Kayıt Ol

Yirmi Gün Sonra ( İkinci ve üçüncü Bölüm )

Çevrimdışı duhan

  • **
  • 284
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
Yirmi Gün Sonra ( İkinci ve üçüncü Bölüm )
« : 07 Mayıs 2014, 19:27:01 »
Uyarı yapmayı unuttuğumu yeni farkettim. Herkesten özür dilerim. Argo bol miktarda mevcuttur hikayede. Tamamen empati yaparak yazdığım bir hikaye ve o yüzden gerçekçi olsun istedim.

***


Gece epey ilerlemişti, gözlerim uykuya yenik düştüm, git artık yat dese de, geyik muhabbeti çok koyuydu, yatmak istemiyordum. Üçüncü fincanını devirdiğim kahve, uykumu bertaraf etmek yerine çişimi getirmekten başka bir işe yaramamıştı. İstemeye istemeye veda edip, kapat butonuna tıkladığım bilgisayar, kapanmak için biraz düşündü. Hep böyle yapıyordu zaten. Açılırken ayrı kapris,  kapanırken ayrı kapris... Değiştirmek için vakit gelmişte geçiyordu ama param kıymetliydi açıkçası. İnceldiği yerden kopana kadar ben ona, o bana eziyet etmeye devam edecektik.

Yatak odasına gitmeden önce, mutfağa uğrayıp uğramamak huşunda kısa bir muhasebe yapmam gerekmişti. Metabolizmam ve kuruyan dudaklarım su içmen lazım derken, kahvenin tıka basa doldurduğu karnımdan gelen lıkırtılar “yer yok” diye bağırıyordu. Tüm gün çay ve kahve ikilisiyle giderdiğim sıvı ihtiyacı nedeniyle, böbreklerimin yakın zamanda “ yeter da” diyeceğini çok iyi bildiğimden, susuzluk çekmesem bile aklıma geldikçe, zorla da olsa bir bardak su içmeyi adet haline getirmişliğim, beni mutfağa sürüklemişti. Koca bir bardak suyu fon dip yaptıktan sonra kıçımı kaşıya kaşıya ve açamadığım gözlerim nedeniyle körlemesine yatak odasının yolunu tutmuştum. Serçe parmağımı kapının kenarına vurduğumda, tarif edemeyeceğim bir acıyla açtım gözlerimi, küfür kıyamet ve inlemeler eşliğinde kendimi yatağa atıp, zavallı serçe parmağımı şefkatle ovuşturmam acımı biraz hafifletmiş olsa da, “kırıldı mı lan acaba?” sorusunun cevabını bulmakta zorlanıyordum. Kırılmamış kopmuştu adeta, uyuşuk parmakla yatağa girip, kafamı yastığa koymamla uyumam garip bir ironiydi aslında.

Terbiyesiz bir otomobil sürücüsünün kornası derin bir kederle uyandırmıştı beni. Uykumu alamamış olmanın kederi ile, kalkıp işe gitmek, Everest dağına tırmanmak gibiydi ama bir dakika ;

“ Bugün Pazar….” Hemen pozisyonumu değiştirip tekrar gömülmüştüm yorganın altına. İçimi kaplayan huzurla tekrar uykuya daldım.

Derinden gelen konuşmalar bir kez daha uykumdan ayırırken beni, Pazar sabahını sokakta yüksek sesle konuşarak geçiren bu münasebetsizlere iki çift laf söylemek için zar zor kalkmıştım yataktan. Perdeyi araladığımda birkaç teyzenin ahlar vahlar eşliğinde bol el kol hareketli ve sallanmalı muhabbetine tanık olmuştum. Camı açıp şarlamadıysam, sırf yaşlarına hürmetimdendi.  Tekrar yatağa dönüp yorganın altına gömülsem de, gittiği yerden dönmeyecekti uykum.  Birkaç dönme hareketinden sonra, kalkmaya karar vermem sabah dokuzu yirmi geçeye denk gelmişti.  

Çişimi yaptıktan sonra, elimi yüzümü yıkamak için elimi attığım musluk  iki damla aktıktan sonra o garip öğürme sesini çıkarınca keyfim kaçmıştı. Pazar Pazar suyu kesenin kulaklarını çınlatmamak elde değildi. “ Sabah duş alacağız, tuvalete gireceğiz kıçımızı neyle yıkıcaz lan .bneler” sitemimi benden başka kimse duymadığı için herhangi bir gelişme olmadı su konusunda. Lavabodan ayrılırken ortalığı kaplayan sidik kokusu, “ sifonu çekmediğimi “ burnuma burnuma sokunca, geriye dönüp sifona bastım. Tangır tungur ses haricinde bir şey olmayınca, sağlam bir küfür daha savurdum.

