Kayıt Ol

Cypraqual: Kolye (14.Bölüm 2.Kısım)

Çevrimdışı Marjuarane

  • *
  • 46
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Cypraqual: Kolye (14.Bölüm 2.Kısım)
« : 05 Eylül 2014, 00:54:44 »
CYPRAQUAL: KİTAP 1 KOLYE

 

GİRİŞ

 

“Hey! Sizi hizmetkar bozuntuları,koşun!” diye aceleci,rahatsız edici bir ses tısladı.

“Ne oldu,ne bağırıyorsun,kan görmüş emici gibi!”

“Efendimiz siyah bir ejderhayla savaşıyor,yukarıya bakın.” dedi ilk tıslayan ses.Üç parmaklı,derisi kahve-yeşil ortaklığından doğmuş yaratık kıllı parmaklarından birine gökyüzüne kaldırdı.

Bir tanesinin pulları yer yer griye çalan siyahlıkla olan diğerinin ise kan kırmızısı renginde olan iki ejderha mücadele ediyordu.Kırmızının cüssesi siyahtan daha büyüktü ancak ne kadar da mücadelelerde boyut önemli olsa da kazanmaya yeterli değildi.Daha çok atak görünen siyah, pençelerinden birini kırmızının kanatlarından birine savurdu ama bu hareketi istediği sonucu vermedi çünkü Kırmızı oldukça atikti ve saldırısından kurtulmayı başarmıştı.Ayrıca o,rakibine karşı daha sabırlı ve temkinliydi.Diğeri ise aceleciydi ki siyahların karakterleri ejderhalar arasında sabırsız olmalarıyla bilinirdi.Bu ejderha da karakterini sergileyerek bir an önce bu durumu bitirme çabasındaydı.Anlatılanlara göre bu iki renkteki ejderhaların mücadelelerinde kazanan çoğunlukla kırmızılar olurdu ve bunu da sabırlı olmalarıyla sağlarlardı.

Dacassyre isimli kırmızı ejderha Cypraqual dünyasının doğusunun büyük bir kısmını kapsayan diyarın hakimiydi.Şimdiki rakibi siyah ise onun topraklarına izinsiz girmiş ve bu terbiyesizliğine bir de savaşmayı eklemişti ki bu  Dacassyreye göre kendisine yapılan çok yanlış bir hareketti.Siyah, bir kez daha saygısızlık edip tekrar taarruza geçti ve bir pençe daha savurdu ki bu sefer birkaç kırmızı pula dokunup hasar verebilmişti.Kırmızı bu teması hissettiyse de hiç renk vermedi.Onun rengindeki  türünden beklenmedik bir hareketle bir anda geri dönerek diğer ejderhadan uzaklaşmaya başladı.Siyah şaşkındı zira bunu kırmızıdan hiç beklemiyordu ve rakibinin korkup kaçtığını düşündüğünden durumdan da hiç şüphelenmedi.Onun akabinde savaşı hemen sona erdirmek düşüncesiyle ardına takıldı.Dacassyrenin bu geri dönüşünün ve ondan uzaklaşmasının bir yanılsamadan ibaret olduğunu diğer kurbanlar gibi anlayamamıştı çünkü kırmızı belirli bir yöne gidiyordu.

Kırmızı geriye dönüp uzaklaşmaya başladığı anda aşağıdaki yaratıklarda aralarında dolanan fısıldaşmalar ve sinsi bakışmalar vardı.

“Gösteri zamanı!” diye nara attı bir tanesi ve diğerleriyle beraber efendilerinin gittiği yöne bataklığa doğru seğirttiler. Dacassyre bataklığın üzerinden geçtikten sonra hemen ardından gelen siyahın aynı yere gelmesiyle oradan mızraklar fırlatıldı.Bataklıktan atılanlar siyahın gövdesini,kanatlarını ve boğazının bulamakla kalmayıp onları da yardı.Kendisinin tuzağa düşürüldüğünü gökten yere doğru helozonlar çizerek düşerken fark etmesi ona bir fayda sağlamayacaktı.Bu durum ölümünün kaçınılmaz olduğunu Ona göstermişti.Siyah düşerken Kırmızı ejderhanın yanılsamasından ibaret olan bataklığın ortasındaki kenarlarına mızrakların atılması için koyulmuş platform göründü.Ve kuyunun ağzı kurbanı alabilecek şekilde bir yılan misali genişledi.

Ayrıca mızrakların ucunda zehir bulunduğu için yaralı ve tamamen uyuşmuş durumdaki ejderhanın kuyuya düşmesiyle kurbanı daha hızlı ilerletmek adına onun içindeki kenarlardan akacak olan sıvı devreye girdi.Kuyunun çıkışı kırmızı ejderhanın buluşu olan büyüyle güçlendirilmiş  bir sıvıyla doldurulmuş geniş bir mağaradaki ininde bulunan havuza açılıyordu.oraya ulaştıktan tıpkı siyahın karşılaştığı gibi boyutsal bakımdan küçülüyor ve kerketnkeleden bozma minik bir yaratığa dünüşüyordu.

Dacassyre, havuzundan onu aldı ve bir kürenin içne koydu.Kapattıktan sonra çok az ejderhanın bildiği kadim kelimeleri söyledi ve kürenin içindeki bir sis bulutu olana kadar döndü.Yaratık dönerken kırmızının zihnine onun geçmişine ait imgeler yansımıştı çünkü ejderha siyahın anılarında dolanmıştı.Bir süre sonra da büyüyü sona erdirip kapağı açtı ve çıkan sis bulutunu yakalayarak daha önce tuzağa düşürdüğü ejderhaların ruhlarını barındıran yeşil kristal taşının içine koydu. Son kurbanından sonra kükreyip yine inini salladı zira istediğini alamamıştı.

Hizmetkarları bu devasa ses karşısında kulaklarını kapayıp sindiler.

 

BÖLÜM 1

 

Odayı nefes alış verişlerle bezeli sesler doldururken bunlara dışarıdan izinsiz müdahalede bulunuldu zira onların arasına korsan kapı tıkırtıları karışmıştı. Odanın köşesinde bulunan yatakta kestane saçlı bir insan uyumaktaydı. Kapıya vurma sesleri artık Ona uyanma vaktinin geldiğini haber veriyordu. O da istemeye istemeye bu çağrıya kulak vererek uyandı ve sarsakça kapıyı açtı;

“Ne istiyorsun!” diye karşısındaki çocuğa söylenmişti. Gelen aldığı emirleri insana iletmekle görevlendirilmiş ve monotonca ‘Bilge seni çağırıyor’ demişti. Kapıyı kapattıktan sonra homurdanmaya başladı ‘hay bilgesine…’

Marjuarane isimli insanın yaşadığı yer bir liman şehri olup doğusuna düşen harebelerden yeni gelmiş ve uyuyalı da iki saat olmuştu. Orada, arkadaşlarıyla beraber  büyük siyah ejderhanın yardakçası ve onun kendi türündeki daha küçük kırmızı Allinord adındaki olanının hizmetkarlarıyla mücadele etmiş ancak bunun üzerinden çok az zaman geçmesine rağmen Bilge yine onu çağırıyordu ki Ona karşı gelemezdi.

Üstünü başını giyindikten sonra evinden ayrılıp Bilge’nin bulunduğu şehir kütüphanesine yol aldı. ‘Bilge’ diye çağrılan şehrin en çok söz dinlenen ve birçok kitaba ev sahipliği yapan değerli bir yer olan şehir kütüphanesinin de sahibi olan bir insandı ve O da Marjuarane’nin gelmesini bekliyordu.

Bu liman şehri dünyanın batısının en önemli yerlerinden birisiydi ancak bu bölgeyi himayesi altına almaya çalışan zalim siyahın baskısı altındaydı ki bu gün be artarken şehre yapılan birkaç saldırıda bazı binalar hasar görmüştü ancak bunlara kütüphane dahil değildi. Kuşatma günleri artıyor ve burası batıdaki bazı yerler gibi kolay kolay teslim olacağa benzemiyordu.

Marjuarane kütüphanede ikisinin her zaman görüştüğü odadaydı ve karşısındaki Bilge’nin etrafında Cypraqual dünyasının eski tarihine ait karışık bilgilerin bulunduğu kitaplar görünüyordu.O bekliyordu ancak şehrin en ileri geleninin kendisini tekrardan neden çağırdığını da hiç merak eder görünmüyordu zira Marjuarane kütüphaneyle hiç dost değildi ve burada bulunmak hoşuna gitmezdi.

Bilge, onu daha fazla merakta bırakmadan dedi ki;

“Bu kitapların ne olduğunu biliyor musun?”

Karşısındaki ses çıkarmayıp aval aval bakınca cevabı ‘Bunlar uzun zamandır araştırdığım dünyanın eski tarihine ait kitaplar’ diye verdi. Bu sözler Marjuarane’ nin kitaplara bakışını değiştirmemişti zira onlar, onun için bir anlam ifade etmiyordu. O, ‘Ben savaşçıyım, kitaplarla ne işim olabilir ki… onunla vakit geçereceğime bir morlonk öldürürüm daha iyi’ diye düşündü.Ve yine bekleme modundaydı. ‘Bilge de kaplumbağanın yürüyüşü gibi konuşuyor’ diye de içinden söylenmeye başladı.

Bilge onun beklediğini yapmayıp kitapları toplayıp savaşçıyı da alarak odadan çıktı. Yanındakini çalışma bölümüne götürdü. Orada kitaplıklardan birine dokundu ve onun temasıyla sıra sıra dizilmiş diğerleri birbirlerine çarparak kütüphanenin o bölümünde yerlere serildi. İkisi, dökülen kitapların üzerinde yürüyerek ortadan kayboldular.

Kendilerini odanın duvarlarındaki raflarda kitaplar ve diğerlerinden farklı olarak işaretlenmiş parşömenler ve ahşap bir masanın arkasında oturan cübbeli bir şeklin karşısında buldular. O, aniden ortaya çıkanları görünce hiç şaşırmayıp işaret etmesiyle beraber Bilge, elindeki kitapları masaya koydu ve onları tek tek alarak masanın üzerine belirli bir şekilde yerleştirdi.

Marjuarane bu kişiyi tanımıyor ve yüz ifadesi de sıkıldığını gösteriyordu. Zaten şekilde şu an için insanla hiç ilgilenmiyordu. Masada on kitap olup onların dokuz tanesi bir çember olacak şekilde dizilmiş ve kalan da merkezine yerleştirilmişti.

Marjuarane tam konuşacakken cüppeli şekil şehrin en değerli büyücüsü onu susturdu zira onun gibilerin icra ettikleri sanat gizemli olduğu için dolayısıyla onlar da böyle bir tavrı seçip gizlilikten hoşlanıyordu. Büyücü, kitapların her birine kum tanecikleri serpiştirdikten sonra onlar da kitap kapaklarının içine girdi. Savaşçı bunu suspus izlerken kum taneleri çoktan gezintiye başlamıştı bile. Bunların kısa seyahatleri sürerken her bir kitap kapağının üzerinde dokuz tanesi çemberin kenarında ve bir tanesi de merkezinde olan saydam kuleler yükseliyordu. Kenardaki olanların birbirlerine olan uzaklıklarıyla hepsinin merkezdeki tek kuleye olan uzaklıkları da aynıydı. Kum tanelerin yolculukları kitaplar arasında devam ede dursun çemberin kenarındaki kuleler arasında onların üst kısmıyla alt kısmını birbirine bağlayan yollar oluştu ve bunlar tamamlandıktan sonra dokuz tanesinin orta kısımlarından merkezdeki olana bağlanan başka yollar meydana gelmişti ki bunlar yapılar arasındaki geliş gidişleri sağlayacaktı. Bu çemberin dışında onların etrafını kaplayan orman görünürken saydam kuleler silikleşti ve bir süre sonra kayboldu zira gezinti sona ermişti. Ardından kitaplar eski haline dönüştü.

Bilge sözü aldı;

“Bu görüntü uzun süredir bu kitaplarda araştırma yaptığım efsanevi Kuleler Şehri’ne ait. Sonunda Cypraqual’un eski tarihine ait metamorfozun ilk zamanlarına müteakip kitapların sayfalarında bu şehri buldum. Büyücü de yaptığım araştırmayı sana anlatmak için kitapların sayfalarını görselleştirdi. Seni neden çağırdığıma gelirsem— “

“Dur tahmin edeyim: benden bu şehri bulmamı istiyorsun,” diyerek sonunda dilinin kapısını açmayı başardı büyük bir keyifle Marjuarane zira bu gidişle konuşamayacaktı. Diğer taraftan Bilge sözünün kesilmesine kızdıysa da savaşçının şevkine bağladı.

“Tam olarak değil savaşçı hem daha anlatacaklarım bitmedi ki. Okuduklarımdan anladığıma göre böyle bir yer inşa edilmiş. Bildiğiniz gibi metamorfoz olduğunda dört boyut yani dört dünya birbirine girmiş bunun sonucunda tek boyut haline gelip Cypraqual adındaki şimdiki yaşadığımız dünya oluşmuş. Bu dönüşümden sağ çıkan insanlar, elfler, cüceler, kötü yaratıklar ve ejderhalar bu dünyanın kendilerine ait olduğunu önü sürdüler. Ayrıca bu kaos ortamında tanrılardan da hiçbir işaret görünmüyordu. Amacı ırkların bu yeni oluşan dünyanın kendilerine ait olduğunu diğerlerine göstermek adına birbirlerine arasında kanlı savaşlar meydana geldi. Öte yandan kendilerini bu mücadelenin dışında bırakan birkaç yüz insan, elf ve cüce barış içinde yaşayabilecekleri yeni bir yer arayışına girdiler ve sonunda cücelerin çok daha fazla yardımlarıyla bu şehri inşa ettiler. Kuleler bunların ortak kullanım alanları olup ormanda elfler, yer altında cüceler ve yapıların arasında da insanlar yaşıyormuş. Her kulenin bir büyücüsü mevcut olup merkezdeki olana bağlıymış.”

“Bu üç ırkın beraberce yaşayabildiği tek yer burasıymış demek ki,” dedi büyücü esefle.

“Haklısın, ben de böyle bir yerin olduğuna inanamıyorum doğrusu. Ejderhalarla mücadele etmek varken biz de birbirimizle savaşıyoruz. Elfler, cüceleri sevmez, onlar elfleri,insanlar her ikisini… Mağrur salaklar,” dedi savaşçı horgörüyle

Bilge tekrar konuya döndü.

“Bu efsanevi şehrin on tane liç olan koruyucuları var.Şimdiki zamanda oarada yaşayan olup olmadığını bilmiyorum ve şehrin oldukça uzakta olduğuna hatta sular altında kalmış olabileceğine inanıyorum. Tahminime göre bu şehir Ascander denizinin çok çok ötesinde çünkü araştırmalarım beni o yöne sevk etti. Kanımca oranın bulunduğu kara parçası büyük parçadan ayrılıp uzaklara kaydı gitti.”

“Senin tahminin doğrudur Bilge. Kıyıdan denizin en uzağına kadar gideriz ve dediğin gibiyse orayı buluruz,” Savaşçı hemen çözümü bulmuştu.Bu sözden sonra büyücü ona horgörü zengini bir bakış attı.

“Öyle de savaşçı liçleri unutuyorsun. Bir de bazı ölü elflerin ruhları da var. Liçleri ve o ruhları yaşayanların geçmesi olanaksız ki onların gücü çok fazla ve geçit vermez.”

“O zaman bu anlattıklarının bir faydası yok,”

Büyücünün elinde kristallerle bezenmiş olup zincirinin birleşme kısmında dört renkten oluşan kristallerin birleşimi olan bir kolye vardı. Onu insana uzattı ve;

“Bu kolye, yolculuğunda tehlikelere karşı sana yardımcı olacak,” dedi. Marjuarane, bir şey anlamamıştı ama büyücünün uzattığını Bilgenin işaret etmesiyle ondan aldı ve boynuna taktı.

Tam konuşmaya hazırlanırken Bilge onu yine susturup sözlerine kaldığı yerden devam etti.

“Seni çağırmamın sebebi, büyücünün de söylediği gibi bir yolculuğa çıkacaksın. Ancak bu seyahat konuştuğumuz şehri bulmak için olmayacak aksine batının tersi doğuya büyük kırmızı ejderha Dacassyrenin inine gidip bana yeşil bir kristal taş getireceksin.”

Savaşçı tam itiraz edip bunu diline yansıtabilecekken Bilge yine ona müdahalede bulundu ki insanın sabrı taşıyordu.

“Yanına güvenebileceğin iki kişi daha alıp bu yolculuğa hiç vakit kaybetmeden çıkmalısın. Siyahın baskısı gün geçtikçe artıyor ve şehrimizi korumakta zorlanıyoruz. Bu taş son ve en güçlü umuduz,” diye bitirdi sözlerini sonuna doğru sesi yumuşayarak. Marjuarane yutkundu.

“Sen neden bahsediyorsun! Onun bölgesi o kadar uzakta ve kaldı ki kaç tane ini vardır . Hem nasıl bulacağım bu taşın olduğu ini ki oraya ulaşsam bile girmek çok daha tehlikeli sonuçta bir ejderhanın inine girmeye çalışacağım bir de üstüne üstlük yeşil bir taş alacağım oradan. Bu ölümün kendisiyle tokalaşmak gibi bir durum ancak sen şehrimizin en ileri geleni en büyüğüsün sana karşı gelemem. Eğer dediğin gibi bu taş bizi ejderhadan yani şehirden kaçtığımızda  ‘kurtaracaksa’ elimden geleni yapacağım. Sormam da mahsuru yoksa bu taş ne için gerekli! Basit bir taş ne yapabilir ki!”

“Kitaplara göre bu kötü ruhları ve liçleri alt etmek için kadim ruhlar gerekli. Bağlantılarımdan öğrendiğim kadarıyla yeşil taşın içinde ejderha ruhları barınıyormuş. Araştırmalarımda bu kadim ruhlardan ejderhalar diye bahsetmiyor ama ben bunların Kuleler Şehri’nin muhafızlarını alt edebileceğini düşünüyorum. Öte yandan kırmızının onları niye hapsettiği hakkında da hiçbir fikrim yok.”

“Belki de ejderha da bahsettiğimiz yeri arıyordur,” dedi hiç bekleme yapmadan gözüpek savaşçı. Büyücü, insandan böyle bir söz duyunca gülmeye olta atmış ama alaycılığı yakalamış bir ses çıkardı.

“Hah! Ejderhalar yakmaktan,yıkmaktan,öldürmekten ve ne işlerine yarayacaksa hazine toplamaktan ve beslenmekten başka bir şeyden anlamıyor. Tanrılar da kayıp olunca iyice başımıza bela oldular. Ejderhanın böyle bir şey düşünebileceğine ihtimal vermiyorum,” dedi cüppeli şekil sonuna doğru ciddileşmişti.

Ve son söz Bilgeden geldi.

“Bana o taşı getirmelisin Marju. Kurtuluşumuz ona bağlı.”

Konuşmalar sona erdikten sonra büyücü tarafından ikisi kütüphaneye geri gönderildi. Marjuarane ayrılmadan önce şehrin en ileri geleni ona ‘Unutma! Kolye büyülü bir nesne ve güçleri var.(Ona içinde güçlerin hapsedildiğini ve kurtulduklarında neler olabileceğini bilmediğini söylemedi.) O, senin bazı güçleri kontrol etmeni sağlayacak. Bu şehirden sadece sen,ben ve büyücü haberdarız ve yanında götüreceğin iki kişi de sayende öğrenecek.Başka kimse bilmemeli!’ demişti. Savaşçı da ‘Duyduğuma göre böyle büyülü nesnelerin kullanımından doğan yan etkileri varmış,’ diye konuşmaya devam etmişti.O da ‘daha önce duydukların bunlar hakkında safsata hem büyücü sana öyle bir şey demedi.Yolculuğa çıkmadan önce beni gör.’ Dedikten sonra onu kütüphaneden göndermişti.

 

Giriş ve 1.Bölüm Ağustos 2008

Çevrimdışı Marjuarane

  • *
  • 46
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Cypraqual: Kolye
« Yanıtla #1 : 05 Eylül 2014, 01:10:07 »
Bölüm 2

Metamorfoz olmadan önce ölümlü ırklar bir arada yaşamıyor insanlar,elfler,cüceler ve ejderhaların başı çektiği kötücül yaratımlar grubu birbirlerinden ayrı boyutlarda yani dünyalarda nefes alıyorlardı.Herhangi bir ırk bir diğerinin varlığından haberdar değilken birbirlerinden habersiz farklı boyutlarda yaşayan bu ölümlü yaratımlardan sorumlu patronlar yani tanrılar vardı.Bu dört boyutun tanrılarının her biri başkaydı ve herhangi bir şekilde birbirlerinin sorumlu olduğu o boyutla ilgili işlerine karışmazlardı.

Paradruin adındaki insanların boyutundan Ansomal isimli bir büyücü ve onun arkadaşları,bir ‘ölümsüz’ ün yardımıyla boyutları birbirine bağlayan ya da onların arasında geçişi sağlayan kapıları keşfetti.Bilmeden onun ve arkadaşlarının ortaya çıkardığı bu geçitler,fani ırkların birbirlerinin farkına varmasını sağlarken öte yandan bunlar sayesinde kötücül yaratımlar diğer boyutlara geçiş şansını elde etmiş oluyordu.

Metamorfoz gerçekleştiğinde iç içe geçmiş bu dört boyut tek bir boyut haline gelmişti.Oldukça şiddetli bir deprem her dünyada vuku bulmuş ve bu büyük çapta bir enerji açığa çıkarıp yer ve gök salınan bu güçle cızırdamıştı adeta.Boyutların birbririne girmesiyle oluşan bu deprem; büyük bir yıkım meydana getirip o esnada ırklardan bir çok ölümlünün can vermesine neden olmuştu.
Büyücüler,büyü yapabilme güçlerini tanrılardan alıyordu. Metamorfozdan sonra onlar kayboldu ve büyü dünyada kaldı.Tanrılar yine de büyücüleri unutmayarak –onların büyü yapmalarını tam olarak sağlamasa da- açığa çıkan enerjinin bir kısmını büyünün tamamen kaybolmaması için bıraktı ve diğer kısmı da ‘Ölüler Hanı’ içindi.

Bu tek dünyada yaşamaya mecbur kalan ırklar bir süre sonra burasının kendilerine ait olduğunu iddia edip bu savlarını da birbirleriyle savaşarak ifade ettiler.Bunların kendi arasındaki güç mücadelesi rüzgarına kapılmayan insanlardan,elflerden ve cücelerden bir grup birbirlerinden bağımsız topluluklar halinde yıkım yerinden ayrıldı.Yıllar sonra birçok sebepten birleşecek bu topluluklar ‘Kuleler Şehri’ni’ kuracaktı.Uzun süren bu savaşların kendilerini fayda getirmediğini anlayacak olan geriye kalanlar Cypraqual adındaki bu yeni dünyada bir düzen oluşturmayı düşünüp ardından da buna vakıf olup belirli yerleri yurt edinip oralara yerleşirken kötücül yaratıklar ise soyutlanmıştı.

Metamorfozdan sonra geçen yıllarda anlaşılanlara göre pılını pırtını toplayıp ortadan kaybolan sadece tanrılar değil onlarla beraber ejderhalar da sırra kadem basmıştı.

Ve binyıldır görünmeyen bu yaratıklar bir gün ortaya çıktı.Onların neden bu kadar yıl görünmediğine ve aniden ortaya çıktığına dair tam olarak bir bilgi mevcut değil ancak bazı büyücülerin ve bu konuyla ilgilenenlerin birkaç teorisi vardı… Ejderhalar da güç mücadelesine girişti. Diğer ırkların ne olduğunu önemsemeyen bu yaratıkların savaşı onları yerlerinden edecek ve uzun süren kendi aralarındaki bu zorlu mücadelelerden sonra daha güçlü olan üç ejderha diğerlerinin üzerinde üstünlük kuracaktı.Daha sonra bu üçlü de kendi aralarında ben en büyüğüm savaşına girişti.Bunlardan biri olan Kırmızı ejderha Dacassyrenin diğer ikisiyle mücadelesinin bir başka amacı daha vardı.

Ejderhaların dışında kalan diğer ırklar onların umurunda değildi.Dünyanın batı kısmını Siyah,Doğusunu Kırmızı ve Güney kesimini de Beyaz hükmü altına aldı ancak kuzey kesimine dokunulmamıştı zira orasını paylaşamamışlar ve burası tarafsız bir bölge olarak üçünün arasındaki varılan antlaşmaya dahil edilmişti.Yine de Dacassyre oraya aç gözlerle bakıyordu.Diğerlerinin onların hükümlerini kabul edip etmemeleri bu üç güçlü ejderhayı bağlamıyordu.Şu açıdan edenler etmeyenlere göre daha fazla nefes alıyordu ve karşı çıkanların nefesleri çoğunlukla kesiliyordu.Bir kaç üstünkörü ve kendini bilmez kahramanlar diye adlandıranlardan ötürü ejderhalar bazı yerleri kolay kolay teslim alamıyordu ki Siyahın hükmü altındaki Batıda bulunan Savaşçı Marjuarane’ nin yurdu Chrubergine şehri böyle yerlerden birisiydi.

Marjuarane,Bilge’nin yanından ayrıldıktan sonra evine gitmiş ve oldukça tehlikeli görünen bu yolcuğun hazırlıklarına hemen başlamıştı.Kırmızının diyarı oldukça uzaktı ve oraya ulaşıncaya kadar bin bir tehlikeyle karşı karşıya kalma olasılığı çok fazlaydı,o ne kadar cesur ve gözüpek bir insan olsa da bunların üstesinden gelmesi kolay görünmüyordu.

Kılıcını,hançerini ve bıçaklarını aldı.Boynunda büyücünün armağanı kolye bulunuyordu ve onu elbisesinin altına sakladı.Geriye yoldaşlarını bulup yolculuğa çıkmak kalmıştı.Bilge, bu göreve yalnız gitmemesini ve yanına güvendiği iki arkadaşını almasını istemişti.

Savaşçı, yine kendisi gibi aynı niteliklere sahip iki arkadaşından birini bulmak için yola koyuldu.Yürürken onu nerede bulacağını biliyordu ki haklı olduğunu dostunun her zaman takıldığı hanın yakınlarına yaklaşınca sanki bir şelaleden dökülen su gibi dışarıya düşen gürültüden anlamıştı.Hanın kapısına yaklaşan Marjuarane,onu açmak adına biraz ihtiyatlı davrandı şayet böyle yapmasaydı havada süzülen kupanın birini kafasına yemiş olacaktı.Bu durumu atlattıktan sonra oraya bir göz atarken bu esnada kendisine doğru uçuşa geçen ve hali hazırda geçmekte olan sandalye ve masa parçalarından da sakınmayı unutmamıştı.Görünüşe göre bulunduğu yerde kavga cereyan ediyor ve o, arkadaşının bunda kesinlikle bir rolünün olmuş olacağını şu an gördüklerinden ve tanık olduklarından anlıyordu.Dostu da onun bu düşüncesini fark etmişçesine yüzüne gülümseme yerleştirmeye çabalarken o esnada sırtına sandalye yemekten kurtulamamıştı.Kaslı olan arkadaşı,hemen akabinde kendisine vurma cesaretini gösterene bunu yapmaması gerektiğini sert bir yumruk darbesiyle büyük bir keyifle ifade etmekten kendini alamamıştı.Yine de yüzünün birkaç yerinde yediği darbelerden dolayı yoğunluğu düşük koyuluklar göze çarpıyordu.Bunlar onun umrunda bile değildi zira bu kavgada bulunmaktan memnun olduğu yüzene taktığı gülümsemeyi devamlı kullanarak savaşçıya anlatıyordu.Arkadaşı da boş durmuyor çorbada benim de tuzum olsun babında onun için bir yumruk darbesi lütfunda bulunmaktan kaçınmıyordu zira bu konuda kendisi bazen çok cömert olabiliyordu.Hancı bu durumu öylece seyrediyordu zaten yapabileceği de bir şey kalmamıştı.Bu sahneyi sergileyenlerden savaşçının arkadaşı hariç diğerleri yere serilince perde kapandı ve hancı da nefes aldı.

“Bran, bana ordan bir bira versene. Üzgünüm hanın için ama biliyorsun ve beni tanıyorsun o lanet cüce bana o şekilde hitap etmemeliydi.”

Hancı her zaman aynı sebebi ya da benzerlerini duymaktan hiç sıkılmamıştı. Beklediği gibi bu durumun ikici dereceden müsebbibi yere serdiklerinin ceplerinden altın,çelik,yüzük,mücevher ne varsa onun önüne bıraktı.

“Bunlar senin zararını karşılar,bira için sağol.”

Bran isimli hancı, her zamanki gibi ‘önemli değil’ şeklinde yüz ifadesi takındı ne de olsa Marjuarane’ nim arkadaşının sergilediği bu gibi durumlardan sonra onda fazlaca bulunuyordu bu görünüşten.

Savaşçı ve arkadaşı hanın bir parçası kırık ve yaralı kapısından çıktılar.
“Şu yüzüne bir baktıralım, Manilla,”
“Beni boşver ,o kadar da önemli değil.Ne o,tam teçhizat hazırlandığına göre nereye gidiyorsun?”
“Gidiyorsun değil, gidiyoruz,”
“Öyle mi! Benim niye haberim yok gittiğimiz yerden. Seninle yolculuk yapmaktan zevk aldığımı bilirsin ama Siyah’ ın hizmetkarlarıyla mücadele edeli ne kadar oldu ki, biraz dinlenseydik,” dedi sırıtarak.
“Dinlenmek mi! Pöh! Yüz ifadenden belli nasıl dinlendiğin.Zorlu bir mücadeleden yeni geldik ama sen hiç rahat durmuyorsun, üstüne üstlük bir de dinlenmekten bahsediyorsun,”
“Ben fazla oyalanmayacaktım. Bran’ ın bir iki birasını yudumlayıp eve gidecektim ancak o aptal cüce bana dedi ki… Neyse ne dediği senin için o kdar önemli değil.Ben de dayanamadım ve ortalık şenlendi,”
“Cücenin sana tahmin ettiğim gibi o şekilde hitap ettikten sonra senin yüzünün halinin canlandırabiliyorum da…” dedi gülümseyerek Marjuarane.

Bu ifadeden sonra Manilla, dudaklarını hareket ettirme ve bir şekle sokma yoluna gidecekti ki sonra o sokağa sapmaktan vazgeçti.Bu arada ikili, konuşa konuşa diğer arkadaşlarının yanına gelmişti.Vardıkları yer, şehirdeki erkekler için en çok tercih edilen şifacının birinin eviydi çünkü sahibi oldukça işveli,cazibeli,çekici ve bir o kadar da güzelliği tescillenmiş tavan yapmış biriydi. Onun dokunduğu yerde tedaviden başka şeyler de bitiyordu.İkisinin arkadaşı olan Soriol, ufacık bir darbe alsa ya da parmağına bir şey batsa soluğu hemen bu şifacının yanında alırdı.Onun o tatlı nefesini yanında almasından kız da oldukça memnun olurdu. Hatta bir keresinde Soriol,Marjuarane ve Manilla ile başka bir mücadeleden dönerken ağacın birinden iğne yapraklarını koparıp parmağının birkaç yerine batırmıştı çünkü Bilgeye döndükten sonra rapor vermek zorundalardı ancak o dövüş esnasında ne bir yara almış ne de şifacıyı acilen görmeyi gerektirecek bir durum ortaya çıkmıştı bu yüzden böyle bir yola başvurmuştu. Bunu gördükleri zaman iki arkadaşı da gülmeye haber salmış ama kahkaha gelmişti.

Şifacı, başkalarına hayır der ama Soriol’a hiç demez ve onu tedavi etmekten ayrı bir zevk alırdı.Üçü de yaşadıkları yerde bilinen ve sevilen savaşçılardı ve şu durumda Chrubergine şehri sakinleri onlara, yaptıkları katkılardan dolayı minnettardılar.Şifacının ikisinin arkadaşına teşekkürü ise daha kişisel bir o kadar da özeldi.

Güzel ve alımlı kızın kapısını çalan iki arkadaş,dostlarını beklemeye başladı. Bu kapı çalış tarzının ne anlama geldiğini hem kız hem de arkadaşları biliyordu.Bundan sonra homurtuyla oflayan puflayan sesler az da olsa dışarı sızdı.Çok fazla vakit geçmeden yakışıklı dostlarının üzgün yüzü göründü ve o,şifacı kıza minnettarlığını sözle iki arkadaşının önünde dile getirmek zorunda olduktan sonra kapısını kapattı.Bu söylevin akabinde iki dostu da gülümsedi ancak o homurdanıyordu.
“Biraz geç gelseydiniz ne olurdu. Sarmina, o büyülü dokunuşuyla şifayı tedavi isteyen yerlerime orantılı olarak dağıtırken ve ikimiz de bundan fazlaca memnunken gelmeniz gerekli miydi. Başka kapı çalış şekli bilmez misiniz siz! Tam kızın pardon otantik bitkilerin kokusunu…”

Konuşmanın devamını duyduktan sonra diğer ikisinin yüzündeki gülümseme genişleyip kahkahaya dönüştü.Bu, onların simasında bir süre kiracı olurken ‘yine nereye gidiyoruz,’ diye söylendi.

Üçlü yürüyordu.
“Bana bakma Soriol,ben de tam olarak emin değilim hatta hiçbir fikrim yok nereye gittiğimizden.Marju, bu şekilde benim yanıma geldi ancak bana da herhangi bir şey söylemedi ve senin yanındayız işte,”
“Sabredin dostlarım. Siz gidin ve bir an önce ‘yolculuk kıyafetlerinizi’ giyinip gelin. Döndüğünüz de anlatacağım.”dedi ve onlara işaret etti Marjuarane herhangi bir söz beklemeden.
Savaşçı, onları bekleme durumunda fazla kalmadı zira kendisi gibi aynı nitelikteki iki arkadaşı ‘yolculuk kıyafetleri’ ni kuşanarak gelmişti.Üçünde de kılıç bulunurken Soriol da ek olarak ok ve yay vardı.Marjuarane de bulunan hançer ve diğer ikisindeki bıçaklar mücadele esnasında ek önlem olarak rakiplerinin niyetine göre kolaylıkla durumu kendi lehlerine döndürebilecek şekilde görünmeyecek yerlerdeydi.Üçü de sağlam, dayanıklı, kaslı ve de iri yapılıydı.

Birbirlerini yıllardır tanıyan bu savaşçılar son zamanlarda daha sık bir araya gelip diğer şehir savunucuyla beraber Siyahın yardakçılarıyla mücadele ediyorlardı.Yurtlarının içine sızmaya çalışan düşmanları ufak çapta da olsa başarmışlardı ancak bu,şu an için tehlike olmaktan uzakta seyrediyordu.Baskı gitgide artarken nasıl ki karşı taraftan zaiyat oluyorsa savunucular tarafından da oluyordu.Şehrin içinde bu kuşatmadan sıkılan az sayıda olanlar vardı ancak onların sesleri kısıktı.Burayı her taraftan saranlar bazıları hariç dışarıya çıkışa izin vermiyorlardı bundan dolayı şehrin yardım alması pek muhtemel görünmüyordu.Gizli yollarla gönderilen istekler ise sonuçsuz kalmıştı.Kimse çağrılarına yanıt vermiyordu çünkü onlar  siyahın adamlarıyla ve dolayısıyla ejderhayla ters düşmek istemiyorlardı ki bunlar onun adamlarıyla önceden kendilerine göre anlaşma yaptıklarını sananlardı.Siyahın umurunda deği di bu akitler,herkes biliyordu ki onun bölgesinde arzu etmediği herhangi bir şey olmazdı.Nekadar umursamaz görünse de kendisine yapılacak olan etkili bir müdahalenin farkına varırdı. Şu an için Chrubergine şehri daha vızıltısı rahatsız verecek dereceye ulaşmayan sinek gibiydi.

Batının sahibi olarak kendini gören Siyah, diğer iki büyük ejderhayla yeterince mücadele etmiş,hakimiyet bölgeleri belirlenmiş ve ateşkes yapılmıştı.Dinlenmek istiyor ve herhangi bir şekilde bunun bozulmasını arzu etmiyordu.Adamları onun kanatları gölgesinde hakimiyet bölgesini idare ediyordu ve onlar kendisinin hükmettiği yerlerden onun bilgisinde vergi alıyorlardı.Açıkcası ejderha için alınanın ne olduğu önemli değildi ehemmiyet arzeden ise ona tabi olmalarını bu şekilde göstermeleriydi.Eğer herhangi bir yerde sorun çıkarsa ikinci adamı devreye girer,çare olmazsa birinci adamı,o da sonuç alamazsa bizzat kendisi duruma el koyar ve oraya cezasını kati bir zalimlikle verirdi.Diğer şekilde hizmetkarları onu rahatsız etmekten korkarlardı.

Üçlü kalabalık yolların birinden geçerken yolculuk hakkında Marjuarane nin ağzından herhangi bir söz kurtulmaya vakıf olmuş değildi.Manilla ve Soriol ona sormaya yeltendiklerinde onlara ‘birazdan’ demişti.Onun gözleri, diğer ikisinin aksine devamlı tetikte gözüküyor ve kulaklarını da en ufak ses için bile dahi olsa hazır tutuyordu.Dar, tenha bir sokağa saptılar.Onlara farklı bir gözle bakan olmamıştı ama Bilgenin dediğine göre bazı gözcüler vardı ve bu yolculuktan sadece dördünün haberi olmalıydı.

