Kayıt Ol

Çolpan - Kısa Hikaye

Çevrimdışı muaet

  • **
  • 215
  • Rom: 12
  • Carai an Ellisande!
    • Profili Görüntüle
Çolpan - Kısa Hikaye
« : 18 Ağustos 2013, 17:32:06 »
Geçen yıl, Edebiyat Proje Ödevi için yazdığım bir hikaye. Bazı kısımlarını düzenleyip burada paylaşacağım. 3 Bölümlük kısa bir hikaye olacak. Bölümlerde geçen bazı cümlelerin açıklamasını bölüm sonlarında vereceğim. Umarım beğenirsiniz.


ÇOLPAN

“Oğuz Kağan’ın üç oğlu oldu. Birincisine Gün, ikincisine Ay, üçüncüsüne Yıldız dediler. Oğuz Kağan’ın üç oğlu daha oldu. Birincisine Gök, ikincisine Dağ, üçüncüsüne Deniz dediler. Oğuz Kağan’ın bir oğlu daha oldu. Ve ismi hiç anılmadı.”

Bölüm 1: Umut
 
  Kış kapıdaydı. Çırılçıplak kalmış ağaçlar, beyaz giysilerini giymeyi bekliyordu. Rüzgâr insanın derisini kemiriyor, kuru soğuk ciğerlerine işliyordu. Yerlerdeki tüm yapraklar, dünyada hüküm süren kedere üzülürcesine çürümeye yüz tutmuştu. Gökyüzünde kuşlar ötmüyor, çevrede tek bir hayvan dahi görünmüyordu. Hayvanlar benden sağduyulu çıktı anlaşılan, diye söylendi Barlas. Şehre vardığımda bir han bulsam iyi olacak.
 
  Uzun bir yolculuk geçirmişti. Şimdiye kadar onlarca yerleşim yerine gitmiş, taşınmakta olan aileleri yakalamış, gittiği her yerin bilgesine danışmış ancak onların da bu hastalığa çare bulamadıklarını öğrenmişti. Dermansız bir hastalıktı bu. Her geçen gün elindeki sürenin azaldığını biliyordu. Her geçen gün, ölümün sevdiklerine bir adım daha yaklaştığını biliyordu. Zaten kısıtlı olan zamanını, sağduyulu olmakla harcayamayacağını da biliyordu. Bu nedenle geldiği bu şehirde işini çabuk halletmesi iyi olacaktı.

  Şehre yaklaştığında burada da derdine derman bulamayacağı hissine kapıldı. Şehir kapısından ötedeki çimlerin çoğu, cenaze merasimlerinden kalma alevlerle[*]Eski Türk cenaze törenlerinden birisi, önce ölen kişinin çadırının yakılması, sonrasında ise geride kalan küllerin gömülmesi olarak iki ardışık işlemle gerçekleşirdi.[/*] yanmış, toprağın çoğu bölgesi siyaha dönmüştü. Sol tarafta mezar olduğu anlaşılan, uzun bir şerit boyunca uzanan topraktan tümsekler kendini belli ediyordu. Bir şehrin girişi için pek de hoş bir manzara değildi. Gittiğim her yerden daha fazla.

  Aslen şehir ticaret yolu üzerine kurulmuş, ülkedeki nadir yerleşik şehirlerden birisiydi. Çevresine dışarıdan içeriyi görmeyi imkânsız kılan geniş duvarlar örülmüş, kervanların rahatça geçebilmesi için şehrin belli bölgelerine büyük kapılar inşa edilmişti. Kapılar sağlam ahşaptan yapılmış, iyi işçilik ürünleriydi. Kalınlıkları hemen hemen bir arşın boyunda, boyları ve genişlikleri ise yaklaşık on iki kulaç uzunluğundaydı. Duvarların üzerine nöbetçilerin konuşlanması için ufak burçlar yapılmıştı. O anda oradaki birkaç nöbetçiyi seçebiliyordu.

  Barlas gözlerini nöbetçilerden kararan gökyüzüne çevirdi. Rüzgâr sertleşmeye başlamış, soğuk iyiden iyiye etkisini arttırmıştı. Adımlarını sıklaştırmaya başladı. Gördüğü manzara bu yer hakkındaki umutlarını yitirmesine sebep olmuştu zira. Vaktini de daha fazla yitirmesinin anlamı yoktu. Şehre girip şu hanlardan birine uğrayacak, kendine bir yatak tutacaktı. Sabah olunca bir umut, şehrin bilgesini bulup hastalığın dermanını soracaktı.

  Kapıdan içeri girdiğinde, yaptığı bütün planlar kafasından uçup gitti. Şehir tamamen gürültüden oluşuyordu sanki. Kulağına kaçmış bir sineğin vızıltısından daha rahatsız edici, insanın beynini kemiren böyle bir sese yalnızca yemek için birbirlerini didikleyen karga sürülerinde şahit olmuştu. Şehrin duvarları sesleri bir arada tutuyor, insanın kafasının kaldıramayacağı kadar ağır bir uğultuya sebep oluyordu belli ki. Şehirdeki insanların bu gürültüye nasıl katlandıklarını merak etti. Sonra insanların yüzlerini fark etti. Yüzleri hiç de rahatsız oluyormuş gibi değildi oysa. Madem alışılabiliyordu, o zaman onun da alışması gerekecekti. Bu amaçla kapının orada bir süre beklemeye karar verdi ve şehri süzmeye başladı.

  İçerisi epey hareketliydi. Yeni gelen kervanlar kendilerine yer arıyor, şehrin çeşitli yerlerine kurulmuş tezgâhlarda türlü türlü ürünler satılıyordu. Elli metre ötede, bir demirci gördü. Dükkânının raflarında işçiliği sağlam, güzel hançerler, baltalar, kılıçlar ve birçok metalden iş aleti asılıydı. Hemen ötesindeki dükkânda türlü renklerde hasırlar vardı. Onun da ötesinde…

  Gözü büyük bir binaya takıldı. Üç kattan oluşuyor gibi gözüküyordu. Dikkatle incelediğinde, ona han diye anlatılan yapılardan biri olduğunu anladı. Aslen şehir çok güzel bir yerleşkeydi. Vakti olsa buralarda dolaşmak ona büyük bir keyif verebilirdi. Ancak heba edecek ne zamanı, ne de parası vardı. Hana yaklaşmaya karar verdi. Yeterince yaklaştığında hanın kapısının sağ tarafında asılı duran bir tabela fark etti. Tabela yeni yapılmıştı, ya da en azından üzerine yakılmış isim öyleydi. Tahtanın üzerinde, “Kutlu Han” yazıyordu.

  İlginç bir isim. Tahtaya şöyle bir kez daha göz attı ve kapıdan içeri girdi.  Kapının ardı geniş bir hole açılıyordu. Holün karşısındaysa ahşap merdivenler vardı. Sağ taraftan mutfaktan geldikleri belli olan tabak çanak sesleri, sol taraftan ise güçlükle duyulan boğuk bir insan sesi geliyordu.
Hanın sahibinin mutfakta olmayacağını düşünerek, soldaki insan sesinin geldiği kapıya doğru yürüdü. Kapıyı açtı ve usul adımlarla içeri girdi.

  “…Ne kanatları ne de uzun bacakları varmış. Ancak hızlıymış. İnsan gözünün takip edemeyeceği kadar hızlı, ezeli düşmanıyla kapışabilecek kadar hızlı. Kanatları yokmuş ancak uçabilmek için böyle bir uzva da ihtiyacı yokmuş. Öyle ki, yeryüzüne onlardan kudretli bir yaratık gelmediği söylenir. –Ne diyordum? Ha-  Kükreyişiyle dağları inletebilir, güzel sesiyle ağaçları ağlatabilirmiş. Gözleri elmastan daha keskin, pulları güneşten daha parlakmış. Açık havada, ikinci bir güneş parçasıymış. Pençesi o kadar kuvvetliymiş ki…”   

  Herkes geniş salonda bir çember oluşturmuş, ortadaki yaşlı adamı dinliyordu. Adamın vücudundaki tüm kıllar rengini yitirmiş, yüzü yaşlılığın getirdiği kırışıklıklarla dolmuştu. Ön sıralardan, yaşlı adamı dinlemekte olan bir adam şöyle arkaya baktı, Barlas ile göz göze geldi. Yüzüne bir gülümseme yerleştirerek, oturduğu yerden kalkıp onun yanına doğru yürümeye başladı. Şişman bir adamdı. Boğum boğum olmuş ellerini önünde birleştirmiş, ovuşturmaktaydı. Dışarıdaki soğuk havaya rağmen, boncuk boncuk terlemişti.

  “Göğünüz açık olsun.” diye selamladı adam Barlas’ı, kalıplaşmış sözlerle. Hanın sahibinin bu adam olduğunu anlaması çok uzun sürmedi.

  “Yolunuz aydınlık olsun.” diye karşılık verdi Barlas.

  “Yorucu bir yolculuk geçirmişe benziyorsunuz.” dedi adam, Barlas’ı şöyle bir süzerek. “Ne istersiniz? Yatak, yemek, içki?”
 
“Hepsinden.”

  Adam başını sallayarak kapıya doğru seyirtti. Hancı salondan çıktıktan sonra Barlas taburelerden birisine oturdu, yaşlı adamı dinlemeye başladı.

  “…toplam dokuz yıl sürmüş. Öyle amansız bir mücadeleymiş ki bu, savaş boyunca yeni dağlar, ovalar, adalar, denizler ve nice yeryüzü şekli oluşmuş ve yok olmuş. İyiliğin ve kötülüğün bu amansız savaşında, iyilikler ve kötülükler doğmuş. Kâh gökyüzü kararmış, kâh ışık tayfları göğü doldurmuş. Kâh alev topları yağmış, kâh gök yeryüzünü serin yağmurlarıyla mükâfatlandırmış. Savaşın hat safhasında Bükrek, Sangal’a karşı üstünlüğü ele geçirmeyi başarmış. Rivayetlere göre bunun sebebi, zamanında yavruları Sangal tarafından katledilmiş efsanevi kuş Garuda’nın, Sangal’ın dikkatini dağıtmasıymış. Tam o sırada Bükrek dikkati dağılan Sangal’ın boynuna pençesini geçirivermiş. Öyle muazzam bir acıymış ki, Sangal’ın inanılmaz çığlığı yeryüzünde yeni bir dağ oluşmasına sebep olmuş. Çürük yapraklı, meyve vermeyen uzun ağaçlardan oluşan, ışığın girmediği ve hiçbir hayvanın…”

  Yaşlı adam elinde tahta bir tepsiyle yiyecekleri getirmişti.
 
