Kayıt Ol

Jack Efsanesi - Yeni Dünya İnsanları

Çevrimdışı M.K.Immortal

  • **
  • 290
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
Jack Efsanesi - Yeni Dünya İnsanları
« : 04 Temmuz 2013, 13:32:34 »
Spoiler: Göster
Artık basılması konusunda umudum kalmayan kitabımın ilk birkaç kısmını yayınlamaya karar verdim. Yorumlarınızın eksik olmaması dileğiyle. Şimdiden herkese iyi okumalar.


BÖLÜM 1 - ÖLÜM

28 Aralık 2018 – Cuma

1

   Karanlık… Altmış yıllık insan hayatının yirmi senesinden farklı bir karanlık. Ayaklarının altındaki titreme ve kulağındaki müzik sesi uyanık olduğunu anlamasına yetiyordu. Son birkaç saniye daha sürecek bir karanlıktı bu. Bir göz kırpması sırasında, insanın kendine ayırdığı zamanın adıydı bu karanlık.

   Otobüsün durduğunu hissedince gözlerini açtı. Dışarıdaki yağmur daha da artmıştı. Ama hiçbiri umurunda değildi. Yağmurun sağır edici sesini bile bastıran, kendini her şeyden uzak tutmak için dinlediği müziği dahi duymuyordu aslında. Aklından hiçbir düşünce geçmeden, programlanmış bir robot gibi hareket ediyordu. Bu hissizliği yıllar önce bir kez daha yaşamıştı. Ama bu sefer kararlıydı. Aynı hataları tekrarlamayacaktı.

   Evine olan yüz metrelik mesafeyi yürürken bile binlerce düşünce geçerdi normalde aklından.  Neler konuştu, neler duydu, neler hissetti… Hepsini teker teker gözden geçirirdi. Bugün geçmişine bakamayacak kadar yorgundu zihni. Alnından sarkan kısa saçları ve kirli sakalından damlayan yağmur tanelerinin yere düşmesini seyrediyor gibi başını öne eğmişti. Gözlüklerini dışarıda cebinde taşırdı. Dört numara miyop olmasına rağmen, evi ve sınıfının dışında takmamakta ısrarcıydı. Yıllar önce geçirdiği değişimin simgesiydi gözlüksüz olması.

   Hiçbir şeyin önemi yoktu şimdi. Sadece evine gitmek istiyordu. Kapıyı açıp içeriye girdiğinde her zamanki gibi kulaklığını, gözlüğünü ve siyah bilekliğini, girişteki masaya bıraktı. Eve geldiğinde özgürlüğüne düşkünlüğünden hemen rahat giysiler giyerdi. Fakat az sonra yapacağı şey için rahat giysiler giymesine gerek yoktu. Hâlâ aklından bir düşünce geçmiyordu. Günü tekrar gözden geçirmek istemiyordu. Mutfağa doğru ilerledi ve içeriden kapısını kapattı.

   Mutfağı da evi gibi eskiydi. Tezgâhın altında veya üstünde dolaplar yoktu. İçerideki eşyalar, kırmızı kenarlı sarı bir halı, beyaz plastik masa, ocak ve çekmeceli plastik bir dolaptan ibaretti. Buzdolabı kullanmıyordu. Zamanında, buzdolaplarının atmosfere zarar verdiği söylentilerini duymuştu. Bu yüzden buzdolabı almamaya inat etmişti. Basit olaylara çok büyük inatlar edebiliyordu. Hatta bu inadı yüzünden on yıldır annesiyle konuşmuyordu.

   Hemen oracığa bağdaş kurarak oturdu. Tam karşısındaki tezgâhın altında mutfak tüpü duruyordu. Başlığından sürekli gaz tahliyesi yaptığını öğrendiğinden beri kullanmadığı zamanlarda emniyetini kapatırdı. Elini uzatarak emniyetini açtı. Kısa bir süre bunu yapmak istediğine emin misin diye sordu kendi kendine. Yine kısa süre içinde bunu da kafasından atmıştı. Bir metre ilerisindeki ocağa uzanarak üzerindeki üç düğmeyi çevirdi. Sonra tekrar gözlerini tüpe dikti. Ne kadar süreceğini merak ediyordu sadece. Sonsuza dek sürecek karanlığın, onu ne zaman alacağını merak ediyordu.

   Kader, insanın önüne çıkan yollardır. İnsanın aralarından birini seçmesine ise irade denir. Her seçilen yolda başka ayrımlar vardır... Bu inançları onun hayatını çizmesine rol oynuyordu. Kaderine hiçbir zaman güvenmediğinden hep daha güvenilir olduğunu düşündüğü seçimler yapmak zorunda hissetmişti kendini. Artık kaderindeki en güvenilir yolun ölmekten geçtiğine inanıyordu.

   Yaşamın ona sunduklarından hiç memnun kalmamıştı. Bunun sebebi hayata bakış açısından kaynaklanıyordu. Sahip olduklarının değerini bilmeden, daha fazlasını istemiş ve onları elde edemeyince, şansız biri olduğunu düşündürmeye başlamıştı. Şansı, kişinin kendisinin belirleyebileceğine inanmıyordu. Yirmi beş yıllık hayatında kendi belirlediği hiçbir şey olmamıştı. Hangi okula gideceğini, hangi yemeği yemek istediğini ona kimse sormamıştı. Şimdi ise, ona öğretilenleri okuyor, o gün yemesi gerekenleri yiyordu.
Olabildiğince özgür kalmak için her şeyden uzaklaşmayı tercih etmişti. Yine de artık dayanamıyordu. Ruhu bedenine sığmıyordu. Bir an önce mutlak sona varmak istiyordu. Onun için her şey bir oyundan ibaretti. O da bu oyunun içinde yok olmaya mahkûm olarak dünyaya gelmişti.

   Kader… Planları olan bir sistem mi yoksa tamamen tesadüfler zincirlemesi mi? Her ne olursa olsun onun için iyi planlar kurmamıştı. Bugüne kadar. Bugün, her saniye içine çektiği gaz ile sona biraz daha yaklaşıyordu. Sarımsak özütü kokusu tüm mutfağı sarmıştı. Genzi yanmaya başladıkça bu kokuyu da içine sindiriyordu. Zaman çok yavaş ilerliyordu. Her şey biraz daha bulanıklaşıyor, nefesi gittikçe derinleşiyordu. Havada kalan son oksijeni de bulmaya çalışıyordu ciğerleri. Göğsü her şiştiğinde daha çok acıyordu artık. Öksürerek bütün zehri dışarı atmak istiyordu bedeni ama o direniyordu. Her nefesle biraz daha kararıyordu dünyası. Bilinci de bulanıklaşmaya başlamıştı. Bugün günlerden ne? Ben neredeyim? Hiçbirini anımsamıyordu. Yavaşça sağ omzunun üstüne çöktü. Şimdiye kadar aldığı en derin nefesle birlikte gözlerini de kocaman açmıştı. Keskin bir acı ile önce her şey beyazlaştı. Gözlerinin kapanmasıyla tekrar her şey karanlığa büründü.

Çevrimdışı M.K.Immortal

  • **
  • 290
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
Ynt: Jack Efsanesi - Yeni Dünya İnsanları
« Yanıtla #1 : 04 Temmuz 2013, 13:37:53 »
BÖLÜM 2 - YENİDEN DOĞUŞ
 
2
  Tekrar birine karşı yoğun duygular beslemeyeli uzun zaman olmuştu. Aynı hayallerin ve korkuların peşinden koşmak, onu nedense heyecanlandırıyordu. Bu sefer her şey farklı olacaktı. Uzun süredir kendisiyle ilgilendiğinden emindi. Üst üste yaşadığı sorunlara karşı ona destek çıkacak ve sadece onu önemseyecek bir sevgilinin hayallerini kuruyordu. Derya’yı çok fazla tanımıyordu. Hayallerinde kurduğu mükemmel karakterine âşık olmuştu. Ne de olsa düşündüklerinin –kendisine göre- aksi olamazdı.

   İyimser olduğu zamanlarda yaşadığı büyük acılardan biriydi bu. Olacaklara o kadar çok inanıyordu ki, beklentileri karşılanmayınca büyük düş kırıklıkları da ardından geliyordu.

   Son vize sınavına girdikten sonra, Derya’ya karşı olan duygularını söylemeye karar vermişti. Sınavdan çıktığında ilk iş nerede olduğunu aramak oldu. Derya, koridorun başında arkadaşları ile birlikte, sınav sorularının ne kadarını doğru yaptığına bakıyordu. Ona doğru yürüdü. Yanına vardığında vakit kaybetmeden söze girdi.

   “Seninle bir şey konuşabilir miyim?”

   Derya’nın bir sürelik durgun bakışlarının ardında, konunun ne olduğunu anlamış olabileceği fazlasıyla belli oluyordu.

   “Tabi” diyerek cevap verdi sadece.

   Birkaç metre ilerideki kalorifer peteklerinin yanına yürürlerken neler söyleyeceğini kafasında kuruyordu. Yalan söylemediği sürece konuşmasında bir aksaklık olmazdı. Bu yüzden yalan da söyleyemezdi. Çok heyecanlı olmasına rağmen akıcı şekilde düşüncelerini dile getirdi.

   “Senin de farkında olduğunu düşünüyorum, uzun zamandır senden hoşlanıyorum. Eğer sen de istersen birbirimizi daha yakından tanımaya ne dersin?”

   Gençlik edebiyatında “çıkmak” olarak bilinen lafı pek sevmezdi. Buluşma, flört, tanışma denilebilirdi belki ama çıkmak sözcüğünün bir anlamı yoktu. Bu yüzden sevgisini dile getirirken daha içten ve daha saf kelimeler seçmişti. Ama aldığı cevap, sorusu kadar içtenlik ve farklılık içermiyordu.

   “Kusura bakma ama ben seni arkadaş olarak görüyorum.”

   Standart reddedilme ve ayrılma durumlarındaki en bilinen cümleyi duymuştu.

  Sorun sende değil bende.

   Başkalarıyla görüşmemiz ikimiz için de daha iyi olacak.

   Yeni bir ilişkiden çıktım ve yeni bir ilişkiye hazır değilim.


   Bahaneler… Başkalarını üzmemek için söylenen bahaneler uzun zamanlı durumlarda çok daha yaralayıcı olabiliyordu. “Seni arkadaş olarak görüyorum” cümlesi daha sonra “beni bir sevgili olarak görebilir” düşüncesini getiriyordu. Bu düşünceyle beslenen kişi zamanla daha büyük hayal kırıklıklarını tamir edemiyordu.

   Bu cümlenin kendisine neler getireceğini gayet iyi biliyordu. Beyninden saliseler içinde milyonlarca düşünce geçti. Sonra vücudunda hissettiği ürpertinin ardından bir anda hiçbir şey düşünmemeye başladı. Bütün duyguları da düşünceleri ile birlikte yok olmuştu. Sanki vücudu hormon salgılamıyormuş gibi tüm hisleri donuklaşmıştı.

   “Dinlediğin için yine de teşekkürler” diyerek oradan uzaklaştı.

   Artık tek isteği evine gitmekti. Tek başına yaşadığı evde kendine zaman ayırmaya niyetliydi. Sonsuza kadar. Boynundan sarkan kulaklığını kulaklarına taktı ve telefonuna kayıtlı ilk şarkıyı çalmaya başladı. Şarkıyı dinlemiyordu. Beyni rutin işleri tekrarlar gibi çalışıyordu artık. Yürüdüğünün bile farkında değildi. Her gün yaptığı gibi bacakları onu evine götürüyordu sadece.

   Basit bir reddedilmenin onu bu kadar yaralamasının sebebi Derya’yı çok sevmesi değildi. Hayatındaki döngünün nasıl işlediğini anlamıştı artık. O birini sevecekti ve her şeyin güzel olduğunu düşündüğü zaman hayatı altüst olacaktı. Bunu defalarca yaşadı. Sorun, bundan sonra da yaşayacağından emin olmasıydı. Hayatının geri kalanında para kazanıp, yaşamak için gerekli materyalleri karşılaması yeterli olmayacaktı. Biriyle paylaşmadığın sürece yaşamanın ne anlamı vardı ki?

   Yağmur başlayalı on dakika olmuştu. Otobüs, inmesi gereken yere neredeyse gelmişti. Komutlar ile çalışan beyni, otobüsün inmesi gereken yere gelmeden önceki son dönemeci geçince ayağa kalkmasını söylüyordu. Tutunma direklerinin üstündeki düğmeye bastı ve otobüs şoförünün önündeki ışık yandı. Kapının önünde geçerek aracın durmasını bekliyordu. Durağa gelmesine birkaç saniye kala gözlerini kapattı. Özlem duyduğu bu hiçliği biraz olsun hissetmek istiyordu. Karanlık…

***

   Islak giysileri ile mutfak halısının üstünde yatıyordu. Sanki hiç uyanamayacağı bir rüyanın içindeydi. Gaz zehirlenmelerinde bilinç kaybından birkaç dakika sonra kalp durur. Kalbin durmasından beş dakika sonra da beyin hücreleri ölmeye başlar. Bu tip zehirlenmeler ile yaşanan bayılmalarda, beyin ölümü gerçekleşmeden kurtulanlar, bilinçaltlarına yerleştirdikleri cenneti kazanma isteği yüzünden gördükleri rüyaları cenneti gördüm, ölüp dirildim, bir ışık gördüm gibi yorumlarlar. Beş senedir veteriner fakültesinde okumanın verdiği bilgi sayesinde, gördüklerinin rüya olduğunun farkındaydı. Rüyada olduğunu fark ettiği zamanlarda ise rüyasını kontrol edebiliyordu. Ancak bu sefer gördüklerine engel olamıyordu.