Diğer ikisi tam sıkılmış ağızlarını açacakları sırada;
“Beni dinleyin! Bu yolculuk çok gizli ve bir o kadar da önemli! Kuleler Şehri’ ni hiç duydunuz mu?” diye sordu sonuna doğru daha da ciddileşerek. Diğer ikisi başlarını salladılar.Soriol hemen atıldı;
“Hiç duymadığımız bir yere mi gidiyoruz,” dedi muzipçe. Kafa sallama sırası Marjuarane deydi.
“Hayır, oraya gitmiyoruz,sadece bilip bilmediğinizi merak etmiştim.Gideceğimiz yer; Kırmızı ejderha Dacassyrenin diyarı,”dedi basitçe.
Bunu duyduktan sonra arkadaşlarının yüzü ‘Nasıl!  Kırmızı ejderha mı! Sen ne dediğinin farkında mısın!’ diyordu adeta.
“Tamam, sakinleşin ve sessiz olun.Bilge beni çağırdı ve büyücünün yanına götürdü.İkisi size sorduğum Kuleler Şehri hakkında konuştular.Burası, metamorfozun ilk zamanlarında ayrılan birkaç yüz insan,elf ve cüce tarafından kurulmuş ve birkaç yüzyıl sonra terk edilmiş.İkisinin söylediğine göre şehirde on tane koruyucu liç varken bir de bunlara ek olarak bazı kötü elf ruhları da oranın sakinleriymiş.Yani demek istediğim; Bilge,Ascander denizinin çok ötesinde var saydığı bu şehre insanlarımızı götürmek istiyor,”
“Ne yani Siyahtan bu şekilde kaçarak mı kurtulacağız.Peki sen böyle bir şehrin var olduğuna ikna oldun mu? Sen ,tamam diyorsan bizim için sorun yok değil mi Manilla,” dedi Soriol güvenceyle, diğeri de onayladı.
“Evet orasının varlığına inanıyorum.Bilge, büyücünün masasına her birinde bu şehrin bilgileri olan bir çember olacak şekilde dokuz tane ve bir de merkezine bir tane kitap koydu.Büyücü de kapakların üzerine kum taneleri serpiştirdi ve şehrin saydam görüntüsü oluştu.Amacımız,şu an düşündüğünüz gibi şehri bulmak değil zaten oraya gitmek bir işimize yaramaz zira söylediğim gibi şehri koruyan liçlerimiz var ve onları öylece geçmek bir ölümlü için imkansız.İşte, yolculuk bu konuda devreye giriyor.Bu lanetlenmişleri alt edecek onların seviyesinde başka güçlü ruhlar varmış ki bunlar da Bilgeye göre ejderha ruhları,”
“Ejderha ruhumu,sakın—“
“Yok yok, düşündüğün gibi değil Manilla.  Ejderha falan öldürmeyeceğiz  zaten neyse… Kırmızı ejderha Dacassyre de Bilgenin dediğine göre ejderha ruhlarını barındıran yeşil bir ziynet ya da bir bir taş bulunuyormuş,”
“Ve…”
“Biz de bu ziyneti getireceğiz öyle mi,” diye tamamladı Manilla’nın sözlerini Soriol.
“Aynen öyle arkadaşlar. Bu, hiç kolay değil hatta size imkansız da görülebilir ancak düşünün biraz, şehir daha ne kadar dayanacak. Bir an önce bu taşı alıp,lanetli koruyucuları bu ruhlar sayesinde altedip halkımızı oraya taşımamız gerekiyor.Siyah, kaçınılmaz olarak yurdumuzu yakıp yıktığında ki bunu engelleyebileceğimizi hiç sanmıyorum kaçmış olmamız gerek.Anladınız mı?”
“Anladık anlamasına da bu yolculuk uzun ve çok tehlikeli.O kadar basitçe anlatıyorsun ki bu kadar uzun yolu kat edeceğiz hem de en kısa sürede, koca kırmızıdan ziyneti alıp ki bunu nasıl yapacaksak geriye dönüp onu Bilgeye vereceğiz… Diyorsun ki halkımızın kurtuluşu için bunu yapmak zorundayız. Peh! Belki Kuleler Şehrine vali oluruz,” dedi Manilla somurtarak.
“Evet dostum durum bundan ibaret, ne diyorsunuz var mısınız ?”
“Tabii ki yanındayız ne kadar da tehlikeli olursa olsun bu yolculuk, seni yalnız bırakmayız. Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için,” diye şevklendi bir anda Soriol
“Yalnız bir sorunumuz var; şehir kuşatma altında nasıl çıkacağız,”
“Bilge kaçışımızı da ayarlamış.Hapishane de gizli bir yol var ve adamı bizi orda bekliyor,” dedi rahatlayarak Marjuarane.
“Bilgenin mahkumlarla ne işi olabilir ki?”
“Dostumuz suçlu değil bir gardiyan.Bilge, onu orman elflerinden bir asilzadeden gizlice şarap almak için kullanıyormuş.Elf, ona şarap veriyor o da onlarla alakalı kitapları.Onun leziz içeceği nasıl getirttiğini sanıyorsunuz.İşte o gizli yoldan gidip elflerin ormanına gireceğiz.Onun bana söylediğine göre,o gizli tünelin çıkışında bizi bekleyen elf asilzadenin iki hizmetkarı olacakmış.Gardiyan diyara girmeden kitapları verip şarabı alırmış ancak biz ormanın onların bulunduğu kısımdan geçeceğiz.Bildiğiniz gibi mağrur elfler topraklarına kendilerinden başkasını almazlar ama biz farklıyız,”
“Nasıl yani!”
“Onun bizi diyarından geçirebilmesi için tabii ki biz de ‘elf’ olacağız.Şaşırmayın hemen,orayı geçtik mi eski halimizdeyiz,”
“Biliyor musun Marju; eğer sen ve Soriol olmasanız elf kılığına falan girmem,”
“Bundan kesinlikle emin olabilirsin çünkü elf kılığına girmeyeceğiz onlar gibi olacağız.Bilgeye göre asilzade bize üç bileklik verecekmiş ve biz ‘elf’ olacakmışız.Bu yoldan gidemezsek ana kapı bizi bekliyor,”
“Hadi be sende! Halkımız için elf de mi olacağız,” dedi bariz bir memmuniyetsizlikle Manilla.
“Orası sonraki iş. Peki hapse nasıl gireceğiz?”
“Sakın söyleme Marju,tam tahmin ettiğim gibi Bilge onu da ayarladı değil mi.”
Savaşçı gülümsedi.

Bilgenin adamı gardiyan hiç şaşırmadan onları hemen tanıdı ve hiç duraksamadan onları hücreye götürdü.Burası ‘lanetli’ olarak işaretlendiği için mahkumlar koyulmazdı.O, Marjuarane e kitabı verdi.
Adam, hücrenin köşesindeki çatlağa üç kez dokundu aslında bir kez temas ediyordu ancak yanında üç kişi olduğu için ve de bu sayıya göre çalıştığı için kapı ortaya çıktı.Üçlü tünele girdikten sonra kapandı ve hücre eski haline döndü.

Duvardan meşaleyi alan Marjuarane tünelin karanlığını loş bir aydınlık olsa da açtı.
“Bu tüneli kim yapmış, Bilge değildir herhalde,”
“O kadarını bilmiyorum ama tahminimce böyle bir yolu keşfetti,” dedi Soriola cevaben Marjuarane.
“Buldu, keşfetti ya da yaptı. Hiç fark etmez sonuçta fark edilmeden ayrılmamızı sağladı,”
Tünel onları şehrin doğusuna düşen,kimsenin girmeye gönüllü olmadığı ya da umursamadığı elflerin ormanına götürüyordu.Orası şehre çok da yakın olmadığı için yürüdükleri yerde geçen zaman da buna müteakip uzundu.Onlar,hapishaneye girdiğinde güneş yavaş ve sakin adımlarla dağların ardına yol alıyordu.
“Ne bitmez tünelmiş,kesin gece olmuştur.Şimdi ne güzel savaş yaralarımı yine yeniden Sarmina’ ya gösteriyordum,” diye hayıflandı Soriol.
“Üzülme yakışıklı dostum, illa ona mı göstereceksin.Sen de bu görünüş ve bu yakışıklılık varken görmek isteyenlerin sayısı fazla olacaktır.Sanki bu yolculukta hiç mi handa konklamayacığız.Eminim barmen kızlar seni gördükleri anda üstüne atlamak için birbirlerini ezeceklerdir,”dedi Manilla arkadaşını teselli etme çabasında olarak.
“Ben de Çıt—“
“Sakın Marju, devamını getireyim deme!”
“Tamam,kızma hemen ben sadece—“
“Sadece benimle cücenin senin tamamlayamadığın o kelimeyi söylediği gibi dalga geçecektin öyle değil mi. Sakın dostum telaffuz etmeye kalkma o kelimeyi bir daha,tahammül edemiyorum onu duymaya,”
“Susun, geldik beyler.”

Diğer ikisi Soriolun işaretiyle tünelin sonundaki kapıyı gördüklerinde hemen Marjuarane ‘konuşmayın’ ben halledeceğim diye onları uyardı.Ardından kapıya belli vuruşlarla bir ritm tutturup vurdu.Bunu sadece Bilgenin adamı bilebilirdi.İkisi sessizce beklerken kapı açıldı ve karşılarında iki hizmetkar giyimli elf buldular.Onlar, savaşçılara dikkatle baktıktan sonra parolayı sordu.Doğru cevabı duyduktan sonra kitabı onlardan aldı ve bilekleri üçlüye verdi.

Yol arkadaşları onları taktıkları anda görünüş olarak değişip incelip,narinleşip sivri kulaklı oldular ve sakal,kıl,tüy falan kalmadı.Bilgenin dediği gibi bu bileklikler onları elf gibi göstermiş ancak insanların bu değişimini sadece onlar görebilecekti zira bir insan onlara bakmış olsa kendi gibi olduklarını anlayacaktı tıpkı savaşçıların birbirlerine bakarken gördükleri gibi. Elflerden biri;

“Bunlar sizi bizim gibi göstermiş olabilir ancak bu sadece bizim gözlerimize böyle,kendi aranızda sizin ırkınız ve diğerleri için farklı değil.”dedi umursamazca.

Savaşçılar da onun bu konuşma tarzındaki tavrını umursamadı.Orman elflerinin diyarında başka ırktan olanlar olmadığı için bu tehlikeden uzaktılar.İki elf ve üçlü asilzadenin evinin tabanındaki merdivenlerden yukarıya doğru çıktılar. Elflerin evleri devasa ağaç tepelerine kurulmuştu ve onun evi de bunlardan birisiydi.Üç arkadaş hiç vakit kaybetmeden o elfin yardımıyla ormandan hiçbir sorunla karşılaşmadan geçip gittiler.Gökyüzü de baya kararmıştı.

Ormanın diğer kısmında başka yaratıklar da vardı.

“Biraz dinlenelim de sabah yola koyuluruz.Orman gece tehlikeli olabilir,” dedi Marjuarane.
“Niye o sivri kulaklılar bizi daha fazla konuk etmediler,”diye söyleniyordu Manilla
“Bizi geçirdiklerine dua et gerçi tanrılar kayıp ta… Artık elfleri ilgilendirmiyoruz.”
“Arkadaşlar duyduğuma göre bu ormanda garip kokulu yaratıklar dolanırmış,”
“Pöh! Kokulu yaratıklarmış, kocakarı masalları. Seni kandırmışlar dostum,”
“Onlara morlonk derler,”diye uğursuzca geldi Marjuarane nin sesi kulaklarına.
“Morlonk mu?” ikisi de omuzlarını silkti.
“O zaman dinleyin de ben ne tür yaratıklar olduğunu size anlatayım,”
Kamp kurmuşlardı ve yanlarında getirdiklerinden götürüyorlardı.
“Çok kişi tarafından bilinmeyen bu yaratıklar oldukça vahşi tabiatlıdır. Sizin gibi savaşçıların bilmemeleri garip değil.Bütün derileri kıllı olup ayaklarında ve ellerinde sivri çıkıntılar vardır ki bu pençeler onların vücutlarının algıladığı tehlikeye göre ya çıkarlar ya da çıkmazlar.Gündüz avlandıkları görülmeyen bu canlılar için gecenin karanlık ortamı av zamanıdır. Gözleri karanlıkta elflere göre daha net görür ve günışığı tıpkı emiciler gibi onlara da iyi gelmez.Diğerlerinden onları ayıran ve özel kılan en önemli özellikleri ise pis bir koku yaymalarıdır.Bu, onların hem savunmasında hem de saldırılarında etkilidir.Kendi türleri için zararsız olan bu salgı,diğer canlılar için zehirli ve  solundukça ölümcüllüğü de artar ki bu yüzden ejderhalar onları hizmetkar olarak kullanmaz.Yaşam alanlarını ormanlar ve mağaralar oluşturan,yer altına indikleri söylenmeyen,ufak topluluklar halinde yaşayan ve amaçları sadece beslenmek olan bu akıllı yaratıkların sayısı azdır ve onlar bağımsızdır.Kendi türleri dışındaki her canlı onlar için besindir.Boyları insanlardan çok da uzun olmamasına rağmen vahşi ve dengesiz olan bu morlonklar oldukça da güçlü yapıdadırlar.Son bir nokta; Hiçbir zaman bunlardan biriyle kapalı bir yerde mücadele etmemek ve bununla aynı oranda çok fazla vakit kaybetmeden açık alana çıkmak gerek çünkü zaman uzadıkça salgıladıkları kokunun etkisi öldürürü dereceye yaklaşmaya başlar.”
“Bu kadar şeyi de nerden biliyorsun. Sus artık sıkıldım,”
“Bilgenin yanına gittiğimde kütüphane de her tarafımda kitap var.Ben de onu beklerken sıkılmamak için onları karıştırırım sevmememe rağmen ne yapayım önümdeki yemek bu… Biliyorsunuz ben gördüğümü kolay kolay unutmam,yine onlardan birini karıştırırken—“
“Anladık, yeter!”

İlk nöbeti Marjuarane almıştı ve önündeki yanan ateşi seyre dalmıştı.
O sözlerini bitirmeden son olarakta ola ki bir morlonkla mücadele olursa yanlarına fazla yaklaşmamalarını,topuzlarına dikkat etmelerini,ağızlarını bir bezle kapatmalarını ve ara ara nefes almalarını söylemişti.Bunları anlatırken iki arkadaşı uykuya dalmak üzeriydi.Sonra Manillanın fısıltılı sesi rüzgarda hışırdayan bir yaprak misali ‘biz silahlıyız,bize saldırmayı iki kez düşünmeleri gerekir ’ diye gelmişti.

Ormandan tekin olmayan ve meşum sesler sanki orada onların olduğunu bilircesine koşa koşa gelmesine rağmen Marjuarane ve arkadaşları rahattı. İkisinin düzenli nefes alış verişleri bu uğursuz seslere inat süzülürken ayrıca karanlığı loşlaştıran kamp ateşi de onları koruyordu.Gece ilerliyordu ve hiçbir şekilde kendilerine tehlike olacak bir durumla karşılaşmamışlardı ve silahları da kamp ateşinin yanındaydı.Bir süre sonra Marjuarane, Manillayı uyandırarak nöbeti ona devretti.Gün alacakaranlık sefasına otururken kamp ateşi söndürüldü ve üç gözüpek savaşçı tekrar yola koyuldular.

Onlar kamp yerinden ayrıldıktan sonra kıllı bir yaratık savaşçıların bulunmuş olduğu yere yaklaştı.Ağaçların arasından kendisine benzer iki yaratık daha çıktı geldi.Üç morlonk gece boyunca onları izlemiş ama saldırıda bulunmamışlardı çünkü avları iri yapılı,kuvvetli ve silahlıydı ki bu durum onları av olmaktan şimdilik kurtarmıştı.Kendi uğursuz tınılarla yüklü dillerinde konuştuktan sonra üçlünün ardına gölgeden gölgeye vakit kaybetmeden düşüp onlara zayıf bir anlarında ya da yalnız yakaladıkları zaman saldıracaklardı.Orman oldukça genişti ve daha mağaralar vardı.Aralarındaki konuşmanın açılımıydı bu.

Üç arkadaş,sabahın ilk ışıkları ormanın süslerken ve ağaçların yapraklarına sim misali güzelliğini bırakırken patikanın birinde ilerliyorlardı.Kendi aralarında gülümsemelerin birbirlerinin yüzlerinde misafir olup gezindiği koyu bir sohbete dalmış yoldan ayrılmayıp bir arada yürüyorlardı.İzlendiklerinin hiç farkında değillerdi.
“Orman gündüz çok daha iyi görünüyor.”dedi Soriol sohbetlerinin sonunda.

Bir süre sonra tekrar konuşmaya başladılar.
“Bugün bu yeri terk etmeliyiz,her geçen an aleyhimize.Dün gece morlonklar bizi ziyarete gelmedi ama bu gece de burada konaklarsak uğramaktan zevk alacaklardır.Burası gündüz de olsa tehlike yüklü bu yüzden birbirimizden fazla aralıkla yürümeyelim,” diye uyardı Marjuarane etrafa dikkat dolu bakışların nezninde.
“Pöh! Biz savaşçıyız. Her türlü tehlikeyle karşı karşıya geliriz!Bilge nereden ve nasıl gideceğimize dair bir harita vermiş olmalı sana,”
“Evet bir haritamız mevcut dostlarım,”

Arkada ikisi önde biri yürüyordu.Marjuarane onlara,ormanın çıkışında bir nehir olduğunu,onu geçtikten sonra Surmidan Tepeleri,ardından geniş bir düzlük ve Partiran dağ sırasının geldiğini söyledi.Anlattıkları yerleri haritada gösterirken ormanda küçük hayvanların seslerinden başka bir ses duyulmuyordu.

Gölgede kırmızı gözlü şu an insan görümünde olan bir ejderha sinsice onların ayak izlerine basıyordu.Yanında homurdanan yaratıklara baktı ve hepsi bir anda sus pus oldu.

Eylül 2009

Çevrimdışı Marjuarane

  • *
  • 46
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Cypraqual: Kolye
« Yanıtla #2 : 06 Eylül 2014, 00:27:46 »
BÖLÜM 3

Üç arkadaş, daha önce yürüdükleri patikalardan daha yeşil olanının eşiğine geldiler.Ormanın içindeki bu keçi yolunda yürümeye başlarken Soriol bir anda titredi.

“Siz de farkında mısınız beyler,hava sabaha göre daha soğuk,” dedi hoşnutsuzca. Bu soğuğun etki edici ilk ısırığı diğer ikisini de es geçmemişti.

Üçünün fark ettiği şekilde hava,kamp ateşini söndürdüklerinden bu yana onlar ilerleyişine devam ettikçe yavaş yavaş soğumaya başlamıştı ancak o, daha rahatsızlık verecek kadar olmamıştı ta ki savaşçılar bu patikanın başlangıcına gelinciye kadar, bir nevi onun kendisini hissettirişi uzaktan görünen bir silüetin yaklaştıkça bir şekle bürünmesi gibiydi.Aslında mevsim sonbaharı üzerinden çıkarıp kışı kuşanmaya hazırlanıyordu ki bu durum acayip olan bir şey değildi ancak garipsenecek olan onun kışı çok çabuk ve ani giyinmesiydi.

Artık rüzgar tamamen kendisini göstermiş,onların yolculuklarına eşlik etmeye başlamış ve uğultusu yanlarında olduğunu sertliğiyle kabul ettiriyordu  adeta.Yol arkadaşları da soğuğun peşi sıra ya da onun içinde barınmaktan sıkılıp dışarı çıkan rüzgarın sert dokunuşuna maruz kalıyor bir de üstüne üstlük beraber yürümeye zorlanıyorlardı.Ağaçları hırpalayan,kuşların ezgisel seslerini gücüyle hakimiyeti altına alan ve bir çok canlının çığlığından kaçmasına sebep olan rüzgar, daha da şiddetlendi ve en nihayetinde üçlüyü yürüyemez hale getirdi.Ağaçlardan.çalılardan kopan parçalar onların etrafında fır dönüyor ve oradan oraya evsiz kalan insanlar gibi savrulup duruyordu.Rüzgar da onlara eziyet edip evlerinden kaçıran sadist biri gibiydi.

Uçuşan bitki parçalarından korunmak için yüzlerini kapayan ve buna sebep olan ani rüzgarla şaşkınlığa uğrayan savaşçılar sığınma ve ısınma amacıyla birbirlerine tutundular.Ve şu söz havada süzülüyordu adeta ‘Ne kadar cesur,gözüpek ve sert bir savaşçı da olsan doğaya mertlik olmaz.’
Onlar bir adım dahi atamazken bununla paralel dudakları da titremekten başka bir şey yapamıyordu.Öte yandan rüzgarın doğurduğu bu ortam kötü niyetli yaratıkların av zamanın da başlangıcını teşkil ediyordu.Zira diğerlerini bastıran bu sesin ardına sığınıp,daha kolay saklanıp ani bir manevrayla avlarının başına çöreklenebiliyorlardı.Bir süre sonra,etraflarındaki bir çok çeşit ağacın dört döndüğü bu havanın yılışık sırıtışı kötü adamların kahkahası misali ‘kar’ olmuştu.
Yeni gelen,ilk ziyaretini onların bulunduğu ormana gerçekleştirmişti.Önce küçük adım atan tanecikler daha sonra büyüdü ve bir anda davetsiz misafir misali  beliren önceki gibi kar yağışı da çok yoğundu ancak bu, rüzgar kadar rahatsız edici değildi.

Yol arkadaşları kar yağışının başlamasıyla biraz ısındıktan sonra tatlı sert dokunuşuyla beraber tekrar yürümeye başladılar.Beyazla kaplanmış yolda adımlarının izlerini bırakıyorlar ancak kar onları kapatıyordu.Ve orman tamamen gelinliğini giyindi.

Beyazlığın salınışı yavaşlarken onların ilerleyişi de hızlanıyordu.Havanın bu geçiş sürecinde üşümenin etkisiyle yol arkadaşlarının arasında hiçbir konuşma geçmezken tek yaptıklarıysa soğuğun onlara sunduğu titremenin istemeden de olsa cazibesine kapılmaktan kendilerini alamamaktı.

Sessiz ve sakince ilerlerken nehre yaklaşıyorlardı.
Bir süre sonra kar yağışı da sona erdi ancak ona yerine vekalet etmesini söyleyen soğuk emanetçinin gidişiyle tekrar ortamda hissedildi.Yanında getirdiği ayazla beraber üçlüyü tekrar durdurdu.Savaşçılar davetsiz misafirin yeniden gelmesiyle etrafa bakışlarını daha da keskinleştirdiler.Suskunlar ve üşüyorlardı.

Bir anda duydukları ani bir çığlıkla irkildiler zira ayazın şiddeti dahi bunu bastıramamıştı.Hızlı hızlı gelen adımlarla beraber sesin şiddeti daha da yoğunlaşırken buna ek olarak ta daha ağır tonları yakınlaşıyordu.Kuvvetli soğukla mücadele eden yolarkadaşlarının görüş mesafesine girdi çığlığın sahibi:  Ağaçların arasından soluk soluğa gelen ve bağırmaya devam eden dişi bir insandı.Onun peşinden gelenler ise biri cüce olmak üzere dört kişiydi.

Dişi insan hızlı hızlı koşarken önündeki kütüğü fark etmedi ve savaşçıların ayaklarının dibine düştü. Soriol, güçlükle yerden kızı kaldırdı.Üç insan,tüm heybetleriyle soğuğa da aldırmayıp kızı da yanlarına alıp gelenlerin karşısına dikildiler.

Dişi insanı kovalayanlar onlara göre daha zayıf görünüyordu ancak soğuğa dayanıklı kalın ve ağır kıyafetler giyiyorlardı ve içlerine rahatlıkla kesici aletleri saklayabilirler ve yol arkadaşlarına sürpriz yapabilirlerdi.Cüce dışında diğerlerinin yüzü siyah bir bezle örtülüydü.Bu gelenlerden cücenin üçlüye bakışı: ‘kızı verin ve defolun gidin’ diyordu, ‘tersini yaparsanız sonuçlarına katlanırsınız’ diye de yüz ifadesini sertleştirerek onlara sunuyordu.Savaşçılar ise duruşlarını hiç bozmamış ve bakışları cüce ve diğer üçü dahil ‘biz sizin gibi çapulcu takımına olanak verecek kadar niteliksiz değiliz.’ Diye cevabı yapıştırıyordu.

Bakışların karşılıklı sert konuşmasından sonra gelenlerden biri elindeki zinciri sallaya sallaya Marjuarane e yöneldi.Savurduğu zincirin halkaları savaşçıya temas etmeden onun elindeki kılıcı tarafından kesildi.Şaşkınlığa uğrayan saldırının sahibi karşısındakinin bir yumruk darbesi davetini geri çevirme lüksüne olmaksızın kabul etmek zorunda kalıp  örtülü yüzüne yedi.Diğerleri yol arkadaşlarının beklemediği bir şekilde ‘bunlar güçlü’ deyip kaçıp gittiler.

“Pöh!” diye alaycı bir şekilde sırıttı Manilla. Diğer ikisine nazaran Marjuarane; ‘sanki bu kadar kolay olmamalıydı,’ diye şüphe içine düşmüştü.Manilla ve Soriol onun bu düşünceli halini görse de umursamadı.

Kız kurtulmuştu -onu kovalayanların bu kadar korkak olduğuna dair herhangi bir düşünce geçmezken kafasında-  önceki korkmuş hali yavaş yavaş kurtarıcılarının yanındayken evden atılan kiracı misali onu terk ediyordu.Onun üstündede kalın giysileri gören Marjuarane’ nin kafasındaki şüphe koridorunda ‘Bizim üstümüzde daha inceleri varken neden bunlarda kalınları bulunuyor,’ diye ikinci yolcu da yürümeye başlamıştı.Yine de kızın giydikleri onu kovalayanlar kadar kalın olmasına rağmen narin bir kızın taşıyabileceği kadar daha hafif ve daha iyi görünüyordu.

Kız, kendini güvende hissedip rahatladıktan sonra, kafasındaki kapüşonu indirdi ve;
“Beni o ‘caniler’ den kurtardığınız için size çok minnettarım,” dedi çekiciliğiyle boyanmış zarafet tablosu gülümsemesiyle.Sesi tatlı ve leziz yemek sonrası gibi haz veriyordu.Sanki kızın sesi dinleyenlerini etki altında bırakıyor ve onlara büyüleyici nağmeler sunuyordu ki o konuşmaya devam ettikçe ve üç arkadaş buna kapıldıkça beyinlerindeki bir düşünce ‘etki altındasınız’ diye onları uyarıyordu ancak ondan kopamıyorlardı.Marjuarane nasıl anladığını kavramıyordu ama kızın kendilerini büyülediğinin farkındaydı ve bunu ona yansıtmıyordu.O koridora bir yolcu daha adım attı. ‘onu kurtardığımız halde neden o bizi büyülüyor?’

Kız konuşmaya devam ederken gülümsemesi daha da genişledi.Tuzağın büyüsüne kapılan savaşçılar onun peşi sıra ilerliyordu.Sanki onun sesi bir kızak yol arkadaşlarının adımlarını çekiyor ve kız da onları belirli bir yöne götürüyordu.O, hiç susmadan üç arkadaşın ulaşmak istedikleri nehre onları getirdi.

Hava kararma noktasına biraz daha yaklaşmışken kız ve üçlü soğukla katılaşıp buza dönmüş nehrin üzerindeydi.O, hem konuşuyor hem de onların silahlarını topluyordu ancak Marjuarane nin kılıcını ve giysisinin altındaki kolyeyi almaya kalktığında şaşkınlığa uğradı zira savaşçı ona karşı koymuştu.O, büyünün etkisinde yeterince değildi ve de şuuru açıktı ama kız bunu bilmiyordu.Onun ellerini sertçe tuttu ve onu buzun ilerisine itti.Diğer ikisi de onun sesi kesildiği için hemen silahlarını alıp üstüne yürürken kız bir anda anlamadıkları dilde bir şeyler söyleyerek ortadan kayboldu.
Onun gidişinin hemen ardından üçlünün kulağına kanat sesleri hücum etti.Yukarıya baktıklarında tam üstlerinde dört kuzgunun uçtuğunu ve bir çember çizdiklerini gördüler.Kuşlar bir tur döndükten sonra onlar katılaşmış nehirden kaçamadan bulundukları kısmın haricindeki buz çatladı. Bir tur daha döndüler ve tabandaki su çemberi oluşturacak şekilde sütunlar halinde yükseldi ve onlar içinde kaldılar.Soriol onun içinden geçmek için hareketlendi ancak duvar niteliğine bürünen su ona geçit vermedi.Kuşlar bir tur daha dönerken su, ateşe meylediyor ve onlar üçüncüyü de tamamlayınca sütunlar tamamen alevlendi.Daha yakma derecesine gelmeyen ateşten aniden çıkan kıvılcımlı eller onların silahların alamaya çalışırken o esnada Marjuarane bilinçsizce kılıcını uzanan ellere kaldırdı ve elindeki ışıldamaya başladı.O. ne yaptığının farkında değildi sanki her şey durmuş büyünün sahnesinde sadece kılıç hareket ediyordu ki onlar onun giysisinin altına uzanırken silahın darbesiyle kesildi.Marjuarane nin kızın sesinin etkisi altında kalmamasını sağlayan kolyenin kılıca bahşettiği güçle ondan çıkan ışıltılar alevlere temas etti  zira çember yakıcı nitelikte daralmaya başlamıştı.Bu dokunuşlar ateş çemberini tekrar suya çevirip sütunları ortadan kaldırdı ve büyüyü tersine döndürdü. Kuzgunlar da kaybolmuştu.

Yol arkadaşları artık buzla kaplı olmayan nehrin kıyısında buldular kendilerini.
“En son hatırladığım şey duyduğum leziz sesti,”
“Benim de,”
“Aynen,”dedi Marjuarane monotonca
“Anlamıyorum ne için bizi büyülesin ki… Biz onu kurtardık, böyle mi teşekkür edilir,”
“Hiçbir fikrim yok,”
“Bence bunu yapan her kimse ya da neyse amacı bizim silahlarımızı almaktı.Üçümüzünde sağlam ve gözüpek olduğumuzu fark etti ve onları büyü yoluyla alamaya kalktı artık niye istiyorsa,”
“Öyle mi Soriol. Sence bizim kılıçlarımızın ne özelliği var ki diğerlerinden,”
Üçü de bu konuda herhangi bir sonuca varamadı.
“Bu arada biz büyüden nasıl kurtulduk?” ikisinin bakışı da Marju’nun üzerindeydi.
“Bana ne bakıyorsunuz. Nasıl kurtulduğumuz hakkında hiçbir fikrim yok.”Onun hatırladığı en son şey kızın kolyeye almaya çalışırken… Daha ötesini hatırlamıyordu.Ve kıyıda bulmuşlardı kendilerini.

Onlar tam olarak ne olduğunu anlayamadan ve soluklanamadan üstlerine geniş bir gölge çöktü ve bu onlara ‘kaçın’ diyordu adeta.

Bu gölgenin sahibi onları insan formunda takip eden kırmızı ejderhaydı.Yaratık, yol arkadaşlarının maruz kaldığı büyünün oluşumunu ve sona erişini izlemiş ve ardından homurdanmıştı.Ve şimdi de gerçek şeklinde onların üstünde fink atıyordu.

Savaşçılar onu fark eder fark etmez hızla karanlığa doğru kaçtılar.Nehrin karşısına geçmeleri gerekiyordu ancak ejderhanın aniden ortaya çıkması durumu değiştirmiş ve onları mağaralara doğru gitmek zorunda bırakmıştı.Onların mağaraya girişini gören ejderha homurdandı ve bunu da inin ağzını kapatarak onlara gösterdi.İnsan formuna dönerek bir ağaca dayandı ve beklemeye başladı.

Yol arkadaşları,kendilerini soğuk ve ürpertci,kapkaranlık bir mağarada buldular.

“İnsan pislikleri mağaraya girdi. Sakin ve kendinize hakim olun yoksa insan eti tadamazsınız. Uzaktan onların kokusunu aldığımız anda burayı biraz aydınlatacağız… Homurdanmayı da kesin! Ormanda ejderhanın yaptığı gibi sustururum sizi.” dedi mağaranın içlerinde bir yerde orklardan birisi.

Mağaranın içi zifiri karanlıktı çıkışının kayalarla kapanmasından dolayı.Yol arkadaşları birkaç deneme yapmıştı kayaları kaldırmak adına ama yerlerinden oynatamamışlardı.

“Ben size söyledim beyler bu kayaları oynatamayacağımızı,” dedi Marjuarane sıkkınlıkla.

“ilk aklımıza gelen buydu ama olmadı,”

“Daha fazla vakit kaybetmeden bu mağaradan başka bir çıkış bulmalıyız. Belki hava bacası falan vardır.Korkarım ki burada yalnız değiliz,”

“Aman ne güzel!”

“Bizler savaşçıyız,karanlık bize engel olamaz,yolumuzu bulacağız ve burdan kurtulacağız.”dedi Marjuarane umutla ve ileriye doğru ilk adımı atan o oldu.
Üç insan yavaş ve emin olmaya düşündükleri adımlarla yürümeye başladı
mağaranın duvarlarına tutuna tutuna.İlerledikçe yol aşağıya doğru çok az meyil veriyordu. Ayaklarına birkaç tane kuru kafa takılmıştı.Onlar aşağıya meyil veren mağaranın içlerine doğru ilerledikçe karanlık yavaş yavaş açılmaya başladı.Üçünün de kılıcı ellerinde tamamen saldırıya hazır bir şekilde ilerliyorlardı.

“Siz de benim aldığım kokuyu alabildiniz mi?”

“Evet Soriol aldık bu yüzden tetikte olun,”

“Yine mi orklar! Şu an yedi tane sayabildim,”

“Biz onları görüyorsak onlar da bizi görüyor. Onlar bizim etimizi çok sever,her daim menülerinde isterler… Neden saldırmıyorlar?”

“Hiçbir fikrim yok Manilla. Bize saldırmamaları ve öylece takip etmeleri beni daha çok tedirgin ediyor.Daha hızlı yürüyün!”  dedi Marjuarane telaşla.

Orklar, savaşçıların bulunduğu yerde toplanmaya devam ediyor ancak onlardan beklenmedik bir şekilde herhangi bir atakta bulunmuyorlardı.Yaratıklar onların arkasında yavaş yavaş birikmeye devam ederken insanlar çok daha hızlı koşmaya başlamıştı.Arkasındakiler ve sağ ve sol taraflarında çoğalmaya başlayan orklar sadece onları kovalıyordu.

“Sanki koyun gibi bizi sürüyorlar,”

“Haklısın dostum da yapacak bir şey yok. Sayıları çok fazla koşmaya devam edin!”

Yaratıklar insanların ön tarafları hariç diğer kısımlarda onları kovalamaya devam ediyordu.Kısa yüksekliklerle inilip çıkılan ve birkaç dönemeçle devam eden bu kaçış onları geniş bir alana çıkardı.Bir anda orkların tamamı mağaranın kenarlarındaki iç kısımlara kaydı.Marjuarane ve Manilla önde Soriol hemen arkalarında kaçıyorlardı.Aniden öndeki ikili durdu ve diğeri onlara çarptı.Savaşçıları durduran üç morlonktu; ikisi önde biri arkadaydı.

“Şimdi yandık işte! Ağızlarınızı hemen bir bezle kapatın! Hemen saldırmamız ve bir önce bunlardan kurtulmamız gerek yoksa salgıladıkları zehirli kokuya maruz kalacağız çünkü kapalı alandayız,çok fazla vaktimiz yok!” dedikten sonra Marjuarane öndeki ikisinden sağdakine Manilla da soldakine saldırıya geçti. Soriol da arkalarındakine doğru harekete geçti.İkisinin aynı anda saldırısında Marjuarane nin kılıcı rakibinin kıllı ve açığa çıkmış pençeli elindeki topuzunu kaldırdığı vakit onu kağıt gibi kesti ve morlonk geriye doğru sendeledi ancak Manillanın kılıcı diğer morlonkun sivri çıkıntılı topuzu ile engellendi ve kendisinden daha güçlü bu yaratık tarafından geriye gitmek zorunda bırakıldı.Soriolun ki daha dişli çıkmış onu yere düşürmüştü.Tam topuzu karnına yiyeceği sırada kılıcını kaldırdı ve ileri hamle yaparak rakibini geriye doğru itti.İnsanlar ve morlonklar yapısal güç anlamında birbirine denkti ancak savaşçılar nefes konusunda ölümcül derecede dezavantajlıydı.

Yol arkadaşları bu kapalı alanda morlonklar arasında sıkışmıştı. Mücadele ilerledikçe soludukları havadaki zehrin etkisi artıyordu.Ağızlarındaki bez bunu bir nebze olsun engellese de daha fazla koruyamıyordu.Morlonklardan Marjuarane nin rakibi onun kılıç darbeleriyle yaralansa da diğer ikisi de dahil savunma pozisyondalardı ve onları oyalıyorlardı. Yaratıkların taktiği belliydi kapalı alanda; savunma pozisyonunda kal zamanı gelince saldırı durumuna geç.Manilla ve Soriol’ un hareketleri iyice yavaşlamış ama Marjuaranen durumu onlara göre daha iyiydi.O karşısındakinin işini hemen hemen bitirmişti ama aniden saldırıya geçen iki morlonkun darbelerine arkadaşları zehrin iyice işlemesiyle yeterince engel olamamışlar ve yaralanmışlardı. Marjuarane tam onu bırakıp diğerlerine yardım edeceği sırada rakibi zorda olsa onu ayaklarından yakalamış ve kendine çekmeye başlamıştı.O, yere düşerken elinden kayan kılıcına uzandı ve can çekişen morlonku karanlığa gömdü.O,kendisini kurtarmaya çalışırken diğer iki morlonk arkadaşlarını sivri topuzlarıyla ve pençeleriyle çoktan parçalamış ve ikisini yemeye başlamıştı.Onları ne ölen kendi türü ne de nefes almakta iyice zorlanan Marjuarane ilgilendiriyordu.Plana uymuş ve kolyeye sahip olanı bırakmışlardı.Ödülleri olan insan etini tatmışlardı ki onlar için önemli olan buydu.

Marjuarane şu an arkadaşlarını midelerine indiren yaratıklara müdahalede bulunsa devamını getiremeyecekti çünkü çok zor nefes almaya başlamıştı.Diğer iki morlonk onun türünün ikisini yerken ona aç gözle baksalar da müdahalede bulunmadılar ve yemeklerini tatmaya devam ettiler.Kenarlardan orklar yavaş yavaş gelmeye başladı çünkü onlar morlonkların kendileri için bıraktıklarını tadacaklardı tabi gittikten sonra.

Savaşçı zorda olsa yürüyerek ordan kaçmak zorunda kaldı çünkü biraz daha dursa nefessiz kalacaktı.Nereye kaçtığının farkında olmadan mağaranın kapanan çıkışına doğru koştukça nefesi normalleşerek oraya ulaştı ve şaşkınlıkla kayaların atılmış olduğunu gördü.

Ağaca dayanıp insan formunda bekleyen ejderhanın yanına orklardan birisi gelip planın başarılı olduğunu söylemişti.O da hemen gerçek şekline dönüp insanı karşılamak için kayaları mağaranın çıkışında tabiri caizse toplamıştı.

Mağaradan çıkar çıkmaz Marjuarane birebir ejderhayla muhattap olmak zorunda kaldı.Yaratığın istediği şey kolyeydi; büyücü almayı başaramayınca kendisi olaya müdahil oldu ve morlonklarla bu planı gerçekleştirdi.Kötü kokulu yaratıklar istediklerini aldı sıra -kendisine oldukça güçlü ve tanrılara ait bir büyülü nesne olduğu söylenen-  kolyeyi almaya gelmişti.Onun amacı bu güçle doğunun sahibi Kırmızı Ejderha Dacassyre ye meydan okumaktı.

Kolyeyi almak için pençelerinden birini insana doğru savurdu ancak boşluğu buldu çünkü öldürmek istediği ortadan kaybolmuştu.

Kolye devreye girmiş, savaşçıyı kurtarmış ve bu yol sayesinde onun en çok istediği olmuştu.Yaşayanların hiçbiri farkında olmasa da artık bundan sonra Cypraqual dünyası yeni bir çağa girecekti.

Marjuarane yeniden ortaya çıktı ancak bulunduğu yer ejderhayla karşı karşıya olduğu mağaranın çıkışı değildi.Bir ağaca dayanmış şekilde duruyordu ve önünde onun kılıcında kanları bulunan iki ork cesedi vardı.Ayağa kalktı ve silkindi.Şaşkındı zira en son hatırladığı şey; bir elf kızının onu ağaca asıp dallarınında boğmasıydı.

‘Buraya nasıl geldim’ diye düşünürken bir çıtırtı duydu ve hemen teyakkuza geçti.Sesi çıkaran karşısına geldi ve;
“Kısa bir süreliğine yanından ayrıldım ama sen hiç rahat durmuyorsun ayrıca bu üzerindeki elbiseleri de ne zaman giyindin ve neden bana doğru kılıç tutuyorsun?”

“Sen de kimsin? Seni daha önce hiç görmedim ama sen beni tanıyor gibisin,” dedi tedbiri elden bırakmadan.

