Kayıt Ol

Katil Fotokopi Makinesinin İnsanları

Çevrimdışı Acmert

  • **
  • 268
  • Rom: 24
    • Profili Görüntüle
Katil Fotokopi Makinesinin İnsanları
« : 13 Şubat 2013, 22:03:58 »
                       
Bir

Tahir, koyu kahvesini fotokopi makinesinin yanına koydu ve çoğaltacağı kâğıtları makineye yerleştirdi. Makine oldukça eski ve yavaştı. Her bir kopya için dakikalar harcıyor, bazen kâğıtları kapağa sıkıştırıyor ve genellikle yüksek ses çıkarıyordu. Çok uzun zamandır bu masadan kaldırılmadığı göz önüne alınırsa bu gayet başarılı bir makine kabul edilebilirdi.

Makine kendi işini yaparken Tahir de sırtını makineye dayayıp kahvesini yudumlamaya başladı. Birkaç iş arkadaşını selamladı, yeniden kahvesini yudumladı ve birkaç arkadaşını daha selamladı.

Tahir bir silah fabrikasının “üst” katlarında çalışıyordu. Yani masa başı çalışan, sabah sekizde ofise gelip akşam beşte televizyonlarına gömülmek üzere evlerine giden, eline silah bile sürmemiş takım elbiselilerle birlikte. Buna rağmen o küçüklüğünden beri tüfek ve tabancalarla büyümüştü. Babası ve annesi askerdiler, iç savaşta iki çapulcu tarafından öldürülmüş olsalar bile normal şartlar altında oldukça yetenekli insanlardı.

O da asker olmak istemişti fakat iç savaşta ailesini kaybedince askeriyeden uzaklaşmak zorunda hissetmişti kendini. Buna rağmen uzaklaşabildiği en uzak nokta gizli ve önemli bir silah şirketiydi.

Babası ve annesi ona genelde zamanlarının tüfeklerini öğretmişlerdi ancak artık o silahlardan bulunamıyordu. Devrilen hükümetin yerine gelenler, ne kadar iç savaşı kazanan onlar da olsa, “kaybedilen iç savaş”ın suçunu o silahlara atmışlardı. Askeriye ve cephaneler yenilenmişti. Ve yeni sistem için silah şirketleri kurulmuştu. Tahir’in çalıştığı şirketlerden biri de buydu.

Tahir uzun yıllardır bu işe emek vermiş de olsa, pek yükselememişti. Büyük toplantılara katılma yetkisi bulunmuyordu ve bilgilerini patronunun imzalayacağı belgelerdeki yazıları okuyarak öğreniyordu. Şu anda yaptığı işte müdürün belgelerini hazırlamaktı. Bu yüzden katil fotokopi makinesinin yanında durmaya mahkûm edilmişti.

Makine durdu ve normalden daha yüksek bir ses çıkarttı. Bunun üzerine kattaki tüm gözler Tahir ve makineye döndü. Biraz utanmış olan Tahir kimseye bakmadan makineye döndü. Makine orada usul usul otursa da, katil fotokopi makinesi teorisi çıkardığı bu korkunç sesle daha da güçlenmişti.

Kâğıtları makinenin kapağını kaldırarak rahatça aldı ve asansöre doğru yürümeye başladı. Sol elinde kâğıtlar vardı ve sağ elindeki kahveyi asansör kapısının yanına koyulmuş geniş siyah çöp kutusunu attı. Asansörün kapısı sessizce açıldığında Tahir arkasını dönüp fotokopi makinesine doğru bakarak asansörü işaret etti ve tekrar önüne dönerek asansöre bindi. Boş asansörün sol tarafındaki düğmelerin kırk dördüncüsüne bastı. O ise okuz ikinci katta çalışıyordu. Bu katın amiriydi. Kırkıncı kata kadar olanlar genelde Tahir gibi orta dereceleri çalışanlar, kırkıncı kat ve üstündekiler büyük toplantılara katılma hakkına sahip olan yöneticilerdi. Yirminci kattan aşağıdakiler ise genelde işçi kısmı oluyordu.

Asansör otuz dokuzuncu katta durdu ve içeri bir saçları dökülmeye yüz tutmuş, yüzü çizgilerle dolu yaşlı bir adam girdi. Tahir’e gülümseyen adam şirketin Ekonomi dairesinden Vakar’dı. Vakar kırk beş tuşuna bastı.

Tahir, adamın kırk beşinci katta ne yapacağını merak etti. Kırk beşinci katta Büyük Patron vardı. Oraya gidenler genelde üst düzey insanlar olurdu.

Merakına yenik düştü ve Vakar’a dönüp içten olmaya çalışarak “Kırk beşinci katta ne işin var?” dedi ve gülümsedi.

Adam sırıttı. “Bilmiyorum. Patronlar beni çağırmış.” Sustu. Etrafına baktı ve dinlenilmediğinden emin olmak ister gibi gözleriyle etrafı taradı. “Terfi alabileceğimi umuyorum.”

“Ah,” dedi Tahir. Bu pek görülebilen bir şey değildi. Hele ki Vakar’ın yaşındaki birinin terfi alması… “Senin adına sevindim. Umarım istediğin olur,” dedi ve kırk dördüncü katta durup kapısı açılmış olan asansör yüzünden adamın teşekkür cevabına sadece kafasını sallayarak cevap vermek zorunda kaldı.

Kırk dördüncü kat dört bölümden oluşuyordu. Bunlar koridor, sekreter yardımcısının odası, sekreterin odası ve şirket müdürünün odasıydı. Sekreter yardımcısının odası bir balıkçı teknesinden biraz daha büyüktü. Bu katın gösterişine tam bir tezat oluşturuyordu. Sekreterin odası ise sekreter yardımcısının odasından çok daha büyüktü. Yine de hiç biri müdürün odasıyla karşılaştırılamazdı. O oda neredeyse katın yarısını kaplıyordu.