“Odanızı hazırladım, aslına bakarsanız bugün tek bir boş oda vardı. O yönden şanslısınız. Ayrıca bu şehirde bulabileceğiniz en güzel kımız buradadır. Afiyet olsun.”

  Barlas adamı başıyla onayladıktan sonra bir yandan yemeğini yemeye başladı, bir yandan da yaşlı adamı dinlemeye devam etti. Bükrek ve Sangal’ın mücadelesini yüzlerce kez dinlemişti. Ancak bu adamda başka bir tını vardı. İnsanı hikâyenin içine sokan, o anları yaşatan bir şeyler. Hiçbir zaman inanmadığı bu hikâyeler, bu adamın ağzından sanki gerçekten yaşanmışçasına dökülüveriyordu.

  “Sangal’ın ölümü uzun sürmüş. Tabi çığlıkları da öyle. O ölene kadar yeryüzüne hiçbir canlı çıkmamış. Denilene göre bu çığlıklar toplam yedi gün yer ve gök arasında yankılanmış durmuş. Mücadele bittiğinde Bükrek kendisinin de yaralandığının farkına varmış. Uzun pullarının çoğu kopmuş, alt derisi yarılmış, ve vücudunun neredeyse her karışı kanıyor durumdaymış. Savaşın harareti geçtiğinde ne kadar yorgun olduğunu hissetmeye başlamış Bükrek. Dinlenmek için oradan ayrılıp yaşadığı yere, üst denizlere[*]Okyanus.[/*] gitmiş. Rivayetlere göre Bükrek, her bin yılda bir yeryüzüne gelir ve durumu kontrol edermiş. Yeryüzüne indiği zaman, Sangal’ın yarattığı dağa ışık huzmeleri girer, dağın şerri o gün yeryüzünden çekilirmiş. Biz o dağı, Ejder Dağı olarak biliyoruz.”

  Adam hikâyeyi bitirdiğinde dinleyenlerden, özellikle gençlerden türlü türlü sorular gelmeye başladı. Ejderler hala var mı? Üst deniz ne kadar büyük? Ejder Dağı nerede? Garuda güçlü müymüş yoksa savaş sırasında ölmüş mü?
Merak içinde sorulan sorulardı bunlar. Hayatında, dizinin soyulmasından daha büyük acılar yaşamamış çocukların tasasız haykırışlarıydı. Kendisi de böyle bir çocukluk geçirmişti aslında. Çocukluğu boyunca ninesinden hikâyeler dinleyen, Oğuz Kağan’ın, Bükrek’in ve nice kahramanın destansı mücadeleleriyle yaşayan bir çocuktu. Ancak babasının savaşta ölmesiyle büyümek zorunda kalmıştı. Genç yaşında tarla sürmüş, koyun yetiştirmiş, eline kılıç alıp savaş alanında koşturmuştu.

  Dört harflik bir kelime tüm hayatını alt üst etmişti. “Ölüm.” Ölüm, şimdi de kardeşinin peşindeydi. Ancak Barlas bu kez hayatının onun elleri tarafından değiştirilmesine izin vermemeye kararlıydı. Bu nedenle uzun bir yolculuğa çıkmış, yağmur, soğuk, kış, kar, kıyamet dinlemeden derdine derman bulmaya çalışıyordu. Bu kez sana izin vermeyeceğim. Bu kez sevdiklerimi elimden almana müsaade etmeyeceğim.

  Barlas yemeğini bitirdiğinde, yaşlı adam yeni bir hikâyeye başlamıştı. Tokluğun ve sıcak odunların verdiği hisle mayıştığını hissetti. Doğrudan hancının gösterdiği odaya gitti ve kafayı vurdu. Yataktayken zihninde yankılanan tek bir kelime vardı. Ölüm.

  Sabahın erken saatlerinde şehir hareketlenmeye başlamıştı. Kervan trafiği devam ediyordu. Hava kasvetliydi. Kalın bulutlar gün ışıklarının yeryüzüne doğrudan ulaşmasına izin vermiyordu.

  Barlas yatağından kalktığı gibi hancıyı buldu ve borcunu ödedi. Hanın bu haşmetli görüntüsünün ve verdiği iyi hizmetin yanında ödediği bedel, devede kulak dahi değildi. Odasında bıraktığı iki parça eşyayı yanına aldı ve vakit kaybetmeden handan çıktı.

  Şehrin sokaklarında yürüdükçe havadaki kasvetin sadece bulutlardan kaynaklanmadığının farkına vardı. Sokakların belli bölgelerinde, Barlas’ın dün orada bulunmadığından emin olduğu cenaze çadırları bulunuyordu. Kimilerinin etrafında birçok insan feryat ediyordu. Göğe yükselen çocuklarını, atalarını, kardeşlerini ya da arkadaşlarını uğurluyorlardı. Kimilerinin önünde ise yalnızca kurban edilmiş küçükbaş hayvanlar bulunuyordu. Göğe yalnız yükselenlerdi onlar. Gökyüzünün soğuk rüzgârlarında savrulan, yolunu bulmaya çalışan, yalnız bırakılmış, ya da yalnız kalmış kanadı kırık kuşlardı. Barlas her birinin önünde ayrı ayrı durdu ve Gök Tanrı’ya dua etti.
 
O anda içinde bir şey hissetti Barlas. Göğsünün sol tarafında, canını acıtan bir sıcaklık. Bu çadırların yerinde olan kişinin kardeşi olduğunu düşündü bir an. Tek başına uçan ufak bir serçe. Yolunu şaşırması muhtemel, çelimsiz bir kuş.[*]Eski Türk geleneklerinde, insanın ölürken canının bir kuş gibi uçup gittiği varsayılırdı.[/*] Hayır, diye düşündü. Bu kadar erken değil. Benden evvel değil.

  Kafasını sağa sola sallayıp cenaze çadırlarının olduğu yerden uzaklaştı. Şehrin aşağısına doğru yürümeye başladı. Hancının tarifine göre bilgenin kaldığı yer aşağı kısımlardaydı.

  Aşağı sokaklara gitti Barlas. Bilge’nin evine ulaşana kadar gördüğü her sokakta cenaze çadırları gördü, her köşe başında matem çığlıkları işitti. Geride kalanların buruk acısını yüreğinde hissetti. Şimdiye kadar umudunu taşıdığı göğsünde, o yakıcı sıcaklığın farkına vardı. İlk defa kendini bu kadar çaresiz hissediyordu. İlk defa bu kadar işe yaramaz.

  Bilgenin yaşadığı yapı, şehirdeki diğer binalara nazaran çok daha basit kalıyordu. Binanın çevresindeki ufak bahçede, çeşitli şifalı otlar bulunuyor, çatısından farklı türlerde sarmaşıklar sarkıyordu.

  Binanın kapısına yaklaşıp, kapıyı elinin tersi ile tıklattı. İçeriden bir “Gir!” sesi gelmesi hiç vakit almadı. İçerisi, bu küçük binaya göre oldukça ferah görünüyordu. Bina geniş bir holden ve iki küçük odadan oluşuyordu. Odalarda hastaları kontrol ettiğini tahmin etti Barlas. Çoğu Bilge Evi’ne göre oldukça düzenli bir yapıya sahipti.

  “Öksürük ve balgam ha?” diye soruyordu Bilge karşısındaki kadına. “Şu dolaptan bir tutam öksökenotu al. Evet o, sarımtırak olan. Onu kaynat ve iç. Soğuktan kendini sakın. İyice terlemeye çalış. Birkaç güne bir şeyin kalmaz.”
Kadın, Bilge’nin her kelimesini içtenlikle dinliyor, kafasını onaylarcasına sallıyordu. Şehirde gerçekleşen bu çok sayıdaki ölümlere rağmen, insanların Bilge’ye olan saygısı ve güveni yerini koruyor gibiydi.

  “Ha bir de,” diye ekledi Bilge. “Gök Tanrı’ya dua etmeyi unutma. Şu dönemde ilgilendiğim en ufak şikâyet seninki.”
Kadın ayrıldıktan sonra Barlas, Bilge’nin önündeki tabureye oturdu.

  “Hoş geldin evlat.” dedi Bilge. “Çay ister misin?” Anaç bir kadındı.
 
  “Kardeşim hasta.” dedi Barlas, hiç beklemeden. Çaya ayıracak vakti yoktu.

  Kadının yüzü birden otoriter bir hava aldı. Gözünde Barlas’ın tam tanımlayamadığı bir şey var. Dermansızlık mıydı? Çaresizlik mi? “Burada mı?”
 
  “Hayır. Getirebileceğim bir durumda değil. Özellikle bulunup bulunmadığını bilmediğim bir dermanın peşinden koşarken.” Bilge, Barlas’ın neyi kastettiğini anladı.

  “Kara Hastalık değil mi?” diye yanıtladı. Bu bir soru değildi. Bilge’nin gözlerindeki şeyi şimdi çok daha iyi fark etti.
 
  “Çare bulundu mu? Anam kurtulacak mı? Atam, kardeşim, evladım kurtulacak mı? Bir yıldır bu tür sözlerle yatıp kalkıyorum. Bir yıldır insanlara yardımcı olamamanın kederi ile kahroluyorum. Tüm hayatımı Bilge unvanına ulaşabilmek için çalışarak geçirdim. İnsanlara yardım etmek en büyük arzumken bu hastalık için elimden hiçbir şey gelmiyor oluşu o kadar canımı acıtıyor ki. ” Alnını sıvazladı. Çaydanlığa doğru yürüdü. İki ahşap bardağa çay doldurdu. Birini Barlas’a uzattı.

  “Hayır, evlat. Çare falan bulamadım. Elle tutulur hiçbir şey yok. Hastalığı kapan insanlar, bilinçlerini yitiriyor. Sanki derin bir uykudalarmış gibi. Kimi zaman tepki verdiklerine şahit oluyorum gerçi. Ancak bunlar kas seğirmesinden öteye gitmiyor. Nefes alıyorlar, ancak bir karış kıpırdamıyorlar. Kalpleri atıyor, ancak ruhları orada mı bilinmiyor. Elim kolum bağlı, yapabildiğim tek şey ölümlerini izlemek. Zaten kanıma en çok dokunan da bu.”

