İhsan abi öncelikle teşekkürler, flood yapmış olmamak için hemen cevap vermeyip ikinci bölümü atarken cevap vereyim dedim. Bazı hatalarımı burada tekrarlamamaya çalıştım ancak pek başarabildiğimi sanmıyorum. İlk bölümden daha zayıf ve aceleye getirilmiş bir bölüm olduğunu düşünüyorum ama yine de keyifli okumalar, umarım beğenirsiniz.
İki
Jenga, geçmiş yıllarda ülkede en çok konuşulan isimlerden biriydi. Aslında fısıldanan dense daha doğru olabilirdi. Çocuklar ailelerine Jenga hakkında soru sorarlarsa azarlanırlar, öğretmenlerine sorduklarında ise kırbaçlanırlardı. İşte böyle korkulan biriydi Jenga.
Buna rağmen Jenga’dan korkanların hiçbiri onu bir kez bile görmemişlerdi, hakkında yüzlerce efsane vardı ve kimse tam olarak ne yaptığını ve ondan neden korkulduğunu bilmezdi. Kimine göre Cun efsanesiydi Jenga ve bu yüzden pis Cunlar hakkında konuşulmamalıydı. Kimi bir Vampir diyordu onun için. Kimine göre Eski Dünya’nın Karın Deşen Jack’i ölmemişti ve bu dünya kurulana kadar varlığını bir parazit gibi sürdürmüştü.
Eski Dünya’dan getirilen yazıtlara göre adaleti getiren bir kovboydu Jenga, başka bir yazıt ise onun Spartacus’un sağ kolu olduğunu söylüyordu. Yazıtların bile tam anlamıyla doğru ifade edemediği Jenga, yüz binlerce yıl konuşulmuş, yazılmış ama asla bulunamamıştı. Ülkede Jenga son yüzyılda sadece bir dönem gerçekten en çok konuşulan konu olmuştu: Birinci İç Savaş.
Bu zamandan önce ülkede tanınıyor da olsa hiçbir zaman gündem haline gelmeyen Jenga, İç Savaş’ın asiler tarafına sonuçlanmasını sağlamıştı. Bu da bir efsaneydi elbette. Ancak onu gördüğünü, kahramanlıklarını hissettiğini söyleyen yüzlercesi vardı. Uzun süre yaşamayan yüzlercesi…
Onu görmüş olduğunu söyleyenlerin bir bir ölmesi, halk içinde korkuyu arttırmış ve sadece çocukların değil, yetişkinlerin de kâbuslarına girmesini sağlamıştı. En sonunda yeni hükümet, kendi birliklerinde Jenga’nın asla bulunmadığını açıklamış, bir nebze de olsa yüreklere su serpmişti. Ne de olsa, Jenga sadece bir efsaneydi…
Tahir sekreterin ne zaman tekrar içeri dalacağını kestiremezdi. Onu öldürme planının içinde sekreterin de olduğunu elbette biliyordu. Müdürün tabancası çok da sessiz değildi. Eğer bu plandan haberi olmasaydı, çoktan içeri girmiş olurdu.
Tahir kâğıdı katladı ve sağ arka cebine koydu. Silahı da bel hizasına getirerek, sekreterin her an kapıdan içeri girebileceği tehlikesine karşı durdu.
Müdür, saçlarının olması gereken yerde ağır bir koku yaratan yanmış derisi ile yatıyordu. Yara çok kötü görünüyordu, kafatası tam ortadan delinmişti. Yattığı yer tamamen kan olmuştu. Vurulduğunda tabancası elinden fırlamıştı, oyun oynadığı televizyonun önüne kadar gitmişti. Kalkan ise kucağına düşmüştü. Üzerindeki tüm elektrik yükünü atmıştı. Cun tabancalarına karşı yetersiz olduğu bir gerçekti ancak Müdürün sahip olduğu gibi bir tabanca kalkanın sahibine hiçbir şey yapamazdı. Bu yüzden kalkanı aldı.
Cun tabancaları oldukça etkili de olsa, her güzel şeyin bir sonu vardı. Bir süre hiç kesintisiz ateş edebilirdiniz ancak ardından kendi kendine tekrar yenilenene kadar yararsız olurdu. Tabi ki onunla birinin kafasına vurmayacaksanız… Tahir bugün hayatta kalmak istiyordu. Müdürü ilk kez gördüğünde salgılanan adrenalin hala etkisini gösteriyordu ve korku onun yerini alana kadar savaşmalıydı. Hayatta kalmasının tek şartı buydu.
Müdürün savrulmuş tabancasını almaya gittiğinde oyun hala açıktı ancak artık ekranda “Oyun bitti” yazıyordu. Bu evrenden Tahir’e gönderilmiş bir mesaj da olabilirdi, müdürün kötü oynadığına dair bir kanıt da. Tahir koltuğa oturdu ve Sekreteri beklemeye koyuldu. Elbet odaya girecekti. Ve girdiği an onu öldürmeliydi. Silah kullanmayı ona öğrettikleri için anne ve babasına teşekkür etti.