   Rüyasında on beş yaşındaydı. Samsun’da, deniz kenarındaki lüks dairelerinin oturma odasındaydı. Hafif beyaz, bulanık bir görüntü vardı her yerde. Hemen karşısında annesi duruyordu. Yorgun ve üzgün görünüyordu. Rüyalarında dahi gördüğünde sinirlenecek kadar çok nefret ediyordu annesinden. Yine bağırmaya çalıştı ama bir türlü nefretini kusamıyordu. Sesi çıkmıyordu. Bu sefer farklı bir şey oldu. Annesi ona bakarak

   “Özür dilerim, her ne yaptıysam özür dilerim” dedi büyük bir içtenlikle.

   “Yaptıkların değil yapmadıkların yüzünden sevmiyorum seni” diye karşılık vermişti ona.

   “Ama ben seni hep çok sevdim. Kimseye göstermediğim ilgiyi hep sana verdim. Ne hatam varsa söyle bir daha yapmayayım” derken üzgünlüğü gözlerinden okunuyordu annesinin.

   “Çok geç artık. Sevilmeye en çok ihtiyacım olduğu zamanda kendini düşündün. Tek derdin paraydı, bana değiştiğini söyleme. On yıl oldu hâlâ aynısın. Ben senin gözünde, yeri gelince verdiğin zahmetlerin karşılığını alacağın bir çocuk oldum sadece!”

   “Beni anlamıyorsun. Sen benim oğlumsun ve seni çok seviyorum” derken annesi kollarını açıp sarılmak için ona doğru yürümeye başlamıştı.

   Ciğerlerindeki tüm havayı bir seferde dışarı verecek kadar şiddetli bağırırken aynı zamanda her şey bembeyaz oluyordu. Değil ona dokunmak, sesini dahi duymaktan nefret ediyordu.

   Nefesi kesilip gözlerini açtığında beyazlığın da yavaşça yok olduğunu ve tekrar bulanık görüntüye geri döndüğünü fark etti. Fakat bu sefer on iki yaşındaydı. Sahil kenarındaki yeni evlerini satın aldıkları gündeydi. Apartman kapısının önünde bekliyordu. Bir süre sonra kapıdan babası çıkıp karşısında durmuştu.

   “Yeni evimizi beğendin mi?” diye sordu yumuşak bir sesle babası.

   “Evet. Çok güzel. Ama eski mahallemizden ayrılmak istemiyordum.”

   “Eninde sonunda bir şeylerden kopman gerekir.”

   Sürekli, bağlandığı veya bağlanmak istediği şeylerden kopmak zorunda kalmıştı. Rüyasında on iki yaşındaki halinde olsa da, gerçekte yirmi beş yaşında olduğunu biliyordu. Tüm hayatında yaşadığı kopmalar yüzünden hayata olan nefretini bu sefer babasına yöneltircesine sesini yükseltti.

   “Keşke sen de içki içmekten kopabilseydin. Bana nasihatler vermen kolay. Ama benim için hiçbir şey yapmadın. Sadece kendin için kazanıp kendin için harcadın. Ama haklıydın. Sen kazandın, sen yedin.”

   “Ben sizin için çalıştım, bunca şeyi sizin için yaptım, şimdi bana yüz mü çeviriyorsun?” diye sert bir karşılık verdi babası.

   “Bu günden sonra elimizde sadece bu ev kalacak. Elindeki her şeyi satacaksın, üstelik sadece arkadaşlarınla içki içebilmek için. Onlar sana ne verdi? Paran bittiği zaman hiçbiri arayıp sormayacak bile. Sen onları kazanabilmek için evi de satmayı düşüneceksin. Sana baba derken kendimden tiksindiğimi biliyor muydun? Bana sarılırken üstüne sinmiş alkol kokusundan nefret ettiğimi hiç düşündün mü? Ama haklıydın, sen kazandın, sen yedin. Bana bir şey vermek zorunda da değilsin. Benim tek umursadığım bana babalık yapamamandı.”

   Babası daha da hiddetlenmişti.

   “Ne demek babalık yapamadım? Üniversitede okuman için kim harçlık yolladı sana? Bunca sene kim para verdi?”

   “Arkadaşlıkların gibi oğlunu da para ile satın alacağını zannediyorsun değil mi? Sırf seni görmemek için eve gelmek istemiyorum bunu biliyor muydun? Anneme olan nefretimin en büyük nedeni de sendin. Sana olan nefretimin bir kısmını ondan çıkardım. Tıpkı bütün nefretlerim gibi.”

   Gözleri iyice dolmuştu. Son siniriyle babasına bağırdı.

   “SENDEN NEFRET EDİYORUM.”

   Babası tarafından yediği ikinci tokat da bu rüyasında olmuştu. Yüzünde hissettiği keskin acı ile birlikte tekrar her şey bembeyaz kesilmişti. Gözlerini açtığında ise daha eskiye gittiğini fark etti.

   Sekiz yaşında, Samsun’daki eski evlerinin oturma odasındaydı. Merkezin tam ortasında, eski, tozlu, dar bir yoldaki iki katlı evin ikinci katında oturuyorlardı. Alt katta dedesi yaşıyordu. Binanın altında ise amcasının işlettiği bir kaportacı dükkânı vardı.

   Dedesi her ay ava çıktığı için av köpeği ve atmaca beslerdi. İlk hatırladığı köpek olan Kont, amcasının dükkânında, merdiven altındaki boşlukta yapılmış kulübede yaşardı. Kıvırcık siyah tüylü, kocaman –o zamanlar kendi boyutlarına göre- bir köpekti. Hayvanlara olan sevgisinde büyük rolü vardı Kont’un.

   Sekiz yaşındaydı. Eskiden çok sevdiği şeyler hâlâ duruyor olmalıydı. Dedesi, amcası, Kont… Koşar adımlar ile evin dış kapısına yöneldi. Kapının önünden ayaklarına büyük gelen rastgele bir çift terlik giyerek hemen aşağıya inmeye başladı. Bir kat aşağıda dedesinin evinin önünden geçerken kapının açık olduğunu gördü. İçeride siyahlara bürünmüş bir kalabalık vardı. Herkes ayakta, karşılıklı iki sıra olmuş, üzgün gözler ile ona bakıyorlardı. Bu günü biliyorum diye düşündü. Bir adım daha atmaya korkuyordu. Yine de bunu yapmak zorunda hissediyordu kendini. Kapıya varınca tam karşıdaki oturma odasına dikti gözlerini. Tıpkı o günkü gibi yerde üzeri beyaz çarşafla örtülmüş bir vücut vardı. Göbeğinin üzerine bir bıçak koyulmuştu. Geçmişte yaşadığı bu hatırayı yine görünce, o zamanlar yaptığı gibi aynı düşüncelere tekrar kapıldı.

   “Bana şaka yapıyorlar. Çarşafın altındaki bile başka birisi.”

   Çarşafın baş kısmının açılmasıyla görme fırsatını bulmuştu. Orada hareketsizce yatan, teni bembeyaz olmuş kişi dedesi idi. Bu sefer terasa kaçıp ağlamayacaktı. Aksine yanına doğru gitti.

   Odada babaannesi, babası, annesi ve ablası vardı. Onlar da ayakta ellerini önlerine bağlamış şekilde duruyorlardı. Kendisine bakan gözleri umursamadan çarşafın yanında durdu. Yüzü tekrar örtülmüştü. Açmaya cesareti de yoktu zaten. Sağında duran ablası elini omzuna atana kadar çarşafa ifadesizce bakakalmıştı.

   “Henüz gitmedi. Her zamanki yerinde sana veda etmek için bekliyor” dedi ablası garip ve içten bir gülümseme ile.

   Bir anlık durgunluktan sonra tekrar koşar adımlar ile dışarı çıktı ve aşağıya inmeye devam etti. Dedesinin her zamanki yeri sokağın karşısına koyduğu sandalye idi. Orada saatlerce atmacası ile otururdu.

   Aşağı indiğinde, gücü yettiğince yüklenerek hızla binanın giriş kapısını açtı. Kapıdan dışarıya bir adım attı ve sokağın tam karşısına gözlerini dikti. Dedesi, her zamanki gibi yine dik ve güvenilir duruşuyla orada bekliyordu. Atmaca, elini koruması için giydiği deri eldivenin üzerinde asil şekilde gerinerek duruyordu. Dedesinin üzerinde, açık sarı çizgili, bej takım elbise ve giysisine uygun fötr şapkası vardı. En son yolculuğuna hazırlanmışçasına şık giyinmişti.

   Yavaşça yanına yaklaştı. “Gitme” dedi sadece. Dedesi gülümseyerek ona bakıyordu. Uzun yıllar marangozluk yapan, büyük, nasırlı sağ elini omzuna attı.

   “Üzülme” derken hâlâ gülümsüyordu. “Hepimiz bir gün gideceğiz.”

   “Gitme. Seninle birlikte sahip olduğum her şey gitti. Beni sevdiğini düşündüğüm her şey beni terk etti.”

   Ağzı iyice büzülmüştü ve gözlerinden akan yaşlara engel olamıyordu. Dedesinin söyleyeceklerini merakla beklerken, bir yandan da gitmemesi için dua etmeye başlamıştı.

   “İnançlarından vazgeçme. Hayatın sana neler getireceğini henüz bilmiyorsun. Başkaları için ne anlamlar ifade edeceğini de.”

   Bu sırada dedesi, atmacasının bacağına bağlı olan ipi çözerken konuşmaya devam ediyordu.

   “Özgür ol, yaşamaya devam et. Unutma ki ben de seni seviyorum. Bu kuş gibi güçlü ol, özgür ol ve yaşamaya devam et” dedikten sonra atmacanın olduğu kolunu yukarı kaldırdı.

   Kuş, heybetli bir şekilde kanatlarını açarak gökyüzüne doğru yükselmeye başladı. Gözleriyle atmacayı takip ederken hâlâ dedesinin sözleri kulaklarında yankılanıyordu.

   “Güçlü ol, özgür ol, yaşamaya devam et…”

   Gözlerini tekrar dedesine yöneltmek istedi ama yerinde sadece oturduğu sandalyesi duruyordu. Hıçkırarak ağlarken ağzından yine o kelime çıktı.

   “Gitme.”

   Ardından elleriyle yüzünü kapatıp ağlamaya devam etti.

   Kısa süre sonra hemen arkasından gelen havlama sesiyle kafasını kaldırdı. Arkasına döndüğünde dükkânın önünde Kont’u gördü. Sanki kendisini gördüğüne sevinmiş gibi kuyruğunu sallıyordu. Hızlı adımlarla Kont’un yanına gidip ona sıkıca sarıldı ve ağlamasına böyle devam etti.

   Kafasını kaldırıp, yaşlar akan gözleriyle gülümsemeye başladı. İki eliyle kıvırcık, yumuşak tüylerini okşuyordu. Kont da sevgisini onun yüzünü yalayarak gösteriyordu. Son günlerinden daha yorgun bakıyordu Kont’un gözleri. Üzerinde gezdirdiği ellerine her seferinde bir avuç kıl geliyordu. Onu sevdikçe tükeniyor gibi azalıyordu üzerindeki tüyleri.

   O sırada dükkânın arka tarafındaki karanlıktan amcası yaklaşmaya başlamıştı. Kont’un yanına gelip çömeldi. Bir yandan Kont’u severek

   “Çok yaşlandı artık. Ne zaman senin adını söylesek etrafını koklayarak seni aramaya başlıyor” dedi sıcak bir konuşmayla.

   Amcasına baktı. Yüzü ölmeden önceki gibi bembeyazdı. Alnı ve başının üstündeki açıklığa fazladan saçlarının iyice seyrelmesi de eklenmişti. Hiç kanser olmamış gibi gülümsüyordu. Amcasıyla göz göze geldiklerinde

   “Ben de sizi çok özledim. Bugünden sonra hep beraber olacağız. Ben de yanınıza geliyorum” dedi.

   O esnada mahallesinde tanıdığı ve ölen herkes etrafında toplanmaya başlamıştı. Erkete, Reis, Kör Ressam… Çoğunun gerçek adını bilmiyordu. İsimlerinin bir önemi yoktu zaten. Onları oldukları kişi olarak sevmişti. Uzun yıllar özlemini duyduğu her şey bir araya geliyordu.

   Amcası zorlanarak yavaşça ayağa kalktı. Derin bir nefes aldıktan sonra konuştu.

