Kayıt Ol

Zuah Mühürleri (4. bölüm eklendi)

Çevrimdışı serhan1310

  • **
  • 91
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Zuah Mühürleri (4. bölüm eklendi)
« : 08 Şubat 2014, 13:04:44 »
Not: uzun zamandır planlayıp yazmaya başladığım kitabın ilk ve yazdıklarım arasındaki en yavaş işleyen bölümlerden biridir. Yazmanın heyecanıyla gözden kaçırdığım imla hataları için kusuruma bakmaz yapıcı eleştirilerinizle ve beklentilerinizle yön verirseniz sevinir, okuma zahmetine katlanan tüm dostlara teşekkürlerimi sunarım. Hepinize saygılar...
ZUAH MÜHÜRLERİ
1.bölüm
DAMMO MAİR
   Hayat adil değil… Uzun eğitim yıllarından sonra aldığı her görevi sorguladığında bu sözle karşılaşmıştı. Neden.. Niye… ve cevap hep aynıydı Hayat adil değil. Görevi sorgulamadan itaat ve ölümüne bağlılıktı. Yine de Dammo kendi içinde sorgulamadan edemiyordu. Acaba gerçekten tanrıya mı hizmet ediyoruz diye. Yağan yağmur ve karanlığın altında, zorlukla yaktığı kamp ateşinin başında dinlenirken geçmişini düşünmekten ve sorgulamaktan başka yapacak daha iyi bir şey bulamamıştı.

       Beş yaşındayken Doai muhafızları test etmeye gelmişlerdi. Önüne tuhaf nesneler koyup içinden birini seçtirmiş sonra başka nesneler koyup yine seçtirmişler ve bu işlem sürekli değişen nesnelerle birkaç kez daha tekrarlanmıştı. Dammo için o an sadece eğlenceli bir oyundu. Hayatı sorgulamaya ilk o zaman, ailesinden koparılıp Quat Doai’ ye götürüldüğünde başlamıştı. Acaba gerçekten testi geçmişiydi yoksa sadece çocukları almak için testin gerçek olmayan bir bahane mi olduğunu hep merak etse de uzun eğitim yıllarında bunu hiç öğrenemedi. “Geçemeseydim ne olurdu? Ailemle huzurlu bir hayat yaşar mıydım? Ya da eğitimde başarısız olsaydım?...” Doai Muhafızlığı için seçilip sınavı geçemeyenlerde vardı. Onlara ne olduğuna dair sayısız söylenti dolaşıyordu etrafta. Kiminde öldürüldüklerini, kiminde ise ışık için kurban edildiklerini… Ama her söylentideki ortak son aynıydı. Okulda ise kendilerine sadece “Işıkta yönlerini bulamayanlar karanlıkta yürümeye mahkûm oldular” denmişti.

       Yağan yağmur iyice arttığında sığındığı ağacın yaprakları bir nebze olsun ıslanmasına engel olsa da yeterli değildi. Günlerdir Islak ormanın derinliklerine doğru ilerlerken ormanın ismini hak ederek kazandığına karar verdi. Yağmursuz tek bir gün bile geçirmemişti ve zemin kaygan yosunlar, çamur ve dökülmüş yapraklarla kaplıydı. En büyük tehlike zemini kaplayan yapraklardı. Her an yaprakların kapattığı bir çukura veya bataklığa yakalanma riski yüzünden oldukça yavaş ilerliyor ve sadece gün ışığında yol alıyordu.  Pelerinin başlığını iyice yüzüne çeken Dammo Mair dizleri üzerine yere oturdu.

       “Bizlere ışığı veren tanrım keskin kılıcınla inananlarını koru. Karanlığa karşı silahlanmış olan bizleri cesaretle onurlandır ve kalplerimizi korkudan arındır. Sen ışığın değerini anlayalım diye bize geceyi verensin. Ne kadar karanlıkta kalırsak kalalım her zaman ışığın var olduğunu bilelim diye gökyüzünü yıldızlarla taçlandıransın. Yolumu aydınlat ve her türlü sapkınlıktan koru.”

       Gece duasını bitirdikten sonra uyumak için yaşlı ağacın gövdesine sığındı. Bu yolculuğa çıkmayı hiç istememişti. Nedeni korku ya da gideceği yerin aylarca sürecek bir yolculuğu beraberinde getirecek olmasından değildi. Bu sefer hedefi doğaüstü olarak adlandırdıkları ve hepsine ifrit dedikleri canlılardan biri yerine insandı. Nantia’ nın kuzey batısındaki yalnız adada yaşayan ve zaman dışı salonu yıkarak içindeki kötülükleri serbest bırakmakla suçlanan bir kadın. Yüce rahip görev için kendisini seçtiğinde başka seçeneği olmasa da itiraz etmişti ama kardeşlikteki en iyi Doai Muhafızı olduğu için bu göreve uygun görülmüştü. Ben insan öldürmem şeklinde itirazları yeterince ikna edici olamamıştı. Yine de önünde zaman sınırı yoktu. Sadece görevi bitmeden Quat Doai ye dönemeyecekti. Evim diyebileceği tek yer. Yaz diyarı topraklarının güney batısında kalan ufak ada.

       Şimdi ise hedefinden oldukça uzakta başka bir av peşindeydi. Birkaç gün önce geçtiği Akça köyünün güneyindeki Islak ormanda, sık sık kaybolanların olduğunu ve son zamanlarda köyün içinde de kayıplar yaşandığını öğrenmişti. Bazen bir koyun bazen tavuk ve ara sıra yatağından alınmış küçük çocuklar. Kaldığı hanın yaşlı sahibi bunları kendisine anlattığında Dammo yolculuğunun seyrini değiştirip ormana gitmeye karar verdi. Bu onun yaşam amacıydı ve yaşlı hancı hikâyesini zaten bu yüzden anlatmıştı. Bir Doai Muhafızı insanlara zarar veren her şeye karşı savaşmaya yemin ederdi ve hemen her yerde bu yaşam tarzları yüzünden saygıyla karşılanırlardı.

       Islak bir gece daha sona erdiğinde Dammo Mair bir parça güneş görebilme umuduyla gökyüzüne baktı. Yağmur dinmiş olsa da iç karartıcı bulutlar hala gece bıraktığı yerde, yağmurla tehdit edercesine duruyordu. Eskiden beyaz olan pelerinini göğüs zırhına bağlayan güneş şeklindeki altın tokayı açıp pelerinini çıkartarak üstündeki suyu sıkarken son zamanlarda bunu ne kadar sık yaptığını düşündü. Pelerininin altındaki ağır plaka zırhı hava kapalı olsa da göz alıcı şekilde duruyordu. Doai Muhafızlarının geleneksel altın kaplama Güneş zırhını kuşanmıştı. Göğüs plakasına değerli ateş taşlarıyla işlenmiş güneş motifi adeta güneşi göğsünde taşıyormuşçasına ışık saçıyordu.  Aynı şekilde dirseklikleri ve dizliklerinde de altın güneş figürleri vardı. Çizmelerinin üstüne giydiği ayaklarından başlayıp dizine kadar gelen zırh parçası ise kadim semboller ve yazılarla kaplıydı. Altın kaplama zırhın hemen her yerinde zarif semboller ve koruyucu tılsımlar bulunuyordu. Ayaklıklarda hız ve dayanıklılık duaları, göğsünde cesaret, kollarında güç ve yüzünü tamamen kapatan miğferiyle boyunluğunda ise bilgeliği temsil eden işlemeler. Bir zırhtan daha çok gösteri için yapılmış bir sanat eseri gibi kusursuzdu.

       Zırhın metali sadece Quat Doai’ de çıkan bir cevher katılarak yapılıyordu ve bu cevheri çeliğe katmanın yöntemi sadece Doai baş demircisi tarafından bilinirdi. Doai Muhafızları hiçbir krallığa bağlı olmayan kendi katı kanunlarıyla yaşayan bir topluluktu. Dammo Mair ise en üst seviye olan Altın Güneş muhafızıydı ve bu rütbeye en genç ulaşan kişiydi. Yirmi beş yaşında güneş zırhını kuşanmaya hak kazanarak yıldız zırhını çıkartmıştı.

       Giydiği değerli zırh pek çok hırsızın ve kanun kaçağının dikkatini çekse de Güneş zırhı kuşanmış bir Doai Muhafızını soymak isteyenlerin bunu en az iki kez düşünmeleri gerekirdi. Çoğu zaman haklarında yazılmış hikâyeler ve destanlar bile bu düşünceleri barındıranları caydırmaya yetmekteydi. Suyu yeterince sıktığına kanaat getiren Dammo zarif bir hareketle pelerinini sırtına atıp altın tokasıyla tekrar yerine tutturduktan sonra gövdesine sığındığı yaşlı ağaca yasladığı savaş çekicini alıp belindeki kemere taktı. Ona yargıç adını takmıştı ve eski dilden harflerle çekicin düz olan kısmına bu isim kazınmıştı. Bir tarafı kırmak ezmek, diğer tarafı ise saplanıp zırh delmek için yapılmış olan çekicin sapı özel olarak kaynatılmış deriyle sarılmış ve daha sıcakken macun kurumadan elinde tutması gerekmişti. Bu can yakıcı olsa da nedenini günler sonra anlamıştı. Sapı tam parmak boğumlarına oturacak biçimde şekillenen ağır çekici çok daha rahat kullanıyordu. Bacağında ise İnfaz adını verdiği çift tetikli arbaleti attığı her adımda tembelce sallanmaktaydı. Aynı anda ya da sırayla iki ok atabilen silahı genelde avlanırken kullansa da gerektiğinde hem yargıcı hem de infazı aynı anda kullanabilecek şekilde eğitilmişti.

       Önünden geçen zehirli bir orman yılanını umursamadan elindeki uzun ağaç dalını bir adım önüne vurup zemini kontrol ettikten sonra tekrar ilerledi. Her adımda bunu tekrarlamaktan sıkılmış olsa da yapraklarla kaplı ıslak orman zemininde güvenle ilerlemesinin tek yolu önce kontrol etmek. Aksi takdirde her an bir bataklığa saplanabilir ve üstündeki ağır zırhıyla bu pekte hoş olmayan bir ölüm sebebi olurdu.

       Sonunda aradığı izleri bulduğunda hava kararıyordu. Tekrar yağmur başlayıp izleri örtmesin diye engellere aldırmadan olabildiğince hızlı ilerlemeye başladı. Bir ağaç dalında derine gömülmüş pençe izleri, birkaç adım ötede çamurda perdeli bir ayak izi, bir yerde havada ormana ait olmayan keskin koku, yarısı çürümüş diğer yarısıysa yenmiş kokmakta olan bir tavşan.  Her adımın kendisini avına daha da yaklaştırdığını biliyordu. İzler Dammo’yu ormanın ortasında çokta büyük olmayan bir göle kadar getirdiğinde hava tamamen kararmıştı. Bulduğu son ayak izi daha küçüktü ve gölün hemen yanındaki ıslak zemindeydi. Gökyüzünde ne yıldız nede ay ışığı vardı ve birkaç adım ötesinden başka şey göremiyordu. Dammo beline asılı ufak deri çantayı kurcalayıp içinden kullanmayı hiç sevmediği iksirlerden birini çıkardı. Doai rahiplerini asıl ölümcül yapan savaşlardan önce kullandıkları bu iksirlerdi.  İçmek alışık olmayan bir insan için her zaman ölümle sonuçlanırdı ama o çocukluğundan beri kullandığı için artık yeterli bağışıklığı kazanmıştı.

       Şişenin mantar tıpasını açıp bir yudum aldı. Yakıcı sıvı boğazını adeta parçalarcasına sızlatıyordu. Bir an nefesi kesildi.  Yere oturup gözlerini kapatarak duaları ezberden okumaya başladı. Midesine giren kramplar nedeniyle birkaç kez kusacak gibi oldu ama kusmaması gerekiyordu. Eğer kusarsa bir işe yaramayacak ve bütün o acıya boşa dayanmış olacaktı. İksirin yakıcılığı azalırken parmak uçlarından başlayan bir sıcaklık ve karıncalanma hissetmeye başladığında artık hazırdı. Gözlerini açtığında orman günlerdir hiç olmadığı kadar gözleri önüne serilmişti. Şimdi önünde uzanan gölü ve gölün ortasındaki ufak adayı görebiliyordu. Kedi özü diyorlardı içtiğine. Daha hızlı hareket etmesini sağlıyor, tıpkı gece avcısı yırtıcı hayvanlar gibi karanlıkta görmesini sağlıyordu. Normalde göremeyeceği kadar uzakları görüp duyabiliyordu. Göldeki adacıktan gelen çürümüş kokular midesini bulandıracak kadar keskindi artık. Adada ağaç dalları ve yapraklardan yapılmış küçük kubbemsi yerler vardı.

