Kayıt Ol

Son Nokta

Çevrimdışı

  • ***
  • 581
  • Rom: 47
  • Hayvan Yemeyelim!
    • Profili Görüntüle
    • http://bulentozgun.blogspot.com/
Ynt: Son Nokta
« Yanıtla #15 : 07 Ağustos 2013, 11:47:05 »
Ustaya saygıyla...

Birinin kendisine seslendiğini duyunca irkilerek kafasını yaptığı işten kaldırdı. Doğru mu duymuştu yoksa yorgun beyni kendisine bir tür oyun mu oynuyordu? Durup dikkatle dinledi, ama çıt yoktu. Başını eğerek yaptığı işe geri döndü; sonra sanki sesin sahibini kandırabilecekmiş gibi bir kez daha kaldırıp yeniden dinledi, ama nafile. Omuzlarını silkerek işine geri döndü ve tam o anda davudi bir ses karanlıklar içinden gürledi:
-   Yine mi tıkandın?
-   Oha! Sen miydin? Bir günde adam gibi girdiğini görsem kurban keseceğim Musa abi. Ödüm koptu.

Sesin sahibi, orta boylu, seyrek saçlı fırça bıyıklı göbekli bir adam, gürlemeye devam:
-   Hadi ülen dinsiz herif, kurban kim, sen kim! Hem sen nerde duydun ilhamın haber vererek geldiğini, çat diye gelirim ben, öğrenemedin mi teres!
-   Öğrenemedim! Ne biçim ilhamsın sen be abi, bıyıklı ilham mı olur ya! Yazacağım varsa da seni görünce aklımda ne var ne yok, tilki görmüş tavuklar gibi kaçışıyor.
-   Benzetmeye bak, lan ben sana böyle mi öğrettim zibidi, hiç ders almamışsın yıllardır. Hem senin kafan kümes gibiyse benim suçum ne?
-   Tamam abi tamam, yardım edecek misin yoksa böyle üst perdeden konuşmaya devam mı?

Bıyıklarını elleriyle gizlermiş gibi sıvazlayan ilham, bir koltuğa ilişiyor, sözcükleri dişliyor:
-   İyi be! Niye geldim oğlum ben, yardım edeceğim tabi. Şiir mi yine? Bak şiirse çok müthiş fikirlerim var, kafaları yersin.
-   Yok abi, öykü. Ortasına kadar geldim, sonunu bağlayacağım, olmuyor, zor çözünen tuvalet kağıdı atılmış klozet gibi tıkandım be abi.
-   Hay Allah’ım! Sen harbiden tıkanmışsın, yine boktan benzetmelere başladın. Boş boş konuşma da ver bakayım ne yazmışsın?
-   Gözünü seveyim abi, yap bir abilik daha.
-   Sus oğlum, tamam. Oha kaç sayfa lan bu. Şimdi otuz saat bunu okuyamam, özet geç bakayım.

Müstakbel yazarın yüzü ışıldıyor, hevesle kıkırdayarak, aklındakileri döküp saçarak:
-   Şimdi abi, öykü kişimiz yazmayı çok seven bir adam, bunun arkadaşları falan var, onlar da seviyor yazmayı, beraber bir yazma grupları var, iki haftada bir toplanıp yazdıklarını birbirlerine okuyorlar, birbirlerini eleştiriyorlar. Bazen hepsi aynı konu üzerinde yazmaya karar veriyorlar, bazen bir başlangıç paragrafı veriliyor ona göre yazıyorlar. Ama bizimki bu işi çok ciddiye alıyor, yeteneği olmamasına rağmen, uğraşıyor da uğraşıyor, bütün dikkatini, zamanını bu işe harcıyor, öyküyle yatıp öyküyle kalkıyor desem yeridir.
-   E iyi. Kedi olalı bir fare tutmuşsun lan zirzop. Sonra? Anlat hele.
-   Sonra abi bir gün gruptakiler diyor ki “Bu sefer bir başlangıç paragrafı değil de öykünün sonuna doğru kullanılacak bir metin parçası verelim, herkes ona göre yazsın.”
-   Enteresting...
-   Bizim adam, uğraşıyor uğraşıyor ama bir türlü yazamıyor, iki haftanın dolmasına iki gün kalmış, bizimkinin kıçı düğünlerde kullanılan havai fişeklerin kıçı gibi tutuşuyor.
-   Hay ben senin benzetmene... Akşam akşam günaha sokacaksın beni. Sonra lan, sonra?
-   Bu da tutuyor, az tanınan bir yazarın öyküsünü alıyor, içine uygun bir yere o hafta belirledikleri metni yerleştiriyor. Bir iki ufak rötuş, süper bir öykü çıkıyor ortaya. O hafta tüm arkadaşlarından büyük övgüler alıyor. Herkes bayılıyor öyküye.
-   Hangi yazardan apartıyor peki bu dallama?
-   Feyyaz Kayacan’dan. Ben de böylece öykücülüğümüzün az bilinen bir değerine bu öyküyle bir saygı duruşu gösterdim. Nasıl abi?

Musa’nın gözleri mavi mavi masmavi, sesi kallavi mi kallavi:
-   Bak bak. Ağızlara bak. Aferin lan Metin, adam oluyorsun.
-   Sağol abi. Sonra zaman geçtikçe bizimki içten içe huzursuzlanıyor, rahmetlinin üzerinden kendine fayda sağladığı için kızıyor kendine, hem de bir hiç için. Bir kaç hafta sonra yine bu, bir öykü yazmaya oturuyor. Akşam, karanlık bir ortam. Gerilim artsın diye böyle bir sahne düşündüm Musa abi. Öykü burada pik yaparak son bulacak. Neyse bu, masa lambasının altına, kanepe altına sokulan elektrik süpürgesi ucu gibi sokulmuş, hardıl hurdul öykü yazı...
-   Harıl harıl lan zırtapoz, senin Türkçe’ni...
-   Pardon abi, harıl harıl yazarken birinin kendisine seslendiğini duyunca irkilerek kafasını yaptığı işten kaldırıyor. Durup dikkatle dinliyor, ama çıt yok. Başını eğerek yaptığı işe geri dönüyor; sonra sanki sesin sahibini kandırabilecekmiş gibi bir kez daha kaldırıp yeniden dinliyor, ama nafile. Omuzlarını silkerek işine geri dönüyor ve tam o anda...
-   Evet, tam o anda? Ne oluyor oğlum söylesene!
-   Buraya kadar yazabildim abi, devamı yok.
-   Has...tiir. Çok merak ettim la. Ulan kerkenez, hep kolay tarafı sen yazıyorsun zorlanınca bana bırakıyorsun.
-   E abi senin iş tanımın bu değil mi zaten?

İlham Musa’nın yüzü turşu, aklı kukumav kuşu:
-   Biliyoruz lan it kırıntısı. Düşünüyoruz burada. Bulacağız elbet bir şeyler. Sen bi’ sus bakayım. Hım. Hımm. Hımmm. Hımmmm. Onu şöyle yapsak, bunu... Yok olmaz... Şeyi şey yapsa... Yok, çok klişe... Klişe ney lan, basmakalıp desene! Şey... O... Bu... Şu... Tamam buldum oğlum!
-   Nedir abi?
-   Bak şimdi, bu sapı silik, öyküyü yazarken tam o anda davudi bir ses karanlıklar içinden gürlesin.

