Kayıt Ol

Ak Don - Bir Modern Zaman Şamanının Öyküsü

Çevrimdışı mbdincaslan

  • **
  • 277
  • Rom: 9
    • Profili Görüntüle
    • Baatırdın Sözü
Ak Don - Bir Modern Zaman Şamanının Öyküsü
« : 13 Ocak 2014, 23:35:41 »
Esen olsun.

Birinci http://tonyukuk666.blogspot.com/2013/10/ak-don-bir-modern-zaman-samannn-oykusu.html
İkinci http://tonyukuk666.blogspot.com/2014/01/ak-don-bir-modern-zaman-samannn-oykusu.html
Ve Üçüncü http://tonyukuk666.blogspot.com/2014/01/ak-don-bir-modern-zaman-samannn-oykusu_13.html

Bölümlerini blogumda yayımladığım öyküyü burada da paylaşayım istedim. Her üç bölümde bir buraya da ekleyeceğim kısmetse. Bloga koyduğum notları da buraya ekleyerek, öyküyü paylaşayım:

Bir kaç yıl evvel, bir "kam"ın torununun, atasının rüyasına girmesiyle, modern zamanda kamlık yapmaya başlaması üzerine, gayet klişe bir senaryoyla bir öykü yazmaya girişmiştim. Birazdan okuyacağınız öykü, yitip gitmiş bir çağdaki bir "kam"ın (şaman) torunu Batıralp'in, dede yadigarı "ak don" ile yaşadığı maceralara dair bu denememden yadigar ilk kısım. Belirtmem gerekir ki, Türk mitolojisine atıflar varsa da, onlara "olduğu gibi" atıf yok, yeni bir "evren kurgusu"nda atıf var. Bir nevi, "fantastik" öykü denemesi diyebiliriz.

Okuyucunun akılda tutması gereken bir kaç husus var. Öncelikle söylemeliyim ki, öykü şamanizmden motifler taşıyor, evet, bu motifler üç türlü: İlk tür, orijinal haliyle. İkinci tür, orijinali esnetmemle oluşanlar. Üçüncü türse, tarihi metinlerde vs. var olmayan, benim şaman geleneği sınırlarına uygun bir şekilde türettiklerim.

Bir de, kullandığım benzetmeler, sözcükler, deyimler, konuşma tarzları vs. çoğu zaman "tesadüfi" değil. Sözgelimi "Han dediğin Yenisey'e vuran günün ışığıdır" sözcüğü, benim Han sözcüğünün etimolojik kökenini Yenisey dillerinde "kağn" gibi telaffuz edilen "kan" yani "ışık" sözcüğünde görmem. (IPA yazımı:  kʌˀn) Özellikle "Kayan" konuştuğunda, okuyucunun biraz etimolojik sözlük, mitoloji ansiklopedisi vs. karıştırması yerinde olacaktır. Çalışma tamamıyla bittiğinde gerekli açıklamaları ayrıca koyacağım kısmetse.

Ak Don
[/b]

“Beni bir ölünün üstünden çıkardılar. Burada satılacak adam bekliyorum, öbürü tıpkı benim gibi, bugün bir ölünün üstünden çıkmadıysa yarın ikinci veya üçüncü sahibinden sonra bir ölünün üstünden çıkacak. Düşün, düşün, biz insanlardan evvel eskidiğimiz halde kaç insan eskitiyoruz? Bizim ıstırabımızı düşün! Biz vücutsuz kalan bir elbise miyiz, yoksa elbisesiz kalmış bir ıstırabın vücudu mu?”
Necip Fazıl Kısakürek, “Eski Elbiselerin Hafızası”


Bölüm I: “Ete Kemiğe Büründüm”

“Oğul! Sakalım aktır, bildiğim çoktur, belim eğikse de şükür, başım hep diktir. Ozanlardan ataları dinledim, diz kırdım kamların huzurunda serinledim, nice gönle tanrı buyruğun ben esinledim. Gördüm geçirdim, dondan dona girdim, yedi kat göğe ağdım, yağmur oldum yere yağdım. Balalıkta atam Kayan dedi adıma, bu yaşıma eriştim ve yettim muradıma, ak sütü ben bozdum kımız eyledim, sert yele ben sızdım yırlar söyledim; sözümü dinle, kara yazgıyı önle.