       Şimdiye kadar gördüğü en tuhaf yaratıklardan bir topluluktu gördüğü. Kertenkeleyi andıran suratlar, kırmızı pullarla kaplı gövdeler, uzun kuyruklar ve insansı eller. Ellerinde dört parmakları vardı ve hepsinin ucu bıçak kadar keskin bir pençeyle sonlanıyordu. İki ayak üzerinde insan gibi hareket ediyorlardı ama bazıları kertenkele gibi hızla sürünüyordu.  

       Bir tanesi gölden çıkıp yakaladığı balığı küçük olana uzatarak “yemekisss” diye tıslarcasına konuştu. Duyduğu ses Dammo’nun tüylerini ürpertti. Bir doğaüstü canlıydı. Yaratıcı tarafından değil unutulmuş çağlarda kadimler tarafından yaratılmış türlerden biri. Kadimler kendilerine hizmet etmeleri için pek çok çarpık şey ortaya çıkarmışlardı ve dünyadan göçüp gittiklerinde eserleri nefes almaya ve üremeye devam etmişlerdi. Doai Muhafızları bu çarpıklıklar nefes aldığı sürece herkesin lanetlenmiş olduğuna inanırlardı ve tek amaçları bu çarpık varlıklara son vermekti. Hem rahip hem asker. Kendilerini yaratıcıya adamış kutsal savaşçılar.

       “Acsss delimssss adasssss”

       Küçük olanın dedikleri daha az insansıydı. Bir aile diye düşündü Dammo. Adassss anne demek olabilirdi. Kendi hallerinde bir tür. Eğer yaratıcı onları gerçekten istemiyorsa neden nefes almalarına izin veriyor. Son zamanlarda bunu daha fazla düşünmeye başlamıştı. Salon yıkılmadan önce her şey daha basitti. Zaman dışı salonla birlikte inancı bir miktar sarsılmıştı. Şimdi başka gezegenlerde başka hayatlar olduğunu biliyordu ve o gezegenlerde aynı yaratıcı tarafından yaratılmıştı. Salon hepsini kendi dünyasında dengede tutuyordu ve yıkılınca denge bozulmuş geçitler kapatılana kadar tüm gezegenlerdeki canlılar ilk yaratılan gezegene çekilmişti.

       Kertenkele çocuk isteksizce balığı kemirmeye başladığında kertenkele kadının onun başını okşadığını görünce Dammo gözlerine inanamadı. Bizim gibiler. “Bizleri ışıkla ödüllendiren, doğru olanı yapabilmem için düşüncelerimi aydınlığa taşı.”

       Balığı iştahla kemirirken “buss aciiisss.çikinissss. yavru insansssss istiiyr ben yemekkksss.onlardansss getirrr adasssss”

       Dammo ettiği duanın karşılığını aldığını düşünürken hem huzur hem öfke hissediyordu. Doğru olana karar verebilmesi için yaratıcı işaret göndermişti adeta. Şimdi ağır çekici yargıcın hüküm verme zamanı gelmişti. Güneş zırhı gölde yüzmesine engel olacak kadar ağırdı. Kendisini karşıya kadar taşıyabilecek bir ağaç dalını kırıp ona yaslanarak serin suya girdi. Boyunu geçmeyen bir derinlikte ayaklarını yerden kaldırarak kütüğün kendisini taşıyabileceğinden emin olduktan sonra sessizce adaya doğru ilerlemeye başladı. Yeterince yavru insan kemirdiniz ifritler diye geceyle konuştu. Onlar artık masum kertenkele anne ve kertenkele çocuk değildi. Tüm doğaüstü canlılar gibi birer ifritti. Yaratıcıya hakaret ve dünya üzerinde siyah bir lekeydiler. Temizlenmesi gereken nefes alan bir leke…

ZUAH MÜHÜRLERİ
2.bölüm
JOLİN Dİ TELLA

       “Ben buna damda yürüyen kedi adımları diyorum.”

       Jolin muhafızların birkaç adım önüne geçerek, seyrek ağaçların arasından ilerleyen toprak yolda, zarif bir şekilde yürümeye başladı. Her adımda kalçalarını dikkat çekici şekilde hafifçe kıvırarak parmak uçlarında yerde süzülürcesine ilerlerken, el ve ayaklarına bağlı çelik prangalar sanki zarif birer takıymışçasına varlıklarına aldırmaz görünüyordu. Bacaklarını ve kalçalarını tamamen saran dar deri pantolonu ve üstüne giydiği kısa ceketiyle arkasından izleyen muhafızların tam olarak nereye baktığını biliyordu. Koyu kestane, omuzlarının biraz üstünde kesilmiş saçları attığı her adımda dans edercesine dalgalanırken, güneş ışıkları ceketinin açıkta bıraktığı esmer teninde gölge oyunları oynuyordu.

       “Seni tıkacakları delikte bu kedi adımlarıyla yürürsen mart ayında köşeye sıkışmış dişi bir kediden farkın kalmaz” diye homurdandı, muhafızlardan gençlik yıllarını oldukça geride bırakmış olan. Gür sakalları tamamen beyazlamış, gözlerinin etrafında yılların bıraktığı hatıra çizgileri iyice ortaya çıkmıştı. Oldukça uzun boylu olsa da yılların vermiş olduğu yükle biraz kambur yürüyordu. Siyah deri üzerine yuvarlak çelik plakalar yerleştirilmiş örgü zırhının çelik plakaları yer yer kararıp sökülmüştü. Genç olanın ismi Daerun’ du. Mağrur ve yaptığı işten keyif alır bir hali vardı. En fazla yirmi beş yaşında olmalı diye düşünmüştü Jolin genç muhafızı ilk gördüğünde ve yolculukları sırasında tahmininde yanılmadığını öğrenmişti. En çok yaşlı olandan çekiniyordu. Adam hiçbir hareketi kaçırmayan gözlere sahipti adeta.

       Jolin yirmi iki yaşındaydı ve birçok kez atıldığı hücrelerden kaçmayı başarmıştı. Doğumu sırasında annesi ölmüş ve yedi yaşına geldiğinde üvey babası tarafından köle olarak satılmak üzere Mirhu denen adaya götürülürken kaçmıştı.  Hırsızlığa çocuk yaşlarda başlayıp önceleri yemek, sonra para, daha sonra ise eğlence için çalar oldu. İlk hücreye atıldığında on iki yaşındaydı. Parmaklıklar o yaştaki bir çocuk için yeterince dar değildi ve çırılçıplak soyunup gelen yağlı yemeğe vücudunu bulayarak parmaklıklar arasından süzülerek kaçmıştı. On dört yaşında Sisorin şehrindeki hapishaneden tavandaki bir çıkıntıya tutunup hücresinin boş görünmesini sağlayarak dikkat dağıtıp içeri giren nöbetçiye saldırarak kaçtı. On yedi yaşında ün salmaya başlamıştı ve yakalayanlara ödül verileceği söylenir olmuştu. Ödül avcılarına pek çok kez yakalanan Jolin’i ne Yeşil göz kulesinin yüksek hücresi, ne Çakal Gediği hapishanesinin aşılmaz duvarları ne de Rudver’in derin göl hapsi uzun süre tutamadı. Yirmi yaşında tüm yaz diyarına adını gölge ayak olarak duyurmayı başaran Jolin kendince bir şöhrete sahip olmanın gururunu yaşamaktaydı. Son yakalanışında ise Asbemar diyarındaki kadim Örümcek kalesindeki İmparatorluk asasını çalmak üzereydi.

       “Sen yaşlı ve sıkıcı bir adamsın Magrus neden biraz durup eğlenmiyoruz.” diye sorduğunda hala damda yürüyen kedi adımları dediği şekilde salınarak ilerliyordu. İki haftadır yoldaydılar. Jolin atları zehirleyerek ilerleyişlerini yavaşlatıp kaçmak için kendisine vakit kazandırmıştı ama pekte başarılı olamamıştı. Günlerdir yürüyorlardı.

       Yaşlı gardiyan cevap vermeye bile tenezzül etmeyince genç olan Daerun’a “Bari sen bir şey söyle balım. Öyle tatlısın ki bu sessizlik sana hiç yakışmıyor. Ben bu durumuna Ketum ve kasvetli adını veriyorum.”

       “Bende senin bu numaralarına basit ve ucuz diyorum”

       “Ama balım yapma böyle.” Dedi cilveli bir şekilde sözcükleri ağzının içinde yuvarlayarak “Bana nasıl baktığını, gözlerinin vücudumda nasıl gezindiğini hissedebiliyorum. Pantolonumun altına girip eğlenmek istemediğini söyleme bana.”

       Daerun’ un yüzü kızarmıştı “ Sen sen çok ahlaksızsın” diye kekeledi.

       Jolin alayla gülümseyerek Daerun’a dönüp ilerlemeye başladı “Demek ahlaksızım. Ne bekliyorsun ki ben bir hırsızım değil mi?” adım adım Daerun’ a yaklaşırken ellerini kendi bedeninde okşarcasına gezdiriyordu. “İstersen sana çok daha ahlaksız şeyler yapabilirim tek yapman gereken beni bırakmak. Kaçtığımı söylersin. Bunun için kimse seni suçlayamaz. Belki şu yaşlı ve sıkıcı haricinde, ama eminim onunla baş edebilecek kadar güçlüsündür.”

       Magrus yaşından dolayı kimsenin kendisinden beklemeyeceği bir hızla Daerun’ la kızın arasına girip sert bir yumrukla Jolin’i yere savurdu. Kızın biraz önceki cilveli bakışlarının yerini öfke ve nefret almıştı.

       “Tek bir kelime daha edersen seni kırbaçlarım”

       Magrus’un sözleri tehditkâr değildi. Adeta hava bugün çok güzel dercesine sıradan bir tonla söylemişti. O tehdit etmekten çok söylediklerini yerine getirmekten zevk alan bir mizaca sahipti. Daerun bir şey söyleyecek gibi oldu. Bir meydan okuma… Bir sorgulama… Ama ne diyecekse bundan vazgeçmişti ve Jolin erkeklere karşı en etkili silahının yaşlı gardiyan varken bir işe yaramayacağını yüzünün ortasına yediği yumrukla birlikte anladı.

       Birkaç saat sonra üç kardeş kulelerinin sınırına ulaştılar. Üç yüksek kule birbirine bakan üç farklı dağ sırasının zirvesine bir üçgenin köşeleri misali inşa edilmişti. Kulelerin arasındaki geniş ve düz arazinin tam ortasında yükselen otuz metre yüksekliğindeki surlar Asbemar’ın kadim örümcek kalesinden esinlenerek insanlar tarafından inşa edilmiş ve buraya da benzer bir isim verilmişti. Örümcek ağı.. Bir kez ağa düşenin bir daha asla canlı çıkamadığı söylenirdi.

       Örümcek Ağının ilginç bir hikâyesi vardı. Uzun zaman önce Tarihe geçmiş en büyük hırsız Zolan sırf kendine ün kazandırmak için bilerek yakalanır ve kapatıldığı her yerden kaçarmış. Jolin için Zolan bir kahraman ve örnek aldığı tek kişiydi ama hakkında bilinenler çok azdı. Sonunda Zolan bir kez daha yakalandığında bizzat o dönemin İmparatoru tarafından yargılanarak ellerinin kesilmesine ve bacaklarının ezilerek kırdırılmasına karar verilmiş. Zolan ise imparatora başka bir seçenek sunarak Öyle bir hapishane tasarlayacağım ki içine atılan hiç kimse bir daha kaçamayacak demiş. Zolan’ın tasarladığı hapishanenin yapımı on yıl sonra tamamlandığında İmparator yapıdaki ince zekâya hayran kalmış ve Zolan’ı ödüllendirmek istemiş. Ne istediği sorulduğundaysa kendi tasarladığı hapishaneye atılmak istemiş. Bu orada bulunan tüm soyluları eğlendirse de onun ciddi olduğunu anlayan İmparator nedenini merak ederek sorduğunda, Bir insan adının efsaneleşmesini istiyorsa kendi zekâsını aşmanın bir yolunu bulmalı ve önce kendisine karşı zafer kazanmalıdır, cevabını almış. Hikâyenin bundan sonraki kısmı ise sürekli değişirdi. Kiminde Zolan, Örümcek Ağında yaşlanıp ölüyor, kimindeyse kendi zekâsını aşmanın yolunu buluyor ve bir daha izine rastlanmıyordu.