  Barlas, burada derdine derman bulamayacağını şehrin girişindeki mezarları gördüğünden beri biliyordu. Ancak bu sözleri duymak, yine de içini burktu.

  “Göğünüz açık olsun.” dedi ve kapıya doğru yöneldi Barlas.

  Tam kapıdan çıkacaktı ki “Evlat.” diye seslendi Bilge arkasından. “Bu hastalığa hiçbir Bilge’nin çare bulabileceğini sanmıyorum. Kardeşin bu hastalığa yakalandığına göre, pek vaktinin kalmadığının farkındasındır.” Barlas yüzünü Bilge’ye döndü. Kadın ne geveliyordu?

  “Çorak Topraklar’ı duydun değil mi? Orada yaşayan Kındakarbu Kabilesi’nin bir Ulu Bilge’ye sahip olduğu söylenir. Denilenlere göre inanılmaz bilgi ve kudret sahibiymiş. Eğer şehri bırakacak bir halefe ve bu kabileyi arayacak vakte sahip olsaydım, kesinlikle arardım. Ancak böylesine zayıf bir umut için bu insanları terk edemem. Ancak sen, var olmadığından emin olduğun bir derman için, var olduğundan emin olamadığın bir umudun peşinden koşabilirsin. Eğer hala bunun için istekliysen, vaktini onu bulmak için harcamanı öneririm.”

  Barlas kafasını salladı ve oradan ayrıldı. İçinde bir umut yeşermişti.
 
“Önün aydınlık olsun, evlat.” diye fısıldadı kadın, Barlas kapıyı kapatırken.
“My father used to say that there are two kinds of people in the world,” Kaladin whispered, voice raspy. “He said there are those who take lives. And there are those who save lives. I used to think he was wrong. I thought there was a third group. People who killed in order to save.” He shook his head. “I was a fool. There is a third group, a big one, but it isn’t what I thought. The people who exist to be saved or to be killed…The victims. That’s all I am.”

Çevrimdışı muaet

  • **
  • 215
  • Rom: 12
  • Carai an Ellisande!
    • Profili Görüntüle
Bölüm 2
« Yanıtla #1 : 18 Ağustos 2013, 17:35:28 »
Bölüm 2: Derman

Aptallık mıydı, yoksa çaresizliğin sebep olduğu bir karar mıydı, emin değildi Barlas. Kendisi kadar çaresiz bir kadının verdiği bir tavsiye, ne kadar gerçekçi, ne kadar mantıklı olabilirdi? Ölümün pençesi ile yüz yüze gelmiş iki insanın birbirine verdikleri avuntulardan öteye gidebilir miydi bu?

Şehirden çıktıktan sonra bu soruları yüzlerce kez sormuştu kendisine. Hala bir umut olduğuna inanmaya çalışmıştı. Çünkü umudunu kaybettiğinde, kardeşini de kaybedeceğinin farkındaydı.

Kış kendisini göstermeye başlamış, karlar diz boyunu geçer olmuştu. Geldiği bu bölge gerçekten isminin hakkını veriyordu. Çevrede hiçbir bitki, hiçbir ağaç gözükmüyordu. Karlar bu geniş, boş düzlüğü tamamen kaplamıştı. Arazi, en az bir çöl kadar kafa karıştırıcıydı. Yaklaşık üç haftadır yoldaydı ve şimdiye kadar rastladığı tek yaşam belirtisi, yolunu kaybetmiş bir sincaba aitti.

Yolculuğu boyunca birçok ufak çaplı tipiye yakalanmıştı. Elleri soğuktan çatlamış, yüzünün bazı yerleri soğuk yanığından nasibini almıştı.

Hava kararmaya başlamıştı. Geceleyin bu yerde yürümenin, gözü kapalı yürümekten hiçbir farkı yoktu. Gözünün alabildiğine karla kaplanmış bu yerde kaybolmamak elde değildi. Hedefine yaklaştığını biliyordu, o nedenle bu riski göze almadı ve kendine gece kalabilmek için uygun bir yer aradı. Nispeten daha az kar olan ve kendini kar yağışından koruyabilecek ufak bir oyuk buldu.

Oyuk onu kar yağışından koruyabilse de, rüzgâr konusunda yapabileceği hiçbir şey yoktu. Bu çorak arazide rüzgârlar kimi zaman, neredeyse insan derisini yerinden sökecek kadar sert esiyordu.

Barlas sırtını esintiye karşı döndü ve rüzgârın yaşarttığı gözlerini sildi. Ancak gece boyunca gözyaşları akmaya devam etti, böylesine bir rüzgârın dahi sebebiyet veremeyeceği bir şekilde.

O kabileyi bulacağım. Bulmak zorundayım.

***

“… onu?”

 “Yamacın aşağısında, bulduğumuzda donmak üzereydi.”

 Ağır ağır açtı gözlerini. “Su.” dedi zorlukla duyulan sesiyle. Çadırın öbür yanından gelen ateşin sıcaklığı, sağ tarafını ısıtıyordu. Hayır, sağ tarafını yakıyor gibiydi. Oraya doğru bir bakış attı, ateş çok da yakında değildi. Soğuktan, dedi kendi kendine. Bir süre geçtikten sonra, yüzünü tam seçemediği bir kadın, su dolu bir tas getirdi. Barlas güçlükle başını doğrultup, ateşte ılıtılmış suyu ufak yudumlarla içti. Su bittikten sonra, soğuktan çatlamış dudaklarını yaladı.

“Biraz daha dinlen yabancı. Daha sonra konuşacağız.”

Barlas aslında işini çabucak halletmek istiyordu. Vakit onun için önemliydi. Ancak ne kadar çabaladıysa da ağzından başka bir ses çıkmadı. Çoktan sıcaklığın verdiği etkiyle sızmış kalmıştı.

***

“Ah, uyandın mı?” dedi yaşlı kadın sevecen bir yüzle.

Başını usulca salladı Barlas. Kendini hâlâ biraz halsiz hissediyordu. “Neredeyim ben?”

“Kındakarbu Kabilesi’nin toprakları içerisindesin.”

Barlas gülümsedi. Çatlamış dudakları gerilince canı acıdı. “Sonunda sizi bulabildim.”

“Aslına bakarsan, seni bulan biziz.” dedi yaşlı kadın. O da güzel bir tebessümle karşılık verdi Barlas’a.

“Aç olmalısın.” dedi Bilge. Tahtadan bir kâseye, ocakta kaynayan çorbadan bir kepçe koyup Barlas’a uzattı.

“Teşekkür ederim. Ben Barlas, Kuru Gökyüzü’nden.” Çorba belki de yediği en güzel yemeklerden bir tanesiydi. Özellikle üç haftadır kurutulmuş etten başka bir şey yemediği düşünülürse.

“Güzel bir isim evlat.” dedi yaşlı kadın. “Zira bu devirde kahramanlara[*]Barlas Eski Türkçe'de kahraman anlamına gelmektedir.[/*] pek sık rastlanmıyor .” Kadının çok tatlı bir gülümsemesi vardı. Kendisini ninesinin yanındaymış gibi rahat ve huzurlu hissediyordu Barlas.

“Sanırım kendimi tanıtmadım. Adım Kurday. Beni daha çok Bilge diye çağırırlar. Ara sıra Ulu Bilge sözlerini de işitmiyor değilim gerçi.”

Barlas kadınla bu kadar erken ulaşabildiği için kendini şanslı hissetti bir an. Tabi bu gerçekten erken miydi, yoksa her şey için çok mu geçti emin değildi. Bu kötü düşünceleri kafasından atarcasına başını salladı.

“Buraya gelmenin nedeni nedir yaban-, ah Barlas? Ufak bir yürüyüşe çıktığını falan sanmıyorum. Zira buralarda görülecek pek güzel şey yoktur.” Yine o gülümseme.

“Kara Hastalığı biliyorsunuz değil mi? Çaresi olmayan, insanlara pençesini geçiren ölümün vücut bulmuş hali. Bu illet, şimdi de kardeşime pençesini geçirdi. Aylardır yollarda umut peşinde koşuyorum. Ancak hiçbir derman bulamadım ve bir bilgeden sizin isminizi duydum Ulu Bilge. Gerçi Ulu Bilgelerden sağ kalanların olduğunu bilmiyordum.”

Kadın düşünceli görünüyordu. Barlas’ın konuya böyle çabuk girmesi ve hararetli hararetli konuşması yüzündeki gülümsemeyi donuklaştırmıştı. Tek kaşını kaldırmış bir vaziyette Barlas’ın gözlerinin içine bakıyordu. Ancak o bakışların farklı bir derinliği vardı. Açık kahverengi gözleri sanki Barlas’ın gözlerinde, başka insanların göremeyeceği şeyleri görüyor gibiydi. Uzun bir sessizliğin ardından kadın konuştu.

“Aslında ne o eski bilgeler kadar bilgili hiçbir insanın şu an yeryüzünde bulunduğunu, ne de kendimin bu lakabı hak ettiğimi sanıyorum. Bu nedenle buradaki herkese “Ulu” kelimesini kullanmamalarını tembih ediyorum. Ve senin sıkıntına gelirsek Barlas, bana üç gün ver.” dedi Bilge. Barlas doğrudan böyle bir çözüm önerisine şaşırmıştı. “Senin için bir şey yapabilecek miyim, bir bakalım.”

Kadın çadırdan çıkarken, Barlas çaresizce başını salladı.

“Beş Ulu’nun toplanmasını istiyorum.” dedi Bilge dışarıdaki birisine, Barlas’ın güçlükle duyabildiği bir şekilde.

***

Üç gün boyunca, bir çadırda üç yaşlı adam ve üç yaşlı kadın – ki bunlardan birisi Bilge idi – uzun uzun konuştu. Barlas kimi zaman o çadırdan gelen hararetli tartışma seslerine tanık oluyordu.

İlk gün Barlas Kındakarbu Kabilesi’ni gezmeye başladı. Çadırlar çok kullanışlı bir şekilde dizilmişti. Yerleşim yeri yüksek bir yere kurulmuştu. Şehrin biraz uç kısmında, at ve koyunların tutulduğu bir yapı bulunuyordu. Hayvan sayıları böylesine çorak bir toprağa göre epey fazlaydı. Gayet yaşanılabilir bir yerdi. Şehri gezdikten sonra bu kez dağın çevresinde ufak bir gezintiye çıktı.