Metin heyecandan fır fır etekli, sözleri her zamankinden istekli:
-   Ne sesi abi?
-   Feyyaz Kayacan’ın sesi. Hayaletinin sesi daha doğrusu. Rahmetli çıkmış gelmiş.
-   Hesap sormaya mı? Ya bırak abi ya, ilham dedik başımızın içinde yerin var dedik, çıka çıka bu çıktı o hımm’lardan? Klişe abi bunlar, kimse tamah etmiyor bu tür numaralara artık.
-   Metin bak zor tutuyorum kendimi, beni günaha sokma, kaç aylık doğdun lan sen gavgav artığı? Bekle hele. Bak şimdi Feyyaz Kayacan geliyor, diyor ki: “Ben kefen kefen uyurken sen uyandırdın beni delikanlı. Tutup başımı sen çıkardın toprağın rahminden. Kim tozlu öykülerimi okuyup üflerse, bu ölüm-doğum oyunu yeniden perde buluyor. Ne kadar dilersen o kadar çal beni, yeter ki duyulsun müziğim.”
-   Muhteşem! Abi ne güzel söyledin ya. Süper. Yani üstad Feyyaz Kayacan kızmıyor öyle mi?
-   Yok oğlum kızmıyor, birileri onu, ondan çalmak için bile olsa, okuduğu için mutlu. Sonra bizim yazar bozuntusu pişman oluyor yaptığından. Bir dahaki öykü toplantısına üstadın kitaplarıyla gidiyor, yaptığı gerzekliği açıklıyor, özür diliyor. O haftaki başlangıç metnini üstadın öykülerinden seçmelerini öneriyor. Herkes ilk defa duysa da üstadın ismini, bizim salağın ustadan aparttığı öykünün güzelliğini hatırlayınca kabul ediyorlar ve her biri bir öykü seçip başlangıcını kullanarak yazmaya karar veriyor. Aylarca öyküler yazılıyor. Bazıları hakikaten çok güzel oluyor. Grubun üyeleri bu önemli yazarı bilmemenin utancını hissettikleri için onun öykülerinden ilham alarak yazdıkları öyküleri toplayıp bir kitap çıkarıyorlar. Nasıl?
-   Süper abi, kitabın adı ne oluyor peki?
-   Bir Deli Değilin Öyküleri: Feyyaz Kayacan’dan Feyyaz Kayacan’a.
-   Harika. Çok zekisin be abi. Kitap deli gibi satıyor değil mi? Herkes üstadın ismini duyuyor?
-   Hayır Metin, öyle olmuyor, çok az kişi farkediyor, okuyor. Çık artık şu pembe dünyandan. İşler böyle yürümüyor yazma işinde. Böylece bitiyor öykü. İyi mi?
-   Hüzünlü be abi.
-   Gerçekçi ama. Sana kalsa karanlığın içinden yaratık falan çıkaracaksın heyecan olsun diye, gayduri!
-   Teşekkür ederim abi. Yine yaptın yapacağını. Güzel oldu bu haliyle. Hemen yazmaya başlıyorum. Hakkını nasıl öderim bilmiyorum.
-   Mühim değil len, bangoboz.

Herkes sessiz sessiz, bir değil iki kız. Metin bir heves, bir haz:
-   Abi ya? Hiç üstada geldin mi? Yardım ettin mi ona da?

Musa, bakıyor ahşap zemine, baktıkça dalarak derine:
-   Ben onun değil, o benim ilhamımdı be oğlum.


Çevrimdışı Quid Rides

  • **
  • 399
  • Rom: 17
  • #800000
    • Profili Görüntüle
Ynt: Son Nokta
« Yanıtla #16 : 07 Ağustos 2013, 13:24:59 »
-   Hay ben senin benzetmene...

- Musa abi neden öyle diyorsun çocuğa. Metin'in benzetmeleri gayet güzel olmuş. Okurken baya güldüm yani.
http://turanmemre.wordpress.com/
Bana dönek demiş itin birisi
Açığım ne imiş sor hele hele

Çevrimdışı cemaziyel

  • **
  • 100
  • Rom: 6
    • Profili Görüntüle
Ynt: Son Nokta
« Yanıtla #17 : 16 Ağustos 2013, 20:17:15 »
Birinin kendisine seslendiğin duyunca irkilerek kafasını yaptığı işten kaldırdı. Doğru mu duymuştu yoksa yorgun beyni kendisine bir tür oyun mu oynuyordu? Durup dikkatle dinledi, ama çıt yoktu. Başını eğerek yaptığı işe geri döndü; sonra sanki sesin sahibini kandırabilecekmiş gibi bir kez daha kaldırıp yeniden dinledi, ama nafile. Omuzlarını silkerek işine geri döndü ve tam o anda o billûr sesin sorduğu anlamlı soruyu duydu:

"Abe ister misin bi fal bakayım sana?" Sesin sahibi, bedeninin etrafında mütemadiyen bir can simidi taşımak zorundaymış gibi yürüyen, esmer tenli, yazmasını kafasının üzerinden düğümlemiş bir roman kadıncağızdan başkası değildi. Herkese sorup, genelde kısa ve net olumsuz yanıtlar aldığı sorusuna yine öyle bir cevap beklediği için, ısrar cümlelerini namluya sürmüş, acımasızca karşısındakine saydırmak için tetikteydi. Karşısındaki bu görünüşte diğerlerinden hiçbir farkı olmayan adamın sipali görmüş bakışları karşısında önce tereddütle arkasında başka gacı var mı diye dönüp baktı. Sokaklarda yetişmiş bir insan olarak korkusunu yüzüne yansıtmadan gürültü çıkarmanın bu durumda en çok işe yarayan şey olduğunu biliyordu. Öyle de yaptı.

"Ulan kapçık aazlı! ne aazını açıp bakarsın üüle be! Namusuyla fal bakan rumanım ben. Güzünü başka yana çevir! Uyarım, Alla' canımı alsın, o u'ursuz güzlerini!" Kadın dışından adama sövüyor, içindense kendisine kızıyordu, ona bulaştığı için. Akşam vakti doğru düzgün kimseyi bulamadığından bir de bu ayakkabı boyacısında şansını denemek istemişti. Nereden bilecekti herifin ırz düşmanı olduğunu.

Beri ki bu şiir gibi cümleleri büyük bir huşu içinde dinliyordu. Bunlar şimdiye dek duymuş olduğu en tatlı sözlerdi. Elindeki ayakkabı tekini bir kenara bırakmış, tatlı tatlı konuşan kadının sözlerini dinliyordu. Sanki bir derenin şırıltısını, bir kekliğin eşini çağırmasını dinliyor gibiydi. Billûr sesli kadının ağzından cümle değil de hayat akıyor gibiydi. 'İşte buydu!' diye geçirdi içinden, 'Eksik olan şey buydu!' Ne kadar da güzeldi... Tıpkı hayallerindeki gibi, belki daha da güzeli...

Kadının fantazi dünyası artık sınıra gelip dayanmıştı. Bildiği bütün ince ve uzun nesnelerle, boyacının tüm muhtemel dişi akrabalarını ilişkilendirerek değme bulmaca yazarlarına dudak ısırtacak bir mantık bulmaca diyagramı oluşturmuştu. Fakat hayatının bu en muhteşem performansı hiç bir işe yaramamıştı. Aksine gubarcık ağızlı herif ağzını daha da bir yaymış, gözünü daha bir kısmıştı. Elindeki baklaların bulunduğu bezi adamın kafasına atacak gibi oldu, fakat bunun hırsını yatıştırmayacağını düşündü. Adama doğru sinirle iki adım attı.

Boyacı yalnızca düşünüyordu. Bu sesi duymadan geçirdiği yılları düşünüyordu. Kadın susup kendine doğru bir iki adım atınca etrafındaki diğer seslere de odaklanma şansı oldu. Yoldan geçen arabaların yaklaşıp uzaklaşan fırıltılarını, yıkılmaz annesinin ellerinden tutup şekerci dükkanına doğru devirmeye çalışan çocuğun viyaklamalarını, çingenenin bağırışlarını merakla seyreden insanların aralarında fısıldaşmalarını ve kıkırdamalarını ve nihayet durup bu anlamsız kavgayı seyretmekten daha önemli işleri olan acele adımların takırdamalarını dinledi. Yaşamak buydu işte! Her nesnenin sesinin rengini keşfedebilmekti. Acaba denese o da böyle sesler çıkartabilir miydi?

Öte yandan kadının attığı, insanlık için yavaş fakat kendisi için oldukça hızlı, iki adım bitmiş; Ona hedefine saldırabilmesi için yeterli mesafeyi vermişti. "Sali'a'ya bulaşmak neymiş gürürsün şimdi!" diye bağırıp kirli elleriyle boyacıya sağlam bir tokat patlattı. Ondan sonra da arkasını dönüp gitti.

Oysa o tokat inene kadar boyacı ne güzel şeyler düşünmüştü. Geleceğe dair ne güzel planlar kurmuştu kafasında. Önce yeni tanıştığı, canlı-cansız, her sesin aynısını çıkarmayı deneyecek sonra da diğer insanlar gibi konuşmayı deneyecekti. Belki de ikisini birden yapacaktı. Buna ne engel olabilirdi ki? duyuyordu artık. Sonra da vitrin camlarından gördüğü ucunda delikli top olan sopaya konuşanların yaptıklarını da yapabilirdi. Hatta şu tahtadan yapılmış, üzerine sıra sıra teller takılı aletlerde bile şansını deneyebilirdi. Sizler için bu kadar hayali o tokadın havaya kalkıp inmesine sığdırmak zor, fakat kelime kullanmayan bir insan için kafasından kelime geçirmeden bu hayalleri bir anda kurmak öyle kolay ki... Sizin için kolay olan ise bu hayalleri söndürmek. Tıpkı o kadın gibi işte... Tokadı kulağına indikten sonra yirmi yıldır dinlediği sessizlik geri gelmişti. Sinirli adımlarla yürüyüp giden kadına kızamadı bile... Çok ağlamadı da... belki iki damla yaş... Kenara bıraktığı siyah deri ayakkabıyı eline alıp işine devam ederken 'ne bekliyordun ki?' diye kızdı kendi kendine, 'Mucizelere kapılıp kim olduğunu unutursan, işte böyle dersini alırsın!'
Ne evvel ne de ahir...