       Hapishanenin dışındaki surlar geniş arazi boyunca altıgen biçimde uzanıyordu ve bir hapishaneden daha çok kaleye benzemekteydi. Mimarisi Asbemar’ daki kalenin taklidiydi. Tek farkı kapısı yoktu ve surların dışında başlayan ve otuz metre boyunca tırmanan bir merdiveni çıkmaları gerekiyordu. Tüm kalelerin aksine bu kale dışardan içeri girenleri durdurmak için değil içerden dışarı çıkmaya çalışacakları durdurmak içindi. İç yüzeyi kaygan granit ve mermerle pürüzsüzce kaplanmış böylece içerden yukarı tırmanmayı imkânsız hale getirmişti. Surun yüzeyinde altıgenin her köşesine birer nöbetçi kulübesi yerleştirilmiş, en büyük kulübeye iki kişi tarafından yönetilen makaralarla destekli bir asansör yapılmıştı. Mahkûm nöbetçiler tarafından aşağı indirildikten sonra asansör tekrar yukarı çekiliyordu ve yukarı çıkmanın tek yolu bu asansördü. Kendisine eşlik eden muhafızlar onu kuleye kadar götürüp orada teslim ettikten sonra kendi yollarına döndüler.

       Jolin asansörle aşağı doğru ağar ağar indirilirken kulelerin görüş açılarını, güneşin hareketlerine göre hangi kuleye ışıkların göz alıcı şekilde yansıyacağını hesaplamaya çalışıyordu. Fakat aşağı inince görmeyi beklediği diğer mahkûmlar yerine gardiyanlardan oluşan başka bir gurupla karşılaşınca şaşırdı. Asansörden indiğinde kendisini teslim alan muhafızlardan yetkili olanı “Yeni bir örümcek maması” diye alay etti. Bu sefer çapı hemen hemen beş metreyi bulan bir kuyuyla karşı karşıyaydı. Sürekli kuleleri ve duvarlardaki zayıf noktaları aramaktan kuyuları ilk başta fark edememişti. Bulunduğu yerde dâhil dokuz kuyu saydı. Nöbetçiler üstünü ararken ellenmedik yerini bırakmıyorlardı ama Jolin onlara aldırmıyor nasıl bir yere düştüğünü anlamaya çalışıyordu. Sonunda arama ve mıncıklama işleri biten nöbetçiler belinden ve koltuk altlarından kalınca bir halata bağlayarak Jolin’i kuyudan aşağı sarkıtmaya başladılar.

       İpin aşağıya doğru her salınışında Jolin’ in kaçabilme umutları biraz daha yıkılıyordu. Kuyunun içi tıpkı bir kum saatinin tabanı gibi kubbemsi bir yapıya sahipti ve mermer kaplıydı. Derine doğru indikçe genişliyordu. Burada ne bir pencere ne bir parmaklık vardı. Duvarlar düz olsa bile tırmanmak imkânsız denecek kadar zor olacakken bu kubbemsi oval yere tırmanmak için hiç şansı yoktu. Hepsini başarsa bile önünde daha bir sürü nöbetçi ve onları da geçse otuz metrelik tek çıkışın sürekli yukarda tutulan asansör olduğu sur vardı. Kahramanı ve ilham aldığı kişi olan Zolan’ ın hikâyesinin sonunu şimdi gerçekten tahmin edebiliyordu. Kendi yarattığı cehennemin içinde çürüyüp geberdi diye düşündü.

       Zemine varmak üzereydi ve aşağıdan kendisine bakan meraklı gözleri artık görebiliyordu. İçlerinde kadınlarda vardı, hatta çocuklar. Belki de burada doğmuş çocuklar. Örümcek ağına yakalanmış bir sinekten farkım yok diye düşündü. Üstelik bu tek sorunu da değildi. Dokuz krallıktaki en toplum dışı iflah olmazların atıldığı yerdi örümcek ağı. İnşa edildiğinden beri idam cezası kaldırılmıştı. İdam etmeye gerek yoktu. Suçlular birer böcekti. Bırakın böceklerin sonunu örümcek getirsin. Kanlarını kurutsun. Bir deri bir kemik kalana kadar zayıflatıp kalplerini yaptıklarından dolayı pişmanlıkla doldursun…

       “Şimdi kendini çöz” diye seslendi aşağı doğru kalın halatı salan muhafızlardan biri. Henüz zemine varmamış üç metre yüksekte sallanmaktaydı. Jolin söyleneni yaparken anlaşılan kalan kısmı düşerek tamamlayacağım diye aklından geçirdi.

       Kısa bir uğraştan sonra kendisin bağlayan halatın düğümleri arasından sıyrılarak iki eliyle tutundu. Kendisini yere bırakmadan önce dengesini ayarladıktan sonra beni öldürmeyen şey daha güçlü kılar diyerek halatı bıraktı.

       Çizmelerinin yumuşak tabanı düşüşünü yumuşatmıştı ama ayak tabanları sanki yüzlerce karınca kemiriyormuş gibi sızlıyordu. Ayağa kalkıp üstüne çeki düzen verirken giderek artan meraklı bir kalabalık etrafını sarmaktaydı. Bir an sonra mahkûmlardan oluşan bir çemberin ortasında buldu kendini. Hepsi sefil haldeydi. Kimisinin altında sadece yırtık pırtık bir pantolon, bazılarında dizlerine kadar inen kirli tunikler ama pek çoğu ilk doğum anlarındaki gibi çıplaktı. Kirli ve zayıftılar. İçerisi rutubet, ter ve lağım kokuyordu. Sarkıtıldığı delikten süzülen gün ışığı mermer duvar yüzeyinde yansıyarak içeriyi aydınlatıyor, bulunduğu çukura bağlanan farklı yönlerdeki iki koridoru belli belirsiz görmesini sağlıyordu.

       “AÇILINNN!!”

       Kubbeli mermer duvarlarda gümbürdeyerek yankılanan ses, etrafını saran mahkûm kalabalığının aralarındaki fısıldaşmaları bıçak gibi kesti. Adamın sesi her yerden yankılandığı için Jolin nereden geldiğini tam olarak kestirememişti.

       “Evime kim gelmiş açılında bakıyım”

       Tüm mahkûmlar itaatkârca bir kenara açıldığında Jolin şimdi neden herkesin çıplak olduğunu görebiliyordu. Çukurun bir köşesine yığılmış elbiseler bir tepe misali yükseliyordu ve üstünde oturmakta olan iri adam tahtında oturmakta olan bir kral gibi elbiselerin oluşturduğu tepenin üstüne tünemişti. Tepenin etrafındaki çıplak kadınlardan biri çarpık ve eksik olan dişlerini göstererek Jolin’ e sırıtmaktaydı. Bir diğer kadının göğsü olması gereken yerde büyük bir yara izi vardı ve kalan tek göğsüyle yaşlı bir ucubeye benziyordu. Genç ve güzel vücudu olan bir başkası ise adamın ayaklarına masaj yapmaktaydı.

       Jolin iri adamın kendisini uzun bir süre boyunca süzmesine sessizlik içinde tahammül etti. Bir şekilde konuşmaması gerektiğinin farkındaydı. Bunu anlaması için etraftaki ürkek mahkûmların neredeyse nefes almaya çekinerek durduklarını görmesi yetmişti. Elbise tepesi tahtında oturan adamın kolları neredeyse Jolin’ in beli kadar kalındı.  Adam her biri birbirinden uyumsuz giysilere bürünmüştü. Başına oldukça küçük gelen bir miğferi tam kafasının tepesine bir taç misali oturtmuş, yağlı ve kirli kıvırcık siyah saçları miğferin altından kıvrılarak çıkıyordu. Üstüne giydiği ceket için oldukça iri bir göbeği olduğundan göğsü tamamen açıktaydı ama öyle kıllıydı ki Jolin adamın herhangi bir elbiseye ihtiyaç duymayacağını düşündü. Altında ise birbirinden farklı birkaç pantolonun birleşimi gibi, farklı renkleri solmuş, yamalı bir pantolon vardı.

       Bir müddet sonra izlediğinden sıkılmışçasına “Soyun” dedi. Söylediği her şeyin anında yapılmasına alışık olduğu belliydi.

       Jolin zihninde ucube sirkine benzettiği bu manzaraya daha fazla dayanamayıp içten bir kahkaha attı. Etrafındaki mahkûm kalabalığından yükselen onaylamaz mırıltılar umurunda bile değildi. Birisi “Dikkatli ol kızım” demişti, kalabalıktan bir diğeri “Yazık çok genç” Bir başkası “Sen ne yaptın.”… ama o hiçbirine aldırmadı.

       Adam ayaklarını ovan kızı bir tekmeyle elbise tepesinden aşağı yuvarlayıp öfkeyle doğruldu. Elbiseler arasında yalpalayarak aşağı doğru inerken “Ben Garc’ ım ve burası benim çukurum. Ben ne dersem onu yapacaksın.”

       Aşağı indikten sonra kalabalığı yararak Jolin’ in üstüne yürümeye başladı. Yoluna çıkanları iterek bir kenara savuruyordu. Bakışlarını, kızgın bir boğanın başka her şeyi görmezden gelen gözleriyle, Jolin’ e sabitlemiş hızlı adımlarla yaklaşmaktaydı.

       Kendisine Garc diyen iri adam tam yanına varmak üzereyken Jolin pişman olmuşçasına ellerini kaldırarak “Lütfen dur, beni dinle” dedi telaşlı ve ürkekçe.

       Garc kendisine doğru eğilip küçümsemeyle bakarken adamın vücudundan yükselen ter ve derin soluklarının ağır kokusu kızın yüzüne tokat gibi inmişti. Jolin iğrenç kokudan tiksinerek bir adım geri çekildi.

       “Affınıza sığınırım kirli çamaşırlar lordu isminiz neydi” sesinin tınısındaki ince alayı adamın fark etmemesini umdu.

       “GARC” diye yüksek sesle homurdandı adam neredeyse yarısı kadar olan Jolin’ in karşısında.

       Jolin gülmemek için kendisini zorladı. “Peki bu hangi hayvanın sesi.” Diye alay etti.

       Garc’ ın kızın ne demek istediğini anlamadığı belliydi “Hıııı!”

       Çokta zeki sayılmazsın koca hödük diye aklından geçirdi Jolin ama ağzından dökülen sözler “Diyorum ki ya baban ya da annen bir ayı olmalı. Belki ikisi de. Yoksa iki insanın beraber yapamayacağı kadar iri, güçlü ve korkusuz görünüyorsun” oldu.

       Garc kızın kendisine hakaret mi ettiğine, yoksa övdüğüne mi karar veremeden bir an şaşkınlıkla hiçbir şey yapmadan durdu. Karmaşık cümleyi zihninde ölçüp biçtiği her halinden belliydi.

       “Ya kendin soyunursun, ya da seni soymalarını onlara söylerim” diğer mahkûmları işaret etti. “Eğer iyi hizmet edersen seni kıyafetlerle ödüllendirebilirim, aksi takdirde seni ödül olarak bir başkasına veririm ve emin ol bundan çok hoşlanacak kişiler var burada” Bir ayağını sabırsızlıkla yere vuruyor, zeminden çıkan boğuk tok ses duvarlarda yankılanıyordu.

       Jolin bir şey demeden önce öksürerek boğazını temizledi. Korku değildi hissettiği. Aslında neşeli bile sayılırdı. Tek başına hücreye kapatılmaktan daha iyi olduğunu düşünüyordu.