Çay demlemek için semaveri fişe takıp, su ilavesi yapmak istediğimde günümün ters gideceğini iyiden iyiye hissetmiştim. Damacanadaki son suyu da gece yatarken içip, bir kısmını da yere döktüğümü hatırlamam yardımcı olan şey, mutfak halısının kenarındaki ıslaklık olmuştu. Çeşmeden gelmeye devam eden fısıltılar,” istikamet market ” diyordu. Üşendim.

Kahvaltıyı erteleyip,  tv’nin karşına geçip biraz daha şekerleme yapmaya karar vermiştim. Televizyonu açıp, koltuğa kuruldum. Pazar günü bile izleyecek bir şey bulmanın mümkün olmadığı ulusal kanallarımızı sırayla ekarte edip, müzik kanallarından birini ninni niyetine açmaya karar vermişken, ekranda gördüğüm  ve birkaç saniye sonra idrak edebildiğim görüntüyü bulabilmek için kumandanın düğmesine hızlı hızlı basmam gerekmişti. Garip görüntü muhtemelen helikopterden çekilmişti. Uzay mekiğinden canlı yayın yapan tv kanalı henüz yoktu. Gariplik yayının şeklinde değil, kendisindeydi.
  
Yeşiller yerli yerinde olmasına rağmen maviler yoktu. Bir ağacın dallarını andıran amazon nehrinin yerinde yeller esiyordu. Kurumuş nehir yatağı siyah bir balçıkla kaplanmıştı. Hemen akabinde değişen görüntülerde bu sefer, civardaki insanların kıyafetlerine bakarak Hindistan olduğuna kanaat getirdiğim bir yerde, yine kurumuş bir nehir yatağı ve etrafta şekilden şekle giren, secdeye varan insanlar görülüyordu. Sanırım Ganj nehriydi burası ki yanılmadığımı anlamam, ekranın altındaki bantta beliren Hindistan etiketiyle olmuştu. Televizyonun sesini açmayı akıl ettiğimde, bunun yine bir Roland Emmerich filminin fragmanı düşünüyordum. Adam dünyanın anasıyla halvet olmaktan zevk alıyordu ne de olsa. Dünyanın başına örmediği çorap kalmamıştı filmlerinde.

Görüntü yine değişip devasa bir  uçurum girince kadraja irkildim. Alt bantta Niagara şelalesi yazısını okuduğumda bunu bir film fragmanı olmadığını anlamam zor olmadı. Spikerin “ Dünyanın her yerinde anlaşılmaz biçimde sular yok oluyor” cümlesi  “Hass…tir”  haykırışımla birbirine girmişti. Fıslayan çeşmelerin sebebi  belli olmuştu ama hala “ Tüm dünyada mı?” sorusu aklımdaydı. Sorumun cevabı yine ekranda belirdi.

İstanbul boğazı, animasyonlardakine benzer biçimde karaya oturmuş gemilerle ve teknelerle doluydu. Köprüler altlarındaki denizin nereye gittiğini anlamaya çalışan insanlarla dolup taşmış, trafik durmuştu.  “ Telefon nerde lan” diye arayışa girmişken kapanan televizyona bir süre bakakalmıştım. Elektrik düğmelerinin aşağı yukarı hareketlerinden de cevap alamadığımda elektriklerin gittiğini anladım.

“ Hay a…na koyim. Noluyo lan?”

Çevrimdışı Loial

  • *
  • 39
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Yirmi Gün Sonra
« Yanıtla #1 : 07 Mayıs 2014, 20:04:30 »
    Baştan sona kadar olan kısım her ne kadar rutin olsa da anlatımınız gerçekten çok başarılı... Başımdan geçmiş sahnelerde var içlerinde... Serçe parmak, Pazar günleri kesilen su ve o iğrenç durum için içimden geçen bir takım hak edilmiş sözler... :D Bu arada sona kadar olan kısım rutin demiştim yaa bu hikayeniz kötü olmuş anlamı taşımıyor. Tam aksine hikayenizi daha da hoş kılmış. :D Ben rutin bir bitiş beklerken son kısım gerçekten süper oldu. :D Elinize sağlık... 
     
    Bu arada şu hemen başlangıçta ki kısım; ''Gece epey ilerlemişti, gözlerim uykuya yenik düştüm, git artık yat dese de, geyik muhabbeti çok koyuydu, yatmak istemiyordum''  bir karışılık var o kısımda, düzeltirseniz hoş olur. Kafama takılan tek pürüz oydu.
   

