Kayıt Ol

Çift Bıçak Zaroc 11

Çevrimdışı Logatti

  • *
  • 29
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Çift Bıçak Zaroc
« Yanıtla #15 : 23 Haziran 2013, 19:25:36 »
Olay örgüsüyle öykü beni içine çekti adeta. Karaktere hayran kaldım. Tek dikkatimi dağıtan şey özellikle 1.bölümde çok yoğum olan kısa cümlelerdi. Tam öyküye dalıyorsun ama sıralanmış kısa cümlelerle dağılıyorsun.

Kaos ve Yasa Lordları tasfirin gerçekten çok güzeldi.

Devamını bekliyoruz efem ^^
Hayallerinin peşinde koşan yalnız bir kuzgunum ben.
Sadece göklerde yaşayan.
Bazen kanat çırparım sonsuzluğa.
Ama şimdi şarap zamanı.
Tek bir amaca açılır kanatlarım.
Ölüme.

Selam olsun sana Kayıp Rıhtım

Çevrimdışı grikunduz

  • **
  • 368
  • Rom: 6
  • Est solarus oth mithas
    • Profili Görüntüle
    • HayalGezer
Ynt: Çift Bıçak Zaroc
« Yanıtla #16 : 23 Haziran 2013, 20:27:29 »
Kısa cümlelerle biraz karakterin kendinden eminliğini vermek istemiştim. Ama yorumlara bakıyorum da başarısız olmuşum galiba bu hususta. :D

Zaroc benim de hayran olduğum bir karakter aslında. Yasa ve Kaos lordlarını ise ileride biraz daha işleyeceğim.

Yorumunuz için Teşekkürler :)

Çevrimdışı grikunduz

  • **
  • 368
  • Rom: 6
  • Est solarus oth mithas
    • Profili Görüntüle
    • HayalGezer
Ynt: Çift Bıçak Zaroc
« Yanıtla #17 : 24 Haziran 2013, 12:48:16 »
Biraz uzun oldu sanki. :)

6


Gece soğuk ve karanlık, ozan için karanlığın hiçbir anlamı yok. O günle geceyi soğuk ve sıcak olarak ayırt ediyor. Kör geldi bu dünyaya. Güçlünün haklı olduğu bir toplumda olabilecek en kötü şey zayıflık. Çocukluğunu hatırlıyor her gece, bir günü daha ölmeden atlattığı için kendisine sarılan annesini hatırlıyor, kendisiyle uğraşan çocukları hatırlıyor. Aşağılanmayı, değersiz bir varlık olarak davranılmayı hatırlıyor. Ama en çok güneşi hatırlıyor. Annesi anlatmıştı ona ilkin. “Gökyüzünde sarı, koca bir top” sarıyı görmeden hayal etmişti o güneşi. Kendisini çocuklardan, ölümlerden, aşağılamalardan koruyan geceden nefret etmişti, güneşi ondan sakladığı için. Bazen köyün dışına kaçar ve uzanırdı çimlere sırtüstü, işte o zaman güneşle kucaklaştığını hayal ederdi. Sevgilisi sarıp sarmalardı onu. Ne mızrak dişlerin korkusu kalırdı yadında, ne de zalim çocukların gürültüsü. Sadece o ve güneş vardı.

Onlarca dönüm geçmesine rağmen ölmedi Ozan, hayatta kaldı. Bu kadar uzun süre başarmış olması insanlar için şaşkınlık konusuydu, onun içinse sevgilisinin marifeti. Güzel her şey ondan gelmiyor muydu zaten. O da Yaratıcı gibi tekti, gökyüzündeydi ve onu seviyordu. Boş bulduğu her an kırlara kaçtı ve kucaklaştı sevgilisiyle. Bir gece özlem ve aşkla dolan yüreği dayanamadı, patladı. Tutamadı kendisini. Bir aşk şarkısıydı söyledikleri. Gökyüzüne, sevgilisine yönelmiş bir serenad.

Bu şarkıdaki özlemi gören Yaşlı Ozan sonunda çırağını bulduğuna karar verdi. Aldı çocuğu yanı sıra, götürdü dağlara. Ottan bahsetti, böcekten, kuştan, çiçekten. Anlattı ona mahlukatı ve anlamlarını. Dinledi ozan iştiyakla. Aşkla şişmanlamış, hakikate acıkmış ruhu yedi bitirdi duyduklarını. Her zaman daha fazlasını talep etti. Ölene kadar anlattı ozan ve çocukcağızı dağ başında bırakıp, gitti göklere. Ağıtlar ile indi köye Ozan. Düşebileceği aklına bile gelmemiş olsa gerek ki sağ salim inebildi dağlardan.

Köye geldiğinde, sırtında ozan kürkünü taşıyordu. Bu kürk onu kabilenin içinde onurlu bir kişi haline getirmiş olsa gerek ki bir ziyafet düzenlendi. Şarkı söylenmesi istenildi ondan. Hiç düşünmedi ozan ne söylesem diye. Sevgilisini hayal etti kafasında ve başladı söylemeye. Sesindeki ton ve samimiyette kayboldu bütün bir kabile, günlerce söyledi, gecelerce. Ne insanlar dinlemekten sıkıldı ne o söylemekten. Ve şarkısı bittiğinde köyün Ozanı oluvermişti. Eskiden sadece seslerini duyduğu kadınlar geliyordu yanına. Gücünden istifade etmeye çalışan parazitler gibi sokuluyorlardı ona. Hiçbirisine değer vermedi Ozan. Onun için sadece sevgilisi vardı. Gökyüzünde onu izleyen tatlı bir sevgili. Gündüz sırnaşan kadınları çok sert paylardı, sevgilisi görür de üzülür korkusuyla.

Yüzlerce dönüm boyunca ozanlık yaptı. Her gün güneşin doğuşundan batışına kadar şarkı söyledi güneş battığında ise sustu. İlk seferi dışında hiç söylemedi şarkısını gece vakti. O sadece gündüzleri düzdü nağmeleri sevgilisine. Ne kadar güzel bir sıcağı olduğundan, ne kadar hayran olunacak bir varlık olduğundan bahsetti günlerce. Bazı günler başladığı şarkıları bile bitiremiyordu da, hüzünlü bir şekilde diğer günü bekliyordu sözlerini bitirebilmek için. O, güneşi seviyordu.

-0-

Ozan yatağına uzanmış yarın ki şarkısını hayal ediyor. Bu sefer sevgilisine nasıl iltifat etse diye kuruyor kafasında. Gecenin sessizliğini Reisin çığlığı bozuyor. Derin ve keskin bir çığlık. Sanki gökyüzünü yarmaya çalışıyor gibi. Korkuyla toparlanıyor Ozan. Hemen yanındaki çocuğu uyandırıyor. Ona yardım etmek için orada çocuk. Ancak gece uykudan uyanırken bunu hatırlamak zor. “Ne var” diye soruyor bir yandan gözlerini ovuştururken. “Git bak neler oluyor” diyor Ozan bir çırpıda. Kızgın bir şekilde kalkıyor çocuk yataktan. Fırlıyor gecenin karanlığına.

Bir süre sonra dönüyor geriye, heyecanlı. “Reis ruhlarla görüşmüş bu gece, herkesi meydana çağırıyor” Ozan kalkıyor yataktan, gecenin kendisinden iyilik gelmeyeceğini biliyor. Fırlıyorlar dışarıya. Çocuk hemen önünde rehberlik ediyor, meydana götürüyor Ozanı.

Reis kürkünü giyinmiş, en ihtişamlı şekliyle bekliyor. Toplanınca kalabalık sert ve gırtlaktan gelen bir sesle konuşmaya başlıyor. Bunun korkutucu olduğu kanısında.

“Bugün Ruhlarla bizzat konuştum. Göklerdeki son gelişmelerden bahsettiler. Yeni bir grup Tanrının Yaratıcıyı yenip yok ettiğini ve artık onlara tapacağımızı söylediler.”