   “Üzgünüm ama senin gelmemen gerekiyor.”

   Kont, sokağın uzak kısmındaki parlak sise doğru ağır adımlarla yürümeye başlamıştı. Amcası hariç diğerleri de onu takip ediyordu.

   “Nereye gidiyorlar?” diye sorduktan sonra yutkundu.

   “Merak etme, hiçbiri seni unutmadı ve unutmayacak. Senin bir amacın var. Bu yüzden şimdilik bizimle gelemezsin.”

   Kont, beyaz, parlak sisin önünde durup arkasına baktı. Diğerleri teker teker sisin içinde kaybolurken Kont ona bakmaya devam ediyordu. Amcasının elini omzunda hissedinceye kadar böylece bakışmışlardı. Sonra amcasına dönerek söylediklerini dikkatlice dinlemeye başladı.

   “Kim olduğunu unutma, acılarından güç al, kaderine güven ve yaşamaya devam et” dedikten sonra amcası da sise doğru yürüdü.

   Sisin içine girerken Kont, elveda der gibi havladı ve amcasını takip etti. Gözleri tekrar dolmuştu ama bu sefer gülümsüyordu. Arkalarından “hoşça kalın” der gibi elini kaldırdı sadece.

   Önüne döndüğünde unuttuğu biri duruyordu karşısında. İlkokul ikinci sınıfta sıra arkadaşı olan Merve ile göz göze gelmişlerdi. Diğerlerinin aksine daha güzel görünüyordu. Beline varan uzun, sarı, dalgalı saçlarını, gözleriyle uyumlu mavi bir kurdele ile bağlamıştı. Ellerini önünde kavuşturmuş sevimli bir bakışla onu süzüyordu.

   “Merhaba” dedi Merve. Sanki yarın okula gideceklermiş gibiydi. Sanki hiç ölmemiş gibiydi.

   Merve onun ilk sevdiği kızdı. Birlikte az zaman geçirmelerine rağmen çok şey paylaşmışlardı. İkinci sınıfa başlayalı üç ay geçmişti. Okuldan çıkıp evlerine olan ortak iki yüz metrelik yolu yine beraber yürüyorlardı.

   Birbirleriyle uğraşmayı seviyorlardı. Yolun yarısında, Merve elini sırtına vurup “ebe” diyerek koşmaya başlamıştı. Bir anlık durgunluğun ardından o da peşinden koştu. Yollarının ayrıldığı caddeye gelmeden, elini uzatıp Merve’nin saçındaki mavi kurdeleyi tutarak “ebe” dedi. Kurdele elinde kalmıştı. Merve’nin durması ise birkaç adım daha sürdü. Ölmesi için gereken birkaç adımdı bu. Şaşkın bir ifade ile arkasına dönüp mavi gözleriyle ona baktı. Sonra keskin bir çığlık duyuldu. O güzel kız, caddenin ortasında sarı saçlarına kan bulaşmış şekilde yatıyordu.

   Bu sahne gözlerinde tekrar edip durdu. O gün hakkında başka bir şey hatırlamıyordu. Sonraki sekiz ay aldığı psikolojik tedavi ile tekrar sosyal ve normal hayatına dönmüştü. Hayatı boyunca sakladığı o kurdelenin kime ait olduğunu dahi unutmuştu. Saklaması gereken bir hatıra olduğunu bilmek yetiyordu.

   Dudaklarından çıkan ilk kelime “hatırlıyorum” olmuştu.

   “Seni şimdi çok daha iyi hatırlıyorum. Sana karşı olan pişmanlığımı seni unutarak geçiştirdim” dedi.

   Ardından daha fazlasının beyninde şimşek gibi çakmasını izleyerek, şaşkın şaşkın Merve’ye bakmaya devam etti.

   “Bana hesap sormak için mi geldin?”

   Sonraki cümle ağzından çıkmadan önce hıçkırarak ağlamaya başlamıştı yine.

   “Çok özür dilerim. Ben… Ben…”

   Merve, işaret parmağını onun titreyen dudaklarına koyarak gülümsedi ve onu susturdu.

   “Özür dilemen gerekmiyor. O gün yaşananlar, bugün senin var olabilmen için olması gerekenlerdi.”

   “Ama sen öldün. Benim yüzümden.”

   Merve eliyle bu sefer kolunu tuttu. Merve’nin dokunuşu ile bir anda sakinleşmişti. Şimdi diyeceklerini merak edercesine dikkat kesilmişti. Merve tüm sevimliliği ile tekrar konuşmaya başladı.

   “Beni dikkatli dinle. Bugün tüm sevdiklerin sana birer hediye verdi. Tüm nefretlerin için de bir kusur edindin. Bugüne kadar yaşadıkların şimdi olacağın kişi için gereken bir süreçti. Sana verilen hediyeleri iyi kullan ve yaşamaya devam et” dedikten sonra kulağına doğru eğildi.

   “Hiçbir şeyin seni incitmesine izin verme ve yaşamaya devam et.”

   Merve’nin, yanağına bir öpücük kondururken hissettiği sıcaklık ile her şey tekrar bembeyaz kesilmişti.


Çevrimdışı M.K.Immortal

  • **
  • 290
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
Ynt: Jack Efsanesi - Yeni Dünya İnsanları
« Yanıtla #2 : 04 Temmuz 2013, 13:42:19 »
3

   Kulaklarındaki çınlama gittikçe melodik bir hal alıyordu. Gözlerini açtığında mutfakta olduğunu fark etmesi için biraz zaman geçmesi gerekti. Bilinci yerine gelmişti ama hareket edemiyordu. Üzerinde tonlarca yük varmış gibi hissediyordu. Gözleri açık bir şekilde yerde yatarken neler olduğunu anlamaya çalışıyordu. Bu sırada çınlama sesinin, telefonunun arama melodisine dönüştüğünü duyuyordu.

   Tüm gücünü toplayıp olduğu yerde doğrularak oturur pozisyona geldi. Elini sol pantolonunun cebine atıp telefonunu çıkardı. Ekranda sınıf arkadaşı Kerim’in ismi yazıyordu. Derin bir nefes alıp tekrar telefona baktığında hala rüyada olup olmadığını sorguluyordu içten içe. Olanlara bir anlam yüklemeye çalışıyordu. Telefonu açmadan önce ocaktan gelen tıslama sesini duydu. Tüpe uzanıp emniyetini kapatmasıyla tıslama sesi de yok oldu. Telefonun ekranında yazan “sesli konuşma” yazısına dokunup, yorgun ve cılız bir sesle cevap verebildi.

   “Alo.” Telefonun diğer ucundaki arkadaşı Kerim, ağır başlı yapısını konuşmasıyla da gösterircesine cümlelerini sıralıyordu.

   “Nereye kayboldun? Derya’ya teklif edeceğim diyordun? Neredesin şimdi?”

   Arkadaşının söylediklerinden çok biraz önce neler olduğuyla ilgili kafası meşguldü. Bu yüzden konuşmayı erken kesmeye kararlıydı.

   “Teklif ettim, kabul etmedi. Eve geçtim ben de. Kafam çok kötü, sonra konuşuruz. Olmaz mı?”

   “Geliyorum o zaman. Bir şey lazım mı? Alayım gelirken.”

   “Gelme, gerçekten çok kötüyüm. Biraz yalnız kalmam gerekiyor. Sonra buluşuruz, anlatırım sana ayrıntısıyla.”

   “Tamam. Kafanı çok takma. Hadi görüşürüz.”

   “Tamam. Görüşürüz” dedikten sonra telefonu kapatıp derin bir nefes aldı.

   Elini başına koyup biraz daha kendine gelmek için bekledi. Üstünde hissettiği ağırlık, kafasını karıştıran düşüncülerin yanında hiç kalırdı. Zorlukla ayağa kalkarak arkasındaki balkon kapısını açtı. Uzun süre aynı koku alındığı zaman, kokuya olan duyarlılık azalır. Bu yüzden mutfaktaki gaz kokusunu duymadığını düşünüyordu. Yavaş adımlarla oturma odasına gitti. Islak giysilerini çıkarıp, kanepenin kenarındaki günlük giysilerini giydi. Bedenini saran ağırlık hissi ile zorlanarak yürüyüp armut şeklindeki koltuğuna yerleşti.

   Neler olduğunu anlamaya çalışıyordu. Neden ölmediğine bir anlam yükleyemiyordu. Uzun süre, baygınken gördüğü rüyaları düşündü. Onu son uğurlayan Merve aklına geldi. Çizdiği resimler, yaptığı grafitiler, unutmaması için aldığı notlar ve bazı yazılarını astığı, duvardaki panosuna baktı. Panonun sol alt köşesine tek bir raptiye ile tutturulmuş mavi kurdele duruyordu. Uzun zamandır neden sakladığını hatırlamadığı kurdelenin artık bir anlamı vardı.

   Son gördüğü rüyaların, kendisi için bir işaret mi yoksa bunlara inanmak için bilinçaltında sakladığı birikimler mi olduğuna emin değildi. Yaşamayı kenara iterek ölmeyi göze almıştı ama hayatta kalmıştı. Gördüğü hayallerin bununla bir alakası olmalıydı. Ona söylenenlerin bir anlamı olmalıydı. Bu düşünceler ile uzun zamandır aradığı, kendine değer verme hissini güçlendiriyordu.

   Rüyasında Merve ile karşılaştıktan sonra tekrar intihar etmeyi göze alamazdı. Hayatın çektirdiklerinin yanı sıra pişmanlıkları da vardı. Onlarla yüzleşmek için henüz hazır olmadığını artık biliyordu.

   Düşüncelerini dış kapının zil sesi kesmişti. Üzerindeki yük kalkmış gibi bir rahatlama hissetti o anda. Ayağa kalkıp kapıya yöneldi. Hole geldiğinde gaz kokusunun yoğunluğu, nefesini tutmasına sebep olmuştu. Gelen kişiye kapıyı açmadan önce kokunun geçmesi için bekleyip beklememek arasında kaldı. Meraklı ve yorgun bir sesle kapının ardında bekleyen kişiye “Kim o?” dedi.

   “Ben Simge.”

   Simge, üniversitede iyi anlaştığı dört sınıf arkadaşından biriydi. Balıketli, kısa kızıl saçlı, tombul yüzüne küçük gelen kahverengi gözleriyle alaycı bakmayı seven bir kızdı. Neşeli, esprili ve hareketli olması, kısa sürede birbirleri ile iyi arkadaş olmalarına sebep olmuştu. Tereddüt etmeden kapıyı açtı.

   Simge, “Naber” diyerek içeri girerken ayakkabılarını dahi çıkartmadan endişeli şekilde sorularını yöneltti.

   “Bu koku da ne? Gaz kokusu mu bu? Ne oldu burada?”

   Simge’ye intihar etmeye çalıştığını ancak bunu dahi beceremediğini anlatmaya niyeti yoktu. Arkadaşları arasında her konuda kaybeden biri gibi görünmek istemiyordu. Bu yüzden aklına gelen ilk yalanı acemi şekilde söylemeye başladı.

   “Önemli bir şey değil. Şey… Ocağa makarna yapmak için su koymuştum… Ama altı yanmamış. Dalgınlıkla fark etmedim… Şimdi kapattım altını. Sigara yakmadığın sürece sorun yok kısaca.”

   Simge bu yalana inanmış gibi yaptı. Onun kadar neşeli birinin nasıl intihar etmeyi isteyebileceğini merak ediyordu. Sorunlarını anlatmaması, onun sorunları olmayan biri gibi görünmesine neden oluyordu. Fakat onun da herkes gibi duygusal karmaşalar yaşayabileceğini anlamıştı.

   Simge, oldukça doğal bir şekilde içeri geçerken “Sınavın nasıl geçti?” diye sordu.

   “Eh işte. Fena değildi.”

   “İyi bakalım. Neyse… Asıl konumuza gelelim. Anlat hadi, Derya işi ne oldu? Sınavdan çıktığın gibi ortadan yok oldun. Filiz seni giderken görmüş. Telefonunu aradım ama cevap vermedin. Kerim’in de haberi yokmuş. Ben de gelip bir bakayım dedim. Neden cevap vermedin telefonuna?”

   “Kafam zaten davul gibi bir de sen soru bombardımanına tutma şimdi” diye cevap verirken, giysilerini koluna koyduğu kırmızı kanepeye dik duran mavi çekyata oturdu. Simge de hemen karşısındaki armut koltuğa yerleşti. Simge ne zaman gelse o koltukta otururdu.

   “Anlat sen de ne oldu Derya işi?” diye sordu ve koltuk ile kendisi arasında hiç boşluk kalmamasına uğraşır gibi iyice kuruldu.

   “Sınavdan çıkınca kenara çektim, teklif ettim. O da olmaz dedi. Başka bir şey yok”

   “Ne yani onca kompliman laf olsun diye miydi? Kız olmasam hepsi aynı diyeceğim ama kahretsin benim gibi mükemmel olanlar da var.”

   “Yaa sorma. Emrah’ın sabrı kuvvetlensin diye her gün dua ediyorum o yüzden.”