Çevrimdışı duhan

  • **
  • 284
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
Ynt: Yirmi Gün Sonra
« Yanıtla #2 : 07 Mayıs 2014, 20:16:36 »
    Baştan sona kadar olan kısım her ne kadar rutin olsa da anlatımınız gerçekten çok başarılı... Başımdan geçmiş sahnelerde var içlerinde... Serçe parmak, Pazar günleri kesilen su ve o iğrenç durum için içimden geçen bir takım hak edilmiş sözler... :D Bu arada sona kadar olan kısım rutin demiştim yaa bu hikayeniz kötü olmuş anlamı taşımıyor. Tam aksine hikayenizi daha da hoş kılmış. :D Ben rutin bir bitiş beklerken son kısım gerçekten süper oldu. :D Elinize sağlık... 
     
    Bu arada şu hemen başlangıçta ki kısım; ''Gece epey ilerlemişti, gözlerim uykuya yenik düştüm, git artık yat dese de, geyik muhabbeti çok koyuydu, yatmak istemiyordum''  bir karışılık var o kısımda, düzeltirseniz hoş olur. Kafama takılan tek pürüz oydu.
   

Teşekkür ederim. Kayybettiğim ilhamımı beklerken oluşan bi hikaye. Devam edecek daha bitmedi. İlk kez birinci tekil şahıstan yazıyorum o bakımdanda ilginç benim için. Devamı sanırım biraz daha karakomediye kaçabilir.

Çevrimdışı Loial

  • *
  • 39
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Yirmi Gün Sonra
« Yanıtla #3 : 07 Mayıs 2014, 20:24:25 »
   Süpermiş... :D Bu arada aklımdaydı ama sormayı unutmuşum öykünün ismi neden yirmi gün sonra diyecektim birde. Biraz alakasız gelmişti çünkü. Devamının geleceğini düşünmedim hiç. :D

Çevrimdışı estelturin

  • **
  • 143
  • Rom: 3
    • Profili Görüntüle
Ynt: Yirmi Gün Sonra
« Yanıtla #4 : 07 Mayıs 2014, 21:17:24 »
    Kalemine sağlık.Son paragraflarda ters köşe yapman çok iyi olmuş. Sonu ilginç olan bölümleri çok seviyorum. Sonraki bölümler için itici güç oluyor. Ayrıca tatlı suların tükenmesi biraz normal gelirken, denizlerin kuruması bambaşka bir boyut oluşturuyor.Umarım denizlerin kuruması,mükemmel bir kurgu ile bağlanır. Hikayenin devamını sabırsızlıkla bekliyorum. 
İnsan için önüne çıkan bütün yollar yürünebilir yollar ise, o insan artık kaybolmuştur.

Çevrimdışı duhan

  • **
  • 284
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
Ynt: Yirmi Gün Sonra
« Yanıtla #5 : 07 Mayıs 2014, 21:54:33 »
    Kalemine sağlık.Son paragraflarda ters köşe yapman çok iyi olmuş. Sonu ilginç olan bölümleri çok seviyorum. Sonraki bölümler için itici güç oluyor. Ayrıca tatlı suların tükenmesi biraz normal gelirken, denizlerin kuruması bambaşka bir boyut oluşturuyor.Umarım denizlerin kuruması,mükemmel bir kurgu ile bağlanır. Hikayenin devamını sabırsızlıkla bekliyorum. 
Teşekkür ederim. Doğaçlama gidiyorum o yüzden belli bir şablonum yok. Sadece finalde vermek istediğim mesajı verebilmek için kurguyu çekiştirmem gerekecek. Tatlı su tuzlu su ayrı olarak düşünmedim "su" olarak bakıyorum o yüzden nereye bağlanır pek bi fikrim yok açıkçası ama ortada da bırakmayacağım. Farkındalık mesajı taşıyan basit ve eğlenceli bi hikaye olsun istiyorum.

Çevrimdışı Stormholder

  • *
  • 46
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Yirmi Gün Sonra
« Yanıtla #6 : 09 Mayıs 2014, 01:00:50 »
Hayattan guzel bir kesit. Ve guzel bir mesaj. Hikayenin dogalligi da hosuma gitti. Ilk defa birinci tekil sahis denemeniz bence olmus :) Devamini bekliyorum.

Çevrimdışı duhan

  • **
  • 284
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
Ynt: Yirmi Gün Sonra
« Yanıtla #7 : 09 Mayıs 2014, 15:57:48 »
Sular gitti, elektrikler gitti… Telefon?