Kalabalık Atalarının Tanrılarını terk etme fikrinden huzursuz olmuş olsa gerek ki itiraz homurtuları yükseldi. Reis bunu fark etmemiş gibi sesini daha da yükselterek konuşmaya devam etti.

“Bana güçlerini ispatladılar ve güçlerinin bir kısmı ile de beni donattılar. Güneşi hizmetime verdiler. Artık güneş bizi terk ettiğinde bile ona hükmedip aramıza çağırabileceğiz, bu güç taşları ile” diyerek ellerini güçlü bir şekilde havaya kaldırdı. İki elinde iki taş duruyordu. Özel bir yönleri yok gibiydi, Reis bir gösteri yapması gerektiğini düşünerek Taşları sert bir şekilde birbirine vurdu. Bir anda gün geri gelmiş gibi oldu, aydınlandı elleri Reisin. Kalabalıkın kendisi şaşkındı. Kadınlar erkeklerinin arkasına saklandı. Çocuklar annelerinin bacağına sarıldı. Erkekler sakladı korkularını ve dinlemeye devam etti Reisi.

“Ağaç toplayın ve getirip önüme yığın” diye emretti Reis. Erkekler ve kadınlar o alandan uzaklaşmak için bir bahane çıkmasının sevinciyle dağıldılar. Sadece Ozan kalmıştı olduğu yerde. Sevgilisini gökten getirmenin dehşeti Yaratıcıya edilen inkarı dahi unutturmuştu ona. O güzel sevgilisini yeryüzüne indirip Reisin eline mi vermişti bu yeni tanrılar. Reisin istediği gibi istimal etmesine izin mi vermişlerdi tatlı sevgilisini. Öfkeyle doldu yüreği, nefretle taştı. Hayatı boyunca aşktan başka hiç bir şey tatmamış kalbi yabancıydı bu hislere, sindiremedi, derinlerine inemedi bu yeni tadın. O da taşırdı onları, saçmaya başladı sağa sola. Kalbi saçtıkça kini, nefreti, öfkeyi Ozan da hırçınlaştı kendi içinde. Nefret Reise döndü, iri, kürklü adama. Nerede olduğunu göremiyordu ama çok iyi biliyordu olduğu yeri. Kalbi o kadar kabardı ki patlayacağını hissetti bir an Ozan. Eliyle durdurmaya çalıştı bu acıyı, sarıldı kalbinin olduğu yere. Yıllar önce fark etmişti orasıyla aşık olduğunu. Ama şimdi aşkının yuvası bambaşka bir duyguyla kirletilmişti. Kalbi artık sevgilisine layık değildi. Bu onu daha da fazla öfkeyle doldurdu. Bir taş aradı elleriyle yerden. Bulduğu ilk kayayı kaldırıp koşmaya başladı Reise. Durumu bekler gibiydi Reis. Hiç hareket etmedi. Yalpalaya yalpalaya kendisine yaklaşan ozanı izledi. Yeterince yaklaştığında kollarından tutup yere attı onu. Kalın sopasını sırtına bastı, konuşmadan kalabalığın toplanmasını bekledi. Ay batıp da ortalık tam anlamıyla karardığında, insanlar odunları reisin hemen önüne yığmıştı. Ozan odun yığınının üzerinde yatıyordu, baygın bir halde.

“Şimdi yeni tanrıların gücünü ve saygısızlara olan öfkesini görün”

Reis ellerindeki taşları birbirine vurarak aydınlattı geceyi , bir daha, bir daha. Bir süre sonra önündeki otlara geldi güneş. Çağrı ayini başarılı olmuştu. Güneş artık onun hizmetindeydi. Büyümesi için bekledi bir an. İlk önce otlar yandı, sonra ince dallar. Kalın olanlar en son yandı. Gece, gündüz gibi aydınlanmıştı. İnsanlar güneşin hemen önlerinde büyümesini  hayranlıkla izlediler

Sıcaklık artınca ortamda, baygınlığı bırakıp uyanmaya karar verdi Ozanın beyni. Sevgilisi karşıladı onu uykusundan. İlk önce ayaklarından öptü onu. Aşkın şiddeti acıttı ayaklarını, inledi ozan  ister istemez. Sonra parmak uçlarından öptü sevgilisi. Gittikçe yaklaştı daha da fazla sokuldu. Sevgilisine sarılmakla kaçmak arasında kalmıştı Ozan. Aşkı galip geldi, acıya rağmen kavuşmanın sevincini yaşadı. İlk önce inledi sonra biraz daha yükseldi sesi. Sevgilisi elbiselerini çıkarırken çığlıklar atmaya başladı. Bu kadar güçlü olduğunu hayal etmişti, lakin gerçeğin kendisi her zaman şaşırtırdı. Çığlıklar atarak eridi sevgilisiyle. Birlikte oldular o gece. O son gecesinde sevgilisinin kollarında veda etti bu dünyaya.

Sıra Yaratıcının takipçilerini kendi dinimize çevirmekte diye fısıldadı”, Zaroc. “Ancak güçlüyken çağrımızı dinlemezler. Önce zayıflamalılar, o zaman kabul edeceklerdir.” Lider onaylar bir ifadeyle salladı başını, “Ama nasıl bütün kabilelere birden hakim olabilirim ki” diye sordu merakla. Kafasındaki sesin gülümsediğini hissetti. “Kula” diye fısıldadı sakince. Ve kahkahalar atarak uzaklaştı.

Reis ateşin gücünü daha çok hissettirmek için Köydeki herkesin bir elini ateşe sokmasını emretti o gece. İnsanlar korka korka yerine getirdi emri. Kimisi çığlık attı kimisi dilini ısırdı ama sabah olduğunda herkesin Yeni Tanrılara olan imanı taş kadar sertleşmişti.

Sabaha doğru güneş köyden çıkarak gene dağların üstüne, gökyüzündeki yerine döndü.  


DEVAM EDECEK

Bu hikayeyi Blogumdan da okuyabilirsiniz.

Çevrimdışı grikunduz

  • **
  • 368
  • Rom: 6
  • Est solarus oth mithas
    • Profili Görüntüle
    • HayalGezer
Ynt: Çift Bıçak Zaroc
« Yanıtla #18 : 27 Haziran 2013, 14:48:56 »
7

“Kaç” diye fısıldadı gölgelerden bir ses, itaat etti çocuk. Düşünmeden, algılamadan. Savaşın korkusu tüm benliğini sarmıştı. Korkuyordu, evlerinin bir güneşe dönüşünü izlemişti. Çıtır çıtır sesler yükseldiğine şahit olmuştu. Diğer köylüler gibi o da şaşkın bir şekilde kalakalmıştı.

Nehir hemen yanındaydı,  gene kaçmışlardı evden. Nehirin ismini aldığı suda buluşmaya sözleşmişlerdi. Orada doğmuş Nehir, bu yüzden ona bu adı vermişler. Hep böyle anlatırdı Nehirin annesi. Günü gelince satın alacaktı onu babasından çocuk. Bunun için elinden geleni ardına koymamaya karar vereli o kadar çok olmuştu ki.

"Kaç" demişti herkesin şaşkınca kaldığı anda bir ses. Dinlemişti çocuk, bir an bile düşünmemişti. Tuttuğu gibi Nehirin elinden fırlamıştı ormanın içine. Hayatı için koşuyordu, Nehir için koşuyordu. "Koş" diye teşvik ediyordu ses "Koş."