Çevrimdışı mit

  • *
  • 5536
  • Rom: 96
  • Kronik Anakronik
    • Profili Görüntüle
    • Yorgun Savaşçı'nın Günlüğü
Ynt: Son Nokta
« Yanıtla #18 : 18 Ağustos 2013, 22:16:13 »
Sallanan sandalyede oturmuş, odadaki antika saatin tik-taklarıyla eş zamanlı olacak şekilde bir ileri bir geri yavaş yavaş, düşünceli bir şekilde sallanıyordu. Elinde tuttuğu nesneye dikkatle bakıyor, ahşabın çıkardığı kulak tırmalayıcı gıcırtıları duymuyordu bile. Ne kadar zamandır o odada oturduğundan emin değildi. Derin bir nefes aldı, ardından elindeki [...]
Jackal knows who you are,
Jackal knows where you are.
Try to hide if you dare.
Do your best, i don't care.

Çevrimdışı

  • *
  • 32
  • Rom: 3
    • Profili Görüntüle
Ynt: Son Nokta
« Yanıtla #19 : 13 Eylül 2013, 14:33:22 »
Sallanan sandalyede oturmuş, odadaki antika saatin tik-taklarıyla eş zamanlı olacak şekilde bir ileri bir geri yavaş yavaş, düşünceli bir şekilde sallanıyordu. Elinde tuttuğu nesneye dikkatle bakıyor, ahşabın çıkardığı kulak tırmalayıcı gıcırtıları duymuyordu bile. Ne kadar zamandır o odada oturduğundan emin değildi. Derin bir nefes aldı, ardından elindeki küçük tüpteki zehiri bir dikişte içti. Zehir damağında herhangi bir tad bırakmasa da, artık geri dönüş olmadığını bilmek midesinde yanma hissetmesine neden oldu. Şimdi hissettiği heyecan ve korkuyla sallanan sandalyenin ritmleri gitgide hızlanıyor, antika saatin tik-tak ları büyük bir gürültüyle beyninde yankılanıyordu.

Gözleri vitrine takıldı. Vitrin plaketlerle, teşekkür ve onur belgeleriyle doluydu. Cinayet masasından Komiser Oğuz Gültekin. Plaketlere baktıkça anılar birer birer hafızasında canlanıp soluyordu. "Hayatı film şeridi gibi gözünün önünden geçmek" böyle bir şey mi? diye düşündü. Evlenmediği için mutluydu. Ölümünden sonra geride onun için ağlayacak eşi ve çocukları olmamasından biraz teselli oldu. Olsaydı intihar o kadar kolay bir karar olmazdı. Kolay bir karar olmasının nedeni yaklaşık 3 ay kadar önce kanser olduğunu öğrenmesiydi. Doktor her ne kadar "hala bir şansımız olabilir" konuşması yapmış ve iyi niyetli olasılıklarla sonsuz bir hayat vaad eder gibi konuşmuş olsa da gerçekleri ondan saklayamazdı. Hayatını cinayet soruşturmalarıyla geçirmiş, sayısız ağızdan sayısız yalanlar duymuş ve yalanları insanların gözlerinden okumayı bilen birine "umut var" demek yararsızdı.

Hayatı sırları çözmekle geçmişti. Şimdi çözülecek son bir sır kalmıştı. Yine bir cinayet diye düşündü. Ama sır cinayetin sırrı değil, ölümün sırrıydı. İnsanoğlunun varoluşundan bu yana çözülemeyen en büyük sırlardan biri. Bu düşüncenin uyandırdığı merak ona ihtiyacı olan cesareti veriyordu. Her gün insanların nasıl ve neden öldüğünü araştırırdı. Şimdi ise ölümün nasıl olduğunu tecrübe edecekti. Ve bunun için yalnızca bir tek şansı vardı. Ve sonra... İşte en büyük soru işareti buradaydı : "Sonra". "Sonra" var mıydı? "Sonra" ne olacaktı. Ama bunu sonra öğrenecekti. Şimdi ölmeliydi. Ölmek nedir öğrenmeliydi. Ölmeden, ölümden sonrasını bilemezdi.
Birden sallanan sandalyenin gıcırtısıyla kulakları yırtılacak gibi oldu. Terlediğini farketti. Sandalyenin sallanışları yavaşlamaya, vücudu bitkin düşmeye başladı. Kaslarını güçlükle harekettirebiliyor, hatta bazılarını hissetmiyordu bile. Aniden soğukkanlılığını parçalara ayıran bir panik şokuyla titremeye başladı. "Ne yaptım ben??? Ne yaptım? diye düşündü ama bu sözcükleri söylemesi komutunu veren beyni o anda konuşamadığını farketti. Gözleri yuvalarında dönmeye başladığında artık karanlıktaydı. Nefes almak hiç bu kadar zor olmamıştı. Her nefes daha zor hale geliyor ve git gide kulaklarında canını yakan bir çınlama sesi büyüyordu. Hissettiği acı nefes almasını engelliyor, nefes alamamaksa daha çok acı veriyordu. Sonunda kulaklarındaki çınlama tarifsiz bir acıyla patladı. Bu patlamanın üzerinden ne kadar geçmişti, ne olmuştu, neredeydi bilmiyordu. Hiç bir şey bilmiyordu. Artık acı hissetmiyordu. Hiç bir şey hissetmiyordu. Duymaya, görmeye çalışıyordu ama onları da yapamıyordu. Sadece düşünebildiğini farketti. Sakinleşmeye çalıştı. Acıdan kurtulunca amacını, merakını hatırlayarak durumu gözden geçirdi. "Düşün..Düşün.." Ve artık düşünmekten başka birşey yapamadığını anladı. Varlığının düşünmekten ibaret olduğunu kabullendiğinde artık sadece birtek şey düşünebiliyordu: "Ölüm". Düşünceler de gitmişti. Ölüm düşünememekti.

NoT: Hikayedeki isim o anda aklıma gelmiş olup kimseyle bir ilgisi yoktur.

Çevrimdışı

  • ***
  • 581
  • Rom: 47
  • Hayvan Yemeyelim!
    • Profili Görüntüle
    • http://bulentozgun.blogspot.com/
Ynt: Son Nokta
« Yanıtla #20 : 23 Kasım 2013, 20:31:09 »
Hiçbir Şey ve Diğerleri

Ayfer Tunç ve Roberto Bolaño'ya

Sallanan sandalyede oturmuş, odadaki antika saatin tik-taklarıyla eş zamanlı olacak şekilde bir ileri bir geri yavaş yavaş, düşünceli bir şekilde sallanıyordu. Elinde tuttuğu nesneye dikkatle bakıyor, ahşabın çıkardığı kulak tırmalayıcı gıcırtıları duymuyordu bile. Ne kadar zamandır o odada oturduğundan emin değildi. Derin bir nefes aldı, ardından elindeki heykelin neye benzediği konusunda tahminler yürütmeye devam etti.

Sahaf da bilmiyordu ne olduğunu, on gün önce rahmetli olan yaşlı bir adamın kitaplarını almaya gittiğinde adamın torunu bu ahşap heykeli de vermişti. Bunu da alın, bizim bir işimize yaramaz, dükkânınızda dursun süs niyetine. Sahaf Hüseyin, önce almamaya niyetlense de sonra belki hanımının hoşuna gider diye kabul etmişti.

Leyla hanım severdi ahşabı; metalin soğuğuna, camın donukluğuna yeğ tutardı. Kolay kolay kırılmazdı da hem ahşap eşyalar. Lisedeyken, onca dikkat etmesine rağmen, annesi Rukiye hanımın üzerine titrediği cam biblolardan birini kırmış, annesinden yemediği azar kalmamıştı. Oldum olası sakarsın sen, demişti, sevgisizce. Kesin baba tarafına çektin, beceriksiz. Leyla hanım kızmamıştı annesine, üzülmüştü. Hep üzülürdü annesi için. Umarım baba tarafıma çekmişimdir, derdi içinden.