Buna rağmen sırasıyla bu odalara girmeden müdür odasına ulaşamazdınız. Öncelikle yardımcının odasından Sekreter Odasının giriş kartını alıp, sekreter odasından da müdürün odasına geçiş sağlanırdı. Kartsız bir girişte ise bedeniniz kapı tarafından eritilirdi. Ülkenin bu karın ağrılı zamanlarında doğrulabilmesi için en önemli adımlardan olan silah endüstrisinin yöneticilerine tam koruma sağlanması gerekiyordu.
 
Tahir koridor boyunca yürüdü ve sağ ve soluna asılmış tablolara bakmadan sekreter yardımcısının odasına odaklandı. Kapının üstünde kırmızı kartal işlemeleriyle süslenmiş tabelada “sekreter yardımcısı, Mocghard” yazıyordu. Mocghard’ın içeri girmesini söyleyen sesi tabelanın altına yerleştirilmiş olduğunu düşündüğü küçük hoparlörden duyuldu ve Tahir içeri girdi.

Mocghard iri bir adamdı. Oturduğu küçük masadan daha büyük olduğu söylenebilirdi. Neredeyse keldi, burnunun altında mavi, ince bir bıyık vardı. Gür kaşlarının altındaki gri gözlerinin etrafı kalın ve mor çizgilerle kaplanmıştı. Tahir içeri girdiğinde bin bir zorlukla oturduğu belli olan masadan biraz toparlandı ve ağzındaki kalmış birkaç sararmış dişi ona gösterdi.

“Ne istiyorsun?” dedi.

Tahir gözlerini devirdi ve masanın önüne kadar yürüdü. Bu adamla uğraşmak pek hoş olmuyordu ve Müdür de işlerin geciktirilmesinden pek hoşlanmazdı. “Sekreter odasına giriş kartı istiyorum, müsaadenizle.”

Adam egosunu tatmin etmekten hoşlanırdı. Bunu da en iyi, aslında statü olarak kendinden üstün olup, ona işi düşmüş insanları kendisine yalvartarak yapardı. Sırıtışı daha da genişledi ve tüm yüzünü kapladı. O da Tahir’le daha fazla uğraşmak istemiyor olmalıydı ki parmağını masanın üzerindeki ince tuşa koydu. Kayma sesi duyuldu ve ardından masanın altından bir çekmece çıktığına dair bir ses duyuldu. Çekmeceden üstünde Tahir’in isminin yazdığı metal ve parlak kartı aldı ve Tahir’in önüne attı. Yere düşen kartı almak için eğilen Tahir kalktığında adamın sırıtışının kulaklarına kadar uzadığını gördü. Bu onu iğrendiriyordu ama yapmak zorundaydı. “Teşekkür ederim,” dedi ve onun da cevabını beklemeden odadan dışarı çıktı. Bunu yaptığında odanın ne kadar basık ve boğucu bir havası olduğunu fark etti ve derin bir nefes aldı. Ardından sekreterin odasına doğru yürümeye başladı.

Sekreter odası ile onun yardımcısının odasının arasında sadece üzerinde hiçbir resim bulunmayan simsiyah bir kahve makinesi bulunuyordu. Kahve makinesini geçti ve geniş metal kapıya yöneldi. Kapının açma kolu ya da bu işi yapacak başka bir şeyi bulunmuyordu ve kapının açılmasının tek yolu tam ortasındaki ince ve zar zor fark edilen deliğe kartı yerleştirmekti. Eğer müdüre ulaşmak için bu kadar güvenlik geçmek gerekiyorsa, Büyük Patronun odasındaki ejderhanın büyüklüğü ne kadardır diye düşündü.

Kapıya kartı taktığında “klik!” diye bir ses geldi ve ağır kapı hızla arkaya kadar savruldu. İçerisi yardımcının odasına göre çok daha ferahtı. Giriş eşiğinin hemen üstünde bir klima bulunuyordu ve Tahir içeri girdiğinde tüm vücudunu dışarıdaki boğukluktan kurtaran bir soğuk hava dalgası kapladı.

Odada üç kurşun işlemez pencere, bir kapı –müdür odasına geçilen kapıydı bu-, bir masa ve kitaplık bulunuyordu. Daha önceki gelişlerinde böyle bir şey bulunmuyordu. Kitaplıktaki kitaplar oldukça fazlaydı ve okumak saçmalığını hala sürdüren birilerinin olması Tahir’i şaşırttı. Okumak sadece “Entel Sınıfı” adı verilen, gözlüklü ve hayatını kahve içerek sürdüren birkaç insana özgüydü. Sekreter de onlardan biriydi herhalde. Tahir ona başıyla selam verdi ve sekreter de ciddi yüzüyle buna karşılık verdi.

Sekreter orta yaşlı, güçlü yüzü olan bir adamdı. Oldukça dinç ve sağlıklı görünüyordu. Tahir ona “Okumaya mı başladınız?” diye sordu. Sekreter, yardımcısı gibi egoist ya da şımarık birisi değildi. Genelde hüzünlü olan gözleriyle Tahir’in ne demek istediğini anlamaya çalışır gibi baktı ve “ha!” dedi. “Evimden getirdiğim birkaç kitap işte. Biliyorsun artık evden çok burada yaşamak durumundayım.” Tahir sekreterin ne demek istediğini anlayabiliyordu.

İç savaş döneminin sonunda hükümet devrilse de bu savaşların sonuncusu olmamıştı. Artık ikinci iç savaş dönemiydi. Fakat bu sefer sokaklar eşkıya veya çeteci değil, tamamıyla polis kaynıyordu. Bu şirket de onların bölgesine aitti. Diğer bölge de ise askerler tarafından yönetiliyordu. Asker-Polis savaşlarındaki en kilit noktalar ise silah fabrikalarıydı. Silah fabrikalarından birisini ele geçirmek demek diğerine üstünlük sağlamak demekti. Ancak ülkede dört tane olduğu düşünülen –tam sayısını sadece bu şirketlerin kurulmasını sağlayan Devlet Başkanı biliyordu- fabrikaların hiç biri ele geçirilememişti. Çünkü bu binalar dışarıdan bir alışveriş merkezi, spor salonu ya da diğer binalardan farksızdı.