İkinci ve üçüncü gününü, daha çok şehir halkı ile vakit geçirdi Barlas. Hemen hemen hepsi, onu çadırlarına davet etti, et ve kımızlarını paylaştı. Tıpkı Bilge gibi, hepsi sevecen insanlardı. Erkekler, savaş anılarını paylaşıyor, kadınlarsa Barlas’ın bile daha evvel duymadığı hikâyeler anlatıyordu.

Ejderlerin Toplantısı’nın bittiği gün, Bilge’nin çadırına çağırıldı.

“Gel Barlas.” dedi Bilge. Yüzünde Barlas’ın anlam veremediği bir ifade vardı.

 “Ee, efendim? Yardımcı olabilecek misiniz?”

“Bilmiyorum evlat,” dedi, “Bir yolu var ancak bu senin için epey tehlike teşkil ediyor.”

“Derdimin dermanı olacağını bilsem, yeraltına iner Şahmeran dâhil tüm yılanları öldürürüm.” diye söylendi Barlas kararlılıkla.

 “Yapacağın şeyin ondan pek bir farkı yok gerçi.” dedi Bilge. Barlas şaka mı yaptığını yoksa ciddi mi olduğunu kestiremedi.

“Sana bir hikâye anlatmama izin ver Barlas. Gel şu postun üzerine otur, uzun bir hikâye olacak çünkü. Oğuz Kağan’ın hayatını bir de benden dinlemelisin.”

Bilge, Barlas’ın karşısındaki posta oturdu ve huzur verici sesiyle hikâyeyi anlatmaya başladı.

“Şimdiye kadar onun hakkında birçok hikâye dinlemiş ve birçok farklı tasvirlere tanık olmuşsundur. Hikâyelerin ayrıntıları her ne kadar değişse de, değişmeyen tek şey Oğuz Kağan’ın, gerçekten sıradan bir insan olmadığıdır. Seni derin tasvirlerle boğmayacağım. Hikâyeyi olabildiğince kısa anlatmak niyetindeyim. Zaten sabırsızlandığının da ziyadesiyle farkındayım.

“Oğuz Kağan perilerden bile daha güzel bir çocuktu. Yeşile çalan gözleri, ay kadar parlak bir yüzü falan vardı -bunları zaten iyi biliyoruz- kısa geçiyorum. Ancak önemli noktalardan birisi çok hızlı bir gelişimi olmasıydı. Altı ay sonrasında altı yaşındaki bir çocuk kadar büyüdü, bir yıl sonrasında ise erkekliğe adım atmış bulundu. Kolu ve bacağı müthiş kuvvetli, omzu ve göğsü inanılmaz derecede güçlüydü. Doğuştan ata, kılıca ve yaya yatkınlığı vardı.

“Bir gün Oğuz Kağan Ulu Orman’a gidip, o dönemde çok korkulan ve şu anda denk gelmiş olsak, bir grup insanın dahi başa çıkamayacağı boynuzlu aygırı, kılıcının temiz bir darbesi ile öldürdü. Halkın yıllarca kâbusu olmuş bu hayvan, Oğuz’un gelişiyle bir kâbus olmaktan çıktı.

 “Bir gün Oğuz Kağan, bir yerde Tanrı’ya yalvarıyordu. Hava birden karardı, ya da gökten aşağı inen mavi ışık huzmesi o kadar parlaktı ki, güneş ışığı Dünya’yı yeterince aydınlatamaz gibi göründü. Oğuz Kağan kararlılıkla ışığa doğru yürüdü. Işığın içinde dünyalar güzeli bir kız oturuyordu. Yüzü en parlak yıldızlardan daha parlaktı. Bembeyaz bir teni vardı. Oğuz Kağan onu görünce aklını şaşırdı, aşkın ateşiyle yanar oldu. Onu sevdi, aldı ve dileği oldu. Kız gebe kaldı.

“Günler ve geceler geçti. Haftalar ve aylar geçti. Kızın sancıları tuttu. Üç erkek çocuk doğurdu. Birincisine Gün, ikincisine Ay, üçüncüsüne Yıldız dediler.

“Günlerden bir gün, Oğuz Kağan ava gitti. Bir gölün tam ortasında kocaman bir ağaç gördü. Ağacın kovuğunda bir kız yalnız başına oturuyordu. Gözü gökten daha maviydi. Kız o kadar güzeldi ki, Oğuz Kağan gözlerini ondan alamıyordu. Oğuz Kağan kızı görünce onu sevdi, aşka tutuldu. Onu aldı, dileği oldu ve kız gebe kaldı.

“Günler ve geceler geçti. Haftalar ve aylar geçti. Kızın sancıları tuttu. Üç erkek çocuk doğurdu. Birincisine Gök, ikincisine Dağ, üçüncüsüne Deniz dediler.

“Oğuz Kağan bir gün yine ava gitti. Bir anda güneşin önüne bir şey geçti ve dünya karanlıklara büründü. Yerin altından siyah bir ışığın geldiğini fark etti Oğuz Han. Çukura doğru yaklaşınca şimdiye kadar rastladığı en güzel kızı gördü. Saçları beline kadardı. Teni esmer, gözleri simsiyahtı. Dişleri inci gibi parlıyordu. Oğuz Kağan onu görünce dili tutuldu, aşka geldi. Onu sevdi, aldı ve dileği oldu. Kız gebe kaldı.

“Günler ve geceler geçti. Haftalar ve aylar geçti. Yıllar yılları kovaladı. Bir erkek çocuk doğurdu."

“Nasıl yani? Oğuz Kağan’ın bir çocuğu daha mı vardı?” diye araya girdi Barlas.

“Ah, evet öyle. Ancak bunu bilen bir avuç insan kaldı geriye. Biz onlara Beş Ulu diyoruz. İşin aslı bu sırrı bilenlerin sayısını, kabilenin bilgesi de dâhil olmak üzere altı kişide sabit tutuyoruz, bazı nedenlerden ötürü."

Barlas’ın kafası karışmıştı. “Sonuçta hepsi gibi sıradan bir hikâye bu. Oğuz Kağan’ın yedinci bir çocuğu olması benim için şu anda bir şey ifade etmiyor. Hastalıkla ne ilgisi olduğunu anlayamıyorum.”

“Ah, edecek evlat, birazdan anlayacaksın.” dedi Bilge. Hikâyeye devam etmeye başladı.

“Çocuk daha çok annesine benziyordu. Esmer bir teni, kapkara gözleri vardı. Daha doğduğunda, dişlere sahipti. Oğuz Kağan’ın diğer oğullarından farklı olarak, tıpkı babası gibi müthiş hızlı bir gelişimi vardı.

“İki yıl geçmeden yetişkin bir erkek boyutlarına geldi. Babasının hızlı gelişim özelliğine sahipti ancak Oğuz Kağan ile başka hiçbir ortak noktası yoktu. Ne yapılı bir vücudu vardı, ne de uzun bir boyu… Ne babası gibi kılıç sallayabiliyordu ne de ata binebiliyordu. Ne yay gerebiliyordu ne de konuşabiliyordu. Saçları karaoslak otundan daha kıvırcık ve siyahtı.

“Kardeşleri ile kıyaslandığında çok vasıfsız biriydi. Günlerden bir gün, onlarla birlikte savaşa katıldı. Tüm insanlar savaşırken o, güçlükle üzerinde durduğu atının üzerinde savaşanları izliyordu. Çocuğun siyah gözlerinin savaşta siyah inciler gibi parladığı söylenir. O savaştan sonra çocuk çok değişti. İlk defa eline kendi isteğiyle kılıç aldı. İlk defa kendi isteğiyle yay gerdi. İlk defa bir kalkan aldı eline. Ve ilk defa ağzından bir kelime çıktı.”

“Neydi o kelime?” diye sordu Barlas merakla.

Bilge şöyle bir duraklayıp, soluklandı. “Ölüm.” dedi sessizce.

Barlas ürperdiğini hissetti. Dünyada ölümün olmadığı bir yer bulabilecek miyim?

“Çocuk her ne kadar bunları kullanmak istese de, yatkınlığı yoktu. Ne kadar denerse denesin, halkı arasında alay konusu olmaktan öteye gidemiyordu. Oğuz Kağan diğer oğullarına yönelmesi gerektiğini biliyordu.”

Bilge, türlü bitkilerle yapılmış çayından bir yudum aldı.

“Oğuz Kağan, bir gün gördüğü bir rüya vesilesiyle, altı oğlunu bir yolculuğa yolladı. İlk üç oğlunu doğu tarafına, diğer üç oğlunu da batı tarafına gönderdi. Son oğlu tahmin edebileceğin gibi evde kaldı.

“Gün, Ay, Yıldız, birçok hayvan avladılar. Günlerce babalarının söylediği söz doğrultusunda dolaştılar. Ve bir gün altından bir yay buldular. Yayı babalarını verdiklerinde Oğuz Han gülümsedi. Çocuklarına baktı, ‘Ey büyük oğullarım, yay sizlerin olsun, yay gibi okları göklere atın!’ dedi.

“Aylar geçti. Gök, Dağ ve Deniz, tıpkı diğer kardeşleri gibi birçok hayvan avladılar. Birçok yer gezdiler. Ve bir gün, üç gümüş ok buldular. Okları babalarına götürdüklerinde Oğuz Han güldü, mutlu oldu. Çocuklarına baktı, ‘Ey küçük oğullarım, oklar sizin olsun. Yay oku attı, sizler göğe varan oklar gibi olun!’ dedi.”

Barlas düşünceli görünüyordu. “En ufak çocuğun yeri ne peki bu hikâyede? Şimdi fark ettim de, onun adını bile söylemedin.”

“Büyükler yaydı, küçüklerse ok. O ise yayları bozan, okları saptırandı. Bunu başaramadı gerçi.” Bilge’nin yüzü ciddileşti. “Çocuğun ismiyse asla anılmadı.”

“Neden? Sırf kılıç kullanamıyor diye mi? Sırf ata binemiyor, yay tutamıyor diye mi?”

“Oğuz Kağan nasıl öldü biliyor musun?” diye soruya soruyla karşılık verdi Bilge.

Barlas biraz duraksadı. Sorusuna cevap beklemesine rağmen önce Bilgeninkini yanıtladı.

