ON YIL SONRA (günümüz)
“Oldukça tuhaf bir tasarım” diye fikrini dile getirdi polis komiseri. Alışık olduğu bar manzaralarının oldukça dışındaydı. İçeriye girdiği ilk andan beri kendisini, ortaçağa ait bir film setinde gibi hissediyordu. Geniş eski masalar, ağaç kütüklerinden oyulmuş biçimsiz oturaklar, duvarlarda asılı kılıç ve kalkanlar, on tane büyük eski şömine, bin kişiyi aynı anda barındırabilecek kadar geniş olan barda, alışık olunmadık bir manzara sergiliyordu.
“Bunu bir iltifat olarak mı almalıyım?” diyen Bülent, bulundukları asma katın balkonundan, altlarında uzanan barın manzarasını izlemekteydi. Loş ortamdaki tek ışık kaynağı masaların üzerinde yanmakta olan gaz lambaları ve duvarlarda asılı meşalelerin dans eden alevleriydi. Aslında eski bir süper marketi restore etmişlerdi. Barın geniş meydanına bakan ve içeriyi tamamen gözler önüne seren asma kat, iki eski arkadaşı dışında herkese yasaktı.
“Kapıda yazan şey de ne demek?”
“Hangi yazı?” komiserin neyi kastettiğini anlayamamıştı.
“Hemen her yerde müdüriyet, yalnızca yetkili personel falan yazar. Zindan efendileri ne yahu?” Diye soran komiser, kemerinin üstünden sarkan göbeğini kaşımaktaydı. Yanında gelen ekip arkadaşları çoktan işlerine başlamış, asma kattaki ufak odada bulunan güvenlik kayıtlarını incelemekteydiler.
“Hiç frp oynamadınız mı?” diyen Bülent’ in sesi hiç pizza yemediniz mi? Dercesine alay doluydu.
Komiser ince alayı anlayıp sinirlenerek “Bak aslanım seni şüpheli olarak içeriye alırsam bizim oyunumuzu oynamak zorunda kalırsın.”
Bülent bu boş tehditten etkilenmemiş olsa da aklı hala fotoğraflardaydı. İki küçük çocuk ve orta yaşlarında bir kadın. Katil ise cinnet geçirmiş bir kocaydı ama adam kendini öldürmeden önce lanet olasıca bir duvara suçlu Zehir diye yazarak bu gereksiz sorguya sebep olmuştu.
“Bakın memur bey…”
“Komiser” diye sertçe düzeltti.
“Komiser bey, cinnet geçirmiş bir adam ailesini ve kendisini öldürmüş. Burada içtiği bir içkiyi sorumlu tutmuş. Elinizde bu sorguya sebep olacak hiçbir kanıt yok ve Zehir tamamen yasal. 2016 yılındaki içki yasağından sonra hükümetin bile desteğini aldık. Türkiye’ nin hemen her ilinde satış yapan kendini kanıtlamış bir firmayız. Beni belki sıradan bir bar sahibiyle karıştırıyorsanız hatırlatmak isterim ki geçen sene seçimlerde aday olmam bile istendi. Arkamda kimlerin olduğunu bir düşünün isterseniz.” Diyen Bülent kendinden emindi.
“Ben senin arkana” diye söylendi ama sözünü tamamlayamadı. On yıl içinde o kadar çok şey değişmişti ki çağın gerisinde kaldığına inanıyordu. Yılın keşfi Zehir giderek yayılmıştı.
“Kayıtların kopyasını aldık komiserim.” diyen memurun sesiyle daldığı düşüncelerden sıyrıldı.
“Daha sonra tekrar görüşeceğiz.” Diyerek bulundukları odadan çıkıp barın ilginç manzarasına yukarıdan bir kez daha baktıktan sonra aşağı inen merdivenlerin olduğu koridora yöneldi. Üzerinde zindan efendileri yazan kapıyı sertçe açıp çıkışa yönelirken, burayı arama iznini bir çıkartabilirsem o zaman göreceğiz el mi yaman bey mi yaman, diye aklından geçirdi. Bir duble rakı için neler vermezdim diye düşündü ama artık rakı üretilmiyordu. Zehire bir küfür daha savurduktan sonra barın çift kanatlı, kale kapılarını andıran geniş çıkışından geçerek gözden kayboldu.