Polis daha önce birkaç kez baskın yapmıştı fabrikaya fakat ele geçirebildikleri tek şey ilk katta göstermelik koyulmuş yiyecek malzemeleriydi.

Tahir konuyu uzatmak istemiyordu, bir an önce müdüre belgeleri verip odasına dönmeliydi. Kapıyı açan Sekreter Miros, önündeki kitabı okuyordu ve Tahir bunu müdür odasına girmeden birkaç saniye önce fark etmişti. Bunu kafasından çıkarttı ve Müdüre selam verdi.

Müdür ne sekreter kadar sert, ne de yardımcı kadar laubaliydi. O genelde neşeliydi. Çok nadiren sinirlenirdi fakat bu onun ne kadar tehlikeli biri olduğunu anlayabilecek kadar sert bir sinirlenme olurdu.

“Hoş geldin, Tahir,” dedi adam arkasındaki Tahir’e bakmadan. Elinde bir tabanca şeklinde bir konsol vardı ve ekrandaki düşman askerlerini avlıyordu. Bu oyun geçen sene yapılmıştı. İç savaş dönemini anlatan ve tüm bölümleri tamamladığınızda “gaddar” hükümeti devirdiğiniz bir oyundu.

“Son istediğiniz belgeleri düzenleyip çoğalttım efendim,” dedi ve adamın geniş masasının üstüne bırakırken “buraya bırakıyorum,” dedi.

“Buraya kadar gelip çabucak gitmek mi istiyorsun?” dedi Müdür hayal kırıklığına uğramış bir çocuk gibi dönerek. Oyununa geri döndü ve “biliyorum, çok iş yapıyorsun fakat senden bir şey istemek durumundayım.”

“Ne isterseniz efendim,” diye cevapladı Tahir, adamın cevap beklediğini fark ettiğinde.

Adam güldü. “Masamın soldan üçüncü gözünde bir kâğıt bulunuyor. Onu tüm şirkete fakslamanı istiyorum fakat sakın okuma! Ofisine döndüğünde zaten görürsün,” dedi.

Tahir müdürün görmeyeceğini bile bile onaylayan bir şekilde başını salladı. Masanın soldan ikinci çekmecesini açtı ve içinde bir tabanca gördü. Bu tabanca Cun tabancasıydı. Altın işlemeli özel ve hafif bir yapımdı. Cun ırkının nadir bulunan ürünlerinden biriydi. Ve kesinlikle mükemmeldi.

Hemen kapattı çekmeceyi ve üçüncüyü açması gerektiğini hatırlayıp açtı. Kâğıdı eline aldığında kendini yazıları okumamak için zor tuttu. Ve merakına karşı yaptığı mücadeleyi kazanıp yazıyı okumadan faks makinesine koyup, tüm şirkete gönderilmesi için birkaç tuşa bastı. Arkasını döndü ve “işlem tamam efendim,” dedi. Ardından faks makinesinin işlemi tamamladığına dair sesi duydu ve makineden aldığı kâğıdı yerine geri koymak üzere çekmeceyi açtı. Kâğıdı koydu fakat kapatmadan önce bir şey fark etti. Müdür artık oyunun başında oturmuyordu. Oyun hala devam etse bile.

Konsol olduğunu zannettiği tabanca Tahir’e doğru çevrilmişti ve bu kesinlikle bir rüya değildi. Tahir üzerinden sarı bir ışın kurşunu geçerken kendini yere attı ve ikinci çekmeceyi açıp el yordamıyla bulduğu Cun tabancasını aldı. Dizlerinin üzerinde oturup, kafasını kaldırmadan silahını müdürün olduğu yere doğru çevirip tetiğe bastı. Kafasını masanın altından kaldırıp müdüre baktı ve o da tabancasının güvenlik kalkanıyla son anda savuşturduğunu gördü. Müdürün bu karşılığı beklemediği bir anlaşılabilir bir şeydi ve tabancayı orada unuttuğu için sinirlendiğine emindi.

Tahir, Müdürün toparlanmasına izin vermeden ikinci kez ateş etti. Bu sefer, geçen saldırının ağır elektrik yükünü üzerinden atmaya çalışan güvenlik kalkanı işe yaramadı ve kırmızı renkli ışın kurşunu Müdürün kafasına ulaştı. Müdürün yanan ve dağılan beyni yüzünden artık odadaki tek ses televizyondaki oyundan gelen sesti. Tahir sekreterin silah seslerini duyup hala neden gelmediğini ve neden böyle bir saldırıya uğradığını merak etti. Bunun kâğıtla bir ilgisi olmalıydı. Ayağa kalktı ve çekmeceden kâğıdı alıp üzerinde yazan iki cümleyi sessizce okudu.

“Otuz ikinci kat amiri Tahir, şirket güvenliğini tehlikeye attığı için ölüm cezasına çarptırılmıştır. Gördüğünüz yerde infaz ediniz.”



Çevrimdışı mit

  • *
  • 5536
  • Rom: 96
  • Kronik Anakronik
    • Profili Görüntüle
    • Yorgun Savaşçı'nın Günlüğü
Ynt: Katil Fotokopi Makinesinin İnsanları
« Yanıtla #1 : 14 Şubat 2013, 20:47:13 »
Güzel bir hikayeydi. Hikayenin kendisi kadar arka plana serpiştirilen alternatif dünya ipuçlarını da beğendim. İç savaşlar, polis-asker kapışmaları, kitap okumanın boş iş sayılması, hafif bilim-kurgu öğeleri... Hepsi de atmosferi güçlendiren etmenlerdi.