       “Bak kirli çamaşır lordu sana karşı açık olacağım. Öncelikle gerçekten çok iğrenç ve kabasın. İkinci olarak şunu o koca kafana sok soyunmayacağım ve son olarak beni görmezden gelip kendi işine bakarsan bende kendi başıma takılacağım.”

       Gülme sırası adamdaydı. Hem şaşırmış hem eğlenmiş bir halde “Senin o kafanı koparacağım böylece bir başına yuvarlanıp takılabilir.” Diyen Garc ezici bir yumruk savurdu.

       Jolin böyle bir saldırıyı bekliyordu. Geriye doğru zarifçe sıçrayarak ağır darbeden kolaylıkla sıyrıldı.

       “Ben buna ters zıplayan tavşan diyorum”

       Garc daha da öfkelenip ileri doğru atılırken “Senin tavşan bacaklarını kopartıp uğur getirmesi için saklayacağım”  diye söylendi. Tam yakalayacağını düşündüğü sırada kız yine kolları arasından sıyrılarak kaçmıştı. Bir an dengesini kaybeden Garc sertçe yere düştü.

       “Ah haa işte bu şok güseldii” diye güldü Jolin. Eğlendiği zamanlarda her zaman olduğu gibi şivesi doğduğu toprakların yayvan konuşma tarzına dönmüştü. “Bu naa ökküs tökezleten ya da ayı düşüren diyebilirim gerçekten”

       Garc bir öfke patlamasıyla doğrulup daha büyük bir şiddetle saldırmaya başladı. Peş peşe yumruklar, savrulan ezici tekmeler ama her seferinde Jolin kurtulup bir başka isim taktığı hareketi yapıyordu. Takla atan kedi, ayı bağırtan, dirsek burkan, tilki sırtı, balıkçıl dalışı… Böyle bir süre devam etti. Bir ara darbelerden kaçarken uykusu gelmişçesine yaptığı esneme hareketi tüm mahkûmları güldürdü.

       “Hey Garc öyle yavaşsın ki” bir yumruktan kaçmak için eğildiğinde sözü kesildi. “Bir kaplumbağayla yarışacak olsan ben tüm paramı kaplumbağaya yatırırdım”

       Sürekli kızın alaylarına maruz kalan Garc’ın alnında biriken boncuk boncuk ter damlaları yavaşça yanaklarına ve yüzüne doğru süzülüyordu. Solukları iyice hızlanmıştı. Bir anlık dinlenme için ellerini dizlerine dayayıp beklerken daha fazla tahammülü kalmadığı her halinden belliydi. “Demek öyle” dedi sık nefeslerinin arasında kaybolan sesiyle.

       “HEMEN YAKALAYIN ŞU FAREYİİİİİİ” diye kükrerken ağzından etrafa tükürükler saçıldı. Jolin bunu hiç beklemiyordu. O sadece eğlenceli bir oyun oynadığını düşünmekteyken oyun bir anda kaosa döndü. Tüm mahkûmlar yakalamak için adeta birbirleriyle yarışmaya başladı. Birini tekmeledi, bir başkasından sıyrıldı, yerde yuvarlandı, ısırdı ama sonuç kaçınılmazdı. Ellerinden ve ayaklarından iki kişi tutmayı başarmış mengene gibi bırakmıyorlardı.

       Garc tekrar doğrulduğunda gülümsüyordu. “Seni öldüreceğim” dedi. Küfür ya da hakaret etmemişti. Hatta başka tek kelime bile söylememişti. Ağzından çıkan kelime biraz sonra yapmaya karar verdiği şeyin söze dökülmüş haliydi. Her hapishanede tam kavga kızıştığında ayıran gardiyanlar olurdu. Jolin umutla sarkıtıldığı deliğe baktı ama ayıracak kimse yoktu. Bağırsa da cevap alamayacağı gün gibi ortadaydı. Burası örümceğin ağı ve yakalananlar kendi hallerinde bırakılır. Garc’ın saçlarını kavrayan parmaklarını hissetti. Acı içinde ayakları yerden kesilirken kendisini tutan diğer iki mahkûm bırakmışlardı. Tekmeler atmaya çalıştı ama bu sadece saçlarının daha fazla acımasına neden oldu. Adamın balyoz gibi yumruğunu havaya kaldırdığını gördü. Yüzünün iki katı kadardı adamın eli. Uzun zamandır dua etmediği tanrılara dua etmek istedi. Ne diyeceğini bilmiyordu. Kurtulmaya dair bir dua anlamsız olurdu. Dövülerek ölmek acı verici olsa gerek diye düşündü ve aklına o an gelen tek şey  tanrım günahlarımı affet ve ölümümü acısız kıl oldu. Sonunu beklemek üzere gözlerini kapatırken gülümsüyordu. En azından bu iğrenç kokuya daha fazla tahammül etmek zorunda kalmayacağım…

cesaret yoksa zaferde olmaz

Çevrimdışı duhan

  • **
  • 284
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
Ynt: Zuah mühürleri
« Yanıtla #1 : 08 Şubat 2014, 15:20:20 »
Giriş için çok uzun bir bölüm olmuş. Paragrafları ayırırsanız okuması kolaylaşır.

Çevrimdışı serhan1310

  • **
  • 91
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Zuah mühürleri
« Yanıtla #2 : 08 Şubat 2014, 15:29:16 »
teşekkür ederim aslında giriş bölümüne tam karar veremedim. 4 farklı kişinin gözünden anlatıyorum olayları. Tavsiyene uyarak bunu ikinci yada üçüncü karakterin bölümüne koyup daha hareketli bir bölümü ilk sıraya koyacağım
cesaret yoksa zaferde olmaz

Çevrimdışı duhan

  • **
  • 284
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
Ynt: Zuah mühürleri
« Yanıtla #3 : 08 Şubat 2014, 15:30:32 »
Hareketli ve biraz daha kısa olursa, okuyucuya külfet olmaz. Baştan sıkılan insan okumayı da bırakır. Kaleminize kuvvet.

Çevrimdışı serhan1310

  • **
  • 91
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Zuah mühürleri
« Yanıtla #4 : 08 Şubat 2014, 16:17:53 »
yaptığın yorumlar doğrultusunda bölüm sırasını değiştirip daha kısa giriş bölümleri olan iki farklı karakterin hikayeleriyle başlattım şimdiki sıralamaya göre değerlendirirsen sevinirim
cesaret yoksa zaferde olmaz

Çevrimdışı serhan1310

  • **
  • 91
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
ZUAH MÜHÜRLERİ
3.bölüm
SELOHRE ZARALL

     Sekiz yol hisarının zirvesindeki daire biçimli geniş kader salonu birbiri üstüne binen tartışma sesleriyle doluydu. Tamamen camdan oluşan kubbe tavan orada bulunan herkese gökyüzündeymiş hissi verecek kadar bulutlara yakındı. Hisar dışarıdan bakıldığında Yüksek bir çember kulenin tepesine tünemiş dev bir örümcek görünümünde inşa edilmişti. Yapıldığı zamanlar o kadar geride kalmıştı ki yapılışına dair masallar bile unutulmuştu.

     Örümceğin her bir ayağı gövdesinden sekiz farklı yöne doğru uzanıp sert bir kavisle aşağı doğru inerek havada kıpırtısızca asılı duruyordu. Aslında her bacak geniş birer koridordu ve tam uçlarında aynı salondaki gibi camdan kubbe ile kaplı küçük bir oda bulunuyordu.  Koridor boyunca ilerleyen ve hiç aşınmamış olan borular belli noktalarda oldukça kalın çarklarla birbirleriyle bağlantılıydı. Bu çarkların ve boruların ne olduğu insanlık tarihi boyunca bilinmese de kadimler çağında örümceğin bacaklarının hareket ettiğine dair pek çok hikâye ve masal vardı. Küçük olan bu odaların her birinin tam ortasında bir buçuk metre yüksekliğinde tavanla bağlantısı olmayan ve üzerinde her biri diğerinden farklı semboller olan birer sütun yükseliyordu. Sütunların tam üstündeki pürüzsüz yüzeyde yumruk büyüklüğünde bir oyuk vardı. Kadimler zamanında oralarda her ne vardıysa çağlar boyunca artık yerlerinde değildi. Odalarla ilgili bilinen tek şey kullanım amacıydı ve şimdide aynı şekilde kullanılmaktaydı. Kadimlerin başkenti olan Örümcek kalenin kilometrelerce uzanan sınırlarını gözlemek…

     Örümceğin gövdesi kader salonu olarak adlandırılıyordu ve başı olan kısım hafif bir eğimle yükselip daralarak tam ortasındaki büyük taht dışında hiçbir şeyin sığamayacağı kadar dardı. Taht geniş salona bakacak şekilde konumlanmıştı ve yirmi beş yıldır kimse oturmamıştı. O zamandan beri bir imparatorluk yoktu ve yüksek lordların her biri kendi krallığını ilan ederek bölgelerindeki kadim kaleleri sahiplendiler.

     Örümceğin kuyruk kısmı ise Kadimlerin düşüşünü getiren Zuahlar tarafından kapatılıp sekiz kez mühürlenmişti. Salonda olanların hiç birisi orada nelerin olduğunu bilmiyordu. İmparatorluk asasının alevlenmesini sağlayabilen son İmparator üçüncü Aronril bir keresinde mühürlü kapıyı kırmayı denemiş ve kapıya kuvvet uygulayan herkesle birlikte alev alıp yanarak ölmüştü. İmparatorun ölümünden sonra üvey kardeşi Nendor tahta geçmişti ama imparatorluk asası Aronril’ le beraber sönerek bir daha ışık saçmaz olunca Nendor ve ondan sonraki imparatorlardan bulanık kanlı diye de bahsedildiği oluyordu. Sonraki İmparatorlar asayı sadece sembolik olarak taşımışlardı.

     Selohre Zarall engin kader salonun gök ağacından yapılma toplantı masasından uzakta, elini cam kubbenin pürüzsüz yüzeyine dayanmış, içerideki tartışmayı umursamadan dışarıyı izliyordu. Sırtına kadar inen mavi saçları, üzerine gök ağacı resmedilmiş gümüş grisi pelerinindeki ağaç motifiyle aynı renkti. İnsanlara göre oldukça soluk bir ten rengi ve uzun boyu vardı. Çok az kişinin bildiği eski dilden semboller taşıyan zarif bir şekilde işlenmiş yeşil bir deri zırh kuşanmıştı.
 
     Üç yüz metre yüksekliğindeki kuleden örümcek kalenin etrafını çevreleyen iç içe sekiz sur duvar ve bunları birbirine bağlayan en dış surdan hisara kadar uzanan sur yolları, baktığı yükseklikten ortasına düştüğü bir örümcek ağına benziyordu. Tartışan Kralların her birinin kendisinden korktuğunu ve burada istenmediğini biliyordu fakat son imparatorla yapılan anlaşmadan sonra salonda bulunmaya hakkı vardı. Yasa duvarına işlenmiş ve kimsenin çiğneyemeyeceği kanunlardan biri, imparator yasalarını ve anlaşmalarını çiğnemenin cezası yargılanmadan idam edilmekti. Şimdi ortada bu hükmü verebilecek bir İmparator olmasa da birbirleriyle çıkarları çatışan krallar eğer anlaşma bozulursa bu yasayı birbirlerini yok etmek için bahane olarak kullanabilirlerdi.

     Yasa duvarı, ilk İmparator Thaldras Pinetalon tarafından kadimlerin yok edilmesinin ardından dikilmişti ve bu olay altıncı çağın başlangıcı kabul ediliyordu. Şimdi ise altıncı çağ sona ermişti. Artık imparator tahtı boştu ve yok olduğu sanılan kadimler zaman dışı salon yıkıldığında açılan geçitleri kapatmak için insanlara yardım ederek tekrar ortaya çıkmışlardı. Sayıları elliyi geçmese de her insanın çocukluk çağlarında anlatılan korku masallarından bildiği kadimlerin tekrar ortaya çıkışı, bu masalların beden bulmuş hali misali tüm krallıklarda korku uyandırmıştı.

     “SESSİZLİK LÜTFEN YÜKSEK LORDLARIM”

     Herkes bir anlık şaşkınlıkla tartışmalarını bırakıp kader salonuna çıkan merdivenlerde beliren Gümüş Ayak muhafızlarının genç kumandanı Pelias Bellarmin’ e baktı. Hisarın zirvesindeki salona ulaşmanın tek yolu örümceğin kuyruk kısmındaki mühürlü kapının iki yanından bir alt kata inen ve herhangi bir kapısı olmayan bu merdivenlerdi.