Annesi uzun zaman önce, Leyla hanım iki yaşındayken, çok sevdiği eşini kaybetmiş ve bu acıya katlanamayıp intihar etmek istemişti. Üçüncü kattaki evlerinden aşağı atlamış, bacakları kırılmış, şükür ki ölmemişti. Kalan ömrünü tekerlekli sandalyede geçiren Rukiye hanım, eşine üzülmeye devam etmişti kaldığı yerden. Bu üzüntü onulmaz bir acıya, sonra da nefrete dönüşmüştü. Ne diye öldün be adam? Ne diye öldün pis herif, derdi günde bilinmez kaç sefer. Kızı Leyla da inadına babasını andırırdı. Leyla’yı sevmedi Rukiye hanım, aklını da sevmedi, yavaş yavaş terk etti ikisini de. Cam biblolara bakar oldu akan suya bakar gibi, türbe yaptığı evin dört bir yanına camdan mumlar dikti sanki. Leyla ne yapsın, ergenliğiyle aniden büyüyen kollarını bacaklarını koyacak yer bulamayınca kırdı cam biblolardan birini. Ahşap iyiydi o yüzden, çok iyiydi. Eşi o şekilsiz ahşap heykeli getirince de çok sevinmişti ama bu şekilsizlik, birkaç gün sonra onun huzurunu bozmuştu. Düzeni severdi Leyla hanım, her şey birbiriyle dengede olmalıydı evde. Al götür bunu bey, sevmedim, dedi eşine. Abuk sabuk bir şey bu, nereye koysam yakışmadı, al götür koy dükkâna.

Hüseyin bey de vitrine koymuştu heykeli, üst üste dizilmiş Brittanicaların üzerine. Melek, haftada en az üç kez uğradığı sahafa Perşembe günü yine uğramış, yeni kitaplar geldi mi, diye sormuştu. Hüseyin bey, kızım geçen toplu bir alım yaptım ama bilmem hoşuna gidecek bir şey var mı, demişti bakır çaydanlığı ocağa koyarken. Melek, henüz raflara dizilmemiş kitap yığınının yanına gitmiş, elleri tozdan kararana dek karıştırmıştı. Üç kitap beğenmişti. 1970 basımı bir bilimkurgu öyküleri derlemesi, Hamlet’in eski bir çevirisi ve Dini Bilgiler adlı yeşil bir kitap. Kitapların parasını ödeyip dükkândan çıkacakken farketmişti heykeli. Hüseyin amca, şu heykel de satılık mı? Ne kadar? Al kızım, senin olsun demişti sahaf Hüseyin. Melek, hayır olmaz öyle şey, parasıyla alacaksam alayım gibi boş laflar etmeyip, aralarındaki samimiyete dayanarak kabul etmişti hediyeyi.

Şimdi de dikkatli dikkatli bakıyordu heykele. Ne acaba bu? At desen, değil, insan figürü desen, değil, dalgaya benziyor biraz, şu kıvrımlar falan, sanki bir örtü gibi, evet evet, örtü bu, altında bir şey var? Ne acaba? Melek’e göre ne olduğu hemen belli olan sanat eserleri zamanla sıkıcı bir hal alıyordu. O yüzden severdi böyle belirsiz şeyleri. Kapalı şiirleri, gizemi zor çözülen öyküleri, anlaşılmaz resimleri. Godot'yu Beklerken’i defalarca izlemişti. Üniversitedeyken tiyatro topluluğunun sergilediği o acemice oynanmış haline bile bayılmıştı.

Üniversite yılları çok güzel geçmişti. Çok da hızlı. Mezun olur olmaz yüksek lisansa başlamış, zamanla yardımcı doçent olmuştu. Hiç evlenmemişti. Ama bir adamı sevmişti. Semih’le bu evi kiralarken tanışmıştı. Evin sahibinin oğluydu. Kiraya dair konuşurlarken aşık olmuştu adama. Konuşması, kaşlarını oynatışı, sakalı, gözlerinin iriliği, sesinin tonu Melek’i hayran bırakmıştı. Semih de Melek’i sevmişti. Kadının seçtiği sözcüklere hayran olmuştu o da. Herkesi güzelliği için sevebilirdi insan. Ama aklı için sevilebilecek çok az insan vardı yeryüzünde. Melek’in aklını sevdi Semih; Melek de Semih’in sıcaklığını, ona sarılışını sevdi.  Semih, öldü. Neden öldüğünü kimse anlamadı. Yaşlı değildi, 42 yaşındaydı öldüğünde. Hiçbir sağlık sorunu da yoktu. Ölüm nedeni belirsizdi. Semih ölünce Melek ağlamadı, cenazesine de gitmedi. O evi satın aldı. Bütün eşyaları attı. Yerlerine ikinci el eşyalar aldı. Sigaraya başladı. Kimseyle Semih hakkında konuşmadı. Arkadaşlarından da yavaş yavaş uzaklaştı. İçine kapandı.

Üniversitede ders veriyor, ardından doğruca eve geliyor, yol üstündeki sahafa uğruyor, okusa da okumasa da iki-üç kitap alıyordu. Eski kitaplar. Toz kokusu sinmiş kitaplar. Kapağındaki harfleri silinmiş, adları belirsiz kitaplar. Bazen çalışma masasına geçip bir şeyler yazmaya çalışırdı. Bazen hiçbir şey yapmadan şekersiz kahveyle sigara içerdi. Kahve kupasını yazdığı kağıtların üzerine bırakır, her seferinde önceki kahveden yadigar kurumuş lekeye denk getirmeye çalışırdı kupanın tabanını.

Heykel hala elindeydi, hala heykele bakıyordu, bakışlarını bir kıvrıma sabitleyip. Örtünün altındakileri hayal ediyordu. Birbirine sıkıca sarılmış iki insandı belki. İki aşık, iki dost, iki akraba, iki küçük çocuk. En son bir insana sarılalı yedi yıl olmuştu. Yedi soğuk yıl. Sandalyeden kalktı. Heykeli çalışma masasına koydu. Evindeki her şey gibi masa da eskiydi. Eski, sade, dingin. Pencereye doğru yürüdü, pencereyi açtı. Sigarasını almak için yeniden çalışma masasına gitti. Bir sigara yaktı, bir nefes çekti, heykeli eline aldı, örtünün altındakileri düşündü. Dumanı heykele doğru üfledi. Sanki altındakiler rahatsız olup çıkacaklarmış gibi. Bekledi. Bir şeyler olmasını bekledi. Bir şeyler olmasını istedi. Bekledi. Bekledi. Sigaranın külü birikmişti. Düştü düşecekti. Bekledi. Hiçbir şey olmadı. Sadece saatin tik-takları.

Çevrimdışı

  • *
  • 1
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: Son Nokta
« Yanıtla #21 : 27 Kasım 2013, 11:04:00 »
LANETLİ