“Birçok kez dinledim ancak her seferinde sonu değişiyordu doğrusu. Ninem bir savaşta kabileden birini korumaya çalışırken öldüğünü söyler. Bir diğer hikâyeye göre ise yüzlerce adam öldürdükten sonra, aldığı onlarca kılıç darbesi sonucunda öldüğü rivayet ediliyor. Hatta kimilerine göre öldüğünde bedeni yere dahi yıkılmamış. Naaşı da, hayatı gibi dosdoğruymuş. Ancak kesin bir şey söyleyemem.”

“Aynen öyle. Kesin bir bilgi yok. Anlatılan hikâyelerin birçok açığı, birçok değişken noktaları var. Oğuz Kağan’ı öldüren son oğuldu.”

“Nasıl?” diye sordu Barlas şaşkınlığını gizleyemeden. “Kılıç dahi tutamayan bir adam, nasıl öyle yiğit bir adamı öldürebilir?”

“Hikâyenin tamamını biz dahi bilmiyoruz. Ancak kesin olarak bildiğimiz ikinci şey ise, Oğuz Kağan’ın son eşinin kim olduğudur.”

Barlas bir şey demedi. Bilge’nin cümlesini tamamlamasını bekledi sessizce.

“Erklig Han.” diye fısıldadı kadın, güçlükle duyulan bir şekilde.

Çadıra ölüm sessizliği hâkim oldu. Şeytanın ismini duymak Barlas’a fazla gelmişti.

Şeytan. Oğuz Kağan. Bir çocuk.

Barlas’ın zihnindeki çarklar hızlıca dönmeye başladı.

Gümüş ok. Altın yay. Bir çocuk.

Bilge’nin kardeşini kurtarmanın bir yolunu söyleyeceğini düşünmüştü. Ancak gelgelelim Bilge yalnızca ona bunu anlatmıştı. Büyük bir hikâyenin kaybolmuş küçük ama belki de en önemli parçasını.

Hastalık. Ölüm. Geçersiz kurbanlar. Bir çocuk.

Çarklar durdu. Barlas zihnini toparlamaya çalıştı. Ağzı kurumuş, pelte pelte olmuştu.

“Hastalığın sebebi o çocuk değil mi? Onun şerri, dünyaya dokunuyor öyle mi?”

Bilge sessizce başını salladı. “Şahmeran’ı öldürecek kadar ileri gidebilirim demiştin evlat. Peki gerçek kötülükle de aynı yüreklilikle yüzleşebilecek misin?”

Barlas “Evet!” diye çabucak atılmayı isterdi. Ancak hiçbir şey diyemedi. O eski çadırın içerisindeki hava yüreğini sıkıyor, zihnini allak bullak ediyordu. Gerçeklik ve efsaneler birbirine girmişti. Çıktığı bu yolda ilk kez korktuğunu fark etti. İlk kez kendi umut ateşinin, kendi canını yaktığını hissetti.

“Anlıyorum evlat.” dedi Bilge uzun süren sessizliğin ardından. “Bir anda böylesi bir hikâyeyi hazmetmeni ve üstüne böylesine zor bir karar vermeni beklemek aptallık olur. Evet, bunu tahmin etmiştik. Kararını vermen için üç günün var. Üç gün sonra buradan ayrılacaksın. Ya şeytana doğru ya da cenaze çadırına doğru…”

Yapacağım diye içinden yüzlerce kez tekrar etti Barlas. Ancak sesi çıkmadı.

***

Barlasın en zor verdiği kararlardan birisiydi. Şeytanın oğlu ile yüzleşmek, kardeşinin tek kurtuluş ümidiydi. Kafası allak bullaktı. Gerçekten böyle bir kişi mevcut muydu?

Eğer yalansa kardeşi için hiçbir ümit yoktu, ölecekti. Eğer gerçekse kendisi için bir umut yoktu, ölecekti. Kötü bir ikilemdi; iki tarafı boklu değnek, kabzası kendisinden keskin kılıçtı. Üç günün ardından -Bilge’ye kararını bildirip- şeytanın yanına doğru yolculuğa çıktı Barlas. Kaderin cilvesine bak ki, bir şeytanın şerri yetmezmiş gibi, bir de başka bir şeytanın şerri onu bekliyordu.

Sangal’ın yarattığı dağa, Ejder Dağı’na gidiyordu.
“My father used to say that there are two kinds of people in the world,” Kaladin whispered, voice raspy. “He said there are those who take lives. And there are those who save lives. I used to think he was wrong. I thought there was a third group. People who killed in order to save.” He shook his head. “I was a fool. There is a third group, a big one, but it isn’t what I thought. The people who exist to be saved or to be killed…The victims. That’s all I am.”

Çevrimdışı muaet

  • **
  • 215
  • Rom: 12
  • Carai an Ellisande!
    • Profili Görüntüle
Bölüm 3
« Yanıtla #2 : 18 Ağustos 2013, 17:38:23 »
Bölüm 3: Ölüm

Hava soğuktu. Kış, tam anlamıyla gelip çatmıştı. Rüzgârlar inanılmaz derecede artmış, hava insanın kulaklarını düşürecek kadar soğumuştu. Ancak Barlas bu kez Bilge tarafından hazırlanmıştı ve çevre koşullarına hazırlıklıydı.

Kabileden ayrılalı yaklaşık bir ay kadar olmuştu. Bilge’nin dediğine göre Ejder Dağı’nın yalnızca efsanelerde kalmasının nedeni büyük dağ sıralarının arasında kaybolup, dağın gerçekten var olduğunun farkında olmayan insanların ancak çok büyük bir şans eseri o dağı bulabilmesiydi. Tabi buna şans denebilirse. Zira yine Bilge’nin dediğine göre, o dağa varıp da geri dönebilen olmamıştı.

Barlas’ın bu büyük dağlara tırmanışı inanılmaz eziyetli bir işti. Dağların yüzeyinin çoğu kısmı çıplaktı ve bu bölgelerde tutunacak bir dal, bir ağaç kökü bulamadığı gibi, kardan kayganlaşmış yüzeyler de ona epey sıkıntı yaşatıyordu. Dağlara tırmanırken bir iki defa düşme tehlikesi yaşadığı da oldu.

Tırmandıktan sonra, orada bir gece dinlenmeye karar verdi. Dağın üst yüzeyi diğer yerlere göre çok daha soğuktu. Ancak Barlas’ın şansına tırmandığı yerin yakın tarafında hayvanlar tarafından terkedilmiş bir mağara vardı. Ayrıca dağın biraz içerilerinde de kırılmış, kuru ağaç dalları bulmak mümkündü. Geceleyin, geçenki gibi bir donma tehlikesi atlatması hiç işine gelmezdi.

Ateşi yakması biraz uzun sürdü. Köksöken mantarını bulmak, hele ki böylesine karın altında, epey zordu. Ancak Barlas mantarın nerede bulunacağını çok iyi biliyordu. Bu nedenle çoğu kişinin karlar eriyene kadar bulamayacağı bu mantarı güneş batmadan evvel bulabildi. Mantarın orta katmanı esnek, çabuk alevlenen özel bir yapıya sahipti. Bilge’den edindiği çakmak taşını, mantardan kestiği ince halkaya sardı. Kılıcının arka tarafıyla çakmak taşına hızlı ve sert darbeler indirdi. Taştan çıkan kıvılcım, mantara yapışıp közlenmeye başladığında, közü ufak üflemelerle canlı tutmaya çalıştı. Rüzgâr sert estiği için köz birçok defa söndü. Ancak birkaç deneme sonra önceden topladığı çabuk yanabilen otlarla közü birleştirmeyi başardı. Bu, odunları tutuşturmak için yeterliydi.

Ateşin verdiği sıcaklık eşliğinde taş oyuğuna kıvrıldı ve uykuya daldı Barlas. Belki de bu geçireceği en rahat uykuydu.

***

Dağın inişi, en az çıkışı kadar zordu. Keskin yamaçlar, dar patikalar ve kardan kayganlaşmış bir zemin. Burada ölme olasılığının çok daha yüksek olduğunu düşündü.

Aşağılara indikçe seyrelmiş hava tekrar normal seyrine dönüyordu. Nefes almak kolaylaşmıştı. Kendini daha iyi hissediyordu. Dağı inmesi tam bir gün sürmesine rağmen, buradan sonrası ona pek bir sıkıntı yaşatmadı. Hava karardığında dağın yamacında bir ateş yakmış, kurutulmuş etlerini kemiriyordu. Çok geçmeden karların nispeten az olduğu bir yerde yakmayı başarabildiği ateşin kenarını kıvrıldı.

Barlas uyandığında sabah çoktan olmuştu. Ancak burada, gece fark edemediği garip bir şeyler fark etti. Gökyüzü her ne kadar kapalı olsa da, hava bir kış sabahı için oldukça karanlıktı. Belirlenen yoldan Ejder Dağı’na doğru yürüdükçe, hiçbir yükselti olmaksızın havanın tekrar seyrelmeye başladığını hissetti.

Ejder Dağı zorlukla da olsa Barlas’ın bulunduğu bölgeden görünebiliyordu. Dağa yaklaştıkça etrafta zaten nadir görülen hayvanların da tamamen ortalıktan kaybolduğunun farkına vardı Barlas. Hava gittikçe kararıyor gibiydi. Etrafta görülebilen tüm bitkiler solmuş, canlılıklarını yitirmişti.

Ejder Dağı’nın eteklerine vardığında orada uğursuz bir şeyler olduğunun farkına vardı. Tam olarak açıklayamadığı bir şeydi bu. İnsanın içini gıdıklayan, huzursuzluk verici bir histi.

Dağın eteklerinde tek sağlam ağaç yoktu. Hepsinin yaprakları sararmış ve çürümüştü. Ancak ilginçtir her yaprak dallarında duruyordu. Tıpkı döşeğinde ölümü bekleyen bir hasta gibi.

Bu ağır havanın onlardan kaynaklandığını tahmin etti Barlas. Ölmeye yüz tutmuş yaşayan yapraklar. Havaya hâkim olan pis soluklar. İçerilere ilerledikçe karanlık ve içinde uyanan tedirginlik duygusu artıyordu. Bulutların sebebiyet vermediği aşikâr olan bu karanlık, ciğerlerine işliyordu.