     Pelias bir süre herkesin ayağa kalkıp kendisini selamlamasını bekledi ama bu beklentisi gerçekleşmeyince çok ta umursamadan örümceğin baş kısmındaki büyük tahtın ilerisinde, toplantı masasındaki herkesten ayrı olan Vekil Muhafız kürsüsüne geçerek oturdu.
“Sen ne cüretle bize lordlar deyip küçümsersin ve Vekil kürsüsüne oturursun” diyen Kimernok Kralı Svondar Urfolk yumruğunu sertçe masaya vurdu. Sinirli bir mizaca sahipti ve giydiği siyah örgü zırhın çelik pulları adamın ruh halini yansıtırcasına öfkeyle birbirine çarparak çınladı. Gür siyah sakalı ve bıyığı yüzünü neredeyse tamamen kaplıyordu.

     Svondar’ ın çıkışından cesaret alan Zadoma Kralı Keleth Rhurta “İmparator hisarında bir İfrit Yaratıcısıyla bizi yan yana getirme cesaretini de nereden buluyorsun” dedi. Aşağıda uzanan manzarayı izlemeye devam ederken olan bitene ilgisizliğini koruyan Selohre’ yi kastetmişti ama o bundan pekte alınmış değildi.
Pelias gergin ama hazırlıklıydı. “Kendi topraklarınızda ilan ettiğiniz Krallar olabilirsiniz lakin bu hisarda hepiniz atalarınızın unvanıyla bulunuyorsunuz. Aranızdaki tartışmalardan çok daha önemli sorunlarımız var ve bir zamanlar olduğu gibi tek sancak altında toplanmalıyız.”
   
    “Doğru kelam edersin genç muhafız. Lakin biz buraya Lord kumandanın çağırısıyla geldik. Onun komutanlarındansa bizzat kendisiyle görüşmek isteriz.” Yaz diyarının güneyindeki büyük bir ada olan İrun Gurai Kralı Ukare Caetus ortamdaki gerginliği azaltmak amacıyla tüm akıllarda dolaşan asıl soruyu nazikçe dile getirdi. Kafası tamamen tıraşlanmış ve mavi renk dövmelerle bezenmişti. Küçük halka küpeler neredeyse iki kulağında da boş yer kalmayacak şekilde sıralanıyor, her küpe ayrı bir zaferi temsil ediyordu. Abanoz renkli siyaha çalan ten rengiyle salondaki Selohre kadar farklı görünen Kral Ukare, sağ kolunu ve göğsünü açıkta bırakan ince ipekten beyaz, sade, yöresel bir tunik giymişti. Açıkta kalan göğsünde de birkaç çelik halka kulaklarında olduğu gibi sergilenmekteydi.

     “Sizi çağıran Lord kumandan değil bendim.” Diyen Pelias daha önceden kürsüde hazır ettiği mühürlü parşömeni açtı. Okumadan önce bakışlarıyla büyük dikdörtgen masanın etrafında oturmakta olan altı krala kısa bir an baktı. Gök ağacından yapılmış olan Masanın etrafındaki sandalyelerden üçü boştu. Orfelm, Parteu ve Maleon Edros’un armaları boş oturaklarda gözüne çarpıyor toplantınız umurumuzda değil diye haykırıyordu adeta. Etrafında toplandıkları gök ağacından asırlık masanın üzeri tüm yaz diyarının detaylı bir haritasıydı. Her dağ, tepe, orman ve nehir minyatür olarak usta ellerce tıpkı masanın ana gövdesi gibi gök ağacından yapılmıştı. Her sandalyenin önünde masaya bağlı, cilalı yüzeyine ülkelerin armaları incelikle işlenmiş çekmeceler, İmparatorluk zamanında her döngüde düzenli olarak gelen, ait olduğu ülkenin raporlarıyla dolu olsa da artık boştu.

     Pelias gerginliğinin sesine yansımamasını umut ederek parşömeni okumaya başladı.
     “Ben Gümüş Ayak muhafızları Lord Kumandanı, emrimle manevi oğlum Pelias Bellarmin’i yerime görevlendiriyorum. Bu emir sekiz nüsha hazırlanıp tüm gümüş ayak komutanlarınca kabul edilmiş ve mühürlenmiştir. İmparator hisara dönene kadar tahtın koruyucusu ve örümcek kalenin efendisidir.”
Bir sessizlik ve şok dalgası engin kader salonunu kapladı. Her Kral parşömendeki sözlerin neler getireceğini ölçüp tartıyor, kendilerine bundan bir çıkar sağlamayı planlıyordu adeta. Sessizliği ilk bozan “O halde yeni Gümüş Ayak Lord Kumandanı bir İmparator ilan etmek için mi bizi topladın?” diye soran Kimernok Kralı aksi Svondar oldu.

     “Bir imparator seçmek bana düşmez. Hepiniz biliyorsunuz ki İmparator seçilmez doğulur. Biz Gümüş Ayak muhafızlarının görevi tahtı hak etmeyenlerden korumaktır. Taht üstüne oturma hakkı vermek değil.”
İrun Gurai’nin siyahi Kralı Ukare “Genç kumandan haklı fakat maalesef İmparator kanı kuruyalı çok oldu ve bulanık kandan da bir veliaht kalmadı.” Dedi. Odada soylu olmayan tek Kral kendisiydi.

     Beruni kralı Marius Eggen “Fikrimce zar zor dengelediğimiz düzeni bozmamak taraftayım” diye araya girdi. Odada bulunanlar içinde en yaşlı olarak ve geçmiş zaferlerinden ötürü herkesin saygı duyduğu bir kraldı. Ayaklarına kadar uzanan değerli taşlarla bezenmiş mintanın üzerine Kırmızı bir pelerin tutturmuştu. Pelerinindeki altın yaldızlı pileler göz alırken,  pençelerinde fare tutan kanat açmış bir baykuş sanki uçuyor gibi hareket ediyordu. Kraliyet armasını pelerinini üzerinde gururla taşıdığını açık açık belli ediyordu.

     Pelias öfkelenmeye başlamıştı ama şimdi öfkenin değil kelimelerin sırasıydı.
“Birbirinizi gözetlemekten asıl amaçlarınızı unuttunuz. Aranızdaki sürekli çatışmalara düzen mi diyorsunuz? Lord babamın bana daha önce dediği gibi insanlık düşmanları birbirleriyle asla çatışmazlar çünkü amaçları bellidir. Sizler birbirinizi yıpratırken doğuda büyük bir tehlike sürekli büyümekte.”

     Aksi Svondar öfkeyle kalkarak “Haddini aşma Pelias. Sen Gümüşayak’ ın oğlu değil sadece oğul yerine koyduğu sokaklarda dilenirken bulup acıdığı sefil bir yetimin büyümüş halisin. Önümüzde diz çöküyor olman gerekirken kalkmış birde akıl vermeye çalışıyorsun.”
Pelias öfkesini bastırmak için dişlerini öyle çok sıkmıştı ki ağzının içinde gıcırdadığını hissetti. “Geçmişte bir yetimdim ve gerektiğinde dilendim. Bunu inkâr etmiyorum. Ama şimdi beş yüz bin gümüş ayak askeri ve halk meclisi tarafından kabul görmüş bir dilenciyim.

     “Hahh!” dedi Svondar alayla. “Sen kendini İmparator ilan et ve gör bakalım Orfelm’in altın ordusu kapına dayandığında beş yüz bin askerin o kapıları ne kadar tutabilecek. Kral Nurgrin tahtın kendi hakkı olduğuna inanıyor ve Bulanık Nendor gibi tahta geçmek için fırsat kolluyor.”

     “Kendimi İmparator ilan edeceğim demedim.” Dedi Pelias her kelimesini vurgulayarak. “Biz sadece Yaz Yurda hizmet ederiz yönetmeyiz.”

     “O halde tahta ben geçmeliyim.” Diye ayağa fırlayan Heridon’un çakal kralı Mernil olan bitene eğleniyormuş gibi neşeli görünüyordu. Gri siyah deri bir zırh kuşanmıştı ve zırhın üstü çakal kürkleriyle kaplıydı. Kirli ve Hırpani görünüşlü adam salondaki en tehlikeli Krallardan biriydi. “Hem Orfelm’ in altın ordusu çakallarımın dişlerinin üzerlerine kapanmasını göze alamaz. Sizlerde beni desteklerseniz itiraz etse bile itirazları gecenin yanındaki gölge gibi kalır.”

     “Zafer ordularla olduğundan daha çok zekayla kazanılır. Bence Çakallar beni desteklerse adil bir İmparator olurum.”  Bu sefer kendini tahta layık gören Zadoma kralı Keleth Rhurta olmuştu.

     “Herkesin önünde bana hakaret ettiğinin umarım farkındasındır. Buradan Zadoma topraklarına giderken dikkat et de bir çakal sürüsüne rastlama.”

     “Malean Edros ve Parteu kraliçelerini kendime eş alırsam en büyük topraklarla birlikte tahta oturacak yeterli desteği de alabilirim.”
     
     Ukare’nin bu sözleri hepsini güldürmüş ve ciddiye alınmamıştı.

     Bir süre sonra her bir kral ayağa kalkmış taht üstünde hak iddialarını savunmaya başladı. Kader salonunda silah taşıma yasağı olmasaydı çelik kılıçların şarkısının başlayacağını düşündü Salohre. Oysa şimdi Kılıçlar tehditlerdi ve kalkanlar ise sahip oldukları topraklar ve asker sayılarıydı. Hiçbir şey bilmeyen ahmaklar diye düşündü gök ağacı masaya yaklaşırken. Herkes kendi davasına o kadar dalmıştı ki konuşana kadar fark edilmedi. Mavi renk gök ağacı masa insanlara karşı içinde keder, öfke, nefret ve isimlendiremediği daha pek çok duygu doğurmuştu.

     “Belki de tahtı eski sahiplerine vermenizin zamanı gelmiştir.” Dedi. Hissettiği duyguların hiç birini barındırmayan şarkı gibi hoş bir sesle.

     Tartışma bir anda son buldu. Selohre kendisine aşağılamayla ve nefretle bakan gözleri izlerken Hakkında hiç bir şey bilmedikleri atalarının nefretini taşıyan ahmaklar dedi kendi kendine. “Sadece bir şakaydı” diyerek kimsenin ağzına laf vermeden şehir manzarasını izlediği köşesine ilerledi. Dışarıdan bakıldığında örümceğin gövdesi olan kader salonunun, simsiyah hiçbir ışığı sızdırmaz cam kısmı, içerideyken Arador şehrinin tüm manzarasını gün gibi gözler önüne seriyordu.

     Selohre’nin beklenmedik talebinin yarattığı sessizlikten faydalanan Pelias “YETERRRR!” diye bağırdı. “Ben burada birleşmekten bahsederken siz karşımda neredeyse birbirinizin boğazını sıkacaksınız. Bir İmparator seçmeyeceğiz. Zaten kan hakkıyla gelen bir İmparator var” son sözlerini özellikle vurgulayarak söyledi.

     “Bu saçmalıklara ayıracak vaktim yok.” Diyen Svondar salondan ayrılmak üzere ayağa kalktı.

     “Doğuda büyük bir tehlike var ve Selohre bizi uyarmak için burada.”

     “Buz yurdun Kralı donmuş kıçını buraya getirmek için ayıran denizde erimeyi göze alamaz.”

     “Buz Yurt artık yok Yüksek Lord Svondar. Tamamen yok edildi.” Dedi Pelias .

     Aksi Kral Svondar Urfolk şaşırmışsa bile bunu belli etmedi ama salonu terk etmekten vazgeçmiş olduğu belliydi. Bir küfür homurdanarak yerine oturduğunda Pelias ağzından dökülen bir rahatlama nefesini engelleyemedi.

     “Sanırsam tartışmadan önce dinlemeliyiz. Belli ki gerçekten vahim bir konu vuku bulmakta.”

     İrun Gurai Kralı Ukare’nin konuşma tarzı diğerlerinin pek alışık olduğu şey değildi. Birçok kelimeyi zor anlıyorlardı.