Bütün bu kıyamet başlamadan hemen önce suyun başında oturmuş sessiz sessiz muhabbet ediyorlardı Nehirle. Kız yanına oturmuş o günkü kavgadan bahsediyordu Çocuk’a usulca. Kadınların bir kısmı erkeklerin artık Kula’dan dönmesi gerektiğinden bahsediyor, bir sorun çıktığını iddia ediyordu. Diğer grup ise Kula’nın Yaratıcı tarafından kutsandığını kimsenin Kula’ya karışamayacağını iddia ediyordu.. Saatlerce kavga etmiş sonrada işlerine dağılmışlardı. Endişeliydi Nehir, abisi de Kula’ya gitmişti, onun için çok endişe ediyordu. Bir şey olmaz diyerek teskin etmeye çalıştı Çocuk onu. Pek işe yaramamış gibiydi. Sessizce oturup köyü izlemeye devam ettiler. İkisi de küçük kafalarında, kendilerince hayaller kuruyorlardı.

Hafifçe dalmışlar dıki Sabah güneşini görür gibi oldu çocuk aniden. Güneş hiç köyden doğmamıştı daha önce, bu suyun başında sabahladıkları ilk gün değildi güneş hep arkalarından doğardı. Çok severdi Nehir bunu. Sonrasında bu güneşlerin küçük olduğunu ve sallandığını fark etti çocuk. Omuzlarından hafifçe silkerek kaldırdı Nehiri. Bir anda açtı gözlerini Nehir, soru sorar gibi baktı Çocuğa. Cevap verme zahmetine girmedi Çocuk. Çenesiyle köyün olduğu yeri işaret etti. Nehir yattığı yerden doğrulup köyün içinde yüzen minik güneşleri izlemeye başladı. Şaşkındı, Güneş yeryüzüne mi inmişti acaba. Yoksa köye gelenler onun çocukları mıydı. Tuttu Çocuğun kolundan “Hadi gidelim köye. Bunu kaçıramayız" Kımıldamadı çocuk. İçinden bir ses bunu kesinlikle yapmaması gerektiğini söylüyordu. O da itaat etti.

Köydeki evlerden birinin üzerine çıktı güneş. Yavaşça kapladı çatının tamamını. Çığlıklarla attı ev halkı kendilerini dışarıya. Güneş gitgide büyüdü. Köylüler çığlıkları duyup attılar kendilerini dışarıya. Lakin güneşi görünce donup kaldılar. Korku ve hayranlık okunuyordu hallerinden. Yavaş yavaş büyüdü güneş. Bütün evi kapladı önce. Ardından bir sonraki eve geçti sonra bir sonrakine ve bir sonrakine. Kara bulutlar yükselmeye başladı evlerin üzerinden. Hayranlıkla izlemeye devam ediyordu çocuk. Elleri Nehirin minik ellerini buldu, sıkıca sarıldı onlara. Tek gerçek olan oymuş da onu bıraksa kaybolacakmış gibi sarıldı. Nehir, sessiz bir şekilde izliyordu Güneşin köyde büyümesini. Bir süre sonra köydeki bütün evler kendi başlarına birer güneşe dönüp insanlara da sarılmaya başladığında, çığlıklar yeniden duyulmaya başladı. Güneş taşıyanlar kaçışan ya da duran tüm kadın ve çocukları bayılttı sopalarıyla. Bir an önceki hayranlık yerini kargaşaya ve kaosa bırakmıştı.

“Kaç” dedi bu sefer kafasındaki ses. “Kaç ve kurtul, Onlar Kaos ve Yasanın hizmetkarları kaç onlardan”

Anlamadı çocuk söylenenleri ama ne yapması gerektiğinden hiç şüphesi yoktu. Sarıldı Nehir’in eline. Koşmaya başladı. Kızı da arkasından sürüklüyordu. Ses çıkarmadı kız, güveniyordu ona. O çektikçe kız da koştu.

Yaratıcıya dua ediyordu çocuk sessizce. Onları kurtarması için yalvarıyordu efendisine. "Güven ona, tek kurtuluş çaren  o" diye fısıldadı gölgelerden gelen ses. "Yaratıcına güven. Bu kafirlerden seni bir tek o koruyabilir." Çocuk bilmediği bir nedenden dolayı güveniyordu sese. Koştu Nehiri de çekerek arkasından. Uzaklaşınca köyden ve güneşlerden, döndü arkasını bir dağ başında. Köyünün olduğu yerde koca simsiyah bir bulut toplanmıştı. Demek bulutlar güneşten doğuyor diye düşündü çocuk istemsizce, sonra annesi aklına geldi, doldu gözleri. Ne kadar tutmaya çalışsa da kendini, başarılı olamadı. Ağladı sessizce. Onun ağladığını gören Nehir ise artık gözyaşlarını saklamasına gerek kalmadığını düşünmüş olsa gerek ki o da serbest bıraktı damlaları. İki çocuk o gün, o dağ  başında iki küçük çocuk olarak köylerinin ağıdını yaktılar. Köydeki her bir kişi için ağladılar sessizce. Babaları için ağladılar sakince. Onların da öldüğünden emindiler. Ve bir yemin ettiler o günün sonuda. Yaratıcı üzerine, kim olduklarına dair hiçbir fikri olmayan bu kafirleri öldüreceklerine yeminler ettiler. .
Bir çok dönüm sonra, kimsenin erişemeyeceği geniş bir vadi buldular. Dağların arasına sıkışmış bu bölgeye sığındı çocuklar. Yeni bir hayata başladılar. Mutlu olmaya gayret ettikleri uzun bir hayata. Orada o vadide büyük bir millete hayat verdi çocuklar. Günün birinde diyara nam salacak bozkır halkının ataları oldular.

Gölgelerin arasından Zaroc'un gülümsemesi parladı. Başarıya ulaşmanın göstermelik sevinci.

DEVAM EDECEK

Bu hikayeyi Blogumdan da okuyabilirsiniz.

Çevrimdışı grikunduz

  • **
  • 368
  • Rom: 6
  • Est solarus oth mithas
    • Profili Görüntüle
    • HayalGezer
Ynt: Çift Bıçak Zaroc
« Yanıtla #19 : 29 Haziran 2013, 12:45:36 »
NOT: Bu bölüm bir çok okura tanıdık gelebilir, zira 1 yıl kadar önce yazdığım Kılıcın İmtihanı öyküsünün giriş bölümüydü. Bazı modifiyeler yapmış olsam da ana metin aynı. Kılıcın imtihanını ilk yazdığım günden beri Zaroc'la birleştirmeyi düşünüyordum ancak bu şekilde yapmayı hayal etmemiştim. Böylesi daha iyi oldu elbette. İki hikayeyi de bitirebileceğim bu şekilde.

Not2 : Bu hikayeyi Blogumdan da okuyabilirsiniz.

8


Koca Demirci bir elinde maşa diğer elinde çekiç, kararlı bir ifadeyle çalışıyordu. Çekicin çeliğe her çarpışında kıvılcımlar fışkırıyor, loş mağara aydınlanıveriyordu bir anlığına. Demircinin çekici her kaldırışında kollarındaki kaslar bükülüyor, genişliyor, işindeki maharetinin, vücudundaki kudretinin bir resmini çiziyordu sanki. Ocaktan mağaraya yayılan ısı, görünmez bir duman gibi yükseliyor, mağaranın daha da ısınmasına yol açıyordu. Çekicin her inişinde, mağaranın her aydınlanışın da Demircinin kaşık çatları, odaklanmış bakışları görülüyordu. Ne sıcaktan etkileniyordu ne yorgunluktan. Saatlerce, günlerce, aylarca, yıllarca çalıştı Demirci. Ta ki gün gelip de kılıç kemale erene dek. Günlerin birinde, Şafaktan hemen önceki, gecenin karanlığının en güçlü olduğu o anda kılıcın bittiğine karar verdi Demirci. “Artık hazır” diye düşündü. Kaldırıp şöylece bir baktı kılıca boydan boya. Elleriyle yaptığı bu sanat eserinin mükemmelliğine kendisi bile hayran olmuştu. Dengesi, çeliği, ağırlığı tam anlamıyla mükemmeldi.