“Telefonum nerde ?”  masanın üzerinde boylu boyunca yatmakta olan  süper pahalı, dokunmatiği yağ gibi akan, 4 çekirdekli, bilmem kaç milyon piksel çözünürlüğünde ön ve arka kameraları sayesinde, sıçmaya bile gitsem arkadaşlarımla paylaşmamı sağlayan telefonum gözüme ilişivermişti. Mutlu hissettim kendimi. Ne de olsa onsuz yapamıyordum herkes gibi.  Heyecanla karışık korku nedeniyle ellerim titriyordu ve neredeyse kıymetlimi yere düşürecektim. Rehberi bulmasına bulmuştum ama kimi arayacaktım?

Bu işlerden anlayan yakın dostum Serhat’ı tabi ki. Bu işlerden anlayan derken, sanki birkaç kez küresel yıkıma şahit olmuş gibi oldu farkındayım ama o bu tür kıyamet senaryolarına çok fazla kafa yoran hafif çatlak bir metabolizmaydı. Evinin bodrumunda kötü günler için erzak  depoladığını gözlerimle görmüş, onunla taş..k geçmiştim çok kere.  Oysa adam haklıymış beyler…
İsminin üstüne titreyen parmaklarımla dokunmak biraz zor oldu üçüncü denemeden sonra telefon aramaya başladı. Çaldı …çaldı…çaldı…

Uykulu bir sesle yanıtladı telefonu.  Panik içinde avazım çıktığı kadar bağırıyordum, beni duymadığı hissine kapılmıştım bir an.

-   Elektrikler gitti  olum, s.ki tuttuk.

-   Gelir lan birazdan, şalter atmıştır…

Hiçbir şeyden haberi yoktu doğal olarak ve muhtemelen hala uyuyordu. Sakin tavrı beni çileden çıkarmıştı.

-   Geri zekalı öyle bi şey değil, kıyamet kopuyor mal . Kalk televizyonu aç. Sular gitti elektrikler gitti her şey gitti.

Kısa bir sessizliğin ardından yine o gamsız sesi duyuldu.

-   Abi, hem televizyonu aç diyosun hem elektrikler kesildi diyosun. Abi sen ne diyosun???
-   Ebenin…..

Cümlemi  tamamlayamadan hat düştü. Sanırım telefon şebekesi de çökmüştü. Tekrar aramayı denediğimde acı gerçekle yüzleştim. Elimdeki birkaç bin liralık süper icat artık sadece bir çöp olmuştu.  O an içimden gelen coşkun bir sinir dalgasıyla aleti duvara fırlatıverdim.

“At kadehi elinden, bin parçaya bölünsün”

Binlerce minik parça, duvardan sekip etrafa ahenkle saçılırken her şey  hd berraklığında, üstelik süper slow motion biçimde ve 600 hz yenileme hızıyla geçip gidiyordu gözümün  önünden.
Son parça da yere düştüğünde, her şey normal akışına döndü ve ben “ Taksiti biteydi be “ hezeyanını yaşıyordum.

Ne yapmam gerektiği hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Serhat la dalga geçeceğime birkaç belgesel izlemiş olsaydım, birkaç komplo teorisi okumuş olsaydım en azından şimdi böyle mal gibi evin içinde dolanıp durmazdım diye düşünüyordum.

Sular gelirdi elbet. Ne öyle, bi anda çek git. Hem nereye gitmiş olabilirdi ki? Kıç kadar dünya işte, elbet geri döner diyordum ama kendimi rahatlatma çabalarım pek etkili değildi. İşte o esnada dank etmişti kafama. Yiyecek ve su bulmam gerekiyordu.

  Şimşek gibi çıktım kapıdan.  Hedefim mahallemizin cefakâr bakkalı Emin Amcaydı.  Caddelerde telefon kulübesinden çok zincir mağaza şubeleri belirmeye başladığından beri zordaydı ama yıkılmadı, ayaktaydı.  Tozdan markası okunmaz hale gelmiş cips paketleriyle dolu dükkânının önünde sabahtan akşama kadar kavanoz dibi gibi gözlüklerini takar, gazete okur, elinde poşetlerle büyük marketlerden dönen mahallelilere “ Bir gün hesabı ödenir bu vefasızlığınızın” bakışı atardı. Şimdi gidip bir damacana su istesem verir miydi yoksa si..iri çeker miydi?

Terliklerimi giydiğim gibi fırladım. Sorularla vakit kaybetmektense gerçekle yüzleşmek en iyisiydi. Yaklaşık 30 saniye sonra ordaydım.