     Selohre her bir Kralı ayrı ayrı süzerek salonda adımlarken sonunda konuşmak için beklediği anın geldiğini gördüğünde Sefiller dedi kendi kendine.

     “Zaman dışı salon yıkıldığında ve geçitler açıldığında size yardıma koştuk. Hala var olduğumuzu görmenizi sağlayıp kendimizi tehlikeye atmamız inanın size değer verdiğimizden ya da sevdiğimizden değil, açılan geçitlerden gelebileceklerin bizleri de tehdit etmesindendi. O geçitlerden siz insanlardan korktuğumuzdan daha çok korkuyorduk ve sizlerde korkmalısınız. Yine de geç kalmıştık ve bazı geçitler kullanıldı ve bir tanesini gözden kaçırmışız. Ayıran denizin ortasında bir geçit açık kalmış.” Bir an salondaki kralların dikkatini yeterince çektiğinden emin olmak için durdu. İşte böyle dedi kendi kendine memnunluğunu belli etmeden.

     “Gözden kaçan geçidi de kapatmayı başardık ama bu sayımızı kırk sekizden otuz dörde düşürdü. Artık nefes alan sadece otuz dört kadim kaldı.” Sayılarının azlığını özellikle vurguladı Selohre. İnsanlara korku vermek değil kabullenilmekti amacı.

     “Siz ifrit yaratıcıları yok ediyorlarsa bırakalım etinler. Sizi neden umursayalım ki. İmparator anlaşması olmasaydı yerinizi Doai muhafızlarına bizzat kendim söylerdim. Duyduğum kadarıyla onlar yarattığınız ifritleri yok etme konusunda oldukça ustalar ve sizi zevkle katlederler.” Diye araya giren Zadoma Kralı komik bir şey söylemişçesine gülerken Selohre’nin bakışlarındaki bir şey bu gülümsemeyi boğdu.

     “Geçidi kapatsak bile bunca zaman geçmeyi başaranları durduracak sayıda değiliz. Buz Yurt tamamen yok oldu ve sıra sizin Yaz yurdunuza geliyor.”

     “Buz Yurdun yok olduğunu söylersin Kadim efendi lakin doğruluğunu biz bilemeyiz. O kadar uzağa açılacak gemiler inşa edemiyoruz.” Dedi Kral Ukare kulağındaki zafer küpelerini düşünceli bir halde okşarken. Denizdeki en güçlü donanmanın sahibiydi.

     “Hepiniz yaşadığımız Zümrüt Sarayın nerede olduğunu biliyorsunuz. Yaz yurt ve buz yurdun arasına giren ayıran denizin ortasında. Ama bu uzun sürmeyecek. Buraya hem siz insanları uyarmaya hem de yaşamak için topraklarınıza sığınma izni almaya geldim.”
Çaresizce diz çöktü ve saygıyla başını öne eğerek devam etti. “Irkım tükenirken bilgeliğimiz yüceldi. İzin verin size yardım edelim. İzin verin gök ağaçlarını yeniden ekelim ve çoğalalım. O zaman gelen tehlikeyi sırt sırta karşılarız. İzin verin yaşayalım.”

     Selohre’nin ırkının hayatı için yakarışı aksi Svondar’ı bile biraz etkilemişti. Adam düşünceli bir halde gür bıyıklarını kaşırken “Bize şu tehlikeden bahset Alya” dedi.
Selohre bu kelimeyi bir insandan hiç duymamıştı. İlk insanlar ırkına böyle derdi. Alya. Kadim, bilge, eski dost gibi anlamlara geliyordu. “Yaratılış destanını hepiniz biliyorsunuz.” Dediğinde hala dizleri üzerindeydi. Her kral bildiğine dair bir şeyler mırıldanırken ayağa kalkan Selohre Etkile, Korkut ve Fethet dedi kendi kendine. Bu kadimlerin taktiğiydi. Tüm kralların merakını uyandıracak şekilde etkilemişti. Sadece üç ülke eksikti ama bu o kadarda önemli değildi. Şimdi sıra korkutmaktaydı.

     “ Biz kadimler gök ağacındaki kavuklardan ve ardından sizin ırkınız İnsanlar geldi topraktan. İkisinin arasında ifritler çağı vardı. Daha sonra kadimler ve insanlar savaşı başladı ama kalelerimiz sizler için fethedilemezdi. Ama bilmediğiniz şey benim atalarımın yaratılış destanı. Bu kadim kalelerin inşa edilme nedeni ilk insanların düşündüğü gibi onlardan korktuğumuz için değildi. İnsanoğlu bizi korkutamayacak kadar güçsüz bir türdü ve örümcek kale insanlık tarihinin başlangıcından çok önce İfritler çağında inşa edildi. Sakın sözlerimden alınmayın. Nasıl ki siz toprağın çocukları gözünüzü açtığınızda biz çok gelişmiş bir medeniyetsek biz gök ağacının çocukları uyandığında da başka bir gelişmiş medeniyet vardı. Göğün evlatları anlamına gelen Mirvolk dedi atalarım onlara. Siz insanlardan hiçbir farkları yoktu aslında. Yaşlanma dediğiniz hastalıkla doğuyorlardı ve sonunda solup ölüyorlardı ama yine de sizlerden çok farklıydılar. Biz çağlar sonra ilk insanları gördüğümüzde bu nedenle korktuk atalarınızdan ve bu korkuyu yenemeyenlerimiz yüzünden insanların nefretini kazandık.”
Soluklanmak için bir an duraksayan Selohre salonda artık Kralların soluk alışı dışında tek ses olmayışını memnuniyetle karşıladı.

     “Bu çağlara yayılmış çok uzun bir hikâye o yüzden olabildiğince kısa anlatacağım. Mirvolklar bizi kudretle doğanlar diye adlandırdılar ve onlar için yeni bir türdük. Bazıları bizden korktu ve yok etmek istedi. Uçan çelik kuşlara biniyorlardı ve bu kuşlar kusursuz avcılardı. Ateş kusuyor saklandığımız ormanları saniyeler içinde yok edebiliyorlardı. Çelikten demirden ve siyah dumanlardan oluşan, güneşten daha fazla ışık saçan gözlere sahip hayvanlara biniyorlardı ve uçarak yer değiştirebilen sarayları vardı. Bizleri yakalayıp laboratuvar dedikleri işkence odalarına sokuyor, kesip inceliyorlardı. Kaçtık saklandık ama yok edilmekten kurtulamıyorduk. Gökyüzü gözleri bizi her yerde buluyordu ve bulunduğumuz anda bize duman topu atıyorlardı. Kısa bir zaman sonra bu toptan yayılan gri dumanları soluyanlar acılar içinde kıvranarak ölüyorlardı. Tıpkı şuanda olduğumuz gibi ırkımız tükenmek üzereydi. Ve o sırada kudretli Rejuven onlarla savaşabilmemizin yolunu buldu. Göğün evlatlarının bizden korkma nedeni. Onların teknoloji adını verdikleri güce karşı evrenin en yıkıcı ve varoluşunu sağlayan güç. Doğanın gücü. Mirvolk’lar doğanın düşmanlarıydı. Ormanları yok ediyorlar, dağları taş evler üretmek için eritiyorlar ve her canlıya hayat veren suları kirletiyorlardı. Rejuven sayesinde yaşam amacımızı anladık. Biz doğanın adaleti ve silahlarıydık. Dağınık kabileler halindeyken toplanıp meydan okuduk. Meydan okuyuşumuz doğanın ayak sesleri gibiydi. Denizleri taşırdık, Toprağı sallayıp taş evlerini yerle bir ettik. Üzerlerine fırtınalar kopararak karlara ve buzlara gömdük. Ardından sizlerin ifritler dediğiniz yaratıkların gök ağaçlarından doğmasını sağladık. Çelik kuşlara karşı devasa yüksek görenleri, çelik hayvanlara karşı Todonları ve daha binlerce çeşit kırma yaratık. Sonunda gücümüz çok azaldı ama göğün evlatları kaybedip uçan saraylarına binerek kaçtılar. Tıpkı kapattığımız geçitler gibi geçitler açarak gökyüzünde kayboldular. Kalanlarımız büyük bir güçle gökyüzünü ve geçitleri bir daha açılmamalarını sağlamak için kapattılar ve Zaman dışı salonla geçitler mühürlendi. Güçsüz düşmüştük ve sayımız azdı. Yarattığımız ifritleri kontrol edebilecek çok az kadim kalmıştık ve ifritler çağı böyle başladı. Ardından gücümüzü kazandık, ifritlerin çoğunu yok ettik, kadim kalelerimizi yükselttik ve ilk atalarınız topraktan türedi. Tıpkı onlara benziyordunuz.”

     Selohre sustuğunda herkes bilmedikleri çağlara ait hikâyenin etkisi altındaydı. Öyle yaşayarak anlatmıştı ki Kader salonunda bir çelik kuş belirse şaşırmayacak haldeydiler. 

     Gümüş Ayak muhafızlarının yeni komutanı Pelias kuşkuyla “Bu size savaşmayı öğreten Rejuven, aynı zamanda sonunuzu getiren ve size karşı savaşmayı bize öğreten Rejuven le aynı kişi mi?” Diye sordu.

     “Evet. İmparatorluk asasını yapıp ilk imparatora veren ve bu yaptığı asayla ilk öldürülen kişi. İmparator kadim felaketi anlamına gelen Alyad’rohim dediğimiz asayı ilk Rejuven’i öldürmek için kullandı.”

   “Sizden biri neden böyle bir asa yapma ihtiyacı duydu bunu hep merak etmişimdir.”

   “Hatalarımızdan ders almamız için. Göğün evlatlarının bizi yok ettikleri gibi bizlerde sizi yok ediyorduk. Toplama kamplarımızda toplayıp kısırlaştırıyor çoğalmanızı ve gelişiminizi sürekli denetliyorduk. Bazıları göğün evlatlarından olduğunuza inandı ve korktular ama Rejuven sizin onlar gibi olmadığınızı öne sürdü. İlk kardeşkanımızı o zamanlar akıttık ve birbirimizle savaşmaya başladık. Tıpkı siz insanların şuan yaptığınız gibi. İnsanoğlu yok olmak üzereydi ve biz sizler için birbirimizle savaşmaya başladık. Bu savaş sonunda insanlık düşmanı olanları yeraltına sürgün ettik ve atalar labirentini yer altı ve yeryüzünü ayıran bir sınır olarak inşa ettik.”

   “Alyad’rohim ozaman mı yapıldı.” Diye sordu Svondar. Aksi ruh halini şimdilik bir kenara bırakmış olarak merakla dinlerken.

   Selohre bir an tebessüm etti “Asa çok daha sonra yapıldı. Sizin şuan inandığınız ve Tanrısallaştırdığınız Zuahlar döneminden sonra. Ama bu hikâyeler oldukça eski ve uzun o yüzden şimdilik burada bırakıp konumuza dönelim”  dedi.

   “Şu beni kralları toplamam için uyardığın tehlike” dedi Pelias, asıl konudan yeterince uzaklaştıklarını düşünüyordu. Hikâye ne kadar cezbedici olsa da asıl konu değildi.

   “Tüm bu anlattıkların ne kadar zaman önceydi. Hepsini görmüş gibi konuşuyorsun.”

   “İki yüzden az Yüz binden fazla yıl oldu ve evet gördüm yaşadım…..pek çoğunu unuttum. Ben ilk gök ağacı Mirhiri’ den doğanlardanım. Şimdi ise Mirvolkların geldiğini gördük. Tıpkı sizlerin bizi yok edemediğiniz gibi bizde onları yok edememişiz.”

   Kimse soru soramıyordu. Bunun nedeni akıllarına soru gelmemesinden değil yüzlerce sorudan hangilerini soracaklarına karar verememelerindendi. Selohre Zarall Etkile, korkut ve fethet diye düşündü tekrar. Etkileme bitmişti şimdi korkutma kısmını da bitirdiğine inanıyordu ve geriye sadece Fetih kalmıştı. Önce kalplerini fethedeceğiz demişti kraliçe Selohre’ ye bu görevi verirken.

