Kayıt Ol

Sarı Şehir

Çevrimdışı Sayhh

  • **
  • 189
  • Rom: 15
  • Her şey başladığı yere döner.
    • Profili Görüntüle
Sarı Şehir
« : 21 Eylül 2013, 22:26:00 »
1

"Beni bağışlayacaklar mı? Siz beni bağışladınız mı? Yoksa hükmümü vermeniz için mi beni size gönderdiler? Umurumda değil ki… Hayatımda bir kez bir şeye sahip olmuştum. Efendilerden biri gibi, insanlardan biri gibi… Onu kaybetmek istemedim ben. Hepinizden hür olmak istedim Ermiş. Sizden bile hür olabilirdim…"

Yaşlı adam, yüzünde hiç kırılmayacak gibi duran gülümsemesiyle onu izlemeyi sürdürdü. Derisi tamamen beyaza dönmüştü. Tüm cildi kırışmıştı ve yaptığı her mimikle yüzündeki çizgiler derinleşiyordu. Dünyada yaşayan herkesle aynı yaştaydı o da. Hatta karşısında duran genç kız görünümündeki kadınla bile. Kadının gençliğine ve çevikliğine karşın o yürümekte güçlük çekiyordu. Altında oturdukları nar ağacının yanına bile onu ipeksavarı taşımıştı. Bu da onun esaretiydi. Bedeni onun için yetersizdi. Ama karşısında durmuş ruhunun kurtuluşunu arayan Köle bunların farkında mıydı acaba?

Ermiş bana duyduğun öfkeyi anlat demişti ona. Kadın da yoruluncaya kadar anlatmıştı olan biteni ve kendinden başka yaşayan herkese duyduğu kızgınlığı. Köle sonunda sustuğunda konuşmaya başlamıştı Ermiş.
 
“Tanrının adını daha önce duydun mu?”

“Başefendi,” dedi Köle kendinden emin. “ Kazaya kadar hep ona itaat ettim ve tüm diğer efendilere.”
Ermiş gülümsedi. Yedi şehrin insanları birbirinden ne kadar da habersizdi.

“Ermişler şehrinde onun adı İnanç’tır,” dedi. “Bir tanedir ama her birimize başka görünür. Hiç kimsenin inancı aynı değildir. Sen ölmek istediğinde Efendi’nin inancı ikinizi de kurtardı. Basit olan zordur. Sen bir kez kolay olanı seçtin ve gözlerine mal oldu. Yedi rengi göremeyeceksin artık. Kardeşlerin ve efendilerin seni bağışladı. Sana bunu yaptıran inancının ışıksız yüzüydü, bu nedenle bağışladık biz seni. Burada, Ermişler şehrinde inancın ışıklı yüzünü dinlemeyi öğreneceksin yeniden. Çünkü kardeşlerin var olmayı seçti, yok olmayı değil. Bugün Cennet’teki ilk kuralı tekrar öğreneceksin: Ölemezsin!”

Köle sıkıntıyla yerinde kıpırdandı. Ölemeyeceğini biliyordu zaten. Hep biliyordu. Ne zamandan beri yaşadığını hatırlamıyordu o da diğerleri gibi. Başlangıçlarını yalnızca ermişler anımsayabilirdi. Cennette yaşayanların hepsi yaşadıkları son yüzyılı hatırlayabilirdi sadece. Belki ölmeyi daha önce de denemişti. Bundan birkaç yüzyıl önce… Yine aynı adam için… Belki yine denerdi bunları unuttuğu zaman. Ürperdi. Lanet değil miydi bir döngüye sıkışıp kalmak. Sonra birden aklına başka bir şey takıldı.

“Başefendi… İnanç yani… O bunları yapmama kızmamış mıdır?”

“Tanrı, senin inandığındır. İyi ve kötü yoktur İnanç için. Onun iki yüzü vardır. Biri karanlıktır ve diğeri de aydınlık. İyi olarak isimlendirdiğimiz bizim seçimimizdir.”

“Öyleyse ölmeme izin vermeyen sizlersiniz. Kardeşlerim!”

“Ya da sen, var olmak isteyen bizleri yok etmeye kalkışmış kişisin. Sen de diğerleri gibi bire aitsin ama asla tek başına bir değilsin. Tek bir parçanın eksikliği bile bizi çözer… Bunu unutma.”