“Beni nasıl tanımazsın! Bana yardım ettin ben de sana yardım edeceğim.Adım Swaclon ve sana bir casus olduğumu söylemiştim sen de batıdan geldiğini ve Dacassyrenin inini aradığını anlatmıştın.Beni iki kanada ayrılmış elf diyarından kovan batı kısmının hakimi Wairacasın görevlendirdiği Recnat’ın  peşimden gönderdiği iki adamından kurtarmıştın. Nasıl hatırlamazsın kaçık büyücünün elinden beraber kurtul –“

“Yeter!” diye bağırdı Marjuarane. Tam anlamıyla kafası allak bullaktı.

Mart 2010

Çevrimdışı Marjuarane

  • *
  • 46
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Cypraqual: Kolye
« Yanıtla #3 : 06 Eylül 2014, 00:45:23 »
BÖLÜM 4

Metamorfoz’ dan 1450 yıl sonra


İki insan ve bir elften oluşan üç kişilik bir grup dolanıp duruyor bir türlü çıkışı bulamıyordu.Yerin altında oldukları için günün hangi saatte gezdiğinden de bihaberlerdi.Üçlüden birisi olan Sawnhall adındaki insan emicinin odasındaki hazinelerden aldığı hançeri cebine atmıştı.

“Emiciden kurtulduk da çıkış yolunu bir türlü bulamıyoruz beyler.Ayrıca size söylüyorum bu yapışkan böceklerden de bıktım.” diye yakındı elf.

Hepsinin morali de bozuktu.
Güneş yavaş yavaş gökyüzünü terk ediyor hava kararmaya başlıyordu.Bu durumdan üçlünün haberi yoktu.

“Bu lanet tünellerden çıkmalıyız!” diye bağırdı iyice sinirlenerek Sawnhall.Elinde tuttuğu bir kurukafayla oynayıp dururken ‘burası labirent gibi… ‘ diye devam etti sözlerine.Emicinin odasından çıktıktan sonra tünellerde gezip duruyorlardı.O, konuşmaya devam ederken kurukafayı duvarlardan birine fırlatmış ve onun çarptığı yerde titreşim olmuştu.Bunu üçü de fark etmişti.

“Rahat duramıyor musun sen!” diye öfkelendi üçlüden bir diğeri olan insan büyücü. “Arazideyken taşa vurdun buraya düştük, kurukafayı fırlattın duvar titreşti.Bakalım bu neye alamet.”

Sawnhall büyücüye nazire yaparcasına duvara bir tane daha attı ve o da diğeri gibi yapışıp içine gömüldü.Üçlü, bunu fark edip hayretle bakakaldılar.Aynı yere bir tane daha attılar ve o da gömüldü.Ardında üçü de kurukafaların gömüldüğü duvarın o bölümüne yapıştı.Tıpkı onlar gibi gömüldüler ve duvarın diğer tarafına geçtiler,attıkları da yanlarında bulunuyordu.Bu gizli bir geçitti ve burayı sadece emici biliyordu ancak insan şans eseri bulmuş görünüyordu.Duvarın dğer tarafındayken;

“Madem biliyordun bizi niye uğraştırdın!” dedi elf.
“Saçmalama, ne diyorsun sen! Nasıl bilebilirim, sence buraya daha önce uğramış gibi bi halim mi var.Kurukafayla oynamaktan sıkıldım ve onu öylesine attım duvara.” Büyücü elfin sözlerinden sonra ona bakakaldı.Sanki; ben de elfleri ‘akıllı’ sanırdım der gibiydi.
“Bilmiyordu tabi.Sawnhall böyle geçitleri nereden bilecek.İyice saçmalamaya başladın. Bırakın bunları da bundan sonra ne yapacağımızı düşünelim,” dedi ciddiyetle büyücü. Onun asasının ışığı karanlığı pek aydınlatmıyordu ama önlerini az da olsa seçebiliyorlardı.Sawnhall yine rahat duramayıp attığı kurukafalardan birini aldı ve biraz önünde görünen karanlığa doğru fırlattı.

“İyi yaptın da—“
“Büyücünün ışığının hiç yarar sağladığı yok.Ben de daha öncekiler gibi aklıma ilk geleni yaptım.”
“Hişştt! Sessiz olun!” diye onları uyardı büyücü.Nihayet kurukafa yolculuğunu tamamlamış  ve kemiğin parçalanma sesi duyulmuştu. “Demek ki önümüzde bir boşluk var.”

Büyücü önde diğer ikisi arkada yavaş adımlarla ilerlemeye başladılar.Öndeki yaklaştıkça bulundukları yer daha da belirginleşiyordu.Asanın ışığı önlerinde bir boşluk olduğunu onların gözlerinin önüne serdi.Onlar tam olarak ne olduğunu görmeye çalışırken bulundukları yer ve karanlıkta kalan diğer kısımlar bir anda aydınlandı.Karanlığın yok olmasının nasıl olduğu hakkında fikirleri yoktu ancak bu durum onlar için önlerindeki geniş ve derin bir çukuru tamamıyla gösterdi.’Meşaleler neden yandı acaba?’ diye düşünüyordu diğer ikisine göre daha akıllı olan büyücü.Öbürleri bunu yorumlama gereği bile duymadılar.Derin çukurun içinde kenarlarına perçinlenmiş üç tane merdiven görünüyordu. ‘Burasını kim yaptı acaba,kesin cücelerdir.’ Diye düşünmesine devam etti.Merdivenlerin sağlam olup olmadığına bakmadan ilk hareketlenen elfti.Sawnhall ise daha temkinliydi ancak büyücü bu merdivenlerin sağlam olduğuna dair onu ikna etti.Onun buna dair dayanağı ise onları cücelerin yapmış olduğunu düşünmesiydi zira inanılan kanıya göre sakallılar çürük iş yapmazlardı.

Çukur derin olup merdivenler bir üçgen olacak şekilde kenarlarına tutturulmuştu.İnmeye başladıkları yerin içi soğuk,rutubetli ve ürpertici nitelikteydi ama bunlar hazine arayan maceracılar için bir sorun teşkil etmiyordu.Elf ve iki insan çukurun dibini buldular ve indikten sonra sağa giden aydınlık yola adım attılar zira meşaleler hiç sönmeyecek gibi yanıyordu.Etraf oldukça sessiz ve bu asap bozucuydu.Yol arkadaşları hiç düşünmeden önlerine ne geliyorsa onu yiyorlardı çünkü başka seçenekleri yoktu.Buna müteakip yeni yürüdükleri yerde ilermeye başladılar.Sawnhall diğer ikisinden ayrı olarak duvara çok daha yakın yürüyordu.”Demirci, biraz daha onunla yakınlaşırsan yakın temasa girmen oldukça yakın.” Diye takıldı elf.Büyücü de onu şaşkınlıkla izliyordu zira arkadaşı duvarla baya samimi olmuş onunla bütünleşmişti adeta.Partneri onu içeri çekerken diğer ikisi de hiç duraksamadan ona tutunup yukarıdaki gibi diğer tarafa geçtiler.
Bu sefer şaşırma sırası büyücüdeydi.Elf ise ona ‘ne oldu,’ diye bakıyordu.İkisi de arkadaşlarına döndü. “Bana bakmayın,bunun nasıl olduğu hakkında hiçbir şey bilmiyorum.Ben buraya daha önce hiç gelmediğime göre bu geçitleri de bilmem olanaksız öyle değil mi.Öte yandan farkındaysanız aşağıya doğru ilerliyoruz ve nereye gittiğimizi de hiç bilmiyoruz.”

Bulundukları yerin ortasında kocaman bir boşluk daha vardı.Buna paralel yukarısında yani yerin tavanında çembere alınmış bir kısım daha vardı.Burası yerden bakıldığında ilk tavandaki boşluktu.Onlar da şu anda kenarındalardı.Hiç duraksamadan tavanda açılmış bu kısma yaklaştılar.Kancalarla boşluğun alt kenarlarına tutturulmuş sekiz tane kafes görünüyordu.Onların her biri birilerine ev sahipliği yapıyordu.İçinde bulunanlar ork,insan,cüce… gibi çeşitli ırklara mensup canlılardı.Tutsaklar elleri birleştirlmiş bir şekilde kafesin tavanına asılmış olup baygındılar.Üzerlerindekiler yıpranmış ve yırtılmıştı.Üçlü, boşluktan aşağıya baktıkları zaman siyah bir ejderhanın butlarının üzerine uzanmış uyuyor olduğunu gördüler.Kafeslerin üç tanesi tam ağzının üzerindeydi ki bu onların üstlerinde ve boşluğun kenarlarında dönmelerini sağlayan bir mekanizma mevcuttu ve bunu da ejderha yönlendiriyordu.Sistem harekete geçtiği zaman kafeslerin altı açılıyor ve kurbanlar birer birer ejderhanın ağzına düşüyordu.

“Buradan mümkün olduğunca çabuk toz olmalıyız.Ejderha uyuyor ama… Neden burada hiç ses yok! O, burada olduğuna göre yakınlarda hizmetkarları olması lazım,”dedi telaşlanarak demirci.
“Deminden beri ne yaptığımızı sanıyorsun,buradan çıkış yolunu arıyoruz işte,”
“Bırakın konuşmayı arkadaşlar.Bu iş gıcıklayıcı yerden hemen gitmeliyiz.” Dedi elf ve noktayı koydu, sanki farklı bir şey söylediğini düşünerek.

Elf, bulundukları alanda diğer ikisi konuşa dursun göz gezdiriyordu.Görünen iki yol vardı; biri ejderhanın olduğu yere inen diğeri de yukarı çıkan.Dolanan iki yol da bir yerde son buluyordu.Yol arkadaşları hangi yolu seçsek diye düşünürken elf atıldı;

“Aşağıya gidersek ejderha var,yukarıya çıkarsak… yol bir yerde bitiyor.Kanatlarımız olupta yukarıya çıksak bile en üst tavan kapalı.”
“Eee… Bunu biz de görüyoruz Allinord, farklı bir şey söyle.Belki yine geçitler vardır,” diye sonuna doğru umut kırıntısı sundu Sawnhall.
“Saçmalamayın! Diğerlerini şans eseri bulduk,”
“Ben Ona katılıyorum büyücü, Yukarıya çıkalım belki şansımız yaver gider de bir geçit daha buluruz zira arkamız kapalı; aşağıya insek koca yaratık var,en iyisi yukarısı,” diyerek söylediği tarafa doğru yöneldi elf.Diğer ikisi de onu izlemek zorunda kaldı çünkü önlerinde başka seçenek görünmüyordu ya da gidip ejderhaya çıkış yolunu soracaklardı.”Peki, Sawnhall yine duvara yakın yürüsün.Bakarsın dediğin gibi yine yapışır bir yerde,” diye istemeden de olsa büyücü elfe katıldı.Allinord ise bunu duyduktan sonra omzunu silkmekle yetindi.Demirci ise hançeri eline almıştı zira emicinin odasından ayrıldıklarından bu yana onu inceleme fırsatı bulamamıştı.Sarmal yoldan sessiz adımlarla yukarıya doğru ilerliyorlardı ve iki kat daha çıktılar ki Sawnhall’ ın elinde titreşim oldu.Hançer, büyücünün asasının cılız ışığından daha yoğun olan bir ışık dalgası göndermişti.Onlar ilerledikçe onun ışığı daha da arttı.Diğer ikisi nesneye şaşkınlıkla bakarken o esnada demirci çok yakın yürüdüğü bir yerde yine duvara yapıştı.Gömülerek ve diğerleri de onu da tutunarak karşı tarafa geçtiler.

“Demek geçitlerin olduğunu bize gösteren buymuş,”
“Deme ya,”

Silahı görünce büyücünün gözleri ışıldadı.Sawnhall onu hemen cebine geri koydu zira onunla sonra ilgilenecekti.Şimdi yine çıkış yolu bulmaları gerekiyordu çünkü önlerine ilkiyle aynı genişlikte bir çukur daha çıkmıştı.Yine iç kenarlarına perçinlenmiş merdivenler üçgen şeklinde tutturulmuştu.

“Ne biçim bir yer burası. Ha bire çukura iniyoruz.Etrafta yine çıt yok; duvarlar,hiç sönmeyen ateşler,tüneller,geçitler,ejderha… Nasıl lanet bir yere geldik,” diye söyleniyordu elf.Diğerleri de onunla hemfikir olmaktan nefret etmelerine rağmen başka bir sonuç görünmüyordu.Merdivenlerden yine indiler,çukur onlara tekrardan bir yol çıkardı,orada devam ettiler,hançer yine titreşti,diğer tarafa geçtiler.Önlerinde yeni bir boşluk öncekiyle aynı genişlikte,buna paralel tavanda yine bir bölge,kafesler,tutsaklar  ve aşağıda diğeriyle aynı boyutta siyah bir ejderha daha.Tekrar yukarı çıktılar,hançer ısındı ve geçitten geçtiler.Önlerinde yine bir çukur,onun açtığı yol,merdivenler,geçit,boşluk,kafesler,tutsaklar ve diğerleriyle aynı boyutta yalnız pul rengi daha koyu bir ejderha daha.Başladıkları yere geri dönüp tam bir çember çizmişlerdi.Aç ve yorgundular.

Ejderhalar uyandı ve aynı anda kendi dillerinde bir kelime söyledi.Geçitlerin bulunduğu duvarların yani boşlukların yanında bulunan onlar hariç diğerlerine gerçek gibi görünen aslında saydam olan bölmeler ortadan kalktı.Yol arkadaşlarının gördüğü üçgen şeklinde oluşturulmuş üç tane boşluktu.Onların alt kenarlarına asılmış kafesler ve aşağısında da ejderhalar vardı.Üçü de çaresiz,yorgun ve bölmelerin kalkmasıyla bir o kadar şaşkın bir şekilde ne olacağını bekliyordu.Boşlukların ortasında ise bunların tutunduğu kolon bulunuyordu.Yaratıklar uzandıkları yerlerinden kalkıp sütunun etrafında toplandı.Bu dünyada ejderhaların bir arada bulundukları durumlar pek sık olmuyordu ancak  onlar sadece kendilerinin bildiği bu yerde toplanmıştı.Dolayısıyla hizmetkarlarının hiç biri yoktu.Üç siyah kendi dillerinde konuşuyordu.

“Dikkatli olmalıyız kardeşlerim.Dacassyre bizim türümüzü avlıyor.Bu durum sürekli olmaya başladı,”
“O koca kırmızı son zamanlarda çok huysuzlaştı,”
“Ve bir o kadar da tehlikeli olmaya başladı,”
“Böyle giderse sıra bize gelecek.Burada toplanmamızın tek sebebi ona karşı önlem almak eğer bunu yapmazsak biz de kurban olacağız.Hizmetkarlarının toplamı bizimkilerin sayısından büyük.Özellikle bu civardaki emici klanlarının çoğu onun denetimi altında.Bu, iki diğer büyükten daha tehlikeli.Batının sahibi Tischveria dinleniyor da güneydeki bir şeyler karıştırıyor sanki,”dedi diğerlerine göre pul rengi daha koyu olan.
“Peki, ne yapacağız!”
“Onu öldürmeyi düşünmek imkansız gibi bir şey.Üçümüz birleşip buna cesaret etsek bile kurtulmamız mucize olur.”
“Batıdan ya da Güneyden birinden yardım istesek,”
“İmkansız! Ne diye yardım isteyeceğiz. Biz onlar için emici hizmetkarlarından farklı bir duruma sahip değiliz.Belki onlardan biraz daha değerli olabiliriz ama bizim söyleyeceklerimizi önemseyeceklerini sanmıyorum.Onlardan yardım alamayız da belki  büyük kırmızıyı verebiliriz,”
“Bu nasıl olacak. Hem böyle bir girişimin sonucu dünyada büyük bir alanı mahvedebilir; ormanlar,dağlar… hatta şehirler yerle bir olabilir,”
“Bize ne olacaklardan, şehirler yakılır,yıkılır ve yeniden kurulur,”
“İyi de diğer ikisine Dacassyreyi nasıl yollayacağız.Hadi kırmızı kışkırttık nasıl kışkırtacağız ayrı da… öbürleriyle nasıl irtibat kurup ona karşı ne yaparak şartlandıracağız?”
“Şunu söyleyeyim kardeşlerim Kırmızı bir şey arıyor türümüzü katlederek ama bizde ne aradığını bilmiyorum,” onlara baktı ve diğer ikisi de onunla hemfikirdi.
“Planı şekillendirelim: öncelikle Dacassyrenin ne aradığını bulmamız lazım.Eğer aradığı gerçekten onun için çok önemli bir şeyse bunu ona karşı kullanabiliriz.”
“Bunu ararken dikkatli olmalı ve ona sezdirmemeliyiz,”
“Öyleyse şöyle yapacağız; birimiz onun ne aradığını bulacak,bir diğerimiz öbür ikisinden birisini ben de ötekisini kırmızıya karşı kışkırtacağız ya da sadece kırmızıyı mı onların üzerine salsak,”
“Bence ilki daha uygun. Başarabilirsek,bu savaşta belki üçü birbirini yer de onlardan kurtuluruz.Dünyaya biz nam salıp onların yerine geçeriz,”

“Bu çok zor bir ihtimal kardeşim. Onların arasında antlaşma var ve bunu hepimiz biliyoruz.”
“Biz de bozarız kardeşlerim. Plan anlaşılmıştır herhalde.Bundan başka çaremiz yok,”
Ejderhalar daha sonra mekanizmayı çalıştırıp kafesleri de açıp tutsakları midelerine indirdiler.Dinleyicileri hiçbir şey anlamamıştı bu konuşmalardan.

Onlar yemek arasından sonra tekrar kolonun etrafında toplandılar.
“Bu gizli yeri bulman iyi oldu Shelazantler.Bu buluşma üçümüzün arasında ve çok gizli,diğerlerinin haberi olmamalı.Shelazantler, Dacassyrenin ne aradığını bulduktan sonra ben ve kardeşim İmmortanu devreye gireceğiz.”


Konuşma sona erdi ve üçü de yerlerine geri döndü.Söyledikleri kelimenin bir diğer versiyonunu aynı anda bir kez daha söylediler ve bölmeler eski haline döndü ve tepedeki çıkışlardan yeri terk ettiler.Onların gelişleriyle yanan ateşler gidişleriyle tamamen söndü ve her taraf zifiri karanlığa boğuldu.
“Kapana kıstık beyler. Tekrar tekrar düşünün bakalım bu lanet yerden nasıl çıkacağız,” diye büyücü Kaimeld’ in umutsuz ve bitkin sesi derin karanlıkta salındı.


“Sen bir büyücüsün, bize göre senin daha iyi bir fikrin olmalı,” Demircinin bu çıkışını elf de onayladı.Kaimelddense ses seda çıkmıyordu.Onların önünde hiçbir çıkış yolu görünmüyor üstüne üstlük engin karanlıkta yüzüyordu kaçış umutları. Çıkış yolu oldukça yüksekteydi ve onlar uçamadıkları için bu imkansız görünmekteydi daha doğrusu kanatlansalar da mümkün gözükmüyordu.Elf, daha fazla dayanamayarak hareketlendi;”Gelin aşağıya inelim. Belki ejderhaların konuştukları yerde bir şeyler bulabiliriz.”

Sawnhall ise söyleniyordu.”Kahrolası geçitler niye çift yönlü çalışmıyor.Elf ve iki insan aşağıya doğru asanın cılız ışığında zor kötek ilerlemek zorunda kaldı.Bu yerde zamanın ne olduğunu unutmuşlardı bu yüzden vaktin hangi dilimde konakladığını da bilmiyorlardı.Yavaş ve temkinli bir şekilde yürüyerek ilk ejderhanın bulunduğu alana geldiler.Diğer ikisinin bulunmuş olduğu yeri görmek için yukarıya çıkıp geçitlerden geçmeleri gerekiyordu zira bölmeler yaratıklar gittikten sonra eski haline dönmüştü.

Alan, büyücünün ışığıyla görebildikleri itibariyle zifiri karanlığın içinde dolanan ışık zerreciklerinden başka bir şey barındırmıyor görünüyordu.Onlar tutsakların kemiklerine takılıp düşerken hiç akıllarına gelmiyordu yukarıda ne olduğuna dair herhangi bir şey.Dünya yeni bir çağa girmişti. Bu sayede karanlık bir ölümsüzün, ölümlerin tabiriyle ‘uzun zamandır’ beklediği olmuştu.Artık bu fanilerin dünyasına dokunabilme şansını bulmuştu.

Çıkış yolu bulamadıkça karanlığın içinden umutsuzluğun fısıltısı  gönüllerine zerk ediyordu çaresizliklerini ayrıca başka bir ses daha salınıyordu burada ama yaşayanların duyamayacakları çok çok uzaklardan bir yerden.Allinord ve Sawnhall yorgun argın bir yere çöktüler.Büyücü ise ayakta dolanıp çıkış yolunu düşünürken ortadaki sütuna yaklaşmıştı ama kolonda hiçbir şey yoktu.Elf bulunduğu yerden kalktı zira yerden rahatsız olmuştu ve sırtını sütuna dayadı ama yine sıkıntılıydı.Dönüp sırtını dayadığı yere baktığında elleriyle orada bir boşluk olduğunu gördü. Ne olduğuna bakmak için büyücüyü çağırdı ve asanın ışığında ikisi onun üstündeki kazınmış şekilleri buldu.Büyücü şaşkındı ve bakışı ‘az önce baktığımda burada hiçbir şey yoktu’ der gibiydi.
Asanın cılız ışığı kazınmış şekilleri hissetmişçesine büyüyordu.Büyücü bunlara ilk bakışında bir kelime oluşturduğunu düşündü.Işığıyla kazıntıları takip ederken demircinin cebindeki hançer titredi.Sawnhall hemen çöktüğü yerden kalkarak büyücünün olduğu tarafa yöneldi.Büyücü takibin bitirdikten sonra hançeri ondan aldı ama silah aynıydı.Kaimeld ‘ne oldu’ dercesine bir bakış attı.

“Sen kolonu araştırırken titremeye başlamıştı da,”
“Öyle mi,”

Büyücü bunu duyduktan sonra hançeri ondan tekrar aldı ve şekillere bakarken elindeki yine titredi buna ek olarak ta ışıldamaya başladı.Kaimeldin yüzüne çoktandır tamamıyla uğramayan bir gülümseme yerleşti çünkü O, hançerin geçitleri bulurken bu şekilde davrandığını biliyordu.Sevinçle diğer arkadaşlarına burada bir geçidin olduğunu söyledi.Böylelikle umutsuzluğun fısıltısı büyülü silahın gözetiminde kuşatma altına girmişti.Üçü de daha önce yaptıkları gibi sütuna yapıştılar ancak hiçbir şey olmadı ama hançer ışıldamaya devam ediyordu.Büyücü farkında olmadan elindekini şekillerin bulunduğu yere çok yaklaştırdı.Kazınmış olanlara yakınlaştıkça hançer kıvranmaya başladı.Ondaki titreşim ve ışıltı daha da arttı.Büyücünün ışığı ve sütuna ulaştıkça artan silahın ışıltısı kazınmış şekilleri daha da belirgin hale getirdi.Bunlar harf değil bazı nesnelerin çizimleriydi.Hançer ilkine yaklaştıkça onun formuna büründü.Kazınan yeri doldurarak onun şekline döndü ki bu bir kılıçtı.Onun kopyasını oluşturarak kazıntıyı doldurdu.Diğer şekillerde de hançerin büyüsü aynı durumdaydı;balta,kalkan,ejderha pulu ve sonuncu da kendisi gibi hançerdi.Silah bu değişimleri yaptıktan sonra eski haline döndü.

Maceracılar ne olacak diye beklerken dolan şekiller parlamaya başladı.Bundan sonra bölmeler ortadan kalkımştı.Büyücü hiç duraksamadan diğer ejderhanın bölümüne geçti.Sütunun o tarafında da aynı şekiller vardı ama sıralamaları farklıydı.Hançer yine aynı şekilde büyüsünü gerçekleştirdi ve sonra tekrar eski haline döndü.Üçüncü ejderhanın kısmında da aynı ritüel oldu.Sütunun üç yerindeki şekiller tamamen ışıldıyordu.Kılıçtan çıkan onun şeklindeki hüzmeler karanlığı yararak salonda yol aldı ve karşı duvara ulaştı.Diğer nesneler de aynı şekilde onun gibi davrandı.On beş tane ışık hüzmesi karanlığı bu yerden kovmuştu adeta.Bu ışık yollarında geçmişte nesnelerin yer aldığı olaylar görünüyordu.Kolondaki bu kazıntılar dolmuştu ancak geçide dair hiçbir belirti yoktı.Onlar sadece izlemekle yetiniyordu.Büyücünün ilk bulduğu boşluklar –şekillerin altında olan- hala duruyordu.Sawnhallın hançeri bir süre dinlendikten sonra tekrar ışıldamaya başladı.Salonun üst kısımlarındaki duvarlardan üç parça koptu ve bunlar sütuna doğru ilerleyerek alt boşlukları doldurdu.Bundan sonra ışıltı daha da arttı.Yukarıdan düşen parçalar işini yaptıktan sonra üçü de aynı anda sütunun içine doğru kat ederek ortasında birleşip büyünün bir sonraki aşamasını başlattılar.Onun içinde üçünün birleşiminden halka şekli doğdu.İç tarafta yuvarlak şekilden çıkan ışınlar sütunun dış tarafındaki kılıç,kalkan,balta,pul ve hançerin içe bakan kısımlarına yansıdı.Halka, kolonun içinde tabana doğru silindirik bir şekilden inercesine sütunumsu olarak ilerledi.Yoluna devam ederken onun tabanı sivrilip kolonun tabanına değdi.Ve O bu darbeyle çatladı ve bu da aşağıya bir delik açtı.

Bu evreden sonra kılıçlar sütunun içine kat ederek iç tarafta birleşip üç katmanlı bir kılıcı meydana getirdi.Bu oluşumun boyutu gerçek bir kılıçtan farksızdı.Üç arkadaş sütunun dışında bekliyorlardı; içinde bir şeyler oluyordu ama… Üç katmanlı kristal kılıç açılan delikten aşağıya düştü.Nesne deliğe yaklaşırken o kısımdan geçecek kadar boyutsal olarak küçülmüştü.Diğerleri de onun gibi sütunun içine kat ederek orada üç katmanlı oluşumu gerçekleştirip onlar da delikten geçtikten sonra bir avuca sığacak kadar küçüldüler.Delik her geçişten sonra daha da büyüdü.O, yani geçit hançerin gözetiminde,büyüsüyle ve de dünyaya hayaletimsi dokunan ‘ölümsüz el’ in yardımıyla açılmıştı.Silah yine daha önceki yaptığı gibi sütuna yapıştı.Üçü de daha önceki gibi yapışıp içine girdiler.Hiçbiri konuşamıyordu zira silah onların umudu olmuştu.Sevinçle delikten aşağıya atladılar ardından hançerin ışığının tekrar kaybolması onun kapanmasına,sütun ve bölmelerin ve de salonun eski haline dönmesine neden oldu.

Elf ve iki insan aşağıya ayak bastı ve yerdeki kristalimsi nesneleri fark edip topladılar.Elf, kılıç ve hançeri; demirci,kalkan ve baltayı; büyücü ise ejderha pulunu aldı.Bu üç katmanlı nesneler ceplerine girdi.Yine karanlık onları misafir edecekken asanın zayıf ışığıyla ve el yordamıyla kapıyı buldular.Yukarıya doğru sarmallar çizen basamaklardan yürüyüp yorgun argın sonundaki kapağa ulaştılar.Sawnhal kaslı kollarını kullanarak onu açtı ve üçlü nihayetinde yer altından üstüne çıkmayı başardı.

Etrafa göz gezdirirken; “İşte başından beri aradığımız orman arkadaşlar,” diye işaret edip haritayı gösterdi.Diğerleri hemfikir oldular ancak bu yer bekledikleri gibi değildi.Ormanın gördükleri kadarıyla hakimiyet rengi hastalıklı ve griyle daha çok akraba görünen bir yeşildi. Adımlarını attıkları anda hava aniden değişip kararır gibi oldu ve sis ormanda devriyesine başladı.

Temmuz 2008

Çevrimdışı Marjuarane

  • *
  • 46
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Cypraqual: Kolye
« Yanıtla #4 : 07 Eylül 2014, 18:05:50 »
BÖLÜM 5

Elf, cebindeki haritayı çıkarıp arkadaşlarının önüne serdi.Üçlü önlerindeki haritaya bakarken O, şaşkındı zira sadece orman görünüyordu.
“Kahrolası!” diye homurdandı.

Onlar daha sonra patikada ilerlemeye başlarken etraflarında bir kadının çığlığı yankılandı.”Rahatsız edici ses aağ tarafımızdan geldi,” dedi büyücü telaşla.Diğerlerinin ona eşlik etmesiyle o tarafa doğru yöneldi adımları.Gördükleri manzara ise hiç hoşlarına gitmemişti.

Çığlık atan kadın bir ağaç tarafından sarılmış, onun yaprakları eğilip bükülürken üzerindeki açık yeşil elbisenin üst düğmeleri örümceklere dönüşüp çarpık oluşumlar üzerinde hareket etmeye başladı. Yaratıkların gövdesi ve ayakları büyüyüp kollarından ve onlardan bağımsız iskelet gövdelerine dönüştü.Ağaç dalları kollara dönüşen ucube uzantılarıyla kadını sıkmaya devam ediyordu.O kurtulmak için ne kadar debelense de ağacın iskelet parmaklarıyla dolu kökleriyle tırpan gibi tutuluyordu.Yer bir anda bazılarının etlerinin sarktığı,bazılarındaki gözlerin aklarının alınlarına yapıştığı ve birkaçında sadece kandan kararmış ufak parçalara ayrılmış  çatlak derilerin bulunduğu kurukafalarla doldu.Kadının yüzü değişim geçirip başka bir mahlukun simasına dönüşürken o kısım kanla doluyordu.Kuru kafalar örümceklerden oluşmuş gövdeleri orta kısım niyetine başlarıyla bütünleştirip ağacın köklerini parmakları babında birleştirip dallarını da ayakları yerine koyup doğruldu. Kadından bozma yaratığın dolgun vücudu değişip elbiseleri de ufak parçalara ayrılıp atıldı. Kumaş parçaları oluşan iskeletlerin kemiklerine yapışırken gitgide büyüyüp yayılarak onların derilerini oluşturdu.Dişinin bedeni çorak topraklar misali çatladıktan sonra aralarına içinde morlonkların salgıladığı öldürücü kokuya benzeyen iğrenç bir sıvı doldu.Onun dudakları lapa olup dökülürken bu sıvı kuru kafalara akıp ordan bütün bedenlerine yayıldı.
İskeletin oluşmuş parmakları ucube ve keskin tırnaklarını onları izleyen üçlüye fırlattı.Demirci Sawnhall, sütunun bulunduğu yerden aldıkları üç katmanlı küçük kristalimsi nesnelerden kalkanı çıkardı ve o, anında büyüyerek ve katmanlarına ayrılarak büyücü,elf ve insanın tırnaklarla temasını engelledi.Yol arkadaşları arkalarına bir an bile bakmadan tabanları yağlayıp ilk çıktıkları patikaya ulaştılar. İğrenç oluşumlar onları takip etme gereği duymamıştı.

Maceracılar yolda gözlerinde filizlenip bakışlarından meyve veren korkuyla ilerlemeye gayret ederken sis ormana daha fazla sahip oluyordu.

Önlerinden biri gelmekteydi.”Bu ürpertici ormanda dişi bir elf,ne kadar ilginç,”diye fısıldadı demirci.Sözü edilen yol arkadaşlarına doğru yakınlaşırken erkek elfin cebindeki küçük kristalimsi kılıç ve hançer titreşip onun beynine ‘o dişi bir elf değil,o bir yaratık,’ diye söyledi.Bunu önemseyen elf, arkadaşlarını uyardıktan sonra onlar kristalimsi nesneleri hep birlikte ortaya çıkardılar.Onlardan kalkan gibi büyüyerek üç katmanlı kılıcın orta kısmının kesici tarafı uzadıktan sonra üst katmanın kabzası ortadakininkiyle ve alttaki de aynı şekilde ortadakinin ucuyla ve kabzasıyla birleşti.Hançer,balta ve kalkan da değişim geçirdi.Büyücünün elindeki pul ise onlarınkinden farklı olarak biçimini şekillendirip küçük bir ejderhaya dönüşmüştü.Silahlarda bu değişim olurken karşıdan onlara doğru gelmekte olan ellerini uzatacak kadar yakınlaşmıştı.Allinord kılıcıyla hiç vakit kaybetmeden gelene saldırıp onlara doğru uzatılan elleri kesti.Kılıç görevini yerine getirirken ellerin kesildiği yerden sarmaşıklar çıkmış ve bununla beraber de yaratığın dış formu değişirek kendisini yeşilimsi bir renge bırakmıştı.Sarmaşıklar bu mahlukun teninde gezintiye çıkarken yalnız takılmayıp üzerlerinde küçük küçük akrepleri de götürüyordu.Onlar yeteri kadar dolaştıktan sonra durdukları yerde katılaşarak sarmaşıkların dış derilerini kapladı.Elf, bu yeni ucubeyle uğraşırken Sawnhall da takip edilmediklerini düşündükleri iskeletlerin yerden çıkan parmaklarıyla cebelleşiyordu.Büyücü de boş durmuyordu çünkü O da ağacın biriyle kızgın bir muhabbetteydi.Küçük ejderha Kaimeld’ in yanında uçuyor ve ağaca alev püskürterek arada onların sohbetini ateşle kesiyordu.Büyüklük anlamında küçük olmasına rağmen ejderha sohbetin gidişatında baya etkiliydi.Sarmaşık eller garip garip viyaklayarak bir sevgili edasıyla elfe dokunmaya çabalarken kılıç bu birlikteliğin olmamasını sağlamakta kararlıydı.Kara çalı misali aralarına girip kesmekten kendini alamıyordu.Demirci de birbirini ardına çıkan iskelet parmakları tepeledikçe tepeliyordu ancak kapıdan kovsan bacadan girer hesabı birinden kurtulsa başka bir el çıkıp sinirini bozmaya devam ediyordu.Parmakların bazıları o kadar çekiciydi ki insan bu cazibeye fazla dayanamayıp yere düştü.

Allinord sarmaşıkları kestikçe kesmesine rağmen onların boşalttığı yerleri hemen kapmak için yeni gelenler arasında hızlı bir yarış vardı.Ayrıca karşısındaki şeyin yetenek kazanında servis edilmesi beklenen böcek fırlatma da mevcuttu.Birbiri ardına fırlatılan minik yaratıkların bir özelliği vardı ki; kenarları bıçak kadar keskin olup temas ettikleri yüzeyin içine doğru yolculuk edebiliyorlardı.Elf, kılıcını o kadar hızlı hareket ettiriyordu ki ne böcek ne sarmaşık vız gelip tırıs gediyordu adeta ama o, bu durumdan sıkılmaya başlamıştı.

Yol arkadaşları onlarla mücadele ederken sisin ormandaki hükümranlığı gittikçe artıyordu.Büyücünün ağaçla yaptığı sert muhabbetten sıkılan ejderha arada değişik olsun diye demirciye yardıma gelip; önce iskelet parmaklara alev kaplaması yapıp işçiliğini sergilemiş ama bununla tatmiş olmamış üzerine desen olarak ta biraz asit işleyivermişti. Bunun sonucunda iskelet parmaklar erimekten kendini alamadı.Büyücü de iyice konuşmadan sıkılmış ve ağacı yakıp kavurmuştu.Görünüşe göre Kaimeld’ de ateş topu bolluğu vardı ve Allinord sarmaşık yaratıkla mücadele ederken Ona; şu toplarından bir bukette şu ucubeye fırlat şeklinde bir bakış attı.O da ‘başım üstüne’ babında ateş toplarını sıkıntı veren ne idiğü belirsize gönderdikten sonra O, alevler arasında kaldı ve yandı, gitti… Rüzgarla savrulan külleri sisin hakimiyeti altına girdi.Onlar bu mücadelelerden sonra yorgun argın çöktü bir yere.

Bu hoşlarına gitmeyen ormanda ilerlemek zorundalardı.Tüm dikkatleriyle yürürken biraz uzaklarında sis kümelendi. “Önümüzde toplanan bu bulut bizi tebrik etmek için oluşmadı herhalde değil mi?” dedi elf ve öbürleri de bu yoruma şiddetle katıldılar.

Sis şekillenmekte o kadar aceleciydi ki yol arkadaşlarının karşısına iki devasa trol sürmüştü.Onlar ise silahları hazır ve nazır bu yeni gelen tehditle yüzleşme aşamasındalardı.Elf, sahip olduğu oklarını savurduktan sonra onlar yaydan çıkıp hız kazanıyor ve trollerin kalın bacaklarıyla buluşuyordu.Onlar bu okları tersleyerek hiç umursamadı ve yaklaşarak bir tanesi balyozunu elfe salladı.Allinord sıratarak sahaya ikinci oyuncusu kılıcı sürerek sert bir karşılık verdi. Silah, trollerin balyozuna göre küçük olmasına rağmen sahnede rol almaya başladıktan sonra karşısındaki rakibe göre yani boyut olarak nabza göre şerbet veriyordu ve onu kağıt zannedip kesti.Sahaya bir başkası müdahale ederek baltasını trolün bacaklarından birine batırdı.İkinci trol bedeninden bu yapışkanı kovmaya çalışırken ejderha ise sırtında pençeleriyle aşık atıp tırmalıyordu.Büyücü ise oyuna daha müdahale etme zahmetine girmemişti ancak rakiplerine yardım için kafası ork olan ve kanatları çarpık çurpuk başka bir ucube çeşidi dışardan müdahil olunca o da oyuna ağırlığını koymak zorunda kaldı.Ejderhasından yeni gelene hizmette kusur etmemesini söyleyip bu misafiri en iyi şekilde karşılamasını da istedi.Allinord ise boş durmuyor ve çöpçatanlığının zirvesinde oklarından birini trolün gözüne nişanlamış ama O, bu ilişkinin yürümeyeceğini ise ona dokunmak için yanıp tutuşan tutkulu sevgilisi arzusuna kavuşunca ve bu durum oldukça acı verince anlamıştı.Büyücü tekrar geriye çekilmiş yine de çorba biraz daha tuzlu olsun diyerek avuçlarından çıkan yıldırımları trolün bir tanesine de göndermek adına geri durmamıştı.
Havadaki ortamla beslenip büyüyen ve yakıcılığı kuvvetlenen bu ışınlar yaratığa çarpıp onun ateşini yükseltti ve alevlenen trolü oyun dışı bıraktı.Bir bacağı kesik olduğu halde elfin baş belası diğeri ise yumruğunu savurdu. Ondan kaçınmasını bilen rakibi ise rüzgarına kapılmaktan kendini kurtaramadı ve yere savruldu.Havadaki iki kanatlının mücadelesinde ise hamle sırası ork kafalı kuştaydı; amacı ejderhanın kanatlarından birini delmekti ama karşısındaki buna hiç ehemmiyet göstermemişti.Oyuna hile karıştırıp alev çıkardıktan sonra kuşun kanatlarını yaktı ama hamlesinin finalini yaratığın ork kafasının kalanıyla birleştiği yeri pençeleyip uçurarak gerçekleştirdi.Orkun kafası ise lanet olsun diyerek aldı başını gitti bir yerlere.Kalan trol, son bir hamleyle yerde yatan elfin üzerine düşmek için hareketlendi ve tam ezip püre yapacaktı ki kılıç yine araya girip Onun karnını yardı.Altından demircinin yardımıyla sürünerek çıkmaya çalışan elf bir anda ork kafasıyla bakışırken buldu kendini.Üzerindeki yükten kurtulup rahatladıktan sonra onu ormanın derinliklerine postaladı.Onlar iki trolü de yakıp sisin içine biraz daha kül kattılar.