   Pelias düşünceler içinde “Peki bize sunabileceğin, sözlerine inandıracak bir kanıtın var mı?” diye sordu. Aslında Selohre’nin kanıtını biliyordu. Kendisine göstermişti ama bilmiyormuş gibi yapıp diğer krallarla birlikte ilk defa görüyormuş gibi davranacaktı. Selohre böyle söylemişti. Selohre çok şey biliyor olabilirdi ama Pelias da onun bilmediği başka bir şey biliyordu. Kendisi ve diğer krallar anlattıklarından nasıl etkilenmişse Selohre’de aynı şekilde dehşet ve korku duyacaktı.

   Selohre zafer kazanmış bir edayla “Alt katta sizin tutsağınız olarak beklettiğim mahkûmun ve eşyalarının getirilmesini talep ediyorum. Mahkûm bir Mirvolk” Dedi.

   Krallar kendi aralarında mırıldanırlarken kimse itiraz etmeyince Pelias mühürlü kapının iki yanından aşağı inen merdivenlerin başında duran Gümüş ayak askerlerine bir işaret yaptı. Kısa süre içinde elleri ayakları bağlı bir adam ve dikkatlice tuttukları tuhaf görünüşlü bir çantayla beraber mahkûmu huzurlarına çıkardılar.

   Adam yeşil, siyah, kahverengi bir renk cümbüşü olan sıra dışı bir kıyafet giyse de bir insandı. Bunu hepsi görebiliyordu. Adamı ensesinden kavrayan Selohre diz çökmesini sağlayarak “Konuş” dedi.

   Pelias şaşırmış numarası yaparak “Dilimizi konuşabiliyor mu?” diye sordu. Buradaki oyun diğer huysuz kralları ikna etmekti ve Selohre tahta açılan kapının onları ikna etmesi olduğunu söylemişti. Kendini beğenmiş salak diye içinden geçirdi Pelias. Tahta geçmeye niyeti olmadığını söylerken ciddiydi.

   “Hayat suyu içen herkes bizi anlar ve dediklerini anlarız. Ortak dil hayat suyunda akar”
   
        Adam korkmuş görünmüyordu. “Adım Devran.” Dedi.

   Pelias adama küçümseyerek bakarken “Yıldızlara açılan geçitlerden mi geldin?”  dedi.
Başka gezegenler Zaman dışı salonun yirmi altı yıl önceki yıkılışına kadar bilinmeyen ve artık tüm kralların geçit savaşlarında zor yollardan öğrendiği bir gerçekti.

   “Evet” diye kabul etti Devran. Selohre’ye attığı kaçamak bakışlar korku doluydu. Kader salonundaki herkesten daha çok Selohre’den korkar bir hali vardı.

   Kulaklarındaki küpeleri farkında olmadan çekiştiren Ukare hikâyeden etkilenmiş olarak “Çelik kuşlara mı biniyorsunuz” diye sordu.

   Sözler Devran’ın oldukça komiğine gitmişti ve kendini tutamadan güldü. “Çelik kuşlar mı? Uçakları kastediyor olmalısınız.”

   “Siz ne diyorsunuz bilmiyorum, çelikten kanatları var ve gökyüzünde sizi taşıyorlar mı?”

   “Bakın bu saçmalık daha ne kadar sürecek” diyen Devran sırtına yediği bir tekmeyle yüz üstü yere kapaklandı ve Selohre’ nin tehdit edici varlığını tekrar hatırlayarak “Evet” dedi kısaca.

   Selohre yere bırakılmış sırt çantasının içindekileri adamın önüne boşalttı. İçinden çıkan her nesneyi adama sorup ne için kullanıldığını anlattırdı. Faz silahı Svondar’ın dikkatini çekmişti. Bir tür işe yaramaz miğfere benzettikleri şeyin gaz maskesi olduğunu ve Selohre’nin bahsettiği duman toplarından yayılan zehirli gazlardan korunmayı sağladığını öğrendiler. Telsiz, mikrofon, otomatik tüfek, tabanca ve ilk defa gördükleri şeyler Selohre’ nin hikâyesinin doğruluğunu hepsine kanıtlamaya yeterdi. Selohre sorgulama işinin bittiğine karar verdikten sonra salondaki en nefret edilen varlık olmayı bir başkasına devretmiş olmaktan memnundu. Mavi saçları, solgun beyaz tenindeki ağaç kabuklarını andırırcasına tırmanan mavi damarları, iki metreyi aşan uzun boyu ve içinde barındırdığı insanların büyü adını verdikleri doğaya hükmetme gücü bir süreliğine de olsa odadakilerin aklından çıkmış onu da kendilerindenmişçesine görmelerine neden olmuştu. Selohre bir sürü yalan ve bir miktar gerçek söylemişti ama orada bulunan kimse yalanları fark etmedi. İçten içe gülümserken Yalan içine bir tutam doğru katılırsa yemesi lezzetli ve iştah açıcı olur dedi.

   “Eğer bu kanıtlarda siz Krallar için yeterli değilse denetleme ve kontrol için Zümrüt sarayımıza geldiğinizde onun bindiği çelik kuşun kalıntılarını gösterebiliriz.”

   Selohre elindeki kartların hepsini açmıştı. Pelias sıranın kendisine geldiğine karar verdi. Krallar şaşkınlıklarından sıyrılmadan ve Selohre özgüven içinde rahatlamışken kendi kartlarını açma sırası gelmişti.

   “Gördüklerinizden sonra doğudaki tehlike ve birleşmemiz konusunda hemfikir miyiz?”  diye sordu.

   Kader salonuna sessizlik hâkimdi. Ukare her zaman yaptığı gibi küpeleriyle oynarken, Svondar sakalını avuçları arasına almış çekiştirerek düşünüyor, Hırpani çakal kral Mernil ise üstündeki çakal kürklerini çekiştiriyordu. Herkes gergin diye düşündü Pelias.
 
   “Hemfikiriz” diye sırayla hepsi onayladı ve Pelias içinden güldü.

   “Karanlığın doğduğu yerde her zaman ışıkta vardır. Tehlike dikkate değer ama bu karanlık zamanda bizim için umut da var. Öncelikle Devran’ı Örümceğin ağı hapishanesine atma kararımı onaylıyor musunuz? Bırakalım orada suçlarından ötürü pişmanlık ve sefalet içinde çürüsün.”
 
   “Hayırr” diye kendini tutamadı Selohre. Böyle anlaşmamıştık der gibiydi daha çok ama Pelias’ın sinsi gülüşü. “O bizim tutsağımız ve Zümrüt saraya götürülmeli” dedi.

   “Bizi uyardığın için sana minnettarız Selohre lakin siz kadimlere güvenmiyoruz.” Selohre’ye güvenmediğini açıkça belli ederek Krallar’ın memnuniyetini kazandığını biliyordu. “Kararımı onaylıyor musunuz?”

   Bu sefer sessizlik yoktu her Kral onayladığını açıkça belli ederken Selohre içinde kabaran öfkeyi bastırıyordu.

   “O halde hüküm verilmiştir.”  iki gümüş ayak muhafızı tutsağı alıp götürürken Pelias kürsüden ayağa kalkıp masanın başına yürüyerek “Şimdi diğer konu Gök ağaçlarınız asla yeniden ekilmeyecek ve diyarda görülmeyecek. Böyle bir girişimin varlığı tespit edildiği anda tüm kadimlerin varlığının Quat Doai’ye açıklanmasına karar verdim. Siz kadimlerin tehlikelerine karşı bizimde Doai rahip muhafızlarımız var. Yeniden çoğalmanıza izin vermiyorum ve her zaman olduğu gibi biriniz zümrüt saray dışında haberimiz olmadan görünürse varlığınız yine Doai muhafızlarına açıklanacak. Onaylıyor musunuz Yüksek Lordlarım?”

   Selohre ilk başta öfkelenmişse şuan öfkeden alev almak üzere olmalı diye düşündü. Alya’nın ne yapmaya çalıştığını biliyordu. “ Etkile, korkut ve Fethet sizin taktiğiniz değil mi Selohre. Hikayenle hepimizi etkiledin mahkumunla diyara korku saldın ve şimdi dediğin gibi topraklarımızda size izin verirsek sırada Fetih var.”

   “Onaylıyorum ve seni destekliyorum. Bir ifrit yaratıcısına güvenmediğini kanıtlayarak gözüme girdin genç kumandan” dedi aksi Svondar. Pelias’a olan öfkesi artık kaybolan Kralın onu bir yetim ve dilenci olarak görmeyi bıraktığı belliydi. Diğer krallarda kararını onaylarken keşke Orfelm Kralı’da burada olsaydı diye düşündü. En önemlisi aslında onu etkilemekti ama çoğunluğu sağlarsa Orfelm’in boyun eğmekten başka çaresi kalmayacaktı.

   “O halde hüküm verilmiştir.”
 
   “Biz Alya’lar olmadan Mirvolkların karşısında şansınız olduğunu mu sanıyorsunuz. Sizi sefil böcekler gibi ezecek bir güce sahipler” Selohre öfkeyle konuşmuştu. Öfkesinin asıl nedeni genç kumandandı. Planladıkları gibi hareket etmemişti ve Selohre’nin gizli amacını öyle gözler önüne sermişti ki tüm kralların gözünde Alya’nın kazandığı destek bir anda kaybolmuştu.

   “İşte bu noktada yanılıyorsun. Yüksek lordlarım Bir zamanlar Alyalar bu Mirvolk dediklerini yenebilmiş. Bizlerde Alyaları yenebildiğimize göre Mirvolklarıda yenebiliriz.”

   Onaylar mırıltılar ve “Haklı” … “Yenebiliriz” gibi sözler salonda yankılandı.

   “Bizi yenmenizi kadim asa Alad’rohim sağladı ve asanın gücü neredeyse yarım asırdır kullanılamıyor. Asaya hükmedebilen İmparator kanı kurudu” Selohre son silahını kullanmıştı ve beklediği etkiyi yarattı. Bu sefer Krallar Selohre’yi onaylıyorlardı.

   “Sessizlik lütfen.” Dedi yüksek sesle Pelias. Şimdi Selohre’nin taktiğini ona karşı kullanmasının zamanı gelmişti. Etkile, Korkut ve Fethet. Alyayı şaşırtarak etkilemişti ve şimdi korkutması gerekiyordu ve sonra fetih gelecekti. Tüm kralların kalplerini fethedip tekrar yaz yurdu bir araya getirecekti. “Hepiniz Kameria’nın kehanet kitabını biliyorsunuzdur.” Dedi.

            “O ki karmaşa ve korkunun şafağında göğün kanatlarıyla gelecek
             Hakkı olanı almaya geldiğinde kimse inkâr edemeyecek.
             Atalarının mirasıyla buluşunca yıkımı ve kurtuluşu getirecek…”