Oğul! Bilmeze bildiren, yitmişi bulduran, ata yol aldıran, balığı göle daldıran, yüklü kadının karnını dolduran, çiçeği bitiren solduran, yatmışı kaldıran, ozana çaldıran buyruk verende, bulutlarla gölgesin gökyüzüne serende, börü soylu kağanlar bozkırda hüküm sürende, kamlar yürüdü bir zaman, beylere kalmayan acunda, acunun unutulup gitmiş bir ucunda. Gözleri gök rengi, kopuzlarında göklerin ahengi, sözlerinde Bay Ülgen’le Erlik Han’ın avaz avaz cengi, bilmezi uyardılar, dört diyarı dolanıp, günbatımına vardılar. Ak dona büründüler, kuş olup uçtular da yılan olup süründüler, kurt olup göründüler.

Oğul! Kamlar göklerle konuşur, Bay Ülgen’e danışır, dondan dona Görklü Tanrı neye isterse dönüşür. Kamlar Tanrı’ya kulak verir, Tanrı cümle yaratığı onlara ulak verir, sıfatına kam denenin artık adı anılmaz, tanrıya dilmaçlık eder kamlar asla yanılmaz. Düşmanları Erlik’tir ki bastığı yer bunludur, bin kere bin fikirli bin bir oyunludur, gökten şüphe ettirmeye çaşıt salar Yek gönderir, gök kamların ayağına bin çeşit köstek gönderir.

Oğul! Çağı çatanda Bay Ülgen, ak donuna sarındı, Han Tengri’nin pınarlarında yıkanıp arındı, Erlik Han’a karşı geldi, kılıç vurup kalkan çeldi, Erlik kara donludur, türlü türlü oyunludur, bir o çaldı bir bu vurdu, iki tanrı birbirine yaman lanet savurdu. Tanrı tanrıya baskın gelse, gök çöker yer yarılır, biri basıp meydan alsa, ya yer ya gök darılır. Gök Tanrı buyruğun verdi, ikisini de yere serdi, donlarından azad edip katına aldı kayırmadı, bu ak bu kara demedi, ikisini ayırmadı. Altayların uzağında, bir ormanın kırağında, tanrıların vuruştuğu ata kamların çağında, iki don kaldı geriye, biri karlardan beyaz, biri geceden siyah, birinde tanrının kutu, birinde günah. 

Oğul! Bana Kayan derler, kam sözünü yayan derler, ozanların ulusuyum, bin bir boşun dolusuyum, sözümü dinle, kara yazgıyı önle. Bu kamların dileğidir, elim gök kamların eli, bileğim tanrı bileğidir, kaç bin yıllık uykumdan uyandırıldım, bu gece kapına dayandırıldım. Erlik Han’ın kara donu çalındı, Bay Ülgen’in akça donu bulundu. Ben kamların bakşısıyım, emanetin bekçisiyim; sen oğlumun oğlusun, benim kutlu görevime damarından bağlısın. Emanete hıyanet olmaz, hainde din diyanet olmaz, ak donun giyilme çağı erdi, görklü tanrı bu muştuyu benim neslime verdi, dilerim Yek usunu bulandırmasın, kanını sulandırmasın. Akça oğul, gökçe oğul, seni Erlik kandırmasın, kutlu olsun vazifen Gök Tanrı utandırmasın!”

