Bölüm 4 – Noa
12 YIL ÖNCEElli beş yaşındaydı, ama kısa beyaz saçlarına nispet yapar gibi, yüzü pek bir diri görünüyordu Rylei’nin. Bir akşamüstü, evinde oturmuş, tatilin keyfini çıkarıyordu. Henüz bir hafta önce, kalan son öğrencisini, Filler’i eğitmeyi tamamlamış, artık emekliye ayrılmanın zamanı geldi diye düşünüyordu.
Belki de mezun ettiği son öğrenci olduğu için, ya da belki de sadece açık yürekli bir genç olduğu için, Filler’dan ayrılışına hayli üzülüyordu. Yine de, elden bir şey gelmezdi.
Piposunu yaktı ve yenile hazırladığı çayından bir yudum aldı. Havanın soğuk olmasından dolayı öğleden sonra yakmıştı evindeki taş şöminesini. Bu, günümüz şömineleri gibi süslü bir sıcaklık kaynağı değildi elbet. Kendi icadı, hatta belki de tüm mal varlığıydı. Ahşap küçük sandalyede oturmuş, bir yandan da yalnızlığa mahkûm kalışına isyan ediyordu.
Tam da bu sırada, genç bir oğlan çocuğu şöminenin önünde belirdi.
Havada, uğultulu bir sessizlik hâkimdi. İhtiyar, şaşkınlıkla oturduğu yerden havaya sekti, elinde tuttuğu çay kâsesi hışımla yere düştü. Fakat bunun farkında bile olmadı, sadece çocuğa dikkat kesilmişti. Görünüşe göre, çocuk derin bir uykudaydı.
Çocuğun yüzüne ellerini götürdü, fakat herhangi bir hareketlilik yoktu. “Uyan, evlat.” Dedi. Çocuktan bir ses gelmedi. Büyü ile uyutulduğuna yemin edebilirdi. Çocuğun sırtına dokundu. Başka türlü, Lyner bu kadar erken uyanmayacaktı.
Ancak, tam da çocuğun uyandığı sırada her taraf karardı. Karanlık bir sis perdesi tüm ülkenin üstüne çökmüş, her yeri kör, koyu bir perde kaplamıştı. Lakin ihtiyar buna şaşıracak zamanı bulamadı. Çocuğun gözlerindeki o kızıl çembere odaklanmıştı zira. Sadece birkaç salise görmüştü onu, o şeytani gözleri.
“Bu mümkün değil!” dedi.
Hiçbir şeyden haberi olmayan Lyner, pencereden gelen ışığı kesmekte olan karanlığın dağılışını izliyordu. Pencereden içeri yeniden ışık girmeye başladı ve o kasvetli, soğuk hava yok oldu.
“Siz kimsiniz? Annemi istiyorum!” dedi Lyner. Fazla korkmuş görünüyordu. Rylei’nin yüzündeki şok ifadesi ise, hala ziyadesiyle belirgindi. O ifade, Lyner ağlamaya başlayana kadar hiç dağılmadı. Zavallı çocuk ağlayarak, annesinin yanına dönmeyi arzuluyordu.
İhtiyar piposunu bir kenara koyarak, ona sarıldı. “Söyle bakalım, genç.” Dedi. “Annen senin ağladığını görse ne derdi? Erkek adam, asla başkalarının önünde ağlamamalıdır!” Yutkundu ve bir nefes aldı. “Annen kimdi? Seni ona götüreceğim.”
Çocuk, bir anda ağlamayı kesip gülümsedi. “Beni ona götürür müsünüz gerçekten? Onun adı Leila.”
İhtiyar, şimdi yüzüne daha sağlam bir şok ifadesi yerleştirdi. Tüm senaryo, tek bir isimle açığa kavuşmuştu. Şöminenin önüne ışınlanan bir çocuk, gözlerindeki kızıl leke, her yerin kararması.
“Yoksa…”
İhtiyar önce ağlamak istedi. Zira, Leila’nın bu çocuğu ışınlayarak kendini feda edişi, çok açıktı. Sonra, yeniden ağlamak istedi, zira çöken karanlık, Ryner’ın gözlerinin uyanışını temsil ediyordu. Daha sonra, yeniden ağlamak istedi, zira az önce, bu çocuğa tutamayacağı bir söz vermişti.
İhtiyar ayağa kalkıp, sandalyesine oturdu. “Hemen ayağa kalk, çocuk” dedi. Lyner’ın, büyük bir hevesle ayağa kalkışın seyretti. “Şimdi de arka bahçeye gidip, tüm domatesleri sulamanı istiyorum.”