Polisler bardan ayrıldıktan sonra Bülent asma kattaki diğer odaya geçti. Katta üç oda vardı. Bunlardan biri güvenlik kayıtlarının tutulduğu küçük oda, diğeri barın içine bakan balkonun olduğu komiserle konuştukları oda ve üçüncüsü ise kurgu odası dedikleri, oyunlar hakkında son detayları düşündükleri odaydı. Oldukça sade döşeli elli metrekarelik odada, rahat koltuklarda oturmakta olan Serkan sanki çiviler üstünde oturuyormuşçasına gergindi. Bülent’ten biraz daha uzun olan Serkan son zamanlarda oldukça kilo almış olsa da boyu ve geçmiş yıllardaki spor faaliyetleri sayesinde kilolarını gizleyebiliyordu.
Bir diğer koltukta oturmakta olan Aybars, her zamanki gibi siyah renkte kot ve saçma sapan bir tişört giymişti. Ayaklarını önündeki cam sehpaya uzatmış, olan biteni umursamadan oturuyordu. Bülent onun bu rahatlığından her zaman nefret etmişti. Her ikisi de polisle konuşma işini Bülent’ e bırakıp barda olduklarını belli etmemişlerdi. Üç arkadaşta lise hayatı boyunca aynı sınıftaydılar. Şimdi ise o yılları arkada bırakalı yirmi sene olmuştu.
“Neler olduğunu anlat.” Diyen Bülent, Aybars’ın ayaklarını sehpadan iterek odadaki ikili deri koltuğa geçti.
“Kulaksızı kızımın yanında gördüm. Kızıl, siyah, çamur gibi rengi olanlardandı. Biliyorsunuz onlar kurallara uymayanlar. Lekeliler. Yani o kadar büyük sorun olmaz. Beyazlardan değildi.”
Aybars “Eminim küçük piçler bunu beklemiyorlardı.” diye güldü.
Bülent öfkeyle “Nasıl bu kadar umursamaz olabiliyorsun.” Diye Aybars’a bağırdı. “Bazen seninle nasıl arkadaş kalabildiğimizi kendime soruyorum.”
“Ne yapacaktım ya lekelinin yasını mı tutmalıyım. Olan olmuş Bülent. Ok yaydan çıktı. Ya kalkanlarımızı kaldırırız ya da göğsümüzü gerer oku yeriz.” diye cevapladı Aybars. Kendince haklıydı. Olan olmuştu.
Barın içinden yükselen tiz çığlık tartışmalarını böldü. Ardından yükselen bağırışlar ise tartışmayı bırakıp, asma kattaki balkona çıkmaları için yeterli nedendi.
Üçü de olan bitene şaşırmamıştı. Birkaç dakika içinde olacakları odaklandıkları zaman görebiliyorlardı. İçeri giren sekiz kişi silahlarını barın güvenliğini sağlayan üç görevlinin başına dayamışlardı. Çığlık atan Şule’ydi. İçeri girenlerin lideri olduğu davranışlarından belli olan, uzun boylu güneş gözlüklü adamın önünde yere serilmiş yatıyordu. Çığlığının bir tokatla bölündüğü yüzündeki kızarıklık ve dudaklarından süzülen ince kandan belliydi.
Adam beyaz bir takım elbisenin altına siyah gömlek giymişti. Aslında şık bile sayılırdı. Güneş gözlüğünü alnına doğru kaldırarak balkondaki üç arkadaşa baktı. “Ah üçünüzü de bir arada görmek ne kadar güzel?” diyerek yere tükürdükten sonra “Çabuk aşağı inin lan zibidiler.” Diye bağırırken elindeki yarı otomatik silahı balkona doğrultup merdivenleri işaret etti.
Bülent hızlı adımlarla aşağı inerken bir güne daha ne kadar aksilik sığabilir acaba diye düşündü. Gelenlerin barı satın almak isteyen Murat’ın adamları olduğu belliydi. Adam anlaşılan satmayı düşünmüyoruz sözünü kabullenememişti.