Batıralp kan ter içinde uyandı. Pek rüya görmezdi, mezarlığa nazır çay bahçesinde sarıklı mezar taşlarını bir süre seyre dalıp, griden ve yağmurdan tiksinmiş bir halde evine döndüğünde yastığa kafasını koyuşuyla kendini içinde bulduğu bol kavgalı rüyalar hariç. Rüya görüyorsa, sadece bu rüyaları görüyor olmalıydı, hatta belki aynı rüyayı tekrar tekrar görüyordu: Çirkin adamlar, hatları belirsiz, karanlıkta acemi fırça darbeleriyle şekillendirilmiş gibi her an beliren ve her an karanlığa karışan gövdeler, boşa giden yumruklar ve her defasında kaçan adamların arkasından bakış; ve uyandığında dahi sıktığı dişlerinde elektrik gibi titrediğini hissettiği öfke. Yüzlerini görememek, boğazlarını sıkamamak, çenelerini dağıtamamak; gözlerine bakamamak öfkeyle, ama çirkin olduklarına –tuhaftır ki- emin olmak. Hele uyanmak; iki kere öfkeli oluyordu uyandığında, neden olduğunu, nereden geldiğini anlayamadığı rüyasındaki sebepsiz öfke ve bir şekilde boğazlamak istediğine emin olduğu çirkin adamların sırrını anlayamayışından doğan hırs.

Yine de, bütün günleri bu rüyaların etkisinde geçmiyordu; pek sık olmazdı çirkin adamların gece ziyaretleri. Olduğunda birkaç gün etkisinden çıkamazdı, o kadar. Ardından herkes gibi yaşamaya devam ederdi, lüzumundan fazla gülmeden, lüzumundan fazla somurtmadan. Hiç kimsenin sıradan olmadığı ve herkesin sıradan olduğu dünyada hiç kimse onun kadar sıra dışı değildi ve o herkes kadar sıradandı. Ve Batıralp, kan ter içinde uyandığı o sabaha dek herkes kadar sıradan olmanın rahatlığıyla yaşayıp gitmişti işte, sıra dışı rüyalarıyla hafiften gurur duyarak.

Ancak işte kan ter içinde uyanmıştı Batıralp, öfkeden dişleri kenetlenmiş, yumruğu sıkılmaktan parmak boğumları beyazlamış asabi bir uyku mahmuru gibi değil. Karanlıktan korktuğu yaşlarda hissettiklerini hissediyordu şimdi, sanki onu kovalayan ilk köpek yine peşindeydi ve o yine beş yaşındaydı. Rüyasına tuhaf kafiyelerle konuşan bir ihtiyarın girmesinin bekleneceği bir adam varsa dahi, o Batıralp değildi ve zangır zangır titriyordu; korkuyordu, çirkin adamların yüzünü göremeyişinin doğurduğu öfkeye inat, şimdi ne olduğunu anlamıyor ve bu kez öfkelenmiyor, siniyor, küçülüyordu.

Bir sigara yaktı. On dört yaşından beri her gün, uyandığında ilk işi sigara yakmaktı; bu defa uykudan yeni uyanmışlıktan acemi ellerle değil, ürkek ve titreyen ellerle aramıştı paketi komodinin üstünde. Dumanı içine çekti, bir an tavana dikti gözlerini. “Altı üstü bir rüya, abartmaya gerek yok” dedi, kalp atışları yavaşlıyordu, titremesi geçiyordu. Bir nefes daha çekip tablaya bıraktı izmariti, ve yavaşça doğruldu yataktan, gözlerini ovuşturdu. Ve kafasını kaldırdığında, dolabının üzerine asılmış bir beyaz kaftan gördü.

***

"Şerefli bir milletin zillete düşen oğlu
Çığ oldu ızdıraplar, saçlarını yoldur gel
Beşiklerde büyüyor nice Alparslan bağlı

Şehitlik kefenini kıratınla aldır gel"
Duran Dinçaslan, "Gel".


Bölüm II: Yedi Cebe


Odaya dalgalı bir camın arkasından bakıyordu sanki, her şey eğilip bükülüyor, şekilden şekle giriyordu Batıralp kaftana baktıkça. Kaftan, Batıralp’i korkudan titretse de, insana tekin gelen soluk bir ışıltıyla parlıyor, sabit duruyordu bir çizgi filmden fırlamış gibi gelen sahnede. Arkadaşlarına sık sık “dünyanın en yüzeysel adamı, işte o benim” diyerek, sıra dışılığa olan özlemiyle kendince dalga geçen Batıralp, yaşadığı ilk sıra dışı tecrübenin şokuyla afallamıştı. Kaç insan, bir sabah tuhaf bir kabustan uyanıp bir kaftan asılı bulur dolap kapağına asılı?