Ben oradaydım, Emin Amca oradaydı ama raflarda olması gerekenler yoktu. Kafamdan şağı kaynar sular bile boşalamadı. Çünkü sular yoktu. Susuzluk deyimleri bile vurmuştu.  Nemli gözlerimi Emin Amcaya dikmiş bakarken, o, oralı bile olmamıştı. Para saymakla meşguldü. Varlığım ona bir şey ifade etmemişti çünkü, 30 yıllık bakkallık hayatı boyunca  elinden geçmeyen paranın fazlasını saymakla meşguldü. İnsanlar neyi var neyi yoksa döküp gitmişti buraya. Öyle ya, açlık ve susuzluktan ölmeye ramak kala, saçma sapan bir ödeme şeklinden başka bir halta yaramayan, yenmeyen, içilmeyen, öpülüp koklanmayan kağıt parçalarının ne gibi bir değeri olabilirdi ki?  Şu an Lidyalıların parayı icat ettiği günün bir gün öncesindeki kadar anlamsız ve değersiz bir kağıt parçasıydı para denilen şey.

“ Emin Amca” diyebildim usulca.

Gözlüklerinin üstünden şöyle bir bakıp işine devam etti. Bir umut tekrar kolaçan ettim dükkanın içini ama boş raflar ve yerlerdeki çöplerden başka hiçbir şey yoktu.

“Emin Amca????” bu sefer daha beter zavallı çıkmıştı sesim.

“ Ne var???”  ürkütücüydü bu ton.

“ Hiç bişey yok işte, sorun orda zaten. Su yok mu ya?”  salağa yatmaya çalışıyordum, her şey normalmiş gibi davranmaya çalışıyordum ama bunun bana ne gibi bir faydası olacaktı bilmiyordum.
Tekrar gözlüklerinin üstünden baktı.

“ Duruma göre değişir. Su da var erzak ta.  Asıl mesele senin paran var mı evlat?”

Yılların Emin Amcası, çengel bulmacayı bile çözmeyi beceremeyen o ilkokulu bile bitirmemiş adam, Amerikan filmlerinde çölün ortasında barı olan, gelene gidene gider yapan dövmeli züppeye dönüşmüştü. Üstelik dublaj Türkçesiyle konuşuyordu.

“Para??”

İşte o an eşofmanla geldiğimi anlamıştım.

“ Emin Amca valla cüzdan evde kaldı  bırakırım ben sana geliş geçiş, sen bana 2-3 damacana su ayarla birazda yicek micek bişeyler hallederiz”

Sözümü henüz bitirmiştim ki, Emin amca tezgahın altına uzanıp, namlusu kesilmiş pompalıyı çıkarıp burnuma dayayıverdi.

“ Sorun istemiyorum evlat. Biz burda senin gibilerden hoşlanmayız. Şimdi kaybol”

Ulan sular kesildi adamın karakteri bozuldu diye düşünürken, hüzün ve endişe ile dükkandan çıkıyordum ki  Emin Amca nın seslendi.

“ Ulan hep bunu söylemek istemiştim be. Bugüne nasipmiş” ardından ekledi ;

“ Bi de öndeki aracı takip et var ama onu bi türlü denk getiremedim yav.”

Emin Amca parayı odun etmiş, üstüne daş..ğını da geçmişti. Yumuşayan ortamdan faydalanmak  babında şansımı bir kez daha denedim ;

“Emin Amca su??”

Emin Amca yine tırlamıştı ;

“ Yok lan sana su mu. Biraları koliyle aldığın yere git onlar versin sana su. Sieee. Yürü git kafanı gözünü yararım”

Normale döndüğü için Emin Amca adına sevinmiştim ama su bulmam gerekiyordu, Emin Amcanın canı cehenneme.

Fuck you men !!!

Çevrimdışı muaet

  • **
  • 215
  • Rom: 12
  • Carai an Ellisande!
    • Profili Görüntüle
Ynt: Yirmi Gün Sonra ( İkinci Bölüm )
« Yanıtla #8 : 09 Mayıs 2014, 16:13:33 »
Ahuahuahuahuaha yarıldım. Sondaki ingilizce cümleyi görmezden gelerek, dil çok hoşuma gitti. Türkçe Dublaj şakası da iyiydi. Bir de küfürleri noktalamasan daha iyi olacak kanaatindeyim. Herkes anlıyor zaten. Takipteyim
“My father used to say that there are two kinds of people in the world,” Kaladin whispered, voice raspy. “He said there are those who take lives. And there are those who save lives. I used to think he was wrong. I thought there was a third group. People who killed in order to save.” He shook his head. “I was a fool. There is a third group, a big one, but it isn’t what I thought. The people who exist to be saved or to be killed…The victims. That’s all I am.”