Ağaçlara dikkatle baktığında ağaçların dallarında ve yapraklarında birçok kurdun bulunduğunu da fark etti. Normallerine göre daha sarımtırak, hastalıklı birer renge sahiptiler. Hiç de hassas olmayan midesinin içeride çalkalandığını hissetti Barlas. Gerçi içeride kuru et ve sudan başka çalkalanacak bir şey yoktu.

Çürük ormanın derinlerine doğru gitmeye başladı.

Yıllardır dinlediği hikâyeyi düşündü. Bükrek’in keskin darbesini ve Sangal’ın feryadını. Böylesine bir dağı yaratmak için ne kadar acı çekmek gerekiyordu? Hayal bile edemiyordu.

Yürürken bir yandan da yaşadıklarını düşünüyordu. Ömrü boyunca sıkıntılar yaşamış, kollarında birçok arkadaşının ölümünü izlemişti. Savaşta, birçok defa ölümcül yaralar almış, uzuvlarını kaybetme tehlikesi yaşamıştı. Savaş alanı ona hayatın kıymetini öğretmişti. Ancak şu anda, hayatının o kurtlarınkinden bile daha değersiz olduğunu düşünüyordu. Ve hayatına ancak bu hastalığa bir çare bularak bir anlam yükleyebilirdi.

Hava neredeyse tamamen kararmıştı. Henüz öğlen vakti olmasına rağmen, gökyüzü alacakaranlıktı. Yolunu görmekte zorlanmaya başladı. Elindeki tek mumu harcamak istemediğinden, şimdilik yoluna yarı kör devam etmeye karar verdi. İlerledikçe birçok taşa, birçok ağaç köküne takılıp yalpalıyordu. Birkaç defa düşüp dizini ve avuç içlerini soydu.
Ve zifiri karanlığa adımını attı. Artık gözleri hiçbir şey göremez olunca, mumunu yakmaya karar verdi Barlas. Bir kıvılcım elde edebilmek için arta kalan mantarı kullandı.

Hiç durmadan devam etti yoluna. Belki günler, haftalar geçti. Durmadan ilerledi. Burada zaman oldukça çarpıktı. Ona haftalar geçmiş gibi gelmesine rağmen elinde tuttuğu mum hiç azalmamıştı. Evet, yorulmuştu. Üzerinde bir haftanın değil bir ayın yorgunluğunu hissediyordu. Ancak vaktin daha bir saati geçmediği de aşikârdı. İşte o an artık karanlığın bir parçası olduğunun korkuyla farkına vardı. Burada ne kadar vakit geçirirse, kat kat yaşlanacağını, şu ağaçlar gibi ayakta çürüyeceğini ve neden buraya gelenlerin geri dönemediğini anladı. Karanlığın içinde yüzlerce yıl yürümüş yine de dağın çıkışını bulamamış olabilirlerdi. Çoğunun elinde bir mum bile yoktu muhtemelen.

Barlas kafasından bu düşünceleri uzaklaştırdı ve onu bulmaya odaklandı. Bu işi çok geç olmadan bitirmeliydi.
 
Yürüdü. Daha derinlere doğru ilerledi. Geri dönüşünün olup olmayacağını bilmiyordu. Yapması gereken tek şey Adı Anılmayan’ı –O’na bu ismi vermişti- bulmaktı. Birçok eğimli yoldan çıktı, birçok dar patikalardan geçti. Gördüğü her su birikintisi zift kadar siyah ve bulduğu her bitki O’nun ruhu kadar çürüktü.

Aylar, yıllar geçti. Mumun titreyen alevi eşliğinde yürürken, gerçekten ilerleyip ilerlemediğinden dahi şüphe etmeye başladı Barlas. Tüm bunlar bir hayal miydi? Yaptığı şeylerin bir gerçekliği var mıydı? Çıldırmamak elde değildi.

İlerledi, ilerledi. Derisinin buruştuğunu hissetti. Ciğerlerinin bu pis havayla çürüdüğünü, gözlerinin artık görme yetisini kaybettiğini fark etti. Aklını yitirdiğini, beyninin o hastalıklı kurtçuklar tarafından yendiğini zihninde canlandırdı.

Çok uzun bir yürüyüştü. Geri dönüşü olmayan bu yolda, pes etmek bir seçenek değildi. Bu nedenle yoluna devam etti. Sanki dağ onunla kafa buluyordu.

Ve zihninde eski anılara ait sesler duymaya başladı bir süre sonra. Ölen arkadaşlarının seslerini, kız kardeşinin “Ağabey!” deyişini duydu. Ninesinin destansı hikâyelerini, babasının savaşa giderken ki son sözlerini duydu. “Onlar sana emanet evlat.”

Bu, zihnin burada hâkim olan korkunç sessizliğe karşı aldığı bir önlemi miydi, yoksa tüm bunlar saf delilikten mi ibaretti bilmiyordu. Ancak bu seslerden memnundu, en azından bazılarından.

Barlas’a iki hafta gibi gelen bir süre kadar sonra, nihayetinde kafasındaki seslerden başka bir ses duydu Barlas. Bir insan gülüşüne benziyordu. Ancak bunda insanın tüylerini diken diken eden garip bir şey vardı. Sese doğru yürümeye başladı. Hedefine yaklaştığını hissediyordu.

Ancak ne kadar yürürse yürüsün ses asla yaklaşmıyor, o kahkahalar hep aynı uzaklıktan Barlas’ın kulaklarına geliyordu. Barlas artık bu kimse, onunla oyun oynadığının farkına varmış ve bu sevimsiz oyundan ziyadesiyle sıkılmıştı. Sinirleri bozulmuş halde karanlığa doğru haykırmaya başladı. Bir işe yaramayacağının farkındaydı. Gerçekten de işe yaramadı zaten. Yine günler boyunca o sesin peşinden gitmek zorunda kaldı.

Tam artık sesi bırakıp farklı bir yöne doğru yürümeye niyetlenmişken karanlığın içinde kımıldayan bir şey fark etti. Bu kararı daha evvel verse, daha önce onu görebilecek miydi diye düşündü bir an. Çok geçmeden bu anlamsız düşünceyi kafasından uzaklaştırdı. Karşısındaki şeyin ne olduğunu bilmiyordu ve böyle bir düşünceyle kafasını meşgul etmenin hiçbir anlamı yoktu.

Gördüğü şeye doğru ilerledi. Mum ışığı onun üzerine gitmiyor gibiydi. Sanki etrafındaki bir şey tüm ışığı tutuyor, ona ulaşmasını engelliyordu. Barlas yaklaştı ancak çok fazla değil. Elini kılıcının kabzasına koydu. Öbür elinde mumunu tutuyordu.

Karanlığın içerisinde bir şey kıpırdıyordu. Kahkahaların ondan geldiğine şüphe yoktu. Barlas cesaret edebildiğince şekle doğru yaklaştı. Kalbi, yeni yakalanmış bir serçenin kalbi kadar hızlı atıyordu.

Artık şekille arasında yalnızca on adımlık bir mesafe vardı. Seçebildiği kadarıyla karartı, başını aşağı eğmiş bir insana aitti. İçini ürperten kahkahalar bir anda kesildi. Günlerce süren kahkaha seslerinden sonra aniden gelen sessizlik, çok daha ürkütücüydü.

Şeklin başını kaldırdığını fark etti Barlas. Her ne kadar göremese de, onun kendisine baktığını hissedebiliyordu. Şekil ona yaklaşmaya başladı. Adım adım yaklaşıyordu.  Barlas’ın kalbi yerinden çıkacak gibiydi.

“Uzun zamandır buralara kimse adımını atmamıştı.”

Şekil Barlas ile arasında beş adım mesafe kala olduğu yerde durdu.

“Ah, o kadar uzun zaman oldu ki. Yalnızlık çok kötü bir şey. Gerçekten.”

Adamın uzun zamandır konuşmamaktan kaynaklanan, çatallaşmış bir sesi vardı. Barlas ne diyeceğini bilemiyordu. Kılıcını çekip doğrudan başını kopartmalı mıydı, yoksa beklemeli miydi?

“Ah, sakin ol. İki insan gibi konuşabiliriz değil mi? Dahası, beni öldürmenin kardeşin için pek de faydalı bir şey olacağını sanmıyorum.”

Barlas bu kez gerçekten şaşırmıştı. Tabi şu ana kadar yaşadıkları yenir yutulur cinsten şeyler değildi ancak adamın bu söylediği şey, çok can sıkıcıydı. Bu da ne demek oluyordu? Kardeşini nereden biliyordu? Onu tanıyor muydu yoksa?

“Sakin ol. Tedirgin olduğunun farkındayım. Amacım seni korkutmak değil. Ah, şöyle bir düşündüm de, ortam pek de huzur verici sayılmaz, değil mi? Epey karanlık gerçekten.” Güldü.

Ortalık bir anda aydınlandı. Bir kamp ateşi yoktan var olmuştu adeta. Gözleri o kadar süredir karanlıktaydı ki, bu ani ışık neredeyse onu kör etti. Barlas refleksle kılıcını belinden sıyırdı. Her ne kadar göremiyor olsa da, bir insanın kılıcını çekmiş bir adama saldırmaya tereddüt etmesi muhtemeldi. Ancak adam yerinden kıpırdamamıştı bile. Barlas ışığa alışınca, elini gözlerinin üzerinden çekti. Adama şöyle bir baktı. Sıradan birine benziyordu. Kıvırcık siyah saçları ve sıradan esmer bir teni vardı. Kısa boyluydu, yaşıtı erkeklerle kıyaslandığında çelimsiz denecek bir vücuda sahipti.

“Böylesi daha iyi ha?” dedi elinde salladığı alevi göstererek.

Barlas gözlerine inanamadı. Adam elinde kocaman bir ateş parçası tutuyordu! Ateş parçası! Elinde! Kafasını tekrar toparlayabildiğinde, adam ile arasına kılıcını soktu. Normal birisi olmadığı aşikârdı. Dikkatli olmak zorundaydı.

“Adı Anılmayan sensin değil mi?” diyebildi, zorlukla.

Adam içten içe kahkahalarla sarsıldı ancak Barlas’ın sorusunu duymazdan geldi.

“Yorulmuş olmalısın, gel otur şöyle.” dedi kıkırdayarak. Barlas’a az ilerideki iki geniş kütük parçasını gösterdi.
 