Yine de, bütün imkansızlığına rağmen, odadaki tek gerçek kaftan gibi duruyordu. Eşyanın helezonuna inat, olmaması gereken yerde bir öte dünya kaçkınıydı bu kaftan, Batıralp’in bir miktar karbon atomundan pek de öte olmayan gözlerinin önünde. Ve bütün eşya olmaması gereken bir girdaba kapılmışken, kaftan oldukça normal duruyordu.

Sigarasını tablaya bastı. Sıradışı şeyler yaşayan insanlar nasıl davranır bilmiyordu ama, içinde bir yerlerde, sıra dışı şeyler yaşayan insanların tam da onun gibi önce şoka uğradığını, ardından tam olarak hangi an olduğu işaretlenemeyecek kadar hızlı bir süreçte durumu kabullenip, sıradanlaştırdığını düşündü, bildi, hissetti. Artık korkmuyordu, çekiniyordu ancak korkusu geçmişti, şimdi merak vardı içinde ve hafif bir gurur: Gri mezar taşlarını izleyerek geçirdiği günler ve o taşlara şiir yazdığı gecelerin intikamını alıyordu artık, sıradanlığından kurtulmuştu.

Yavaşça kalktı yataktan. Kaftana doğru yürüdü. Yaklaştıkça odadaki tuhaf görüntü azalıyor, dünya ve eşya daha normal gelmeye başlıyordu. Ancak görüntü düzeldikçe, ses bozuluyordu, küçüklüğündeki tüplü televizyonlar ve insanlığa zûl antenleri hatırlayıp gülecekti neredeyse. Bir mırıltı kaplamıştı evi, şeytana adanmış bir grup keşiş kutsal metinlerin uhreviliğinin ırzına geçerek uğul uğul bir ayin yapıyordu sanki. Bir şey, biri vardı onunla bu odada, kaftandan ve ondan başka. Yaklaştıkça mırıltı apaçık bir haykırışa dönüştü. Müstehzi mizacının bir anlık kıpırdattığı neşe ve alay da kayboldu. Çok çabuk alışmıştı durduk yere dolabına asılı bir kaftan bulmuş olduğu gerçeğine. Uğultu onu gerçeğin ciddiyetiyle yüzleştirmişti tekrar.

Haykırışın dozu arttıkça, Batıralp hareket edemez oldu. Bir irade, onun 23 yıllık iradesinden çok daha görmüş geçirmiş, engin ve derin bir düzlemin beslediği bir irade onu alıkoyuyordu. Üç adım ötedeki kaftana gidemiyor, kulak zarında çan sesleri ve haykırışlarla işkence çekiyordu iki ayağının üstünde. Aniden aklı ilk gençliğine gitti…

“Gördüm ki, adım adım, gölge gölge keşişler
Ebedi karanlığın mahzenine inmişler...”


Nasıl severek okurdu Necip Fazıl şiirlerini… Ve nasıl tiksinmişti Necip Fazıl’ın fikirlerinden, büyüdükçe… Yeniden gülümsedi, daha doğrusu, kaslarını hareket ettirebilseydi gülümseyecekti. Aklını kaçırması gereken bir anda, çan sesleriyle işkence çekerken aklı Çan Sesi şiirine gidebiliyordu… Ve gülesi geldiği anda, çan seslerinin kesildiğini fark etti. Haykırış tekrar mırıltıya dönüşmüş, irade onu azat etmişti, hareket edebiliyordu yine.

Kaftana yaklaştı Batıralp, bu tuhaf sabahın yarattığı bütün soruların cevabına kaftanı inceleyince ulaşabilecekti, biliyordu. Ve kaftana dokundu.

Aniden boşlukta asılı buldu kendini. Ne ses, ne görüntü, ne bir his; bütün duyu organları körelmişti, yalnızca kendi zihniyle baş başaydı şimdi. Ve mırıltıyı, kötülük dolu koroyu susturan sesi duydu, rüyasındaki adamın sesi, berrak ve gür bir perdeden, vakur bir coşkuyla okuyordu beyninin içinde:

Körügme Kün Tengri döndü yüzünü
Ay Ata bizlere garaz doludur
Bir kara alamet Kıpçak düzünü
Kapladı, bu bela gökten uludur
Ağla! Göğe kastı bu hıncın, ağla!
Ağla! Pas tutacak kılıncın, ağla!
Çarnaçar kalacak akıncın, ağla!