“Bana bakın lan” dedi adam aşağı indiklerinde. Silahını sürekli birine doğrultarak hedef değiştiriyordu. “Patron son teklifini iletmemi istedi.” Tekrar yere tükürdü. Adamın alışkanlık haline getirdiği belli olan bu hareket, Bülent’in sinirine dokunmuştu ama yüzüne doğrultulan silah bunu dile getirmesine engeldi. “Kim ulan aranızdaki yetkili.”
“Bakın isterseniz yukarıda konuşalım.” Diyen Bülent arkadaş gurubunun beyniydi. Konuşmayı Aybars’a bıraksa başlarına kurşunu yiyeceklerini biliyordu ve Serkan’da kızı için hala endişelenmekte olduğundan sağlıklı düşünebilecek durumda değildi.
“S.ktirin lan. Buraya konuşmaya gelmiş birine mi benziyorum? Murat beyin son teklifi, burada ayda bir yaptığınız salak oyununuza izin verecek, ama geri kalan zamanda işletmeyi ona kiralayacaksınız. Lan siz salak mısınız? Sanki bedavaya istiyoruz. Arkanızda kim olduğu umurumda değil. Eğer kabul etmezseniz sizi öldürürüm.” Bir kez daha yere tükürdükten sonra başıyla bir işaret yaparak adamlarını toplayıp dışarı çıktı.
“Bülent Bey, üzgünüm onları durdurmak istedik ama silahları vardı.” Diyerek içerideki düşünceli sessizliği bozan güvenlik görevlilerinden biri oldu.
Bülent korkmuş olan Şule’nin ayağa kalkmasına yardım ederken “Önemli değil.” Dedi. Kız o kadar korkmuştu ki adamlar gittikten sonra bile etrafa tedirgin bakışlar atıyordu.
“Şule sen oyun alanında çalışanların yanına git ve bak bakalım ne durumdalar. Yarın oyun gecesi biliyorsun, kaç katılımcı olacak listeleri kontrol et, başvuranları değerlendir ve ilk seferi olacakları da ayrı listele. Serkan sen kafanı topla ve yarın için gerekli içkinin temin edilmesini sağla. Aybars sen benimle yukarı gel.”
Kurgu odasına gittiklerinde Bülent düşünceli, Aybars ise umursamaz görünüyordu. Bir süre ertesi gün için tasarladıkları oyunu inceleyen Aybars, sonunda dayanamayıp “Ne yapmayı planlıyorsun?” diye sordu.
Bülent düşünceler içindeyken “Murat Bey için özel bir gösteri.”
Aybars heyecanlanmıştı. “Ne zaman.”
“Bu gece.” Dedi Bülent kısaca. Güne başladığından beri artan öfkesi son olayla hat safhaya çıkmıştı. “İçmeyen var mıdır sence içlerinde.”
“Sence. Dinciler bile içinde alkol barındırmadığı için zehri tüketiyor.”
“O halde parşömenlerini hazırla büyü efendisi.” dedi Bülent oynadıkları oyunlardan alıntı yaparak.
Aybars sinsi bir gülümsemeyle saatine baktı. 16:35’ i gösteriyordu. “Üç saat içerisinde kusursuz bir parşömen hazırlarım” diyerek cevapladı.
“Senden daha azını beklemezdim. Şu kulaksız meselesini ne yapacağız oğlum.”
“Açık konuşmak gerekirse ben bir adım önümüzü görüp durduğumuz lanetten kurtulduğum için minnettarım. İstediğimiz gibi kontrol edebilir hale geldik. Zehir olmasaydı bunu asla başaramazdık. Şimdi onların değil bizim kurallarımızın zamanı geldi bence. İnşacılarmış. Onların inşa ettikleri şeyleri yerle bir edip günlerini gösterelim derim ben.”
“Zehir yayıldığından beri kızıl lekeli kulaksızlar çok daha fazlalaştı.” Dedi Bülent.
“Biz zehri bulduk, onlar birilerine etki ederek içki yasağı getirdiler. Biz yasallaştırdık, fabrikalarımızı havaya uçurdular. Hamleler ve karşı hamleler. Savaşlar böyle başlar.” Dedi Aybars. Bu sefer alay etmiyor hatta umursamaz bile davranmıyordu ama eğlendiği belliydi.