Arada ufak tefek yazım hataları vardı ve fazladan kullanılan "bir"ler vardı ama bunlara fazla takılmadım. Bir de Tahir o katın amiriyse neden fotokopi çekmek gibi basit bir işi kendi yapıyor, "eline silah bile sürmemiş takım elbiselilerle birlikte" çalışıyorsa binanın geri kalanı kendisini nasıl öldürecek gibi soru işaretleri kafamda belirmedi değil.

Yine de güzel ve keyifli bir öyküydü. Ya da girişti belki de? Kalemine sağlık...
Jackal knows who you are,
Jackal knows where you are.
Try to hide if you dare.
Do your best, i don't care.

Çevrimdışı Acmert

  • **
  • 268
  • Rom: 24
    • Profili Görüntüle
Ynt: Katil Fotokopi Makinesinin İnsanları
« Yanıtla #2 : 17 Şubat 2013, 00:48:05 »
İhsan abi öncelikle teşekkürler, flood yapmış olmamak için hemen cevap vermeyip ikinci bölümü atarken cevap vereyim dedim. Bazı hatalarımı burada tekrarlamamaya çalıştım ancak pek başarabildiğimi sanmıyorum. İlk bölümden daha zayıf ve aceleye getirilmiş bir bölüm olduğunu düşünüyorum ama yine de keyifli okumalar, umarım beğenirsiniz. :)


İki


Jenga, geçmiş yıllarda ülkede en çok konuşulan isimlerden biriydi. Aslında fısıldanan dense daha doğru olabilirdi. Çocuklar ailelerine Jenga hakkında soru sorarlarsa azarlanırlar, öğretmenlerine sorduklarında ise kırbaçlanırlardı. İşte böyle korkulan biriydi Jenga.

Buna rağmen Jenga’dan korkanların hiçbiri onu bir kez bile görmemişlerdi, hakkında yüzlerce efsane vardı ve kimse tam olarak ne yaptığını ve ondan neden korkulduğunu bilmezdi. Kimine göre Cun efsanesiydi Jenga ve bu yüzden pis Cunlar hakkında konuşulmamalıydı. Kimi bir Vampir diyordu onun için. Kimine göre Eski Dünya’nın Karın Deşen Jack’i ölmemişti ve bu dünya kurulana kadar varlığını bir parazit gibi sürdürmüştü.

Eski Dünya’dan getirilen yazıtlara göre adaleti getiren bir kovboydu Jenga, başka bir yazıt ise onun Spartacus’un sağ kolu olduğunu söylüyordu. Yazıtların bile tam anlamıyla doğru ifade edemediği Jenga, yüz binlerce yıl konuşulmuş, yazılmış ama asla bulunamamıştı. Ülkede Jenga son yüzyılda sadece bir dönem gerçekten en çok konuşulan konu olmuştu: Birinci İç Savaş.                 

Bu zamandan önce ülkede tanınıyor da olsa hiçbir zaman gündem haline gelmeyen Jenga, İç Savaş’ın asiler tarafına sonuçlanmasını sağlamıştı. Bu da bir efsaneydi elbette. Ancak onu gördüğünü, kahramanlıklarını hissettiğini söyleyen yüzlercesi vardı. Uzun süre yaşamayan yüzlercesi…

Onu görmüş olduğunu söyleyenlerin bir bir ölmesi, halk içinde korkuyu arttırmış ve sadece çocukların değil, yetişkinlerin de kâbuslarına girmesini sağlamıştı. En sonunda yeni hükümet, kendi birliklerinde Jenga’nın asla bulunmadığını açıklamış, bir nebze de olsa yüreklere su serpmişti. Ne de olsa, Jenga sadece bir efsaneydi…



Tahir sekreterin ne zaman tekrar içeri dalacağını kestiremezdi. Onu öldürme planının içinde sekreterin de olduğunu elbette biliyordu. Müdürün tabancası çok da sessiz değildi. Eğer bu plandan haberi olmasaydı, çoktan içeri girmiş olurdu.

Tahir kâğıdı katladı ve sağ arka cebine koydu. Silahı da bel hizasına getirerek, sekreterin her an kapıdan içeri girebileceği tehlikesine karşı durdu.

Müdür, saçlarının olması gereken yerde ağır bir koku yaratan yanmış derisi ile yatıyordu. Yara çok kötü görünüyordu, kafatası tam ortadan delinmişti. Yattığı yer tamamen kan olmuştu. Vurulduğunda tabancası elinden fırlamıştı, oyun oynadığı televizyonun önüne kadar gitmişti. Kalkan ise kucağına düşmüştü. Üzerindeki tüm elektrik yükünü atmıştı. Cun tabancalarına karşı yetersiz olduğu bir gerçekti ancak Müdürün sahip olduğu gibi bir tabanca kalkanın sahibine hiçbir şey yapamazdı. Bu yüzden kalkanı aldı.

Cun tabancaları oldukça etkili de olsa, her güzel şeyin bir sonu vardı. Bir süre hiç kesintisiz ateş edebilirdiniz ancak ardından kendi kendine tekrar yenilenene kadar yararsız olurdu. Tabi ki onunla birinin kafasına vurmayacaksanız… Tahir bugün hayatta kalmak istiyordu. Müdürü ilk kez gördüğünde salgılanan adrenalin hala etkisini gösteriyordu ve korku onun yerini alana kadar savaşmalıydı. Hayatta kalmasının tek şartı buydu.

Müdürün savrulmuş tabancasını almaya gittiğinde oyun hala açıktı ancak artık ekranda “Oyun bitti” yazıyordu. Bu evrenden Tahir’e gönderilmiş bir mesaj da olabilirdi, müdürün kötü oynadığına dair bir kanıt da. Tahir koltuğa oturdu ve Sekreteri beklemeye koyuldu. Elbet odaya girecekti. Ve girdiği an onu öldürmeliydi. Silah kullanmayı ona öğrettikleri için anne ve babasına teşekkür etti.