Ak kazın teleği düştü düşeli
Ev başı kara han bu yağız yere
Hiç böyle esmedi Kuzey'in yeli
Gözle bak! Diler ki vurup devire
Bozkırın bekçisi balballarını
Kök Tengri yükünün hamallarını
Şad eder bozkırın çakallarını!

Doğudan eserdi bir zaman rüzgar
Bir zaman, Kün Tengri gülerdi bize
Teng Tengri kıpkızıl afakı yakar
Ererdi yer-sular kadim denize
Ahoy! Orhun, İtil, Yenisey kaydal?
Ahoy! Kağan, tigin, şad ve bey kaydal?
Oğuz Han, Tunga Er, Edigey kaydal?

Kuzeyin çağıdır çatan bu kıyım
Türkuaz yağısı bu kara nöbet
Kök Tengri! Kurt doğdum, itin rızkıyım!
Kuzguna ram oldu dokuz tuğ devlet
Tuğrul sustu öten kuzgundur artık
Sungura güç yeten kuzgundur artık
Kanat kanat biten kuzgundur artık

Kaşın bolsa yaşın yakmas dediler
Yaktı ak ülkemi bir kara yalım
Büyüsü işlemez kam aman diler
Boza kesti yeşil, mavim kızılım
Yada taşı kan yağdırır ay Ülgen!
Ağıt olup göğe ağar kay Ülgen
Görkün yitip sefil m'oldun bay Ülgen?

Mingitav karından bozkır tozundan
Bir bala beledim, Rum'a sakladım
Ki bu salgın kokan sisin kuzundan
Saklansın hatıram, şerefim, yadım
Bekçidir ışığı ayın yıldızın
Beşiği Ayzıtça rahmi bir kızın
Doğar da zulmeti boğar ansızın!

Ve Batıralp için bildiğimiz haliyle yaşam geri döndü, hiç değilse, bir yığın karbon atomundan pek de öte olmayan gözleri yeniden görüyordu: Bir dağın zirvesindeydi. Karşısında o adam vardı yine, rüyasında  gördüğü, bir şekilde bütün bu tuhaflıkların sorumlusu olduğunu bildiği. Adım ne demişti?

Derken, yaşlı adam konuştu: “Oğul, sakalım aktır, geldiğim yer uzaktır, ruhumu dünyada tutan bin yıl evvel yaktığım ocaktır. Balalıkta atam Kayan dedi adıma, bir adımı bir ocağımı bıraktım evladıma.

Oğul! Demir Yer Ana iliği, yağmur Gök Ata kanıdır, ikisinden kılınır ki Gök Tanrı’nın ekvanıdır. Demirciler bekçisidir gökler ilmi sırrının, kollarında örsü döver muradı Gök Tanrı’nın.  Han dediğin Yenisey’e vuran günün ışığı, Kayan dediğin o ışığın aşığı, senin geçeceğin Gökler diyarının eşiğidir.

Oğul, ak don senindir senin olsun, atalar yolu kamlar dini dinin olsun, gök girsin kızıl çıksın yeminin olsun. Erlik Han’ın kara donu bulundu, Bay Ülgen’in akça donu çalındı. Gök Tanrı gücüne gider, acunu yerle yeksan eder, akça donu giy, kara donu bul, yedi cebeyi al, görklü tahta kurul. Tanrı gazabın uyanmadan, doğu göğü kızıla boyanmadan, kuzeyin kuzunu darmadağın et, börüler neslini irfanla yönet.