Görmeyen gözleri düşünceliydi Köle’nin. Ermiş ona hem haklı hem de haksız olduğunu söylemişti. Oturdukları kat Siyah Geçit’e yakın yerlerden biriydi. Elips planlı yapı yüzlerce kat yükseliyordu okyanusun içinde. Diğer altı şehir ile komşuydu ve her birine siyah geçitlerle bağlıydı. Okyanusa değil de iç havuza açılan odalardan birinin bahçesindeydiler. Burada oturmaları tüm diğer Ermişlerin dilerlerse onları görmelerine izin veriyordu.
Ermiş varlıklarından emin olamadığı izleyiciler için de konuşarak devam etti sözlerine.

“Sen de bizler gibi Tanrının iki yüzünü gördün. Bu nedenle buraya getirdiler seni. İnancın için sana öğretilen en büyük günahı işleyebildin. Bizim seçmediğimiz yüzü için de olsa tüm kalbinle itaat ettin ona.  Bunun için sana yaradılışımızı anlatacağım. Konuştuklarımızı unutacağın güne kadar bu sana huzur verecek. Şimdi ayağa kalk ve bana ağaçtan en olgun meyveyi koparıp getir.”

2

Mavi şehir, yedi şehir arasında en resmi olandı. Efendilerin yaşadığı Kızıl Şehir bile ona göre daha neşeli sayılırdı. Uçsuz bucaksız mavi okyanusu olduğu gibi ele alan tek şehirdi o belki de.

Şehir üçgen biçimliydi. Tanrının onu Melek Pythagoras için yarattığına inanılırdı. Bir efsaneye göre Mavi şehirdeki insanların hepsinin ruhunda meleğin bir parçası vardı, başka bir efsaneye göre ise Tanrı bu meleğe bir beden vermiş ve insanlarının yanına göndermişti. Kimse bilmiyordu, ermişlerden başka.

B. İ. 1406000 şehrin en tepesinde durmuş yüzenuçağına binmek için yeni kölesinin gelmesini bekliyordu. Nemli saçları hafif hafif dalgalanıyordu rüzgârda. Uçuşlarda giydiği mavi tulumu vardı üzerinde. Yedi şehrin en iyi pilotlarından biriydi. Pek çok insan saygıyla yaklaşıyordu ona. Oysa o halinden hiç de hoşnut değildi. Görevi cennette kendi şehirlerinden başka yaşayabilecekleri yerler olup olmadığını araştırmaktı ama bugüne kadar hiçbir bulgu elde edememişlerdi.

“Ben yeni Kölenizim,” dedi onu bir süredir gülümseyerek izleyen kız. “Köle 6087. En son İnsanlar şehrindeydim.”
Sonunda eski ve yeni kölesi B.İ.’nin karşısında duruyordu.

“Gidebilirsin Köle 50806,” dedi eski kölesine. Sonra diğerine dönerek sordu.

“Buraya daha önce gelmiş miydin?”

“Hatırlamıyorum,” diye karşılık verdi Köle. “Buraya dair bildiklerimi yeniden öğrenmeliyim.”

B.İ. de öyle olduğunu düşünmüştü zaten. Köle’nin aslında çok heyecanlı olduğunu, uyum sağlamak için hızla veri toplamaya giriştiğini, duyduğu gördüğü her şeyi beynine kaydetmeye başladığını görebiliyordu. Buna karşın onu rahatlatmak için bir şey söylemeyecekti. Karşısında durmuş tedirginliğini neşeli görünerek ört bas etmeye çalışan kızın aksine kendinden emin olarak ciddiyetle konuştu.

“Sanırım şehri tanımak için vaktin olmadı. Bir hafta eğitim vereceğim sana. Bu sürede dinlendiğim zamanlarda şehri dolaşabilirsin. Eğitimin bitince ilk keşif gezimize çıkacağız. Üç ay sürecek. Umalım da bu sürede denizde beden aramak zorunda kalmayalım. Çok zahmetli bir iştir. Yüzenuçağı sana tanıtmadan önce sormak istediğin bir şey var mı?”

“Şey… Sanırım evet… Buradaki görevim ne kadar sürecek?" Köle bunları söylerken bir yandan da sorup sormamak konusundaki tereddüdünü belli ettiği için kendine kızıyordu.
 
“Şimdiden sıkılmadın değil mi? Yoksa eski görevinde mi kalmak istemiştin?”

“Yoo… Elbette hayır,” dedi Köle panikleyerek.