Kapı açılmadı. Tik tik tik. Saatin her bir saniyenin geçtiğini bildirmesi kulağını tırmalıyordu. Birkaç dakika daha geçti ve kapı açılmadı. Tahir artık beklemek istemiyordu. Beklediği her saniye şirketin biraz daha silahlanmasına neden oluyordu. Eğer “Eline silah sürmemiş takım elbiselilere” bile tam donanımlı teçhizat verilmişse, onlara karşı hiçbir şansınız olmazdı. Ayağa kalktı. Ve kalktığı anda kapı açıldı. Tahir hemen silahına davrandı ve ateş etti. Üç kez, dört kez belki de yirmi kez. Ancak ne yaptığını fark ettiğinde silahın enerjisinin tamamen tükenmiş olduğunu ve sekreterin kalkanından bir tek atışın bile geçmediğini anladı.
Kalkan hiç beklenmeyecek bir şekilde, zarar görmemişti ancak etrafı hava tozla kaplanmıştı. Sekreter tozu yarıp ağır hareketlerle tozu yarıp öne çıktı. Elindeki silahı Tahir’e doğru uzattı ve “bırak silahını Tahir,” dedi.
“Siktir,” dedi Tahir. Kalkanını yüzüne kadar kaldırdı ve silahını da kalkanın altından adama doğrulttu. “Sen bırak.”
Adam bıkmış gibi gözlerini devirdi. “Bırak şu silahı, Tahir. Sana zarar vermeyeceğim. Eğer emin olmak istiyorsan silahı önce ben atarım, yeter ki sen de bırak, bırak ki konuşabilelim.”
Tahir adama şaşkın gözlerle baktı ancak silahını bırakmadı. Geriledi. Adam bunu bir anlaşma olarak yorumladı ve silahını yere attı. Ancak kalkanını önünden çekmemişti. Tahir de önce silahı havaya kaldırdı ve daha sonra onu yere attı. “Neden beni öldürmüyorsun?”
“Bu bir öneri mi yoksa soru mu anlayamadım. Beni tanıyor musun?”
“Elbette seni tanıyorum,” dedi ve devam etti. “Sen yerde yatan katilin yıllardır işinin başında olan sekreterisin. Yanılıyor muyum?”
Adam güldü. Gereğinden fazla güldü. Hatta bir zaman sonra gülüşü kahkahaya dönüştü ancak duruldu. “Komik olan ne?” dedi Tahir adamın ona gülmesi fikrinden rahatsız olarak.
“Bütün insanlar beni tanırken senin beni tanımaman beni şaşırttı, küçük adam.” Ciddileşti. “Ben Jenga Seracgul. Tanıştığıma memnun oldum.”
Tahir sadece korktu. Bu adam küçüklüğünden beri kabuslarının başrolü olmakla kalmamış, babası o bazı hareketleri beceremeyince ona vermekle tehdit ettiği adamdı. Jenga.
Adamın bir soyadı bile varmış. “Beni nasıl buldun?”
Jenga kaşlarını çattı ve kalkanını yere attı. Koltuğa doğru yürüdü. Kendini koltuğun üzerine bıraktı ardından konuştu. “Benim kim olduğumu sanıyorsun, Tahir?”
Tahir düşündü. Bu adamın kim olduğunu bilmiyordu. Aslında çok şey biliyordu ancak kim olduğunu asla anlayamamıştı. Annesi babasına sormaya cesaret edememişti.
Korkusu en çok iç savaş döneminde kendini göstermişti. Söylentiler kulağına ilk kez geldiğinde odasından bir süre çıkmamıştı. Ailesinin ölümünden sonra gelen bir korkağın cesareti Jenga’yı biraz olsun unuttursa da, işte şimdi kabusu karşısındaydı. Tahir kendini yere attı ve tabancasını aldı. Tekrar kalktığında silahını doğrudan adamın yüzüne doğrulttu.
“Sen Jenga’sın. Kabusumsun. Ailemin katili olan asi orduda savaştın. Binlerce çocuk öldürdün. Sen Karın Deşensin. Sen sonsuzsun. Sana Allah’ın meleği Azrail diyen bile duydum.”
“Aa, demek Müslümansın. Ailen bundan bahsetmemişti.”
Tahir dondu kaldı. Boğazından gelen bir iki boş sesten sonra konuşmayı başardı. “Ailemle konuşmuş muydun? Onları öldürmeden önce…”
Adam ayağa kalktı. Sinirli görünüyordu ve parmağını sallayarak konuşmaya başladı. “Maycor ve Perostag’ı ben öldürmedim Tahir! Aslında kimse öldürmedi.”
Tahir sinirleniyordu. Ailesi ölmüştü. Bu adam yalan söylüyordu. Ve Tahir yalancılardan hoşlanmazdı. Bu adamı öldürmeliydi. Silahının tetiğine bastı ve son hissettiği hislerinin bedeninden ayrıldığı oldu...