“Bundan keyif alıyor gibisin.”
“Bilirsin, ben oyunlarda kaosun ve yıkımın lorduyum. Yani gördüklerimizden sonra tüm insanlar bana göre kulaksızların oyun tahtasındaki piyonlar. Bizler tahtanın karşı tarafına geçmeyi başardık. İstersek vezir bile olabiliriz.”
“İşin bitince haber verirsin. Beraber gideceğiz.” Diye konuyu kapattı Bülent. Aybars başından beri kulaksız dedikleri, ama kendilerine inşacılar diyen varlıklara nefretle yaklaşmaktaydı.
***
Murat’ ın yaşadığı lüks villanın, demir parmaklıklı otomatik bahçe kapısına vardıklarında saat onu biraz geçiyordu. Ankara’ ya özgü rüzgarsız ve sıcak bir akşam vaktiydi. Kapıdaki güvenlik görevlileri tarafından arandıktan sonra araçlarını sokmalarına izin verildi. Eve gelmeden önce haber verdikleri için bekleniyorlardı.
Bülent üç katlı villayı ve bahçe havuzunu gördükten sonra belki de böyle bir yerde yaşamalıyım diye aklından geçirdi. Fazla bekletilmeden içeri alındılar. Aybars heyecanlandığında her zaman yaptığı gibi tırnaklarını kemirirken içten içe az sonra yapacakları şey için gülüyordu.
İçeri alındıkları salonda, paranın satın alabileceği hemen her tür konfor gözler önündeydi. Pahalı mobilyalar, altın varaklı tablolar, lüks avizeler, içki yasağından dolayı, satışları yasaklanmış içkilerle dolu bar tezgâhı… Salondaki hemen her şey tek başına bir servet değeri taşıyordu.
Murat kaba bir tabirle içki kaçakçısı olsa da, üst makamlardaki tanıdıkları sayesinde kanunlar ona fazla dokunmuyordu. İki arkadaşın bar tezgâhındaki şişelere takılmış bakışlarını görünce övünerek “Koleksiyonumu beğendiniz mi?” diye sordu. Şık bir takım giymişti. Altmışlı yaşlarında olan Murat yaşına rağmen dinç bir fiziğe sahipti. Salonda kendilerinden başka, altı kişi daha vardı. Hepsinin belinde taşıdıkları silah tehdit edercesine sergileniyordu.
Bülent adamlardan birinin gündüz bara gelen beyaz takımlı, tükürme hastalığı olan kişi olduğunu görünce içten içe memnun oldu. Belli ki adam bu salonda salyalarına hakim olabiliyordu.
“Gerçekten de güzel koleksiyon. Özellikle yerli içkiler ilgi çekici.” Dedi Bülent. Yabancı içkilere bir şekilde ulaşılabiliyordu ama yerli içkiler oldukça değerliydi. Kaçak yollardan üretilenleri olsa da, Murat’ın bu tarz taklitleri sergileyecek bir adam olmadığı belliydi.
“Lütfen oturun. Sanırım teklifimi değerlendirdiniz.” Dedi.
Aybars rahat deri koltuklardan birisine kurulurken “Ahh evet çok ikna edici bir teklifti, yoksa tehditti mi demeliyim?”
Yaşlı adam sanki komik bir şey söylenmişçesine kahkaha atarak beyaz deri koltuğuna kuruldu. İki koruması adamın gölgesi gibi hemen koltuğun arkasındaki yerlerini aldılar.
“Bu kadar koruma gerekli mi?” diye sordu Bülent.
“Kötü bir devirdeyiz ve ben göze batan bir adamım. Bence sizlerde bu kadar ön plandayken koruma tutmalısınız.”
“Son olaylardan sonra düşünmediğimiz şey değil.”
Murat konuyu geçiştirmek için “Bir şeyler içmek ister misiniz?” diye sordu.
“Biz zehir dışında içki kullanmıyoruz. Hiz içtiniz mi?”
“Elbette içtim.”
“Güzeeell.” Diye kendini tutamadan araya girdi Aybars.
Bülent duymak istediği şeyi duymuştu. Ceketinin iç cebinden Aybars’ın hazırladığı bir kağıt parçası çıkartarak adama uzattı. Yaşlı adamın anlam veremeyen bakışlarına karşılık “Sadece barı size vermeden önce isteklerimizin bir listesi. Lütfen bir göz atın.” Dedi.