   Simge onun alaycı tavrına hafifçe gülümseyerek karşılık verdi. Kısa bir sessizliğin ardından tekrar sorularını ardı sıra sormaya başlamıştı.

   “Karnın aç herhalde? Makarna mı yapacaktın yine? Balkon kapısını açsaydın bari. Mutfaktaki koku geçince güzel bir melemen yaparım. Ne dersin?”

   Ama her zamanki gibi, sorularının arasından sadece bir tanesine cevap alabilmişti.

   “O kadar aç değilim.”

   “İyi bakalım sen bilirsin.”

   Simge, koltuğun kenarına atılmış pantolonu göstererek devam etti.

   “Haydi, giyin dışarı çıkalım o zaman. Pazartesi zaten kimse gitmez okula. O yüzden dört gün tatil sayılır. Evde tıkılıp kalmayalım.”

   Perde ile örtülmüş pencereye doğru baktı. Hava bir saate kadar kararır diye tahmin ediyordu. Dışarı çıkıp dolaşmaması için hiçbir bahanesi olmasa da şu anda gezmeye pek niyetli değildi.

   “Biraz yalnız kalmak istiyorum Simge. Az kafamı dinlemem gerekiyor” diyerek ağzını büzdü. Masum bir ifade takınarak, yalnız kalmak istediğini mimikleriyle de gösteriyordu.

   Simge onun neden yalnız kalmak istediğini tam olarak bilmiyordu. Gerçekten intihar mı ediyordu geldiğinde, yoksa söylediği gibi makarna yaparken ocağı yakmayı mı unutmuştu? Onu yalnız bırakarak bu riske girmeyi istemiyordu. Ancak intihara niyetli olsaydı kapıyı asla açmayacaktı. Kafası bu tür ikilemler arasında gidip gelirken, yapılacak en doğru şeyin onu yalnız bırakmak olduğuna karar verdi. Ne kadar beklerse beklesin, düşüncelerini anlatmayacağını biliyordu. Onu sıkan bu düşünceler ile yüzleşmediği sürece de durumu daha kötüye gidecekti.

   “Tamam, gidiyorum ama çok üzme kendini. Yarın yine geleceğim ona göre.”

   İkisi de ayağa kalkıp dış kapıya yöneldiler. Gaz kokusu iyice azalmıştı. Simge ayakkabılarını giyerken, o da kapıyı açarak bekledi. Simge gitmeden önce imalı şekilde yüzüne bakarak son sözlerini söyledi.

   “Hiçbir şey için aptalca bir şey yapmaya değmez bunu unutma!”

   Dışarıya doğru attığı ilk adım ile “Hoşça kal” diyerek üçüncü kattan aşağıya inmeye başladı.

   Simge’nin gitmesinin ardından oturma odasındaki panosunun önüne geçmişti. Zihni, intihar etmek üzereyken gördüğü rüyaya çakılıp kalmıştı. Biraz önce yaşadıklarına anlam kazandırmaya çalışıyordu. Çizdiği resimlere bakarken, asıl içinden geçirdiği kurdele idi. Rüyasını ve Merve’yi düşününce tekrar üzerine çöken o ağırlığı hissetti. Bedenini kaplayan büyük bir güçtü sanki. Bu ağırlığı pişmanlık olarak adlandırmıştı. Onu sarıp sarmalayan ve asla onu terk etmeyecek pişmanlığıydı bu ağırlık onun gözünde.

   Göz ucuyla kurdeleye baktı. Ağırlık yüzünden zorlanarak kaldırdığı elini uzatırken, Merve’nin kaza anı aklından geçiyordu. Kurdeleye dokunduğu zaman yine aynı olayların gerçekleşeceğinden korkuyordu. Kurdeleye dokunmak istemese de, bunu yapmaya kararlıydı.

   Parmaklarıyla kurdeleye dokunmasına santimler kala, kurdele ondan kaçar gibi raptiyenin etrafında dönerek uzaklaşmaya başladı. Önce arkasına bakarak pencerenin veya balkon kapısının açık olup olmadığını kontrol etti. Evin içinde rüzgâr yoktu ama elini yaklaştırdıkça aynı hızla kurdele de ondan uzaklaşıyordu. Elini İyice yaklaştırdığında, kurdeleyi tutan raptiye yerinden fırladı ve kurdele yere düştü.

   İçini müthiş bir heyecan ve korku kaplamıştı. Merve benden nefret ediyor diye düşündü. Gözlerini kocaman açmış, üzgün bir ifade ile “özür dilerim” dedi. Gittikçe daha hızlı ve derin soluklar almaya başlamıştı. Her nefesinde daha az oksijen gidiyordu ciğerlerine. Odanın içinde boğulduğunu fark ettiğinde arkasını dönüp pencereyi açmaya yöneldi. Ama bacakları, üzerindeki yükü taşıyamadı ve yere devrildi. Kısa süre önce ölmeye niyetli olmasına rağmen şimdi yüzleşeceğini düşündüğü kişiler yüzünden, bu güne kadar hiç hissetmediği bir korku vardı içinde. Kısa süre içinde mutfakta yaşadığı hipoksi  sonucu baygınlığı tekrar yaşadı.

   Bu sefer hayaller görmemişti. Kendine geldiğinde oturma odasında uzanır vaziyetteydi. Hava kararmış, sokak lambasından gelen hafif ışık ile etrafını görebiliyordu. Neler olduğunu anlamaya çalışmaktan çok, olanlardan dolayı ürküyordu artık. Acaba ölmüş müydü? Şu anda yaşadıkları bu güne kadar anlatılan cehennemin gerçek yüzü olabilir miydi? Azap ve acıyla, işlediği günahların bedelinin alınacağı yerin nasıl olduğunu bilmiyordu. Bu işkenceler şimdi yaşadıkları olabilir miydi? Pişmanlıkları ile yüzleşmek, yaşadığını zannedip, duygusal olarak daha çok acı çekmek ve arada fiziksel acılara katlanmak, gerçek cehennem olabilir miydi?

   Yerinden doğruldu. Bir metre kadar uzağında duran kurdeleye gözlerini dikip ileri geri sallanmaya başlamıştı. Düşüncelerini sesli söylediğinin farkında değildi.

   “Ben ölmedim. Bunlar bir rüya. Ya da hâlâ mutfakta baygın yatıyorum. Ölmek üzere yaşadığım hayaller bunlar… O zaman ölürsem yaşayacaklarımı görüyorum… Hayır, ben ölmedim”

   Bedenini saran korkunun etkisiyle gözlerinden akan yaşlar çenesinden yere damlıyordu.
 
   “Özür dilerim Merve. Herkesten özür dilerim.”

   Korkularıyla boğuştuğu on dakikanın ardından biraz daha sakinleşmişti. Artık neler olacaksa olması gerekiyordu. Tekrar kurdeleyi eline almaya karar verdi. Karanlık odanın içini daha iyi görmek için gözlerini kıstı. Olduğu yerden kalkmadan bir metre kadar dizlerinin üzerinde ilerleyerek kurdelenin yanında durdu. Derin bir nefes alıp bütün sakinliği ile uzandı ve mavi, yıpranmış ucundan tutup kurdeleyi avucuna aldı.

   Önce her zamanki gibi parlak, eski yüzeyine baktı. Sonra neler olacağını düşünmeye başladı. Artık elindeydi. Merve’nin ruhunu tutuyordu. Onun ölümüne neden olan cisim avucunun üstündeydi. Bu düşünce ile birlikte gelen ağırlık tekrar bedenini sarmıştı. Ağırlık yüzünden gözlerini kapatıp topuklarının üzerine oturdu. Derin nefesinin ardından yutkunup, gözlerini yavaşça açtı.

   Gördükleri, korkusuna fazladan şaşkınlık eklemişti. Havada kalan eli titremeye başladı. Aynı şekilde elinin üç santim yukarısında, havada asılı duran kurdele de titriyordu. Ona dokunmaya olan tedirginliği, ona neden dokunamadığının endişesine dönüşmüştü. Elini havada gezdirdikçe, kurdele de elinin üzerinde uçarcasına onu takip ediyordu. Her ne oluyorsa, bir şeylerin başlangıcı olduğuna gayet emindi artık.


Çevrimdışı Quid Rides

  • **
  • 399
  • Rom: 17
  • #800000
    • Profili Görüntüle
Ynt: Jack Efsanesi - Yeni Dünya İnsanları
« Yanıtla #3 : 12 Temmuz 2013, 01:26:32 »
Artık basılması konusunda umudum kalmayan kitabımın ilk 3 kısmını (64 kısımdan ilk 3'ü) yayınlamaya karar verdim. Yorumlarınızın eksik olmaması dileğiyle. Şimdiden herkese iyi okumalar.


İlk üç bölüm güzeldi. Ama "Hani devamı nerde?" dememe sebep olacak yerde bitti. Bilmemki devamını yayınlar mısın? Şahsen, ben okumaya devam etmek isterim...

Ayrıca bilgisayarım bozulmuş olmasaydı sana bir teklifte bulunurdum ama bozuk ne yapalım işte. Ama teklif dediysem basalım felan değilde kitap formatında düzenleyebilirdim. İnDesign ile 3 senedir devam eden düzenli bir ilişkim vardıda. Bilgisayarım bozulduğu için ilişkimize kısa bir ara verdik :D
http://turanmemre.wordpress.com/
Bana dönek demiş itin birisi
Açığım ne imiş sor hele hele

Çevrimdışı M.K.Immortal

  • **
  • 290
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
Ynt: Jack Efsanesi - Yeni Dünya İnsanları
« Yanıtla #4 : 12 Temmuz 2013, 18:46:57 »
Yorumunuz ve beğeniniz için çok teşekkür ederim. Aslında 5 alt bölümden oluşan 3. bölümü de yayınlamayı düşünüyordum ki yorumunuzdan sonra yayınlamaya karar verdim. Hiç olmazsa bir okuyucum var, boşuna uğraşmamışım demektir :D Yarın bir sorun olmazsa üçüncü bölümü de yayınlayacağım.

Çevrimdışı Quid Rides

  • **
  • 399
  • Rom: 17
  • #800000
    • Profili Görüntüle
Ynt: Jack Efsanesi - Yeni Dünya İnsanları
« Yanıtla #5 : 12 Temmuz 2013, 20:02:54 »
Memnun olurum. :) Ama bütün bölümleri birden yayınlama gözüm korkar. Parça parça yayınla.
http://turanmemre.wordpress.com/
Bana dönek demiş itin birisi
Açığım ne imiş sor hele hele

Çevrimdışı M.K.Immortal

  • **
  • 290
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
Ynt: Jack Efsanesi - Yeni Dünya İnsanları / BÖLÜM 3
« Yanıtla #6 : 13 Temmuz 2013, 21:29:25 »
BÖLÜM 3 - SINIRSIZ ÖZGÜRLÜK

29 Aralık 2018 – Cumartesi

4

   Gün boyu ardı sıra yaşadığı tecrübe ve duygular yorgun düşmesine neden olmuştu. Sabahın ilk saatlerinde yattığı odaya vuran güneş ışığı ile uyandı. Cumartesileri erken kalkmaya pek alışık değildi. Ne de olsa bir gün önceden sabaha kadar otururdu. İçinde hissettiği yeni gücün heyecanı, kafasını tekrar yastığa koymasına engel oluyordu. Yerinden kalkıp yüzünü yıkamak için banyoya gitti. Bu günü de diğer günler gibi normal başlayarak, olacaklara –ya da olmayacaklara- kendini hazır hissetmek istiyordu.

   Yüzüne bir avuç dolusu su vurduktan sonra aynadaki yansımasına baktı. Yıllardır gördüğü bu siluetin içinde bilmediği bir güç olabilir miydi? Yoksa dün yaşadığını zannettiği her şey bir rüyadan mı ibaretti? Bunları öğrenmenin tek yolu vardı ve öğrenmek için sabırsızlanıyordu.

   Oturma odasına girdiğinde önce etrafına bakındı. Aklında son kalan şey kurdelenin havada uçtuğunu görmesiydi. O anı yaşadıktan hemen sonra yatağına gitmişti. Uykusu olmamasına rağmen kafasını yastığa koyduğu anda kendinden geçmişti. Dün akşam yaşadığı korkular bir an önce dinlenmesini gerektirmişti. Ya da gördükleriyle daha fazla yüzleşecek gücü kalmamıştı.

   Televizyon sehpasının üzerine düzgünce koyduğu kurdeleyi eline aldı. Dün akşam olanların rüya mı yoksa gerçek mi olduğunu anlaması için aynı şeyleri tekrarlaması gerekiyordu. Kendisini, kurdele elinin üstünde uçarken yaşadığı psikolojiye sokmaya çalıştı. Endişeli, heyecanlı, pişman, meraklı ve şaşkın... Ama kurdele yerinden kıpırdamadı. Bir şeyleri yanlış yapıyordu. Merve’yi düşündü, pişmanlığını düşündü, yaşadığı korkuyu tekrar yaşamaya çalıştı fakat olmadı.