Dünyanın kırk lanetlenmiş yerinden, kırk ayrı cevher kazmıştı Demirci. Bunları Dünyanın kırk kutsal yerinden kazdığı diğer cevherlere katmıştı. Topladığı demirleri birbirleriyle mezc olana kadar, uzun yıllar boyunca dövmüştü. Adeta kazdığı tüm cevherler tek, mükemmel bir cevher haline gelmişti. Kılıcı dövmeye başlayıp da soğutması gerektiğinde istemişti ki; soğutmadan sonra bu, tek cevherin üzerinde tekrar çalışabilsin. Bunun üzerine etaf köylere haber salmıştı, ne kadar hayvanları varsa getirsinler diye. Bunu duyan köylüler yüzlerce koyun getirmişti mağaranın önüne. Demircinin talimatları üzere koyunlar Yaratıcı'ya kurban edilmiş, kanları ise mağaraya gönderilmişti. Demirci kılıcını işte bu, Yaratıcıya kurban edilmiş hayvanların kanında soğuttu. Bu şekilde kılıç soğumuş ama su verilmiş çeliğe dönüşüp sertleşmemişti. Tekrar dövdü demirci kılıcı tekrar kana verdi, tekrar ve tekrar. Yıllar süren bu kana batırmalar sonucunda kılıç kanla bir olmuştu artık. Kan kılıcın bir parçasıydı. O kandan, kan da ondandı
.
Demirci kılıcına baktığı o muazzam gurur ve kıvanç anında kalbinde Yaratıcının sıcaklığını hissetti. Bu ne olduğunu anlayamayacağınız bir his değildir.  İlk defa duyumsuyor olabilirsiniz, hatta daha önce böyle bir şeyden bahsedildiğini dahi duymamış olabilirsiniz Ancak  Yaratıcı bir kalbe dokundu mu kişi anlar. Demirci’de anladı. Dokunuşun muazzamlığı sonucunda kendisini dizlerinin üzerine çökmüş nefes almaya çalışırken buldu koca adam. “Hüküm” çökmüştü odaya. Tek kelime, Yaratıcının telaffuz dahi etmediği küçük bir düşünce. "Hüküm" kelimesi kendi içerisinde; adaleti, hikmeti ve kudreti içerir. Kaynak ise Yaratıcının zatı olunca bu mahkemede ne cerbeze kalır ne de yalancı şahitler. Her şeyi sebepleri ve sonuçları ile gören bir el hüküm’ü verir. Kimse ne yalan söyleyebilir ne de gözlerini kaçırıp laf çevirebilir.

 Demirci ise o anda neler olduğunu düşünebilecek halde değildi. Bir yandan nefes almaya, kurtulmaya can atarken bir yandan da Yaratıcının şefkatli ağırlığında yok olup gitmek istiyordu. Neyse ki onun karar vermesine gerek kalmadan "hüküm" kalktı mağaradan. Yaratıcı belki Demircinin çabasının hatırına, belki kurbanların kanının hatırına, belki kılıcın potansiyelinin hatırına, belki de hiç bilinmeyen bambaşka bir amaç uğruna kılıca, can vermişti. O ana kadar “şey” olan Kılıç Hükümden sonra “o” oluvermişti.

Kılıcın benliği susuzluktan var edilmişti. Su, diye kan verilmiş, olması gerekenin dışında bir varlık haline getirilmişti. Tek bildiği kavram, tek bildiği gerçek susuzluktu. Ve ihtiyaç yanında her zaman arayışla birlikte gelir. Sadakat kavramını henüz algılayamamış bu varlık için arayışının kemal hali Ustasının ateşten alazlanmış derisinin hemen altındaydı. O da sahibine yöneldi. Zihinsel ağırlığı, mutluluktan çılgına dönmüş zavallı demircinin beynini ezdi geçti. Kontrolü eline aldı Kılıç. Demircinin güç ve zayıflık duygusu olan sabırıyla güçlendirdi kendisini. Ve minik minik, Ustasına yaklaşmasını emretti kendisini tutan ellere. Yumuşacık geldi kılıç Demirciye, ılıktı daha yüzeyi. Hiç zorlanmadan girdi boğazından içeri, oradan kalbine doğru bir yol çizdi kendisine. Ruhundan beslenildiğini hissetti. Kılıcı yavrusu susuzluğunu gideriyordu ondan. Bir yerden sonra Demircinin sevgiyle dolu koca ruhu bile bitti. Zira her şey bir gün biter. Demircinin basit bir gölgesi ondan kalmış bir alışkanlık silsilesi gülümseyerek sevgiyle baktı Kılıca. Yavrusuna doğru uzanmak istedi istemsizce. Ancak bir gölgenin güçlerinin sınırları vardır. Ve yavrusuna son bir kez dokunamadan göklere gitti demirci.

Uzaklarda bir yerlerde, yaşlı güneş dağların arkasında kaybolurken, kılıç mağaranın zemininde ustasının ellerinde tatmin olmuş bir şekilde yatıyordu.


DEVAM EDECEK


Not3: Sizin de farkedeceğiniz üzere Hikaye sanki birbirini takip eden bölümler şeklinde değil de ayrı ayrı bambaşka hikayelermiş gibi devam ediyor. Bunu yapmamın nedeni Zaroc'un macerasının binlerce yıla yayılmış olması. Bu yüzden olanları hiç bir şeyden haberi olmayan bireylerden bahsederek anlatmak istedim. Sadece siz ve Zaroc biliyorsunuz olayların arasındaki bağlantıyı. O ölen zavallı insanlar, hiç bir şeyden haberdar değiller. Bu yüzden her bölüm bambaşka hikayeler gibi yazılıyor herhangi bir sıra takip edilmiyor.

Tabi bundan olayları Zaroc'un gözünden anlatarak kaçınabilirdim. Ancak o zamanda Fantastik Kurgunun en güzel yanı olan mistisizme ne olurdu değil mi.

Çevrimdışı grikunduz

  • **
  • 368
  • Rom: 6
  • Est solarus oth mithas
    • Profili Görüntüle
    • HayalGezer
Ynt: Çift Bıçak Zaroc
« Yanıtla #20 : 14 Şubat 2014, 13:19:03 »
Sonsuzluk kadar uzun bir aradan sonra yeni bölüm hazır. :)


9

Kalaman Prensliğinin Boşluka bakan bu son sınır köyünde bir han olması, düşünen insanlar için gerçekten garip bir durumdu. Tabi düşünen adam betimlemesi bu sınır köyde oturacak bir kalıp bulamadığından olsa gerek, kimse bu konuda sorular sormuyor, ortalığı birbirine katacak dedikodular çıkarmıyordu. Basit insanların yaşadığı basit bir köydü burası, akşama kadar tarlada lahana çapalar, akşam olup evlerine çekildiklerinde de lahana dan öte bir konu hakkında söz açmazlardı. Bazen kış yaklaştığında biri çıkar tüccarın artık gelmesi gerektiğinden utana sıkıla bahseder, etraftakiler de usulca baş sallayıp bu alışkın olmadıkları konunun hemen bitmesi umuduyla onaylarlardı konuşanı. Hemen ardından herkes uzun ve sessiz yudumlar eşliğinde lahana çaylarını içerlerdi.