Oğul, benim çağımda, Tanrı adıyla yaktığım ocağımda, bir demirci yaşardı, nice işler başardı. Sen oğlumun oğlusun, benim kutlu görevime damarından bağlısın. Sözümü dinle, kara yazgıyı önle. Demircioğlu’nu bul, yanına al, yanıma gel. Kaftanla dolaşma, çalıyı dolan ite dalaşma, Erlik tohumu pisliğe bulaşma. “

Bir anda manzara silindi. Tekrar odasındaydı şimdi, eli kaftana uzanmış, dokunmasına ramak kalmış bir halde. Duydukları bu defa zihninde berraktı, aklına kazınmıştı. Bir anda gelişen bunca olayı sindirmeye çalışırken “eh, en azından adı Kayan imiş, onu unutmam bu defa” diye düşündü. Ve birden, komodinin üstünde duran telefonu çaldı, birkaç ay evvel atadığı melodisiyle, Nevid Müsmir’in yanık Türkmen sesinden:

“Sene direm Demirçoğlu
Apardılar serdarmızi…”


***

"Hani mavi denizlerim
Üç kıtada nal izlerim?"
Dilaver Cebeci, "Hasret"

Bölüm III: Demircioğlu

"Reis, gidiyor muyuz bugün Çemberlitaş'a?"

Batıralp bir an sesi tanıyamadı. "Ne Çemberlitaş'ı, ne gitmesi" diyecek oldu. "Orda mısın lan?" sorusuyla kendine geldi. Tabii ya, Cumartesiydi, Çemberlitaş'a gidecekti mutad üzre, akşama kadar "faşistlik yapacak", sohbet edecekti. Bir öksürükle boğazını temizleyip cevap verdi:

"Tamam, tamam. Geliyorum, kusura bakmayasın yeni uyandım. Geçiyor musun sen de?"

"Yola çıkarım birazdan, Kürşad'la konuştum gelemeyecekmiş bugün. Pek kalabalık olmayacağız gibi, belki erken kalkar gezeriz biraz, farklılık olsun."

"Tamam bakarız, hadi giyineyim çıkayım ben."

Telefonu kapattı. Bir anlığına, az evvel olan biten her şeyin rüya olduğuna inanmak istedi, işte Yavuz aramıştı, Cumartesi buluşmasına gidiyordu, en büyük derdi gelen misafirlerin çay parasını denkleştirebilmekti. Kafasını çevirip kaftana baktı. Hayır, her şey gerçekti işte, buz gibi hakikatti kaftan dolabının üstünde.

***

Tramvayda, kulaklığını takmayı unuttuğunu fark etti. İstanbul'un nefret ettiği dış mahallelerinin çirkinliğinden müziğe sığınırdı hep oysa. Kulaklığını taktı, oynat tuşuna bastı. Ghost Riders in the Sky, Christopher Lee yorumu... Gülümsedi; daha bir kaç ay önce "şu hayalet süvariler bana öyle gelse, seve seve ruhumu şeytana satardım ki şu tatsız sıradanlıktan kurtulayım, ebedi koşturmacalarına katılayım" demişti. Ses çıkarmadan, dudaklarını kıpırdatarak eşlik etti:

"Their brands were still on fire and their hooves were made of steel
Their horns were black and shiny and their hot breath he could feel
A bolt of fear went through him as they thundered through the sky
For he saw the Riders coming hard -- and he heard their mournful cry!

Yippie yi yay
Yippie yi ooh
The Ghost Riders in the sky!"


Çemberlitaş anonsuyla irkildi. Gökyüzünde şeytanın sürüsünü kovalayan bir kovboy olma hayalini bölmek zorundaydı bir başka seferde devam etmek üzre, gelmişti işte. Tramvaydan indi, bir sigara yaktı. Kendine şaşırıyordu, gördüğü rüya ve kaftan sürekli aklındaydı ancak çılgınca tepkiler vermiyordu, bin yıldır aşina olmuş gibiydi, her ne olduysa sindirmiş, kabullenmişti. Hala aynı adamdı işte, bildiği bir çok şeye bir şey daha eklemişti o kadar: Tamam, biraz, hatta oldukça ilginç ve sıradışı bir şey.