Sallanan sandalyede oturmuş, odadaki antika saatin tik-taklarıyla eş zamanlı olacak şekilde bir ileri bir geri yavaş yavaş, düşünceli bir şekilde sallanıyordu. Elinde tuttuğu nesneye dikkatle bakıyor, ahşabın çıkardığı kulak tırmalayıcı gıcırtıları duymuyordu bile. Ne kadar zamandır o odada oturduğundan emin değildi. Derin bir nefes aldı, ardından elindeki tabancayı usulca şakaklarına dayayıp bir an bile tereddüt etmeden tetiğe bastı.
Gözlerini açtığında, yine ölemedim diye söylendi içinden. Ardından tanımadığı o odada şöyle bir göz gezdirdi. Hiç sevmediği tipten bir dijital duvar saati gördü önce. Çalışmıyordu. Pili bitmiş yahut bozulmuş olmalıydı. Ardından dört bacaklı sallanmayan sandalyeye baktı öfkeyle, fabrika üretimi giysi dolabına, üstü çiçek tarlasını andıran makyaj masasına… Yanında yarı çıplak yatan kadına baktı sonra. Karısı olmalıydı. Güzeldi. Vücudunu bir resim gibi inceledi bir süre. Pek etkilenmedi. Ses çıkarmamaya özen göstererek kalktı yerinden. Giysi dolabından eline geçirdiği bir pantolon ve gömleği üzerine geçirdi. Yastığın altındaki taze kullanılmış tabancayı beline yerleştirdi. Tam bu sırada yataktaki kadın açtı gözlerini. Onu o halde görünce şaşırdı.
“Hayırdır bu saatte,” diye sordu şaşkınlıkla. Cevap veremedi diğeri. Verecek bir cevabı olsa muhakkak söylerdi karısına ama yoktu ne yazık ki. Olsa da o anlayamazdı. Yalnızca o değil, yeryüzündeki hiçbir canlı anlayamazdı onun vereceği cevabı.
Kocası cevap vermeyince kadın korkuyla yerinden doğruldu.
“Bir yere mi gidiyordun, cevap versene,” dedi kararlı bir sesle. O anda adamın aklına güzel bir yalan geldi:
“Saatin pili bitmiş de, pil alacaktım,” deyiverdi. Bu söylediği yalanla her şeyi daha da kötüye götürdüğünün farkında bile değildi.
“Sabahın köründe ne saati, ne pili!”
“Gözlerimi açtım ve saate baktım. Durmuştu. Çoktan durmuş olmalı. Pil alma işini erteledikçe o öyle duracak hep. Düşündüm ki…”
“Ne düşündün! Ne saçmalıyorsun sen sabah sabah! Kaçıyor muydun? O kadına mı gidiyordun yoksa?”
“Hangi kadına? Hayır, yok kadın madın. Ben sadece…”
“Hangi kadın mı? O sarışın orospuya işte. Hayallerinin kadınına!”
“Yok gerçekten ben…”
“Allah senin belanı versin!”
Derken küçük kızları gözlerini ovuştura ovuştura odaya girdi.
“Baba nereye gidiyorsun,” diye sordu. “Annem neden bağırıyor?”
Sevimliydi kızı. Yüzüne uzun uzun baktı. Kucağına aldı kızını sonra, saçlarını okşadı. Fena bir hayat değil diye geçirdi içinden. Keşke o sarışın kadın kimse, o hiç olmasaymış.
Bu sırada karısı art arda sorular soruyor ve bir yandan da ağlıyordu. Ağlamakla da kalmıyordu üstelik saçını başını yoluyor, sağa sola oje ve parfüm şişelerini filan fırlatıyordu.
Kız da korktu annesinin o halinden. Gözlerinden iri taneler boşalmaya başladı. Adam son derece soğukkanlı bir sesle,
“Bunun böyle olmasını istemezdim. Keşke bir kez olsun bu hayatı deneme şansı verseydin bana,” dedi kadına. Epeyce yaşlanmıştı artık. Yıllar geçtikçe kadınlara tahammülü daha da azalıyordu. Belindeki tabancayı çıkarıp şakaklarına dayadı ve gözlerini bile kırpmadan tetiğe bastı.
Gözlerini açtığında sahilde bir şezlongda uzanıyordu. Dalga sesleri insan cıvıltılarına karışarak kulaklarına doluverdi. Yine ölemedim, dedi içinden.
Altı yüz küsur yıldır olduğu gibi yine ölememişti.

Çevrimdışı

  • ***
  • 581
  • Rom: 47
  • Hayvan Yemeyelim!
    • Profili Görüntüle
    • http://bulentozgun.blogspot.com/
Ynt: Son Nokta
« Yanıtla #22 : 27 Kasım 2013, 22:51:10 »
"Lanetli" adlı devam öyküsü o kadar bol çağrışımlı bir öykü ki okuyunca ben de bir alternatif yaşam ve ölüm yazmak istedim ve muhtemelen yazacağım. Harika bir öykü.

Çevrimdışı

  • ***
  • 581
  • Rom: 47
  • Hayvan Yemeyelim!
    • Profili Görüntüle
    • http://bulentozgun.blogspot.com/
Ynt: Son Nokta
« Yanıtla #23 : 10 Aralık 2013, 21:32:52 »
Not: Biliyorum, bu kısmın adı Son Nokta, öyküleri bitirmemiz gerekiyor; ama affınıza sığınarak "Lanetli" adlı son nokta'ya bir devam yazdım. Yazmak için müthiş fikirler barındıran harika bir son nokta öyküsü "Lanetli". Ben de kendimi durduramadım. Affedin.

Lanetli (Devam)

Ayağa kalkıp etrafı izledi. Çok güzel bir plajdı. Hava ılık, deniz tertemizdi. Yerde, kumların arasındaki silahı gördü. Ayağıyla üstüne bastırdı ve silah tamamen görünmez olana kadar ayağıyla üzerine kum ittirdi. Derin bir nefes alıp yeniden şezlonga uzandı. Sağlıklı, bronz bir vücudu vardı. Saçlarını, yüzünü yokladı. Muhtemelen kırklı yaşların sonundaydı. Gülümsedi. Yavaşça gözlerini kapadı ve yeni hayatının keyfini çıkarmaya başladı. Hiçbir şey düşünmemeye çabaladı.

Yaklaşık yarım saat sonra yanındaki şezlonga birinin uzandığını fark etti. Gözlerini açtı. Genç ve güzel bir kadın yatıyordu şezlongda. Uzun uzun baktı kadına. Siyah kısa saçları, ince bir vücudu vardı. Yüzü çok güzeldi. Güneş gözlüğü takıyordu.

“Karım olamayacak kadar genç” dedi adam sessizce.
Kadın, adama bakıp gülümsedi.
“Efendim, baba.”
Adam, telaşla “Neredeydin?” dedi.
“Biraz yüzdüm, daha da çıkmayacaktım ama su soğudu biraz.”
“Anlıyorum.”
“Ne oldu, baba? Bi’ garipsin.”
“Bir şey yok. Düşünüyordum sadece.”
“Neyi?”
“Burası çok güzel bir yer, sık sık gelelim buraya.”
“Olur, baba.” dedi kız, şaşkınlığını gizlemeye çalışarak.

“Bu sefer oldu sanırım” dedi adam içinden. Bu sefer güzel bir hayat sürebilirdi. Varlıklı biri olduğu belliydi. Güzel, ilgili bir kızı vardı. Eşi var mıydı? Varsa neredeydi? Bilmiyordu ama o kadar da önemli değildi. Şimdilik keyfi yerindeydi. Her zamanki gibi her şeyi zamana bırakacaktı. Zamanla öğrenecek, hayatını tanıyacak ve uyum sağlayacaktı. Hızlı ve etkili gözlemlerle fazla dikkat çekmeden isimleri öğrenmeyi, geçmişe dair önemli bilgileri edinmeyi öğrenmişti.

“Baba.”
“Efendim kızım.”
“Annemi özlüyor musun?”
Soruyu sorarken kadın, gözlerini bir-iki saniyeliğine kaçırmıştı. Adam anladı eşinin öldüğünü. Kadının sesi sakindi. Demek ki uzun zaman olmuştu eşi öleli. Tatile kızıyla geldiğine göre eşi öldükten sonra hayatına kimse girmemişti ya da biri girdiyse de ilişkisi biteli çok olmuştu. Risksiz bir cevap verdi.
“Özlüyorum.”
“Ben de özlüyorum, baba. Çok özlüyorum. İsmimi söyleyişini unutamıyorum. ‘Feyza, kızım’ derdi hep. ‘Kızım’ı illa ki eklerdi.”
“Bana nasıl seslenirdi, çok zor hatırlıyorum Feyza.”
“Sana da ‘Hakan’ım’ derdi baba. A’ları bazen bilerek uzatırdı biraz. Önünde eğilirdi eteğini tutarak. Sen de alnından öper kaldırırdın. Ne çok yakışırdınız birbirinize.”

Onca yıl sonra, onca dert ve acıdan sonra bile, adam hala hüzünleniyordu karşılaştığı bu elim hikâyelere. Eşini görmek istedi birden. Kadın hala yaşıyorken bu hayata girmek isterdi. Yaşadığı binlerce hayatı; uzun, kısa binlerce ömrü düşündü. Sonra kızına baktı. Kızı neden babasıyla gelmişti tatile? O da mı yalnızdı?

“Okul nasıl gidiyor Feyza? Arkadaşlarınla aran nasıl?”
“İyi baba, takılıyoruz işte.”
“Kalbini titreten biri…”
“Baba, dikkat et!”
Adam kızının gösterdiği tarafa baktı. Beş-altı yaşlarında bir çocuk, kuma bulanmış silahı sarsak sarsak tutuyor, namluyu adama doğrultuyordu. Hızla yerinden kalktı adam. Çocuğun üzerine atladı. Kadın çığlık attı. Silah ateş aldı.

Gözlerini açtığında yumuşak bir yerde yattığını fark etti. Beyaz bir tavana bakıyordu. Etraf sessizdi.
Ölmek istememiş ama ölmüştü.