   Umudunu kaybettikten sonra, gördüğünü zannettiği her şeyin rüyadan ibaret olduğunu düşünmeye başladı. Peki ne zamandır rüya görüyordu? Derya’ya teklif etmesinden önce miydi? Yoksa intihar ettiğini zannettiği sırada, aslında yatağına gidip uyumuş muydu? Yine de kurdelenin panodan çıkıp televizyon sehpası üzerine nasıl geldiğini açıklayamıyordu. Zamanının en iyi psikolojik gerilim filmi olan Dövüş Kulübü’ndeki gibi kendisi de çift kişilikli bir şizofren olabilir miydi?

   Hayatındaki en inanılmaz olayın sahte olabileceği düşüncesi yüzünden tekrar bunalıma girdi. Olduğu yere bağdaş kurarak oturdu. Dün neler yaşadığını hatırlamaya çalıştı. Derya’ya teklif ettiğini hatırlıyordu. Sonrası ise sahnelerden ibaretti. Bir anda bütün hafızası boşalmıştı. Reddedilmenin kendisini neden bu kadar çok etkilediğini bilmiyordu. Reddedildikten sonra oluşan, kafasının içinde hissettiği boşluğun nedeni hakkında hiçbir fikri yoktu.

   İntihar etme girişiminden sonrasını düşünmeye başladı. Simge evine gelmişti. Kısa bir sohbetin ardından gitmişti. Bunların gerçekliğinden son derece emindi. Sonrasında kurdeleyi eline almak isterken raptiyesinin yerinden fırladığını hatırladı. Bu yaşananlar da sahte olamazdı. Tekrar elindeki kurdeleye baktı. O anda kurdelenin neden uçtuğunu anlamıştı. Yüzünde, hayatının en büyük buluşunu keşfetmiş gibi bir mutluluk ifadesi oluşmuştu.

   “Tabi yaa. Her şeyin kaynağı şu üzerime çöken ağırlık hissi.” Biraz daha durduktan sonra sesli konuşmasına devam etti. “O ağırlığın oluşmasının sebebi ne olabilir?”

   Dün yaşadığı korkuların ardından hissettiği bu ağırlığın nedeninin, korunmak istemesi olabileceğini fark etti. Bütün dikkatini kurdeleye vererek

   “Canımı yakmana izin vermeyeceğim. Bana dokunmana izin vermeyeceğim” sözlerini tekrarlamaya başladı.

   Çok geçmeden, ağırlık hissi tüm bedenini sarmıştı. Oturduğu zemine iyice baskı uygulayan bu ağırlık ile birlikte, içini inanılmaz bir heyecan sarmıştı. Kalbinin atışlarını kulaklarında duyacak kadar adrenalin yüklenmişti. Gördükleri ya deli olduğunun, ya da hayatındaki her şeyin değiştiğinin göstergesiydi. Kurdele elinin üzerinde havalanmıştı. Bir süre hayretle havada süzülüşünü inceledi. Ama artık korkmuyordu. Aksine tarif edilemez bir mutluluk içerisindeydi.

   Kurdeleyi kontrol edemiyordu. Aksine düşmemesi için elini altında tutması gerektiğini keşfetmesi fazla zamanını almamıştı. Onu havada tutmak için uğraştığı iki dakikanın sonunda ise nefesi kesilmeye başlamıştı. Geniş odanın ortasında kısa süre içinde havasız kalmıştı. Bu ağırlığın nefes almasını zorlaştırması ile bir bağlantısı olduğunu artık biliyordu. Hemen aklına gelen ilk düşünceyi denedi.

   “Hava bana zarar vermez. Solumak istiyorum. Ondan korkmuyorum.”

   Bu düşünceye inanması, ardından alacağı solukla tamamlandı. Vücudu meltem esintisi önünde durur gibi serinlemişti. Dikkatini tekrar kurdeleye vermek için eline baktığında, kurdelenin dizlerinin üstüne düştüğünü gördü ama kurdele, tıpkı elinin üstündeki gibi dizlerinin de üç santim üzerinde duruyordu.

   Yürümesini bile zorlaştıran bu ağırlık, bedenini üç santim dışarıdan saran bir tür koruma alanıydı. Bu alandan neyin geçip, neyin geçmemesini istemesi yeterliydi. Üstelik bir cisim, bir madde ya da bir molekül dahi düşünebiliyordu. İlk yaptığı denemelerde bunu keşfetmişti. Karşısına kibrit kutusu, çatal ve kalem koymuştu. Her seferinde elini üzerlerinden geçirdiğinde, dokunmak istemediği cisimler yerde sürünerek elinden uzaklaşıyordu.

   Korunma duygusunu yoğunlaştırarak bu alanı daha da genişletebiliyordu fakat bedenini dışarıdan saran bu gücü en fazla otuz santim kadar genişletebilmişti. Bu gücü kullandığı zaman üzerine binen ağırlık yüzünden çok çabuk yoruluyordu. Değil yürümek, yerinde durmak bile fazlasıyla yorucu oluyordu. Her on dakikalık alıştırmanın ardından yarım saat dinlenmesi gerekmişti.

   Altı saattir, aralıklarla alıştırma yaparak geçirdiğinin farkında değildi. Dünya üzerindeki en ilginç tecrübenin tadını çıkarmaktan zevk alıyordu. Hiç aksatmadığı kahvaltısını bile yapmayı unutmuştu (Cumartesileri öğle saatinde kalktığı için çok da geç kalmış sayılmazdı). Son egzersizlerinin ardından dinlenmeye çekildiğinde, artık bir araştırma yapmanın zamanı geldiğini düşünüyordu. Bilgisayarını açıp internette biyoenerji hakkında gördüğü tüm yazıları okumaya başladı. Daha önce de biyoenerjiye merak sardığından ne aradığını iyi biliyordu. Bu gücün bir tür insanüstü yetenek olduğundan gayet emin hissediyordu kendini.

   Yarım saatlik araştırmanın ardından internette gördüklerine tatmin olmamıştı. Duru görü, kaşık bükme, telekinezi gibi bilinen konular üzerinde duruluyordu. Kendi gücünün telekinezi olmadığına emindi. Çünkü cisimlere etki etmekten ziyade, onlardan korunuyordu. İnternette aramaya koyulduğu ikinci şey ise paranormal güçler olmuştu. Fakat buradan çıkan sonuçlar da aradığını bulmasına yeterli değildi. Bu güne kadar kimsenin yaşamadığı bir tecrübe olduğundan emindi artık. İntihar edişinin bununla bir alakası olup olmadığını merak ediyordu. Hayatını sona erdirmek istemesinin ardından yepyeni bir hayata sahip olunabilir miydi?

   Olduğu yerde gerinerek esnedi. Bilgisayar ekranının sağ alt köşesinde yazan saat, 12:36’yı gösteriyordu. Hâlâ karnı acıkmamıştı. Ama bir saatlik öğle uykusuna hayır diyemeyecek kadar yorgundu. Yerinden kalkarak arkasındaki mavi çekyata uzandı. Telefonunun alarmını ikiye ayarlayıp gözlerini kapattı. Kafası düşünceler ile meşgul olduğu zamanlarda uyuması zaman alırdı. Fakat yorgunluğu daha ağır bastı.

***

   Rüyasında güneşli, açık havada bir apartmanın terasında idi. Uzun mavi bir kumaşın kendi üzerine doğru uçtuğunu görüyordu. Korunmak için kolları ile kafasını kapattı. Tam karşısında duran mavi kumaşın içinden Merve çıktı. Üzerinde mavi elbise ve saçlarında yine mavi kurdelesi vardı. Merve, Eliyle gökyüzünde uçan atmacayı göstererek

   “Uçmak ister miydin? Bir kuş kadar özgür olmak ister miydin?” diye sordu.

   “Evet” diyerek karşılık verdi Merve’ye.

   “Neden özgür değilsin o zaman?”

   Bir anda Merve’nin kaza yaptığı yolun ortasına gelmişlerdi. Rüzgâr ile savrulan sarı saçlarının arkasından gelen beyaz kamyoneti görebiliyordu. O kazanın tekrar etmesine izin vermeyecekti. Onu kurtarması gerekiyordu. Kolundan tutup kenara sürüklemeye çalıştı. Merve yere çakılmış beton gibi hareketsizdi.

   “Araba geliyor, KAÇ!” diyebildi sadece.

   “Beni özgür kıl” diye cevap verdi Merve onun gözlerine bakarak.

   Bir sürelik endişenin ardından sakinleşmişti. Lüsid rüyada olduğunu fark etmesi uzun sürmemişti. Merve’ye belinden sarılarak

   “Seni özgür kılıyorum” dedi ve birlikte gökyüzüne doğru uçmaya başladılar.

   Merve’nin mavi elbisesi gökyüzünde dalgalanan bir deniz gibiydi. Birlikte gökyüzüne doğru yükseliyorlardı. Sonra Merve bir atmacaya dönüştü. Kanatlarını açıp ondan uzaklaşırken, keskin sesiyle öterek özgürlüğünü kutluyordu. Merve’nin her kanat çırpmasıyla kendisinden uzaklaşırken, kulaklarında çınlanan atmaca sesi sürekli hale geliyordu. Yere doğru bir taş gibi düşerken aklından tek bir düşünce geçiyordu.

   “Özgürüm…”

***

   Rüyasındaki ses kapının sesi ile bölününce uyandı. Telefonuna uzanıp saate baktı. Yatalı yarım saat olmuştu. Uzandığı kanepede birkaç saniyeliğine gördüğü rüyayı düşünerek gülümsedi. Ardından yerinden kalkıp kapıya gitti.

   “Kim o?” diye seslendi, kapının arkasında uyanmasına neden olan kişiye.

   “Ben Simge. Aç kapıyı.”

   Simge’nin tekrar geleceğini söylediğini hatırlayarak kapıyı açtı. Saçı birbirine karışmış, gözleri kısık ve yorgun bir şekilde Simge’yi karşıladı.

   “Ne o daha yeni mi kalktın?”

   “Öylesine uzanmıştım, uyuya kalmışım” diyerek Simge’nin sorusunu cevaplarken, ensesini kaşıyıp parmak uçları ile saçlarını tarıyordu.

   Oturma odasına geçtiklerinde etraftaki dağınıklık göze çarpıyordu. Yerde ufak tefek, alakasız birçok eşya vardı. Simge kaygılı bir şekilde hızla sorular sormaya başladı.

   “Savaş mı çıktı burada? Bu ne dağınıklık? Cinnet falan mı geçirdin? Hadi hepsini anladım ama gidip tıraş makineni neden banyoda yere fırlatmadın da buraya getirdin?”

   Simge’ye bir gün önce intihara teşebbüs ettiğini anlatamazdı. Ancak şimdiki yaşadıklarını anlatmamak için kendisini zor tutuyordu. Dünya üzerinde olabilecek veya sadece birkaç kişinin başına gelebilecek bir tecrübeye şahit olmuştu.

   Yine de dün yaşananları anlatmama kararı almıştı. Şimdilik neler olduğunu kendisi de bilmiyordu. Bunları, en yakını dahi olsa birilerine anlatarak riske giremezdi. Bu yüzden Simge’nin sorusunu geçiştirecek bir cevap verdi.

   “Yok, cinnet geçirme değil… Bir şey denedim.”

   “Evdeki bütün eşyaları bir yere toplayıp Voltran mı oluşturmaya çalıştın?”

   Simge bir yandan eline gelen eşyaları yerlerine koyarken aynı anda konuşmaya devam ediyordu.

   “Yuh yaa bulaşık süngeri bile var. Ayıptır sorması ne denedin böyle?”

   Bu soruya nasıl cevap vereceğini bilmiyordu. Aslında cevap verip vermemek konusunda kararsızdı. Henüz erken olabilir diye düşündü önce. Fakat içinde büyüyen anlatma isteği göğsünü kemiriyordu. Her ne kadar anlatmak istese de, yaşadıklarını hiç kimseye hiçbir zaman söylememesi gerekebilirdi. Süper kahraman hikâyelerindeki gibi, şimdilik kimliğini gizlemesi en iyi fikirdi. Hem sevdiği insanları, hem de kendisini korumak için en doğru hareketin bu olduğuna karar verdi.

   Böyle bir gücünün olduğu fark edilirse dünyanın ilgisini üzerine çekmiş olacaktı. Ya da kimsenin haberi olmadan bir araştırma merkezinde paranormal hareketleri üzerine çalışmalar yapılan denek haline gelebilirdi. Amerika veya Rusya’nın uzun yıllardır çalıştığı süper asker projelerine mükemmel bir malzeme olabilirdi. Bu düşünceler yüzünden şimdilik sessiz kalacaktı.

   “Canım sıkkındı ben de eşyaları… Şey, şimdi dün sen gidince işte…”

   Yine yalan söylemeye uğraşıyordu fakat her zaman ki gibi beceremiyordu.

   “İnternette bir şey gördüm. Denedim, olmadı.”

   Simge, bir kaşı yukarı kalkmış şekilde ona cevap verdi.

   “İyi bakalım öyle olsun.”

