dolu yabani topraklar göreceksin.” Dedi ve ekledi. “Ve ötesindeki Elfleri, dünyamızla tanıştıracaksın.”