Kapı açılmadı. Tik tik tik. Saatin her bir saniyenin geçtiğini bildirmesi kulağını tırmalıyordu. Birkaç dakika daha geçti ve kapı açılmadı. Tahir artık beklemek istemiyordu. Beklediği her saniye şirketin biraz daha silahlanmasına neden oluyordu. Eğer “Eline silah sürmemiş takım elbiselilere” bile tam donanımlı teçhizat verilmişse, onlara karşı hiçbir şansınız olmazdı. Ayağa kalktı. Ve kalktığı anda kapı açıldı. Tahir hemen silahına davrandı ve ateş etti. Üç kez, dört kez belki de yirmi kez. Ancak ne yaptığını fark ettiğinde silahın enerjisinin tamamen tükenmiş olduğunu ve sekreterin kalkanından bir tek atışın bile geçmediğini anladı.

Kalkan hiç beklenmeyecek bir şekilde, zarar görmemişti ancak etrafı hava tozla kaplanmıştı. Sekreter tozu yarıp ağır hareketlerle tozu yarıp öne çıktı. Elindeki silahı Tahir’e doğru uzattı ve “bırak silahını Tahir,” dedi.

“Siktir,” dedi Tahir. Kalkanını yüzüne kadar kaldırdı ve silahını da kalkanın altından adama doğrulttu. “Sen bırak.”

Adam bıkmış gibi gözlerini devirdi. “Bırak şu silahı, Tahir. Sana zarar vermeyeceğim. Eğer emin olmak istiyorsan silahı önce ben atarım, yeter ki sen de bırak, bırak ki konuşabilelim.”

Tahir adama şaşkın gözlerle baktı ancak silahını bırakmadı. Geriledi. Adam bunu bir anlaşma olarak yorumladı ve silahını yere attı. Ancak kalkanını önünden çekmemişti. Tahir de önce silahı havaya kaldırdı ve daha sonra onu yere attı. “Neden beni öldürmüyorsun?”

“Bu bir öneri mi yoksa soru mu anlayamadım. Beni tanıyor musun?”

“Elbette seni tanıyorum,” dedi ve devam etti. “Sen yerde yatan katilin yıllardır işinin başında olan sekreterisin. Yanılıyor muyum?”

Adam güldü. Gereğinden fazla güldü. Hatta bir zaman sonra gülüşü kahkahaya dönüştü ancak duruldu. “Komik olan ne?” dedi Tahir adamın ona gülmesi fikrinden rahatsız olarak.

“Bütün insanlar beni tanırken senin beni tanımaman beni şaşırttı, küçük adam.” Ciddileşti. “Ben Jenga Seracgul. Tanıştığıma memnun oldum.”

Tahir sadece korktu. Bu adam küçüklüğünden beri kabuslarının başrolü olmakla kalmamış, babası o bazı hareketleri beceremeyince ona vermekle tehdit ettiği adamdı. Jenga. Adamın bir soyadı bile varmış.

“Beni nasıl buldun?”

Jenga kaşlarını çattı ve kalkanını yere attı. Koltuğa doğru yürüdü. Kendini koltuğun üzerine bıraktı ardından konuştu. “Benim kim olduğumu sanıyorsun, Tahir?”

Tahir düşündü. Bu adamın kim olduğunu bilmiyordu. Aslında çok şey biliyordu ancak kim olduğunu asla anlayamamıştı. Annesi babasına sormaya cesaret edememişti.

Korkusu en çok iç savaş döneminde kendini göstermişti. Söylentiler kulağına ilk kez geldiğinde odasından bir süre çıkmamıştı.  Ailesinin ölümünden sonra gelen bir korkağın cesareti Jenga’yı biraz olsun unuttursa da, işte şimdi kabusu karşısındaydı. Tahir kendini yere attı ve tabancasını aldı. Tekrar kalktığında silahını doğrudan adamın yüzüne doğrulttu.

“Sen Jenga’sın. Kabusumsun. Ailemin katili olan asi orduda savaştın. Binlerce çocuk öldürdün. Sen Karın Deşensin. Sen sonsuzsun. Sana Allah’ın meleği Azrail diyen bile duydum.”

“Aa, demek Müslümansın. Ailen bundan bahsetmemişti.”

Tahir dondu kaldı. Boğazından gelen bir iki boş sesten sonra konuşmayı başardı. “Ailemle konuşmuş muydun? Onları öldürmeden önce…”

Adam ayağa kalktı. Sinirli görünüyordu ve parmağını sallayarak konuşmaya başladı. “Maycor ve Perostag’ı ben öldürmedim Tahir! Aslında kimse öldürmedi.”

Tahir sinirleniyordu. Ailesi ölmüştü. Bu adam yalan söylüyordu. Ve Tahir yalancılardan hoşlanmazdı. Bu adamı öldürmeliydi. Silahının tetiğine bastı ve son hissettiği hislerinin bedeninden ayrıldığı oldu...


Ayıldı. Yerde yatıyordu ve gözleri zorlukla aralandığında artık müdürün odasına olmadığını fark etti. Olanlar bir rüya olabilirdi ya da hala…

“Günaydın uykucu!” dedi Jenga neşeli bir şekilde. “Kalk yüzünü yıka. Yapacak işlerimiz var.”

Tahir yattığı yerden doğruldu ve sırtını arkasındaki kitaplığa verdi.

Bir kurşun girer şu karnına,
Sovyet öldürür seni ümit burnunda,
Amerika şimdi savaşta,
Kurtar bizi şimdi Patron Jenga.


Defalarca tekrar etti bu dizeleri Jenga. Tahir’in başı ağrıyordu ve Jenga’nın şarkısı ona pek yardımcı olmuyordu. “Bana ne oldu?” diye sordu.