Lyner anlam veremeyen bakışlarla ihtiyara bakıyordu.
“Anneni tanıyorum. Benim öğrencimdi. Sana büyü öğretmem için seni bana gönderdi.”
Lyner, anlam veremeden bakmaya devam ediyordu.
“Ne duruyorsun, çık hemen!” bu kez bağırmıştı. Lyner korkuyla kendini evden dışarı attı. “Ben uyuyacağım, beni uyandırırsan, seni öldürürüm.” Şeklinde bağırmaya devam ediyordu, Rylei.
Onu hemen dışarı yollamasının, çok daha önemli bir sebebi vardı. Lyner evin arka tarafına doğru koşarken, ihtiyarın gözleri çoktan sulanmaya başlamıştı. O genci evin dışına göndermesinin sebebi, bu iki çift gözyaşıydı tabi. Kendini kalkıp, yatağına yürürken buldu.
Leila’nın, Lyner’ı şöminenin önüne ışınladığını hatırladı yaşlı adam. “Şöminenin önü ha!” diye düşündü. “Bu, ona iyi bak mı demek oluyor, seni kahrolası velet!” O şöminenin Rylei için ne kadar önemli olduğunu bilen, onun en büyük sırrını paylaşabildiği tek kişi, Leila, artık ölümü tatmıştı.
LYNER’IN KUZEY KAMPINA VARMASINDAN İKİ HAFTA SONRALyner, aylaklık ve tembellik yapmanın imkânsız olmasını kınayarak her saniyesine küfrettiği hayatını, ne daha kötü yapabilirdi diye düşünürken, cevabı Filler verdi.
“Bu gecenin nöbetçisi sensin, Lyner.”
Eğer bir volkan olsaydı, Lyner kesinlikle patlardı. En sıkıcı işlerin ve sorumlulukların sırtına yük edildiği bu hayattan tek beklentisi, günün elli altı saatini rahatsız edilmeden uyuyabileceği ve sınırsız yemeğin kendine servis edileceği bir han odasında, yumuşak bir yatağa sahip olmak ve hiç para vermemekti. Fakat o, herkes yavaş yavaş yatağına girerken, somurta somurta gözetleme kulesine tırmanmaya koyuldu. Gerçi aklındaki tüm isyan mekanizmalarını gecenin bir yarısı bir kenara atıp, uyuya kalmıştı. Eğer uyuya kalmasaydı, saat iki civarında kampın kapısından içeri dalan Leon casusunu görürdü.
Lyner, ancak birkaç saat sonra uyanabildi. Gökyüzünde patlayan bir bomba, ya da ona benzer bir şey, gökyüzünü kızıla çalmıştı. Çıkardığı ses o kadar yüksekti ki, Lyner bile derin uykusundan aniden uyanarak gözetleme kulesinin üstünde yalpaladı ve neler olduğunu anlamaya çalıştı. Dikkatle çevresine bakındığında, Komutan Filler’ın çadırını delerek göğe değin yükselen büyünün kızıl dumanlarla bıraktığı izi gördü. Bu, apaçık bir işaret fişeği gibiydi. Hemen ardından, son derece kalabalık bir asker grubunun, kampın girişinden içeri daldığını görebildi.
Lyner’ın hayatta ilk kez tattığı bu duygunun ismi, pişmanlıktı sanırım. Birkaç saniyede, neler olduğunu kavramayı denedi ve ne yapması gerektiğini bulmaya çalıştı. Çadırlarından dışarıyı gözetleyen bir grup pijamalı asker gördü.
“Kahretsin!”
Leon askerlerinden bir ya da birkaç kişi gizlice içeri dalıp, komutan Filler’ı bir savaş başlatmadan önce savaş dışı etmeye çalışmış olmalıydı. Peki o kızıl işaret, başarılı olduklarını mı gösteriyordu, yoksa başarısız olduklarını mı? Bunu anlamak için, kapıdan içeri bir sürü halinde dalan Leon askerlerinin yüzlerine baktı. Tedirginlik. Eğer o işaret başarı anlamına gelmiş olsaydı, askerlerin yüzü gülmez miydi?
Lyner iki seçenek üstünde durdu. Filler’ın çadırına gidip duruma müdahale edebilirdi. Ya da içeriye dalmakta olan yüzlerce Leon askerinin karşısına dikilip, kendi askerlerine savaşa hazırlanmaları için zaman kazandırabilirdi.
Birkaç salise içinde, kendini Leon askerlerinin karşısına ışınlamayı başardı. Filler ile alakalı aklındaki negatif düşünceler ve hissettiği bu garip huzursuzluk, ki tam açılımı kendini suçlu görmekti, beynini kemirip duruyordu ama o yine de en doğru olan seçeneği birkaç saniye içinde bulup, o yönde kararlar vermişti.