Normalde böyle bir teklifi asla kabul etmezdi. Çünkü oturmak demek kılıç kabiliyetinin neredeyse tamamını kaybetmek demekti. Ne bacaklarından güç alabilirdin, ne de kollarındaki gücü tam olarak kullanabilirdin. Bir de eğer böylesine bir düşmanla karşı karşıyaysan, saldırı ve savunma gücünü kaybetmek, bir seçenek dahi değildi. Bilmediği bir nedenden dolayı, bacaklarındaki kuvvetin çoktan onu terk ettiğini hissetti Barlas. Az evvel, daha günlerce yürüyecek güce sahip bacakları, şimdi tir tir titriyordu. İstemeye istemeye kütüklere doğru yol aldı. Ancak kılıcını elinde tutmaya devam etti.

“Sen, Adı Anılmayan’sın değil mi?” diye yineledi Barlas kütükten destek alıp, kılıcını sıkıca kavrayabildiğinde. Aslında bu bir soru değildi. Yalnızca emin olduğu bir şeyi bir de onun ağzından teyit etmek istemişti. Gördükleri zaten onun kim olduğunu anlamasına yetmişti.

Adamın dudakları kıvrıldı. “Demek bana bu ismi taktılar ha. ‘Adı Anılmayan.’  Ne kadar da kaba.”

Barlas, Bilge’nin dediklerini düşündü. Erklig Han’ın oğlu. Doğuştan şer ile yıkanmış bir beden ve zihin. Tarihte ağza anılmayacak şeyler yapmış ve yasaklanmış bir isim. En önemlisi de ölümsüz bir insan. Ancak “insan” bu adamı tanımlamak için yeterli bir kelime miydi emin değildi Barlas. Lakin tüm bunları düşünebilmesine rağmen, onun yanında nasıl bu kadar rahat olduğuna anlam veremiyordu. Bu çürümüş ve zifiri karanlık ormanın içinde, adamın elinden çıkan ateşin ışığıyla, şeytanın oğlu ile göz göze oturuyordu. Ve en ufak korku ve huzursuzluk hissetmiyordu. Gerçekten delirmeye mi başladığını merak etti.

“Huzursuz olmanı gerektirecek bir şey yok. Burada güvendesin.”

Barlas gerçekten anlamsız bir şekilde güvende hissediyordu.

“Kardeşin için üzüldüm, gerçekten.” dedi adam. Hüzünlü bir hali yoktu, dudakları hala uğursuz bir şekilde kıvrılmış duruyordu.

“Bunu nereden biliyorsun?” diye sordu Barlas. Az evvel de kardeşi ile ilgili bir yorumda bulunmuştu. Adam sorusunu yine yanıtsız bıraktı. Sanki az evvel hiçbir şey söylememiş gibi Barlas’ın yüzüne bakıyordu.

“Adı anılmayan.” diye tekrar etti adam. Açık açık sırıtıyordu bu kez.

 “Çocukluğumdan beri, hiç sevilmedim. Ata binemedim, yay geremedim ya da kılıç kuşanamadım. Aptal bir çocuktum, konuşamıyordum. Kardeşlerim benden daha yiğitti ve ben onları kıskanıyordum. Hasedimden çatlıyor, onlara yetişmeye çalışıyordum. Tüm kabile benimle alay ediyordu. Ve ben de bir gün delirip babamı öldürdüm. Ne kadar acıklı bir hikâye değil mi?”

Adamın yüzündeki o sırıtış, Barlas’ın içindeki tüm güven duygusunu yerle bir eden gür bir kahkahaya dönüştü.

 “Gerçekten babanı öldürdün mü?” diye sordu Barlas.

“Ah, evet. Ancak bir sinir krizi ile değil.”

“O halde neden?” diye sordu Barlas.

“Bir nedeni yok. Onu öldürebiliyor olduğum için öldürdüm.”

“Gök Tanrı’dan hiç korkmadın mı?”

Adam bir kahkaha daha patlatıverdi. Hayır, artık emindi, bu normal bir kahkaha değildi, bir insana ait olamazdı. Barlas o anda karanlığın üzerine çöktüğünü hissetti.

Adam hâlâ kahkaha atıyordu. “Tanrı mı?” diye sordu bağırarak. Adamın ne yapacağını kestiremiyordu Barlas. Deminki o sakin adam, şimdi bambaşka bir şeye dönüşmüştü.

“İnsanlar Tanrı’dan korkmaz!” dedi. “Korkunun ta kendisi Tanrı’dır.” Çıldırmış gibiydi. Gözleri bir o yana bir bu yana dönüyor, elindeki ateş parçasını sağa sola deli gibi sallıyordu.

“Ve ben sizin en büyük korkunuz olacağım!” diye haykırdı.

Adam hâlâ gülüyordu. “Aciz bir çocuk. Beceriksiz, pısırık. Dışlanan bir velet. Hepsi benim uydurmam. O Yıldız’ın soyundan gelen Bilge de, Beş Ulu dedikleri de her şeyden  habersiz, benim onlara verdiğim yemleri yutuyorlar yalnızca. Siz insanları kontrol etmek ne kadar da kolay! Ben büyük bir güçle doğdum. Tıpkı babam gibi, çok hızlı bir gelişim gösterdim. Ağabeylerimden daha iyi kılıç kullanıyor, daha iyi ok atıyor ve daha iyi ata biniyordum. Savaşlarda herkesten daha çok adam öldürüyordum. Ve evet, bunu kimse bilmese de ben Şeytan’ın oğluydum. Ve onun gücünden de bir parça aldım.” Adam babam kelimesini tükürürcesine telaffuz etmişti.

Elinde tuttuğu ateşi inanılmaz boyutlara ulaştırdı. Ve ormanın büyük bir kısmını ateşe verdi. Alevler o kadar sıcaktı ki, Barlas geri çekilmese derisi kavrulacak, gözleri eriyecekti.

Adam o anda, sol elinde bir su kütlesi yarattı. Muazzam su kütlesini alevlerin üzerine doğru döktü. Tüm alevler bir tıs sesiyle sönüverdi ve tüm orman yine zifiri karanlığa büründü.

“Ve bana Çolpan dediler!” Ses derin ormanda yankılandı.

Barlas karanlıkta korkudan titriyordu. Bacağının yandığını hissetti. Dağları inletecek bir haykırış kopardı. Bacağı yanıyordu ancak herhangi bir alev ya da ışık görülmüyordu. “Hiç Kara Alev’i[*]Kara alevler Erklig Han'ın belirtilerinden birisi olarak rivayet edilirdi.[/*] duymuş muydun? Erklig’in Güneşi’ni?”

Sol kolunun sert bir darbeyle kırıldığını duydu. Zifiri karanlıkta darbelerin nerelerden geldiğini bilmiyordu. Ancak o siyah gözlerin tam üzerinde olduğunun farkındaydı.

“Sizler,” dedi Çolpan, “Sizler benimsiniz. Benim leke sürülmemiş, istediğim renge boyayabileceğim parşömenlerimsiniz. Sizlere istediğim şeyi yaptırabilir, istediğim şeyleri düşündürebilirim. Zihinlerinizi okuyabilir, duygularınızı yönetebilirim. Sizleri öldürebilirim ve yeniden diriltebilirim. Ben, sizin Tanrı’nızım. Ben sizin efendinizim!”

Adam delirmişçesine bağırıyordu. Barlas sol kolunun koptuğunu anladı. Bağıracak takati kalmamıştı. Bu canavara karşı hiçbir şansı yoktu. Gözlerinden dökülen yaşların farkına vardı. O yaşlar, çektiği acıdan dolayı değildi. Buraya zaten bunları göze alarak gelmişti. O yaşların nedeni kız kardeşiydi.

“Asırlardır burada, doğru anın gelmesini bekliyorum. Ve daha asırlarca bekleyeceğim.”

Darbelerin ardı arkası kesilmiyordu.

“Bir gün, kendimi göstereceğim. İnsanın insana acımadığı, milletin, ailenin, atanın bir kıymetinin kalmadığı, kardeşin kardeşi öldürdüğü bir gün kendimi göstereceğim. Ve siz sefil insanlara hükmedeceğim.”

Barlas, artık sonunun geldiğinin farkındaydı. Ölümü artık kabullenmişti. Ve o son darbe geldi. Ya da geldiğini sandı. Ormanın her tarafı bir anda ışımaya başladı. Gün ışığı ormanın derinliklerine daldı, karanlığı yardı. Zar zor açık tutabildiği gözleriyle mavi, bulutsuz gökyüzünü gördü. Ve bir ses duydu. Yaşamı boyunca duyduğu en güzel sesi.
Çevresine baktı, ağaçların canlandığını fark etti. Çürümüş dalların ve yaprakların tekrar yeşillendiğini gördü. Üzerlerindeki sarımtırak kurtların, altın kanatlı kelebeklere dönüştüğünü fark etti. Dağın inlediğini, tüm şerrin akıp gittiğini hisseti.

Ve Çolpan’ı gördü. Pür dikkat gökyüzünden süzülen ışık huzmelerine bakıyordu. O anda onun da bir insan olduğunu, etten ve kandan oluştuğunun farkına vardı Barlas. Her ne kadar üstün güçlere de sahip olsa, onun da ölebileceğinin gerçekliğine vardı. Yere düşürdüğü kılıcını, damarlarında kalmış son kuvvetle savurdu.

Ve onun kafasından dökülen kanı gördü. Sağ gözünden fışkıran, yerlere saçılan kırmızı sıvıyı. Iskalamıştı. Derman kalmamış kollarından kılıcını düşürdü, takati kalmamış bedeni yere serildi. Ve yattığı yerden Çolpan’ın acıdan feryadını işitti.

Tek gözlü, zavallı bir Tanrı.[*]Çolpan, Eski Türkçe'de Kızıl Gezegen Venüs’ün karşılığıdır. Aynı zamanda zavallı ve aciz anlamlarına da gelmektedir.[/*]

Çolpan’ın dağdan uzaklaşıp, karanlığa doğru ilerlediğini fark etti. Onda bıraktığı iz ölümcül bir yara değildi. Kaçmasının sebebinin kendisi olmadığını biliyordu Barlas.

“Bir gün,” diyordu Çolpan uzaktan yankılanan sesiyle, “Bir gün geleceğim! Bir gün size hükmedeceğim!”