   Simge, dün yaşadıkları üzerine cinnet geçirmiş ve etrafı dağıtmış olabileceğini düşünüyordu. Daha önce onu hiç sinirli görmemişti. Etrafa baktıkça, onu sinirli görmeyi istemediğini fark etti. Bu öfke patlamasının ardından düne göre daha iyi olabileceğini tahmin ediyordu. Sadece “Şimdi nasılsın?” diye sordu.

   “İyi” diye cevap verirken Simge’nin neden bu soruyu sorduğunu anlamamıştı.

   Biraz düşününce dünkü reddedilmesi ve intiharı aklına gelmişti. Sonrasında yaşadığı tecrübe, bütün olanları unutmasına neden olmuştu. Derya konusu aklına gelince cevabını biraz daha genişletti.

   “Dün biraz üzgündüm ama şimdi daha iyiyim.”

   Simge etrafı göstererek

   “Belli oluyor dünkü üzgünlüğün” dedi. “Neyse ortalığı toplayalım sonra yemeğe gidelim. Kahvaltı yapmadın değil mi hâlâ? Hadi sen üstünü değiştir, ben toparlarım etrafı.”

   Simge oturma odasındaki dağınıklığı toplarken yerdeki kurdeleyi gördü. Panonun kenarında defalarca gözüne takılmıştı ama ne olduğunu hiç sormamıştı. Önce yerine asmayı istedi. Raptiyesini bulamayınca, bilgisayar masasının sağındaki küçük çekmeceye koyarak evin dağınıklığını toplamaya devam etti.

Çevrimdışı M.K.Immortal

  • **
  • 290
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
Ynt: Jack Efsanesi - Yeni Dünya İnsanları / BÖLÜM 3
« Yanıtla #7 : 13 Temmuz 2013, 21:31:46 »
5

   Beyaz mermerler ile döşenmiş uzun koridorda, hızlı adımlarla yürüyen kadının topuklu ayakkabılarının sesleri yankılanıyordu. Dünün yorgunluğu gözlüklerinin arkasından okunuyordu. Beyaz gömleğinin üst iki düğmesini açmış, elindeki kâğıtlarla hızla yürüyordu. Daha önce SUBAM’da (Sirius Uzay Bilimleri Araştırma Merkezi) böyle bir veri alınmamıştı. Genelde UFO gördüğünü zanneden insanların gönderdikleri veriler ve paranormal güçleri olduğunu iddia edenler dışında pek bir hareketliliği yoktu buranın. Takipçileri de uzaylılara inanan üniversite ve lise öğrencilerinden oluşuyordu. Ödenekleri fazla olmadığından araştırmalarına yer altı hareketleri, atmosfer olayları gibi doğal incelemeleri de eklemişlerdi.

   Kadının elindeki beyaz kâğıtlarda yazanlar, kendi araştırmalarında itibar kazanmalarına neden olabilirdi. Gümüş renkli kapının önüne geldiğinde üzerine çeki düzen verdi. Kapıyı vurarak

   “Hakan Bey” diye seslendi. Kapının ardından bir ses “İçeri gir Firdevs” diye cevap verdi.

   Firdevs kapıyı aralayıp ürkek bir edayla içeriye girdi.

   “Hakan bey, sizinle…” cümlesini bitiremeden Hakan, Firdevs’in susmasını işaret etti. Telefonda biri ile konuşuyordu.

   “Evet… Evet anlıyorum… Verilerimizi güncellediğimiz zaman size bir rapor göndereceğim… Evet… Teşekkürler.”

   Telefonunu kapatıp cebine koydu. Firdevs’e oturmasını işaret ettikten sonra konuşmaya başladı.

   “Umarım getirdiğin veriler şu anda bütün araştırma merkezlerinin konuştuklarından farklıdır.”

   Firdevs, masanın önündeki siyah deri koltuğun ucuna ilişerek

   “Diğer merkezler mi?” dedi.

   “Evet. Az önce Kandilli Rasathanesinden aradılar. Aldıkları veriler inanılmaz.”

   “Bizdeki sismograf verilerine göre çok büyük ölçekte bir deprem olmuş ama görünürde böyle bir durum yok.”

   “Biliyorum. Aynı şeyleri az önce söylediler. Hatta tüm dünyada aynı durum söz konusu. Sanki bütün dünya sarsılmış gibi. Bizim verilerimizi de istiyorlar.”

   Hakan dirseklerini masaya dayayarak yüzünü avuçlarının arasına aldı. Gergin ve donuk bir bakışla önündeki masaya bakıyordu.

   “Bizim sunabileceğimiz farklı bir şeyler olmasını çok isterdim. Belki o zaman biraz daha saygı göstermeyi öğrenirlerdi.”

   Firdevs, Hakan’ın üzüntüsüne heyecanlı ve kısmen korkulu bir mutluluk ile karşılık verdi.

   “Hakan Bey, isteğiniz gerçek olacak sanırım. Çünkü elimizde hiçbirinin alamayacağı bir veri var.”

Çevrimdışı M.K.Immortal

  • **
  • 290
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
Ynt: Jack Efsanesi - Yeni Dünya İnsanları / BÖLÜM 3
« Yanıtla #8 : 13 Temmuz 2013, 21:42:03 »
6

   Üzerinde tereyağı gezdirilmiş soslu bir beytinin ardından Simge ile Afyon’un tozlu, geniş sokaklarında tur atıyorlardı. Simge gezmeyi çok sevmezdi ama bugün her şeye katlanması gerekiyordu. Onun neşelenmesi için elinden geleni yapacaktı. İyi bir arkadaşı üzgün görmek yerine yorulmayı tercih ediyordu.

   Fakat Simge’nin zannettiği gibi kendi kafasını kurcalayan, dün yaşadığı reddedilme değildi. Aksine, yeni keşfettiği gücü mutlu olmasına neden oluyordu. Gün boyunca yaşadıklarını Simge’ye anlatıp anlatmama konusunda kararsızdı. Hızlı adımlar ile yürüdükleri yolda heyecanına yenik düşerek konuşmaya başladı.

   “Simge, aslında dün yaşadığım başka bir şey daha var.”

   Simge seri soluklarının arasında cevap verdi.

   “Bir yere otursak olmaz mı? Sanki bacaklarım kendiliğinden gidiyor. Hızlı da yürüyorsun, ayak uyduramıyorum.”

   “Tamam. Corner’de bir çay içelim o zaman.”

   Adına yakışır şekilde köşeye kurulmuş olan Corner Cafe’de, dışarıya koyulmuş masalardan birine geçtiler. Hava soğuk olduğundan Simge, sandalyelerin arkasına asılmış turuncu, polar hırkalardan birini sırtına aldı. Zemine döşenmiş ısıtma sisteminin yaydığı sıcaklığın tadını çıkarırken konuyu açtı.

   “Evet, ne diyecektin dün hakkında?”

   Simge aynı anda masanın üzerine monte edilmiş ekrandan sipariş veriyordu. Son zamanlarda kafelerin vazgeçilmez aygıtıydı bu monitörler. Üzerlerindeki USB girişi sayesinde, müşteriler yanlarında getirdikleri PPC* aygıtlarını buna takabiliyorlardı. Monitöre bağlı kulaklıklar ile de kendi getirdikleri müzikleri dinleyebiliyorlardı.

   Simge’nin sipariş vermesi sırasında sorusunu yanıtlamaya başlamıştı.

   “Dünkü yaşananları düşünürsek tek garip olay Derya meselesi değildi. Aslında Derya olayı anlatacağım yanında hiçbir şey sayılmaz. Dün…”

   O esnada Simge’nin arkasındaki masaya Derya ile Oğuz’un oturduklarını gördü. Konuşmasını anında kesip bütün dikkatini onlara vermişti. Derya ile Oğuz’u burada görmek, isteyeceği son şey olabilirdi. Sevdiği kızı, okulda en sevmediği kişiyle görmek onu fazlasıyla rahatsız etmişti.

   Bir keresinde Oğuz ile kantinde sıra için ağız kavgası yapmışlardı. Onun dışında hiç muhabbetleri yoktu. Derya’nın yanında sık sık bulunması da, Oğuz’a karşı ayrıca nefret beslemesine neden oluyordu. Ne işleri var bunların burada? Diye düşünürken kaşlarını iyice çatmıştı. Yüzündeki gerginliği fark eden Simge arkasına baktığında olanları anladı. Tekrar önüne dönerek rahatlatma cümleleri kurmaya başlamıştı.

   “Boş ver takma kafana. İstersen kalkalım buradan.”

   “Yok, önemli değil. Sorun o değil zaten” derken onlara bakıp, içinde büyüyen bir sorun haline getiriyordu.

   Oğuz, uzun boylu, ince yapılı, beyaz tenli, köşeli ve zayıf yüz hatları olan biriydi. Kendine has güçlü imajının aksine korkak ve çekingendi. Zamanla baya samimi olmuşlar anlaşılan. Yoksa Derya ile dışarı çıkacak kadar cesaret yoktu bunda diye içinden geçirirken, Oğuz ile göz göze geldiler. İlk defa Oğuz gözlerini kaçırmadan, kendine güvenir, sinirli bir şekilde ona bakıyordu. Küçümser bir bakış ve hıçkırık gibi bir gülme hareketinden sonra Derya’ya dönüp sohbet etmeye devam etti.

   “Şeytan diyor ki kalk kır şunun kafasını.”

   “Boş ver dedim onları. Neyse gidelim buradan en iyisi.”

   Simge’nin cümlesinin hemen ardından sipariş ettikleri çaylar gelmişti. Simge, çay içme süresince onun iyice depresyona gireceğini düşündüğünden, hemen yerinden kalktı.

   “Haydi, kalk gidelim başka yerde içeriz çayı.”

   Kafeden ayrıldıktan sonra anlatacağı konuya dönmedi. Cümlesinin yarıda kesilmesini kader olarak gördüğünden, yeni gücü hakkında Simge’ye hiçbir şey söylememeye karar verdi. Bu olanlar ona bir işaretti. Dün yaşadıklarını anlatmanın şimdi sırası değildi.

   O gün boyunca, filmler, müzik ve yolda gördükleri Glaphone'nun** yeni modeli hakkında konuştular. Birkaç saat sonra yeterli motivasyona ulaştığını düşündüğünde, Simge yanından ayrılmıştı.

   Simge’nin gitmesinin ardından, eve gitmeden önce biraz daha dolaşmak istiyordu. Kulaklıklarını takıp müziği son ses açtı. Etrafını hiçe sayarak ara sokaklarda geziyordu. Aklından istemese de Derya geçiyordu. Yeni güçlerinin verdiği aşırı güven ile hayaller kurmaya başlamıştı. Her şey değişecek. Ama o zaman sizin için çok geç olacak. Düzenli aralıklar ile bu düşünceyi beynine enjekte ediyordu. Her şey değişecek göreceksiniz.

   Bir saatlik dolaşmanın ardından evine gitti. Vakit kaybetmeden alıştırmalarına başladı. Bu sefer duvara fırlattığı oyuncak basket top duvardan sekerek kendisine gelirken, koruma alanını açıp havada topa kolu ya da kafasıyla vuruyordu. Her seferinde top ona dokunmadan sekiyor ve yere düşüyordu. Zamanla koruma alanını kullandığında daha hızlı hareket etmeye başlamıştı. Hissettiği ağırlığa alışıyordu.

   Top ile yaptığı alıştırmayı monoton hale getirdiğinde, gün boyunca sürekli yaptığı gibi birkaç saat öncesini düşünmeye başladı. Derya ile Oğuz’un kafedeki gülüşmeleri aklına geliyordu. Birbirlerinin gözlerine bakarak konuşmaları ve samimiyetleri kendisini çileden çıkarıyordu. Uzun bir aradan sonra sevdiği ilk kızın, okulda sevmediği başka bir çocukla olan yakınlaşmasına dayanamıyordu.

   Bir an için nefretle bağırarak topu tekrar duvara savurdu. Top suratına doğru geri gelirken yerinden kıpırdamadı. Top bana zarar veremez, bana dokunamaz düşüncesini aklına getirmesi bu sefer yeterli olmamıştı. Top hızla burnuna çarpıp yere düştü. Koruma alanı oluşmamıştı. Acı ile burnunu tutarak kafasını önüne eğdi ama burnundaki sızlamanın aksine Derya ile Oğuz’un samimiyetlerini düşünmek ona daha çok acı veriyordu.

   Sakinleşmesi gerektiğini anladığında saate baktı. 20:32’yi gösteren saat erken olmasına rağmen, yatağa gitmesine engel değildi. Aksi halde yorgunluğundan ve sinirinden başka türlü kurtulamayacaktı.



* Personal Pocket Computer. 2.5cm ebatlarındaki, herhangi bir ekrana takılıp kullanılabilen cep bilgisayarı.
** Göz hareketleri ve ses komutlarıyla çalışan gözlük telefon.