Bu çayın neden içildiği hakkında bir çok spekülasyon yapılabilirdi, bazı yaşlılar lahana çayının kemiklerine iyi geldiğini iddia eder, bazı gençler bellerine kuvvet verdiğinden söz açardı. Ancak herkes içten içe bilirdi ki Lahana Çayının içilmesinin tek nedeni bu köyde, akşamları lahana çayının içiliyor olmasıydı. İnsanlar bunu çok sorgulamaz ve "biraz daha çay kaldı mı?" diye sorarlardı kadınlarına. Kadınlar ise böyle konularda otoritelerini koymayı sevdiklerinden asla herkesi doyuracak kadar çay yapmaz, sorulduğunda da aksi aksi çayın bittiğini söylerlerdi. Herkes onların belirttiği kadar çay içmeliydi, hem zaten herşeyin çoğunun zarar olduğunu herkes bilirdi. Köyün akşama kadar çalışmaktan hiç bir savaş güdüsü kalmayan erkekleri en az onlar kadar çalışmasına rağmen rahatlıkla kavga çıkartabilecek, hatta bunu yaparken enteresan bir şekilde dinlenebilecek kadınlarının sinirlerini üzerlerine çekmemek için sessiz kalır, uysalca başlarını sallayarak "yatsak mı napsak" diye sorarlardı. Kadınlar bunu sessizce onaylar ve bütün köy neredeyse aynı anda yorganlarına bürünür, ışıklarını karartırdı.

Tabi kadınlara karşı itaat stratejisi ve yumuşak başlılık anlayışı her zaman işe yaramazdı. Bazı durumlarda kavga çıkar ve erkekler kadınlarının dırdırına dayanamayıp kendilerini Tüküren Ejder hanına atarlardı. Köyün tek hanının hancısı KocaGöbek ise ekmek parasının köydeki kavgalardan geldiğini bilir, insanların kendi hanına kavga ve gürültüden uzak kalmak için geldiğini anlardı. Bu yüzden bu ihtiyacı karşılayabilmek için hanına bazı kurallar koymuştu. Ki bunların arasında en çok işe yarayanı kapıdaki koca "Kadınlar Gİremez" levhasıydı. Köyün kadınları bu kuralı normal bir erkek koyacak olsa umursamayabilirlerdi belki ama muhatap Tıknaz Hancı KocaGöbek olunca onların bile sesleri kesilir kendi kendilerinin başının etini yemek istercesine dırdırlanarak hana kadar kovaladıkları kocalarını handa bırakıp evlerine yollanırlardı.

Adamlar, kadınlarının dırdırlarından uzak kalabilecekleri bu binaya bir mabedmişcesine sessizce girer ve fısıltıdan yüksek sesle konuşmaz, genel olarak da içkilerinin-ki lahanadan yapılmış saçma sapan bir şaraptı bu- tadını sessizlik içinde çıkarırlardı. Buradaki her bir çiftçi istisnasız bir şekilde ya kafasını lahana şarabına gömer sıvının yansımasında kendinlerini seyrederler, ya da kafalarını kaldırıp şöminede yanan ateşin çıtırtısını izlerlerdi. Bu sırada hancı boş durmaz, eline ne zaman geçtiği bilinmez yağdan ve pislikten kararıp simsiyah olmuş keten bir bezle tezgahı siler, çamdan yapıldığı belli oraya nasıl taşındığı ise gerçekten bir soru olan tezgahını delip geçmek istercesine temizleyip dururdu, temizlik sırasında gösterdiği çaba alnından damla damla fışkıran terlerden rahatlıkla anlaşılabilirdi. Kocagöbek ise Hhr on dakikada bir elindeki tezgah bezini kaldırır, alnında biriken özsuyunu kurular bir yandan da yorulmuş kolunun dinlenmesine izin verirdi. Alın terini bile israf etmeyip tezgahı parlatmakta kullanılan bu hancı tabiri caizse köyün en enteresan adamıydı. Bu köyde enteresan lakabına sahip olmak çok zor değildi elbette, öğlen ortasında başını kaldırıp gökyüzüne bakarak belini çatırdatmayan insanlar bile enteresan sayılırdı buralarda. Ancak değil bu sıradan insanlar arasında, köylünün inandığı üzere, her türlü ahlaksızlığın pisliğin ve kaosun bulunduğu koca kentlerde bile enteresan sayılabilecek bir adamdı KocaGöbek.

Bulduğu her fırsatta, etrafında gerçekleşen her şeye sessizce homurdanan Hancı isminin çizdiği neşeli, salona hakim ve hem her işe yetişip hem de her lafa ortak olan hancı portresinin tamamıyla dışında bir insandı. Ağızlardan çıkan her siparişe, köylülerin bugüne kadar ondan bile duymadığı enteresan, yaratıcı küfürlerle karşılık verir insanlar tam olarak kime veya neye küfür ettiğini anlayana kadar on tane daha küfür eder ve hep sıradanlığa alışmış bu insanları belirsiz bir zihinsel paniğe sürüklerdi. Hana birkaç kere gelen her köylü, bu sözlere riayet etmemesi ve üzerinde düşünmemesi gerektiğini bilir, bir ettiği küfürü bir daha etmeyen, her seferinde yeni küfürler bulmakta usta olan hancının küfür furyasını bir bütün olarak kabul eder ve bunu sıradan eski bir şey olarak görmeye zorlarlardı kendilerini. Yüce Yaratıcı korusun, bazı şeylerin bu kadar hızlı değişebileceği gerçeği köylüleri dehşete sürüklerdi de orada bırakırdı. O yüzden hancının küfürleri bir bütün kabul edilmeli ve yeni birşey değil, hancının eski enteresanlığının sıradan bir göstergesi olarak algılanılmalıydı. Tabi yılda bir henüz evlenmiş toy bir genç gelir bu değişikliğin rüzgarıyla dayanamaz kendisini evinde bekleyen bir kurt kadar sinirli karısına koşar sabaha kadar dinleyeceği dırdırı bu değişkenliğe hiç düşünmeden tercih ederdi. Bunun üzerine daha tecrübeli köylüler diğer gün gencin etrafında toplanır durumu anlatır zavallıyı sığınma evinin imkanlarından mahrum kalmasın diye ellerinden geleni yaparlardı. Genede her gencin hana alışması bir kaç seferini alırdı.

Tabi kargaşa ve savaşdan beslenen Tüküren Ejder Hanının  diğer bütün bu işlevi yapan kurumlar gibi barışa sebep olma özelliğide yadsınamaz bir gerçekti. Köyün erkekleri bir an önce Handan çıkıp, sıcak yataklarına dönmek için özlem çeker, kadınlar ise biricik lahanalarını, her yıl bir kere gelen o cimri tüccarlara satarak kazandıkları azıcık paranın, Hancı ahlaksız KocaGöbek'e gitmesi ihtimaliyle tir tir titrer ve kocalarının yanlışlarını unutmaya daha meyilli olurlardı. Kısaca Han ve Hancı, tehdit unsuru taşıyan diğer her şey gibi savaş korkusuyla barışa vesile olurdu. Olamadığı zamanlarda da savaş zayiatını azaltır, akılı öldürüp duyguya hakim olan sinir ateşi sönene kadar tarafları birbirinden ayrı tutardı. Tabi koca köyde böyle bir mantık daha önce hiçbir zihinde kurulmamıştı. Gerçek olabilecek kadar saçma şeyler üzerinde düşüneceklerine lahana tarlalarını çapalardı bu köylüler.

-

Köy halkı için diğer tüm günler gibi sıradan bir günün sonlarına doğru, Kolcu Boşluk tarafından köye girdi ve yorgunluğunu attığı her adımda, görebilen gözlere ayan ederek köyün tek iki katlı binasına, Tüküren Ejder Hanına doğru yöneldi. Yorgun olsalar da uzun mesafeleri tüketmeye oldukça alışık görünen ayakları, sistematik hareketlerle kısa bir sürede hanın önüne getiriverdi onu. Han hafiften yalpalı duran, tabiri caizse yıkılmaya yüz tutmuş bir binaydı. Duvarın yer yer sıvaları dökülmüş, altında yatan kadim kayaları açığa çıkarmıştı. Bacasından çıkan duman, pencerlerden parlayan ışık olmasa kimsenin girmediği bir virane sayılabilecek bina Kolcunun gözüne, yorgunluğundan olsa gerek, yavru bir saray gibi görünüyordu. Dikkatli gözleri sıvanın altındaki kayaları seçtiğinde bir anlığına da olsa kafasına dolan merakı, yorgunluğunu bir köşeye itiverdi. Bunlar Kadim Kayalardı. Kıraçtaki en sağlam duvarlara sahip olmakla övünen Kurtuk bile bu taşların kendi surlarından daha az sağlam olduğunu iddia etmezdi. Kolcunun bildiklerine göre Hanın temelinde bu taşların olmasının bir tek açıklaması vardı; han kadim zamanlardan kalma bir karakolun üzerinde kurulmuş olmalıydı. Kolcu bu gerçeği daha sonra vereceği raporuna eklemek üzere beyninin ilgili yerine kaydetti.