Çevrimdışı mit

  • *
  • 5536
  • Rom: 96
  • Kronik Anakronik
    • Profili Görüntüle
    • Yorgun Savaşçı'nın Günlüğü
Ynt: Son Nokta
« Yanıtla #24 : 11 Aralık 2013, 12:28:19 »
Evet arkadaşlar, bu lüzumsuz ve affedilmez hareketinin ardından Bülend'i süresiz olarak forumdan uzaklaştırıyoruz :)  Estağfurullah efenim, affedilecek ne var? Sayın Sulhi Saygılı'nın itirazı yoksa bizim hiç olamaz. Elinize ve kaleminize sağlık, gayet güzel bir devam bölümü olmuş.
Jackal knows who you are,
Jackal knows where you are.
Try to hide if you dare.
Do your best, i don't care.

Çevrimdışı cemaziyel

  • **
  • 100
  • Rom: 6
    • Profili Görüntüle
Ynt: Son Nokta
« Yanıtla #25 : 13 Aralık 2013, 16:14:26 »
(Sanıyorum ben hikaye yazmadan yeni paragraf eklemeyecek bu adam! yazayım bari...)

Sallanan sandalyede oturmuş, odadaki antika saatin tik-taklarıyla eş zamanlı olacak şekilde bir ileri bir geri yavaş yavaş, düşünceli bir şekilde sallanıyordu. Elinde tuttuğu nesneye dikkatle bakıyor, ahşabın çıkardığı kulak tırmalayıcı gıcırtıları duymuyordu bile. Ne kadar zamandır o odada oturduğundan emin değildi. Derin bir nefes aldı, ardından elindeki köstekli saati kurmayı bitirdi. Seviyordu bu saati. Hatta 'seviyordu'dan ziyade aralarında duygusal bir bağ vardı. Mareşal olan babasından kalan yegane hatıraydı bu onun için. Babası bu sene mareşal olmuştu. Hayır. Tabi ki ölü insanlar rütbe atlayamaz. Fakat o her iki üç senede bir 55 yıl evvel binbaşı olarak ömrünü tamamlamış olan babasının yıldızına yıldız eklerdi. Karşı da çıkamazdınız. Yani çıkardınız da bir işe yaramazdı. Takmış adam bir kere kafaya... Hem yaşlı adam bırakın öyle olduğuna inansın, canım, ne çıkar yani bundan? Sizi ne ilgilendirir hem! Sinirlendim yine... kusura bakmayın... Ama bu adam söz konusu olduğunda biraz hassaslaşıyorum. Şekerim de yüksek çıktı bu ara... Doktor 'dikkat et!' diyor. Neyse ne anlatıyordum ben? Saat!

Saati kurup usulca sandalyesinden kalktı. Yeri gelmişken söyleyeyim o sandalyeyi de çok severdi bu adam. Koca salonda sanki oturacak başka hiçbir yer yokmuş gibi hep gider o sandalyeye otururdu. Koltuk takımlarını 10 yılda bir, yüzlerini de 2 yılda bir değiştirmemize rağmen hiç kullanmadı adamcağız diyebilirim. Tabi bütün bu değişiklikler yapılırken o sandalyeye dokunmamıza hiç izin vermedi. Hatta 'Gıcırtı yapıyor' diye mızmızlanacak oldum da bir keresinde 'Sen daha çok gıcırdıyorsun.' diye münasebetsiz bir laf soktuydu, o dönem iki hafta yüzüne bakmadım deyyus herifin. Pek konuşmazdı ama böyle ağzını da açtı mı da bir laf ederdi ki tiksinirdiniz, yani boğuveresiniz gelirdi o dakika. Evet... Hayır canım siz niye boğasınız adamcağızı! Hayret doğrusu!
Gene uzaklaştık biz konudan. İnsana anlatacağı şeyi de anlattırmıyorsunuz!

Sandalyeden kalktı kapıya doğru ilerledi. İlerledi ya parkeleri yeni silmiştim. Halıları toplamışım falan. Öyle pis terlikleriyle yeni sildiğim yere bastı geçti. Hiç dikkat etmezdi böyle şeylere. Kaç kez uyardım. "Bak" dedim. "Efendicağızım!" dedim. "Oracığa, ayağının tam dibine deterjanlı bez koyuyorum." dedim. "Ne olur yani silip geçsen? Şimdi ben senin geçtiğin yerleri yeniden sileceğim. yazık değil mi bana?" dedim. Pasaklı bi adamdı yani. Hiç dikkat etmezdi böyle şeylere. Hoş değil yani. Gene başka bir şeyler anlatıyorum değil mi ben? Hay dilim kopsun!

Benim dediklerimi duymazdan geldi. Kapıdan çıkıp antreye çıktı. Genişçe bir antremiz vardı bizim. Salon kapısı ile dış kapının arasında, Salon kapısından çıkıp sağa dönerseniz üst kata çıkan merdivenlere, sola dönerseniz de mutfak ile kilere gidersiniz. ama o dış kapının yanındaki vestiyere gitti. Gene konudan uzaklaşacağım sandınız değil mi? Yok efendim bu kez evimizi gözünüzün önüne getiresiniz diye öyle anlattım. O da çok değer verirdi evimize. Çocuğu gibi bakardı. Bir çok yerini kendi elleriyle onarmıştır. Hatta arka taraftaki korkulukların tamamını kendi elleriyle yapmıştır. Gerçi biraz eğri büğrü oldu orası. Kendisine de söyledim boş bulunup bir sürü söylendi yine. Bana da iyilik yaramıyormuş, nesi varmış gül gibi korkuluk olmuşmuş falan. Ama ben söylediydim huysuz herife! "Çam ağacından yapılmaz orası. Cevizden yapaydın, hiç olmazsa sedirin rengine uyardı." dedim. Yine dinlemedi. Zaten beni hiç dinlemezdi. Öyle her şeyi kafasına göre yapardı. Kalın kafalı herif!

Vestiyere gitti. Kaşe ceketine şöyle bir elini attıı. O ceketi de pek severdi. Yeğeni almıştı 8 sene evvel. "Dayı," demişti. "50 yıldır aynı yamalı ceketi giyiyorsun. Bu benimkini vereyim de üşüme!" iyi çocuktu Abdurrahman. Dayısını da severdi. Dayısı da onu severdi ya, neyse... O zamanlar hiç aklımıza gelmezdi, Abdurrahman gelecek de... dayısına bir takım kağıtlar imzalatacak da... o kağıtlarla bizim evi kendi üstüne geçirecek de... sonra o evi müteahhide satacak da... müteahhit bizim kapımıza polisle dayanacak da... Peki evladım kısa keseyim.
 
Sonra nedense ceketi almaktan vazgeçti. Üst kata çıktı. Hani bahsetmiştim. Salondan çıkınca sağ taraftaki merdivenlerden... O merdivenler de eskidiydi gerçi. Tam müteahhidin polisle geldiği gün onu söylüyordum. Dördüncü basamak çürümüş. Biz de artık genç değiliz. Çıkarken ayağımız giriverir içine maazallah! Çoluk çocuk da yok. Kim bakar bize? Kusura bakmayın evladım. Çoluk çocuk lafı geçince bir kötü olurum. Aslında vardı da işte salgında sizlere ömür hepsi. Sizler hatırlamazsınız. Teee 50 sene evvel bi salgın olduydu... Neyse çok üstelemedim ben merdiven konusunda. Tabi sonra polisler falan gelince "ev de bizim değilmiş madem, basamak onarmanın bir anlamı yok!" dedim ben. Ben öyle deyince bir durgunlaştıydı adamcağız.

O gün? Haa yukarıdan indi aşağı tekrar. Kapıyı açtı, çıktı, gitti öyle. Ceketi bile almadı. O soğukta hem de! Arkasından gittim ama yetişemedim de... Nereye gideceğini de söylemedi. Zaten hep böyleydi bu adam. Hiç sağlığına dikkat etmezdi. Öyle yelekle falan çıkardı kış ortasında sokaklara. "Adam sen artık genç değilsin!" desem de dinletemezdim. Zaten beni hiç dinlemezdi.

Sonra da sizin arkadaşlar gelip aldılar beni. Yok evladım. Ben nereden bileyim? Adam yukarıdan babasının beylik tabancasını alacak da... yeğeninin dükkanına gidecek de... vuracak da falan. Aklıma gelmedi desem yalan olur. Ama dedim. "Aman Efendim!" dedim. "Sakın ola ki Abdurrahman'ı babanın beylik tabancasıyla vurmaya kalkma!" dedim. "Sen fevri adamsın. Şimdi 'Bu yaştan sonra hapse girsem ne olacak?' dersin" dedim. "Abdurrahman bunca yıl emek verdiğin evini hileyle elinden alıp el aleme satmış olabilir." dedim. "Ama sen sen ol gene de elini kana bulama." dedim. Dedim de beni dinleyen kim? A evladım! Yine yapmış yapacağını bizim adam!
Ne evvel ne de ahir...