Ormanın nasıl oldu da böylesine canlandığına bir anlam verememişti Barlas. Çok fazla kan kaybetmişti ve bilincini açık tutmakta zorlanıyordu. Bedenini kıpırdatamıyordu. Çok fazla susadığını hissetti. Ancak her şey o kadar da kötü değildi. Nihayetinde o içine işleyen korkudan kurtulduğunu hissedebiliyordu. Sonunda özgürdü. Uzun süredir hasret kaldığı gökyüzüne baktı. Handa dinlediği hikâyeyi anımsadı, gülümsedi. İlk defa ölümün olmadığı bir yere varacaktı Barlas. Çünkü o, ölümün efendisine gidiyordu.

İşte o gün, Ejder Dağı’nın derinliklerinden bir kartal yükseldi. Gök Tanrı’ya doğru,  mavi gökyüzünde süzülen kahraman bir kuş…


“Ve bir gün tek gözlü şeytanın tekrar geleceği, insanları kandırıp yoldan saptıcağı rivayet edildi. İşte ona, ‘Deccal’ dediler.”

SON
“My father used to say that there are two kinds of people in the world,” Kaladin whispered, voice raspy. “He said there are those who take lives. And there are those who save lives. I used to think he was wrong. I thought there was a third group. People who killed in order to save.” He shook his head. “I was a fool. There is a third group, a big one, but it isn’t what I thought. The people who exist to be saved or to be killed…The victims. That’s all I am.”

Çevrimdışı M.K.Immortal

  • **
  • 290
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
Ynt: Çolpan - Kısa Hikaye
« Yanıtla #3 : 09 Ocak 2014, 11:26:09 »
Anlatım olarak söyleyebileceğim hiçbir şey yok. Şahaneydi. Kelimeleri kullanışınız ve efsanevi anlatımınız çok iyiydi.

Türk Mitolojisine gayet hakim bir şekilde ve güzelce kurgulamışsınız öykünüzü. Öyküyü okurken biraz da araştırma yaptım. Şahsen Türk Mitolojisine o kadar hakim değilim :D Sadece şurada bir hata olabileceğini gördüm. "Erklig Han" ile "Erlik Han" arasında bir karışıklık mı var acaba öyküde? Hatta vikipedi sayfasında bu konuya özellikle değinilmiş.

http://tr.wikipedia.org/wiki/Erkli%C4%9F_Han

Neyse, zaten bu da bir eksik değil karışıklık olurdu en fazla. Öyküde, Çolpan'ın ateşe ve suya hükmetmesini okuduğum anda kim olduğunu anlamıştım. Hatta yoruma yazarım diye düşünürken son paragrafı gördüm :D Yaptığınız bağlantı çok iyiydi, tebrik ederim.

Özetle çok beğendiğim, güzel kurgulanmış, güzel yazılmış, güzelce de okunan bir hikayeydi. Ellerinize sağlık.

Çevrimdışı muaet

  • **
  • 215
  • Rom: 12
  • Carai an Ellisande!
    • Profili Görüntüle
Ynt: Çolpan - Kısa Hikaye
« Yanıtla #4 : 09 Ocak 2014, 22:54:23 »
Değerli yorumun için teşekkür ederim. İnan ki başkalarının öykülerimi okuması ve onlar hakkında ,iyi ya da kötü, bir eleştiride bulunması beni çok mutlu ediyor.
Erklig Han kısmına gelince, hata olasılığı yüksek, nitekim türk mitolojisi konu arayışı içerisindeki adamın son çırpınışları olduğundan, onun üzerinde çok geniş araştırma yapma fırsatım olmadı. Kaçırdığım, atladığım, yanlış yaptığım -bunun gibi- şeyler elbette var ve olacaklar. Ancak topladığım bilgilerle oluşturabildiğimin en iyisini yapmaya çalıştım.

Kıymetli yorumun için tekrar teşekkür ederim.
“My father used to say that there are two kinds of people in the world,” Kaladin whispered, voice raspy. “He said there are those who take lives. And there are those who save lives. I used to think he was wrong. I thought there was a third group. People who killed in order to save.” He shook his head. “I was a fool. There is a third group, a big one, but it isn’t what I thought. The people who exist to be saved or to be killed…The victims. That’s all I am.”

Çevrimdışı

  • *
  • 10
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Çolpan - Kısa Hikaye
« Yanıtla #5 : 10 Ocak 2014, 10:44:06 »
Çok güzeldi. Ne yazağımı bilemedim. Çok başarılı, keyifli, akıcı..  Eline sağlık, hep yaz hep okuyalım :)

Çevrimdışı muaet

  • **
  • 215
  • Rom: 12
  • Carai an Ellisande!
    • Profili Görüntüle
Ynt: Çolpan - Kısa Hikaye
« Yanıtla #6 : 15 Ocak 2014, 18:45:46 »
Yorumunuz için teşekkür ederim, beğenmenize sevindim. Şu üniversiteye giriş sınavı illetinden bir kurtulabilirsem vaktimi hikaye yazarak harcamak istiyorum, hayırlısı...
“My father used to say that there are two kinds of people in the world,” Kaladin whispered, voice raspy. “He said there are those who take lives. And there are those who save lives. I used to think he was wrong. I thought there was a third group. People who killed in order to save.” He shook his head. “I was a fool. There is a third group, a big one, but it isn’t what I thought. The people who exist to be saved or to be killed…The victims. That’s all I am.”

Çevrimdışı Sayhh

  • **
  • 189
  • Rom: 15
  • Her şey başladığı yere döner.
    • Profili Görüntüle
Ynt: Çolpan - Kısa Hikaye
« Yanıtla #7 : 19 Şubat 2015, 03:44:53 »
Rıhtım'a geldiğim ilk zamanlarda okumuştum öykünüzü ve çok beğenmiştim. Tüm beğenime karşın çekinmiş olmalıyım ki herhangi bir yorumda bulunmamışım. :) Bugün kar yağdığı için belki, öykünüz aklıma geldi yeniden ve büyük bir özlemle tekrar okumak istedim. Aklımdakiler çok silikti. Ne öykünün adını, ne karakterleri, ne de kullanıcı adınızı hatırlayamadığım için bulmam saatlerimi aldı, Kurgu İskelesi'ni talan ettim ama değdi! Uzun zaman sonra ikinci kez okurken de çok keyif aldım, bitmesin istedim.

Gözüme o kadar eksiksiz görünüyor ki eleştirmek adına söyleyebilecek bir şey bulamıyorum. Hem kurgu, hem de anlatım ayrı ayrı çok güzel. Betimlemeleriniz, olan bitene birebir tanık olmuşum gibi hissetmeme sebep oldu. Daha önce de öyle olmuş olmalı ki, gün boyu yağan kara bakarken, karlar arasında çöküp kalmış Barlas'ı hatırladım sürekli.

Yarattığınız Kurday isimli karakteri çok sevdiğimi de söylemeliyim. Zihnimdeki bilge kelimesi, hemen hemen onunla özdeşleşmiş durumda.

Türk Mitolojisine gayet hakim bir şekilde ve güzelce kurgulamışsınız öykünüzü. Öyküyü okurken biraz da araştırma yaptım. Şahsen Türk Mitolojisine o kadar hakim değilim :D Sadece şurada bir hata olabileceğini gördüm. "Erklig Han" ile "Erlik Han" arasında bir karışıklık mı var acaba öyküde? Hatta vikipedi sayfasında bu konuya özellikle değinilmiş.

http://tr.wikipedia.org/wiki/Erkli%C4%9F_Han

Erklig Han kısmına gelince, hata olasılığı yüksek, nitekim türk mitolojisi konu arayışı içerisindeki adamın son çırpınışları olduğundan, onun üzerinde çok geniş araştırma yapma fırsatım olmadı. Kaçırdığım, atladığım, yanlış yaptığım -bunun gibi- şeyler elbette var ve olacaklar. Ancak topladığım bilgilerle oluşturabildiğimin en iyisini yapmaya çalıştım.

Aslında annenin adını Erlik, çocuğun adını Erklig (Çolpan) olarak düşününce herhangi bir hata bulunmuyor.

Sanırım şu kısımda annenin adının düzeltilmesi karışıklığı çözecektir.

“Erklig Han.” diye fısıldadı kadın, güçlükle duyulan bir şekilde.

Benim bu öyküde içime sinmeyen tek bir şey var sadece, onu da izninizle söylemek istiyorum. Yaratılan atmosfere ve onun içindeki detaylandırmalara çok kaptırmıştım kendimi, son kısımda başka bir inanışla kurulan köprü, Deccal ile ilişkilendirme, benim için bu etkiyi azalttı. Kurguya zekice yedirilmiş olsa da başka bir yere açılan kapıdan hoşnut kalmadım ben, aynı atmosfer içinde bitmesini dilerdim.

Bir de forumda sadece iki hikaye paylaştığınızı görünce üzülmedim desem yalan olur. :) Umarım artık daha çok vaktiniz vardır ve yine öyküler yazıp burada paylaşırsınız.

Kaleminize sağlık, muhteşem bir öyküydü.

Çevrimdışı muaet

  • **
  • 215
  • Rom: 12
  • Carai an Ellisande!
    • Profili Görüntüle
Ynt: Çolpan - Kısa Hikaye
« Yanıtla #8 : 22 Mart 2015, 00:40:21 »
Yorumunuzu yeni gördüm, geç gördüğüme de üzüldüm. Belli ki kendisi yeni mesajların ardında, tozlanmaya yüz tutmuş, fark etmek için rafı biraz düzeltmem gerekti. Öncelikle değerli yorumunuz için çok teşekkür ederim. Üç yıl evvel yazılmış bir öyküm hakkında şu anda dahi bir şeyler duyabiliyor olmak çok keyif verici bir duygu.

Uzun ve yorucu bir üniversite sınavı döneminden geçtim. Bu dönemde pek yazmaya değil, 'çözmeye' harcadım tüm vaktimi. Şimdiyse hazırlık denen, vaktin bol olduğu bir dönemdeyim, düzlüğe çıktım diyebilirim :) Yorumunuz içimde bir kıvılcım yaktı. Emin olun yazacağım. Tekrardan teşekkürler, yeni bir öyküde görüşmek üzere.
“My father used to say that there are two kinds of people in the world,” Kaladin whispered, voice raspy. “He said there are those who take lives. And there are those who save lives. I used to think he was wrong. I thought there was a third group. People who killed in order to save.” He shook his head. “I was a fool. There is a third group, a big one, but it isn’t what I thought. The people who exist to be saved or to be killed…The victims. That’s all I am.”