Çemberlitaş Türk Ocağı binası önünde yükseldi. Türk Ocağı lokaline giderken mezar taşlarının içinden geçiliyordu, insanlar buna alışmıştı, kimse hayret etmiyordu. Yalnız Batıralp kabullenememişti sanki, yalnızca o biraz tuhaf buluyordu bu durumu. Ne zaman bu mezar taşlarının önünden yalnız geçse, oturup bu taşları izlerken yazdığı şiirin son mısraını mırıldanırdı: "Bitti ve girdi mezara uyur gibi, her ölü..."

Lokal her zamanki gibi kalabalıktı, dikilip gözleriyle Yavuz'u aradı. Tanıdık bir kaç yüze gülümseyerek selam verdi:  "Neşter kesiği gibi duran acı bir tebessüm..." Derken gördü, köşeye tek başına oturmuş telefonunu kurcalıyordu. Yanına yürüdü, selam verdi:

"Ezen bolsun baurım, tek başınasın bakıyorum?"

"Evet abi ya, Mehmet'in işi çıkmış, Kürşad gelmeyeceğini söyledi. Diğerlerine de ben gelmeyin dedim. Seni alıp İstiklâl'e çıkarayım diyorum."

"E haydi o zaman. Biraz farklı mekan görelim madem."

***

"Reis aklıma düştü ya, benim kızın doğum günü. Şu dükkanda tüy kalemler var, onlardan istemişti. Ben bir girip bakayım. Sen sevmezsin bu işleri, iki dakika sigara falan iç olur mu? Bak karşıda bir emmi türkü söylüyor, onu dinleyiver, geliyorum."

Yavuz gördüğü dükkana girip Batıralp'i yalnız bıraktı. Alışverişten, "ıvır zıvır almaktan", hediye beğenmekten nefret ederdi Batıralp, bunu herkes bilirdi. Teklif dahi etmemişti içeri gel diyerek. Bir sigara yaktı, türkü söyleyen yaşlı adama doğru yürüdü. İstiklâl'de ne zaman bir türkücü görse mutlu olurdu, her çeşit "egzotik"liğin beğenildiği ancak Anadolu'ya dair ne varsa bayağı görüldüğü bu caddede. Yaklaşırken adamla gözgöze geldi, iki kişi daha dikilmiş onu dinliyordu. Adam masmavi gözleri, sarkık bıyıklarıyla ona dik dik baktı. Ve birden çaldığı havayı değiştirdi. Ona bakarak okuyordu türküsünü, daha iyi duymak için iyice yaklaştı Batıralp:

"Dağlarıma kastı nedir devranın
Yaylaya çıkılıp gezilmez oldu
Yekinin erenler, erler davranın
Yağı nerden basar sezilmez oldu

Kol kalkmaz eyledi yaşlıyı yaşı
Akıncılar atsız gözcüler şaşı
Koma ha diyende gavurun başı
Altmış batman gürzle ezilmez oldu

Yad ele yar ettim Hind'i Yemen'i
Kabusa değiştim kutlu kömeni
İt Barak soyunun dokuz tümeni
Bir kurt narasıyla bozulmaz oldu

Ak dona bir kara leke bulaştı
Kutlu yolun izi Yek'e bulaştı
Tavlama bir soysuz teke bulaştı
Göğümde atmacam süzülmez oldu

Yoldaşlık dağıldı yitti nökerlik
Acuna yeğ oldu bunlu mezerlik
Tanrılar çağında ettiğim erlik
Küfürden sayıldı yazılmaz oldu

Okunan yadırgı irfanı şimdi
Kurdoğlu çakalın sütünü emdi
Bilinmez kurt soylu kağanlar kimdi
Sözü bengütaşa kazılmaz oldu

Börüye "sus!" dendi, itlere "ürü!"
Aradı Yalquzaq kendine sürü
Deve yavrusuna ağlayan börü
Eniği öldü de üzülmez oldu

Demircioğlu'yum karardı göğüm
Yaşadığım boşa, boştur öldüğüm
Kam Ata'nın düşte attığı düğüm
Aklımda, gönlümde çözülmez oldu..."