“Bu lanet ormanın bizimle ne alıp veremediği var?Bizden ne istiyor?” diye söylendi demirci.
“Cevabını bilmediğin ve alamayacağın soruları sormaktan ne anlıyorsun anlamıyorum,”
“Homurdanmakta mı yasak büyücü,”
“Boş boş konuşmayın,devam etmekten başka çare yok,çıkış yolu bulmalıyız,”
“Farkında mısın elf, bu cümle de senin diline pelesenk oldu ama devamı gelmedikten sonra bize bir yarar sağlamıyor,”

Üçü boş laflarla karınlarını doyururken kesik ork kafası ağacın birinin yapraklarından ve dallarından kendine yeni bir beden oluşturmuştu.Bir de görünüşe göre pençeli elinde bir balta vardı.Yolları sola kıvrılan maceracıların arkasından sinsice yaklaşmaktaydı.

“Bu ormanın çıkışı nerede?” Demirci konuşuyor ama diğerlerinden ses seda çıkmıyor ve ejderhanında muhabbetine doyum olmuyordu.Buna karşın onlar ilerledikçe ormandaki kötülüğün sesi artuyordu adeta.Bunun ilk şiddetli olanı elfin omzuna bir ok saplama şekliyle yol arkadaşlarına kendini gösterdi.Allinord feryat figan bağırırken; “Bğırıp durma Elf! Bu ucube yerdeki diğer acuzeleri başımıza toplayacaksın!” diye onu payladı Sawnhall.Elf bu sözü dikkate aldıktan sonra okların vızıltısı kulaklarına daha fazla gelmeye başlamıştı ama bunlar onlara ulaşmıyordu  zira büyücü arkadaşları bir saydam duvar oluşturmuştu.Unuttukları şey ise onun kendileri bakan tarafında bir orkun olmasıydı.

O, tek hamleyle işi bitirmek adına Sawnhall’ın sırtına saplama hareketinde bulundu ancak demirci, öyle kolay lokma olmadığını ani bir dönüşle onun kafasını uçurarak talihsiz yaratığı apaçık göstermişti.Büyücü, duvarı oluşturan kalkan büyüsüyle meşguldü ama darbelerin sayısı ve şiddeti arttıkça o çatırdıyordu.Bu büyünün bir özelliği ise içeriden dışarıya müdahale edilebilmesiydi ki okun, omzuna o kadar bağırmasına rağmen zarar vermediği anlaşılan elf, oklarını birbiri ardına yeni gelen ziyaretçileri bir grup insanın üzerine salıyordu.Kalkan büyüsü gittikçe zayıflarken saldırganların sayısı arttıyordu.Ejderha, onların yanlarında olmadığı için yol arkadaşları şanslıydı.Büyücünün işaret etmesiyle O, bu rahatsızlık veren kendini bilmez misafirlere müdahale etti ve onları ateşiyle tanıştırdı.Büyücü bununla yetinmemesini ve ormanı tamamen yakmasını istedi ondan.Orman yandıkça ne kadar çoğalırsa çoğalsın yakanın yakıtı hiç bitmiyordu.Buna karşın yoğun duman sisin daha büyük ortağı olacaktı ki rüzgar araya girip onları dağıttı.

Bundan sonra onlar kendilerini ormanın çıkışında buldular öte yandan yine unutmuşlardıı ork kafasını.Çıkışı bulmalarına rağmen önlerinde inanılmaz şekilde bir duvar vardı.Diğer ikisi onun üzerinden atladıktan sonra elf de bunu yapacaktı ki onları hiç bırakmamakta kararlı ork, pençeli eliyle onun sırtını tırmaladı.Yine de yaralı halde diğer tarafa geçmeyi başaran elfi, ikisi hemen yere yatırıp sırtını açtıktan sonra derin ve çürümekte olan yaralarına tanık oldular.Önlerinde bir nehir ve ardında da bir kule görünüyordu.Elfin dudakları gitgide daha fazla morarırken Büyücü, demirciye suya gidip kenarından taş getirmesini istedi.

Onu alan Kaimeld, cübbesinin cebinden çıkarttığı pulu taşa sürterek yaralara dokundurdu.Onun taşa bahşettiği sıvının yüzeyiyle birleşip nüfuz etmesiyle elfin yaraları kapandı.Bu arada nehir kenarından bazı taşlar dışına taşmıştı.Suların yardımı ile onlar şekil değiştirip küçük küçük golemlere dönüşüyordu ama yol arkadaşları bu durumun farkında değillerdi.Bunlar üçlüyü rahatsız edecek şekilde hareketlerde bulunmayıp tekrar nehirle kucaklaştı.Onları karşılamaktan memnuniyet duyacak nehrin diğer tarafında misafirleri vardı ki bunlar konukseverliklerini mızrak fırlatmakla gösteren barbarlardı.Büyücü hemen önlerindeki suyu kaldırıp atılanların ona gömülmesini sağladı.O ve diğer ikisi bu fırsattan yararlanıp karşıya geçti.Elf, bunu yaparken hançerini fırlatmış ve üç katmana ayrılan nesne üç barbarı halletmişti.Büyücü ateş toplarıyla ve ejderha da alevleriyle kalanların icabına bakmıştı.

Onlar kulenin kapısına yakınlaşırken arkalarındaki takipçileri küçük küçük golemlerin farkında değillerdi.Yapıya rahatça girip ilerlerken üç arkadaş kendilerini zindanda buldular çünkü yürüdükleri alan açılmış ve onlarda düşmüştü.Yine sadık dostları zifiri karanlıkla kucaklaştılar ve büyücünün sağladığı cılız ışıkla etrafı incelemeye çalıştılar.Üçlü bu araştırmayı yaparken bulundukları hücrenin duvarlarından içe doğru sivri uçlar çıkmıştı.

Zindandaki diğer hücreler de karanlık görünüyordu.Büyücü, ateş toplarıyla parmaklıkları eritmeye çabalıyor ancak onlar bana mısın demiyordu çünkü küçük küçük golemler onların yapısına nüfuz edip taşlaştırmıştı.Karşı hücrelerdeki karanlık gün yüzüne çıkarken görünüşe göre yoktan var olan canavarlar türüyordu.Onlar dört çeşitti; bir emici, kafası morlonk bedeni yırtıcı bir ucube, ağzından asit damlayan kertenkeleden bozma bir sürüngen ve kurt adam.Parmaklıklar bunlar için engel değildi.Yine ilk olarak sadağı hiç boş kalmayan zehirli oklarını savurdu elf. Oklar kurtadamın üzerine adeta yağarken balta ise morlonk kafalı yaratığa isabet edip yırtıcının pençesini kopardı.Diğerini kullanan acuze, ejderha engeline takıldı.Ancak alev kusan, yırtıcının kürküne pek zarar verememişti.Hem yol arkadaşlarının kendi güçleri hem de silahlarının etkileri azalıyordu.Onlar buna bir anlam veremezken ucubenin tek pençesi ejderhanın kanadını yarmış ve bu saldırıdan kurtulamayan yaratık ağır hasar almıştı.Büyücünün parmaklarından çıkan yakıcı ışınlar ona dokunup cızırdatmasına rağmen yıldırımların etkisinin azalmasından mıdır yoksa kulenin gücünden midir yaratığın savaşması için engel teşkil etmemişti.Kurt adam, bir sıçrayışta elfin saldırısından kurtulup onun omzunu yardı.Kılıcı elinden düşen, hücrenin içine doğru gerilerken sırtına batan sivri uçları geç fark etti.Girenler önden çıkıp elfi öldürmüştü.Diğer ikisi kendi mücadeleleriyle meşgul oldukları için gözyaşı dökecek zamanları yoktu.

Savaşa tekrar müdahil olan ejderha, kurt adamı asit yağmuruna tuttu ancak yaratığı onun etkisinden kurtaran emici arkasından sinsice yaklaşıp pullarını deşmiş zaten yarası olan da zemine düşmüş ve yanına yaklaşan sürüngen de onu karanlığa yollamıştı.Kalan ikili onların bulunduğu yere giren canavarlardan  sonra parmaklıkların ortadan kalkmasıyla hücrenin dışında yaralı bir şekilde mücadele verirken yukarı çıkan merdivenlere hareket etti.Onlar ulaştıklarında emiciyle karşılaştılar.Gönderilen ateş topundan kaçan atanı yakalayıp aşağıya yuvarladı.Sawnhall asit püsküren sürüngenden kurtulmak için kalkanını kaldırdı ama nesne buna dayanamayarak kendini koyverdi.Bu sefer baltasıyla saldırıya geçen demirci yaratığın kuyruğunu kesti ama o kendini yeniledi.Aşağıya yuvarlanan büyücüyü yakalayan kurt adam onu parça parça etti.Tek başına kalan ve yaraları oldukça fazla olan insan ışıltılı hançerini emiciye fırlattı ama o, rakibine saplanmış olmasına rağmen pek de zarar vermemişti.Tepesindeki duvarda ise kurt adam yürürken yakınına da sürüngen geliyordu.Yukardaki sırtına atlamış ama ondan kaçınmayı becermişti de sürüngenin asidinden kurtulamamıştı.Artık O da yolun sonuna gelmişti.Kulenin duvarlarına gerilemiş ancak oraya tırmanan emici onu tutup aşağıya atmıştı.Yere çarptıktan sonra savaşçının kanı nehre akarken ölen iki arkadaşı tekrar dirilmiş ve onun yanına gelmişlerdi. Sonra o da dirildi. Üçü de kapkara bir zırhla kaplıydı.

Ormana kolyenin kullanılmasıyla bir süreliğine açılan boyut kapısından - bu nesnenin gücünün tek yan etkisi değildi-  dokunan ve onları tekrar dirilten ‘Karanlık Ölümsüz’ ün ölümlülerin tabiriyle eliydi bu marifeti sergileyen. Marjuarane o kolyeyi kullanarak Cypraqual dünyasına neler yaptığını bir bilseydi…

Temmuz 2008

Çevrimdışı Marjuarane

  • *
  • 46
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Cypraqual: Kolye
« Yanıtla #5 : 07 Eylül 2014, 18:07:24 »
BÖLÜM 6

Savaşçının yurdu Chrubergine şehri; Batı’nın en dikkat çeken noktalarından birisiydi hatta kimilerine göre en önemlisiydi.Burada demircilik çok ilerlemiş, bunun yanında değerli taş işçiliği de gelişme bakımından olmasa da dünya ile kıyaslandığında bir çok yere göre daha iyiydi.Cypraqual’ da, dağınık şekilde birbirinden bağımsız kendi çaplarında mücadele eden şövalye grupları bulunurken onların kullandıkları kılıçların, kalkanların, ok uçlarının temin edildiği yerlerin en başında geliyordu.Dünyanın diğer yerlerindeki nüfuzlu adamların kızları,hanımları burada üretilen bileziklerin, gerdanlıkların, künyelerin, küpelerin, kolyelerin ve yüzüklerin en önemli alıcılarıydı.Bu şehirde, işçilik çok hünerliydi ve onlar dünyanın neresinde olursa olsun adamlarını,hizmetkarlarını göndererek –ejderhaların ve yardakçılarının tehlike arzetmesine rağmen- yollar korkuyla yüklü olsa da zor şartlarda mücevherleri satın alıyorlardı.Söylentilere göre dünyanın diğer sakinleriyle ilgilenmeyen Batı ve Doğu Krallığı olarak ikiye ayrılmış elflerin Doğu Kralı Wairacas’ ın asi,söz dinlemez ve macera düşkünü; koyu kızıl saçlı,gök mavisi gözlü,güzeller güzeli kızı Desurun,babasından habersizce hizmetkarlarını buraya göndererek bir kolye satın almıştı.Batı ile Doğu arasında casusluk yapan Swaclon adındaki elfe göre, Prenses’ in bizzat kendisi bütün tehlikeleri göze alarak gitmişti.Demircilik ve taş işçiliği,Batı’nın sahibi olarak kendini gören Siyah Ejderha’ nın şehri kuşatma altına almasıyla büyük oranda sekteye uğramıştı.

Bugün, şehri teslim etmesi için Bilge’ ye verilen sürenin son günüydü.Chrubergine’ nin dışında simsiyah, büyük bir alana yayılmış topluluk görünürken takviye kuvvetler geldikçe geliyordu ki bunlara bir kaç ejderha da dahildi.Onlar, adamların üstlerinde uçuyor ve bekliyordu.Bilge de bekliyordu.

Kış yaklaşmasına rağmen hava çok soğuk olmasa da serindi.Bugün ise sıcaklığın daha çok yüzünü gösterdiği zamandı.

Kuşatanlar arasında herhangi bir canlının hayatını önemsemeyen paralı askerler, bağımsız şövalye gruplarından bir tanesi, yer altında yaşamayı sevmeyen bazı kötü niyetli cüceler,yurtlarından sınırdışı edilip kovulan elfler, ayrı bir grup şekli bozuk imalat hataları ucubeler ve bir başkası yağmacı orklar bulunurken bunlara da Siyah’ ın deneyimli askerleri komuta ediyordu.
Akşama şehir kendi eliyle teslim olmazsa ağızlarının suyu akan ve bir o kadar da beklemekten sıkılan kuşatmacılar saldıracaklardı.Ejderha için önemli olan ise ister teslim ister edilmesin şehrin her şekilde alınmasıydı. Yöntem ne olursa olsun fark etmiyordu.

Şehire ise huzursuzca etrafta dolanan sessizlik ve yandaşı endişe hakimdi.Yaşayanların bir çoğunun bakışlarına kurulan korkulu bekleyiş, ejderhaların görünmesiyle yerini sağlamlaştırıyordu.

Chrubergine kentindeki tek söz sahibi olan Bilge’ nin gözlerinde, korkuya dair hiç bir iz bulunmazken bu görünüşü sert bakışlarından,yaşayanların ondan sonra en çok saygı duyduğu büyücü,yeni gelen beş beyaz giysili insan ve diğer ileri gelenlerin yüzlerine yansıyordu.Bu arada Kırmızı Ejderha Dacassyre’ nin yeşil ziynetini çalmaya giden savaşçı Marjuarane’ den hiç haber yoktu.Büyücü, diğer ileri gelenlerle muhatapken Bilge de yeni gelenlerle istişare halindeydi.Bu beş giysili insanın buraya nasıl geldiği muammaydı zira onlar, Bilge, savaşçı Marjuarane ve iki arkadaşını yolculuğa salık verdiği gün, yardım etmeleri için daha önceden gönderdiği çağrıyla gelmişlerdi.Diğerleri bunlardan uzak duruyordu. Aralarında geçen bir çok sohbetin içinde, bu yabancıların üstlerinden garip bir soğuk ve tüyler ürperten bir duygunun aktığı düşüncesi bir çok ağızdan seslendirilmiş diğerlerininkine misafir olmuş kimilerinde ise yatıya kalmıştı.Büyücü ise bunlara karşı sıcakkanlıydı çünkü onların kim olduklarından ve neden geldiklerinden haberdardı.

Bilge, yabancılarla konuştuktan sonra ötekiler ve büyücü ile beraber kütüphaneden çıktı. Binanın dışında bekleyen deneyimli şehir savunucuları ana kapının oraya daha önceden konuşlandırılmış şövalye gruplarından birinin yanına gönderildi.Önemli olan nokta ana kapıydı ve tamamiyle müdahale başladığında mümkün olduğunca dayanmalıydı ki denize kıyısı olan şehir o taraftan da güvence altına alınmalıydı.Bunun için bir kaç kuvvet de oraya yerleştirlmişti.

Sürenin sonuna gelindikçe şehirde yaşayanların üzerinde korkunun derecesi artarken kuşatmacılarda da yağma heyecanı tavan yapıyordu.Deniz kıyısının ilerisinde korsan gemileri bulunuyor ve onlar da bu yağmadan pay almak istiyordu.Kağıt üstünde kuşatmacıların gücü daha fazla görünürken dışarıda yüzlerce kan düşkünü ölümlü düğmeye basılmasını bekliyordu.

Kuşatanlardan bir kaç paralı askerin gözüne şehrin dışındaki tepelerin birinden inen bir toz bulutu çarptı.Bu görüntü uzaktaydı ancak bir hortum misali hızla onlara doğru yaklaşıyordu.Yakınlaştıkça dağılıp belirgenleşen bu bulutun içinden üç kapkara ata binmiş kara giysili ve kara zırhlı çıktı.Atların toynakları toprağa bastıkça yeri grileştiriyordu.Bu değişim topluluktaki diğerlerinin de dikkatini çekti.Üç kara zırhlının amacı Chrubergine şehrine girmekti lakin önlerindeki geniş bir alana yayılmış büyük bir kalabalık engel teşkil ediyordu.Onların gelişiyle bir anda hava kara bulutlar yönünden zenginleşirken yanında getirdiği sert rüzgarın soğukluğunu da üzerlerine yüce gönüllüğüyle dağıtıyordu.

Kara zırhlılar anladı ki bunlar geçit vermeyecekti.Soğuyan ortamla atlar durdu ve burunlarından çıkan nefes havaya karışıp toynaklarının bastıkça grileştirdiği toprağa düştü.Yerden üç kapkara dumanımsı şekil yükselip üç keskin dişli kapkara köpeğe dönüşen bu biçimler, kara zırhlıların hareketiyle kuşatanların üzerine saldırıya geçti ancak onlara ulaşmadan ortadan kayboldu.Siyah’ ın adamları şaşkınlık içindeydi; Bunlar da neydi böyle? Bu yabancılar da kimdi?

Bir çoğunun düşüncelerinde bu iki soru gezintiye çıkmış yeni gelenlerle amaçsızca dolaşırken liderlerininkinde ise acaba bunlar şehirde yaşayanlara yardım etmek için mi geldi fikri bir anlamın limanına ulaşmıştı ama onlar da bundan emin değildi.Kara köpekler kaybolunca huzursuzca güldüler.Daha fazla yaklaşmalarına izin vermeden liderlerinin emriyle okçu askerler oklarını saldı.Onlarcası yabancıların üzerine yağarken komutan korkuya kapılmış ve haddinden fazla ok gönderlimesi emri vermişti.Yerinden kıpırdamayan ve kalkan kullanma lüzumu görmeyen kara zırhlıların ve atlarının üzerine yağmur misali inen oklar teker teker hepsine saplandı.İsabet eden oklarıyla sevinenler bir süre sonra bu kadar fazlaca saplanmasına rağmen bu yaratıkların ve bineklerinin yere düşmeyip bir heykel gibi sabit durmalarıyla korkunun en derin dehlizlerine sürüklenmeye başladılar.Bunlar her neyse ölmeleri gerekirdi ancak bekledikleri olmamıştı.

Oklar, atların derisine ve kara zırhlıların tepeden tırnağa her tarafına saplanmıştı.Metalimsi sivri uçlu oklar zırhlara değdiği anda, saplarına doğru eriyerek ve elbise içine kat ederek aktıktan sonra onunla bir oldu.Atların derisine de aynısına yapan metalimsiler zırhlardan farklı olarak hayvanların dış kısmından içine doğru her tarafını eriterek onların tamamen toprağa akmasına neden oldu.Akışkanlaşan bu yaratıklar gri toprağa karışıp altında ilerlemeye başladı.Bu sırada da üç karanın derisi olan zırhların dışa verdiği ısıyla saplanan okların birebir sayısına göre havada serbest halde hareket eden damlalar çıktı.Bunlar sert rüzgarın öpücüğüyle katılaştıktan sonra bu boyuta ait olmayan yabancıların direktifiyle okçulara yönlendirildi.İlerlerken uzayıp ok şekline dönen bu damlalar, yol aldıkça ucundan sapına doğru alevlenip teker teker onlara saplandı.Vücutlarına dokundukları anda ateş virüs misali çoğalarak bedenlerini yakıp küle döndürdü.

Köpekler, kara zırhlılardan birinin hareketiyle adamların ortalarında bir anda peydah olmuştu.Onların ortaya çıkmasıyla ne olduğunu anlayamayan Siyah’ ın deneyimli komutanları dahil diğer kuşatmacılar, oraya buraya kaçışmaya başladı.Özellikle şekli bozuk ucubeler ve korkmadıklarını göstermeye çalışan gururlu ahmaklar, kılıçla, baltayla,mızrakla saldırmalarına rağmen bir sonuç elde edememiş ve lime lime olmaktan kurtulamamıştı.Müdale olduğunda sise dönüşüp ortadan kaybolan bu oluşumlar, tekrar sahneye çıkıp hiç durmadan parçalamaya devam ettiler.Bozguna uğrayan kalabalıktan bir çoğu,neresi olursa olsun bu dehşetten kaçmaya çalıştılar ancak takviye kuvvet olarak çağrılan ve kuşatma esnasında bir zorlukla karşılaşılınca askerler arasında sızmaları önlemek için ve onların kargaşaya düşmemeleri için gönderilen ejderhalar tarafından geri sürüldüler. Topraktan çıkan gri kökler de sıvışmalarını engellemiş ve çevrelerine duvar örmüştü.

Ejderhalar,daha müdahelede bulunmamış ve şaşkınlıkla, biraz da yavaş yavaş üstlerine yerleşen korkuyla ve kendi derilerini de düşünerek ne olacağını bekliyorlardı.Herhangi bir ölümlünün hangi ırka mensup olduğunu gözetmeksizin yabancılar bir çoğunu parçalamış ve onları yakıp kavurmuştu.Gri kökler de ayaklarına sarılıp ağızlarından girdikten sonra kafataslarından çıkıp vücutlarını parça parça edip yok etmişti.Alan, çok fazla zaman geçmeden ceset parçalarıyla ve yanarak ölenlerin külleriyle dolmuştu.

Bunlardan ayrı duran orklar, çıkış yolunun olmadığını, buradan kaçamayacaklarını anlamış ve bu dehşetle yüzleşmek için üç kara zırhlıya doğru saldırıya geçmişlerdi.Pis baltalarıyla yanlarına yaklaşamadılar bile zira görünmeyen bir duvara çarpmışlardı.Yarısı onun dışında kalırken yarısı içine girmişti.
Duvarın dışında kalanlarsa gri köklerle ve kara köpeklerle muhatap halinde olurken bu vahşet yüklü sohbet onları kısa zamanda karanlığa yolladı. Duvarın içinden geçenlerse boyutsal bakımdan küçülüp böceklere dönüşüp kara zırhlıların ayaklarının altında püre olduktan sonra buharlaşıp görünmeyen kalkanın içine aktılar.Yaratıkların birinin elindeki üç katmanlı kılıcın kabzasının oluşturduğu bu büyülü kalkan tekrar yuvasına geri döndü.

Sonunda ejderhalar sahneye adım atmak zorunda kaldılar çünkü şehrin daha kolay alınması için gönderlilen bu yaratıklar, kaçarak olumsuz bir haberle Siyah’ ın gazabıyla karşı karşıya gelmek istememişlerdi.Dördümüzün ateşi bunları yakıp kavuracaktır düşüncesiyle gözlerinde az da olsa korku emareleri bulunmasına rağmen taarruza geçmek için hazırlanmaya başladılar.Üç yabancı çok kısa bir sürede kuşatanların tamamının işini bitirmişti.Şehir surlarından bu olağanüstü vahşete şahit olanlar küçük dillerini yutmakla kalmayıp ana kapıdakiler de dahil,korsanların haber alıp hemen arkalarına bakmadan kaçtığı deniz kıyısına doğru koştular.Şehirde yaşayan diğerlerine de haber ulaştırıldıktan sonra hepsi neresi olursa olsun kaçmaya başladı.Bilge, bunları duymuştu ancak O ve beş giysili insan yerinde kalmıştı.

Üç kara zırhlı havada pike yapan ejderhaların, üzerlerinde korku uyandırmaya çalışan gözlerine baktılar ve kahkahaya benzemeye gayret eden bir ses çıkardılar.Birinde üç katmanlı kılıç ve hançer, diğerinde kalkan ve balta ve üçüncüsünde de kara bir ışıltı yayan simsiyah bir ejderha pulu vardı.

Dört kırmızı ejderhadan oluşan bu grup, aynı anda bunların üzerine alev kustu. Kara zırhlılar da karşılık olarak onlar tam nefeslerini aldıkları zaman elerinde bulunan büyülü silahları pul dışında hayvanlara doğru fırlatmıştı.Dört nesne de katmanlarına ayrılarak birbirleriyle birleştikten sonra akışkanlaşıp bir kalkan oluşturmuştu.Alevler, süvariler misali onu kızıla döndürdü ancak etkisi sadece renk değişimi olmuştu.Pulun ışıltısının kalkana dokundurulmasıyla duvar ayrışıp tekrar silahlara dönüştü.Bu sefer ellerinde tuttukları silahlardaki fark ise ejderhaların ateşiyle kızıla dönüp ateş saçmalarıydı.Bir çok ölümlüyü midelerine indirmiş, köylerini kasabalarını hiç düşünmeden yakmış bu zalim yaratıklar,tekrar alev kusmadan üzerlerine doğru bunları fırlattılar.Hızla ilerledikçe ateş saçan parçalara ayrılan bu silahlar dört ejderha da gökte ayrı ayrı konumda olmalarına rağmen onların pullarına ve derilerine yapışıp kılcal damarlar misali kanatları dahil, gövdelerine,kafalarına, kuyruklarına yayıldı.Dördü de gökten yere doğru acılar içinde kıvranarak yanan meşalelere dönüp gri köklerin mızrağımsı kucağına düştüler.Feryat figan eden çığlıkları da dahil yanıp kavruldular.Kara zırhlılardan birisi onların küllerin topladı.

Kanla bulanmış ceset parçalarının üzerine yapıştığı kökler,silahlar tekrar eski haline döndükten sonra ortadan kaybolurken daha tiksindirirci olarak atlar tekrar alanda meydana çıktı.Üç ne idiğü belirsiz mahluk üzerlerine binip ana girişe yöneldi.Büyücü tarafından efsunlanan kapıya ve surlara dokundukları anda hepsi parçalandı.Cücelerin yonttuğu oldukça sağlam ve sert taş ve tahta parçalarının havaya uçuştuğu ve döndüğü ortamın içinden şehre giriş yapmışlardı.Ortalıkta dolanan bu kabusun sağladığı kesif sessizlikti.

Atların toprağa bastıkça grileştirdiği topraktan koyu grilik her tarafa yayılırken arkadaş olarak ta ölenlerin feryat figanlarını yanına alıp binalar dahil her tarafa nüfuz edip çürütürken iğrenç kokuların birleşimini salıyor ve şehri aynı renge döndürüyordu.Kara zırhlılardan birinin gönderdiği siyah bir bulut rengin içine girdikçe kapkara dumanlar havaya yükseliyordu.Kenti asap bozucu bir yanın kokusu kaplarken ve ölenlerin çığlıkları dört bir yanında kol gezmeye başlarken yabancılar aradıkları binanın yanına yani şehir kütüphanesine ulaştılar.
Binanın önünde beş beyaz giysili insan ve Bilge onları bekliyordu.Duyanları dehşete düşüren ve deliliğin derin yerlerine kadar götürecek olan çığlıklar,onlara çok fazla etki etmiş görünmüyordu.Öte yandan savaşçıya kolyeyi veren büyücüden eser yoktu.Kütüphanenin ilerisindeki demircinin kapısının önünde pejmurde görünüşünü pespaye giysilerle tamamlayan biri oturuyordu.Çığlıklar yavaş yavaş onun kulaklarına yaklaşırken bu dilenciden ne kara zırhlıların ne de diğerlerinin haberi vardı.

Yabancılardan elinde pulu tutan binanın önündekilere hitaben;
“Sizin kim olduğunuzu ve ne olduğunuzu biliyoruz.Yanılsamadan vazgeçin ve gerçek yüzlerinizi ortaya serin Bizim gözlerimiz ölümlüler gibi değildir,” dedikten sonra oldukça tüyler ürperten tınıları bulunan bir kelime söyledi.

Beş beyaz giysili insan ve Bilge’ yi tutan büyü çözülmüş ve beşi, beyaz ejderhalara dönüşürken Bilge diye çağrılan ise bunlardan daha büyük,güçlü ve zalim olan metamorfoz öncesinden gelen,Güneyin sahibi olarak kendini gören kadim ejderha Beyaz’ ın birinci adamına dönmüştü.Şehirde kimse kalmadığı için buna şahit olan ve diğerlerinin umursamadığı dilenciydi.Kulaklarına nüfuz eden ölenlerin özellikle de dört ejderhanın can çekişen ruhlar misali dolanan çığlıklarına engel olmaya çok uğraşsa da, kızıl gözlerinden simsiyah yaşların dökülmesine mani olamamıştı.O, Bilge denen insanın değişimini gördükten sonra çok şaşırmış ve çok kızmıştı.

Büyük Beyaz, ölümlüler arasındaki adı Schmarte olan ejderha Kuleler Şehrinden haberdardı.Orayı koruyan liçleri halledecek olan onların değerinde güçlü ruhlara ihtiyacı vardı çünkü bu efsanevi şehirde metamorfozun olmasına neden olan tanrıların o esnada yeni oluşan dünyanın çeşitli yerlerine attıkları büyülü ve onların nefeslerinden mamul biri bulunuyordu ki onlar da bunu koruyordu.Bu, metamorfoz olmadan önce kötü yaratıkların boyutundaki adıyla,karanlık ölümsüz olarak bilinen kötü tanrı Asdachen’ e ait olan onbir kristalden birisiydi.Bunu arayan sadece Schmarte değildi.

Beyaz, bu büyücülerin lanetlenmiş ruhlarını halledecek karşı güç olarak ejderha ruhlarında karar kılmış ve Kırmızı Ejderha Dacassyre’ nin avladığı ve öldürdüğü ejderhaların özlerini hapsettiği, yeşil ziyneti duymuş ve onu elde etmek için kendine göre bir yol kurmuştu.Ayrıca, O da neden kırmızının kendi türlerini avladığını bilmiyordu ama şöyle bir çıkarımı vardı; ‘Acaba Dacassyre de Kuleler Şehrini arıyor olabilir mi?’
Onunla savaşmak istemediği için Chrubergine şehrindeki Bilge kılığında bulunan, bir başka beyaz ejderha olan, çok güvendiği birinci adamına görev vermişti.O da Marjuarane adındaki yurtsever ve gözüpek savaşçıyı, bu iş için seçmişti.Bir insan fark edilmezdi ve onun kaybı da hiç önemli değildi.

Büyücü de Bilge’ nin bir diğer yansımasıydı.Beyazın birinci adamı, şehirde hem kütüphanenin sahibi hem de büyücü kılığındaydı.Beyaz bu sayede dünyadaki diğer güçlü büyücülerin ne yaptıklarından ne tür entrikalar çevirdiklerinden büyük olasılıkla haberdar olabiliyordu.

Kolyeyi veren büyücü,dünyadaki güçlü büyücülerin oluşturduğu gruba üye birisinin kılığındaydı.Beyazın birinci adamının kendi yansıması, kolyenin ne kadar güçlü olduğunu bilseydi...

Üç kara yaratığın karşısında altı tane beyaz ejderha uçuyor ve korkularını bastırmaya çalışan maskeyle onun yerine korkutucu olmaya gayret eden gözlerle onları süzüyordu.Yabancılar ise atlarından inmiş ve alay ihtiva eden bakışlarla aynı oranda onlara karşılık veriyordu.Altı tane beyaz, aynı anda farklı noktalardan fırtına tadında buz kustu. Şehrin dışında yanarak ölen ejderhaların külünü toplayan kara zırhlı, anında onları büyüle kıvranan havaya fırlattı.Fırtına ulaşmadan çok hızlı bir şekilde diğerinin elindeki puldan yayılan kara ışıltı, havada kümeleşen ve onların etrafını çevreleyen küllere temas ettiğinde ise ateş duvarına döndü.Buz fırtınası buna çarptı ve o erirken diğer yandan sıvılaştı.Kalkan akışkanlaşırken yabancılardan biri atlara emir vermiş ve onları bu duvara göndermişti.Oradan geçtikten sonra atlar beyazlarla aynı boyutta üç emiciye döndü.Üç beyazla karalar diğerleriyle de emiciler muhattap olacaktı.

Üç beyaz, üç karaya önden,arkadan ve yandan yaralayıcı olmasına oldukça özen gösterdikleri pençeler savurdu ancak boşluğu tırmaladılar.Karalar sise dönmüş ve ejderhalar ne olduğunu anlamak için yere indiklerinde onların yanında bitmişti.Bir tanesi, bu kadar kütlece gelişmiş bir yaratığı hiç zorlanmadan kuyruğundan tutup ileriye doğru savururken bir diğeri, üç katmanlı baltasıyla bacağını biçerken üçüncüsü de üç katmanlı kılıcıyla diğer beyazın kanatlarını yardı.

Yaralanıp uçamayan iki beyaz yerdekilerle mücadele ede dursun fırlatansa tekrar havaya kalkmıştı.Bir kez daha hiç vakit kaybetmeden onu ileriye atana buz fırtınaları gönderdi.Yabancı yaratık ise hemen kara giysisini üzerine çekip altına sindi.Buz ve ayaz sertçe giysiye çarpıp rengini beyaza çevirirken içindekini de buz kadar katılaştırdı.Şiddetli ayaz onu yerden kaldırmış,ileriye savurmuş ardından da onu kütüphanenin duvarlarına bindirmişti.

Bilge kılığındaki bu ejderha, diğerlerine nazaran güçlüydü.Binanın duvarlarına çarpan top şeklindeki buz,tıpkı kristal bir vazonun yere düşüp parçalanması gibi dağılmıştı.Kütüphane, bu darbenin etkisiyle sallanmış ve kuleyi maskeleyen büyü çözülmüştü.

Bina aslında bir kuleydi.Büyücü meslektaşlarıyla görüşürken kule vazifesi görürken Bilge ise şehrin ileri gelenleriyle ve diğerleriyle konuşurken bir kütüphaneydi.Bilge ve Savaşçı kitaplıkların hepsi devrilip içindeki kitaplar ortaya serildiğinde üzerinde yürürken kaybolmuşlardı.Aslında bina dönüşmüştü.

Kapkara dumanlarla iyice kararan bulutlardan yağmur yağmaya başladı.Damlalar dağılan buz kristallerinin üstüne düştükçe onları eritti.Sıvılaşan bu parçalar kapkara birikintiler olduktan sonra sert esen rüzgarın dokunuşuyla birer ejderha pulu şeklini aldılar.Minik minik kara ejderhalara dönüşen bu oluşumlar aynı anda küçük ağızlarından simsiyah sis kustular.Birleşen bu dumanlar kütüphanenin duvarlarına çarpıp parçalanan kara zırhlıyı tekrar oluşturdu ve küçük ejderhalar da parmakları oldu.Bunların hepsi çok kısa sürede meydana gelmiş bu arada yaratığın işini bitirdiğini düşünen beyazın birinci adamı,emicilere doğru harekete geçmişti.

Üç emici, üç beyazla oldukça çetin bir mücadele içindeydi.Emicilerde fazla bir yaralanma göze çarpmazken rakipleri ise çok hırpalanmıştı.Öte yandan diğer ikisi yerde acılara gark olmuş kıvranıyordu.Bu boyuta ait olmayan yaratıkların daha doğrusu onların arkasındakinin gücüne fazla karşı koyamamışlardı.
Bilge kılığında olanın dışında diğer beşi yaşamda son danslarını icra ederken üç emici, göreve sonlandırdıktan sonra yere inip tekrar atlara dönüştü.

Kalan tek beyaz kaçmayı düşünmüştü zira başka çaresi kalmamıştı ancak etrafı duvarlaşan karanlıkla kuşatılmıştı.Tırnakları küçk ejderha kafaları olanın marifetiydi bu.Elini etrafa savurmasıyla minik yaratıkların kustuğu siyah alevler alanı tamamiyle çevrelemişti.Kara zırhlılardan bir diğeri,bu oluşan duvara kılıcıyla dokunmuş ve şehir dışında boyutsal bakımdan küçülüp ezilip buharlaşan orklar saydam şekiller halinde ortaya çıkmıştı.Ayrıca duvardan çıkan sarmaşıklarda hayvanı yakalamış ve yerinden kıpırdamamasını garanti etmişti.

Saydam orklar, yerde can çekişen beş beyazın yanına gidip onlardan birer tane pul aldı ve bunları elinde kara pul olana verdi.O da, elindeki karanlık ışıltı yayan pulu üst üste koyduğu beş tanesinin üzerine yerleştirdi.Kara pulun beyazlarla etkileşiminden sonra onlardan sivri uzantılar çıkmış ve bunlar, onun tarafından, hareket edemeyen ejderhaya fırlatılmıştı.Köşeye sıkışan yaratık sivri çıkıntıları bulunan pulların kafasına,yaralı derisine ve kanatlarına birer birer saplanmasına ve onların vücuduna dalgalar göndermesine engel olamamıştı.Bu titreşimler onun ani kasılmalarla sinirsel hareketlerini kısıtlayıp kaskatı kesilmesine neden oldu.

Üç yabancı yaratık,etkisiz kalan ejderhanın yanına yaklaşırken yavaş yavaş ölmekte olduğunu anlayan beyaz, onlar yakınlaştıkça arkalarındaki gücün silüetini gördü.Sersemletici etkiye sahip dalgalar bu yabancıların öğrenmek istedikleri bilgiyi onun söylemeyeceğini düşündüğü için aklına hükmedecekti.

“Söyle bize Chirraphreix; Kuleler Şehri nerede?” dedi bir tanesi rahatsız edici tonlamayla ve sesi etrafta dolanan ölülerin asap bozucu çığlıklarında yankılandı.Ejderha, titreşimlerin beynine zerk ettiği acıya fazla karşı koyamadı ve onlara duymak istediklerini söyledi.

Bunun ardından yabancılar harabeye dönen Chrubergine şehrinden ayrıldı ve simsiyah bir gemiyle Ascander Denizinde yol almaya başladı...

Dilenci, onlar gittikten sonra bu viraneden çıkarken çok sinirliydi.Batının sahibi olarak kendini gören Siyah ejderha Tischveria, kuşatmayı izlemek için bu kılığa girmişti. Öfkesini alevlendiren ise antlaşma şartlarını bozan güneyin sahibi Beyaz’ ın oynadığı oyundu.Aklında şu soru da yankılanıyordu; ‘Tanrılardan biri geri mi döndü acaba?’

Chrubergine şehri yabancı yaratıklar denizde yol alırken onlar gelmeden önceki haline dönmüştü.Burada hiç kimsenin olmadığı,ne yanık kokuları ne de duydukça deliliğe sürükleyen ölenlerin feryatlarının gezinmediği bir yerdi ki bu ölümlülerin görebileceğiydi.Bu boyuta ait olmayan kolyenin kullanılmasıyla Cypraqual’ a ayak basanlara ise bu dünya içindeki yeni bir boyut kapısının başlangıcı olarak görünecekti.Geçit kilitliydi ve bu savaşta ölenlerin ruhları burada hapisti ki onların gücü kapıyı yerinde tutuyordu.