Çevrimdışı duhan

  • **
  • 284
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
Ynt: Yirmi Gün Sonra ( İkinci Bölüm )
« Yanıtla #9 : 09 Mayıs 2014, 16:16:11 »
Ahuahuahuahuaha yarıldım. Sondaki ingilizce cümleyi görmezden gelerek, dil çok hoşuma gitti. Türkçe Dublaj şakası da iyiydi. Bir de küfürleri noktalamasan daha iyi olacak kanaatindeyim. Herkes anlıyor zaten. Takipteyim

Yazarken ben de eğleniyorum ne yalan söyliyeyim. Küfürleri noktalamadan yazarsam rıhtım beni kovar mı acaba bilmiyorum o yüzden öyle uygun gördüm. Beğenmenize sevindim.

Çevrimdışı Methild

  • *
  • 28
  • Rom: 0
  • En Ağır Sözler Silah Gibidir...
    • Profili Görüntüle
Ynt: Yirmi Gün Sonra ( İkinci Bölüm )
« Yanıtla #10 : 09 Mayıs 2014, 17:35:57 »
Okurken sıkılmadım hatta bazı yerlerde güldüm. Devamı için takipteyim.

Çevrimdışı duhan

  • **
  • 284
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
Ynt: Yirmi Gün Sonra ( İkinci Bölüm )
« Yanıtla #11 : 09 Mayıs 2014, 18:07:54 »
Emin Amca farkında olmadan kafamda bir ampul yakmıştı.  “Biraları aldığın yer” cümlesi kulaklarımda yankılanıyordu. Fark ettim ki bu beynimin bir oyunu değildi. Emin Amca arkamdan seslenmeye devam ediyordu. Birden koşmaya başladım. Herkesin bildiği o büyük marketlerden biri oldukça yakındı. Atla üç gün sürse de,  yürüyerek 10 dakika,  koşarak yarım saatlik mesafedeydi.  Bu hesaplamalar mantıksız gelmişti ama koca okyanusun bir anda kuruması mantıklı mıydı?

Marketin sokağına döndüğümde, ileride marketin önünde büyük bir kalabalık olduğunu gördüm. Yalnız bu kalabalık sıradan bir kalabalık değil, birbirine girmiş bir insan kümesiydi. Çığlıklar, feryatlar, bağırışlar küfürler dolduruyordu sokağı. İnsanlar yiyecek ve su için birbirine saldırıyordu
muhtemelen.

 İşimin zor olduğunu biliyordum fakat yapacak bir şey de yoktu. Gidip ne olursa olsun su ve yiyecek bulmalıydım. Markete yaklaştıkça korkum büyüyordu. İnsanlar birebirlerini bıçaklıyor, yumrukluyordu.  

Yüzü maskeli birkaç kişi de,” kahrolsun kapitalizm” nidalarıyla kaldırım taşlarını söküp,  marketin camlarına fırlatıyordu. Artık marketin önündeydim. Aradan sıyrılıp içeriye girdim. İçerisi tam bir keşmekeşti. Rafları yağmalayanlar, rafları yağmalayanları yağmalayanlar,  cesetlerle sarmaş dolaş olup, telefonun kamerasını kendine çevirip fotoğraf çekenler görüyordum. İlerde şarküteri bölümünün önünde ise üstsüz birkaç kadın, ellerinde pankartlarla bir şeyleri protesto ediyordu.

Raflarla çevrili koridorları hızla dolaşırken, pek bir şey kalmadığını görmek beni ümitsizliğe sevk etmişti. Geç kalmıştım, atı alan Üsküdar’ı geçmişti bile. Alacak bir şeyler bulsam bile başka bir sorunum daha vardı. Neyle taşıyacaktım? Alış veriş arabasıyla, kordonda gezer gibi yürüye yürüye eve gitmem imkansızdı. 100 metre gitmeden yüz parçaya ayırırdı beni insanlar.  Su ve yiyecek bulmak bir sorun, onları güvende tutmak başka bir sorundu.

Başka bir plan yapmalıydım. Zehir gibi çalışan beynim derhal bir plan kurgulamıştı bile. Kürek bulmalıydım. Hemen marketin inşaat malzemeleri satılan bölümünü aramaya başladım. Bu bölüme pek insan uğramıyordu. Uğradıysa da kürek almak kimsenin akıl ettiği bir şey değildi. Orta boy, ergonomik bir tanesi kavrayıp, marketin arka tarafında kalan depo kapısından geçip dışarı çıktım. Benimle birlikte içimde ki Mirkelam da dışarı çıkmıştı. Deli taylar gibi koşuyordum.