Çevrimdışı M.K.Immortal

  • **
  • 290
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
Ynt: Jack Efsanesi - Yeni Dünya İnsanları / BÖLÜM 3 devam
« Yanıtla #9 : 15 Temmuz 2013, 14:43:46 »
30 Aralık 2018 – Pazar

7

   Saat 10:25. Kandilli Rasathanesinin, on kişilik masayı alacak büyüklükteki beyaz duvarlı toplantı odasında, Türkiye’deki deprem ve doğal afet araştırma merkezlerinin sözcüleri yerini almıştı. Bunların arasında Türk Silahlı Kuvvetleri ve Türkiye Büyük Millet Meclisi sözcüleri de vardı. Kandilli Rasathanesi Deprem Araştırma Enstitüsü Müdürü Mustafa Karayel, sözcülerin oturduğu masanın ucunda ayağa kalkarak konuyu açtı.

   “Hepiniz bildiği gibi dün aldığımız veriler anormaldi. Sadece Türkiye’de değil, tüm dünyada aynı durum söz konusu. Bunun bir deprem habercisi olup olmayacağını ve ne türlü önlemler alabileceğimizi belirlememiz gerekiyor.”

   SUBAM Başkanı Hakan vakit kaybetmeden söze girmişti.

   “Aradığınız şey yüzeyin altında değil. Bu doğaüstü bir olaydı ve verilerimiz ile bunu destekliyoruz.”

   Türk Silahlı Kuvvetleri Sözcüsü Fırat, Hakan’ın araştırmalarını hep hafife alırdı. Hakan’ın bu olay üzerinden yine kendine pay çıkaracağını düşünerek, onun cümlesini alaycı bir şekilde devam ettirdi.

   “Evet biliyoruz. Tıpkı şu geçen sene kendisine iğne saplayan adamın vücudundaki paranormal saçmalıkları araştırdığınız gibi. Bu seferki ne? Dünya’nın kıçına batan kıymığın güneş sistemine yaptığı paranormal değişiklik mi?”

   Bütün salon gülmeye başlamıştı. Hakan ise kimseyi umursamadan sırıtarak elindeki CWD’yi* Mustafa Bey’e doğru masada kaydırarak fırlattı.

   “O cihaza Süptil Enerji Ölçme Cihazı denir ve bu sefer yaptığı şeyin çok daha büyük olduğuna inanabilirsiniz.”

   Mustafa Karayel, Hakan’ın konuşmasını bölerek devam etti.

   “Hakan bey daha ciddi konulara yönelelim. Bir deprem durumunda o aletin değişik ölçümler yaptığını biliyoruz. Bunun nedeni de yer altından çıkan magnitüd  enerji, bunu siz de biliyorsunuz. O yüzden şimdi neler…”

   Hakan kendinden emin bir tavırla tekrar araya girerek, verilerine olan inancını göstermişti.

   “Sadece CWD’yi izleyin. İçinde cihazın bulunduğu odanın güvenlik kayıtları var.”

   “Pekâlâ. Anlaşılan bunu izlememiz sizin için çok önemli.”

   Mustafa Karayel, CWD’yi önündeki projektör aletinin yuvasına yerleştirip Play tuşuna bastı. Duvardaki perdeye yansıyan görüntünün sağ alt köşesinde, kaydın yapıldığı zaman yazıyordu.

   28/10/2018 – 14:52

   Deprem verilerinin bir dakika öncesiydi.

   Görüntülerin çekildiği odada görülen, iki metre yüksekliğinde, yarım çember şeklinde, beyaz bir cihazın önünde duran değişik görünümlü kamera, kameranın arkasındaki ahşap masa, sandalye ve dosya dolaplarından başka bir şey yoktu. Kameranın üzerinde yanan ışıktan cihazın çalışır durumda olduğu anlaşılıyordu. Bir saat öncesinde yapılan deneyde cihazı kapatmayı unutan Firdevs’in, 14:53’de büyük bir deneyime neden olacağını kim bilebilirdi.

   Fırat videoda görünen boş odaya baktıktan sonra Hakan’a dönerek konuşmaya başladı.

   “İstediğiniz bütçeyi, aletler kendiliğinden çalışması için mi alıyorsunuz? Evet, gayet başarılı bir tesis olduğunuz kesin.”

   Fırat cümlesinin ardından alaycı bir gülümseme ile Hakan’a bakarken diğer herkesin tüm dikkatini ve şaşkınlığını ekrana verdiğini fark etti. Ekrana döndüğünde kendisi de ne gördüğünü anlamaya çalışıyordu.

   Yarım çember şeklindeki aletin içinde bir tür elektrik dalgalanması oluyordu. Elektrik kaçağı var gibi kendi içinde ışık huzmeleri gönderiyordu. Önce mor renkte olan bu ışık dalgaları hızla kırmızıya dönüştü. Bir müddet sonra da bir gök kuşağı gibi tüm renkleri içine alarak sürekli parlamalar yapmaya başlamıştı. Hemen ardından beyaz bir perde gibi çemberin içini sardı. Üzerindeki parlama şiddeti, yanmaya hazırlanan florasan lamba gibi azalıp artıyordu. On saniye sonra ışık sönerek oda olağan görünümüne geri dönmüştü.

   Mustafa Karayel yaşadığı şaşkınlığın ardından ekrana bakmaya devam ederek konuşmaya başladı.

   “Bu da bir tür enerji açığa çıkması olabilir mi? Sonuçta deprem var ama kendisi yoktu.”

   Hakan, yarım ağız gülümsemesini takınarak elindeki kâğıtları da masanın diğer ucuna doğru hafifçe kaydırarak fırlattı.

   “Bunlar Süptil Kamera’nın çektiği fotoğraflar.”

   Hakan, fotoğraflara dikkatlice bakan Mustafa Karayel’i bilgilendirmeye başladı.

   “Deprem durumundaki kayıtlarda yanında SDV yazan fotoğraftaki gibi veriler alınır.”

   Mustafa, sol köşesinde SDV yazan fotoğrafı inceledi. Yarım daire içinde, yatay ve birbirine paralel ilerleyen kesik mavi çizgiler görünüyordu. Hakan bu sırada konuşmaya devam ediyordu.

   “SSV yazan ise normal bir insan üzerinde aldığımız veriler.”

   Bu fotoğrafta ise grimsi insan siluetinin etrafında mavi, yer yer kırmızı bir tabaka sarmış görünüyordu. Hakan elindeki diğer CDW’yi de Mustafa Karayel’e gönderdi. Mustafa ne göreceğini merak edercesine CDW’yi projektöre yerleştirirdi.

   “Bu da, o ışığın içinden aldığımız Süptil Enerji kayıtlarının videosu.”

   Video oynamaya başladığında önce beyaz bir ekran göründü. Kamera yarım dairelik aletin tam önünde kayıt halindeydi. Güvenlik kamerasında, ekranda çakan gökkuşağımsı renkler bu kameradan da aynı şekilde görülüyordu. Birkaç saniye sonra güvenlik kayıtlarında beyaz ışık olarak görülen ana geldiklerinde ise Hakan’ın ne demek istediğini artık anlamışlardı.

   Ekran renk cümbüşüne uğramış şekildeydi. Mavi zemini, yukarıya uzanan yeşillikler kesiyordu. Ekranın zeminine doğru etrafı kırmızı, turuncu ve sarı renkler çevreliyordu. Zemindeki renkler sürekli iki yana sallanıyordu. Mustafa’nın şimdi şahit olduğu videonun, biraz önce baktığı süptil enerji kayıtlarıyla hiçbir benzerliği yoktu.

   Ekrandaki görüntü tekrar beyaz fona dönüştüğünde, Fırat elini masaya vurup vakit kaybetmeden konuşmaya başladı.

   “Bu şeyin Hakan Bey’in itibar kazanması için yaptığı bir tür montaj olabileceğini sadece ben mi düşünüyorum?”

   “İtibar kazanmak için kendimi böyle bir riske sokmayacağımdan emin olabilirsiniz. Eğer bu şeyin kandırmaca olduğu ortaya çıkarsa elimdeki itibarı da kaybederdim. Benim yaptığım, elimizdeki verileri sizlerle paylaşmak.”

   Masanın ucundan gelen ses ile herkes, ortamın gerilmesine izin vermeyen Mustafa Karayel’e döndü.

   “Anlaşılan iki gün önce olanlar sadece bizim alanımızla alakalı değil. Bence diğer ülkelerin araştırma merkezlerine neler bulduğumuzu söylemeliyiz.”

   Üzerindeki şaşkınlığın etkisiyle yerine oturdu ve konuşmasına devam etti.

   “Buna katılanlar el kaldırsın.”

   Fırat ve Hakan hariç herkes bu fikre katılıyordu. İkisi ilk defa bir konuda aynı fikirdeydiler ama farklı düşünceleri olduğu kesindi.


* Color Way Disk. 16 farklı magnetik kodlama kullanarak verileri saklayan disketler.

Çevrimdışı M.K.Immortal

  • **
  • 290
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
Ynt: Jack Efsanesi - Yeni Dünya İnsanları / BÖLÜM 3 devam
« Yanıtla #10 : 15 Temmuz 2013, 14:50:18 »
Not: İtalik harfler pek iyi seçilmediği için o şekilde yazılmış iç ses kısımlarını kalın harflerle yaptım. Yorumlarınızı eksik etmeyin. Hatalarımı, yanlışlarımı ve sevdiğiniz kısımları yazarsanız sevinirim. İyi okumalar.


8

   Gözlerini araladığında gün öğleyi bulmuştu. Bütün yorgunluğunu on altı saatlik uyku ile gidermişti. Olduğu yerde gerinip ayağa kalktı. Bu sefer günü olduğu gibi yaşadı. Kahvaltısını yapıp, açık televizyonu ve bilgisayarının başında iki saatini harcadı. Ardından son iki gündür sıkça olduğu gibi yine koruma alanı alıştırması yapmaya başladı.

   Koruma alanı oluşturmak gayet güzel olsa da hayatında en çok yapmayı istediği özelliğe sahip olmanın hayalini kuruyordu. Uçmak. Bu deneyimi yaşamak için önce koruma alanı ile zemini engellemeyi denedi. Böylece zemine dokunamadığından, olduğu yerden birkaç santim yükseğe çıkabiliyordu. Ancak bu yöntem normalden çok daha yorucuydu ve hareket ettirmeyi daha da zorlaştırıyordu.

   Kısa bir dinlenme molası verirken panosunun önünde durup yaptığı karakalem resimlerine daldı. Kendini bildiğinden beri resim çizmeyi severdi. Ama çizdikleri arasında en sevdiği resimler, Jack’in resimleriydi.

   Çocukluğunda, rüyalarında gördüğü ve resmini çizdiği süper kahramana verdiği isimdi Jack. Görkemli siyah kanatları, kaslı vücudu ve başının üstündeki boynuzları ile tam bir şeytanı andırıyordu. Ama düşüncelerinde onu hep iyi biri olarak hayal etmişti. Sol kolunda, elinden dirseğine kadar saran siyah bir bandaj vardı. Bandajın üzerinde geriye doğru bakan birçok sivri çelik yerleştirilmişti. Giydiği siyah, bol, kot pantolonunun iki yanında, bileğinden dizine kadar çıkan alev desenleri mevcuttu. Rüyalarında yüzünü hiç görmediğinden, çizimlerinde çenesine varan saçlarını yüzünün önüne düşürmüş şekilde tasvirlerdi. Onu kendisi gibi görüyordu. Özgür, güçlü, yalnız… Kendisinin ondan tek farkı, uçabilecek kanatlarının olmamasıydı.

   Gıpta ile resimleri incelerken bir gün öncesinde, rüyasında Merve’nin söylediklerini hatırladı. Neden özgür değilsin o zaman? Uçmayı, özgürlüğün en uç noktası olarak görüyordu. Su altında yüzmeyi de uçmaya benzetirdi. Bu yüzden yaz tatillerinde, her denize gittiğinde nefesinin yettiğince su altında yüzmekten zevk alırdı. Ama havada süzülmek anlatılamaz bir duygu olmalıydı.

   Tekrar Merve aklına gelince, rüyasındaki gibi uçma özgürlüğünü tatmak istedi. Çok saçma gelse de aklına gelen ilk düşünceyi denedi.

   “Uçabilirim. Bu beden ağırlıksız. Beni yerde tutan bir şey yok. İstersem uçabilirim.”

   Bu düşünceler ile beslenirken içine huzur doluyordu. Yavaşça aldığı nefesinin, kendisini yükselteceğini umut ederek rahatlıyor ve gözlerini açtığında havada olduğunu görmek istiyordu. Ayaklarının altındaki zemini yok sayarak uçtuğunu hayal ediyordu.

   Fakat gözlerini açtığında olduğu yerde durduğunu görmek, kısa süreli hayallerine gölge düşürmüştü. Ne bekliyordun ki? Rüyalarındaki gibi uçabileceğini mi? İnsana verilen en büyük hediyenin, hayal edebilmesi olduğunu uzun zaman önce öğrenmişti. Hayal etmek bazen o anı yaşamaktan çok daha zevkliydi. İmkânsız denilen her şeye, hayalini kurarak sahip olabiliyordu.