MART 2010

Çevrimdışı Marjuarane

  • *
  • 46
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Cypraqual: Kolye
« Yanıtla #6 : 17 Eylül 2014, 00:07:51 »
BÖLÜM 7

1

Tanrılar…
Hiyerarşi bakımından en yüksek tanrı, ondan daha aşağı seviyede dört tanrı ve bunlardan güç bakımından daha düşük olanlar…

En yüksek tanrı bir boyut yarattı ve ona da ‘Ölümlülerin Boyutu’ ismini verdi.Sorumlu olarak daha aşağıdaki seviyedeki diğer dört tanrıyı görevlendirdi.Onlar, en yüce tanrının penceresinden bakılınca ölümlülerin bakıcıları ve kendilerinin penceresinden bakılınca onların patronlarıydı.

Yüce Tanrı, aynı boyut içerisinde iç içe geçmiş dört boyut oluşturdu.Her biri ayrı bir boyutta yaşayan bu ölümlüler: İnsanlar, elfler,cüceler ve kötücül yaratımlardan oluşacak ve onlara ayrı ayrı dört tanrı hükmedecekti.

Tanrısal boyuta ait bir materyal insanların dünyasına belli tanrıların yardımları sayesinde Kötülük Tanrısı Asdachen’ in bir planı doğrultusunda atıldı.Bu nesne ölümlülerin dünyasında yaprak şeklinde olup iç içe geçmiş dört boyut arasındaki kapıyı açan maymuncuk ya da anahtar gibiydi.Aralarında Asdachen’ inde bulunduğu dört tanrının onların üstündeki yüce olanın emriyle oluşturulan antlaşma yüzünden dördü boyutlar arasında gidemiyor ve güçlerini de kullanamıyordu. Yani her biri kendi kısmından sorumluydu ve diğerlerine karışamazdı.Ancak Asdachen kendi tarafıyla yetinmek istemiyor ve diğerlerine de hükmetmek arzusundaydı ki bunu gerçekleştirmek adına gizli bir plan yaparak boyutlar arasında gidebilmek için bu ilahi nesnenin insanların boyutuna gönderilmesini sağladı.

Tanrıların bulunduğu yerde geçen süre onların güç sayılarının birbirlerini dengelemesi ile oluşan evrelerden meydana geliyordu.Ölümlüler buna ‘zaman’ diyordu.Burda zaman kavramı farklıydı: İki tanrı birbirleriyle mücadele ederken geçen sürenin değişimi,ilerlemesi ya da gerilemesi güç katsayısı büyük olana bağlıydı.O, kendisinden daha düşük olanın ne tür bir harekette bulunabileceğini kendi gücünün büyüklüğüne bağlı olarak ‘zaman’ ı ileri alabilerek çoğunlukla seziyordu.Bu durum ona büyük oranda üstünlük sağlayabiliyordu ancak Güç kat sayısı küçük olan rakibi, diğer tanrıların yardımıyla gücünü yükseltip onu geçebilecek seviyeye erişip  avantajını ortadan kaldırabilirdi.Diğer yandan ona yardım edenler güçlü olanın gazabını göze almak zorundalardı.

Ölümlülerin boyutu, bir su kabarcığının içinde dört tane küçük olanının iç içe geçmesi gibiydi.Eğer bir bir gezgin boyutlar arasında dolanmış olsa: İnsanlarınkindeyken bir şatoda,aynı konumda elflerinkindeyken ormanda,cücelerinkinde yer altı mağaralarında ve diğerinde ise iki ejderha kıyasıya mücadele ediyordu.


Metamorfozdan Önce, İnsanların Boyutu

Bir büyücü ve şaman konuşuyordu.

“Bu dört harita ve üstündeki dört yaprak... Şimdi ne yapacağız,” dedi büyücü.

“Haritalar sende kalsın bana yaprakları ver,” diye işaret etti Şaman. Onları alır almaz hemen dördünü de birbirlerine dokundurdu.Yapraklardan çıkan uzantılar onları kenetleyerek birleştirdi.Ardından ayrılarak ve uzayarak tekrar birleşerek kenarları garip resimlerle ve desenlerle süslü bir kapı oluşturdu.Hiç beklemeden şaman,büyücü Ansomalı da alarak içeri girdi.İkisi ölümlülerin bilmediği sonsuz bir zihnin belleğinde zamandan (fanilerin inandığı şekliyle) bağımsız bir yerde bulmuşlardı kendilerini.Alanda dış kısımlarında gravürler ve resimler bulunan,birbirleri arasındaki uzaklıkları aynı olan bir karenin köşelerine oturtulmuş dört kuyu görünüyordu.Şaman ve Ansomal bunun merkezindeydiler.

Karenin bir köşesindeki kuyudaki gravürlerde sivri kulaklı,cılız insana benzeyen yaratıkların yani elflerin resimleri vardı ki bu onların boyutunu temsil ediyordu.Bu kuyunun doğrultusunda uzun uzun sakallı,kısa boylu,tıknaz yaratıkların yani cücelerin boyutunu temsil eden bulunuyordu.Elflerindekinin çaprazında olan köşedekinde ise insanlar için olan dördüncü ise kötücül varlıklar içindi.
Ansomal ve şaman merkeze girdikleri anda bu kuyulardan ışık hüzmeleriyle beraber silindirimsi ışınlar çıkmış ve her birinden farklı renkte çıkanlar belli bir yükseklikte birbirleriyle birleşmişlerdi.Kuyuların yansıması ışınların toplanmasından oluşan satıhta bulunuyor ve asıllarının üst kısmıyla yansıyanlarının alt kısmı birbirine bakıyordu.
Böylelikle onların başlangıcından çıkan silindirik ışınların arasında dört tane boşluk oluşmuştu.Bu ışınlardan hüzmeler ayrılarak boşlukları dolduruyor ve her aralıkta dört silindirin renginden bulaşmış kapıya benzer tasarılar meydana geliyordu.Farklı renklerde oluşan ışınların içinde onlar tamamlandıktan sonra merkezinde ikisinin sabit halde bulunduğu bir küp oluşmuştu.

Daha sonra ana kuyulardan doğrusal,yatay ve çapraz çizgiler uzatılarak onların aynı düzleminde yerde yansımaları oluştu.Bu, ikisi arasında boşluk meydana getirdi.Asıl kuyularla üstlerindeki kopyaları arasında oluşan kapılar aynı düzlemde aslı ile yerdeki kopyası arasına yansıyordu.Onlar, İlk olanların boyutsal büyüklüğünden küçük ama birebir kopyaları olup ayna şeklindelerdi.Karenin köşelerine yerleştirilmiş dördünün arka taraflarındaki bölgelerde yaşam alanları görünüyordu. Bunları birbirinden ayıran geçitlerdi içinde dönen girdaplarla aynalar.Yani dört boyut arasındaki kapılardı ve her birinin yanında kadim yazılar bulunuyordu.Elflerin yerdeki yansıması arasında oluşan kapıda Schnuddrix,cücelerininkinde Trouchall,insanlarınkinde Paradruin ve diğerinde ise Phargath yazmaktaydı.

Asıl kuyulardan oluşan silindirik ışınların oluşturduğu kolonların arasındaki geçitlerde ise Cypraqual kelimesi görünüyordu.

Büyücünün afallamış bir şekilde gördüğü bu oluşum yanındaki kişinin düşündüğü tasarımdı.O hiçbir şeyin farkında olmayıp izlerken Şaman değişim geçirmiş ve kötülük tanrısı Asdachene dönüşmüştü.Bu meydana gelen temelde yüce tanrının yaptığı tasarının benzeriydi ama Asdachen’ in onların arasında gerçekleştirdiği sanal öte yandan ölümlüler arasında gerçek olandı.O, Cypraqual yazan kapılardan giremiyordu ancak bu yaprakların boyut kapılarını açması sayesinde bunu başarmıştı.Bu oluşum zamandan ve her hangi bir kuramdan bağımsız tanrıların aleminde Kötülük Tanrı’ sının düşüncesinin yansımasıydı.O, ölümlülerin kendi dünyalarında ‘düş’ olarak bildiği durumu yaşamıştı. Açılan geçitlerden dünyalar arasında geçişler olmaya başlıyordu ölümlülerin boyutunda gerçek olarak.Aslında yansıması olan büyücünün yanındaki tezahürü bu yere giremezdi şayet yapraklar olmasaydı.Tanrının düş olarak gördüğü ancak büyücünün ve diğer yaratımların gerçek olarak yaşadığı bu oluşum, onun diğer üçünden daha aşağı seviyedeki tanrıların yandaşlık etmesiyle –onların yardımıyla bu düşünü diğerlerinden gizlemişti-  meydana gelmişti.Yüce Tanrı binanın temelini atmış ve sahipleri arasındaki sorunlar yapı yıkılmadığı sürece onun umrunda değildi.

Ansomal bu gördüklerinin hiç birini hatırlamayacaktı. O, tanrının düşünde bunun oluşmasını ve girişi sağlayan bir piyondu.

Asdachen’ in düşü ölümlülerin boyutu için tamamen gerçekti. Yani gezgin aynı yerde ama artık tek bir boyuttaydı.

Ansomal uyandı… Gördükleri karşısında şaşkındı çünkü daha önce hiç görmediği uzun sakallı yaratıklar vardı etrafta. Ayağa kalktı ve gözüne bir şey çarptı. Yerde dört kristal yapraktan oluşan bir kolye vardı ve onu cebine attı… Bütün ölümlüler birbirlerinin dünyalarına geçiş yapmaya başlıyordu ve bu durum Metamorfozun başlangıcıydı. Kötülük Tanrısına yardım eden ya da etmeye zorlanan dişi bir tanrı ondan kaçtı ve ölümlüler için yıllar sürecek olan bu geçişlerde  büyücüye aşık oldu… Ama O’nun ölümünü engelleyememişti ki tanrısal gücü bile buna mani olamamıştı.Öyle hüzünlenmişti ki ne yaptığını bilmiyordu… Ansomal’ ın ona hediye ettiği  yaprak şeklindeki kristallerin birleşimden olan kolyeyi fırlatıp uzaklara attı...

Diğer üç tanrı kendilerine oynanan bu oyundan bir şekilde haberdar olmuş ancak Metamorfoz sona ermiş ve Cypraqual adında tek bir dünya oluşmuştu.Onlar Asdachen’i yakalamış ve onu da yanlarına alarak ölümlüleri kendi hallerine bırakıp gitmişlerdi.

Ansomal’ ın ruhu tıpkı diğer ırklardan Metamorfoz sırasında ölen büyücüler gibi ‘Ölüler Hanı’ diye oluşturulan ölümlülerin göremediği bir yerdeydi.

2

Marjuarane gözlerini açtı…

En son hatırladığı mağaranın çıkışında kırmızı bir ejderhayla mücadelesiydi…

Sonra ortadan kaybolmuştu…

Çimenlerin üzerinde otururken burnuna çok tatlı kokular geliyor etrafındaki ağaçlardan fısıltı tarzında enfes tınılar salınıyordu.Doğruldu ve çevresine baktı. Bulunduğu yer ağaçlarla ve hoş kokulu çiçeklerle bezeliyken havanın tadı leziz bir yemekten farksızdı.Bu huzur verici ortam o kadar cezbediciydi ki buraya nasıl geldiğini unutuvermişti.Silkindi ve burada nasıl olduğu hakkındaki düşünceler furyasının içine dalıp yürürken en son hatırına düşen, mağarada morlonklar iki arkadaşı Soriol ve Manilla’yı öldürüp ziyafet çekerken kaçınılmaz olarak çıkışına kaçtığı ve sonra da kırmızı bir ejderhayla savaştığıydı.Kolyedeki kristaller ısınmış…

‘Buraya nasıl geldim acaba. Öldüm de güzelliklerin vadeldiği yere mi düştüm.Ne kadar da alımlı.’ Diye düşüncelerinde kulaç atarken kulaklarına melodik sesler misafir oldu.Yeşil giysili iki elf arkadan yaklaşıp onun yanına gelmişti.Bir tanesi;

“Rollin ne yapıyorsun burada?Herkes seni bekliyor.Nereye çıktın gittin öyle, o kadar kısa sürede buraya nasıl ulaştın!” dedi şaşkınlıkla.

‘Bunlar da kim, neden bahsediyorlar?’ Savaşçı yüzlerine boş boş baktı.İki elf onun cevabını beklemeden kollarından tutup götürmeye kalktılar ancak  o, ikisine karşı koydu ve ellerinden kurtuldu.Bu arada iri ve kaslı bir yapıya sahip olmasına rağmen ne kadar hafif yürüdüğünü fark etti.Gelenler şaşkınlık içindeydi zira bu Rollin’ den bekledikleri değildi.

“Sizi tanımıyorum. Rollin de kim?Ben elf değil bir insanım!” diye bağırdı.Ancak sesi ve içerdiği kelimeler kendisine o kadar yabancı gelmişti ki ince ve narinleşmesinin yanında zarif tınılara da sahipti.Elfçe konuşmuştu. ‘Elf dilini düzgün konuşamazken şimdi hatasızım.Bu nasıl olur’ diye kafası karıştı.

Gelenler ona çift başlıymış gibi bakıyor ve sarfettiği ‘insan’ kelimesinin ne olduğunu düşünüyorlardı çünkü bu kelime elf dilinde yoktu.Susmuşlardı; ‘Rollin ne diyordu böyle.’

Bir tanesi daha önce duymadığı kelimeyi dillendirmeye çalışarak;
“Bu da ne! Senin uydurman mı?”

Onlarla aynı oranda Marjuarane de şaşkındı.Bu elfler kanlı canlı ve kendisi de hiç ölmüş gibi görünmüyordu.Takılmadan elfçe konuşuyor ve vücudunu çok hafiflemiş hissediyordu.Bir anda anladı ki onu kolye buraya getirmişti.Nesnenin tenine verdiği ısıyı hatırladı. Aslında yapraklardan çıkan uzantıların onu tamamen kaplamasıydı. Bunu kendisi dahil hiçbir ölümlü göremezdi. ‘Peki, burası neresiydi. ‘insan’ kelimesinin ne anlama geldiğini bilmeyen ama beni tanıyan,onlardan biri olduğumu sanan ve Rollin diye seslenen elfler.Bunun ne olduğunu öğrenmeliyim.’

“Burada sadece elfler mi var?” diye sordu sakince. Diğer ikisi bu soru karşısında iyice afalladılar.Bu elf tanıdıkları Rolline hiç benzemiyordu.Onun gibi giyinmiş,onun gibi görünüyor ama tanıdıkları elf gibi konuşmuyordu.Onun gibi davranmıyor ve dillerinde olmayan yabancı bir kelimeyi telaffuz ederek ‘ben insanım’ diyordu.İkisi birbirine bakış attı.

“Rollin ne oldu sana! Bu ne anlamsız soru böyle.Bu dünyada sadece biz varız tabii ki.Kafanı bir yere mi vurdun sen!” dedikten sonra biri, yanında duran diğeri fısıltıyla; ‘Dansta çok uzun süre kalması için içeceğine fazla iksir katmışız,” dedi.Savaşçının aklına ‘burada sadece elfler var’ sözünden sonra Bilge’ nin cümleleri düştü.Kütüphanede, ona eski dünyadan bahsederdi.Kitaplarda okuduğuna göre; Metamorfozdan önce ölümlüler ayrı ayrı dünyalarda birbirlerinden habersiz yaşarlarmış.Birinde sadece elfler,birinde sadece insanlar…  ‘Demek ki kolye vasıtasıyla metamorfoz öncesine geldim.Neden insanların boyutu değil de elflerin boyutu.’ Diye alnını kırıştırdı.’Buraya artık her neresiyse bir yabancı olarak değil de elf olarak getirildim.Bir de bu yerde yaşayan birinin kılığındayım.’ İyice kafası karıştı.

İki elf daha fazla vakit kaybetmeden savaşçının onlara karşı koymaması ve izin vermesiyle onu götürdüler.Onlar, ‘kesin fazla içirmişiz’ diye düşünerek Rollindeki bu değişikliği unuttular ve bu şekilde de sıyrıldılar.

Dışında elf müzisyenlerinin çoşturduğu  dans eden kalabalığın göründüğü bir malikaneye getirdiler.Onu da aralarına alarak ‘ işte size kaçağı getirdik,’ diye de bağırdılar.

Marjuarane, oradan oraya onu tanıyan elfler tarafından sürüklenirken bir süreliğine kafasındaki soruları unutmaya karar verdi.Hiç yabancılık çekmiyor tıpkı onlar gibi dans ediyor ve ritimlerine kolaylıkla ayak uydurabiliyordu.Onların içinde savrulurken elf kızlarından biri yanına gelmişti.Gelenin yüzü solgun görünüyor ve hüzün kokuyordu.
“Beni nasıl bırakır gidersin! Hem habersizce gidiyorsun hem de döndüğünde beni görmüyorsun.Bir de üstüne üstlük sırnaşık Reuna ile dönüyorsun,hem de kol kola,” kızın sesi önce kırılganken sonuna doğru kırçıllı hale bürünmüştü. “Artık beni önemsemiyor musun, sevmiyor musun?” diye bitirdi ve bahsettiği Reuna’ ya kızgınca baktı.Diğeri de altta kalmayıp onun bakışlarına aynı oranda karşılık verdi.

‘Bu kız demek ki Rollin dedikleri elfin sevdiği. Ben Rollin değilsem  o zaman o nerede?” Bu yeni düşünce aklını iyice bulandırdı.

Rollinin sevdiği kız çok güzel ve bir o kadar da asildi.Elf toplumundaki hatırı sayılır bir ailenin kızıydı.Büyüleyici mavi gözlere ve gece mavisinin mercanımsı renkteki saçlara sahipti.Ay ışında saç tellerine… diye şarkılar söylenirdi onun adına.Teni oldukça narinken attığı adımlar zarifken bakışları da zarafetine nakış nakış asalet işlerdi.Savaşçı, geldiği dünyada elflere daha doğrusu kızlarına hayrandı.Onlar insanlardan daha güzeldi ancak çekicilik konusunda iki ırk arasında farklılık da yok değildi.

Kız,ona dokunmuş;
“Uzun süredir yüzüme bakıyorsun canım.Daha önce bana böyle bakmazdın.Affettim seni,çok mu özledin beni,” diye kırılganlığını üzerinden atmış ve işveyi giyinmişti. ‘Elf de olsa insan da olsa karşı cinsin hepsi aynı,’ diye düşünmeden edemedi.O, bir noktaya kilitlenip düşüncelere dalmış ve farkında olmadan uzun uzun kıza bakmıştı.Onu kolundan tutup getiren diğer kız ise hışımla dans edilen yerden ayrıldı.Rollinin sevdiği kız, savaşçıyı kolundan tuttuğu gibi oradan kopardı.Elfin güzelliği gerçekten onu büyülemişti.Belki de bir süre burada kalabilir iki arkadaşının üzüntüsünü unutabilirdi.Buraya kolyenin ne amaçla getirdiğini bilmemesine rağmen götürebilirdi de.’Bir gecelik bu fettan güzele katılsam ne olur.’

Kızın dokunuşu sıcacıktı.

“Nereye gidiyoruz tatlım?” diye sordu nazikçe.Kız bu soru karşısında şaşırdı;

“Ne demek nereye gidiyoruz. Tabii ki aşk yuvamıza, her zaman gittiğimiz yere.Ayrıca bana ‘tatlım’ demen çok hoşuma gitti,” diye de sesinin tonuna biraz da şuh serpiştirdi.Marjuarane kısa bir süreliğine işi oluruna bırakmaya karar verdi.

Cilveli elf,onu bir nehir kenarına getirmişti. ‘ Demek aşk yuvamız burası.’
İkisi nehrin kenarına oturdu.O, kızı öpeceği sırada Rollinin sevdiği yanından ayrılıp suya girdi.Sonra tüm baştan çıkarıcılığını yüklediği bir tonla ve ıslak görüntüsüyle ‘gelsene’ diye işaret etti.Savaşçı da hemen soyunup onun davetine zevkle icabet etti.Suyun serinliğine rüzgarın esintisi vokal yapıyordu.

İkisi öpüştü. O, elf kızlarını daha önce de öpmüştü ama hiçbiri bu kadar cezbedici ve ateşli olmamıştı.Kız, tekrar kaçtı,savaşçı kovaladı.Nehrin içlerine doğru derinlik artarken görünüşe elf hiç tedirgin görünmüyordu. Derinliğe iyice daldı ve bir anda çok iyi bildiği bir yüzle Rollinin ölüsüyle karşı karşıya geldi.Korku ve ürpertiyle; ‘Eğer bu Rollin ise yanımdaki kim?’
‘Şekil değiştiren elfler vardı ama… Bu civarda bu tiplere çok az rastlanırdı.’ Diye düşüncelerle geriye dönerken savaşçının melodik sesi ‘Hadi tatlım yanıma gel,’ diye çağırmaya devam etti.Kız, yüzeye çıkarken; ‘bana ‘tatlım’ demez’ düşüncesi beyninde yankılanıyordu. ‘Bu kesinlike şekil değiştirenlerden. Hem aşkım kolye falan takmaz.’ Yankı son buldu.Hemen kıyıya çıktı.

“Ne oldu, niye üstünü giyiyorsun?” diye sordu üzüntüyle Marjuarane.

“Nedense bu sefer beni derinlik kötü etkiledi. Daha önce hiç böyle olmamıştım,bir an kendimi kötü hissettim de. Hem sen niye yanıma gelmedin?”  dedi öfkesini zor da olsa bastırarak.

“Haklısın yüzün çok solgun görünüyor.Sanki…”

Kız üzerini giyindikten sonra ağaçların yanına doğru yürümeye başladı.Savaşçı da onu takip ediyordu.
“Kolyen çok güzelmiş canım,yaprak şekilleri falan.Böyle aksesuarlar taktığını bilmiyordum.Oldukça da ilginç kristallerle bezeli… Hiç böylesini görmemiştim,” dedi yalancı bir gülümsemeyle.Bu işin aslını öğrenmeliydi.Şekil değiştiriciler biliyordu ki öldürdükleri elfin kılığına bürünebilir ama onun yapmadığı bir şeyi yapmazlardı o zaman kendilerini açık etmiş olurlardı. ‘Yanımdaki bir şekil değiştiricisi değil ise o zaman ne! Yeni bir tür olabilir mi ki?’

Ayrıca şekil değiştiricilerin onların diyarına girmesi de yasaktı.Büyük köklü bir ağacın yanına gelip tanrısının ismi geçen birkaç cümle fısıldadı.Ardından ağacın dalları hareketlenip Marjuarane i kıskıvrak yakalayarak ayaklarına yapıştı.Müdahale şansı bile bulamadan ani şaşkınlıkla tepetaklak bir şekilde asılı kaldı.
Kız bir büyücü değildi ama belli ağaçlar yardımına koşardı.Onun kendileri gibi görünmesine rağmen sevdiği olmadığını anlamış ama tam olarak ne olduğunu anlayamamıştı.
“Kimsin ya da nesin sen?” Hiç lafı dolandırmadan sordu.”Derinliklerde Rollinin cesedini gördüm.Normal bir elf gibi görünüyorsun ama değilsin. Şekil değiştirici de olmadığın kesin zira onlar bu kadar salak olmazlar.Sevdiğim gibi görünüyorsun ama O değilsin… Onu neden öldürdün!”

‘Demek sorun buymuş: Rollini öldürmüşüm,’ diye düşündü.Ardından cevaben;
“Öldürmüş müyüm hadi ama ben Rollinim hayatım.Sen derinliklerde hayal görmüşsün.Benim o kızla geldiğimi gördüğünde seni terk ettiğimi sandın.Onun üzüntüsüyle –“

“Kes saçmalamayı! Kimsin ya da nesin sen?”

“Neden inanmıyorsun ki.Belki de—“

“Sana palavrayı bırak dedim.Adımı söyle! Hem Rollin bana ‘tatlım’ demez,böyle ilginç aksesuarlar takmaz,”

Savaşçı,köşeye sıkışmıştı ve kurtulamıyordu.Ne cavap vereceğini düşünürken bir elf kız ismi salladı ama balık oltaya gelmedi.Söylemekten başka çaresi kalmamıştı zira ağacın dalı, elfin direktifiyle boynunu sıkmak için hareketlenmişti.Elf son kez;
“Rollini neden öldürdün?” diye kızgınca sordu.O tatlı ve cici kız şimdi çok tehlikeli bir hale bürünmüştü.

“Tamam!” diye bağırdı çaresizce. “Ben başka bir zaman ve başka bir dünyadan geliyorum.Orada sadece elfler yaşamaz bir çok ırk yaşar.Ben insan ırkındanım,Ben—“

“Bu ne biçim yalan.Sen neden bahsediyorsun? Başka bir dünya, başka bir zaman yok.Başka tanrı da yok.Bu dediklerine inanmam anlattığın kadar saçma olur.Bana gerçeği söyle ve acı çekmeden öl! Ayrıca ‘ırk’ ve ‘insan’ saçmalığı da ne! Bunlar bizim dilimizde yok.” Yine de meraklanmıştı.Zaten esir bir yere kaçacak durumda değildi.

Marjuarane, ‘ırk’ kelimesini nasıl ifade edeceğini düşündü. “Canlı türü,” dedi ki iki kelimede elfçe de vardı.

“Bitkiler gibi mi?”

“Evet,artık şu ağacına söyle— “

“Sana inanmıyorum.Aşkımı sen öldürdün ve her neysen de öleceksin!”

Savaşçı boğulmak üzereyken tehlike hisseden kolyedeki uzantılar savaşçıyı tamamen kapladı yine ve elf onu ortadan kaybolmuş bir şekilde gördü.

Kolye, savaşçıyı Metamorfoz öncesine yani zamanda geriye götürmüştü.Onun, bunun hakkında hiçbir fikri yoktu.Onu iki kez ölmekten kurtarmış ama bu durum Cypraqual dünyasında daha önce hiç görülmemiş buraya ait olmayan yaratıkların giriş yapmasını ve bir tanrının göz kırpmasına zemin hazırlamıştı.

1 - HAZİRAN 2005
2 - NİSAN MAYIS 2009

Çevrimdışı Marjuarane

  • *
  • 46
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Cypraqual: Kolye
« Yanıtla #7 : 17 Eylül 2014, 00:23:19 »
BÖLÜM 8

Elf, olanca hızıyla koşuyordu…

Cypraqual Dünyasının ortasında bulunan Doğu ve Batı olarak iki kanada ayrılmış elf krallığı Diameld’ den sürülmüştü.Batı kanadı Siyah ejderhanın doğusu ise kırmızı ejderhanın gölgesi altında kendi içlerinde bir krallıktı. Yani iki kanatta ejderhalara vergi vermek zorundaydı. Elfi sürgüne gönderen doğu kanadının kralı Wairacas,bununla da yetinmemiş ve onu kanun kaçağı olarak adlandırmıştı.Bundan dolayı sürgün yiyen bir daha o topraklara adım atamayacaktı.Wairacas tarafından kanun kaçağı sınırdışı edilmesine rağmen onun ceza yemesine sebep olan elf asilzadelerden Recnat,  peşine iki gözüpek adamını takmış öldürülmesini istemişti.Kralın bundan haberi yoktu ki zaten iki kanadınki de toprakları dışındaki orman elfleri dahil diğer kalanlarla ilgilenmezlerdi.Bundan dolayı da dağ cüceleriyle orman elfleri arasındaki gerginlikten haberleri yoktu.Kızı Desurun ise,Swaclon adındaki iki kanat arasında casusluk yapan bu elfin sürgün yemesini hiç istememiş ve bundan dolayı da büyük bir cesaretle babasına karşı çıkmış ama sonuç alamamıştı.Nitekim prenses,onun ardından gizlice krallıktan ayrılmıştı.

Swaclon  hiç soluk almadan doğu kanadının batı ile olan sınırına yakın ormana doğru kaça dursun Recnatın adamları ona gittikçe yaklaşmaktaydı ancak o, oklarının atış menzilinin dışındaydı.Ormanın içerisinde küçük bir keçi yoluna sapan elf, sonuna vardığında bir harabeyle karşılaştı.Vakit gündüzü devirip geçici tahtına akşamı getiriyorken harabede soluklanıp yorgunlukla uykuya daldı zira yürüyecek hali kalmamıştı.



“Sen de bir koku alıyor musun?”
“Senin pis kokundan bahsediyorsan,tabii ki alıyorum . Seni—“
“Hayır,seni beş para etmez ork. Bu insan kokusu.”
Birinin yüzünde kılıçla çentilmiş iz  bulunan diğerinin de bacağının birinde yaralanma olan ve karınları zil çalan iki ork yürüyordu.Gözlerinin mesafesine ağacın birine dayanmış bir insan girdi.Baltalarını ağızlarının suyu akarak hazırlarken insan bir anda irkildi ve iki orktan biri diğerine ‘sessiz ol’ diye fısıldadı.Aynı duruma geçince karşılarındaki, iyice yaklaştılar.İnsanın gözleri kapalı görünmesine rağmen orklar kafasına baltalarını indirecekken bir anda hareketlenip yana yuvarlandı ve ayağa kalkıp ‘ejderha’ diye bağırdı.Orklar hemen sinip etrafı gözleriyle kolaçan ettiler ama yaratığa dair en ufaz iz bile görmediler.Önlerindekine iştahla tekrar dönüp saldırıya geçtiler.İnsan darbeleri karşılayarak kılıcıyla savuşturdu.Orklar bu hareket karşısında şaşkındı zira ilk etapta silahsız görünmüştü.Biri diğerine sataştı sanki ben sana uyumadığını söylemiştim der gibi. Avları ‘ejderha’ diye bağırdıktan sonra sırtına elini atmış ve gözleri hala kapalı olmasına rağmen kılıcını ustalıkla kullanmıştı.Sanki kendini savunuş şekli daha önce yapmış olduğu bir mücadeleye ait gibiydi.Bu darbelerin geleceğini biliyor iki yaratık ne yaparsa yapsın karşılığını veriyordu.Öte yandan da hiç saldırı pozisyonuna geçmiyordu…

Marjuarane bir anda ürpertiyle uyandı.Ağacın birine dayanmış uyurken önünde iki ork cesedi görünüyordu.En son hatırladığı elf kızının onu ağaca asıp dallarının kendisini boğmaya çalışmasıydı.Sonrası burdaydı.Kolyeyi kullandığını ya da onun kullanılmak istediğini hatırlıyordu ama… ‘Bu orkları ne zaman öldürdüm ve kılıcım da kanlarıyla lekelenmiş.Buraya nasıl geldim.’ Diye düşünürken bir anda çıtırtı duydu ve düşünmeyi bırakıp hemen teyakkuza geçti.Sesi çıkaran karşısından geliyordu ve yürürken ki davranışı sanki daha önce onu görmüş edasındaydı.Adımları da ince izler bırakıyordu.
Yabancı yaklaşırken;

“Kısa bir süreliğine yanından ayrıldım ama sen hiç rahat durmuyorsun tıpkı Arcwund’daki handa olduğu gibi.İlginç bu üstündekileri de ne zaman giyindin ve neden bana doğru kılıç tutuyorsun?” dedi umursamazca.
“Sen de kimsin? Seni daha önce hiç görmedim. Dünya tehlikelerle dolu tanımadığım birini kucaklayacak değilim herhalde.”
“Hadi dostum,böyle tehditkar olma ve şaka yapmayı da bırak,indir şu kılıcı! Beni nasıl tanımazsın.Sen bana yardım ettin ben de sana edeceğim.”
“Ne Arcwundu ne yardımı… Seni ilk defa gördüğümü söylüyorum sen neden bahsediyorsun.Bir daha soruyorum. Kimsin sen?” dedi. Kılıcını sıkı sıkı tutuyor ve gittikçe sabrı azalıyordu ve sertçe bir kez daha yeniledi; ‘Konuş , yoksa—“
“Ben Swaclon. Sana ilk karşılaşmamızda sürgün yemiş bir elf olduğumu söylemiştim.Nasıl hatırlamazsın beni!” !” dedi elf bu şakadan sıkılmış bir halde.Ancak Marjuarane aynı durumda ve beklentiyle;
“Devam et bakalım. Ben seni hatırlamadığım halde sen beni tanıyorsun. Bu durum baya ilgimi çekti.Madem beni tanıyorsun adımı söyle!”
“Beni korkutmaya başlıyorsun, indir şu kılıcı artık!”
“Madem beni biliyorsun, adımı söyle dedim sana.Bir daha tekrar etmeyeceğim!”
“Tamam sinirlenme hemen. Adın Marjuarane ve batıdan geliyorsun.Morlonklar mağarada iki arkadaşını öldürmüş ve sen de kırmızı bir ejderhadan zor kurtulmuş ve kaçabilmişsin.Dacassyre isimli ejderhanın inini arıyormuşsun.Oradan alman gereken yeşil ziynet mi ne varmış.Beni kurtardıktan sonra bunları anlatmıştın.Nasıl hatırlamazsın kaçık büyücünün elinden beraber kurtulmuş—“
Savaşçı, elfin söylediklerini duydukça şekilden şekile girdi.Onun hakkında söyledikleri doğruydu ama ne büyücüsü ne kurtulması…
“Yeter!” diye bağırdı. Kafası allak bullaktı.Elf yine de devam etti;
“Dostum sana ne oldu bilmiyorum,geçici hafıza kaybı mı geçiriyorsun nedir bilmiyorum.Burada kamp yaptıktan sonra başka biriyle daha buluşup beraber ini arayacaktık.” Swaclon bunu söyledikten sonra yerden bir iplik parçası aldı.Savaşçı kılıcı az da olsa indirmiş onun söylediklerini düşünürken nesneyi ona uzattı.”Al bunu,”
Savaşçı, irkildi fakat sanki bir güç onun iplik parçasını almasını istemişti.Onu almasıyla iplik parçasının kaybolması bir oldu.Marjuarane bunu fark etti ve tekrar kılıcını kaldırarak; “Bana ne verdin ve nereye gitti!” dedi sinir katsayısı biraz daha yükselerek.
“O, çok değerli bir zırh.Merak etme kötü niyetli olmadığın sürece zararlı değil.Sakinleş ve şu kılıcını indir artık! Bunu büyücüden nasıl—“
“Yeter! Bana en ayrıntısına kadar anlat her şeyi.Ben de beraber gidip gitmeyeceğimize karar vereyim zira in konusunda yardıma kesinlikle ihtiyacım var!”




“Daha hızlı olsana seni uyuşuk Azet! Kaçağı kaçıracağız. İhtiyaç molası verecek zaman mı şimdi,çabuk bitir işini!”
“Tamam Zell, bitti sayılır.Hem nereye kaçabilir ki!”
Kanun kaçağı olarak adlandırılan Swaclon adındaki elfin peşindeki Recnat’ ın adamları konuşuyordu.
“Senin yüzünden kaybettik Onu. Unutma, kaçağı kesinlikle sağ bırakmamamız gerek aksi halde Recnat gözümüzün yaşına bakmaz.”
“Yanılıyorsun kaybetmedik.Bak bakalım yerde ne var: küçük kaçağımızın izleri…” dedi alayla Zell isimli olanı.

İkisi Swaclon’ un saptığı keçi yolnun başındaydı.Ay ışığından başka bir ışık olmayıp sanki bunların kötü niyetli olduğunu sezer gibi önlerine de düşmüyordu.Sessiz görünen keçi yolu bundan dolayı karanlıkla sevişiyordu.Bunlar, Recnat denen asilzadenin en gözüpek adamlarındandı.Azet’ te kılıç diğerinde ise yay vardı.Yine de buralarda karanlıkta tetikte olmak gerekirdi.

İki cesur elf,iki pis kokulu orkun nereden geldiğini tam olarak anlayamadılarsa da karşı koymada da gecikmediler.Bu iki yaratık onların dillerini nerde olsa tanırlardı.Keçi yoluna girdiklerinden beri onları takip ediyorlardı.Orklar fevri olmalarıyla bilinirlerdi ancak ayrık otları da yok değildi.Karanlığın tamamen yerini sağlamlaştırmasını bakleyip en uygun anda saldırmaya karar vermişlerdi ki amaçları silahlarına davranamadan onların işini bitirmekti.Nitekim en müsait anı buldular ki bu, ay ışığının keçi yolunu tamamen terk ettiği ve onun da kendisini karanlığın kollarına bıraktığı zamandı.

İki ork, elflerin üzerine atlayıp saldırıya geçmişlerdi ancak onların gece görüş yeteneklerine sahip olduklarını unutmuşlardı.Azet, hemen karşılık verip orkun salladığı baltasından kurtulduktan sonra onun yüzünü kılıcıyla çentti.Yaratık tabansızca viyaklayarak kaçtı.Diğeri de yaralı bacağıyla onun ardından sıvıştı.İkili bu gecikmeden rahatsız bir şekilde yollarına devam etti.Zaman ilerliyor ve vakit akşamın yeni gelen saatlerini ağırlamaya hazırlanıyordu.Bir çıtırtı duydular ancak bu ses bir daha ortaya çıkmadı.İkili ayışığının nazından vazgeçip yardımıyla ve görüş yetenekleriyle harabeyi buldu.Uyuyan kanun kaçağını gördüler ve sessiz adımlarla yanına yaklaştılar.Azet, kılıcıyla Swaclonu sertçe dürttü. Bu rahatsız edilmeyle casus uyandı ama hali, karşısında onları gördüğüne hiç şaşırmamış edasındaydı.Azet ise bu görünüşe dikkat etmeyip hazırlıksızca yakaladıklarını düşündükleri kanun kaçağını ayağa kaldırıp sıkı sıkıya tuttu.Hiç akıllarına gelmedi bir casusun bu kadar kendini açık edebileceği. Nitekim Azet, istemeden de olsa bir anda acı acı çığlık atmak nasıl olurmuş davranışını icra etti çünkü koluna çok zarar verici nitelikte nereden geldiği belli olmayan bir ok saplanmıştı.Diğeri de davranamadan silahına aynı okun ikizi ona saplandı ve ikisi yerde kıvranmaya başladı.Onlar yerde acı ile yeni figürler göstere dursun elinde yayla bir insan göründü harabenin dışından.Swaclonun kurtarıcısı onun keçi yoluna girdiğini görmüş ve kovalayanları fark etmişti.Birine ihtiyacı vardı aklına ona yardım edersem o da bana yardım eder düşüncesi beynindeki şüphelerin bulunduğu koridorun yanındaki diğer koridorda adımlamaya başladı.Bunların bıraktığı iz ise onu takip etmesi ve harabede uyarmasıydı.

Zell acı acı; "Sende nerden çıktın insan pisliği. Ne diye bir elfe yardım ediyorsun.Elfler, insanlardan ve siz pislikler de bizden nefret edersiniz.Ayrıca bu okların şekli—“ devam edemeden insandan okkalı bir yumruk yedi ve bayıldı.

“Haklısın sevmeyiz birbirimizi, özellikle senin gibileri…” dedi insan cevaben ve bakışları iki elfin suratlarına tükürmeye ramak kaldığını gösteriyordu.İnsan ve elf onları orda bırakıp harabeden ayrıldılar.

İkisi gittikten sonra oraya pelerinli ve adımları narinliğini ifade eden biri geldi.Uçlarında zehir olup bir süre sonra etkisini göstererek hareketleri kitleme gücüne sahip olan bu oklar vücudun her tarafına yayılıyor ve kurbanlarını yavaş yavaş öldürüyordu.Bu ok uçları sadece elf kraliyet ordusu mensuplarında bulunurdu ve yeni gelen onları aldıktan sonra yerde yatan ve son anlarını yaşayan iki elfin yüzüne hiç bekleme yapmadan tükürdü ve öndeki ikiliyi takibe başladı.