Demircioğluyum... Demircioğlu! Kayan'ın bulmasını istediği adam, onu bulmuştu işte. Kendisinden başka kimsenin kalmadığını fark etti, adamın türküsü pek hoşlarına gitmemiş olacak ki, ayrılmışlardı, tek başına karşısında dikiliyordu. Heyecanını bastıramayarak kolundan tuttu adamı:

"Demircioğlu, sen misin? Yedi Cebe ne demek, sana bir şey ifade ediyor mu?"

"Yedi Cebe'yi bilirim, peşinde dünyayı dolaştım, teker teker aradım, buldum, bir araya getirdim. Ama uluorta sana ne olduğundan bahsedecek değilim. Gözlerinde Kam Ata'yı gördüm, deyişimi değiştirdim. Anladım ki sen de bizdensin."

"Sizden mi? Siz kimsiniz peki?"

"Şimdilik boşver bunu. Bana Kam Ata'yı nasıl gördüğünü anlat."

"Bilmem... Önce rüyama girdi. Sonra uyanıkken... Gerçi, belki de hala uyuyordum, bilemiyorum. Rüyama girip bana adını söyledi, oğlumun oğlusun dedi... Sonra odamda bir beyaz kaftan buldum."

Demircioğlu'nun yüzü değişti. Gözleri büyüdü, kolundan sıkıca kavradı. Ara sokağa doğru çekti Batıralp'i, dikkat kesildiği ve heyecanlandığı her halinden belliydi.

"Adı ne peki Kam Ata'nın? Adının ne olduğunu söyledi sana?"

"Kayan dedi sanırım."

"Sen O'sun. Son kırk yılımı senin için hazırlanmakla geçirdim ben... Nihayet çağı erdi, hüküm vakti çattı demek..."

"Peki sen kimsin? Kayan bana Demircioğlu diye birini bulmam gerektiğini söylemişti, ama ne senin kim olduğunu biliyorum, ne de neden bulmam gerektiğini."

Demircioğlu gözlerini kapatıp munis bir melodiyle mırıldanmaya başladı:

"Bir seher vaktinde dokuz yaşımda
Kam Ata göründü gözüme benim
Kuzeyin karası esen başımda
Işığını sürdü yüzüme benim

Bunalmış idim ben kuzey kuzundan
Isırgan yelinden yakan buzundan
Çıkardı Kam Baba öz kopuzundan
Tel verdi, kut verdi sazıma benim

Ağladım gözümden yaşımı sildi
Halimden anladı derdimi bildi
Göklerin ateşin içime saldı
Tininden od verdi közüme benim

Gören gözüm oldu Tanrı'yı gördüm
Tutan elim oldu Ak Kaz'ı sardım
Ayağım oldu da göklere vardım
Yenigün erişti güzüme benim

Demircioğluyum ben ben değilim
Tutarsam Kam Ata elidir elim
Söyleşsem ağzından konuşur dilim
Sözleri karışır sözüme benim"

Ben Demircioğlu'yum, senin yükün sana, benimki bana. Yedi Cebe'yi bulmakla görevliydim, buldum, bir araya getirdim, senin için hazırlandım. Uluorta çok konuşmayacağım. Yarın akşam Neyzen'in kabri başında olacağım. Yalnız gel. Kaftana dokunma, dışarı çıkarma, ilişme dursun.

O esnada, Yavuz, biraz da Batıralp'e bakınmış olmanın acelesiyle bağırdı "Reis nereye kayboldun yahu!" Batıralp arkasını döndü. Yavuz elinde bir poşetle geliyordu. Tekrar Demircioğlu'na baktı. Gitmişti, "kırklara karıştı herhalde" diye güldü.

"Ne var yahu, şiir yazıyordum dalmışım. Aldın mı hediyeni?"

"Aldım aldım. Boğaziçi'ne mi gitsek, pek tadı yok bugün İstiklâl'in?"

"Olur gidelim. Çocukları da çağıralım."

Her zamanki gibi ateşli ateşli konuşmaya başladılar yürüken. Batıralp performansından hiç bir şey kaybetmemişti, hararetle anlatıyordu yine, ama gözleri biraz donuk bakıyordu sanki, dikkatle bakan biri hemen fark edebilirdi...

M. Bahadırhan Dinçaslan
"Onen i-estel edain, ú-chebin estel anim"