Plan basitti. Eve gidip arabamı alıp şehirde gezintiye çıkacak, erzak ve su yağmalayacaktım. Yapacağım şeyden ötürü şimdiden vicdan çekiyordum ama yaşamak için buna mecburdum. Bahçe kapısından içeri uçarak girdim.

Çıkarken kapatmayı unuttuğum kapı ardına kadar açılmış, içeride ortalığa saçılmış eşyalarım görülüyordu. Evimi yağmalamışlardı. Elimdeki kürekle pozisyonumu alıp dikkatlice içeri süzüldüm. Bir Ninja kadar sessiz, bir kuğu kadar hafif ve bir ördek kadar korkaktım. Misafir odasına göz attım, eşyalar yere saçılmıştı ama içeride kimse yoktu. Yatak odası da keza öyle. Mutfak tam anlamıyla talan edilmişti. Kaç yılık olduğunu unuttuğum yarım makarna paketlerimi, dolaptaki 3 şişe biramı ve 3 al 2 öde kampanyasından faydalanıp stokladığım cipslerimin hepsini almışlardı. Salona geri döndüm. Parçalara ayrılmış telefonum gözüme ilişti. Allahtan umut kesilmez deyip topladım tüm parçaları. Tamir edilebilirdi belki.

Yemek masasının üzerinde duran arabamın anahtarlarını aradım. Koyduğum yerde yoktu. Paniğe kapılmadın çünkü hiçbir zaman koyduğum yerde olmazlardı. Koyduğumu hatırlamadığım bir yerlerde bulurdum hep. O yüzden nereye koymamış olabilirim diye düşünüp ararken mutfak tezgahında buldum. Anahtarları kaptığım gibi kendimi dışarı attım. Uzaktan kumandayla kilidi açıp küreği arka koltuğa fırlattım. Marşa basıp hızla hareket ettirdim aracı. Sokaklar savaş alanı gibiydi. Her yer yağmalanmış mağaza, iş yeri bankalarla doluydu. Yer yer yangın çıkmış binalardan yükselen dumanlar mükemmel bir kıyamet filmi setini andırıyordu. Bir an tüm bunların bir film ya da rüya olabileceği aklıma geldiyse de, arabayı kaldırıma çarptıktan sonra, çok pis şişen alnımdaki acı “ bu bir rüya değil” diyordu.

Kurbanlarımı arıyordum. Evine erzak ya da su götürmeye çalışan birileri lazımdı bana. Gerisi kolaydı. Yanlarına yaklaşıp kürekle ağızlarına vuracak, lokmalarını alacaktım. Üstelik fazlasını da zenginlere satıp, para kazanacaktım. Bir gün dünya eski haline dönerse kalan ömrümü zengin olarak geçirecektim.  Bir çeşit Robin Hood gibi hissediyordum kendimi.

Zenginden alıp yine zengine veren göt verenin tekiydim...

Uzunca bir süre uygun bir av bulamadım. Yakıtım tükenmek üzereydi ve benzin istasyonları şimdiye kadar çoktan yağmalanmış olmalıydı. Derken; sekiz hava yastıklı, absli, asrli, gpsli aracım bok çuvalı gibi yolun ortasında yığılıp kalınca, beddualarıma maruz kalmıştı.

“ Allah silindirlerine ateşler salsın”

Küreğimi kapıp yaya olarak düştüm yola. Biraz dolandıktan sonra uygun bir hedef bulmuştum nihayet. Ara sokaklarda koşa koşa ilerleyen bir adamla kadın görmüştüm. Önlerinde alış veriş arabaları vardı ve tıka basa doluydu. Adamı  halledebilir miyim diye düşünüyordum. Biri kadın da olsa sonuçta iki kişilerdi ve silahlı olabilirlerdi. Onların devam ettiği sokağa paralel uzanan diğer sokağı mümkün olduğunca hızlı biçimde kat edip  aniden önlerine çıkıp, uğradıkları şaşkınlıktan faydalanıp, mallarını gasp edecektim.

Ayak seslerinden ve arabaların gürültüsünden iyice yaklaştıklarını anlamıştım. Daha etkili olabilmek adına haykırarak önlerine atladım. Küreğim bir kılıç gibi tepelerindeydi.

“ arabaları bırakın ve gidin, canınızı bağışlarım belki “ kısa bir süre birbirlerine bakan adamla kadın, pek korkmuşa benzemiyordu ve bu beni fena halde ürkütmüştü. Sessizliği adam bozdu ;

“ Ne diyon la sen mına godum evladı.”