“Bayılttım.”

Tahir adamın ciddi olup olmadığını anlamak için ayağa kalkıp yüzüne baktı. Göz göze geldiler ve Jenga elindeki kabloları bırakıp kitaplığa gitti. Bir kitap arıyor gibiydi ve aralarında diğer kitapların aksine çok daha eski olan bir kitabı seçti. Ve Tahir’e uzattı. Kitabın ismi “Jenga Efsanesi” idi. Yazarı ise Marshall Joywolf idi. Tahir bu adamın ismini daha önce duymamıştı. “O isim benim takma adım,” dedi Jenga. “Yani Eski Dünyada yaşarken. Amerikanın kuruluşunda vardım ve yıkılışına tanık oldum. O kadar uzun süre yaşadım ki. Bayağı boş zamanım vardı yani,” güldü. “Kendi hakkımda bir şeyler yazıp insanların bunu okumasını izlemek çok eğlenceliydi. Ancak orada benim hakkımda yazan çoğu şey yalan. Bir sayfa hariç… İşte o sayfaya kim olduğumu, ne olduğumu, nasıl yaşadığımı, nelerden hoşlandığımı ve Twitter’da takip ettiğim kişileri yazdım.”

Tahir kitabı açtı ve açtığı sayfanın köşesi katlanmıştı. “Bu mu?” diye sordu Jenga’ya. O da başını sallayarak onayladı.

Kitabın yaprakları çok eskimişti. Ve ufak bir çekişle kopabilirlerdi.

“…Bir efsane ise Jenga’nın, İsa zamanında yaşamış ve Tanrı tarafından gönderilen gelişmiş teknolojiyi öldüren bir virüs olduğunu söyler. Jenga ilk olarak M.S 2 ile 45 yılları arasında Dünyaya gelmiş ve gelmiş geçmiş en ileri teknolojiyi birkaç saat içinde yok etmiştir. İsa ise bu olaydan şeytanı lanetlemiştir.
Bir çok Hıristiyan âlim –Büyük Peder Simon da dâhil- onun varlığının dinlerinin ilk gelişiyle aynı zaman dilimine denk geldiğini savunur. Simon “Büyük Şeytanlar” kitabında ondan şöyle bahsetmiştir:
“İblis, en büyük silahını İsa’ya saklıyordu. Baba, O’nu Meryem’in rahmine koyduğunda, İblis dedi ki: “Ben de oğlumu bir ananın rahmine koyacağım ve o Adem torunu İsa’nın tüm emeklerini yok edecek.”
Peder Simon ananın rahminin üretilen ilk bilgisayar olduğunu, İsa’nın ise teknolojinin ilk yaratıcısı olduğunu iddia eder.
 Ne kadar olağanüstü bir yorum da olsa, Peder Simon fanatikleri bu teorinin gerçekliğine inanır. [1]”


“Ciddi misin?” dedi Tahir Jenga’ya. “Bunlar Katolik saçmalığı. Hem doğru olsaydı Kuran’da yazardı.”

Jenga Tahir’in yanına oturdu ve o da sırtını kitaplığa yasladı.  “Kuran’ı okudun mu?”

“Hayır,” diye itiraf etmek zorunda kaldı Tahir.
“Peki, yazmadığını nereden biliyorsun?”
“Bilmiyorum.”

Jenga gülümsedi ve aralarında birkaç saniye süren rahatsız edici bir sessizlik oluştu. Sessizliği bozan Jenga’nın uğraştığı küçük yazıcıdan ses oldu. Jenga eliyle yerde destek alarak ayağa kalktı ve makineye yürüdü. “İşlem tamam,” dedi ve Tahir’e ayağa kalkmasını söyledi. Tahir ona şüpheyle yaklaştı. Bir tabanca aradı ancak ortalıkta hiç silah yok gibiydi. “Elimi tut,” dedi Jenga. Tahir tuttu. Jenga “hazır ol,” dedi ve yazıcının dışarı çıkarılmış kablosunu tuttu. Ve acıyı hissetti.

Tahir hiç hissetmediği kadar elektrik akımının vücudundan geçtiğini anlayabiliyordu. Sonra gözleri karardı. Kapandılar.

Açıldığında gözüne çarpan ilk şey, anne ve babasıydı.

Çevrimdışı Acmert

  • **
  • 268
  • Rom: 24
    • Profili Görüntüle
Ynt: Katil Fotokopi Makinesinin İnsanları
« Yanıtla #3 : 18 Şubat 2013, 22:26:45 »
Üç


Önce göz yanılgısı sandı. Daha sonra rüya olduğunu düşündü. Şimdi de ne kadar korkutucu bir eşek şakası olduğunu düşünüyor ve arkadaşlarına küfrediyordu. Ancak bunların hiç biri değildi. Annesi ve babası canlı olarak karşısında duruyorlardı.

Annesi her zamanki gibiydi, belli ki hiç yaşlanmamıştı. Güzel gözleri vardı annesinin, kocamandılar. Saçları da omuzlarına dökülüyordu ve küçük yüzü saçlarının arasında hafifçe gülüyordu. Ancak farklıydı. Bir şeyler farklıydı. Annesi, mordu. Ve kalın kaşlarının altındaki parlak gözlerini ona dikmiş ve eşi gibi hiç yaşlanmamış olan babası da öyle.

Her şeye rağmen bu çok güzeldi. Anne ve babasını görmek… Onların kendi yaşlarındaki halini görmek… O an çok yıllar önce okuduğu bir kitabı hatırladı. Kitap eski dünyadan getirilmiş, adı sanı duyulmamış bir yazarın, adı sanı duyulmamış bir kitabıydı. Ailesini özlemiş bir çocuk bir aynaya bakıyordu ve karşısında ailesini görüyordu. Bu da öyle bir ayna olabilir miydi? Ama annesi elini uzattı. Sıcak parmakları Tahir’in yüzüne değdi ve Tahir titredi. Ne kadar güzel bir tezattı.

