Normalde sonu gelmemiş, devam eden hikayeleri okumuyorum; ama birkaç gündür bu başlıkta bir mesajlar dönüyor diye bakayım dedim, ardından BerkeB'nin de "mutlaka okunmalı", "haydi ağır toplar ekran başına" yorumlarını görünce hiç değilse bir bakayım dedim. Öykünün kendisiyle ilgili düşündüklerime geçmeden önce bir iki kelam da ben edeyim istedim.
Bir açık mektupta belirtmiştim, böyle ciddi, böyle sert eleştirilere maruz kalabilmek bir lütuf aslında. Dışarıda çoğu zaman insanlar sevmedikleri işler hakkında düşüncelerini kendilerine saklıyor. Maalesef yanlışlarımızı görmeden düzeltmemiz de mümkün değil. Hele ki sizin de dediğiniz gibi okuyup da yorum yapan kişinin bu kadar az olduğu bir dönemde yorum yapanların yorumlarına yorum yapmak ve dolaylı olarak da olsa onları uzaklaştırmak akıllıca gelmiyor bana.
Bununla birlikte Bülent Bey'in yaptığı kitap incelemeleri bile sözüne kulak asılması gereken biri olduğunu gösterir nitelikte. Sizin yerinizde olsam "Acaba?" der ve yazdıklarını öykümün geçmişi ve geleceği doğrultusunda düşünürdüm.
Gelelim öykünüze. Öncelikle başka bir ülkede, yabancı karakterlerle geçiyor olmasını benim de itici bulduğumu söylemeliyim. Yorumunuzda belirttiğiniz "mesela bir kovboy öyküsü başka yerde geçerse saçma olur" yaklaşımını doğru bulsam da, bilimkurgu türünde bir öykünün sırf şimdiye kadar uzaylıları hep Amerika'da gördük diye orada olmasını yanlış buluyorum. Türkiye'de, Türk karakterlerle olmasının da sizin aksinize komik olacağını düşünmüyorum. Elbette uzaylı Reha Muhtar'la mı konuşsun derseniz ve akıllarımıza doğrudan "Acı var mı acı?" repliği gelirse komik olacaktır; ama bu ülkedeki ilk bilimkurgu senaryosunun da Nazım Hikmet Ran tarafından yazıldığını unutmamamız lazım.
Ben bilimkurgu yazmam, yazmayı da sevmem; ama benzer eleştirileri alan fantazya türünde küçük bir çocuk kitabım. Bu kitaptaki karakter gökyüzüne düşüyor ve hiç bilmediğimiz yaratıklar, değişik isimler görüyor. Henüz "keşke gökyüzüne başka bir ülkeden düşseydi" gibi bir yorum almadım. Dahası, hem kitapçıların rafları, hem aylık öykü seçkisi, hem de bu forumun derinlikleri gerek fantazya, gerek bilimkurgu türünde dudak uçuklatabilecek kadar kendine çeken, yerel öykülerle dolu. Benim görüşüm bu ki biz yerelleştirmeye çalışmadıkça yerel olmasının kötü mü güzel mi olacağını bilemeyiz.
Dilinizde bir akıcılık var. Hakkınızı vermeliyim. Bu insanların yakalamak için yıllarca uğraştığı bir şey; ama görünen o ki sizde hali hazırda olan bir yeti. Değerini bilin. Kolay bulunmuyor.
Dilbigisi yönünde ek ayrımları ve noktalama işaretlerinin kullanımı yönünden sıkıntılarınız var. Bir yazım kılavuzuyla geçirilecek birkaç saatin çözemeyeceği bir şey değil ama.
Öykü parçacıklarını "bir çırpıda" yazdığınız çok belli oluyor. Belki tekrar üzerinden geçmek, belki biraz daha planlılık, belki yazım sürecini biraz daha uzun zamana yaymak yardımcı olabilir.
"Sanırım risklerini biliyorsunuz, bilmiyorsanız detaylı biçimde açıklayabilirim, kısaca açıklamak gerekirse, karaciğerinizde problem var ve alkol bunu daha da kötü bir hale getiriyor."
Gibi bir cümle var mesela adamın içki sorunundan ve karaciğerinden bahsederken. Şimdi bilmiyorsanız detaylı açıklayabilirim diyor, sonra kısaca açıklayayım diyor, sonra açıklamasını yapıyor. Fonetik olarak çok güzel gibi dursa da sözcük tekrarları, açıklamanın kısa mı detaylı mı olduğunu ilk başta anlayamayış vs. derken akıcılığın önü kesiliveriyor. Halbuki bir kez daha üzerinden geçilse, belki durup değiştirilebilecek, geliştirilebilecek bir şey.
Ortam tasvirlerini biraz yetersiz buldum. Adamın alnındaki teri, ya da reality show dekorlarını istemiyorum; ama bu konuşmalar yaşanırken kafamda beyaz bir arkaplan önünde konuşan iki adam var, o arkaplana bir mekan oturtabilmek isterdim. Dahası tasvir yetersizliği maalesef karakterleri de boşlaştırıyor. Hareketlerinden, söylediklerinden, tavırlarından ve çevrelerinden onlar hakkında daha fazla bilgi alabilmeli, kanlı canlı kişiler olduklarını anlayabilmeliyiz. Gerçek hayatta insanların 1-2 özelliği olmaz. Onlarca farklı, bazıları çelişen özellikleri olur. Bazıları önde, bazıları geridedir; ama bunların bütünü onları oldukları insan yapar.
Son olarak da kullandığınız dil çelişkili geldi bana. Bir yandan "referans, kartvizit" gibi Türkçe'ye dışardan gelmiş ve fonetik olarak da latin kökenli duran modern sözcükler kullanıyorsunuz, diğer yandan "meczup, ihtiva" gibi Osmanlıca'dan, daha da eskide Farsça'dan gelmiş eski Türkçe sözcükler kullanıyorsunuz. Hatta "meczup" sözcüğünü doğru anlamda kullandığınızdan bile emin değilim, zira kökeni tasavvuftan, ve tasavvuf inanışında Allah aşkıyla delirmekten geliyor; fakat sanmıyorum ki yabancı karakterlerinizin olduğu yabancı ortamda bir tasavvuf inanışı olsun. Sonuçta siz bir anlatıcı olarak kitabın dilini, içindeki olayların dilinden farklı yaparsanız, kitap en başından, biçimsel olarak çelişkili olacaktır.
Tüm bunları bırakıp başa dönecek olursak öykü kendini okutuyor. Sonrasında ne olacağını merak ettiriyor. Ve başta dediğim gibi en önemli olan şey de bu. İnsanların dinlemeye devam etmek isteyeceği bir hikaye yazıyorsunuz gibi görünüyor. Ellerinize sağlık.
Not: Bitene kadar başka okumayacağım.