Küfür neyse de o arabanın neresinden çıkardığını anlayamadığım odun olmasaydı çok iyiydi diye düşünürken, sol kolumda hissettiğim tarifsiz acıyla düşüncelerimden sıyrıldım. Ne olduğunu anlamaya çalışırken yerde yatmakta olduğumu fark ettim ilginç biçimde. Daha ilginci, gasp etmeye çalıştığım adam küfürler eşliğinde elindeki sopayı hiç te sevecen olmayan bir şekilde sallayarak üzerime geliyordu. Otlarken çita görmüş Afrika antilobu gibi depara kalktım birden. Adam mı benden hızlı koşuyordu yoksa ben mi adamdan yavaş koşuyordum bilmiyordum ama, bildiğim ya da tahmin ettiğim diyelim, az sonra o sopanın kafama  temas edeceği ve pekmezimin akacağıydı. O an pişman oldum yaptığıma. Su ve yiyecek için değer miydi?

Elbette değerdi. Ya açlıktan ya da susuzluktan ölecektim ya da yemek ya da su bulmaya çalışırken. Yani aynı bokun lacivertiydi her türlüsü. Benden yavaş koşan birini bulup gasp etmem sağlığım açısından daha yararlı olacaktı, tek gerçek buydu. Mucize eseri adam bitirici vuruşu yapacak fırsatı bir türlü bulamadı. Bunda yalnız bıraktığı,- muhtemelen eşi- kadının tehlikede olabileceği düşüncesiydi etkili olmuştu muhtemelen. Bir müddet sonra beni kovalamayı bıraktı. Güvenli bir mesafeden küfür edip, beyhude tehditlerimi savurdum. Yenildim ama en azından ezilmemiştim.

Bu şekilde bir yere varamayacağımı anladım. O odun koluma değil de kafama gelmiş olsaydı şu an protein deposu niyetine birinin buzdolabında parçalar halinde yatıyor olabilirdim. En iyisi Serhat’ı bulmaktı. O geri zekalının stokları ikimizi de uzun bir süre idare ederdi. Tek sorun beni kabul edecek miydi?  Denemeden bilemezdim.  Kolumu ovuştura ovuştura Serhat’ın evine doğru yola koyuldum.

Çevrimdışı grikunduz

  • **
  • 368
  • Rom: 6
  • Est solarus oth mithas
    • Profili Görüntüle
    • HayalGezer
Ynt: Yirmi Gün Sonra ( İkinci ve üçüncü Bölüm )
« Yanıtla #12 : 10 Mayıs 2014, 12:29:05 »
Fikir enteresan bir şekilde basit gibi gelse de kulağa oldukça da orjinal. Ayrıca yazım dilin her zamanki gibi gösteriyor kendisini. Ciddi ciddi güldüğüm yerler oldu. :D

Kafama takılan bir husus var, bu afet galiba büyük su kaynaklarını yok etti acaba ilerleyen zamanlarda insan vücudundaki suyu azaltmak gibi bir etkisi olacak mı? Okuyup görelim. :D

Çevrimdışı duhan

  • **
  • 284
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
Ynt: Yirmi Gün Sonra ( İkinci ve üçüncü Bölüm )
« Yanıtla #13 : 10 Mayıs 2014, 18:00:09 »
Fikir enteresan bir şekilde basit gibi gelse de kulağa oldukça da orjinal. Ayrıca yazım dilin her zamanki gibi gösteriyor kendisini. Ciddi ciddi güldüğüm yerler oldu. :D

Kafama takılan bir husus var, bu afet galiba büyük su kaynaklarını yok etti acaba ilerleyen zamanlarda insan vücudundaki suyu azaltmak gibi bir etkisi olacak mı? Okuyup görelim. :D

Keyif aldıysan ne mutlu bana. Hikayenin basitliğinden çok bittiğinde okurun alacağı mesajı düşünerek  kurguluyorum. Basit olmasında sakınca yok. Hatta basit olsun diye de uğraştığımı söyleyebilirim. Sular sellar gibi okunsun bitsin, sonunda bir şeyler düşündürsün yeter.

İnsan vücudundaki su ile ilgili bir girişimim olabilir :D

Çevrimdışı estelturin

  • **
  • 143
  • Rom: 3
    • Profili Görüntüle
Ynt: Yirmi Gün Sonra ( İkinci ve üçüncü Bölüm )
« Yanıtla #14 : 10 Mayıs 2014, 20:22:02 »
Kalemine sağlık bir çırpıda bitiyor yazdıkların.Ayrıca beddua göndermene iyi güldüm.

(Bakalım karınca, ağustos böceğini kabul edecek mi?  ;D)
İnsan için önüne çıkan bütün yollar yürünebilir yollar ise, o insan artık kaybolmuştur.