“Öyleyse sorun yok. Burada bulunmaya gönülsüz olsaydın seni başka göreve vermelerini talep edecektim. Sicilinde daha önce görevden alınmalar var, ilk olmazdı senin için. Şaşırdığını görüyorum. İki yüzyıl önce yaşanmış en son. Kendini savunmana gerek yok. Bu arada görev süren on beş yıl. Başka soru?”

“Görev tanımımda beden aramak yoktu? Nedir o?” B.İ. gülümsedi. Gerçekten can sıkıcı bir görevdi bu.

“Asıl işimiz bu değil. Ama nadiren de olsa okyanusta kaybolan insanlar oluyor. Tamir edilmeleri için bedenleri bulmak bizim görevimiz. Çok sık olmuyor merak etme. Şimdi gel bakalım. Öğrenecek çok şeyin var.”

Üçgenin bir kolu tamamen yüzenuçaklar, taşıyıcılar, kurtarıcılar ve tamircilerle doluydu. Köle ona eşlik eden görevin eskisi Köle 50806 olmasa B.İ.’nin yüzenuçağını kesinlikle bulamazdı.

Yüzenuçak bütünüyle beden ve makinenin bütünleştiği bir sistemdi. Pilot, bedenini saran yoğunlaşmış hava tabakasıyla yönlendiriyordu uçağını. Komutlar, düşünceler olarak diziliyordu karşısına. Otomatik pilot ise dokunmatik ekranla veya ses yardımıyla devreye giriyordu.

Kontrol odası, laboratuar, depo, açılır kapanır seyir mekanı ve iki yatak odasından oluşuyordu uçak. Şehirlerden uzak aylarca yaşayabilecekleri şekilde düzenlenmişti her şey.

Bir hafta sonra yola çıktılar. İlk uçuşları üç ay sürdü ve uçuşun ardından B.İ., Köle’nin başka bir göreve verilmesini talep etti ancak bu talebi reddedildi.  Kölenin göreve başlamasının ikinci yılında yüzenuçakta oluşan bir arıza nedeniyle okyanusa çakıldılar ve başka bir yüzenuçak onları gelip bulana kadar ölü olarak kaldılar orada.

3

“Görme duyusunu tamamen mi yitirmiş?”

“Evet, efendim.”

“Peki yerine cisim algılayıcısı yerleştirilmiş mi?”

“Yerleştirilmiş. Gören bir insan kadar rahat hareket ediyor. Hatta efendiler rahatsız olmasın diye karşısındakinin gözünü tespit edip oraya yöneliyor suni göz bebekleri.”

“Güzel. Deneye başlamadan önce onayının alındığını bildiren kayıtları doldurup Kızıl Şehre gönderin.”

Parlak duvarlı beyaz bir odada yatıyordu Köle. Beyaz bir yatakta, beyaz giysiler içindeydi. Uzun kızıl saçları omuzlarına dökülmüştü. Yüzü solgundu. Tavanda bir noktaya çevirmişti görmeyen gözlerini, öylece bakıyordu bir emir almayı bekleyerek. Etrafındaki insanların heyecanını konuşmalarından hissedebiliyordu. Deney olumlu sonuçlanırsa hepsinin kişisel bilgilerine yerleştirilecek bir başarıları daha olacaktı. Ermiş’in sözlerini hatırladı. Başlangıçta her şey fikirdi. Fikir söze dönüşünce madde oldu… Ona verilen ilaçların etkisiyle yavaşça uykuya daldı.

Melek fabrikasındaydılar. Melek fabrikası Mavi Şehirde küçük beyaz bir noktaydı. Burada bulunan her şey beyazdı ve bu merkezde talep edenlerin ruhundan melek üretiliyordu.  Melekler ışıktandı ve bulundukları yer karanlıksa görünürlerdi, o da yalnızca kendilerine ruhlarından vermiş olan kişiye.

Meleklere İnsan Şehrinde yaşayanlar sahip olabilirdi. Görme duyusunu yitirenlerin melekleri olduğunda cisim algılayıcısının çalışıp çalışmayacağını denemek için aynı uygulama Köle için de yapılıyordu şimdi.