Sonra tek olmadıklarını fark etti. Ciddi yüzlü bir adam anne ve babasının arkasından onlara bakıyordu. Jenga.   Tahir yattığı yerde elleriyle geri çekti kendini. Yatağın sırt başlık kısmına gelince durmak zorunda kaldı. Eğer Jenga ve yaptığı şeyler gerçek ise anne ve babasının siluetleri onun için hazırlanmış sinsi bir tuzak olabilirdi. Ve Tahir sinsi tuzaklardan iğreniyordu.

Babası Tahir’in adamdan rahatsız olduğunu gördü ve eliyle Jenga’ya çıkmasına dair bir işaret yaptı. Jenga birkaç saniye babasına dik dik baktı ve ardından homurdanarak dışarı çıktı. Babası tekrar güler yüzle Tahir’e döndü ve  “Hoş geldin, oğlum,” dedi.

Tahir birkaç saniye öylece kalakaldı. Yıllar sonra bu sesi tekrar duymuş olmak onu hüzünlendirsin mi, sevindirsin mi yoksa kaçıp pencereden atlatsın mı bilemedi. Annesi babasının sözlerini tekrarlayınca kendi kendine sorduğu sorunun cevabını buldu ve gözleri tomurcuk yaşlarla doldu. “Size ne oldu?” dedi babasına küçük bir çocuk gibi ağlarken hıçkırarak.

“Şimdi dinlenmelisin,” dedi babası ona. “Zor bir yolculuktan geldin. Daha sonra-”

“Hayır!” diyerek üsteledi babasına. Uzun zaman sonra olan konuşmasına böyle bir başlangıç yapmaya, içinden gelmese de, mecburdu. “Şimdi anlatacaksınız.”

Babası kaşlarını çattı ve hüzünlü bir ifadeye bürünerek eşine döndü. Eşi oğluna bakıyordu ve hala gülümsüyordu. “Anlat ona,” dedi kadın. “Anlat ona Maycor.”

Adam “Peki,” dedi ve isteksizce konuşmaya başladı. “Biz asi ordusunun Jermor Saldırısında öldürülmedik.”

“Bu gayet açık,” dedi Tahir babasının dediğine şaşırarak. Adam onu duymamış gibi yaptı ve konuşmaya devam etti.

“Aslında ikimizde vurulmuştuk. Annen sırtından vurulmuştu. Onu vuran bir asi piçti. Annenin vurulduğunu gördüm ve o tarafa doğru koşturmaya başladım. Etrafımız tamamen kana bulanmıştı. Lanet olsun ben bile bu kadar canlı hatırlayabileceğimi sanmıyordum. Hele yolculuktan sonra… Her neyse, işte o arada benim de etrafımı sardılar ancak ben annenin yanına kadar koştum. Bedenim vurulduktan sonra onun bedeninin yanına düştü… Ah ah ne kadar da duygusaldı… Bilirsin Jermor Saldırısı hükümetin devrildiği saldırıydı. Hükümetin ilk planı asileri merkez kalenin içine çekip, merkez kaleyi patlatmaktı. Gayet de başarılı bir plandı aslında. Hiçbir asi piçinin merkez kalenin feda edilebileceğini tahmin etmemesini beklerdim. Ancak ettiler. Yine de hala bunun bir hainin işi olduğunu düşünüyorum. Belki de hiç tahmin etmediğimiz biriydi.”

Tahir babasının sözünü kesti. “Haini tahmin edebiliyorum,” dedi. Babasının şaşkın bakışlarına aldırmadan konuşmasına devam etti. “Siz öldürüldükten ve hükümet devrildikten sonra yeni devletin başkan yardımcılığına Mustafa amca getirildi.”

Babası sinirlenmişti. Ayağa kalktı ve söylenmeye başladı. “O katil Müslüman orospu çocuğuna güven olmayacağını biliyordum! Hayvan herif!” Şimdi babası tekrar Tahir’e döndü ve yüzüne baktı. “Biz öldükten sonra sana baktı değil mi? Bu yüzden Müslüman oldun? Dex?”

Tahir eski kavgalarının bu kadar erken geri dönmesini beklemiyordu. “Ölene kadar bana baktı. Benim bir işe girmemi, belli bir kademeye kadar yükselmemi sağladı. Bugün benim Dex değil, Tahir olmamın tek sebebi odur. Ve ona karşı içimde bir nefret yok. Eminim sizin ölmenize neden olsa bile, bunu istememiştir.”

Babası sakinleşene kadar yumruğunu kemirdi ve tekrar yatağın yanındaki sandalyelerden birine oturdu. Sakinleştiğinde hikayesine devam etmeye hazırdı. “Ancak o gün, asiler bu planımızı biliyordu. Kaleye sadece iki yüz piyade göndermişler. Bundan habersiz olan bizler, uzaktan patlattık binayı. Jeng’in dediğine göre artık çok eski silahlar kullanıyormuşsunuz? Silah dediğin böyle olur,” dedi ve belindeki kemerden sarkan ince tüfeği gösterdi. Kabzası tamamen metaldi. Buna rağmen gerçekten çok zarifti. “İşte öyle. Kale patlayınca, sığınaklardan çıkardık askerlerimizi. Hepsini sokaklara saldık ve geri kalan tüm asi piçlerini öldürün dedik. Ancak bize de bir tuzak kurulmuştu elbet. Askerlerimizin yarısını ilk patlamada kaybettik. Az sayımız kalmıştı ancak boyun eğmek bize göre değil, biliyorsun. Kabullenmedik ve savaştık. Öldürüldük… Sonra bizi Jenga buldu. Devlet ordusuna girmiş, sırf zevk için. Zaten ölmüyor şerefsiz…” Güldü ve eşinin yüzüne bakarak konuşmaya devam etti. “O gün kaybetmiştik, öldürülmüştük ama Jenga bizim için ikinci bir şanstı. Tanrının bir hediyesiydi. Bizi ölümden, buraya taşıdı. Mor olmamızın nedeni de, yaralarımızın buraya taşınırken, elektronik enfeksiyon kapması.”