Hanın kapısının hemen kenarında koca oval yapıda bir levha sallanıyor üzerinde bir zamanlar ateş üfürdüğü varsayılabilecek dört ayaklı bir kertenkeleye benzetebilecek garip eskimiş bir çizim görünüyordu. Hemen altında ise gene silinmeye yüz tutmuş harflerle "Tüküren Ejder" yazılmış, sondaki "r" harfide ejderin kendisiymiş gibi alev çizimleriyle uzatılmıştı. Kolcu Boşluğun bu yanında gerçekten garip şeyler göreceği konusunda uyarılmıştı ama bu kadarını görmeyi beklemiyordu açıkçası. Buna benzer bir hayvan duymamıştı daha önce. Ustasının bahsetmediğinden de emindi. Belki bilgeler bir şeyler çıkarır diyerek rapor listesine kaydetti ve koca çam kapıyı sertçe yumrukladı.

Çam kapı, kendisinden beklenilmeyecek bir rahatlıkla yuvasından çıkarak aralandı ve aralıktan Sıska Hancı KocaGöbek'in kendisinin bile geçemeyeceği bir seviyede duruverdi. Aksi, küfür eden gözleriyle tarttı Kolcuyu KocaGöbek. Havada uzunca bir sessizlik asılı kaldı bir süreliğine. Bir zaman sonra KocaGöbek sessizlikten sıkılmış olsa gerek ki hırıltılı bir fısıltıya benzeyen sesiyle tükürürcesine sordu;

"Ne var?"

Hancının iki kelimelik sorusunda bir çok küfür, bir çok homurtu gizliydi. Tabi bunların gizlenmesi asla amaçlanmamış hatta belli edilmek istenircesine açığa saklanmış, üzerine iki kelimelik bir örtü çekilmişti. Gün yüzü görmemiş, belki de bir kere bile ağızdan çıkmaya hak kazanamamış küfürler yatıyordu o harflerin altında. Ve bakmasını bilen bir göz için her bir küfrün dış hattı örtünün üzerinden görülebiliyordu.

Kolcu yorgunluğunun etkisiyle bu ifadeyi umursamadan baktı Hancıya "geçil önümden be adam" anlamına gelebilecek bir ifadeyle hırladı KocaGöbek'in yüzüne karşı. KocaGöbek bir an düşündükten sonra tatmin olmuşcasına kapıyı araladı ve Kolcunun sürtünerek geçebileceği bir aralık oluşturdu. Kolcu oluşan boşluktan bir an bile beklemeden belki de fizikle açıklanamayacak bir şekilde süzülerek kendini içeriye attı. Hızlı ve sert adımları, dinlenmenin müjdesini duymuş olsa gerek ki son bir gayretle onu en yakındaki masaya kadar taşıdı. Kolcu Hancının yer göstermesini beklemeden masaya çöktü ve dünyanın her yerinde yemek getir olarak görülebilecek bir hareketle büktü parmaklarını.

Hancı bu hareketi gördüğünü gösterecek herhangi bir tepki vermeden mutfağa yöneldi. Bir kaç dakika sonra elinde, içi tepeleme Lahana çorbası dolu bir kaseyle çıkmış sert bir şekilde Kolcunun masasına bırakmıştı. Kolcu yapılan saygısızlık karşısında hiçbir tepki göstermeden çorbayı seri bir şekilde içti ve arkasına yaslandı sertçe. Eğer bıraksa Kolcunun orada uyuyacağını farkeden hancı küfürler sıralayan adımlarıyla yanına gelerek önüne demir bir anahtar bıraktı. "6 Numara" dedi müşterisinin suratına bile bakmadan. Kolcu anahtarı, sanki hancı getirmemiş de zamanın başından beri orada durup onun almasını bekliyormuşçasına aldı masadan. Merdivenleri tırmandıktan sonra gözleri hızla bölgeyi tarayarak odaların diziliş sistemini anladı ve kendi odası olması gerken 6 numaraya doğru yollandı. Yılansı harfi görmeye bile lüzum duymadan anahtarı deliğe soktu ve kendini sertçe odaya attı.

Elleri daha önce bunu binlerce kere yaptığını gösterir bir eminlikte çalışarak kılıcını belinden ayırdı, kuşağını söktü, hançerini yastığının altına koyup, hızlıca yorganına sarındı. Uzun rüyasız bir gece geçirdi Kolcu. Daha raporuna iki gün vardı ve rüya görmesine gerek yoktu.

Sabah güneşle birlikte yatağından kalktı, aynı sertlikte hazırlanarak aşağıya indiğinde Hancıyı siyah bir bezle masayı delmeye çalışırmış gibi temizlik yaparken buldu. Tezgaha gümüş bir Prenslik parası atarak çıkışa yönelirken Hancının seslenmesiyle durdu.

"İş arar mısın?"

Hancının tezgaha yönelttiği soru üzerine Kolcu, daha çok detay istediğini belirtecek bir şekilde kafasını oynattı. Hancı ona değil de önündeki masaya konuşuröuş gibi bir edayla devam etti anlatmaya,

"Karadağa giden gelmez oldu birkaç zamandır. Oraya çöken belayı temizlersen bir kese bakır ödeyebilirim"

Kolcunun paraya ihtiyacı yoktu ama araştırmasına nereden başlayacağı hakkında hiçbir fikri de yoktu aynı zamanda. Daha önce usta kolcuların bu tür işler yaparak istihbarat topladıklarını duymuştu. Denemekten zarar gelmezdi herhalde.

"Peki" dedi hırıltılı sesiyle. "İş bitince gelir parayı alırım."

Hancı bunun üzerine başıyla onayladı onu.

"Adım KocaGöbek" diyerek uzattı elini. Kolcu bir anlığına Hancının adını söylerken gözlerine farklı bir ışık oturduğunu görür gibi oldu. Sırtı dikleşmiş, çökmüş omuzları yükselmişti. Bir anlığına zayıf bir hancı değilde iri bir savaşçı gibi durmuştu, omuzlar geri göğüsler ileri. Kaşları hafifçe çatılmış bir kartal kadar haşin bir görüntü çizmişti gören gözlere. Eskinin kralları kadar sert ve gururluydu. Bir an sonrasında ise gene basit bir köyün, yardım isteyen basit bir hancısı oluvermişti. Daha sonra öğrenmek üzere bir tür gizem olarak beyninin ilgili yerine kaydetti bunu Kolcu.

Kendi ismini söylemek yerine, alacağı bakır kesesinin yarısıyla Hancıdan bir at alıp alamayacağını sordu. Hancı boşta kalan elini yavaşçe indirirken bir anlığına düşündü, hemen sonrasında bunu avans olarak kabul edeceğini söyledi. Ahırdaki iki attan istediğini seçebilirdi.

Gün henüz doğmuştu, köylüler yavaş yavaş tarlalarına yönelirken dörtnala giden bir at üzerinde dimdik, pelerinsiz bir süvari gördüler. Hepsi birden bilinçsizce, rahatladıklarını belli eder bir ifadeyle nefes alıp verdiler ve yeni olanın, eski köylerinden gitmesinin verdiği huzurla işlerine devam ettiler.