Kendini kampın girişine ışınladığında, iki yüz kadar askeri seçebiliyordu Lyner. Fakat uzaklardan hala buraya doluşmakta olan askerler olduğunu da görebiliyordu. Bu bir çatışma falan değildi, bu, resmen bir savaştı.
İri yarı, uzun burunlu bir adam, askerlerin en önünde durmuş, kendine güveni ziyadesiyle yüksek bir şekilde etrafına göz gezdiriyordu. Başı o kadar büyüktü ki, kafasındaki hasır şapka bir oyuncak gibi görünüyordu. İri yarı kolları ve bacakları, diğer Leon askerlerine kıyasla son derecede fiyakalı bir üniforması vardı. Uzun bıyıkları tüm yüzünü gizliyor, hasır şapkanın altından birkaç tel beyaz saç fışkırıyordu.
Diğer askerlerden birkaç metre ileride durmuş, beklediği gibi karşılanmayışının verdiği soru işaretleriyle kafasını meşgul ediyordu. Karşısında yüzlerce asker bekliyordu, küçük bir çocuk değil.
Lyner gülümseyerek adama dik dik bakıyordu.
“Hoş geldiniz” dedi. “Buraya savaşmak maksadıyla geldiyseniz, oturup bir kâse çay eşliğinde konuşarak anlaşabileceğimize inanıyorum.”
Lyner dalga falan geçmiyordu. Bir çocuğun savaşları saçma bulması kadar olağan, dünyada başka hiçbir şey olamazdı. İnsanlar birbirlerini öldürmemelidir. İnsanların yapacağı tek iş, oturup karşılıklı birer kâse çay içmektir çok çok, en azından Rylei böyle söylerdi.
Lakin Leon komutanı bu davranışı küstahça ve fazla kendinden emin buldu. Onun için kabul edilemeyecek tek şey, bu yerden bitme çocuk tarafından dalga geçilmekti. Yüzündeki gülümseyiş ve kendinden eminlik kayboldu ve çok daha ciddi bir ifade aldı.
“Benim kim olduğumu biliyor musun sen, çocuk!” dedi. “Adım Noa. Leon imparatorluğunun yüksek amirali.”
Lyner gülümseyişini gıdım dahi azaltmadan, adamın gözlerinin içine bakmaya devam etti.
“Benim zalim kralım bile bir ülkeyi fethe çıktığında ültimatom göndermenin onurlu bir davranış olduğunu biliyor.” Lyner, kampın dışına dikkatle baktığında, ucu bucağı görünmeyecek kadar çok asker olduğunu gördü. Yüzlerce asker. Israrla, oradan buradan akın etmeye, kalabalık Leon askerlerine katılmaya devam ediyorlardı. Lyner gibi bir genç için bile, durumun ciddi bir hal aldığı açıktı.
Noa, şaşkın bir ifadeyle çocuğun yüzüne bakmaya devam ediyordu.
“Bu işler böyle yapıldığında daha zevkli oluyor, evlat.” Dedi. “Onurlu savaşlar geçtiğimiz yüzyılda kaldı. Savaşları bilirsin. Onurlu olup olmamak, ölü sayısını değiştirmiyor.”
Lyner esneyerek adamın gözlerinin içine bakmaya devam etti ve gülümsedi.
“Eğer topraklarınız nüfusunuzu barındırmakta zorlanacak kadar azsa, size bir iki ev satın alabilirim.” Dedi. “Sonuçta sadaka ile savaşlar arasında çok ince bir çizgi vardır.”
Yaşlı amiral şok geçirmiş bir halde çocuğun yüzüne bakmaya devam etti. Birkaç yüz askerin önünde ilerleyen, yer yer beyazlamış saçları olan, ancak hala orta yaşlı olduğu belli bir adamı o sırada seçebildi. Yüzünü o tarafa çevirdi. Küçük bir kahkaha attı.
“Komutan Filler, sonunda yüzünüzü görebildik. Eh, bu kadar kolay ölmeyeceğiniz belliydi.”
Filler yalnız başına yüzlerce askeri havaya uçurabilecek türden bir adamdı. Amiral Noa için bile, ziyadesiyle zorlu bir rakip olabilirdi. Sayı üstünlüğüne sahip olmanın bu tip adamlar karşısında önemsiz olduğunu biliyordu Noa. Kurduğu strateji de, bu tip bir gücü daha savaş başlamadan saf dışı edebilmekti, ancak başarısız olacağı daha en baştan belliydi.