İzlendiklerinin farkında olmayan insan ve elf ilerlerken;
“Benim adım Swaclon.Ya senin ki?” İnsan, elfin sorusuna cevap vermedi. “Hey sana diyorum, eğer yardım edeceksem bir şekilde seslenebilmeyim. Adın ne diye sormuştum!”
“Ne dedin kafam biraz meşgulde.Sen de gördün mü önümüzde dans eden elfler var sanki.Beni çağırıyorlar kafamın içinde ve Rollin,Rollin diye uğulduyorlar.”
“Şu an Rolnotsk ormanın içlerine ve güney doğuya doğru gidiyoruz ve burada benden başka elf yok.Hayal görüyorsun sen. Burada ikimizden başka kimse yok.” Dedi sakinleştirici tonda ve bir daha yineledi; “Adın ne?”
“İsmim Marjuarane.Ben bir savaşçıyım ve Batıdan geliyorum.Haklısın bir an boş bulundum. “
“Bana yardım etmenin tam olarak sebebi ne!”
“Söyledim ya seni kurtarırsam bana bir inden kristal bir taş almak için yardım edecektin.”
“Sanki zor bir şeye benzemiyor küçümseyici söylediğin.Nasıl bir in!”
“Yani işte basit bir ejderha ini,”
“Ejderha mı! Nasıl yani bir ejderhanın ininden bir şey mi alacağız.Meraklanmaya başladım doğrusu zaten yurdumdan da kovuldum geriye de dönemem.Başka,”
“Bu in doğudaymış ama yeri belli değilmiş.Yani yaratığın inleri varmış,hizmetkarları da çokmuş. Eee bu söz ettiğim inlerin sahibi bir kırmızı Ejderha ve duydun mu bilmiyorum da adı Dacassyre.”
“Kim bilmez bu ismi,sen bana şaka mı yapıyorsun.Dacassyrenin ininden kristal bir taş çalacağız öyle mi.Başta söyleseydin Recnatın adamlarına teslim olurdum kesinlikle.Ve sadece ikimiz varız.Sana yardım edeceğime söz verdim ve kahretsin ki ondan dönemem.Peki, bu taşın içinde ne varmış,” dedi son cümlesinde sakinleşerek.
“Ejderha ruhları.Bütün bildiğim bu görevim de bu.”
“Peki bu taş ne işine yarayacak.”
“Orası bende kalsın. Sen bana yardım edeceğine söz verdin.”
“Tamam merak eden gitti. O zaman ormanın doğu çıkışından Arcwund kasabasına doğru ilerlemeliyiz.Handa belki bilgi alabiliriz.Dikkatli hareket etmeliyiz zira Kırmızının bölgesinde bulunmaktayız.

Ormanın doğu çıkışına varmadan ağaçları birbirinden ayıran Arcwund yoluna doğru yürüyorlardı.Ağaçların sık olmadığı O yol ormanın çıkışından sonra kasabaya doğru biraz daha ilerliyordu ancak sonunda iki yol daha çıkıyordu: biri Arcwund kasabasına giden diğeri ise buraya bağlı ticaretin daha çok rağbet gördüğü Choarah pazarına.

Doğuya kış ayak basmıştı ancak bugün sonbaharın kıyıda köşede unutulmuş günlerinden biri yaşanıyordu.Rüzgar bir konçerto misali iken yapraklar da keman çalıyordu adeta.Rolnotsk ormanında sık olmayan bu ağaçları birbirinden ayıran sözü edilen bu yolun kenarlarındaki diğer yapraklar ise bu müzik eşliğinde dans ediyordu.Rüzgar, ormanın derinlikleriyle de ilgilenip hemen her yerinde gezintiye çıkmış ve ağaçlara da kuble kuble o etkileyici nefesinden bahşediyordu.Sincaplar da bu ses eşliğinde diğer arkadaşlarını oyun oynamaya davet  ederken bazıları bundan ziyade kaçamak yapıyordu.

Rüzgarın ara vermesini fırsat bilen ormanın derinliklerinden yola doğru konserde şarkı söyleyen sanatçılar gibi kuşların ezgisel ve büyüleyici sesleri salınıyordu.Bülbüller özgün dilleriyle yoldan geçen ziyaretçilere hoş sedalar bırakırken bu dinlendirici melodilere inat akordu bozuk tınılar da yürüyenlerin kulaklarına kapıyı çalıp kaçan veletler gibi muamele ediyordu ancak zil biraz uzun çalıyordu. .Ayrıca bu rahatsız edici seslerin sahiplerinin tanımadıkları akrabaları da araya girmekte hiç zorlanmıyordu.

Arcwund yolu olarak bilinen bu yolun sonunda ayırdığı iki noktadan biri Choarah Pazarıydı.Burada gıda maddelerinin ticaretinden başlayıp her türlü envai çeşit malzemenin alım satımı yapılabilmekteydi.Pazar, Arcwund kasabasının ve onun bağlı olduğu Parcland bölgesinin en önemli ticaret noktalarından birisiydi.Demir satanlar,demirden yapılan araçlar gereçler,daha çok sahtesi olan kazara aslı da çıkabilen mücevherler,kılıç kınları,kılıçlar ve hatta kahramanlara ait olduğu söylenen ama şişirme olanları da, alım satımı yasak da olsa büyü parşömenleri ve başka eşyalar satılmaktaydı.Bazı büyücüler görkemli akıllarını dalavereye çalıştırıp basit büyülerin bulunduğu kağıtları ve büyülü kelimelerin yazılabilmesi için uygun olan ofnorl yaprağına işlenen kelime parçalarını görücüye çıkarmaktaydılar.Parcland bölgesindeki bir çok genç insan büyüye aç gözlerle bakıyor ve bu tip büyüyle alakalı malzemelerin bazılarının kullanıldığında yan etkisinin görüldüğü bilinmesine rağmen onları kaçırmamak için böyle pazarlarda cirit atıyorlardı.

Yaprakların artık sessizleştiği Arcwund Yolunda,üzeri pespaye görünüşlü yamalı bohçası elinde,şapkası delik deşik olmuş gibi kafasında durmakta olan ve kargalara bile acı çektirecek kadar kart bir sesin sahibi yaprakların huzurunu tekrardan bozuyordu.Onlar sanki yolun daha da kıyısına kaçıyorlardı.Rüzgar bile yön değiştirip tüymüştü.Pejmurde asasını yerlere vurarak ağzı açık yürüyen sesin sahibi yaşlı adam tıpkı bir dilenciye benziyordu.Hareketleri de oldukça gülünçtü.Yırtıkları ve delikleri es geçersek tüylü bir elbise uygun görmüştü kendisine bugün.Nerdeyse başparmağı sırıtan ayakkabılarının da bu sefil şeklinin oluşmasına katkısı büyüktü.

Bu yol, ormanın sığ tarafında olmasına rağmen yine de tehlikeliydi.Derinliklerden ayyaş olmuş bir insan misali yolunu kaybetmiş yırtıcılar buraya nadiren uğrarlardı.Bunlardan daha çok görülenler ise haydutlardı.

Arcwund kasabasında bulunan Choarah Pazarı’ nın ziyaretçileri bu kasabadan ya da komşusu Mircandden değil Parcland bölgesinin bir çok yerinden gelenlerdi.Bu bölgedeki ünlü olan Pazar yerine ulaşmak isteyenler ya ormanı ayıran yoldan ya da bölgede kötü bir üne sahip olan Hanzbrand tarafından gelebilirlerdi.Arcwundun bir diğer komşusu Camcrand ile arasında bir sınır gibi olan bu yere kasabanın sakinlerinin yolu düşmez ola ki gidenler döndüklerinde evlerine suçlu gibi görünür ve onlara bir nevi kınama cezası verilirdi.Hanzbrandden bölgedeki hiç kimse memnun değildi ama burasının Parcland bölgesinin ekonomisine faydası da yadsınamazdı.Burasının ününü bilmeyen yabancı tüccarlar o yönden gelip pazara ulaşmak istedikleri takdirde büyük bir hata yaptıklarını Hanzbrandden çıplak olarak ayrıldıklarında anlarlardı.Bu yerden sonra pazara ulaşmayı sağlayan bir diğer yolda uzakta olmasına rağmen engebeli ve çetrefilli dağdan geçendi yine de tercih edenler için bir seçenekti.Bunların dışında Choarah Pazarı’ na giden bir yol daha vardı ki sadece büyücülere aitti.En çok tercih edilen yol ise Arcwund Yolu idi.

Dilenci pinti adımlarla yürümeye devam ediyordu.Her ne hikmetse yolun ormandaki kısmında sadece kendisi bulunuyordu ve çok az da olsa kuşların cıvıltıları ve vokalde de yılan tıslamaları duyuluyordu onun paytak adımlarına eşlki eden.Dilenci geriye dönüp baksaydı uzaklardan iki kişinin daha geldiğini görebilecekti.Yaşlı adamın gözleri etrafı kolaçan ederken diğer yandan kulağı oldukça hassastı çünkü sırıtan baş parmağına doğru ilerleyen bu bölgede zehirli takımından olup Pernet diye anılan yılana asasıyla büyük bir cesaretle çatallı diline meydan okuyarak onun birkaç acıyla gidip gelmesine sebep olup diğer kuzenlerine de gözdağı vermişti.Çok yakın sürelerde etrafında oluşan çıtırtıları yapraklardaki hışırtıları keskin kulakları hiç kaçırmazken yol onun kart sesi dışında sessizleşmeye başlamıştı.Yolların kenarlarındaki kaya görevi gören asırlık ağaçların köklerinden birine yalpalaya yalpalaya giderek oturacakken önünde aniden İzbandud gibi biri bitiverdi.

Şapşal görünüşlü dilenci suratlı yaşlı adamın bir şeyler beklediğini kulakları ona haber vermişti lakin bu şekilde biriyle karşılaşmak düşüncesi aklının ucunda bile kendine yol bulamamıştı.Kara tenli,uzun boylu ve kapı gibi olan yeni gelenin kasları sanki üzerinde bulunan az elbiseden fırlamıştı. Bacaklarının kalınlığı yıllanmış ağaçların dalları gibiydi.Yaşlı adam onu bir hırsıza benzetti.Üzerindeki giysiler onunkinden bir gömlek daha üstündü.O ‘gösterişli’ şaşkınlığından sonra yaklaşma dercesine kırık dökük asasını kaldırdı.Karşısındaki ise sanki bir müzayede de açık arttırıma sunulan mallar misali sapsarı dişlerini göstermeyi ihmal etmeyerek bu hareketten sonra pis pis sırıttı.

“Beni onunla mı durduracaksın moruk.Açıkcası yaşlılara zarar vermek kişiliğime uymaz ama zahmet olmazsa değerli eşyalarını veriver ve çekgit buradan.”
Bu sefer yaşlı adam güldü. “Değerli eşya mı? Beynin kasların kadar çalışmıyor herhalde sence şu halimle değerli bir eşya taşıyacak durumda mıyım? Görmüyor musun nerdeyse başparmağım fırlayacak ayaklarımdan.” Dedi ve asasını aynı pozisyonda tutmaya devam etti.
“Kes sesini! Martaval okuma bana. Sizin gibi dilenci görünen zenginleri bilirim ben.Fakirlere yardım etmemek için bu yollara başvurursunuz, siz akıllı geçinen ahmaklar toplulu—“
“Orda dur bakalım iri zeytin.Kimse bana ‘ahmak’ diyemez! Şimdi ben senin—“ diye devam edecekti ki durmak zorunda kaldı.Karşısındakinin yanına teni beyaz olan ve elbiselerinin kara tenliden kalır bir yanı olmayan; birinin sol gözünün üstünde sola doğru kıvrılan ve sol kulağının kıyısına kadar inen derin bir çizik bulunan iki kişi daha  gelmişti.Yaşlı adam ve üçünü izleyenler şu an için sadece sincaplardı.Onlar ağacın birinde toplanmış bahis oynayan insanlar gibi pür dikkat olanları seyrediyordu.Bir tanesi üçü kazanırsa yaşlı adam karşısında üç fındığını alırım der gibiydi.

Uzakta görünen Marjuarane ve Swaclon dörtlünün bulunduğu yolun o kısmına daha da yaklaşıyordu.
“Daha ne kadar var şu kasabaya? ” diye sordu Savaşçı
“Ormanın çıkışından sonra yol biraz daha var.Şu ilerideki görünen dörtlü ne yapıyor orada!”
“Boş ver ne yaparlarsa yapsınlar biz yolumuza bakalım,” Dedi Marjuarane ve bizi ilgilendirmez dercesine elfe baktı.
“Bu civarlardansalar hana beraber gidebiliriz onlarla.Her yerde birbirine sevmeyen ırklar olacak diye bi şey yok.Öyle değil mi? Ben bir casusum ve bilgi kaynaklarım sadece elflerle sınırlı değil.”
“Haklısın! Nitekim eski zamanlarda… Neyse… Hana gidelim bakalım,”
“Ne dedin tam anlayamadım. İleride bazı hareketlenmeler var da,”

Yaşlı adamın karşısındaki benzer üç-dört kişilik gruplar Arcwund Yolunda haydutluk yapıyordu.Son zamanlarda tekinsizlik derecesi artan bu yol,onlarla beraber daha da tehlikeli olmaya başlamıştı.Kasabanın bazı cesur insanları böyle gruplarla mücadele edip onları yakalayıp teslim ediyorlardı ancak her nasılsa bunlar kodesten çıkıp mesleklerine kaldıkları yerden devam ediyorlardı.Dilenci görünen adam da bu tiplerden bir gruba yakalanmıştı ya da…

Kara tenli olan yaşlı adama  devam et bir şeyler ağzında takılı kaldı der gibi işaret etti. Sonradan gelen iki kişiden biri;
“Neyi bekliyoruz. Halledelim şu moruğu.” Dedi ancak üçüncüsü; “Bence bu babalık dilenci zenginlere hiç benzemiyor. Bunda değerli bir eşya olduğunu pek sanmıyorum.Boşuna uğraşmayalım bu morukla.Orman tarafından bize doğru gelen iki kişiye yoğunlaşalım .”dedi
“Akıllı insanları severim,” dedi bu cümleden sonra dilenci diğer ikisini umursamadan.
“Kes sesini Ancorf! Sana fikrini soran olmadı.” diye tersledi kara tenli olan.

Azar yiyen Ancorf ile diğeri yaşlı adamın etrafını sardı ki dilenci sanki bilinçli bir şekilde yolun ortasına gelmişti.İkisinin elinde yarı küt yarı keskin iki bıçak vardı.Kara tenli olan ve diğerleri tam saldıracakları sırada Emlis adındaki yüzü çizik olan serserinin uyluğuna aniden bir ok isabet etti ve o da acıyla feryat etti.Bu arada Marjuarane ve Swaclon onları seçebilecekleri kadar yakınlaşmışlardı ve bu sesten sonra durup kenardaki ağaçlardan birinin arkasına saklandılar.Hem oku atanı gözleriyle ararlarken hem de yolu izliyorlardı.

Sincaplar fıldır fıldır dönen gözleriyle sahneye giren okun sahibini arıyorlardı.Ardından bir tane de aralarındaki en iri olan kara tenliye isabet etti ancak onu sıyırdı.O ve Ancorf isimli olan atanı aramaya koyuldular ama sincaplar gibi hezimete uğradılar.Sanki ok yoktan var olmuştu. Yaşlı adam yerinde sabitti ve dudaklarına doğru alaycı bir ifade yola çıkmıştı.

Kara tenli olan,ilk oku yiyeni dilencinin yanında bırakıp Ancorf adındaki tıknaz arkadaşıyla uzaklaşıp etraflıca aramaya başlayacakları sırada Emlis’in bir kez daha feryadını duydular zira o iyice yere yapışmış ve üzerinde ise kahverengi-sarı karşımı saçları omuzlarına dökülen parlak renk cübbeli bir gencin ayağı duruyordu.Yerdeki haydut bir şeyler söylüyordu buna dönüştü dercesine.Diğer ikisi bunu görünce afalladılar ancak ne ağacın arkasında saklananlar ne de sincaplar hiç şaşkın değildi.Genç adamın elinde bir asa vardı ancak sapasağlamdı.Bu ‘dönüşüm’ den sonra etrafta tiz bir kahkaha duyulmuştu ancak serseriler şaşkınlıklarından fark edememişti ve bir anda sesin sahibi arkalarında bitivermişti.Elindeki yayı kafalarına vurarak onları sersemletti ve genç adamın yardımıyla ikili üçünü de halledip bağladı.Üzerlerindeki alabildikleri ne varsa aldılar.

Yayı olan;
“Bu kadar oyun oynamaya ne gerek vardı. Bir an önce hana gitmeliyiz zira bugün Sirnatal’ ın doğum günü eğer geç kalırsak dilinden kurtulamayız.”
“Adamın şaşkınlığını görmeliydin.Bizim yaşlı Mayanchu rolünü de iyi oynadı ama.Eğlenmenin kime zararı var.Bak işte sincapların fındık atması için suratlarına, hedef tahtası yaptık.Gerisini—“ diye tamamlayamadan sözünü Ratmay’ın işaretiyle geriye döndü.Marjuarane ve Swaclon yanlarına gelmişti.
“Af edersiniz! Biz dinlenmek için bir han arıyoruz da.Bizler gezginiz de,” dedi elf basitçe.
Genç adam ve yayı olan ikisine ve giyimlerine baktı ardından umursamadan; “Bizi takip edin. İleride bir kasaba var,oradaki bizim takıldığımız handa dinlenirsiniz,” dedi cübbeli olanı ve kasabaya doğru yürümeye devam etti. Savaşçı ve elf te onların ardında gidiyordu.Okçu ve cübbeli için önemli olan onları takip eden insan ya da elfin birlikte takılması değil hancıya iki yabancı müşteri daha götürmeleriydi.

Gün zamanın havalı yatağında gecenin karşısında soyunmaya başlıyordu. Han, her zamanki gibi çok kalabalık ve çalışan garsonlar ilk kattaki büyük salonu yine birçok defa kat ediyorlardı. Müşteriler beklenildiği gibi çok fazlaydı ve bu durum hancının yüzünde bol bol  gülümsenin önce tohumlarını atıyor,müşteriler ona yaklaştıkça filizleniyor ve ödemeler geldikçe de meyve veriyordu.

Hanın adı ‘Şakıyan Sarmaşık’ olup kapısına yaklaşmadan önce bir direğin üzerindeki levhada sarmaşıklar ve onların üstünde de şakıyan bülbüller resmedilmişti.Üç katlıydı ve Arcwund kasabasındaki en yaşlı ve en dayanıklı iki fenion ağacına sırtını dayamış ve iki kenarı sarmaşıklarla sarılıp süslenmişti.Onlara, bunu yapan bülbüller ve süslemenin sergisi de kuşların sesleriydi.Sarmaşıklar hanın yapımında kullanılan malzemeye dört elle sarılmışlardı sanki.Onlar ön taraftaki kapının üzerinden mağaralardaki sarkıtlar gibi salınıyordu.Soğuk hava sarmaşıkların davetsiz misafiriydi ve o varken bülbüller onlara konmak istemezdi.Sıcak ve ılık hava kuşların dört gözle bekledikleri,sevdikleri misafirdi.O, bülbüllerle güne gelmiş kadınlar gibi beraberce oturup o gün hoş beş ederdi.Fenion ağaçlarının yaprakları yolda su misali akarken rüzgar da onların üzerinde çırpınıp yükselir ve sarmaşıklara konardı.Bülbüller de onun tınılarıyla beraber melodik bir senfoni sergilerdi.Rüzgar, bazı zamanlar randevusuna geç kalınca kuşlar solo yapmak zorunda kalır ve bu durum ayrı bir tat bırakırdı melodide.

Fenion ağaçları aynı yumurta ikizi gibiydi. Tarihi oldukça eskilere dayanan hatta dünyanın var oluşundan beri onların Arcwund’da olduğu düşünülen bu ağaçların dalları hanın çatısını kolluyordu.Kuşlar hanın simgesi gibiyse onlar tılsımıydı.Yaprakları geometrik şekillerle yakın akraba olan bazen de uzaktan olabilen bu ağaçların kökleri hanın içerisindeki mekanda müşterilere ayrı bir dekoratif zevk sunuyordu.Yaprakların renkleri yeşilin en açık tonuyla en koyu tonu arasında geçişler yapıyor ve de  mevsimlerle uygunluk göstermede becerikliydi.

Han açıkken pencereleri hemen hemen hiç kapanmazdı.Arcwunda kış pek fazla uğramazken onun gezinti noktalarında burası son sıralarda yer alıyordu.Daha çok ilkbahar görülür ve o, han için yaramaz ve sevimli bir çocuk gibiydi.Yazın da hiç ayrılmadığı oluyordu ki çoğunlukla han onu ağırlamaktan keyif duyardı.Sonbahar da sohbet koyulaştıkça kalkamayan kadınlar gibi gitmek istemedi mi gitmezdi.Bu durum yapının bazen yüzünün gülmesini sağlar bazen de onu buruşturmasına sebep teşkil ederdi.Ortalama ılık hava gezindiği için kuşlar sarmaşıklarda bulunmaktan memnuniyet duyardı.

Gün gecenin kollarında gündüzü unutmanın ilk safhalarındaydı.

Han, Arcwund’ un en değerli hanıydı ve kasabanın bağlı bulunduğu Cursan şehrinin ve hatta Parcland bölgesinin en kıymetli yerlerinden birisiydi.Buraya gelen gezginler sayesinde ünü birkaç şehre kadar daha sıçramıştı.Hancı, müşterilerinin artmasından oldukça memnundu ve görecekti ki buraya gelenlerin sayısı gittikçe artacaktı.

Büyücüler hancının bilgisi dahilinde içeriye alınırdı ama o davetsiz gelenlerden pek de haberdar değildi zira zihni onların gelişini anlayamazdı.Aslında burasının davetsiz büyücüler için ortak buluşma noktası olduğunu ve onların bazı grupları tarafından izlendiğini bilseydi…

Hanın kapısı en özellikli tahtadan,malzemeden yapılmış olup çift kanatlıydı.Şekli sekizgen olup onun orta kenarları dışa doğru uzatılmış ve tabanı düzdü.Kapının üst kenarlarından sarmaşıkların dalları sarkıp müşterilere sarkıntılık ediyor ve kimi zaman da onları selamlıyordu.

Çift kanatlı kapı açıldı.Girişte dört silüet belirdi ve hanın içine girdikçe daha da belirgin oldular.Bir tanesinin elinde yay vardı ve bu yapının içindeki köşenin birinde yanan ateşin ve tam karşısındaki yoldaşının ışığında belirginleşiyordu.İkincisinde ise bir asa seçilebiliyordu.Onun tepesindeki kristalden çıkan ışıma muhabbet etmekteydi ocakta yanan ateşin loşluğuyla.Asa basit bir tahtadan mamul olup büyücülere belli bir eğitimden sonra verilirdi.Diğer iki silüet te onların ardından hana girdi.

Dörtlü hanın ilk katındaki en büyük salonundalardı.Cübbeli ve yayı olan gözleriyle bildik masayı araştırıp ki orası salonun en güzel yeri olan iki ateşin ortasındaydı.İkisinin yüzleri masaya yaklaşırken acıklı bir tavır içindeydi: cezayı hakkettiklerinde direnen ancak suçlarını saklayamayan çocuklar gibi.Marjuarane ve Swaclon da yeni boşalmış bir masaya geçtiler.

Diğer ikisinin yaklaştığı masada oturanlardan biri;
“Bak sen büyücü dostumuz Cheimenda ve ok cambazımız Ratmay teşrif edebildiler ,” dedi iğneleyici bir şekilde sarışın,mavi gözlü iri bir adam.Onun yanında oturan ise saçları kara ve omuzlarında salınan bir kadındı.Arcwundda ve civar kasabalarda hatta Cursan’da birçok erkeğin yüzünün gölgesi onun yüzüne dökülmek için birbirliyle yarışırdı.Bu durum handa şu anda vuku bulmaktaydı.O, pas vermez çoğunu es geçerdi.Dikkatine aldıkları ise içindeki zevklere yoldaş olurdu ki bu ‘arkadaşlık’ onun kontrolünde başlayıp yine onun kontrolünde sona ererdi.Daha çok pantolon giyer ve onun renkleri de mat olurdu.Elbisedeki bu matlığa karşın gözleri aynı oranda parlaktı.Namını duymayan ve onu tadanlar Hanzbrand’ e girmiş gibi hissederlerdi kendilerini ancak halleri o kasabadan çıkışlarından daha beter olurdu.O, takıldığı, yanında oturan,Cheimenda ve Ratmay in olduğu dörtlü grubun en hırçınıydı ve lakabı ‘keskin’ di.Dövüştüğü zaman altta kalmayı hiç istemez ve kılıcı da onunla olmaktan memnuniyet duyardı.Daha çok sert çizmelerinin altında inleyen vücutlar olurdu.Sesi, bütün bu sert duruşuna nazire yaparcasına yumuşak ve tınısı narinken bunun içinde haksızlık çadır bile kuramazdı.O tını biraz yükseldi;

“Sonunda gelebildiniz. Bugün günlerden neydi hatırlaya bildiniz mi? Biliyoruz dediğinizi duyar gibiyim.Bir kez de erken gelin! Ben ve Taumberk  sizin bu hallerinize alıştığımız için kutlamayı geciktirdik ama siz yine geç kaldınız.Bir kere de ikimizi yalancı çıkarsınız olmaz mı?”
Cheimenda ve Ratmay süt dökmüş kedi gibiydiler.İkisi kendilerini savunmak için ağızlarını açacakları sırada handaki bütün bakışların oluşturduğu koro ; ‘sizin konuşmaya hakkınız yok, susun!’ der gibiydi.

Savaşçı ve casus ise mutfak kapısına yakın bir masayı tek başına zaptetmiş kafası kapüşonlu birinin yanındaki masaya çökmüşlerdi.Bir şeyler sipariş verdikten sonra kendi aralarında konuşmaya başladılar.Cümlelerin içerisinde geçen in,Dacassyre,kristal taş kelimeleri yanlarında oturanın dikkatini çekmiş ve o da fark ettirmeden ikisini dinliyordu.

Hancı her müşterisine ‘hoş geldin’ demekten yüksünmez,oldukça güleç ve neşeli bir insandı.Sevecenlikle onunla yarışacak sadece biri daha vardı ki onun adıda Cyernadel di.Mazbudluk onun ruhunda her zaman girmekten hoşlandığı bir sokaktı.Bir diğer yandan han köklü bir tarihe ve bunun akabinde üne sahipti bu yüzden de burayı idare etmesi de kolay iş değildi onun için.

Sirnatal, sonunda arkadaşlarının masaya oturmasına izin vermişti.Onların yanına garsonların en güzeli – bu düşünce hana gelen birçok müşteri tarafından tescillenmişti- kutlama için gerekli olan pastayı getirdi.Ardından hanın ünlü böğürtlen karışımlı şarabından iki kupa daha yanına ekledi.Burasının çok tercih edilmesinin sebeplerinden biri de çalışanların özellikli seçilmesiydi.Buna  paralel de masalar her zaman temiz olurdu.Fareler için burası konaklayabilecekleri bir yer değildi çünkü onlar böyle bir bir teşebbüse kalkışacaklarsa eğer ani ölüm tehlikesini göze almak zorunda kalacaklardı.Bu yüzden ufak hayvanlar başka hanlarda kira vermeden keyif çatıyordu.

Hancı Hartmund, dört arkadaşın yanından ayrılarak diğer müşterileriyle ilgilenmeye devam etmek için onlara doğru seyirtti.O gittikten sonra Cheimenda;
“Dostlarım kızmayın bu kadar.Arcwund yolunda haydutların saldırısına uğradım ve Ratmay beni kurtardı.Bundan dolayı geciktik,” dedi ve yüz ifadesi acınma barındırıyordu.
“Ratmay ni seni kurtardı. Senin kurtarılmaya ihtiyaç duyduğunu pek görmedim büyücü,”
“Bırakın artık bunları,önümüzde pasta var.Kutlamaya başlayabiliriz,” dedi gülümseyerek doğum günü sahibi.O, tam mumları üfleyeceği sırada üstü başı tozlanmış,ara ara ıslanmış,bunların getirisi hırpalanmış ve yıpranmış omuzunda maymun sarkan biri hana girdi.Bütün yüzler hemen ona çevrildi. Elf ve insan da yabancıydı ama hiç dikkat çekmemişlerdi.Ayakkabılarının kaplaması da çamurdu.Hancı ve çalışanlar tarafından durdurulup pis ayakkabıları alındı ve yerine terlikler verildi.Giren ,hancının rehberliğinde köşenin birinde yanan ateşin yanına yaklaştırıldı.Handakiler kafeste şaklabanlık yapan sirk maymunu gibi adama bakmaya başladılar.

Onun ‘yabancı’ olduğunu söylemesine gerek duyulan bir rehbere ihtiyacı yoktu zira elbiseleri bunu açıkça ifade ediyordu.Arcwunddaki oturanların hiçbiri garip işaretler ve ilginç işlemelerle dolu elbiseler giymezdi.Yabancı, mutfak kapısına yakın ve şu an yanındakilerin konuşmalarına kulak kesilmiş biri tarafından değerli bir mücevhere bakan hazine hissedarı gibi takip ediliyordu.Maymundan eser yoktu ya da o zaten adamın omzundan sarkmıyordu. Loşlukla algılanan gölgenin biçimlenmeseydi ya da maymunun gölgeye karışma yeteneği vardı.Adamın sırtında siyah ve çok derin koyulukta mavinin ortaklaşa oluşturduğu ancak siyahın hissenin fazla olduğu renkte bir çanta bulunmaktaydı.

MAYIS 2009

Çevrimdışı Marjuarane

  • *
  • 46
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Cypraqual: Kolye
« Yanıtla #8 : 21 Eylül 2014, 10:58:59 »
BÖLÜM 9

Taumberk’ in gözleri yabancının üzerindeki elbiselerdeki işlemelere takılmıştı.Onlar bakışlarını etekleri rüzgarda dans eden kızlar misali kapmıştı.Bu durum onu,  gerçeğin koylarına ulaştıracağını düşündüğü bir denize yelken açmasına sebep olmuştu.Sirnatal köpürüyordu sanki ve onun sinir dalgaları bakışlarının üzerine binmiş dört nala koşan atlar misali adama doğru koşuyordu. “Hay böyle talihe!”  diye homurdandı. Kutlaması yarım kalmıştı da…

Ateşin yanına doğru götürülen yeni gelen Taumberk’ e bir sorun çıkacağını gösteriyordu.Elbisesindeki o garip işaretlerin anahtarı onun beyninde kapıyı açmaya başlamıştı.Sirnatal’ ın sinirden fırsat bulduğu anda dikkatini mutfağın yanındaki diğer kişi çekmişti.Tıpkı onun diğer yabancıya gösterdiği ehemmiyeti kadın da ona gösterirken kafasında kapişonu olan hareketlenip yanındaki masada oturan kendi aralarında konuşmaya devam eden ve yeni gelenle ilgilenmeyen insan ve elfin yanına yanaştı ve bir sandalye çekti onların onayıyla.Diğer yandan Cheimenda ve Ratmay  sanki tiyatro izlermişçesine yeni gelen yabancının hareketlerini takip ediyorlardı. Adam onların masasının yanına oturtuldu.

Mutfağın yanındaki adam kulak misafiri olduğu Marjuarane ve Swaclon’ un masasına oturduktan sonra;

“Pardon! İstemeden konuştuklarınıza kulak misafiri oldum.İzin verirseniz sohbetinize katılmak istiyorum,” dedi ikisinin duyabileceği kısık bir sesle.İkili birbirine bakış atarak onay verdiler.

“Konuştuklarımızla neden ilgileniyorsun ve hangi kısmıyla ilgileniyorsun?” diye sordu savaşçı. İzin vermişlerdi çünkü onun ve elfin de bilgiye ihtiyacı vardı.

“Öncelikle izin verdiğiniz için teşekkür ederim size katılmama.Dacassyre kısmıyla ilgileniyorum çünkü o ejderhanın adamları benim kardeşimi kaçırdılar.Böyle göründüğüme bakmayın ben bir çiftçiyim ve kardeşim onun adamları tarafından biz onlara karşı koyduğumuz için kaçırıldı.Ben bir başka arkadaşımın yardımıyla kurtulabildim.İlgimin sebebi konuşmalarınızdan anladığım kadarıyla Dacassyre nin inini arıyorsunuz,” Sesini alçaltarak sözlerine devam etmişti.

“Haklısın baya iyi bir dinleyiciymişsin. Kardeşin için üzgünüm ama… Sen kardeşinin onun inine götürüldüğünü düşünüyorsun öyle mi?Doğru muyum yanlış mıyım?” diye sordu elf ciddiyetle.

“Evet doğru anlamışsınız.Ben de onun birçok ini olduğunu biliyorum ama hangisine götürüldüğünü bilmiyorum tabii.Anladığım kadarıyla sizde herhangi bir ininin nerede olduğunu bilmiyorsunuz.O yüzden belki birbirimize yardım edebiliriz,”

“Haklısın biz de buna dair bilgi arıyorduk.Bizden nasıl bir yardım istiyorsun?”
     
“Öncelikle ben de inlerinin nerede olduğunu bilmiyorum ama bilen birini tanıyorum daha doğrusu o beni bilen birilerine götürecek.Ona güvenip güvenmemekte kararsızım.Eğer benimle birlikte bilen kişilerin yanına gelirseniz ini bulmanız adına yardımım olmuş olur.Ben de sizden karşılığında kardeşimi kurtarmamda yardım etmenizi istiyeceğim,”

İkili birbirine bakış attı.Onun söylediklerini düşünüyorlardı.Marjuarane bir an önce o taşı alıp yurduna götürmek istiyordu ve bu adama güvenip güvenmemek konusunu bir kenara bıraktı. Elf zaten ona yardım ediyordu.Kararı verecek olan savaşçıydı.Marjuarane kısa bir süre sonra bir kez daha elfe baktı ve adamın teklifini kabul etti.

“Ben birazdan beni birilerine gönderecek olanın yanına gideceğim. O, Hanzbrand kasabasında bulunuyor.Sizinle sabahleyin Choarah Pazarında küçük eşyalar satan Darlande adındaki cücenin dükkanında buluşuruz.Zaten kendisini kolayca bulursunuz kime sorsanız söylerler.” Dedi ve ikisinin onayını alarak masadan kalktı ve hancıya ücretini ödeyip kapıdan çıkıp gitti.

“Daha adamın adını bile bilmiyoruz.Sence doğru mu yaptık!”

“Adı önemli değil elf.Benim en kısa sürede o ini bulmam lazım.Sen bana yardım eden bir maceracısın senin için çok bi anlam ifade etmiyor ama bu görev benim için çok önemli. O yüzden önemli olan üzümcü değil bize verdiği ve vereceği üzümler,”

“Belki de Kırmızının adamıdır ve belki de birazdan diğer arkadaşlarıyla hana doluşurlar ya da kardeşi gerçekten kaçırılmıştır,”

“Bekleyip görelim.”

Onlar ve diğer müşteriler kendi aralarında sohbetler icra ederken yeni gelen yabancıya olan ilgilerini de bir süre sonra kaybetmişlerdi.Ancak doğum günü kızı ve diğer üç arkadaşı için bu geçerli değildi.Onların merak kafesine kapatıldığı yanlarına oturtulana bakışlarından belliydi çünkü bu tip yabancılar kasabaya gelen gezginler de dahil handa çok rastlanan kişiler değildi.Taumberk, kafasını ellerinin arasına almış kukumav kuşu gibi düşünüyordu.Adamın üzerindeki elbiseden Arcwundda hiç görülmemişti çünkü üstündeki işlemelerden biri kafatasına ucu kıvrılıp kancalaşmış ve dikey geçirilmiş bir kılıcı sembolize ediyordu.O, nerdeyse bu işlemelerdeki işaretleri kafasında çözmüştü ancak elbisedeki yıpranma ve  bazı yerlerindeki yırtılma onu tam sonuca götürmekten alıkoyuyordu.Cheimenda ise;

“Buralı olmadığınız aşikar ve bu kadar nefeslendiğinize göre çok koştuğunuz belli.” Dedi heyecan içermeyen bir söyleyişle. Adam bir bardak suyu sülük gibi çektikten sonra yarım yamalak kelimeleri şekillendirmeye başladı.O da sanki birinin sormasını bekler gibiydi. “Her—fin—zel “ dedi duraksayarak.Adam sadece bunu söyleyebilmişti.Taumberk’ in bu kelimeyi duyduktan sonra kolu masadan kaydı ve bu hareket  onu komik bir duruma düşürdü.Nitekim Sirnatal ve Ratmay bunu gülerek belgelediler yanlarındaki masada oturan bazıları da bir kaç paragraf daha ekledi kahkaha atarak.Tek dahil olmayan genç büyücüydü.Taumberk diğerlerine hiç renk vermeden kolunu düzelterek;

“Herfinzel mi? Orası Arcwundun oldukça uzağında ve ünü de çok karanlık olan bir yer.Kötülüğün üçgeni olarak adlandırılan lanetin başkenti.O uğursuz bölgeden buraya nasıl gelebildin,” dedi inanmakta zorluk çeken bakışlarla.Cheimenda ve Ratmay arkadaşlarına şaşkın bir şekilde baktılar zira onlar bu cümleleri duymayı hiç beklememişti.Sirnatal’ ın da katılımıyla bu bakışlar arkadaşlarına devam etmesi yolunda yoğun istek olduğunu gösteriyordu.

“Herfinzel,Chiassua ve Lianchurt adındaki bu yerler üçgenin kenarları(*).Chiaasua, var olduğu bilinen ama nerede olduğu kanıtlanamayan bir yer ve drathnor olarak isimlendirilen inanışa göre suyun normal akış yönünün tersine akan,rengi kırmızı toprak olan nehrin civarında olduğu kabul ediliyor.Ayrıca bilinmeyen karanlık büyücülerin en üst grubunun kulelerinden birisinin orada olduğu sanılıyor.Oraya nasıl girildiği ve kapısının nerede olduğu bilinmiyor ancak söylentilere göre drathnor nehrinin girişte maymuncuk olarak kullanıldığı ifade ediliyor. Büyücüler ve lanetli üçgenin aynı sudan beslenildiği de düşünülüyor.”

“İlginç senin bunları bilebileceğini hiç tahmin etmemiştim.Biz sanatlarımızla uğraşırken sen boş vakitlerinde kütüphanelere gidip bilgi mi ediniyordun yoksa gezginlerle muhabbete mi dalıyordun?” dedi genç büyücü gülümseyerek.