Aybars tırnaklarını kemirirken, Murat kağıdı açıp baktı ama kağıtta hiçbir şey yazmıyordu. Belli belirsiz birkaç kalem lekesi dışında kağıt bomboştu. “Bu saçmalıkta neyin nesi?” diye sordu öfkeyle. Bir an durdu. Aklına bir şey gelmiş ve ne olduğunu anlamlandıramamıştı. “Herkes dışarı çıksın ve bizi yalnız bırakın.” Diye korumalara seslendi.
Korumalar beklemedikleri emir karşısında şaşırsalar da itaat ettiler. Hepsi evden ayrıldıktan sonra kendisi de verdiği emir karşısında oldukça şaşırmıştı. Tekrar seslenip çağırmak istedi ama bunu yapamadı. İçten içe şaşırıp panikleyerek “Bana ne yaptınız.” Diyebildi.
Aybars ayağa kalkıp içeri girdiklerinden beri tuttuğu kahkahasını serbest bırakırken “Büyü seni aptal herif.” Dedi.
“Ne saçmalıyorsun sen be büyü diye bir şey yoktur.”
“Durma o zaman korumalara seslenmeyi dene.”
Murat bu saçmalığa son vermek için korumaları çağırmak istedi ama dudakları ona ihanet etmiş gibi ağzından tek kelime çıkmadı. Bağırmaya çalışı ama adeta dili mühürlenmişti. Sadece konuşabiliyordu. Oturduğu yerden kalkma isteği de bağırmayı denemesi ile aynı sonucu verince içten içe korkmuştu.
Aybars salonda ilerleyerek bar tezgahının üstündeki şarap açacağını alıp tirbuşonun sivri ucunu adamın bacağına sapladı. Murat’ın ağzı acıdan sonuna kadar açılmıştı ama tek ses çıkarmadı. Aybars, durumu açıklamaktan keyif aldığı her halinden belli olarak “Gördüğün gibi bağıramazsın, kalkamazsın ve şurada seni öldürsek adamlarının ruhu bile duymaz. Bir tür karabasan etkisi altındasın” Dedi.
“Bana ne yaptınız lan. Sizin …..”
“Aaaa söylemeyi unutmuşum küfür de edemezsin.”
Murat bacağında saplı tirbuşonun kenarlarından sızan kanın, sıcak bir şekilde bacağından aşağı doğru süzüldüğünü hissediyordu.
“Kimsiniz siz. Neler oluyor. Barınızın canı cehenneme istemiyorum artık bırakın beni.”
Sessizliğini bozan Bülent “Buradan gidelim ve sırtımıza kurşunu yiyelim değil mi? Aslında sana tüm bunları unutturabiliriz. Hatta aklımdan çıkmamış olsaydı barı istememeni bile sağlardık, ama yoğun bir programımız var. Bir de gurur meselesi. Benim mekanıma adam yolladın. Tehdit ettin. Söylesene bizi sindirmeye çalışanın ilk kendin mi olduğunu sanıyorsun?” dedi.
“Bakın anlaşabiliriz. Şu büyüyü bozun artık. Kan kaybediyorum. Doktora ihtiyacım var.”
Aybars bir kahkaha daha atarak Murat’ın serçe parmağını tutup bir anda bükerek kırdı. Yine aynı acı dolu hareket ama bir ses çıkmadı.
Murat acıdan gözleri yaşarmış halde “Parmağımı kırdın seni geberteceğim adi….”
“Küfür yok ama demiştim. Hem merak etme insan vücudunda yaklaşık iki yüz yedi kemik var. Biri kırılsa da sorun olmaz.”
“Aybars yeter.” Diye uyardı Bülent. Bıraksa onun çok daha ilerilere gidebileceğine şahit olmuştu.
“Lütfen büyüyü kaldırın.” Diyen Murat’ın ses tonu bu sefer ağlamaklıydı.
“Şu büyü saçmalığını keselim artık. Arkadaşımın hayal gücü çok kuvvetlidir.”