Ayıldı. Yerde yatıyordu ve gözleri zorlukla aralandığında artık müdürün odasına olmadığını fark etti. Olanlar bir rüya olabilirdi ya da hala…
“Günaydın uykucu!” dedi Jenga neşeli bir şekilde. “Kalk yüzünü yıka. Yapacak işlerimiz var.”
Tahir yattığı yerden doğruldu ve sırtını arkasındaki kitaplığa verdi.
Bir kurşun girer şu karnına,
Sovyet öldürür seni ümit burnunda,
Amerika şimdi savaşta,
Kurtar bizi şimdi Patron Jenga. Defalarca tekrar etti bu dizeleri Jenga. Tahir’in başı ağrıyordu ve Jenga’nın şarkısı ona pek yardımcı olmuyordu. “Bana ne oldu?” diye sordu.
“Bayılttım.”
Tahir adamın ciddi olup olmadığını anlamak için ayağa kalkıp yüzüne baktı. Göz göze geldiler ve Jenga elindeki kabloları bırakıp kitaplığa gitti. Bir kitap arıyor gibiydi ve aralarında diğer kitapların aksine çok daha eski olan bir kitabı seçti. Ve Tahir’e uzattı. Kitabın ismi “Jenga Efsanesi” idi. Yazarı ise Marshall Joywolf idi. Tahir bu adamın ismini daha önce duymamıştı. “O isim benim takma adım,” dedi Jenga. “Yani Eski Dünyada yaşarken. Amerikanın kuruluşunda vardım ve yıkılışına tanık oldum. O kadar uzun süre yaşadım ki. Bayağı boş zamanım vardı yani,” güldü. “Kendi hakkımda bir şeyler yazıp insanların bunu okumasını izlemek çok eğlenceliydi. Ancak orada benim hakkımda yazan çoğu şey yalan. Bir sayfa hariç… İşte o sayfaya kim olduğumu, ne olduğumu, nasıl yaşadığımı, nelerden hoşlandığımı ve Twitter’da takip ettiğim kişileri yazdım.”
Tahir kitabı açtı ve açtığı sayfanın köşesi katlanmıştı. “Bu mu?” diye sordu Jenga’ya. O da başını sallayarak onayladı.
Kitabın yaprakları çok eskimişti. Ve ufak bir çekişle kopabilirlerdi.
“…Bir efsane ise Jenga’nın, İsa zamanında yaşamış ve Tanrı tarafından gönderilen gelişmiş teknolojiyi öldüren bir virüs olduğunu söyler. Jenga ilk olarak M.S 2 ile 45 yılları arasında Dünyaya gelmiş ve gelmiş geçmiş en ileri teknolojiyi birkaç saat içinde yok etmiştir. İsa ise bu olaydan şeytanı lanetlemiştir.
Bir çok Hıristiyan âlim –Büyük Peder Simon da dâhil- onun varlığının dinlerinin ilk gelişiyle aynı zaman dilimine denk geldiğini savunur. Simon “Büyük Şeytanlar” kitabında ondan şöyle bahsetmiştir:
“İblis, en büyük silahını İsa’ya saklıyordu. Baba, O’nu Meryem’in rahmine koyduğunda, İblis dedi ki: “Ben de oğlumu bir ananın rahmine koyacağım ve o Adem torunu İsa’nın tüm emeklerini yok edecek.”
Peder Simon ananın rahminin üretilen ilk bilgisayar olduğunu, İsa’nın ise teknolojinin ilk yaratıcısı olduğunu iddia eder.
Ne kadar olağanüstü bir yorum da olsa, Peder Simon fanatikleri bu teorinin gerçekliğine inanır. [1]” “Ciddi misin?” dedi Tahir Jenga’ya. “Bunlar Katolik saçmalığı. Hem doğru olsaydı Kuran’da yazardı.”
Jenga Tahir’in yanına oturdu ve o da sırtını kitaplığa yasladı. “Kuran’ı okudun mu?”
“Hayır,” diye itiraf etmek zorunda kaldı Tahir.
“Peki, yazmadığını nereden biliyorsun?”
“Bilmiyorum.”
Jenga gülümsedi ve aralarında birkaç saniye süren rahatsız edici bir sessizlik oluştu. Sessizliği bozan Jenga’nın uğraştığı küçük yazıcıdan ses oldu. Jenga eliyle yerde destek alarak ayağa kalktı ve makineye yürüdü. “İşlem tamam,” dedi ve Tahir’e ayağa kalkmasını söyledi. Tahir ona şüpheyle yaklaştı. Bir tabanca aradı ancak ortalıkta hiç silah yok gibiydi. “Elimi tut,” dedi Jenga. Tahir tuttu. Jenga “hazır ol,” dedi ve yazıcının dışarı çıkarılmış kablosunu tuttu. Ve acıyı hissetti.
Tahir hiç hissetmediği kadar elektrik akımının vücudundan geçtiğini anlayabiliyordu. Sonra gözleri karardı. Kapandılar.
Açıldığında gözüne çarpan ilk şey, anne ve babasıydı.