Noa’nın ordunun en önünde savaşması, büyük bir riskti. Ancak, askerlerin arkasından gelmesi, çok daha büyük bir risk olurdu. O hem bir motivasyon kaynağı, hem de önemli bir savaşçıydı.
“Lyner, buraya gel.” Dedi Filler. Yüzünde, daha önce hiç olmadığı kadar ciddi bir ifade vardı. Lyner’a kızgın değildi, tam tersine minnettardı. Belki aylaklık etmek isterken görevini yerine getirememişti, lakin Filler onun uyuyacağını zaten bile bile onu görevlendirmişti. Üstelik yüzlerce düşmanın karşısına dikilip, askerlerin hazırlanması için zaman kazandırdığını görmemek, bir nankörlük olurdu.
“Hayır, efendim. Bu adamla şerefli olmak üzerine hoş bir sohbet içerisindeydik zira.” Diye yanıtladı Lyner. Komutan Filler’a bakıp gülümsüyordu. Komutan Filler derin bir iç çekti. Nasıl bir cevap verebileceğini bile kestiremiyordu.
Noa’nın iki elini vücudunun önünde birleştirmesi, o kadar kısa bir sürede gerçekleşti ki, Filler son ana kadar bunu göremedi.
“Üç başlı Salamander!”
Filler henüz bir büyü şeridi yaratamadan, başı ejderhaya benzeyen üç büyük ateş topu, hızla üstüne doğru ilerledi. Ellerini önde birleştirdi, ama çok yavaş olduğunu fark etmekte gecikmedi.
Bu, Filler’in yaklaşık iki hafta önce Lyner’a saldırırken kullandığı büyü şeridi gibi, üç üçgenin iç içe geçtiği bir büyü şeridiyle oluşturulmuştu. Filler ve askerlerinden hiçbiri, bu büyüye karşılık verebilecek anı yakalayamamıştı. Lyner dışında.
Yuvarlak bir büyü halkası hızla büyüdü ve Noa’nın yaptığı büyünün önüne kendini siper etti. Lyner’ın kullandığı büyü şeridi, normal bir şeritti. Ateşten ejderhalar kalkana çarpıp, onu un ufak etti ancak, kalkan büyüyü birkaç saniye de olsa tutabilmişti. Filler’ın karşı büyü oluşturmak için ihtiyacı olduğu zamanı kazanması, bu birkaç saniye sayesinde oldu.
“Kuzeyin üçüz ışınları!”
Üç beyaz ışın, hızla salamanderlere çarptı ve havada patlayarak her iki saldırı da birbirini bloke etti.
Noa’nın gözleri, Lyner’a kaydı. Sıradan bir büyü kalkanıyla dahi, bu amansız saldırıyı birkaç saniye tutabilmişti. Lyner kalkanın kırılacağını çok iyi biliyordu. Noa’nın yarattığı büyü şeridinin çok farklı bir büyü şeridi olduğunun farkındaydı. Lakin, tüm gücüyle Filler’a birkaç saniye kazandırmak için hızlı bir karşı savunmada bulunmuştu. Bunu hem Noa, hem de Filler rahatlıkla fark edebildi.
Fakat tuhaf olan şey şuydu ki, Noa şaşkın bir ifadeyle Lyner’ın olduğu yere yeniden bakınca, onu orada göremedi. Şaşkınlığı iki katına çıkmıştı ve gözleri onu aradı. Sırtındaki hançeri o sırada fark edebildi.
“Ne güzel, konuşuyorduk.” Dedi Lyner. Noa’nın arkasında, elindeki hançeri Noa’nın sırtına dayamış bir şekilde duruyordu. “Gerçekten de, neden böyle ahlaksız bir harekette bulundunuz?”
Her şey sadece birkaç saniyede gerçekleşti. Noa’nın askerleri hemen birer büyü şeridi oluşturarak şok içinde Lyner’a doğrulttu.
Noa, Lyner’ın onu öldüreceğini sandığı için, vermemesi gereken bir emir verdi.
“Beyler, saldırın!”
Lyner eski yerine ışınlanırken, ateş ve yıldırımlardan oluşan bir büyü yığını, direkt olarak Noa’ya çarptı. Leon Amirali, kendi adamları tarafından, tam o sırada saldırıya maruz kalmıştı.
Lyner ifadesiz bir şekilde olayı seyrediyordu.
“Sanırım, yine birinin ölmesine sebep oldum.” Dedi.
Noa’nın tekrar ayağa kalkmasına sevinen tek Resdan askeri, o olmalıydı.