   Gözlerini kapatıp bir anlık rüyalarındaki gibi uçtuğunu hayal ederek özgürlüğü yaşamak istedi. Merve ile uçtuğu anı tekrar düşündü. Tıpkı dedesi gibi bir atmacaya dönüşüp gittiğini hayal etti. Ardından dedesini gördüğü rüyasında, dedesinin onu terk ettiği anı hatırladı. Atmacasını gökyüzüne bıraktığı anı. İçinde bir ürperti oluştu. Boğazına takılan üzüntüyü yutkunmaya çalıştı. Keşke ben de seninle gelebilseydim derken yine hüzünlenmişti. Bunları düşünmek için doğru zaman olmadığını, tekrar alıştırmalarına geri dönmesi gerektiğini fark edince gözlerini açtı.

   Hayatının her döneminde olduğu gibi hiç beklemediği anda beklemediği bir olay gerçekleşmişti. Ayaklarının yerden kesildiğine kendisi dahi inanamadı. Bir anlık telaşa kapılması ile otuz santim kadar havadan yere düşmesi de bir olmuştu.

   Düştüğü yerde oturup gözlerini kocaman açarak bir süre bekledi. Şaşkınlıktan dili tutulmuştu. Yaşadığı deneyim iyice kendisini kaybetmesine neden oluyordu. Her istediğine bu kadar basit sahip olabilir miydi artık? Uçmak bu kadar kolay olabilir miydi? Farkına varmadan delirip delirmediğini düşündü. Delirmek böyle bir tecrübe miydi? Sürekli kaybeden biri olmanın düşüncesi onu bir şizofrene mi dönüştürmüştü? Biraz önce yaşadığı şey, koruma alanı oluşturmasından çok daha heyecan vericiydi. Eğer bu delilik ise, deli olmaya şimdiden razıydı.

   Gün boyunca uçma deneyimini tekrarlamaya çalışsa da bir türlü başaramadı. Aklına gelen her şeyi denedi. Hatta uçmayı öğrenen bir kuş gibi kendini koltuğun kenarından defalarca yere attı. Yere çakılacağını fark ettiğinde koruma alanını oluşturarak incinmekten korunsa da, bir türlü havada kalamamıştı. Yaşadığı deneyimlerin gerçek olup olmadığı konusunda şüphelere düşmeye başlamıştı.

   “İntihar ettiğimde komaya girdim ve sürekli rüya görüyor olabilir miyim? Ya da bu yaşadıklarım beynimin bana oynadığı oyunlar.”

   Gerçekliğin farkına varmak için suratına birkaç tokat attı. Son günlerde neler olduğuna anlam veremiyordu. Fakat yaşadıkları yüzünden hayatından kopmaması gerekiyordu. Yarın hafta başıydı. Finallerin başlamasına bir hafta vardı. Yine de yarın okula gitmemeye kararlıydı. Aslında sahip olduğunu fark ettiği güçlerinden sonra, okul dahi umurunda değildi.

   Okumasının amacı, ilerisi için iyi bir meslek edinip geçinebileceği miktarda para kazanmaktı. Eğer şimdiki güçlerini yeterince iyi kullanacak kadar uzmanlaşırsa, bunların bir önemi olmayacaktı. Kimsenin haberi olmadan önemli kişilere korumalık yapabilir veya belirli bir ücret karşılığında insanlara uçma deneyimi yaşatabilirdi. Tabi uçmayı önce kendi öğrenmesi gerekiyordu.

   Biraz önceki uçma deneyiminin gerçekliğini sorgulamaya devam etti. Eğer gerçekse bunu bir an önce öğrenmek istiyordu. Sadece üç gün öncesinde bile koruma alanı onun için hayalden ibaretti. Uçmak neden gerçek olmasın?

   Yorgunluğuna yenik düşüp uyumadan önce uçma deneyimini öğrenmek için çalışmalar yaptı. Bedenini olabildiğince hafif olarak hayal etmesi işe yaramıyordu. Yer çekimini, kendi ağırlığını, boşluğu ve birçok farklı unsuru düşünerek uçmayı denedi.

   Koruma alanı için korku hissi öncülük etmişti. Şimdi korkmasına gerek kalmadan, istediği anda koruma alanı oluşturabiliyordu. Uçmak için de bir tür duyguya girmesi gerekebileceğini biliyordu. Sevgi, nefret, mutluluk, şaşkınlık… Tüm duygulara girmeyi denemek için farklı yöntemler denedi. Her seferinde uçmayı başaramadı.

   En son aklına gelen “endişeyi” denedi. Endişelenmek için aklına getirdiği ilk düşünce, ablasının şu anda ölmek üzere olduğu ve ona yetişmek için uçması gerektiği idi. Ailesinde en çok değer verdiği kişi oydu. Ona ulaşmak için var gücüyle uçtuğunu hayal ediyordu. Ona yetişemezse öleceğini kendisine inandırmaya çalışıyordu.

   Kafasında ablasının yüksekten yere düştüğünü hayal ediyordu. Onu kurtarmak için hızlı olması gerekiyordu. Uçarak ona doğru yaklaşıyordu. Onun yere düşmesine saniyeler kalmıştı. Lanet olsun yetişemeyeceğim. Hayaline kendini o kadar inandırmıştı ki, ablasına zarar geleceği düşüncesi yüzünden iyice gerilmişti.

   Elini uzatıp onu kurtarmak için uzandığı anda gözlerini açtı. Aklından geçen düşünce yapısını hiç bozmadan durdu ve sadece etrafa bakmaya başladı. Şu anda başka hiçbir şey düşünmemesi gerekiyordu. Eğer farklı bir duyguya girerse, bir metre yükseklikten yere düşeceğini biliyordu.

   Uzun uğraşların ardından aradığı duygunun endişe olduğunu fark etti. Bu duyguya girince yerden yükselmeye başlıyordu. Ama uçmak için gerekli hafiflik hissinin aksine, vücudunda yaşadığı gerginlik daha dikkat çekiciydi. Uçma deneyimini yaşarken kendini ağırlıksız olarak bulacağını zannediyordu. Aksine sadece yerden değil, etrafındaki her şeyden, sanki evrendeki her molekül tarafından çekildiğini hissettiği bir gerginlik ile havada durabiliyordu. Endişe sayesinde gelen gerginlik ile uçabildiğini fark etmesi de fazla zaman almamıştı.

   Gece boyunca evinin içinde odadan odaya uçtu. Tavanda ve duvarda yaptığı zıplamalar ile evin her odasında havada süzülüyordu. Havayı yararak ilerlemekten müthiş bir haz duymaya başlamıştı. Tıpkı hayal ettiği gibi uçmak mükemmel bir histi. İki boyutlu zeminin kısıtlamasında değildi. İstediği yöne gidebildiği, sınırsız bir özgürlük yaşıyordu.

   Uçmak, koruma alanı oluşturmak gibi yorucu değildi. Hatta dinlendirici olduğu bile söylenebilirdi. Havada gitmek istediği yöne çekildiğini düşünmesi yeterliydi. Uçarken manevra yapmaya henüz alışamamıştı. Kendini bir tarafa savurup, ardından duvara çarpıp duruyordu. Daha hızlı kalkışlar ve manevralar yapmak için saatler boyu çalıştı. Birkaç kere de koruma alanı oluşturarak egzersizlerini aksatmamaya gayret gösterdi.

   Suratından bir türlü atamadığı sırıtması ile koltuğuna oturduğunda -6 saat uçtuktan sonra- kendisini süper kahraman gibi hissediyordu. Her süper kahraman gibi kendisine bir isim takmaya karar verdi. Bunun için uzun uzun düşünmesine gerek yoktu. Birçok grafitisini yapıp panosuna astığı süper kahramanının ismini alacaktı.

   Rüyalarında gördüğü, defalarca hayallerini kurduğu, saatlerce resimlerini çizdiği kahramana dönüşmüştü. İyilik timsali bir şeytanın figürüydü hayallerindeki kahramanı. Onun özelliklerini almıştı. Ve bundan sonra adı “Jack” idi. Artık tam anlamıyla onun gibi özgür, güçlü ve yalnızdı. Ve onun kadar imkânsız birine dönüşmüştü.

   Yatmaya gittiğinde gün ağarmıştı. Uykusu yoktu ama dinlenmesi gerekiyordu. Yeni kimliğiyle Jack, birkaç saat geçireceği yatağına boylu boyuna uzanıp sabırsızlıkla uyanmayı bekledi.

Çevrimdışı Quid Rides

  • **
  • 399
  • Rom: 17
  • #800000
    • Profili Görüntüle
Ynt: Jack Efsanesi - Yeni Dünya İnsanları
« Yanıtla #11 : 17 Temmuz 2013, 01:54:11 »
Hikayenin gidişatı gayet güzel merak ediyorum sonrasını "acaba ne olacak?" diye. Ama yapmak istediğim bir eleştiride var. Karakterin (Jack diyelim) özelliklerini bize rar dosyası halinde veriyorsun. Bununlada kalmıyor net şeylerden bahsederek kabullenmemizi zorlaştırıyorsun.

"Korunma duygusunu yoğunlaştırarak bu alanı daha da genişletebiliyordu fakat bedenini dışarıdan saran bu gücü en fazla otuz santim kadar genişletebilmişti." Mesela bu örnekte ve bu cümlenin öncesinde ve sonrasında aynı tipte bilgiler veriyorsun. Bence bu bilgileri "30 cm / 1 metre" yerine daha çok o anda ölçebileceği ve kendinden bir şeyler katabileceği "kulaç / karış" gibi ifade etmen Jack'in gerçekçiliğini artırır.

Dediğim gibi Jack'in özelliklerini bize çok çabuk sunuyorsun buda bizde (en azından bende) hazımsızlık yaratıyor. Çünkü Jack hikayeye normal bir insan seviyesinde başladı ama çok kısa bir zamanda çok fazla özellik kazandı ama bunları çok çabuk kavradı ve bize sundu. Anlatmak istediğim şey için bir örnek vereyim mesela JRR Tolkien'in yada herhangi başka bir fantastik yazarın kitaplarını okurken "elf, cüce, hobbit, kara elf" gibi varlıkların o evrende var olduğunu kabüllenerek okumaya başlarız. Ama senin hikayen oldukça realist biçimde başlıyor. Jack başta bizden biri ama iki bölüm sonunda bambaşka biri oluyor. Utanmasa 1 hafta içinde güçleriyle alakalı herşeyi öğrenecek.  ;D

Hoşuma giden yerlerden biride Jack'in evde antrenman yapması. Cidden çok hoşuma gitti. :D Diğer kahramanlar savaşın içinde yada zor anlarda öğrenir ama antrenman fikri hoşuma gitti. Diğer bölümleride yayınlarsam okumaya devam emek isterim. :D Ayrıca ellerine sağlık güzel olmuş ve başta söylediğim gibi devamını merak ediyorum.
http://turanmemre.wordpress.com/
Bana dönek demiş itin birisi
Açığım ne imiş sor hele hele

Çevrimdışı M.K.Immortal

  • **
  • 290
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
Ynt: Jack Efsanesi - Yeni Dünya İnsanları
« Yanıtla #12 : 17 Temmuz 2013, 19:41:34 »
Öncelikte okuduğunuz için çok teşekkür ederim.

Normalde üçleme olarak planladığım ve kurgusunu yaptığım bir seri olacaktı. İlk kitap tamamen giriş sayılır aslına bakarsanız. Dediğiniz gibi bir haftada güçlerini öğrenmekle kalmıyor, kitabı içeren 2 haftalık zaman içerisinde olaylar bayağı karışıyor :D Amaç, dediğim gibi ana kurguya giriş yapmak olduğu için biraz hızlı ilerliyor olaylar kabul ediyorum.

Rakamları kullanmayı çok sevdiğimi farkettim siz söyledikten sonra. Evet, dediğiniz gibi sayıları daha farklı söylemek gerçekliği arttırabilir. Onun düzenlemesini yapabilirim daha sonra.

Devamını yayınlamayı istesem de ne yazık ki içim huzursuz oluyor açıkçası. Yani bir yıllık bir uğraşıyı kimsenin okumayacağı şekilde heba etmek gibi geliyor. Şimdiki bölümleri görüş almak için yayınadım ama sadece siz okumuşsunuz görünüşe göre :D Tekrar teşekkür ederim tabiki vakit ayırdığınız için. Ancak insan daha fazla okuyucusu olsun istiyor haliyle :/ Yinede duruma göre ilerleyen günlerde 4. bölümü de yayınlayabilirim.

Çevrimdışı Quid Rides

  • **
  • 399
  • Rom: 17
  • #800000
    • Profili Görüntüle
Ynt: Jack Efsanesi - Yeni Dünya İnsanları
« Yanıtla #13 : 17 Temmuz 2013, 22:36:01 »
Utanmasa 1 hafta içinde güçleriyle alakalı herşeyi öğrenecek.  ;D

Vay utanmaz vay. Demek bir haftada öğreniyor herşeyi ;)
http://turanmemre.wordpress.com/
Bana dönek demiş itin birisi
Açığım ne imiş sor hele hele