   “Şu an korkunun şafağındayız belki de ve korku daha tam doğmadı. Ataların mirasıyla buluşunca diyor buda kadim felaketi asa Alyad’rohim. Yıkımı ve kurtuluşu getirecek.. Düşmanlarımız için yıkımı ve biz insanlar için kurtuluşu. Başta bu kehanet beni korkutuyordu ama yakın zamanda öğrendiğim gerçekleri bir araya getirince bunun bizim kurtuluşumuz olduğunu anladım. Hepiniz biliyorsunuz ki Alyad’rohim bazı zamanlarda bir gece boyunca hiç sönmeyen bir ışıkla yanıyor ve sonra karanlığına bürünüyor. Eski kütüphanede bir kitapta şöyle yazıyor Asa her yeni imparator varisi tahta hükmedebilecek yaşa girdiğinde o gece boyunca hiç solmadan ışık saçar. Daha sonra babamın notlarını karıştırırken tesadüf eseri başka bir şey okudum. İki yıl önce asa yine bu şekilde ışık saçmış ve ondan yaklaşık olarak yirmi yıl önce tekrar böyle bir olay olmuş. Tüm bunlar bende imparator kanının kurumadığına dair şüphe uyandırdı ve soy takipçileriyle üzerinde uzun zaman çalıştık. Bu güne kadar bende İmparatorluk kanının üçüncü Aronril’le tükendiğine inanıyordum ama tarih bu şekilde değil. İmparator ölüp üvey kardeşi Nendor tahta geçtiğinde Aronril’in eşi Selyes hamileymiş ve Nendor’dan korktuğu için kaçarak Quat Doai ye sığınmış. Bunu Doai rahiplerinin kayıtlarını kontrol ederek doğruladım. Rahipler, siyasetten uzak kalmayı tercih ettikleri için kızı kabul etmemiş ve onu farklı bir kimlikle çizme adasındaki Gurlang köyüne yerleştirmişler ama izlemeyi ihmal etmemişler. Selyes’in bir oğlu olmuş ve adını Zalehrim koymuş. Umut ışığı. Böylece imparator soyu kimliklerini bilmeden devam etmiş. En sonunda Orfelm sınırlarındaki Felikke köyünün lideri Zaleh bu kanı taşıyordu. İki oğlu ve bir kızı olmuş. Yamtar, Alesta ve Esmin. Alesta köyü terk ederek uzun yıllar bulanık imparator ikinci Heldos’a hizmet etmiş. Şimdide diğer soyun gelişimini kısaca anlatacağım çünkü zaten Nendor’ un soyu biliniyor. İkinci Heldos’un iki kızı oldu. Gwen ve Eleida. Büyük kızı Eleidayı Orfelm yüksek lordu Falkas Rayborn’la evlendirdi ve on altı yıl sonra zamansız ölümüyle Orfelm lordu İmparator oldu. Büyük kızı Gwen ozaman yirmi bir yaşında irun gurai’yi yönetirken isyan nedeniyle tahta geçemedi ve kaptan Alesta ile denizlere açılarak kaçtı. Şimdi dikkatle takip edin lordlarım. Alesta abisini yanına aldı ve Gerçek imparator kanı taşıyan Yamtar ve Gwen bu deniz yolculuğunda tanıştılar. Bir şekilde o an hüküm süren İmparator Falkas’ın kızı Mira o zamanlar on beş yaşındayken bu yolculuğa dahil oldu ve kader ağlarını ördü. Hikâyenin gerisi ise biraz daha karışık. Kaderin dörtlüsü zaman dışı salonu yok ettiler ve geçitler savaşının başlamasına neden oldular. Bu nedenle Doai muhafızları tarafından suçlu ilan edilip kaçak yaşamaya başladılar. Gwen’le Yamtar evlendi ve bir oğulları oldu ama Doai muhafızları yerlerini bulmuşlardı. İkisi de öldürüldükten sonra Mira bebeği kaçırdı ve hala Doai muhafızları tarafından aranmakta. Gördüğünüz gibi bu bebek şuan on yedi yaşında ve hem Aronril’in hem de bulanık imparator Nendor’un tarafından tahtın gerçek varisi ve asayı eline verdiğimizde tekrardan gücünü kullanabilirse kehanetteki kurtuluşumuz.”

   Selohre bilmediği gerçekleri duyduğunda dehşete düştü. Alyad’rohim i kullanabilecek birisinin varlığı iliklerine kadar ürpermesine neden oldu. Asırlardır planladıkları her şey alt üst olabilirdi.

   Krallar şaşkındı ama itiraz eden yoktu. Tıpkı kehanetteki gibi diye düşündü Pelias Hakkı olanı almaya geldiğinde kimse inkâr edemeyecek. “İmparator kanının hala aktığını ve ona atalarınız gibi hizmet etmeyi kabul ediyor musunuz?”

   Beruni’nin yaşlı Kralı Marius hem şaşkın hem kafası karışmış bir halde “Söylediklerinin doğruluğunu inkar etmiyorum zira eğer yalansa zaten asa çocuğun ellerinde de bir işe yaramaz. Geriye tek sorun çocuğun yerini ve kim olduğunu bilmediğimiz kalıyor. Ama eğer bulunursa ve gerçekten söylediğin kişiyse kabul ediyorum.”

   “Eğitimsiz bir çocuk ve bilinmeyen bir düşman… Eğlenceli olacak Kabul ediyorum” diye onayladı aksi Svondar ve ardından diğer krallar kabul etti.

   Ukare merakla “Peki çocuğu nasıl bulacağız. Bir duyuru yapıp on yedi yaşındaki herkesin eline asayı verip test mi edeceğiz?”  diye sordu.

   “Gerekirse yapabilirdik ama inanıyorum ki buna gerek kalmayacak. Duyduğum haberlere göre Doai rahipleri sonunda Mira’nın yerini bulmuş ve Dammo Mair adında altın güneş muhafızını görevlendirmiş. Çocuğa ulaşmanın anahtarı bu adamı son ana dek takip etmek ve Mira’yı öldürmeden önce durdurmak…” bakışlarını bir köşeye çekilmiş olan Selohre’ye çevirerek “Belki sizlerden biri çocuğun varlığından korkup onu yok etmek isteyebilir fakat böyle bir olay olursa sizi bekleyen sonda çocuğunkinden farklı olmayacak. Irkınızın kaderi çocuğun sağ salim buraya gelmesine bağlı. Her ne olursa bunu siz kadimlerden bileceğim.”

   Selohre öfkeyle ayağa kalktı. Bir şeyler demek istedi sonra vazgeçti. Oynadıkları oyunda yenilmişti ama yine de elinde açmadığı tek bir kart kalmıştı. Son çare diye düşündü. Kehanetlere inanıyordu ama bir kehanetin iki yönü olabilirdi. Bu yanına kalmayacak Pelias Bellarmin diye kendi içinden yemin etti ve arkasına bile bakmadan kader salonundan aşağı inen merdivenlerden inerek gözden kayboldu…
   

   

   



cesaret yoksa zaferde olmaz

Çevrimdışı duhan

  • **
  • 284
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
Bölümleri tek seferde tek tek koysan iyi olacak çok uzunlar. İlk bölümü okudum sadece dil akıcı ve sade. Virgül kullanmamandan ötürü zaman zaman akıcılık boZuluyor içinde hiç virgül olmayan paragraflar var. Oldukça büyük bir evren yaratmıssın anladığım kadarıyla üstüseinden gelebilirsen harika bişey ama aynı zamanda üstündeki yükü artıran bi durum. Gollum taklidi yapan yaratıklar beni irrite etti sadece.

Çevrimdışı serhan1310

  • **
  • 91
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
teşekkürler onlarla ilgili düzeltme yaparım kısa zamanda. evren hakkında ise lise yıllarımda dm lik yaparken tasarlayıp sürekli geliştirdiğim bir evren. O yüzden haritalar köyler hatta köylerin bile ayrı ayrı haritaları mevcut. bölüm bölüm ayrı ayrı yayınlarım bundan sonraki kısımlarını ilk defa forum sitesi kullandığımdan sisteme yabancılık çektim biraz :)
cesaret yoksa zaferde olmaz

Çevrimdışı duhan

  • **
  • 284
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
İkinci bölümü şimdi okudum dili kullanmayı iyi biliyorsunuz okurken sokılmıyor insan. Yarattığınız dünya ilgi çekici. Umarım detayları görebiliriz de isimletden ibaret kalmaz. Bu bölüm için tek eleştirim jolin karakteri biraz fazla karikatürize olmuş onun dışında gayet iyiydi.

Çevrimdışı serhan1310

  • **
  • 91
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
yaptıgın her elestırıyı not alıp cıktıların altına yapıstırıyorum sımdı gozden gecırınce gercekten haklısın dıyalogları bıraz daha realıstık hale getırmem lazım bır sonrakı bolumde bu hataları yapmamaya calısarak bırazdaha ınce eleyıp sık dokuyacagım bırde hakkaten konuyu takıp etmek zor oluyomus her bolumu buraya yazınca yaptıgın yorumlar ıcın tesekkurler
cesaret yoksa zaferde olmaz

Çevrimdışı duhan

  • **
  • 284
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
yaptıgın her elestırıyı not alıp cıktıların altına yapıstırıyorum sımdı gozden gecırınce gercekten haklısın dıyalogları bıraz daha realıstık hale getırmem lazım bır sonrakı bolumde bu hataları yapmamaya calısarak bırazdaha ınce eleyıp sık dokuyacagım bırde hakkaten konuyu takıp etmek zor oluyomus her bolumu buraya yazınca yaptıgın yorumlar ıcın tesekkurler

Katkım oluyorsa ne mutlu bana. bu konuda otorite değilim, sadece ne okumaktan hoşlandığımı iyi biliyorum. yarattığın dünya gerçekten taktire şayan. Büyük emek isteyen bir şey ve buevrenin içinde elbette, küçük küçük eğlenceli yerler de olacaktır ama jolin karakteri fazla eğlenceli. Karizmatik bir kadın betimlemesinin ardından, tavşan gibi sıçrayan bir kadının çıkması zevkini baltalıyor diye düşünüyorum. özellikle şu manevralara taktığı isimler tsubasa dan fırlamış gibi :D şimşek vuruşu, yanardağ volesi, adamı süründüren rövaşata vs vs. sanırım anlamışssındır. 3. bölümü bitirdiğimde yine rahatsız ederim seni.

Çevrimdışı serhan1310

  • **
  • 91
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
aslında karakter olarak jolın dengesız psıkolojık sorunlu bırı bazen cok neselı bazen sacma sapan bazen fazla kadınsı bazen de cocuk gıbı ılerleyınce bu kısılıgı benımsemen bıraz daha kolay olabılır ama ınce bı tras yapıcagım 
cesaret yoksa zaferde olmaz

Çevrimdışı safir

  • **
  • 57
  • Rom: 3
    • Profili Görüntüle
Giriş bu haliyle daha iyi olmuş. Güzel yazıyorsunuz, ancak Selohre'nin bölümünde fazla bilgi aktarımı olduğu için okuyucu sıkılabilirdi. Noktalama konusunda bazı eksiklikler var. Ayrıca Jolin karakteri benim de gözüme biraz battı. Hareketlerine verdiği isimleri pek benimseyemedim açıkçası. Eğer karakterin kişiliğinde bir sorun varsa bunu ufak bir iki ayrıntıyla belirtmeniz belki daha iyi olurdu. 
Genel olarak iyi gidiyorsunuz. Elinize, kaleminize sağlık.

Çevrimdışı M.K.Immortal

  • **
  • 290
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
İlk bölüm için: Gerçekçilik her zaman ilgi çekicidir. Dammo'nun duası ilk dikkatimi çeken gerçeklikti. Duayı ediş şekli hoşuma gitti. Aynı şekilde çekicin el boğumu yapılması ayrıntısı da güzeldi. Fakat kertenkele kabilesinin Gollum taklidi yorumuna katılıyorum. Sürüngen olmalarından dolayı tıslayarak konuşmalarını öngörmüşsünüz fakat akıllara hemen Gollum geliyor.


İkinci bölüm için: Zolan'ın hikayesini de çok sevdim diyebilirim. Hapishanede her ne kadar aklıma 300 Spartalı ve Riddick gelmiş olsa da genel olarak güzel tasvirlerle bezenmişti. Diğer arkadaşların aksine Jolin bende ters etki yapmadı, aksine ilginç bir karakter izlenimi verdi. Hareketlerine verdiği isimler de eğlence düşkünü karakterini ön plana çıkarıyordu. Tabi yorumlardan sonra bir düzenleme yaptınız mı bilmiyorum.


Üçüncü bölüm için: Yine birkaç şey geldi aklıma bu bölümün başlarını okurken. Fakat kafam kaldıramadı daha fazlasını ve yarıda bırakmak zorunda kaldım :D Ayrıntılarınız çok güzel ama fazla olunca okuyucuyu yoruyor bir süre sonra ve sıkıyor. Yine bu bölümdeki isim cümbüşü nedeniyle de benim gibi özel isim hafızası berbat olan birisi çabucak soğuyor.


Genel olarak; cümleleriniz çok güzel. Anlatımınız akılda canlanıyor. Fakat -de eklerinde biraz çalışmanızı öneririm. Gayet büyük bir evren tasarlamış olduğunuz anlaşılıyor. İlerleyen bölümlerde (ilk iki bölüm için hiç olmazsa) neler olacağını merak ettiriyor. Ellerinize sağlık.

Çevrimdışı duhan

  • **
  • 284
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
Üçüncü bölüe başladım ama, yarı yolda kaldım. Boğuldum desem yeridir. Bilgi ve tasvir bombardımanından bunaldım açıkçası. Sakin ve dinç kafayla okumak üzere şimdilik vazgeçtim. Ama bu kötü olduğu anlamına gelmiyor bunca emek verilmiş bir şeye haksızlık hatta terbiyesizlik yapmak haddimize değil. okuyacağım kesin kararlıyım :)