Köle’nin kısa ölümünün ardından ilk görevi buydu. Arama çalışmaları on iki yıl boyunca sürdürülmüştü pek çok birim tarafından, sonunda efendisinin ve onun cesedini okyanusun içinden bulup çıkartmışlardı. Bilim İnsanları şehrinin kollarından biri olan Morg’un, ruhu olanlar için düzenlenen bölümünde tamir edilmişti bedenleri ve ruhları uyandırılmıştı. Kızıl şehirde yapılan sorgulamalarda B.İ. her şeyi olduğu gibi anlatmış ve Köle’yi tam da beklediği gibi yarı yolda bırakmıştı. Efendilerin verdiği hükümle B.İ. sağlıklı olduğuna kanaat getirilerek eski işine dönerken Köle ruhunun da iyileştirilmesi için Ermişlerin yaşadığı Turuncu Şehre gitmişti.

Ya fikir maddeyi bırakmak isteseydi. Öylece süzülüp gitseydi maddenin içinden geçip, madde dağılmaz mıydı? Dağılırdı elbette. Ama beden sonsuzluğu vaat ederken neden dönüşsün o yeniden?

Köle kendine geldiğinde boş bir odadaydı. Oda karanlık mıdır acaba diye düşünerek gülümsedi. Meleğiyle tanışma odası olmalıydı burası. Gözlemcilerin onu izlemekte olduklarına emindi. Ne yapması gerekliydi? Yatmakta olduğu şiltenin üzerinde doğruldu. Çıplak ayaklarının üşüdüğünü hissetti. Düz duvarlardan başka bir şey algılayamıyordu. Öfkeyle kollarını hareket ettirmeye başladı. Sen bana aitsin. Sana ruhumu verdim. Buralarda olmak zorundasın. Gerçekten de odada herhangi bir cisim yoktu, cisim algılayıcısı doğru çalışıyordu. Sonra dikkatini çevresine değil kendine yöneltti. Kendi bedenini algıladı, renklerden bağımsız ama yüzeylerin farkına vararak. Boş odada dolaştı bir süre, eline çarpan hiçbir şey yoktu. Seslendi ama meleği karşılık vermedi. Vazgeçti.

“Çıkarın beni buradan. Ona ulaşamıyorum,” dedi.

Deney başarısız olmuştu.

4

Esirler Şehri tüm diğer şehirlerden uzaktaydı. Burada yaşayanların gündelik işlerden başka yaptığı bir şey yoktu. Yaratıldığı gibi kalmıştı şehir kimse onu değiştirmeye kalkışmamıştı. Kölelerin işi başka şehirlerdeki efendiler için hizmet vermekti. Şehir halkının yalnızca üçte biri bulunurdu şehirde genelde.

Köle yeni bir göreve atanana kadar şehrine gönderilmişti. Burada hatırlamadığı insanların bulunduğu bir bölgede diğerleriyle eşit olarak yaşıyordu. Herkesle aynı giysileri giyiyor, yemeklerini herkesle birlikte bir yemekhanede yiyor ve geceleri yüz kişilik bir yatakhanede uyuyordu.  

Bir gece ateşin başında oturmuş konuşurlarken ayağının bir başkasının ayağına değdiğini hissetti ama cisim algılayıcısı orada kimseyi algılamamıştı. Kimseye bir şey söylemedi ve ilgisini ateşin dalgalanışına vererek konuşulanları dinlemeye koyuldu.

“Kadın veya erkek olmamızın ne işlevi var ki o halde,” dedi gruptakilerden biri.

“Fark haz yaratır, haz da yaşamak için gerekçe verir,” diye yanıtladı onu kısa saçlı sıska bir kız.

“Ben ermişler şehrindeyken insanların insan yarattığını duymuştum ama başka bir hayatta. Yaratabilmek için gerekliymiş iki farklı cins. Ağaçta yetişen bir meyve gibi kadının karnında insan büyüyormuş.”
 
Bunları söyleyen diğerleriyle göz temasından kaçınan ve sürekli olarak elleriyle oynayan o ana kadar hiç konuşmamış biriydi. Onun sözleriyle herkes bir an sessizleşti. Yok saymaya çalıştıkları bu kadın bakmak istemeyecekleri kadar çirkindi. Saçları yolunmuştu ve vücudunun her yerinde kesikler vardı. Bedenini parçalayarak ölmeyi denemişti daha önce. Ama işte söylediği birkaç cümleyle hepsinin dikkatini kendi üzerine çekebilmişti. Sıska kız merakını yenemeyerek sordu.

“Peki ama nasıl sığıyorlarmış cennete?”

“Ölüyorlarmış, sonsuza dek… Birileri doğdukça birileri ölüyormuş.” Bu sefer konuşan köle 3067 idi.
Ölüm ilk kez ürpertmişti onları. Sonra birden başka biri konuştu. İçlerinden orta yaşlı bir adam aniden heyecanlaşmıştı.