Tahir etrafına ilk defa o zaman baktı. Mavi bir odaydı. Sadece mavi bir oda. Ancak içinde bunun gerçek olmadığına dair bir şüphe vardı. Sanki var olan her şey, yoktu!

Babası ne hissettiğini anlamış olmalı ki ona açıklama yapma gereği duydu. “Burası Jengonya, Dex. Rus Çarı Nikoloyov’un geldiğini iddia edip, sonra deli diye öldürülmesine neden olan yer. Buranın bizden önce tek hakimi vardı: Jenga. Jenga aslında o sürekli hikayelerde bahsedilen korkunç yaratık değilmiş, ha. Aslında korkunç. Ancak o bahsedilen korkunç, bizim korkunç değil. Temel olarak bir elektronik virüs, o. İsa zamanından beri yaşamını sürdüren ve gelmiş geçmiş tüm bozuk elektronik cihazların katili. İsa’nın Gazabı diyorlarmış ona eskiden Eski Dünya’da. Ne garip insanlarmış, hep aynı klişe isimler…

“O bizi buraya taşıdı. Bize yaşama imkanı verdi. Burada bizler sadece bir elektronuz. Her şey bize aitti ilk geldiğimizde ancak senin de hissetmiş olacağın gibi, her şey bizimken aynı anda hiçbir şey bizimdi. Yaşamıyor gibiydik. Sadece hiçlikle varlık arasında sürünen iki hiçtik. Nedense bu Jenga’yı üzmüştü. Bize hayır diyemiyor piç… Neyse bize bir teklif sundu. Buraya sürekli bizim gibi adamlar getirecekti. Biz de onları eğitip, savaşa kadar hazır olmalarını sağlayacaktık. Ve savaş geldiğinde, büyük ordunun üç komutanı olacaktık.”

“Ne savaşından bahsediyorsunuz?” dedi Tahir babasına. “Buradan nasıl çıkacağız?”

“Dünyamızı geri dönüp, tekrar ele geçireceğiz evlat. Merak etme. Geçişler yorucu ve yıpratıcı olsa da gerçek dünyaya geçebileceğiz. Biz de yeni yeni kurtulduk zaten ölüm ve yolculuğun yorgunluğundan…”

“Ordudan bahsediyorsunuz? Silahı nereden bulacaksınız? Hem kim buraya gelmek ister ki? Kaç kişi topladınız şimdiye kadar? Bris Köprüsünün altındaki eroinman gençler mi? Onlar çok iyi birer savaşçıdır.”

Babası onun bu sözlerine güldü ve konuştu. “Merak etme, Dex. Yeteri kadar askerimiz ve silahımız var.”

“Ne kadar?”

“Yaklaşık yirmi bin savaşçı ve her birine yetecek kadar silah, zırh. Dünya döndüğümüzde bizim olacak. Peki, sen bizimle olacak mısın oğlum?”

Tahir düşündü. Bu çok yorucu bir konuşmaydı. Yatağının içine girdi, sırtını babasına ve annesine döndü, gözlerini kapadı.

“Olacağım,” diye mırıldandı.

Çevrimdışı Denaro Forbin

  • *****
  • 2114
  • Rom: 54
    • Profili Görüntüle
    • Bilimkurgu Kulübü
Ynt: Katil Fotokopi Makinesinin İnsanları
« Yanıtla #4 : 19 Şubat 2013, 17:13:13 »
Okurken ilk düşündüğüm şey, "bu hikaye neden bir kitap olmasın ki?"

Konu her paragrafta biraz daha derinleşiyor, ama okuyucuyu sıkmıyor. Yani tek bir satırında dahi sıkılmadım okurken. Bu önemli bir etken. İlk bölümü okumuştum, 2.ve 3.bölümleri okumak için çayımı doldurdum fakat çay bitmeden hikaye bitti.

Gelecek bölümleri dört gözle bekliyorum zira asıl olay şimdi başlıyor! Kalemine ve hayal gücüne sağlık Halil.

Çevrimdışı mit

  • *
  • 5536
  • Rom: 96
  • Kronik Anakronik
    • Profili Görüntüle
    • Yorgun Savaşçı'nın Günlüğü
Ynt: Katil Fotokopi Makinesinin İnsanları
« Yanıtla #5 : 27 Şubat 2013, 19:51:15 »
Güzel ilerliyor. Arada bir yalpalıyor ama yıkılmıyor. Jenga olgusunu sevdim. Adı her çağda geçen ve sürekli farklı isimlerle anılan ölümsüz bir dehşet... Çok hoş. Ama çıkış noktası biraz fazla fantastik. Hz. İsa zamanında ortaya çıkan bir elektronik virüs... O dönemde çıkmasını kabul edebilirim ama "elektronik" olmasını mantığım almadı. Elektronik olarak adlandırılan bir cihazın temelleri yüzlerce yıl sonra atılıyor çünkü. Alternatif bir evren olduğunu farz etsem bile temellerini dünya tarihine dayandırdığını da görüyoruz. O kısıma çok takıldım kısacası.

Bir de bir tavsiye... Jenga'nın kim olduğunu ikinci bölümün hemen başında açıklamak yerine ortaya çıkıp adını ilan ettiği anda yapabilirsin. Böylece anlatım kesintiye uğramaz, okuyucu da kim bu Jenga der demez cevabını alacağından daha bir ilgiyle okunur o kısım.

Çok konuştuysam affola. Kalemine kuvvet.
Jackal knows who you are,
Jackal knows where you are.
Try to hide if you dare.
Do your best, i don't care.