Çevrimdışı Refeco

  • *
  • 35
  • Rom: 0
  • Aldattığını zannedenin aldanması yakındır.
    • Profili Görüntüle
Ynt: Son Nokta
« Yanıtla #26 : 24 Ocak 2014, 21:47:01 »
Sallanan sandalyede oturmuş, odadaki antika saatin tik-taklarıyla eş zamanlı olacak şekilde bir ileri bir geri yavaş yavaş, düşünceli bir şekilde sallanıyordu. Elinde tuttuğu nesneye dikkatle bakıyor, ahşabın çıkardığı kulak tırmalayıcı gıcırtıları duymuyordu bile. Ne kadar zamandır o odada oturduğundan emin değildi. Derin bir nefes aldı, ardından elindeki gitarın tellerinde bir melodi tutturdu. Tırnakları kırılmış, elleri bütün gün sırtında taşıdığı kömür yüzünden kirlenmişti.

Her sabah kimse güneş doğmadan çalar saatin sesiyle uyanır, eski kulübenin ahşap kapısını gıcırtı sesiyle açardı. Kapıyı kaparken kendine “Akşam döndüğümde bu kapıyı bir güzel yağlayacağım” sözünü verir, her akşam unuturdu. Bugün de diğerlerinden farksız geçmişti, yine yorgundu, uyumak için yatağa gitmek bile zor geliyordu.

Joe Fredie Blackstone.

Kimlik kartındaki resmi adı buydu. Gözlerinin yeşil rengi yüzünden herkes ona Yeşil Joe derdi. Kömür madenlerinde işçi olarak çalışan binlerce afro-amerikan’dan bir tanesiydi. Madenlerden kazandığı paranın çoğu kira ve faturalara gider, kalanıyla “Bumbum’un Yeri” ne gidip o gece deliksiz uyumasını sağlayacak kadar içki içerdi. Hayatındaki tek lüks harcama elindeki yirmi dolarlık gitardı. Parmaklarını kıpırdatacak kadar enerjisi olduğunda uyuyana dek gitar çalardı. İyi çalardı.

Kapı gürültüyle çalmaya başladığında isteksizce gitarı sandalyenin hemen kenarındaki sehpaya bıraktı. Sehpanın üzerindeki toz, pencereden içeriye sızan ay ışığında kendini gösterdi. Yeşil Joe ise sandalyenin kenarlarından destek alarak kapıya doğru gitti. Ahşap kapının hemen kenarındaki pencerenin camından dışarıda kim olduğuna baktı. Pencerede asıldığı günden beri dokunulmadığı bir hayli belli olan ucuz bir perde vardı. Joe başını eğip perdeye çarptığında bir miktar toz havalandı.

Gıcırdama sesiyle kapıyı açtığında sabah kendine verdiği sözü unuttuğunu farketti Joe. Karşısında elinde yarım şişe ev yapımı ucuz viskiyle bekleyen bir adam vardı. Kendisi gibi bir afro-amerikan, çocukluk arkadaşı Micheal. O kadar eski arkadaşlardı ki Joe, Micheal ile ne zaman tanıştığına dair hiçbir şey hatırlamıyordu. Koca Mike ile birlikte doğmuş gibiydi.

“Uyumadan önce bir düete ne dersin Yeşillik?” dedi Koca Mike. Lakabının hakkını verecek kadar iriydi. Üzerindeki renkli gömleğe sığmayan göbeği, ucuz saatinin kordonunu patlatacak gibi duran iri bilekleri vardı. Koca gövdesi arkasından evin içine sızmaya çalışan ay ışığını engelliyordu. Joe, sadece Mike’ın arkadaşı olduğu için defalarca dayak yemekten yırtmıştı. Buralarda oturan herkes “Yeşil Joe’ya bulaşırsan, Koca Mike’a da bulaşmışsın demektir” sözünü iyi bilirdi.

“Eğer adam akıllı çalacaksan neden olmasın Mickey fare?” diye devapladı Yeşil Joe. Cevabı verirken içeriye, gitarı bıraktığı yere doğru ilerlemeye başlamıştı bile.

“Bu işi sana kimin öğrettiğini unutma Yeşillik. Müzik, benim ailemin kanında var. Gitar çalmayı sana dedem öğretmişti, beni tanımasaydın dedemi de tanımayacaktın, dolayısıyla sana gitar çalmayı ben öğrettim diyebilirim. Değil mi?” Koca Mike bunları söyledikten sonra viskiden koca bir yudum alıp, ıslak dişleriyle sırıtarak Joe’ya baktı. Kardeşi olmamıştı, O da Joe’yu kardeşi bilmişti. Bunu buralarda yaşayan herkes iyi bilirdi.

“Deden bu işi biliyordu Mike. Hem de iyi biliyordu. En çok da buna şaşırıyorum, deden sana hiçbir şey öğretmemiş. Ya da ev yapımı viski içmekten o koca kafanın içi tamamen boşalmış da olabilir.” Joe, gitarı omzuna atmış, sırıtarak kapının dışına yürümeye başlamıştı.
 
Havanın güzel olduğu, yorgun olmadıkları zamanlarda Mike ile mahallenin ilerisindeki parka gidip düet yaparlardı. Koca Mike mızıka çalardı. Joe, Mike’ın o koca gövdesiyle ellerinde kaybolan küçücük mızıkayı üflerken gördüğünde daima gülümserdi. Küçücük mızıka, belli bir süre sonra koca adamı nefes alamaz hale getirir, üflemekten yanaklarını kızartırdı.

Yeşil Joe, bir çırpıda kapıyı kapattı. Kapısını kilitlemezdi, şehrin bu kısmında pek hırsızlık olayı olmazdı. Hırsızlar hangi semtlerin daha çok para getireceğini ve Joe’nun evinden alabilecekleri en değerli şeyin şu an elinde tuttuğu yirmi dolarlık gitar olduğunu iyi bilirlerdi. Belki de ilahi adalet böyle sağlanırdı.

İki kafadar caddenin ortasından yürümeye başladılar. Ay ışığı, sağ taraflarında onları takip eden iki kişilik garip şekilli bir gölge oluşturuyordu. Caddenin iki tarafında bakımsız ve oldukça eski küçük kulübeler sıralanmıştı. Sağ taraflarında ay ışığına doğru yüzüne dönmüş, yetmiş yaşlarındaki “Ördek Tom” sallanan sandalyesinde sallanırken iki kafadarı görüp başıyla selam verdi. Elleriyle mızıka çalar gibi yaparak Mike’a baktı. Tom da mahallenin birçok yaşlı erkeği gibi maden işin emekli olmuş, müzmin öksürük hastalarından birisiydi, istemsizce öksürdü.

Koca Mike, koca sağ elini arka cebine soktu ve küçücük bir mızıka çıkardı. Elindeki viski şişesinin kapağını kapatıp cebine koydu. Tom’dan mesajı almıştı. Yürümeye devam ederken mızıkasını ağzına götürdü ve çalmaya başladı. Gecenin sessizliğinde her şeye isyan edercesine yüksek perdelerden bir şeyler çalmaya başladı. Kelimelerin anlatamadıklarını küçük mızıkadan çıkardığı notalarla öyle güzel anlatıyordu ki birçok evden radyoların sesi kısıldı. Ördek Tom gülümsüyordu.