“Ama bana yaptığınız şey”
“Bilim” diye yaşlı adamın sözünü kesti Bülent. “Ateş ilk keşfedildiğinde de kimileri bunu sihir ve büyü sanmıştı." Murat’ın hiçbir şey anlamadığını ifade eden bakışları karşısında “Kimi araştırmacılara göre renk diye bir şey olmadığını biliyor musun? Aslında her şey siyahtır ve gördüklerimiz ışığın farklı nesneler üzerindeki yansımalarıdır. Beyinde aslında bu şekilde bir karanlıktır. Zehir ise beyine vuran güneş ışığı gibidir. Böylece nasıl ki ışık dünyayı görmemizi sağlıyorsa Zehirde başka şeyleri görmeni sağlar.”
Murat anlatılanlardan hiçbir şey anlamasa da bacağındaki acının yok olduğunu hisseti. Baktığında bir yara yoktu. Kan yoktu. Tirbuşon Aybars’ın elindeydi. Parmağına baktı. Kırık değildi.
“Nasıll.” Diyebildi korku, şaşkınlık ve bir tutam mutluluk hissetti. Parmağı kırık değildi ve yaralanmamıştı.
“Çok fazla soru ve kısıtlı zaman, bu kadar yeter.” Diyen Bülent bir başka kağıt parçasını adama uzattı.
Kağıdı almak, bakmak, görmek istemiyordu ama engel olamadan baktı…
Murat iki arkadaşı uğurlarken oldukça neşeli görünüyordu. “Siz ikiniz var ya adamın dibisiniz” dedi el sıkışırlarken. İkiliyi yolcu ettikten sonra ne geceydi ama diye salona geçerek, bar tezgahından bir içki doldurdu. Çok eğlendiğini biliyordu ama bu kadar eğlenecek ne yaptıklarını düşünmeye çalışınca bir boşluk vardı. Koltuğa otururken aklına yapmayı unuttuğu bir şey gelince “Kemal” diye seslendi.
Salonun dışındaki kapıda bekleyen adam ikiletmeden içeri girdi. “Buyurun Murat bey” diyerek farkında olmadan yere tükürdü.
“Lan ayarı bozuk itfaiye musluğu gibisin. Bir gün, bu yüzden seni öldüreceğim.”
“Özür dilerim Murat Bey”
“Bu gün Zehir bara giderken yanında götürdüğün adamları ve uzun bir halat getir.”
On dakika sonra tüm adamlar toplanmış merak içinde patronlarına bakıyorlardı.
“Bırakın silahlarınızı şimdi bir ilizyon numarası öğrendim onu deneyeceğiz.” Diyerek güldü.
Patronlarının ender rastlanan neşeli hali adamları rahatlatmıştı. Bar tezgâhının üzerine bir kamera yerleştirmiş, olan biteni kaydediyordu. “Şimdi Kemal adamların hepsini birbirine sıkıca bağla” diye emrederken kameranın açısını her şeyi çekebilecek şekilde ayarlamayı başarmıştı.
Kemal itaatkârca denileni yaparken adamlardan bazıları endişeliydi ama karşı çıkmak için bir neden görmediler. Sonunda hepsi iç içe girmiş şekilde, kımıldayamayacak kadar sıkı bağlanmıştı.
“Bakın şimdi numaraya, hepinizi aynı anda kamera önünde uçuracağım. Kemal silahını ver.”
Murat elindeki silaha dalgın gözlerle bakıyordu. Ne yapması gerektiğini biliyordu ama neden yapmak zorunda olduğunu bilmiyordu. Silahı Kemal’in alnına dayayıp çılgınca bir kahkahayla tetiği çekti. Adam bir an ayakta öylece kalıp yere yıkıldığında bağlı adamlar panikleyip, bağırmaya çırpınmaya başladılar ama düğümler çok sıkıydı. Murat sanki bir panayırda oyuncak ördekleri vuruyormuşçasına eğlenerek tüm adamları vurup silahı alnına dayayarak tetiği çekti. Her şey göz açıp kapayıncaya kadar olmuştu. Dışarıdaki korumalar içeri girdiklerinde salonun ortasında oluşan kan gölü, cesetlerin önüne serilmiş kızıl bir çuha gibi yayılmıştı.