“Büyücüye katılıyorum dostum. Gezginlerin muhabbetleri işte.Döndü dolaştı bizim hana da uğradı,”
Yabancı sessizdi ve Taumberk te konuşmayınca Ratmay de suskunluğunu bozup dinleme pozisyonundan sıyrılıp konuşmaya katıldı. “Bu gezginlerden biri tahmin ettiğim kişi olmasın —“

“Büyük gezgin Cyernadel,” diyerek iri ayarı arkadaşı onu söz paketinin kalanın açmıştı.Üç arkadaş ve dış kapının mandalları olan bazı kulak kabartanlar ellerini salladı; ‘O budalaya inanırsan… Onun ağzında laflar sakız gibi laçlkalaşır.Pöh! O, kendi elbisesini bile giyemeyen ahmak moruğun tekidir’ der gibiydi bakışları.Bundan sonra Taumberk’ in suratı ne üzülen ne acınan ne de gülen ilginç bir hale büründü.Yabancı sessizliğini bir kenara bırakarak ‘Dur!’ dercesine sahnede yerini aldı.”Lane—“ diye tamamlayacaktı ki hanın kapısı sarsıldı ve tekmelerle yerinden koparıldı adeta.Bunu yapanlar üç kişiydi ve tabiri caizse kapının boyuna nazire yaparcasına uzundular.Cheimenda ‘bu saygısızlığı hana nasıl yaparsınız’ diyerek hareketlendi, gençlik ateşi işte.

“Siz ne hakla—“ diye başlıyordu ki sözlerine gelenlere bakınca bir anda sindi.Yine de önünde durmaya devam etti.Handaki diğer müşteriler de tedirginleşmeye başladılar ama savaşçı ve casus da herhangi bir hareketlenme yoktu.Sirnatal,Taumberk ve Ratmay sanki bir arbede çıkacağını sezmişçesine hazırlandılar.Nitekim gelenlerden biri genç büyücüyü yere doğru itti.

“Çekil yolumdan çocuk! Seninle ya da diğerleriyle işimiz yok.Şu yanınızda oturan sudan çıkmış balığı alıp gideceğiz.Bize zorluk çıkarmazsanız kolaylıkla işimiz hallolur.” Dedi hareketi sergileyen kahkahaya benzer bir süprüntü sundu izleyenlere.Gelenlerin ayakkabıları geniş ve sivri görünüyordu.Uçları rahatlıkla bir süngü yerine kullanılabilirdi.Ve yanlarında kancalı demirler vardı.Giyinişleri koyuyken yürüdükçe salınan elbiseleri çok soğuk havada esen ve insanın suratına tokat gibi çarpan rüzgar gibiydi.Taşıdıkları kılıçlar oldukça büyüktü. Handa yanan ocaklardan birisi bu esintiden dolayı diğerine sönmeye dair işaret veriyordu adeta.Cheimenda bu civarda sevilen birisiydi ve diğer müşteriler onu korumak adına yeni gelenlere müdahale amacı içinde sandalyelerden kalktılar.Öncü birkaç kişi bunu gerçekleştirmek adına yumruk ve tekme çeşnisi sundular karşılarındakine ama onlar ellerini bir böceği kovarcasına sallayıp birkaç adım atınca hareketlenen pelerinlerinden öyle bir ayaz çıktı ki önlerindekiler hanın bir kaç yerine savruldular.Gözleri korksa da elf ve arkadaşı hariç handaki diğerleri yine de saldırdılar ancak rakiplerinin birkaç yumruğu işlerini görmüştü.Savrulanlardan  bir tanesi Marjuarane ve Swaclon’ un masasına düşmüş ve onun üzerindeki içeceği savaşçının üstüne dökmüştü.Yeni gelenlerin istedikleri yabancı o esnada Sirnatal ve Taumberk tarafından hanın ikinci katına kaçırılmıştı.Kavga yoluna devam ederken büyücü ve Ratmay de onların ardından yukarı çıkmıştı.Masa ve sandalyeler havada uçuşurken yeni gelenlerden biri kaçan dörtlüyü fark etmişti ve peşlerine düştü önüne çıkanları merdivenlerden atıyordu ki bir anda hareket edemez oldu.

Marjuarane bu duruma çok sinirlenmiş ‘bizi ilgilendirmez’ diye kendisini tutan elften kurtulmuş ve onlara doğru saldırıya geçmişti ancak kısa bir sürede güçlü bir savaşçı olmasına rağmen bertaraf edilmişti.Öfkesi tavan yaparken kolyedeki dört yapraktan aniden çıkan ölümlülerin görmesinin mümkün olmadığı uzantılar kenarlardaki fenion ağaçlarının köklerine doğru yola çıktı.Onlar her bir kökün ucuna dokunduğunda kökler uzadı,uzadı… Yeni gelen üçlünün farklı noktalarda da olsa ayaklarına sarıldı.Üst kata çıkan merdivendeki gibi diğer ikisi de hareket edemez oldu.Handakiler bu duruma şaşkınlık içinde bakarken uzantılar kolyeye dönmüş ancak kökler siyahlıların vücudunu da sarıp boğazlarına kadar gelmişti.Diğer yandan elf göz gezdirirken etrafta gördüğü kökler de hiçbir değişiklik yoktu.Köklerin ucu onların ağızlarından girip iki gözünden çıkıp kafalarını parçalamıştı.Üçü de bulundukları yerde vahşice öldü.Müşterilerden hiç kimse ne olduğunu anlamadan bir anda onların kafalarının parçalanması görmüş ve dehşet içinde kalmışlardı. Herkes bir an önce  handan neresi olursa çıkarak burayı bir anda sessizliğe gömdüler.Elf ve savaşçı şaşkınlık içinde binanın kapısından çıkıp korkuyla bakanların yanlarından geçip gittiler.Geceleyin bir yerde kalıp sabahleyin buluşmaya gitmeleri gerekiyordu.

Pazardaki dükkanlar uyanmış yeni yeni gözlerini açıyordu.İkili hala gecenin nahoş şaşkınlığıyla Darlande adındaki cücenin yerini buldular.İçeri girdiler ve cüce onları karşıladı.Bir süre sonra bekledikleri handaki şahsiyet teşrif etti.

“Geleceğinizi açıkçası hiç tahmin etmiyordum.”

“Bizim de şüphelerimiz vardı senin hakkında.Ne sen bizim ne de biz senin adını dahi biliyoruz.Senin ve bizim içinde önemli olan orayı nasıl bulacağımız,”

“Adım Laphlan.Dediğim yerde söylediğim kişiyle görüştüm,”

“Ne öğrendin peki.Bu arada benim adım Marjuarane ve arkadaşımınki ise Swaclon.”

“Bu kasaba Cursan Şehrine bağlı.Burası da Parcland bölgesine.O beni başka birine daha yönlerdi ki onun bulunduğu yer Moorchalt bölgesine ait bir şehirde ki burası doğunun içlerinde..Bu kişi Kırmızının adamlarından birinin yerini bize söyleyecek ki o inlerinin birinde bulunmuş.”

“Bunu sana söyleyene güveniyor musun ve de seni yönlendirdiği kişiye dair bir bilgin var mı? Sana sadece onu nerede bulacağını söylemiş.Doğru olduğu nereden belli.”

“O kadar emin değilim ama bana bilgiyi verecek kişi Güney’ in sahibi olarak kendini gören Beyaz’ ın adamlarından biri.”

“Bunun anlamı ne? Ayrıca Beyaz’ ın adamının ne işi var kırmızının topraklarında?”

“Ejderhaların adamları işte kim bilir belki de casustur emin değilim.Sonuçta üç ejderha da birbirinden nefret ediyor.Sahibi olduklarını düşündükleri diyarlarda birbirlerinin adamları olabilir.Nihayetinde hepsi bir ejderhaya hizmet ediyor.Zaten önemli olan onlar için aldıkları ücret değil mi? “

“Sen yerini öğrendin diyelim biz ne yapacağız?”

“Moorchalt bölgesi,Parcland bölgesinin şehirlerinden biri olan Undewald adındaki küçük yerin sonrasında bulunuyor.Ben sizinle bir mani olmazsa o şehirdeki küçük bir ormanda buluşurum.İki gün sonra görüşemezsek siz de yolunuza bakarsınız.Kaybedecek bir şeyiniz yok öyle değil mi?”

“Öyle, sen gelmezsen bile biz daha da doğuya yaklaşmış olacağız.Oraya nasıl gideceğiz?”

“Darlande size nasıl gideceğinizi anlatacak.” Dedi ve cüceye işaret ettikten sonra dükkandan ayrıldı.



“Hey! Kayalarla ayağının buluşmasını iyi ayarla aksi halde suyla kavuşursun,” diye uyardı batılı savaşçı yol arkadaşını.

“Sen önce kendine bak! Az kalsın düşüyordun,”

Marjuarane ve Swaclon cüce Darlande’ nin onlar için verdiği haritanın güzergahında ilerliyorlardı.Karşı tarafa geçmek için suyun üzerine konulmuş kayaların üzerinde yürüyorlardı ve çok geçmeden diğer tarafa geçtiler.Geldikleri  yerin yukarısında şelale görünüyor ancak ona ulaşmaları için tırmanmaları gerekiyordu.İkili yukarı çıkarken Swaclon düşünceliydi; ‘İlginç,bunların oluşumu sanki şelaleye davet ediyor.’ dedi içindeki ses.Bir süre sonra sesi duymazdan gelerek sanki bir paçavra gibi düşüncelerinden attı: ‘kayaydı işte bu şekilde oluşmuştu’ diye de kararını pekiştirdi.
Şelaleye çıktıktan sonra savaşçı,ardındaki boşluğu fark etti. ‘Elf, şurada dinlenebiliriz’ diye de işaret etti.

“Yine de, burada beni rahatsız eden bir şey var. Bence yolumuza devam edelim,” dedi yeniden şüpheye düşmüştü.

“Bırak şu casusluk kuruntularını. Ne farklılığı var ki bunun diğerlerinden, biraz dinlenelim işte,”

“Bence buradan hemen gidelim.Başka bir yerde dinlenebiliriz,”

Savaşçı konuşmaya devam etmedi,omzunu silkip şelalenin arkasındaki kayanın birine sırtına dayadı.Diğeri ise hala ayaktaydı.

“Çok yoruldum elf, otur şuraya.Uzun süredir yürüyoruz… Ben biraz şekerleme yapacağım sen de kuruntularınla vedalaş ta dinlen biraz,”

“Bu yere güvenmiyorum, biraz daha dolanacağım,”

“Nasıl istersen,”

Swaclon şüpheleriyle dolandı,dolandı… Sonunda yorgunluğu ağır bastı ve arkadaşının yanına oturdu.İkili dinlenme seansına başladılar.Keşke haritaya bir kez daha baksalardı…

İkiliyi Rolnotsk ormanından beri takip eden narin adımlar onlar şelalenin arkasında konuşurken suyun üstündeki taşlarda yürüyordu.Şaşkınlığa düştü; ‘Az önce önümdelerdi, nereye kayboldu bunlar’ diye söyleniyordu.Telaşla uzaklara bakarak sola doğru kıvrılan suyun üzerinde ilerleyişine devam etti ve bir süre sonra tekrar toprağa ayak bastı.Onları takip etmesini sağlayan ekmek kırıntılarını bulamıyordu.Savaşçı ve casusun hana girişini görmüştü ama o içeri girmemişti.Bir süre sonra handa gürültü hasıl olmuş bazı müşteriler pencerelerden atlamıştı ama o sadece dışarıdan olanları izlemişti.Sabah olunca etrafta onları ararken Choarah pazarına gelmiş  ve ikiliyi cücenin dükkanına girerken görmüştü.Onların çıkışının ardından kaldığı yerden takibine devam etmişti ancak şu an bulunduğu yerde ikiliyi kaybetmişti.Halbuki Marjuarane ikisini izlemesi için ona kırıntılar bırakıyordu.’Nereye gitti bunlar! Niye bir insana güveniyorsun ki!’ diye kendini azarladı.Takip ettikleri ise dinlenip kalktıktan sonra dayandıkları kayaların arkalarında değil de önlerinde olduğunu gördüler.

Kayalar ikilinin önündeydi ama onlar yanyana değildi.Elf ve diğeri ayrı yerdelerdi ve ikisi de karanlıktaydı çünkü bulundukları yerde arkaları kapalıydı.

Elf,kayaların yanından geçti. Onun gözleri arkadaşına göre karanlıkta daha net görüyordu.Yine de önündeki yol tam olarak görünmese de bazı şeyleri seçebilecek durumdaydı.Savaşçıyı yanında göremeyince iki tarafı duvarlarla kaplı yerde onun ismini telaffuz etmiş ama bir sonuç alamamıştı.Az da olsa önünü görmeye gayret göstererek  yürürken kendi kendine söyleniyordu ‘Keşke içimdeki sese kulak verseydim.O kayalardan kolay çıktık. ’ İçinden düşünmesine ve sessizce dudaklarını hareket ettirmesine rağmen sözleri etrafında aynen yankılandı.Duraksadı… Sözlerin devamı gelmemişti.Tekrar ilerlemeye başladı ve düşünmeye de devam ediyordu.Yürüdükçe düşündükleri birebir yankılanıyordu.O da zihinini boşaltarak düşünmemeye karar verdi.Bulunduğu yer engebeli,tümsekli ya da çukurlu değildi o yüzden hiç takılmamıştı.Yolun genişliği  daralmaya başlarken çok az elleri temas ediyordu duvarlarla.Üzerinde hiç korku emaresi yoktu zira karanlık ortamlardan korkacak şekilde bir yapıya sahip değildi.Hatırı sayılır bir casustu ve Recnat onu yakalatmamış olsaydı Diameldin batı kanadı ile doğusu arasında casusluk işine devam edecekti.İşini icra ederken bir çok defa karanlıkla yüz yüze gelmiş ölüm onu yakalamadan yanından geçip gitmişti.Karanlıkta gözleri etrafı loşlaştırıyordu sanki buzlu camın ardından bakmak gibiydi görüşü.
Tünele dönüşen yolda sessizlik hüküm sürmeye devam ederken ayaklarının altındaki zemin aşağıya meylediyordu.Bir süre sonra tekrar düzlüğe çıktı.Arkası kapalı olduğu için önünde ne varsa onu tüketmeye devam ediyordu gözleri.Eğim yok denecek kadar azalırken sessizliğe meydan okuyan bir vızıltı onun kulaklarına hücum etti.Bir böceğin kanat çırpışlarının çıkardığı bu ses kulaklarına şiddetli derecede vuruyor ve bu onu çok rahatsız ediyordu.Vızıltıyı çıkarını takip eden gece görüş yeteneğine sahip gözleri onu hapse aldı ve hiç vakit kaybetmeden elleriyle minik yaratığı duvara mıhladı.Onun vızıltısının böylelikle kesilmesinden sonra tünelde şiddeti daha fazla, başka bir gürültü daha peydah oldu bir anda.Arkası kapalı iki yanı duvar olan bu yerde kapanı kısmıştı.Yakınlaştıkça artan bu sesin sebebi bir su kütlesiydi.Onu görür görmez beyhude geriye koştu ama su tünelde yükselmeye başlıyor ve eninde sonunda her tarafı dolduracak ve bir şeyler yapmazsa boğulacaktı.Suyun neden geldiğine dair sebebini düşünecek vakti yoktu ve ceplerini karıştırmak geldi aklına.En gözde elf büyücülerinden tehlikeli durumlarda kullanmak için aldığı şişeciği buldu.Bunun içinde ortama göre davranmayı sağlayan ve bir defa da kullanılan iksir mevcuttu.Çok değerli elflere verilen şişeceğin içindeki sıvıyı kafasına dikti.Su tamamen kapalı alanı doldurmasına rağmen o boğulmamıştı  zira iksiri içtikten sonra balık gibi davranmıştı.Şimdilik bu sorunu halletmişti ancak bu akvaryumdan nasıl çıkacaktı? En nihayetinde iksirin etkisi geçecekti.Suda karada yürüdüğü gibi yürürken aklında bu soru tek başına dolanıp duruyordu.

Elf hızlıca hiç vakit kaybetme lüksü olmadığını bilerek bu çıkmazda her tarafı araştırarak çıkış arıyordu.İçine şelaleye yaklaştıkları zaman kapısını çalan şüphe aynı yüz ama farklı bir kılıkla tekrar geldi: ‘Bu suda bir gariplik vardı.Berraklığı çok azdı.’ İki kez kapıya vuran bu düşünce aklına bir şey getirdi.Su da elini dalga yapmayı düşünerek salladı ancak beklediği olmadı.İksirin gücü azaladursun şüphenin gücü artıyordu.Kafasında bu düşünceler birbirlerine kartopu atan çocuklar gibi oynaşırken iki tarafındaki duvarlardan birinde bir nokta dikkatini çekti.Böceğin bir kanadının kopmuş bir şekilde yapıştığı yerde bir kapak vardı ve yaratık onun üzerindeydi. ‘Nasıl olur? Daha önce baktığımda burası böyle değildi?’ diye yeni şüpheler aklında kartopu savaşına dahil olurken tam kapağı açacaktı ki sanki güneş misali ortaya çıkan içgüdüsü bütün karları eritti ve oyuncular kayboldu.Casusluk önsezilerinden yararlanarak kapağı açmaktan son anda vazgeçen elf bekledi,bekledi… İksirin gücü geçmesine rağmen  boğulmadı ve dolayısıyla ölmedi.Anladı ki aslında bu su bir illüzyondu ve çıkan gürültü başka bir şeye aitti.Çıkarımı şöyle oldu: Kapağı açıp bu akvaryumdan kurtulacaktı ama çıktığı yer acaba neresi olacaktı? Elf büyücülerinin yanında daha önce bir çok defa bulunan casus ilüzyonu zor da olsa fark etmişti.Anladı ki nereye düştüyse burada yalnız değildi.Bu ancak bir büyücünün elinden bu şekilde çıkabilirdi ki bir süre sonra tünel ve su da ortadan kayboldu.Bir anda kendisini yukarı çıkan bir merdivenin başında buldu.Önündeki basamakları kontrol etti ve onların gerçek olduğunu anladı.Bulunduğu yerde sadece onları görebiliyordu zira diğer taraflar tamamen kopkoyu karanlıktı .Bu zifiri karanlığı gözleri açamazdı çünkü doğal değildi.Ne, basamaklarda onu neyin beklediğini ne de kalan yerde neyle karşılaşacağını bilmiyor ve de düşünmek istemiyordu.Babasının sözü olan ‘En çok korkulan şey bilinmeyenin korkusudur.’ cümlesini düşündü bir anda.Acaba diğer yandan da ‘Girsem ne olur?’ diye de şüpheyle tekrar buluştu.Babasının sözüne uyarak merdivenleri çıkarken aklına arkadaşı geldi.

Marjuarane de karanlıkla başbaşaydı.Onun da önünde gördüğü zifir karanlıktı ancak gözleri karanlığı loşlaştıran elfinki gibi değildi.Duvarları dokunarak fark edip tutunarak ilerlemekten başka çaresi yoktu çünkü onun da arkası kapalıydı.Arada kulağını ‘bir ses duyar mıyım’ diye duvara dayıyordu ama beklediği olmuyordu.’Keşke bir meşalem olsaydı’ diye düşündü.Aynı düşünce engin karanlığın içinde kulaç atmaya başladı ve bir süre sonra da önündeki yol bir nebze olsun loşlaştı.Artık duvarlara tutunmasına gerek kalmadan yürürken arkadaşlarının ölümünü düşündü.Ancak gelen yankı ‘Onlar senin yüzünden öldü’ diye farklı bir şekilde oldu.Bir anda irkildi ama yürümekten başka çaresi yoktu.Tedirginliği ve endişesi artarken karanlık ilerledikçe biraz daha loşlaştı ve bir süre sonra yolun genişliği daraldı.Nereye gittiği hakkında hiçbir fikri olmadan ilerlerken düşündüklerinin yankısı sona ermişti.Zemin aşağıya doğru meyledip daha sonra düz oldu.Burada da kesif sessizlik sefasına sürerken onun keyfini bozan bir vızıltı ortaya çıktı.Marjuarane az da olsa bu vızıltıyı duymaya başladı ve de hemen sonlandırmak adına birkaç denemeden sonra sahibi olan böceği sağ yanındaki duvara mıhladı.Daha önce arkadaşının ismini seslendirmesine rağmen sonuç alamamıştı.Tekrar denedi ama hiç ses seda yoktu elfe dair.Böceğin buraya nasıl geldiğini ya da duvara çaktığında neden kan olmadığını düşünemedi zira kafası buradan nasıl çıkacağı ve arkadaşının ne olduğu ile ilgili düşünceler bakımından meşguldü.

O düşünceleriyle sohbetteyken bulunduğu yerde aniden bir gürültü istenmeyen bebek misali doğdu.Tavanın çökmesinden dolayı gelen bu gürültü ona bir an önce bu sorunla ilgilenmesini haber veriyordu yoksa  dümdüz olacaktı.Tavan sistemli bir şekilde yere doğru yavaş yavaş inerken savaşçı kayıp tanrılara dua etmeye başladı.Belki tanrılar onu duymadı ama boynundaki kolye bir anda ısındı.Marjuarane bunun ne anlama geldiğini bilmeden etrafı gözleriyle kolaçan etti ve bir kanadı kopmuş bir şekilde duvara yapışan böceğin bulunduğu kısımda daha önce bakıp da fark edemediği çıkıntıyı gördü.Tavan onun pestilini çıkaracakken çıkıntıya dokundu ve duvarın o bölümü açıldı.Ve kendisini geniş bir odanın içinde buldu.Onun gelişiyle duvardaki meşaleler yandı.Savaşçı burada kesinlikle yalnız olmadığının farkına vardı ki durup dururken tavan çökmezdi. Odanın içinde ‘bir an önce elfi bulmalıyım’ diye düşünürken orası daha da aydınlanmaya başladı.

Elleri demir kelepçelerle duvara perçinlenmiş iki kişi karşısında asılı durmaktaydı.Marjuarane onları görünce çok şaşırdı çünkü giydikleri elbiseler iki arkadaşının ölmeden öncekilerle aynıydı.Yanlarına yaklaşıp kafalarını kaldırdı ve bir anda geri çekildi çünkü gördüğü iki yüz arkadaşlarınınkine aitti. Daha da geri çekilerek; ‘ Bu yüzler… Olamaz… Onlar morlonklarla savaşırken öldü… Bu gerçek olamaz… Bu bir rüya…’ diye sanki bir kekemenin konuşmaya çalışması gibi düşünürken kelepçeler yılana dönüşüyordu.Çatallı dillerini duvardakilerin boğazına yaklaştırırken savaşçı dayanamadı ve çıplak elleriyle onları tuttuğu gibi yere fırlattı.Asılı durumda kalanlar kafalarını kaldırdı ve duvardan kurtulup tekrar nesne haline dönen kelepçelere doğru gittiler.O, daha da geriye çekilerek tetikte kaladursun ikili onunla hiç ilgilenmiyordu.Kelepçeleri yerden alıp Marjuarane konuşma fırsatı bulamadan ona doğru fırlattılar ve tekrar yılana dönüşüp üstüne doğru atılanları görünce savaşçı kılıcı kullanarak onları hızlı ve kıvrak bir şekilde ardı ardına çapraz hareketlerle kesip atmıştı.Onunla uğraşan kimse savaşçıyı çok öfkelendirmişti.Marjuarane onlara tekrar baktığında iyice şaşalamıştı çünkü karşısında iki morlonk vardı ve hiçbir tepki göstermiyorlardı.Onun aklından kapalı bir mekanda en son geçireceği hatta hiç istemediği canlı türüydü bunlar.Yaratıkların bir şey yapmasına gerek yoktu kendilerine müdahale edilmedikçe zira hem savunmalarında hem de saldırılarında kendi türleri hariç diğerleri için öldürücü etkisi olan salgıladıkları zehrin kokusu zevk için adam öldüren katil gibiydi.Bunlarla açık alanda karşılaşılırsa havadaki rüzgarın yardımıyla kurtulabilme şansı vardı ama kapalı alandı bu geçerli değildi.Koku iyiden iyiye yoğunlaşırken savaşçı dizlerinin üstüne çöktü kesinlikle ölecekti.Nefes alması zorlaşırken daha önce bu yaratıklarla hiç karşılaşmamış olanların fark edemeyeceği koku odada kol gezen öldürücü nitelikteki olandan başkaydı ki öksürürken bunu anlamıştı.Hemen yeni bir güçle yerinden kalkarak iki morlonku kılıcıyla kesti ya da öyle olduğunu sandı zira kendisini yukarıya doğru çıkan basamakların önünde bulmuştu.Şayet hiçbir şey yapmadan morlonklara karşı koyamacağını zehrin etkisi altında kalarak düşünseydi ve orada dursaydı başka birinin kokusundan ölecekti.

Savaşçı yeni bulunduğu ya da getirildiği yerde sinirden küplere binmiş homurdanıyordu.Birisi ya da birileri onunla oynuyordu ki bir tanesi kesinlikle bu ilüzyonu gerçekleştirebilecek kapasitede olan bir büyücü olabilirdi.Hem onu öldürmeye çalışıyor hem de onunla oynuyordu.Elfi bulup bir an önce buradan kurtulmalıydı.Önündeki basamaklar dışında kalan taraflar tamamen karanlıktı.Basamakların gerçek olduğunu anladı.Onun için görebildiği yol gidebileceği yoldu.O da arkadaşını tekrar düşündü.
Elf basamaklara değil de karanlığa adımlasaydı arkadaşını görecekti ki Marjuarane de karanlığa girseydi aynı durum olacaktı.Bilinmeyenin korkusu her ikisini de bundan alıkoymuştu.

Swaclon ve Marjuarane birbirlerinin farkına varmadan yanyana basamakları çıkıyorlardı şayet ilk başta girselerdi şu anda duvar niteliğine bürünen karanlık ortadan kalkmış olacaktı.
Yine sessizliğin eşliğinde elf basamaklardan yukarı doğru bir bir çıkıyordu.Son bastığı basamak bir anda çatladı.Aşağıya doğru düşerken son anda parmaklarıyla öndeki basamaklardan birinin alt tabanına tutunmayı başardı ve düşmekten kurtuldu.Yere doğru  baktığında sivri uçlu demirlerin olduğunu gördü şayet tutunamasaydı onlarla haşır neşir olacaktı. Şöyle düşündü; ‘Acaba gördüklerim illüzyon mi ki? Şimdi parmaklarımı bıraksam da düşsem ölüm müyüm? Belki de gerçektir.’ Bunların sonucunda tutunmayı bırakmamaya karar verdi.İlüzyon ya da gerçek karışmıştı,emin olamıyordu.Biraz bekledikten sonra yaptığı seçim onu kurtarmıştı zira demirlerin bulunduğu yerde aşağıya doğru inen yeni basamaklar vardı.

“Her kimsen benimle oynamayı kes!” diye beyhude karanlığa bağırdı.Basamaklar bitti ve ne olacağını beklerken önündeki karanlık açıldı ve biri demir parmaklı bir hücrenin diğeri bir odaya açılan iki kapı göründü.İkisine de dokundu ve gerçek olduklarını anladıktan sonra demir parmaklıklı olanı seçti.Hiç tereddüt etmeden hücreye girdi ve yine kendini yukarı çıkan merdivenlerde buldu. ‘Hücre ilüzyondu ama oda gerçek miydi acaba? Onu seçseydim başıma ne gelecekti ki ya da neyle karşılaşacaktım.’ Diye düşünmeden edemedi.Basamaklardan yukarı çıkarken; ‘Bu oyun benim seçimlerime göre mi ilerliyor yoksa bunu yapanın seçimlerine göre mi?’ diye kafasını allak bullak etmeye devam ederken neyin gerçek neyin illüzyon ya da neyin doğru neyin  yanlış olduğunu karıştırmıştı.İçindeki ses konuşmaya devam ediyordu; ‘Belki diğer kapıyı seçsen ölecektin belki de hiçbir şey olmayacaktı…’ Yine daha önce duyduğu tanıdık vızıltı sessizliği bozdu.’Yine aynı böcek.Öldürsem mi öldürmesem mi? Öldürürsem yine bir sorunla karşılaşır mıyım ya da…’ Her ne olursa olsun böceklerden nefret ederdi ve yine onu öldürdü.Basamaklar aniden sona erdi ve önünde bir başka kapı daha belirdi.Kapıyı açıp açmamayı düşünürken kendini içerde buldu.Zaten geriye de dönemezdi çünkü karanlıkla kapalıydı.Odadaki eşyalara bakarken bunu yapana lanet okuyor ve eline geçirirse ne yapacağının planlarını kuruyordu.Hepsine dokundu ve gerçek olduklarını anladı.Artık görünen hiçbir şeye inanamıyordu.Pencereye yaklaştı geriye dönüp baksaydı bir koltuğun yerinin değiştiğini görecekti.

Marjuarane de elf gibi önünde ne varsa onu yemek zorundaydı.Bir şekilde bu oyuna katılmışlardı.
‘Demek ki casus, bu kayaların oluşumuyla ilgili söylediklerinde haklıymış. Kurtulduk derken yakalanmışız.Bir an önce bu durumdan sıyrılıp ini bulmalıyım.’ Diye düşünürken her bir basamağa tek tek basıyordu.Son bastığı çatırdayarak çöktü.Önceki de aynı yolu izleyince aşağıda bulunan ucu sivri demirlerin üzerine düşmeden tıpkı arkadaşı gibi kurtuldu.Şüpheye düştü o da ‘Acaba aşağıdakiler gerçek mi?’ diye.Biri onunla dalga geçiyordu ama neden bunu yaptığına dair hiçbir fikri yoktu.O, elfin yaptığını tersini uygulayıp aşağıya doğru bırakınca kendini ucu sivri demirlere değil aşağıya inen basamaklarda bulmuştu.Ancak elf bunu yapmış olsaydı demirler onun için gerçek olacaktı.İkiliyle uğraşan aynı yöntemi uyguluyordu ama seçimler başkaydı ya da oyunculara göre farklılık gösteriyordu ya da oyunu kuranın seçimlerine göre ilerliyordu.Öfkeyle basamakların sonunu buldu ve önündeki karanlık açıldı.Tıpkı elfteki gibi demir parmaklıklı ve ahşap iki kapı belirdi.İkisinin de dokunarak gerçek olduğunu anladıktan sonra oda kapısına doğru yöneldi.Tam kulbuna dokunacaktı ki sanki bir güç onu durdurdu ve bir anda vazgeçip diğerine yöneldi.Demir parmaklıklı kapıyı açıp hücreye girdi ve yine yukarıya doğru basamakların başlangıcında buldu kendisini.Yukarıya doğru çıkarken davetsiz misafir böcek vızıltısı kulaklarının kapısını yine çaldı.Hiç tereddüt etmeden büyüyle yaratılmış yaratığı parmaklarıyla ezdi.Önünde yeniden bir kapı peydah oldu ve dişlerini sıka sıka lanetler yağdıra yağdıra odanın içindeki sırtı dönük pencereye bakan arkadaşıyla karşılaştı.Ancak bulundukları yer mağaraya dönmüştü.Üç orktan oluşan misafirleri vardı ve onlar da hiç vakit kaybetmeden davetsiz ortaya çıkanları halletti.Ne olacağını beklerken mağara zindan olmuştu.Hücrenin parmaklıklarından etrafa baktıklarında başka hücrelerin de olduğunu gördüler.

Diğer hücrelerde bir çok ırktan yaratık bulunuyordu.Her birinde farklı bir canlı vardı.Kötü niyetli bilinen ırklardan da vardı.Hatta dünyada ender rastlanan, canlıları baştan çıkarıcı niteliklere sahip avcı türü olan Diamondel de vardı.

“Sonunda bitti,” diye nefeslendi elf.

“Evet bitti. Bir hücredeyiz sanırım bütün ırklardan kendine koleksiyon yapan bir manyakla karşı karşıyayız.Bir ejderha eksik katalogta,”

“Haklısın,bunu anlamak için etrafına bakmak yeterli,”

İkili sinirli bir şekilde sohbet etmeye devam ederken zindana ulaşmayı sağlayan merdivenlerde bir gölgenin ayak sesleri duyuldu.Gölge büyüdü ve üzerinde büyücü cübbesi olan birisine dönüştü.Siyah cübbenin üzerinde gümüşümsü olarak işlenmiş hayvan motifleri vardı.İnsan tek tek hücrelere bakarak ikilinin önünde olanda durdu.Kapüşonunun içinde kapkara gözleri görünüyordu sadece.Parmaklarında hücrelerin sayılarıyla orantılı yüzükler mevcuttu.

“Demek bizimle oynayan ucube buymuş.” Diye konuştu elf, savaşçıya.

“Ucube! Bizi niye burada tutuyorsun.Seni onun bunu çocuğu…”diye onlara bakan yeni gelene tüm sinirini boşalttı.Hücrenin dışındakinin hal ve tavırları onun sözlerini dikkate aldığını hiç göstermiyordu.Sadece ikiliye baktı ve memnun bir şekilde onların yanından ayrıldı.Üzerindeki elbisenin işlemelerindeki yaratıklar ışıldadı ve giysiden ayrılıp hücrelerin önünde dört tane yırtıcı hayvan canlandı.Bunlar muhafızdı.Büyücü hiç konuşmadan geldiği gibi gitti.

“Bu tiple nasıl başa çıkacağız? Oldukça güçlü gibi görünüyor,”

“Haklısın Swaclon. Biraz zorlanacağız!”

“Zorlanacağız demekle neyi kastediyorsun.Tutsağız ve manyak bir büyücü bize ne yapacaksa çaresizce onu bekliyoruz.Hadi hücreden bir şekilde kurtulduk diyelim de bu büyülü yaratıkları nasıl altedeceğiz?”

“Sen bunları düşünme! Bizi kolye kurtaracak,” Marjuarane boynundaki dört yaprak şekilli kristal yapılı nesneyi gösterdi.

“Benimle dalga mı geçiyorsun! Gördüğüm alalade bir kolye.Nasıl bir özelliği var ki bizi kurtarsın,”

“Bu kolye büyülü… Benimle konuştu ve endişelenmememiz gerektiğini söyledi,”

“Sen ciddi misin.Hadi ordan bence aklını yitirmişsin.Bir kolyenin konuştuğunu da ilk defa senden duyuyorum.Büyülü bir nesne ısınır,ışıldar ne biliyim ya da her neyse… Ama konuşanını da ilk kez senden duyuyorum,”

“Konuştu derken beynimde fısıldayışları gezinip duruyor.Bekle ve gör dostum. Onun bana fısıldadığına göre büyücünün üzerinde gördüğün elbise ve hücrelerin önündeki yaratıklar büyülü… Elbiseyi üzerinden çıkarırsak yaratıklar ortadan kayboluyor ama yok olmuyor.Büyücü bütün gücünü giysisinden alıyormuş. O olmadan bir hiçmiş,”

“Bu anlattıklarını kolye mi ya da her neyse o mu söyledi.Elbisenin ve yaratıkların büyülü olduğu aşikar da büyücünün bütün gücünün elbisesinden geldiğine şaşırdım.Demek elbise çıkınca büyücü tehlike arzetmiyor öyle mi.Ateş topu,yıldırım,uyku büyüsü ne bilim başka bir büyü bilmez mi bu,”

“Bütün hepsini,ilüzyonlarını… elbiseden aldığı güçle yapmış.Aslında üzerindeki bir giysi değil iplik parçası görünümde bizim dünyamıza ait olmayan büyülü bir nesneymiş,”

“Bu dünyaya ait olmayan… Bu da ne demek.Bizim dünyamızdan başka dünyalarda mı varmış.Bunları ben sıkılmayayım diye anlatıyorsun değil mi? Söylediklerin çok ütopik.Sen bu boynundakinin gerçekten kolye olduğundan emin misin?Belki içinde dev bir yaratık vardır.Ne diyorsun sen ya…”

“İster inan ister inanma bunları uydurmuyorum.Bu bahsettiğimiz parça tanrıların boyutuna aitmiş.Orada bulunan bir tanrınınmış.Kolye de tıpkı onun gibi tanrısalmış ki bunu yeni öğrendim,”

“Tanrılar mı…  İyice saçmaladın Marjuarane.Onlardan 1450 yıldır hiç ses seda yok.Okuduğum kitaplara göre metamorfoz sırasında bütün tanrılar tüymüş. Tanrı manrı yok dostum bu dünyada.Bence boynundaki seni kandırıyor ya da biz gevezelik ediyoruz.”

“Peki bunları nasıl bilebiliyorum sence.Durup dururken bir anda nasıl uydurabilirim bunları.Onlardan hiçbir işaret yok ama büyücüler güçlerini tanrılardan alırlar.Şayet tanrılar tamamen terk etmişse dünyayı büyücüler nasıl büyü yapabiliyor?”

“Haklı olabilirsin büyücülerin büyü yapma güçlerini tanrılardan aldığı konusunda.Ama onlara ait şu zamana kadar hiçbir işaret görmedim.Sen de görmedin öyle değil mi.Yine eski kitaplardan okuduğuma göre –elflerin kütüphanesi çok büyük de – metamorfoz sırasında büyük bir enerji açığa çıkmış ve bunun bir kısmı dünyada serbest olarak kalmış ki büyücülerin büyü yapmaları içinmiş,”

“Peki bu enerjiyi tanrılar salmışsa…”

“Tamam tanrıları boşver artık. Kolye bizi nasıl kurtaracakmış onu anlat,”

“Büyücü tekrar geldiğinde ben onu boynumdan çıkarıp üstüne doğru atmalıymışım.O da temas ettiğinde elbiseye nesne iplik parçasına dönüyormuş.Ancak bu durum gerçekleştiğinde yani elbise büyücünün üstünden kolyenin dokunmasıyla çıktığında burası tamamen çöküyormuş.Kule gücünü elbiseden alıyormuş.İplik parçasını alır almaz kaçmalıymışız ya da çıkabileceğimiz en yakın yerde bu işi halletmeliymişiz,”

“Ne kolyeymiş be…”

Metamorfozdan önce dünya dört boyuta ayrılmış haldeyken İnsanların boyutu olan Paradruin de Malkierno(*) adında bir genç insan büyücü olmaya kararlıymış…

On sekiz yaşındaki genç, büyücü adayı büyücülük akademisindeki son dersine geç kalmak üzereydi.Akademide, onların sonrası olan konsorsiyumlara girmek için gerekli olan sınava alınabilecek yedi öğrenci seçilecekti.Büyücülerin en yüksek seviyesinden aşağıda olan konsorsiyumun,yüksek seviye olanların sistemine göre her bölgeden  gelen yedi öğrenci,kendilerinin bilmediği ancak büyücülerin bildiği bir yere getiriliyor ve orada bir süre daha eğitim görüyorlardı.Ve bunun sonunda seçilen kırk dokuz öğrenciden yedisi sınava girmek için hak kazanıyorlardı.Kalanlara ise iki seçenek sunuluyordu: ya eğitimden vazgeçin ya da devam edin…

Shandrall bölgesindeki akademinin -rengi koyu mavi ve şekli çift kanatlı olan,kenarları beyaz altı tane demir dikmelerle oluşturmuş- kapısı göründü.Dikmelerin üzerine bazı büyücülerin yüzleri işlenmişti.Malkierno o kapıdan giren şanslı biri olduğunu düşünüyordu… Akademinin ustasının konsorsiyumlara girmesi için gerekli olan sınava öncesi eğitime tabi tutulacak kırk dokuz öğrencinin arasına katılacak yedi öğrencisini seçmesi için ihtiyacı olan sürenin son günüydü bugün.Yine de ustalar az çok kimi seçeceklerini öğrencilerine hissettirirlerdi.