DEVAM EDECEK

Çevrimdışı duhan

  • **
  • 284
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
Ynt: Çift Bıçak Zaroc
« Yanıtla #21 : 14 Şubat 2014, 14:20:02 »
Bu hikayede ısınamadığım tek şey kahramanın adı :D Türk filmi ismi gibi geliyor nedense :)

Çevrimdışı grikunduz

  • **
  • 368
  • Rom: 6
  • Est solarus oth mithas
    • Profili Görüntüle
    • HayalGezer
Ynt: Çift Bıçak Zaroc
« Yanıtla #22 : 14 Şubat 2014, 14:42:48 »
"Kolcu" kelimesi mi :D olabilir. Biraz nayir nolamazli mi yazsam acaba :D

Çevrimdışı duhan

  • **
  • 284
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
Ynt: Çift Bıçak Zaroc
« Yanıtla #23 : 14 Şubat 2014, 14:47:15 »
"Kolcu" kelimesi mi :D olabilir. Biraz nayir nolamazli mi yazsam acaba :D

Affına sığınarak devam etmek istiyorum hikaye çok iyi ama isme takıldım, parçala behçet geliyor aklıma durmadan :D

Çevrimdışı grikunduz

  • **
  • 368
  • Rom: 6
  • Est solarus oth mithas
    • Profili Görüntüle
    • HayalGezer
Ynt: Çift Bıçak Zaroc
« Yanıtla #24 : 14 Şubat 2014, 15:04:23 »
:D iyi güldüm yalnız.  Sağolasın

Çevrimdışı grikunduz

  • **
  • 368
  • Rom: 6
  • Est solarus oth mithas
    • Profili Görüntüle
    • HayalGezer
Ynt: Çift Bıçak Zaroc 9
« Yanıtla #25 : 24 Şubat 2014, 22:34:01 »

Spoiler: Göster
 Bir arkadaşımdan gelen uyarıyla 9. Bölümün sondan üçüncü paragrafının ciddi bir şekilde Patrick Rothfuss'un yazım şekle benzediği yönünde bir eleştiri aldım. İncelediğimde neredeyse tıpatıp aynısını yazdığımı farkettim. Bunun için özür dilerim, bilinçli bir eylem değildi. Karakterin "Kote" karakteriyle kurgusal neredeyse hiçbir benzerliği yoktur.



Bölüm 10 - Dragotun Tanıtıldığıdır

Hatıralarım o kadar güvenilir değiller. Yüzlerce yıldır ayaktayım, bir çoğunun yaşadığından fazlasını unuttum. Tutarsızlıklarla dolu bir yaşamdan sonra normal olsa gerek bu.Ama başlangıcı hala dünmüş gibi hatırlıyorum, o acı, belirsizlik dolu günleri teker teker hissedebiliyorum. Beyaz duvarları, korumaların mavi kıyafetlerini, göğüslerde asılı duran kimlik kartlarını. Zaferi...

Kazandığım onuru hatırlıyorum. Saygınlığı, desteği hatırlıyorum. Hayalime attığım ilk adımda tüm bunları kullandığımı hatırlıyorum. Tek tek deneyleri hatırlıyorum, ilk keşiflerimi, ilk başarılarımı.

Gözümü kapatsam tesisimin duvarlarını, her gün çalıştığım odamı tekrar görebilirim. Her sabah yapılacak işler listesiyle beni karşılayan sekreterimi... Hayatımın bir amaca dayandığı, son mutlu günlerimi. Gözümü kapatır kapatmaz uyuyabildiğim sıcacık geceleri özellikle en çok da onları hatırlıyorum. Mutluluğu sorsanız bana, size o sıcak geceleri anlatırım.

Ama bütün bu mutlu hatıraların ötesinde, hepsinin tepesinde duran, her bir zevk parçacığının üzerine lanetli gölgesini çökerten başka bir şey var. Ne zaman hayal kursam mutlu olmamı engelleyen bir yağ ve pislik tabakası. Ve benim için onun tek bir adı var, Soğuk.

Yıllar boyunca sıcağın, insanların en kuvvetli duygularıyla birleştiğini düşünmüştüm. Ama soğuğun bu kadar kötü olabileceğini hayal bile edemezdim. Soğuk tutkusuzluktu, hırssızlıktı, amaçsızlıktı. Yokluktu bir bakıma, ölümdü başka bir kelimeyle.

Bütün araştırmalarımı sonsuza kadar yaşamak için yapmıştım. Başardım da, kalbimin ortasında yanan, ömrümü yiyip bitiren ateşi söndürdüm. Ama karşılığında elime birbiriyle bağlantısı olmayan süreksiz bir hayat geçti. Bir köpeğin sürünmesi gibi yaşanılan bu hayat geçti elime.

Belki de hatam toptan düşünme şeklimdeydi. Önce oturmuş ne istediğimi sormuştum kendime, "ebediyet" diye cevaplamıştı sessizliği ile ortamı sarsan bir his. "Sonsuzluk" bir anlık düşünce sonrasında mutabık oldum kendimle ve sonsuzluğu aramak için yola çıktım. İşte burada düşünce yapım işin içine girdi kafama istediğimin ölümsüzlük olduğunu kazıdı. Onu almam için her şeyi yapmam gerektiğini bildirdi. Ve çalışma emrini verdi.

 Oldum olası hafızam zayıftır, zaten bu düşünce biçimini de bu yüzden geliştirdim diyebilirim. İlk önce oturur bir seferde ne yapmam gerektiğini düşünürüm. Bir dizi düşünce silsilesi gelir aklıma. Bu düşünce silsilesinin sonucunda yapmam gereken bir tek şey vardır. Onu beynime kodlarım ve derim ki, "Bunu niye istediğinin önemi yok. Bütün o düşünce silsilesini asla hatırlayamazsın. Şimdi git ve bu işi tamamla çok da soru sorma"

Yıllarca bu yöntemle başarılı oldum. Düşünceyi tek seferde bitiriyor ardından eyleme geçiyor ve eylem sırasında asla düşünmüyordum. BU da beni kararsızlığın lanetinden koruyordu. Zaten Lanet Grileri de bu düşünce sistemim sayesinde yenmiştik.

Ölümsüzlüğü beynime kodladığımda onu başarmak için çalışmaya başladım. Ve ölümsüzlüğü neden istediğimi elbette unuttum. Başarılı oldum ama bulduğumun aradığım olmadığını anlamam çok uzun sürmedi.
Başarı ardından zaferi, hemen peşinden de soğuğu getirdi. Üşüdüm. Oyuncu tanrıların oyununa gelmiştim sanki. Yukarıdan bakıp oynamak istemişlerdi benimle belkide. Ölümsüzlüğü aramamın bir sebebi vardı ve onlar bana öyle bir ölümsüzlük verdiler ki ölümsüzlüğü istememe sebep olacak herşeyden beni mahrum ettiler. Ölmedim ama kalbim korkuyla doldu. Ölmedim ama bütün tutkularım söndü. Ölmedim, başka bir deyişle kaybetmedim bu arayışı ama bir daha asla kazanamadım. Çünkü soğuk size bunu yapar. Soğuk yokluktur, boşluktur, acıdır. İnsanların bütün zevklerinde ısı vardır, yemeklerinde, sevişmelerinde, zaferlerinde. Hatta kızdığımız zaman bile ısınırız. Ama üşümek zayıflıktır, güçsüzlüktür, yokluktur.

Benim Adım Dragot, üşüyorum ve herşeyi tek tek hatırlıyorum. Korkuyu, açlığı ve karanlığı. Geçmişin o grotesk hayaletleri her gece yanıma geliyor, koynuma sokuluyor ve bir tek şey fısıldıyor kulaklarıma, Soğuk...

Çevrimdışı grikunduz

  • **
  • 368
  • Rom: 6
  • Est solarus oth mithas
    • Profili Görüntüle
    • HayalGezer
Ynt: Çift Bıçak Zaroc 10
« Yanıtla #26 : 26 Şubat 2014, 18:33:05 »



Not: Sonunda biraz da olsa aksiyon başlıyor.