“Nasıl yani? Siz şimdi okyanusta yaşayacak başka şehirler de var mı diyorsunuz?”

“Bahsedilen hayat okyanusun dışındaymış, içinde değil, dedi köle 6087 umarsızca. Asıl biz o hayatın içindeymişiz.”

“Ölümlü bir hayatın içinde miyiz yani? Ölümsüz değil miyiz?”

“Ölümsüzüz. Çünkü unutuyoruz. Zaman vardır, var olanlar gibi sonsuzdur. Bizse kalkmış onun enini boyunu ölçüyoruz. Tek bir yöne doğru değil oysa, her yöne ilerliyor o. O hayattakilerden farklı bir doğrultuda bizim yönümüz. Bu yüzden durduğumuz yerde duruyoruz hep. Ama ben döngüyü kıracağım. Yanlış yöne dönmek kadar basit her şey.”

5


Ateşe verdim kendimi. Bedenim alev alev. Yanıyorum. Etlerim, kemiklerim kömür oluyor. Geri dönüşüm yok artık. Ses benim içimde mi?

Onun bedeni yok artık. Aklı, fikri, düşüncesi yok. Gülüşüm aynı, ellerim değişmemiş.


6

Yağmur yağacak gibiydi. Önce yanağına düşen damlayı hissetti. Sonra kırmızı ayakkabısına düşen damlacığa baktı. Küçük bir damlaydı, ama ölçüt aldığı şey neydi ki küçük diyordu ona. Belki de kendi okyanuslarından çok daha büyük bir su pırıltısıydı o. İçinde ışık vardı ve gökyüzünün yedi rengi. Zamanı gelince buharlaştı damlacık, bir melek doğdu.

Çevrimdışı magicalbronze

  • *
  • 4075
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: Sarı Şehir
« Yanıtla #1 : 16 Aralık 2013, 01:22:40 »
Farklı bir başlık vasıtasıyla tesadüf eseri rastladığım ve okuduğum bir öykü oldu bu.

Kalemine sağlık öncelikle. Anlatmak istediğin olayı güzel bir kurguyla sunmuş ve yine aynı şekilde sonlandırmışsın. 6. bölüm ile çok güzel ve naif bir son yazmışsın. Konuya giriş ve bazı bölüm geçişlerinde -büyük ihtimalle tam odaklanamadığım içindir- kopukluklar yaşadım ama genel algıyı iyi yansıttığını düşünüyorum.

Kurguyu bu hikayene özel mi oluşturdun yoksa farklı yazılarında da kullanacak mısın merak ettim. Zira devam edebilir bir dünya tasviri gibi geldi bana. Belki daha da açıklanabilir. Benzer metinlerle güçlendirilebilir. Ya da büyüsü hiç bozulmadan bu şekilde de kalabilir.

Ellerine sağlık :) Kaleminden farklı öyküler okumak dileğiyle.
"Her neyse sahip olunan, doğar ve ölür.
Bu nefsi müziğin içinde sıkışmış herkes
İhmal eder ölümsüz aklın harikalarını."
- William Butler Yeats, "Sailing to Byzantium "

Çevrimdışı Sayhh

  • **
  • 189
  • Rom: 15
  • Her şey başladığı yere döner.
    • Profili Görüntüle
Ynt: Sarı Şehir
« Yanıtla #2 : 16 Aralık 2013, 04:54:09 »
Teşekkür ederim, gerçekten cesaret verici bir yorum oldu benim için.:D

Genel olarak yazmaktan çok kurgulamayı seviyorum, yazma kısmı beni zorluyor. Dolayısıyla mevcut hikayeyi yazıya aktarırken aceleci davranıyor ve hızlı yoldan bitirmeye çalışıyorum, bu da öykü benim zihnimde bütünleşik ve mantıklı dursa da okuyan kişinin anlamasını zorlaştıracak  kopuklukta bir metnin ortaya çıkmasına sebep oluyor. Bunu aşmaya çalışacağım.

Kurgu ve hikaye aynı anda oluşmuştu, sanırım bu nedenle aynı dünya üzerinden başka bir öyküyle devam etmeyi hiç düşünmedim. Öykünün sonunda tüm okyanusu bir çırpıda kurutmuş olmamın da etkisi olabilir tabi bu tercihte.:)