İki arkadaş gecenin karanlığını yırtan mızıka sesiyle parka doğru giden caddeyi adımlarken radyoların sesi duyulmaz olmuştu…
"Adalet uğruna kılıcım, kalkanım ve tek kullanımlık bir hayatım var. Bırakın gelsinler!" Nûbarron'lu Hirran

Çevrimdışı meçhull

  • *
  • 6
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Son Nokta
« Yanıtla #27 : 23 Şubat 2014, 19:21:26 »
Sallanan sandalyede oturmuş, odadaki antika saatin tik-taklarıyla eş zamanlı olacak şekilde bir ileri bir geri yavaş yavaş, düşünceli bir şekilde sallanıyordu. Elinde tuttuğu nesneye dikkatle bakıyor, ahşabın çıkardığı kulak tırmalayıcı gıcırtıları duymuyordu bile. Ne kadar zamandır o odada oturduğundan emin değildi. Derin bir nefes aldı, ardından elindeki yüzüğü parmağına taktı ve kendinden emin bir tavırla ayağa kalktı. Düşündüğü tek şey bu sefer doğru zamana gitmesi gerektiğiydi. On yedinci denemesinden sonra bu durumdan fazlasıyla sıkılmıştı. 1800 lü yıllarda bir tarihçinin ölümle veda ettiği odasına son kez baktı ve gözlerini kapadı.  
Derin bir nefes aldı ve 'Matt Crow 'ın evi.' diye fısıldadı. Ardından odanın dönmeye başlamasıyla başının döndüğünü hissetti. Diğer eli hala yüzüğün üzerindeydi. Tam bir dakika sonra zeminin dönmeyi bıraktığını anladı ve sımsıkı kapadığı gözlerini endişeyle araladı. İlk gözüne çarpan şey karşısındaki savaştan çıkmış gibi acı çeken dağınık masa oldu. Yüzündeki endişe yerini rahatlamaya bırakırken birinin ona sarılmasıyla havaya sıçradı.
''Tanrım sonunda gelebildin!'' yaşlı adam heyecanla nefes alışlarını kontrol etmeye çalışarak konuşmuştu.
Genç kız nutku tutulmuş bir halde ona bakıyordu ve neredeyse kekeleyerek konuşmaya çalıştı.
''Baba se-n .. Sana ne- ol du..''
Yaşlı adam kızının saçlarını okşadı ve ona şefkatle baktı.
''Sadece yaşlandım tatlım.''
''Ama bu..''
Genç kız cümlesini tamamlayamadan babasına sarıldı ve göz yaşlarının yanaklarını işgal etmesine izin verdi.
**
''Bu yaşa geldin ve hala masanı toplamayı öğrenmedin öyle mi?'' kız masada ki kağıtları ve gereksiz bir sürü ıvır zıvırı toplarken babasına söyleniyordu. İlk gelişine nispeten biraz rahatlamış görünse de karşılaştığı durum korkunçtu. Yüzük babasının Zamanda yolculuk yapmaya yarayan ilk icadıydı. On dokuz yaşında olan genç kız o doğduktan hemen sonra ölen annesini görmek için yüzüğü büyük bir hevesle denemek istemişti. Fakat işler ters gitmiş ve eve dönmesi biraz uzun sürmüştü. Çok değil sadece 50 yıl !
''Ahh ölmemek için bin takla attım ben masayı düşünecek halim vardı sanki!'' yaşlı adam sandalyesinde oturmuş kızını izliyordu. Genç kız içi burkulmuş bir halde onun yanına geldi ve kollarını ona sardı. Konuşmaya başladığında ses tonu ağlamak üzere olduğunu vurguluyordu.
''Annemi bir kaç saat görebilmek için seninle geçireceğim tam elli yılı harcadım baba çok özür dilerim.''
Yaşlı adam sevgiyle onun ellerini tuttu ve ona gülümsedi.
''Özür dileme prenses o buna değer, o benim kalbim seninse annen ve ben onu görebildiğin için çok mutluyum.''


Spoiler: Göster
 Bu son nokta benim çok hoşuma gitti umarım devam eder/ederiz.

Kim o, deme boşuna...
Benim, ben.
Öyle bir ben ki gelen kapına;
Başdan başa sen.
[Özdemir Asaf ^ 2=1]

Çevrimdışı mit

  • *
  • 5536
  • Rom: 96
  • Kronik Anakronik
    • Profili Görüntüle
    • Yorgun Savaşçı'nın Günlüğü
Ynt: Son Nokta
« Yanıtla #28 : 09 Ağustos 2014, 15:03:20 »
Spoiler: Göster
Cemaziyel'in ısrarcı dürtüklemeleri sunar


Yeni Paragraf

Acele etmeliydi, her an gelebilirlerdi. Eğer yaptığı şeyi bitirmeden önce kapıdan içeri girerlerse her şey ama her şey mahvolabilirdi. Tüm o hazırlıklar, onca emek... Bu olumsuz düşüncelerden kurtulmak için başını iki yana silkeledi ve ellerine hız verdi. Tam o esnada kapının öteki tarafında bir ses duyar gibi oldu ve..."
Jackal knows who you are,
Jackal knows where you are.
Try to hide if you dare.
Do your best, i don't care.

Çevrimdışı Aget

  • *
  • 14
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Son Nokta
« Yanıtla #29 : 10 Ağustos 2014, 01:34:45 »
Spoiler: Göster
Peşin not: Fazla acemiyim ;D



Acele etmeliydi, her an gelebilirlerdi. Eğer yaptığı şeyi bitirmeden önce kapıdan içeri girerlerse her şey ama her şey mahvolabilirdi. Tüm o hazırlıklar, onca emek... Bu olumsuz düşüncelerden kurtulmak için başını iki yana silkeledi ve ellerine hız verdi. Tam o esnada kapının öteki tarafında bir ses duyar gibi oldu. Kapıya doğru baktı, kapının topuzunun zorlandığını gördü; bir sağa, bir sola. "İyi ki kapıyı kilitlemişim." diye düşündü. Kapı topuzu tekrar hareketsiz bir hal aldı. Taner, hiç vakit kaybetmeden masanın üzerinde kalmış birkaç deste 100 dolarlık banknotu da çantasına atıverdi.

Bir müddet para dolu çanta kucağında, sanki aniden bir tehtit belirecekmiş gibi silahını çekip kapıya doğrulttu. Herhangi bir ses veya hareket yoktu. Tabancanın horozunu başparmağı ile indirip, arka kapıya doğru hızlı adımlarla ilerledi. Kapıyı açıp tam ilk adımını atacaktı ki, önünde iri yarı iki dazlak korumayı fark etti. Öylece, hiç hareketsiz ve korkmuş bir vaziyette kalakaldı.

Zayıf, uzun boylu, orta yaşlı bir adam ona doğru geliyordu.
Korumalardan biri elindeki çantayı çekiştirip alıverdi ve uzun boylu adama doğru uzattı.

Adam çantayı aldı ve yere bıraktı. Ardından İki koruma kollarına girip Taner'i sıkıca tutmaya başladı.
Sıska adam elinin tersiyle sert bir tokat savurdu, elini silkeleyip kısık sesle bağırdı. Eli acımış olmalı.

"Patron kendisine kazık atanlara ne yapar? Biliyor musun o*****u çocuğu?" dedi ve Taner'in çenesini sıkıca tutup "Ha? Biliyor musun?" diye sorusunu yineledi. Taner, adamın yüzüne kanla karışık tükürerek; "Üzgünüm. Unutmuş olmalıyım." dedi.

Sıska herif, cebinden çıkardığı mendille yüzünü silip, bir tokat daha savurdu.

"Çok değil, birazdan hatırlayacaksın kuş beyinli. Gerçek saat nerede! ?"

 Taner bir tarihi eser kaçakcısıydı. Başı belada olduğuna göre, bu sefer önemli bir şeyi kendisine saklamış olmalıydı.

Taner alaycı bir gülüş takınarak; "Size verdiğimin nesi var ?" diye sordu.

Sıska adam, Taner'in karın boşluğuna sıkı bir yumruk attı. Taner bir süre nefes almakta zorlandı.

"Sana yapacaklarımdan sonra dişlerin öyle beyaz ve parlak olacak mı acaba!" dedi ve tam elini tekrar kaldırmıştı ki, zaman durdu. Her şey dondu. Gelen Taner'in ortağı Tuna'ydı. Aradıkları saat elindeydi. Taner'in evine girdi ve tamir aletlerini karıştırmaya başladı. Sonunda bir kerpeten de karar kılıp, yeniden arka bahçeye indi. Sıska adamın yumruğunu önüne indirip avucunu açtı.  Tehtidini duymuş olsa gerek, dişlerini sökmeye koyuldu. Adamın 32 dişini tek tek söküp eline bıraktı. Ardından yerde duran para dolu çantayı alıp arabaya atladı. Geri dönüp Taner'i aldı ve oradan tam gaz uzaklaştı.

Saatin pimini yeniden indirdi ve zaman tekrar akmaya başladı. Taner'in kendine gelmesi biraz zaman aldı. "Neden bu kadar geciktin? Az kalsın ölecektim alçak herif!" dedi sinirli bir ses tonuyla.

"Ama ölmedin." dedi Tuna gülümseyerek.

"Ayrıca şu an, 32 dişini birden senin bahçene savurmuş bir adamın daha büyük sorunları var." dedi ve kahkaha atarak gülmeye başladı.