Dragotun Gördüğüdür

Soğuk bir gün daha. Güneşin sıcak ışınları kanımı donduruyor. Son avdan bu yana o kadar zaman geçti ki... Soğuk tamamıyla ele geçirdi vücudumu. Avlanmam lazım artık, tiksindirici de olsa o yapay ısıya ihtiyacım var. Ona muhtacım, üşüyorum...

Bugün Dehlizden çıktım. Bu yeni bölgemde avlar daha rahat bulunuyor. Üşümekten nefret ediyorum, av bulmalıyım. Bir kayanın üzerine çöktüm, uzun zaman önce farkettiğim gibi büzüşmenin hiçbir avantajı yok ama işe yarayacağına inanıyor olsa gerek vücudum. Olduğum yerden av arayan gözlerle bölgemi izliyorum. Ab-ı Hayattan başka hiçbir şey ısıtamaz beni. Bir taş kadar hareketsizim, en az bir taş kadar soğuk olduğumdan bu çok da zor olmasa gerek. Gülüyorum. Çılgınca kahkahalar atıyorum. Taş kadar hareketsizim çünkü en az onun kadar soğuğum. Yere devriliyor, mideme spazmlar girene kadar gülüyorum.

Dağın yamacında biri yürüyor. Bir insan, Kızıl adına, en son ne zaman bir insan avladığımı hatırlamıyorum bile. Biraz komik bir yürüyüşü var, sessizce kıkırdıyorum. Buraya sanki onu yemem için gelmiş gibi sarsakça yürüyor. Şimdi düştü. Kahkahalar atmaya gene başlayacakken susturuyorum kendimi. Bu avı kaçırmayı göze alamam. Dudaklarımı yalıyorum, ısınmanın hayali beni zevkten çılgına çevirecek gibi. Yavaşça ayrılıyorum gözlem kayamdan. Avın yoluna çöküyorum.

Toprak yolda düşe kalka ilerliyor yolcu. Bastığı yerlerde kızıl kızıl ab-ı Hayat parlıyor. Duramıyorum artık, ısı isteği bütün vücudumu ele geçirmiş durumda. Vücudumu geriyor ve üzerine atlıyorum. Kaçmaya çalışmıyor bile. O kadar zayıf ki... Ağırlığımla yıkılıveriyor, hemen ardından da bayılıyor. Isı, ısı diye çığlık atıyor aklım. Dişlerimi aralıyorum, sonsuzluk kadar gelen bir an içinde boğazına yaklaşıyor ve ilk ısırığımı atıyorum. Kızıl adına, sıcağın boğazımdan yayılıp mideme indiğini, parmak uçlarıma yayıldığını hissedebiliyorum. O iğrenç yağlı his oralarda bir yerde. Ama onu umursayacak gücüm yok. Zevk çığlıkları atıyorum yolcunun kanı bittiğinde. Sırt üstü yatıyorum toprakta, yanaklarımdan aşağıya damla damla Ab-ı Hayat süzülüyor. Dudaklarımı zevkle yalıyorum. Bütün vücudum iğrenç bir sıcaklıkla gevşemiş vaziyette. Bana ait değil bu sıcaklık benim değil, iğrenç bir şey bu. Ama o kadar güzel ki... Zevkle kabul ediyor vücudum bu pisliği.

Zevkimden kıkırdamaya başlıyorum yattığım sırada. Her noktam ısınmış durumda. Tüm dünya etrafımda dönüyor sanki. Dilimin üzerinde kalmış bir damla kan, vücuduma zevk sinyalleri yollayarak kayıyor dilimden. Ellerime kaldırıp bakıyorum dalgın dalgın. Her bir parmağım tekrardan hatırlıyor yaşamanın nasıl bir şey olduğunu. Ölmüş de tekrardan doğmuş gibiyim. İşte diyorum, bu ilahi bir güç. Kıkırdıyorum delice. Elimden gelse bütün bir gün yatarım orada öylece. Ama arkamdan gelen bir tıkırtıyla harekete geçiyor kaslarım.

Bir an sonrasında ayaklarım üzerinde çömelmiş yeni gelen insanı gözlüyorum. İnsan, ab-ı hayat, mutluluk. Sonuç; saldır. Beni zevkimden ayırdığı için kızgın değilim ona. Bir günde iki insan. Onu daha sonra ısınmak için saklamam gerektiğini biliyorum. Şeytani bir gülümseme oturuyor dudaklarıma, hesapçı ve aşağılık bir gülümseme. Dudaklarım geriye çekiliyor, yüzyıllarca savaşmaktan sivrilmiş dişlerim açığa çıkıyor. Savaş hissiyle geriliyor bütün vücudum. Nefretle hırlıyorum. Hemen kullanılacak ab-ı hayat için öldürmem gerek ama şu anda yeterince sıcağım zaten. Onu sonrası için saklamalıyım. Ab-ı Hayat soğumamalı. Sonuç; öldürme, yakala.

Rakibimi gözlerken elindeki uzun dişleri görüyorum. Onunla bana saldırabileceğini sanıyor. Düşman tehdit unsuru taşıyor, yaralanırsam zayıflarım, zayıflarsam kaybederim. Ab-ı hayat gider, mutluluk gelmez. Sonuç; Dikkatli saldır.

Ben dişlerimi gösterip yavaşça boğazdan gelen bir sesle hırlamaya başlayınca o da geriliyor.  Dİşlerini ellerinde hafifçe kımıldatıyor. Korkmuyor, Ahmak. Gülüyorum.

Çevrimdışı M.K.Immortal

  • **
  • 290
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
Ynt: Çift Bıçak Zaroc 11
« Yanıtla #27 : 28 Şubat 2014, 15:44:37 »
Daha önce de karşıma çıkıp da okuyamadığım bir öyküydü bu. Ama başlayınca gayet ilgi çekici geldi.

Henüz ilk beş bölümü okuduğum için bunlarla ilgili yorum yapacağım. İlk iki bölümde, hele ki ikinci bölümdeki parşomende yazanlar çok hoşuma gitti. Ardından lordlar yine sizin felsefi bakışınızı ortaya koyar nitelikteydi. Fakat yine sizdeki askiyon eksikliği bu öyküde de kendini gösteriyor. Çok sık feslefi cümleler okumak, hele ki devrik cümleler okumak biraz yoruyor, kimi zaman öyküden kopup aynı yerleri tekrar okuma gereği hissettiriyor. Ancak öykünün temelindeki güzellik, bunu yapmakta bir bıkkınlığa neden olmuyor.

Zaroc'un mağarada uyanmasıyla Prometheus'a bağlanması da ayrı bir heyecan kattı. (ben mi öyle anladım yoksa :D ) Tarihteki efsanelerin hepsi tek tek Zaroc çıkacak diye bir tahminde bulundum şimdiden. Devamını da en kısa zamanda okumaya niyetliyim. Ellerinize sağlık.

Çevrimdışı grikunduz

  • **
  • 368
  • Rom: 6
  • Est solarus oth mithas
    • Profili Görüntüle
    • HayalGezer
Ynt: Çift Bıçak Zaroc 11
« Yanıtla #28 : 28 Şubat 2014, 20:40:54 »
Lordları yazmak benim için de gerçek anlamda bir zevkti. İlerleyen bölümlerde kendilerini daha çok işleyeceğim. Ama aynı dediğiniz gibi mevzubahis karakterler çok uzun süre yaşıyor olarak hayal edince aksiyon yazamıyorum nedense. Bir kaç yüzyılı geçen canlılar durgunlaşır gibi geliyor bana.

Ama genel aksiyon eksikliğini aşmam gerektiğini biliyorum. :)

Not: Prometheusu farketmeniz gerçekten hoşuma gitti.