O gün Malkierno nun şimdiye kadar geçirdiği 18 yıllık hayatındaki en kötü zamanıydı.Bayan Tierna’ nın dudaklarından ismi dökülmemişti.O gün akademiye devam etmeyeceğinin kararını verdi.
Hayal kırıklığına uğradığı o zaman hiddetine ve kibrine yenik düşüp akademiyi terk etmişti.Yine de az da olsa içinde kıvılcım kalmıştı büyü adına.Seçilemediği için eğitim ve getirisi büyücülüğü elinin tersiyle itmişti.O kadar çok istiyordu ki seçilmeyi… İstediği olmayınca ustasının onun ismini söylemeyen dudaklarını söküp ayaklarının altında ezmeyi arzulamıştı.O gün akademiden öfkesine yenilip ayrılmakla hayatındaki en büyük dönüm noktasını gerçekleştirmiş olup yol haritasından büyüyü çıkartmıştı.Gelecek ise onunla aynı fikirde değildi.

Adada yapılabilecek,hayatının rotasını değiştirebilecek ve ona büyüyü unutturabilecek bir çok unsur vardı.Balıkçıların yanına gidip orada çalışabilir ya da sal yapımında iş bulabilirdi.Çiftlikte de hayatına yön verebilirdi ki onu seçti.Çiftliğin sahibinin kızına aşık oldu, büyüyü falan unuttu ancak kız onunla dalga geçmişti.Babası onu sevdiğine vermediğinden dolayı ona oyun oynamıştı.Babasına mektup yazmış ve Malkiernonun kendisine sarkıntılık ettiğini ve onu kaçırdığını ifade etmişti.Nitekim kız ile Malkierno adanın kıyısına gelmişler ve kızın sevdiği Pinerra tarafından onun kafasına sopa vurulmuş ve sevdiğini sandığı ile onun sevdiği adadan kaçmışlar ve ihale ona kalmıştı.

Malkierno adanın kıyısında kızın babasının adamlarının kovalamacasından kaçarken kendisini harabelerde bulmuştu.Geldiği yer adanın doğu kıyısının sonunda bulunan ve iç taraflara giren sık ağaçların arasına saklanmış bir kulenin kalıntılarıydı ki o nasıl buraya nasıl geldiğini çok sonra anlayacaktı.Adadakilerden çok fazla kişi dillendirmese de uzun boylu ve kızıl saçlı bir kadın büyücü yaşarmış kulede.O zamanlarda korsanlarla ada sakinleri arasında bir savaş olmuş.Korsanların ekibinin içinde etten kemikten olmayan,büyücülerin marifetleriyle oluşturulmuş insandan bozma yönlendirilebilir yapıda mahlıuklar varmış.Bu zorba takımı adaya baskın düzenlediği zaman daha öncelerinde en üst seviye büyücülerin bulunduğu yerden kovulmuş bu büyücü kulesinden çıkıp insanlara yardım etmiş ve korsan gemileri batırıp, suyu yakıp iğrenç mahlukların üzerine boca edip cayır cayır yakmış ancak bu savaştan sağ kurtulamamış.Kimilerine göre bu baskında korsanlar yüksek seviye büyücülerin kuleye yok etmek için paravan olarak kullandıklarıymış.

Kızıl saçlı büyücü,büyü yaparken konsantrasyon esnasında aldığı bir ok yüzünden ve ardından da bir başka korsanın ‘büyülenmiş’ mızrağı yüzünden can vermiş.Onun kulesi yıkılmış ve bedeni yıkıntıların arasında kalmış.Cesedi bulunamamış ama ölümü herkes tarafından kabul edilmiş.

O zamandan bu yana  harabelere basan ilk insandı Malkierno.Yüzüne bir anda kulenin yapı taşlarından biri olan,hala savaşın izlerini taşıyan dışı kararmış bir taşın içinden hüzme yansıdı.Onun içindeki karmaşık duygular hızla taşa doğru adımlarını yönlendirdi.Bunda en büyük pay sahibi ise yaşadığı hayata karşı katıksız öfkeydi.Daha önce ruhunun bir yerinde hapis bulunan güç kıvılcımları,hırsları ve tutkuları aniden onu zorlamaya başladı.Onları uyandıran her ne ise kilitlerinden de kurtarmıştı ve önünde duran muhafızları bir bir yıkmış ki en büyük yardımı da hayal kırıklığından almıştı.Karakterinin üzerine güç bulutları çöküp bunların içinden hırs,tutku ve aç gözlülük ruhuna sağnak halinde yağmaya başladı.Artık kafasında iyilik adına yaptığı şeyleri,inanmışlık adına düşündüklerini kötü duygularından boşalan hapse göndermiş ayrıca öfkesi,hayal kırıklığı ve hırsı bütün iyimserliğini,iyi duygularını ruhunun en derin dehlizlerine postalamıştı.Sinsice bekleyen düşman misali –Karanlık olmasaydı iyilik kendi doğasından gayrı meşru karanlık doğrururdu- kötü karakteri içinde var olan iyi olanı lağv edip hayalkırıklığının getirisiyle beraber hiddetine kat kat karanlık kuleler dikti ve sinsilik tamamiyle kimliğini zehirledi.Çok horlanmıştı,çok aldatılmıştı ve inanmışlıkla kendi kendisini kandırmış bu yüzden bu duruma karşı koyacak gücü yoktu.

Bu ruh haliyle taşa dokunur dokunmaz o parçalandı bu sayede içerisinde bir kürenin olduğu açığa çıktı.O, hiç düşünmedi bu kadar kalın bir taşın içinde kürenin nasıl olduğunu ya da bu kararmışlığından nasıl olup ta sıyrılıp hüzmesinin gözlerine gireceğini.Aslında harabelerdeydi ama büyülü ve canlı bir varlık gibi kürenin yaptığı yanılsamanın içinde dolanıyordu ve bunun farkında değildi.Onun dış tarafı saydam bir maddeden yapılmıştı ve titrerken Malkierno ellerini yaklaştırdı.Dokunduğunda onun aurasını ruhunun en ücra köşelerinde ve en köhne yerlerinde bile hissetmişti.Kürenin yüzeyi akışkan hale geçmiş ama şeklinde bir bozulma olmamıştı.Malkierno, içinde grinin tonlarına bürünmüş beş tane kristale iki eliyle temas ettiğinde onların hareketlendiğini ve biribirlerine hüzmeler gönderdiklerini gördü.Aslında kristallere dokunan eller değildi onlar sadece araçtı çünkü nesneler dokunan kişinin ruhunu ve içinde barındırdığı kötü niyetleri sezercesine hareketlenmişti.Hüzmeler dumana dönüşüp,kütle halinde birleşip beş kısma ayrıldı ve her bölüm yüzleri ‘karanlık’ bir saydam suretin önceden ruhuna giyindiği elbiseleri gösteriyordu.Kara cübbeleri üzerinde göreni içine alırcasına çeken bu suretlere Malkierno körlemesine bakıyordu.Bir süre sonra kristaller yok olup şekil değiştirip yine grinin tonlarından mamul madalyonlara dönüştü ve kara cübbeliler tek tek beş tane madalyonun içine girdi.Malkierno bu yanılsamaya gittikçe gömülürken nesneler birbirinin üzerine geçip birleşti ve simsiyah bir madalyon oluştu.Onu aldıktan sonra kürenin içi boşaldı.Ve böylelikle Malkierno yanılsamayı gerçekliğe dönüştürmüştü.Bu sanrıdan ibaret olan dönüşüm kötücül amaçlarının rehberliğinde ruhunda katılaşıp yine orada çözünecekti.

Gerçekte olan ise kürenin içi boştu.Onun içindeki kristaller hırs,aç gözlülük,ihanet,kin ve öfkenin ya da benzer kötü duyguların maddeleşmiş haliydi.Tek madalyon ise katıksız kötücül gücü ifade ediyordu.Yani bu oluşum kötülük dolu kürenin karanlığının maddeleşmiş safhalarıydı ki bunu onun sayesinde gerçekliğe dönüştürmüştü ya da Malkiernonun kötü duyguları olmasını sağlamıştı.
Malkierno ruhuna madalyonu taktıktan sonra –boynunda maddesel anlamda böyle bir nesne yoktu- işaretleri fiziksel özelliklerine,yapısına yansıyıp gözleri irileştikten sonra gri renge büründü ve daha önceki rengi olan maviyle beraber kaynaşıp oldukça korkutucu bir hal aldı.Bu kürenin kötücül aurasına kapılıp ruhuna takarak madalyonu; Ansomal adındaki büyücünün ve şamanın ellerindeki haritaların gösterdiği yapraklara(kolyenin birleşmeden önceki tek tek olmuş hali) ulaşmak ve içlerindeki gücün kendilerine akmasını isteyen beş tane başıboş büyücünün ikisinden çalıp elde ettiklerinde onların gücünü kontrol edemeyip liçlere dönüşen bu silüetlerin içlerinde barındırdığı kötülüğü serbest bırakmış ve kendisine aktarmıştı.Madalyon onun ruhuna liçlerin kötülüğünü salacaktı ve Malkierno onlar tarafından yönetilen bir büyücü olacaktı.

Ansomal ve Malkiernonun ruhu Metamorfoz sırasında ölen diğer büyücülerle beraber o esnada açığa çıkan enerjinin bir kısmının tuttuğu ‘Ölüler Hanı’ adındaki yerde asılı durumda bulunuyor.

İp parçası da tıpkı bu madalyona benziyordu. Swaclon ve Marjuarane i tutsak eden,bir çok ırktan koleksiyon yapan büyücü de tıpkı Malkierno gibiydi.Bir gün kendisini terk edilmiş,işe yaramaz ve kullanılmış hissettiğinde bu iplik parçasını bulmuştu ya da o, bulunmak istenmişti.Nesne  onun ruhunu emmiş,güçlü bir büyücü yapmıştı ama insan tamamiyle ruhunu kaybetmişti.Ona güçler bahşetmiş ve bu kuleyi oluşturmuştu.İplik parçasının daha doğrusu onun sahibi olan tanrının dünyadaki gizli müritlerinin bir planı vardı ki bu çeşitli ırklara mensup oldukça güçlülerinden oluşmuş bir ordu kurmaktı.Büyücü de bu iş için kullanılmıştı.

Bu tanrısal parça kişide bulunduğu sürece üstüne bir kıyafet olarak bürünür.Giysi oluştuğunda üzerinde ejderhalar hariç yırtıcı hayvanların onun gücüyle canlanabilen desenleri olurdu.Kişi tehdit algıladığında kıyafet devreye girer ve onu korurdu.Eğer taşıyıcının üzerinde kendisinden daha güçlü tanrısal başka bir nesne varsa onunla işbirliği halinde görünmez bir şekilde olur ancak onun ruhunu ele geçirip güçler bahşemezdi çünkü diğeri daha güçlü bir tanrınındı.Aslında tanrılar bu dünyadan gerçek anlamda gitmişlerdi ama onların ‘emanetleri’ dünyanın bir çok yerine atılmıştı ve kullanıldığında etkileri ölümlülerin dünyasında kendi boyutlarından çok farklıydı.

Bir sonraki gün büyücü tekrar göründüğünde zindanda hücrelerin önündeki yaratıklar elbiseye geri döndü ve tekrar motif haline geçtiler.Marjuarane kolyenin istediğini yaparak onu görür görürmez nesneyi parmaklıklar arasından üstüne doğru fırlattı.Kolyedeki yapraklar havada serbest halde durup ondan çıkan ölümlülerin göremediği siyah renkteki uzantılarla büyücü arkası dönükken elbiseye yapıştı ve iplik parçasının gücünü içine çekti.Elbise iplik parçası haline döndü.Parmaklıklar ortadan kalktı ve ikisiyle beraber diğer tutsaklar kaçmaya başlarken kule çöküyordu.Marjuarane iplik parçasını kolyenin direktifiyle aldı ve diğerleriyle beraber kulenin içinden yukarıdan düşen molozlardan çeşitli akrobatik hareketlerle kurtularak dışarıya çıktı.Büyücü yıkıntıların arasında kalarak öldü.Onun tutsak ettiği Dacassyreye hizmet eden büyücülerden birisinin i adamı da ölen büyücünün bir emici üzerinde deney yapıp onun kanından mamul –o bilmese de iplik parçasının gücünün dokunduğu- bir şişeyi almıştı.

MAYIS 2009

Çevrimdışı Marjuarane

  • *
  • 46
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
BÖLÜM 10
« Yanıtla #9 : 12 Ekim 2014, 23:58:32 »
Marjuarane’ nin yurdu nasıl, nereden, ne amaçla geldikleri şehrin sakinleri ve onu kuşatanlar tarafından bilinmeyen ve de ne oldukları anlaşılamayan kara zırhlara bürünmüş yaratıklar yüzünden istila edilmiş ve yakılıp yıkılmıştı.Onlar, istediklerini Chrubergine şehrinde Bilge kılığındaki Chirraphreix adındaki güneyin sahibi olarak kendini gören Beyaz’ ın birinci adamından almışlardı. Burasını anne babası tarafından terk edilmiş bir çocuk gibi karanlığa gömmüş ve şehirde adeta sessizliğin krallığını kurmuşlardı.Yapılan savaşta altı tane beyaz ejderha ölmüş ve hiçbir canlı kalmamış ancak şehrin görüntüsü mücadeleden sonra eskisi gibiydi.Hiçbir yerinde savaşın izleri kalmamış sadece savaştan önceki görüntüsünden tek fark olarak yaşayan da yoktu.Bu bakış sadece ölümlü olanların ve bu dünyaya ait olanların gördüğüydü eğer buraya başka bir boyuta ait yaratık bakmış olsa gerçek haliyle karşılaşacaktı.Kara zırhlıların amaçlarını elde etmek uğruna giriştikleri savaşın tek tanığı ise Tischveria adındaki batının sahibi olarak kendini gören siyah ejderhaydı.

Marjuarane’ nin şehrinin ne olduğuyla alakalı her hangi bir şeyden haberi yoktu.O, doğunun sahibi olarak kendini gören kırmızı ejderha Dacassyre’ nin inini bulmak için yola çıkmış ve yanındaki üç kişiyle bu dünyada yeni doğmuş bir klanın ilk temsilcileriyle doğunun kötü bir üne sahip şehrinde mücadele ediyordu.

Metamorfozdan kısa bir süre önce

“Neler oluyor?”
“Bunlar da nereden çıktı? Bize benzeyen bu sivri kulaklılar da kim? Uzun sakallı tıknaz yaratıklar…”
“Kanatlı yaratıklarda nereden geldi? Bildiğin alev kusuyor bunlar…”

Bu ve benzer sorular havada süzülüyordu insanların boyutu Paradruinde yaşayanlar tarafından dillendirilerek.Aynı soruların farklı dillerde benzer olanları da yaşayanların kendi boyutlarına uygun şekilde diğer üçünde de seslendiriliyordu.Cypraqual adındaki şimdiki dünya oluşmadan önce dört boyut halinde ölümlülerin yaşadıkları ayrı ayrı dünyalar birbirine karışıyordu.İnsanlar, elflerin,cücelerin ve ejderhalar dahil kötü yaratımların boyutlarına geçiş yaparken diğerleri de aynı şekilde kendi boyutlarından öbürlerine geçiş yapıyordu daha doğrusu dört dünya aynı anda birbirlerinin içine giriyordu.Aniden bir dağ insanların günlük hayatını yaşarken dükkanlar arasında ortaya çıkmış daha sonra onun sağ kısımlarında bir şato durmuş düşmeye yüz tutmuştu.Sarsıntılar devam ederken yapı yüksekten yere doğru yol almaya başlamış izleyenler ona çarpacağını zannederken hiç yoktan var olan ağaç topluluklarının üzerine bindirmişti.Her boyutta beklenmedik bir çok olay meydana geliyor ve ölümlüler oradan oraya savruluyordu.Bütün her yer bina yıkıntıları,birden bire ortaya çıkan ve birçok yeri sular altında bırakan denizlerin dalgaları,nehirlerin akıntılarına kapılan eşyalar,ağaçlar,kayalar,ölümlüler,moloz yığınları… Daha birçok doğal felaketlerin sonuçları doluyken yeni bir dünya oluşmuştu.

Bu dördü arasındaki boyut kapıları ortaya çıkarılıp faaliyete geçirilince Ansomal adındaki Paradruin dünyasından insan büyücü ve yanındaki kötülük tanrısı Asdachen’in ölümlüler arasındaki tezahürü sayesinde her şey değişmişti.

Fanilerin hepsi binlerce ölümün olmasına, her yerin cesetlerle,yıkıntılarla,harabelerle… olmasına sebep bu büyük depremden bir şekilde kurtulmak ve kaçmak için kuvvetli rüzgarın savurduğu kuru yapraklar gibi farklı farklı yönlere dağılmışlardı.Yaralılar ve yürüyebilecek durumunda olanlar kaçabiliyorken yaraları çok ağır olanlar,kolları,bacakları kopanlar ve çok daha kötü durumda olanlar ise cehenneme dönen bu yeni dünyada bırakılıyordu.Kimsenin onlar için yapabileceği bir şey yoktu zira herkes kendi canını düşünüyordu.Sallantılar azaldıkça ordan oraya kaçışlar hızlanıyordu.Her yöne büyük kalabalıklar,topluluklar savruluyordu.

Elflerin nadir bulunan mücevherlerle süslü kuleleri insanların boyutundaki binalara girmiş,cücelerin yer altındaki tünelleri yer yüzüne çıkmış,ejderhaların inleri,orkların mağaraları… Hepsi birbirleriyle adeta akraba olmuştu.Sanki yeryüzü ile gökyüzü birbirlerine kavuşmuştu.Faniler çil yavrusu gibi etrafa dağılmış kimileri yaralı, kimleri hayatının son demlerinde, kimileri de mucize eseri hiç yara almamıştı.Yeni oluşmuş tek dünyanın her yerinde öyle yığınlar oluşmuştu ki… Ejderhaların boyları ne olursa olsun ölenler hariç kalanlar tedavisi asırlar sürecek çok büyük ve derin yaralar almıştı.Feryatları ortalığı inletiyor  kulakları sağır ediyorken kocaman kırmızı bir ejderhanın çığlığı ise çok daha farklıydı.Peşi sıra sonu gelmeyecek gibi devam eden sarsıntılarla yer yerinden oynarken her tarafı yarıklar kaplarken yeni bir dünya Cypraqual meydana gelmişti.Metamorfozun müsebbibi Kötülük Tanrısı ve diğerlerinin canlıların tabiriyle nefesi dahi hissedilmiyordu.

Tedirgin ve şaşkınlık içerisindeki ölümlüler dört bir yana hiç arkalarına bakmadan yine de derin yarıklarla kavuşmamak için o hengamede bile olsa dikkatli davranarak yıkım yerlerinden neresi olursa olsun hızla uzaklaşıyordu.Zaman ilerledikçe hayatta kalanlar kendilerine yurtlar edinecek ve bu yeni dünyalarında birbirlerinin arasında antlaşmalar yaparak bir düzen oturtacaklardı.Bu akitler çeşitli savaşlardan sonra yapılacak ve uyanlar yurtları olarak gördükleri yerlerini kabul edilen maddelere göre sağlamlaştıracaklardı.Uymayanlar ise savaşmaya devam edecekti.Yıllar geçtikçe ticaret gelişecek ve yerleşik hayatı benimseyenlerin kurdukları bölgeler gelişecekti.Kötücül yaratımlar kuytularda, köhne yerlerde,kimsenin uğramaya lüzum görmediği viranelerde,harabelerde,karanlık köşelerde hayatta kalmaya çalışacak ve bir gün şehirlere ineceklerdi ki onların bu hareketi metamorfozdan bin yıl sonra uyanıp tekrar ortaya çıkacak ejderhaların görünmesinden kısa bir süre öncesinde olacaktı.Cypraqual ondan sonra alt üst olmanın ilk işaretlerini görecekti.

Metamorfozun gerçekleşmesinden kısa bir süre sonra dört bir yana savrulan topluluklardan batıya gidenlerin arasında çoğunluğu insanlardan oluşan elfler ve cüceler vardı.Bu ırklar farklı boyutlarda birbirlerinden habersiz yaşarken bu dünyada birbirlerini tanımaya başlayacaklardı.

Bu gruptaki üç ırk zaman ilerledikçe,yürüyüşleri aynı yolda gittikçe birbirlerini daha fazla tanıma fırsatı bulup sonunda kendi aralarından liderler seçtiler.Onların bir nevi sözcüleri olan ileri gelenler geleceğe dair bir toplantı yapmaya karar verdiler.Sonucunda ayrı yolu değil aynı tarafı takip etmek kararı altında görüş birliğine varıldı.Daha sonrası için aynı yöne ilerledikçe kimi zaman konakladılar ve uzun günler birlikte yaşam biçimlerini tartıştılar.

“Bizler ormanlarda yaşar oralarda hayat kurar ve günlük yaşamımızı düzenleriz.” Dedi Nordia adındaki elflerin ileri gelenlerinden biri.Kendi ırklarındakine göre daha fazla yol kat etmişti ömür yolunda.

“Dağlar ve altı bizim için yuvadır.Onu şekillendirip evler kurarız.Tüneller yapar maden çıkarırız…Hayatımızın büyük bir kısmı yer altında geçer ve yaşamımızı buralarda idame ettiririz.” Dedi sakalı oldukça uzun ve diğerlerine göre daha yaşlı olan cücelerin ileri gelenlerinden biri.

“Bizim ömrümüzün uzunluğu sizinkilerden çok çok daha kısadır.İnsanlar için ev kavramı çok çeşitlidir.Tabii ki büyük bir çoğunluğumuz yer yüzünde yaşamayı tercih ederiz.Ana kısım bizim için ovadır.” Dedi insanların ileri gelenlerinden birisi.

Toplamda her ırktan üç sözcünün bulunduğu toplantı esnasında hangilerinin nerelerde yaşayacağına dair görüşler bildirilmiş ve kararlar alınıp onaylanmış ve bir sonrakinde ise insanlar için ovanın,elfler için ağaçların ve cüceler için dağın bulunabileceği bir bölge birlikte yaşamaları için uygun görülmüştü.Daha sonraki başlık beraber nasıl yaşayacaklarıydı.Bir sonraki toplantıda insanlardan birisi;

“Düz bir ovaya on tane kule inşa edelim.(İki parmağıyla oturdukları yerde bir çember oluşturarak) dokuz tanesini bu gördüğünüz şeklin kenarlarına birbirleri arasındaki uzaklık aynı olacak şekilde yapalım ve bunların ortasına da tek kuleyi koyalım.Etrafında da elfler için orman ve cüceler için dağ olacak tabii.”

Bu düşünceye ne elfler ne de cüceler itiraz etti. Uzun konuşmalardan sonra bir karara varılmıştı.Bu fikir diğerlerinin de aklına yatınca ayrıntılar tartışıldı.

“Bu kuleler için cüce dostlarımızın ustalıkları gerekecek.Bizler ve elf dostlarımızın onlara yardımımızla birlikte bu işi başaracağız.Önemli olan her konuyu birlikte konuşup birlikte karara varıp sonlandırmamız.”

“Bu birlikte inşa edeceğimiz kuleler arasında geçişi sağlamak adına bir önerim var dostlar.Kenarlardaki dokuz kulenin üst ve alt kısımlarına ardından gelecek olan bir sonrakine ulaşılabilecek şekilde bağlantı yolları kuralım.Merkezdeki kuleye gidebilmek için de aynı seviyede kuracağımız dokuz tanesinin orta kısımlarından onun ortasına da yollar çıkalım.” Dedi elflerden biri.

“Kenarlardaki kulelerin alt,üst yollarının bina bağlantılarına kapılar yapalım ayrıca ortadakine de kuralım.”

“Ana kulenin dokuzundan gelen yol bağlantılarını dışına yapabilmemiz için merkezdeki ya diğerlerine göre daha büyük yapılacak ya da bağlantı yollarının genişliği ona ulaşırken küçülecek ve uygun bir şekilde sonlanacak.Yani dokuz kulenin kendileri arasındaki yol bağlantıları düz ve aynı genişlikte olabilirken ana kuleye olanlarda düz ama daha az genişliğe sahip olmalı.”

“Cüce dostlarımızın kulelere ulaşabilmeleri için onların en alt kısmına giriş kapısı konulmalı ve de tüneller kurulmalı.”

“Bize göre insan dostlarımızın binaların arasında ya da kenarlarında yuva kurmaları fark etmez.”

“Biz cüceler sizlerin de yardımıyla yer altına bağlantı tünellerini yer yüzüne zarar vermeyecek şekilde kurarız.Sizler için kulelere ulaşmak konusunda bir sıkıntı olmayacak.Peki yaşam yerlerimizi hallettik,binalara nasıl ulaşılabileceğimize dair görüşlerimizi paylaştık da oralarda ne yapılacak.”

“Üç ırk arasında kurulacak olan bu bölgede kendi aramızdaki birlikte geçireceğimiz zamanlar… Örneğin hayatımızı devam ettirebilmemiz için çalışmamız gerekli.Kendi aramızdaki ticaret için,toplantılar için,sosyal yaşamımız için,eğlenmek için,birlikte yaşamamız ve vakit geçirmek için ve daha bir çok beraber gerçekleştirebileceğimiz faaliyetler için kullanırız.”

“Her kuleden sorumlu aramızdan seçeceğimiz bireyler olmalı.Ayrıca ana kulenin üst kısmı büyücülerin eğitimi için kullanılabilir.Zaten orta kısmı diğer kulelere geçiş için ve alt kısım da diğerlerinin yönetim kadrosunun aralarında toplantılar yapmaları için kullanılabilir.”

Bu ve benzer konuşmalar toplantıdan toplantıya ırkların sözcüleri arasında yapılmaya ve arayışlar da bu bağlamda devam etti.Yıllar sonra karara vardıkları bu yaşam biçimlerine uygun bir bölge biraz da kendi çabalarıyla sağlayarak oluşturdular.Uzun arayışları esnasında bir çok şey buldular ki bunlardan birisi de küçük kristal parçalarıydı.

Bulunan taşları elflerden ve insanlardan oluşan büyücüler incelediğinde içlerinde adlandıramadıkları bir çekimin,güç yoğunluğunun bulunduğunu keşfettiler.Aralarında yapılan görüşme sonunda inşa edilecek kuleler için kullanmaya karar verdiler.

Binaların yapılması için uygun olan yer bulununca yani sağlanınca uzun yıllar sürecek olan çalışma başlatıldı.Daha önce toplantılarda konuşulanlara göre konumları tanımlandı ve o şekle göre kulelerin yapımları tamamlandı.Büyücülerin de yardımı,elflerin şekillendirmedeki estetik güzelliğiyle,insanların akla yatkın fikirleriyle ve cücelerin hünerli ustaları sayesinde yapılar sağlam temellere oturtulmuştu.

Zaman ilerledikçe dıştaki dokuz kuleyi birbirine bağlayan alttan ve üstten,merkezdekine de onlardan bağlantı sağlayan yollar,bunların başlangıç ve bitiş noktalarına yapılan kapılar… öngörüldüğü gibi kuruldu.Kuleler için konuşulan her çalışma uygun şekilde icra edildi.Onların tepelerine ise dıştakilere birer tane ve merkezdekine de iki tane olmak üzere kristal parçaları yerleştirildi.

Kulelerde beraber geçirdikleri zaman dilimindeki günlük hayat yaşanırken kendi bölgelerinde ise kalan zamanı değerlendiriyorlardı.Ay ve yıldızların ışığı binaların tepesindeki kristal parçalarına vurdukça görkemli bir ışık sergisi kuruluyor ve üç ırkın mensupları bunu her gün karanlığın kapısı açıldığında görebiliyorlardı.Nesneler kendilerine çarpan doğal ışıkları birbirlerine lütfederek ölümlülerin kurduğu bu yerde onlara görsel bir ziyafet sunuyorlardı.Ayrıca ışıkların bir kısmını da içlerinde depoluyorlardı.Bu durum görsellik dışında aşağıya,kuleler arasında kurulan bağlantı yollarına ışık sağlamakta kalmıyor kristallerin güç yoğunluğunu da yıllar geçtikçe arttırıyordu.Büyücüler de bundan katkı sağlıyor hatta büyü yapmaları kolaylaşıyor ve sanatsal güçleri de çoğalıyordu.İnsanlar,elfler ve cüceler kurdukları bu yaşam biçiminden oldukça memnundular ve dünyanın kalanıyla bir yere kadar ilgilenmediler.Her şey yerli yerine ve bu yaşam şekli oturunca ana kulenin alt katlarından birinde yapılan görüşmelerden sonra diğerleriyle artık bağlantıya geçilmesine dair  karar alınmış bundan dolayı muhteşem şehirlerini görmelerine izin verilmişti.

Daha sonra dünyanın kalanıyla da ticareti geliştireceklerdi.Yıllar yılların ardına düştü ve şehir çok ilerledi.Cypraqual’ ın dört bir yanından ölümlüler akın ediyor ancak burada kalmalarına göz yumulmuyordu.Bu gelişmeyle paralel de büyücülerin ünü arttıkça arttı.

Kristal parçalarından yansıyan ışınlar zaman içerisinde kulelerin dış kısımlarına minik pırıltılar halinde vurdukça temas ettikleri kısım nokta olarak iz bıraktı ve zamanla kristalleşti.Şehri kuranlar taşları binaların tepelerine koymuşlardı ancak onları etkilediklerinden hiç haberdar değillerdi.On tane kulede dış kısımlarındaki bu yeni oluşan kristalleşmelerle ışıl ışıldı ve bunlar bağlantı yollarını da güzelleştirmişti.Yaşayanlar karanlık çökünce parıldayan kurdukları bu yerden mutluydu.Binaların dışının bu kristalleşmeye elverişli olması için taşların gücünün onları bu duruma hazırlamasıyla şehri daha da çekici kılan minik ışık parçaları üstlerine ışınlar vurmaya devam ettikçe sonunda tamamen kulelerle bir olmuşlardı.Burası bu gelişmeden sonra Kristal Kuleler Şehri olarak anılacaktı.Büyücüler neden böyle olduğuyla alakalı hiç düşünmediler onlar ünleriyle ve sanatlarıyla meşguldüler.Diğerleri de aslında bu minik ışık parçalarının ne olduğunu hiç düşünmedi zira her şey çok güzeldi.

Metamorfozdan yaklaşık bin yıl sonra uyanacak olan ejderhaların dünyaya tamamıyla yaralarından arınmış bir şekilde göz kırpmalardan birkaç zaman önce yani kötü yaratımların ortaya çıktığı dilimde ana kuledeki iki kristal parçasındaki güç yoğunluğu öyle bir arttı ki diğer dokuzunun tepesindeki taşları çok güçlü akımlarla kendine çekmeye başladı.Bunun akabinde tamamı birleşti ve kristal kendini tamamlayıp bir oldu.Bu aşamadan sonra bakanları kör edecek nitelikte bir ışık patlaması meydana geldi ki ondan yayılan ışınlar kulelerin dış kısmı olmuş kristalleşmiş parçalara çarpıp onlara vurmaya devam ettikçe yerlerinden oynatıp daha da parçalayarak toz haline getirdi.
Nihayetinde zerrecikler havaya karışıp şehrin her tarafına yayıldı.Bütün elfler,cüceler,insanlar ve büyücüler nefes aldıkça bunları içlerine çektiler ve hepsi anında ölüp cansız bebeğe döndüler.Bu devam eden patlamadan doğan öyle bir rüzgar ortaya çıktı ki kulenin tepesindeki kristali yerinden oynatıp onu yere doğru itti.Nesne kulenin dış kısmında aşağıya doğru ilerlerken rüzgar, zerrecikleri on tane büyücün üstüne savurmuştu.Tam taş yere düşüp parçalanacakken on tane büyücüden biri tekrar dirilip onu yakaladı.Diğer dokuz tanesi de yeniden canlanmıştı ancak diğer ölümlülerden farklı olarak yaşayanlardan değillerdi.

Aslında tek parça olan bu kristal Ölülerin Tanrısına ait malzemelerden birisiydi ta ki Asdachen adındaki kötülük Tanrısı kendi aralarında girdikleri bir iddia da bunu ondan alıp dünyaya metamorfoz esnasında diğer tanrıların emanetlerini savurdukları gibi atana kadar.Bu tanrısal malzemeyi ölülerin tanrısı ölen orkların ruhlarını toplamak için kullanırdı.Bütün ruhları ayırt etmek için farklı ırka mensup olanları başka malzemelerde de toplardı.Tanrıların boyutunda kendi malzemelerinin şekli çok farklıydı ancak ölümlerin dünyasında değişik şekillerde ortaya çıkıyordu. Tıpkı Kuleler Şehrindeki kristalin yaptığı gibi.Ölümlülerin, yarı tanrısal yaratıkların, hammaddesi şeytani varlıkların… boyutu ile tanrılarınki arasında büyük farklılıklar vardı ve metamorfoz esnasında onların gitmeden önce bıraktıkları emanetlerinin bir şekilde kendilerini burada tanımlamak için sonuç olarak Cypraqual Dünyasında yaşayanların ölçütüyle on yüz yıl geçmesi gerekiyordu.Bu süre sonrasında tamamıyla faal hale geçeceklerdi kristal taşta olduğu gibi ve bu bir planın başlangıcıydı.

Tanrısal materyal kendini tamamlamış ve oluşturduğu yaşayan ölü büyücülerle de kendini koruma altına almıştı ta ki... Tanrıların metamorfoz sırasında bu dünyadan ayrılmadan önce kendi aralarında yaptıkları antlaşmaya göre diğerleri gibi asıl sahibi gelene kadar.Işık patlaması hortuma dönüştü ki bütün kuleleri yerlerinden oynatacak kadar güçlüydü.O, kristali,kuleleri ve ölü büyücüleri öyle bir savurdu ki Ascander Denizinin altına kadar.Orada kristalin gücü hortumu etrafa salınımlar yayan bir kalkana çevirdi.

Ascander Denizinin altında yol alan kara zırhlı dünya dışı yaratıklar bineklerinin üstünde deniz canlılarının bir bir yanlarından geçiyordu.Onları gören birkaç tanesi sanki kendi aralarında fısıldaşmaya başladı.Nitekim onlar yanlarından gittikten sonra belirli bir yöne doğru ilerlediler ki bu canlılar deniz ejderhası Lyangallostick’ in hizmetkarıydı.

Denizin altında rahatça ilerleyen diğer yaşayanlar gibi boğulma riski taşımayan bu yaratıklar atlarının üzerinde kuleler şehrinin harabelerinin bulunduğu yere doğru gidiyordu.
Deniz altında bulunan kayalar topluluğunun içindeki geniş bir oyukta Lyangallostick adındaki deniz ejderhası dinleniyordu.Hizmetkarları olan balıklar onu uyandırmaya çekinse de içlerinden en cesur olanı bunu gerçekleştirdi.Ejderha huysuzlansa da onun söylediklerinden sonra sakinleşti.

“Misafirlerimizi karşılayalım o zaman.” Dedi basitçe yanındakilere.

Bir başka balık hizmetkarı yanlarına geldi ve kara zırhlıların yaklaştığı haberini verdi.Ardından ejderha oyuğundan çıktı ve kayaların önüne doğru ilerleyerek karşılamaya durdu.Onlar yakınlaştıkça gözlerini kıstı çünkü gelenler atlarından inmiş ve su da rahatça yürüyebiliyorlardı.Lyangallostick suya nefes verdi ve oldukça yüksek dalgalar gelenlere vurdu ancak hiçbir şekilde yürüyüşleri bozulmadı aksine daha da ona yaklaştılar.
Karalara bürünmüş yaratıklar deniz ejderhasından yeni bir hamle beklemeden aniden ilerleyişlerine son verip durdular.Elinde kılıç olanı sağ elinin üçüncü parmağını sola doğru çevirdi ve akabinde su, minik dalgalar halinde rakiplerinin üstüne doğru yolculuğa başladı.Ejderha bunu gördükten sonra nerdeyse kahkaha atacaktı ama… Kendisine doğru yol aldıkça bu dalgalar küçük çemberlere ayrılarak ve çoğalarak büyümeye başladı.Büyüdü,büyüdü… Onu kafasından kuyruğuna kadar alacak şekilde seri halde su dalgaları boyutsal anlamda genişledi.Ona hareket etme fırsatı bırakmadan çok hızlı bir şekilde ayrı ayrı çemberlerden önü ve arkası açık içerisinde kendisinin olduğu su tüneli oluştu.Kara zırhlının hemen parmağını geriye çekmesiyle ayrı haldeki içerinde sadece su bulunan çemberler birbirlerine yakınlaşarak birleşti ve boru haline döndü.Ejderha arada sıkışmış ve ne yaparsa yapsın sudan kurtulamıyordu.Elinde pulu olan diğer kara zırhlı onu boru haldeki suya dokundurdu.Ardından onun iç kısmından sarmaşıklar çıkarak ejderhayı her tarafından yakalayıp debelenmesini engelledi.Sudan mamul bitkilerin yapraklarındaki damarlar uzayıp genişleyerek ve bir mızrağın ucu misali sivrilerek bir nevi mahkumun sanki yumuşak bir dokuymuş gibi gerçek bir sivri uçlu silahın bile kolaylıkla işini göremeyeceği pullarından oluşan sert derisine rahatça battı.Onun bedenindeki bütün kanı çekerek suyu tamamıyla  kırmızıya boyadı.Deniz ejderhası ölürken kara zırhlı parmağını tekrar ileri alıp ilk konumuna getirdikten sonra çevirdiği yönün tersini yapınca tekrar kanla dolu su önce merhumun boyutunda çemberlere ayrılarak gerilemeye başladı ve başlangıç noktasına yaklaştıkça küçüldü,küçüldü… Kan kırmızısı bir yüzük oldu.Diğer iki kara zırhlı yaratığın derisini yüzdü ve onu on parçaya ayırdı.Bu büyük parçaları minik yüzüğe değdirdiklerinde ejderhanın kendi kanı kendi derisini içine çekti.

Önde parmağında kan kırmızısı yüzüğü olan kara zırhlı arkasında diğerleri yürümeye bu kısa aradan sonra tekrar koyuldu.Yanlarında da üç tane siyah balık yüzüyordu.Bir süre sonra tekrar durdular zira harabelerin üzerindeki koruyucu kalkanın salınımlarını hissetmeye başladılar.Sahip oldukları pul hariç diğer üç katmanlı silahları ayırdılar.

Onlar biliyorlardı ki kalkanın altındaki liçler ruhsuz ve yaşayanlardan değildi.

Bu dünya dışı yaratıklardan elinde pulu olan üç parçaya ayrılmış kılıçları yoldaşından aldı.Silahların kabzaları birbirine bakacak ve konumları her kenarı eşit bir şeklin köşelerinde olacak şekilde onları denizin tabanına girmeyecek biçimde yerleştirdi.Ölümlülerin boyutuna ait olmayan bir kelime seslendirdi ve kılıçlar bir tur tamamlayacak şekilde dönmeye başladı.Onlar bunu sağladıkça büyüdü ve üçünün ortasında sabit bir hortum oluştu.Ardından elindeki pulu köşelerden birindeki silahın kabza kısmına bir nevi yapıştırdı.Tekrar geri çekince pulun aynısı kabzayla bir olmuş bir şekilde görünüyordu.Diğer ikisine aynısını yaptıktan sonra bir diğer büyülü olanı hançerlerden birini alarak kopyalanmış pullardan birinin ve diğer ikisinin ortasını çember şeklinde çizip onları çıkardı.Sahip oldukları kristalimsi yapıdaki silahlardan baltaların sap kısımlarının uç kısmını kesici tarafları hortumun içinde kalacak şekilde bu oyuklara yerleştirdi.Döngünün içindeki üç baltanın kesici kısımları birbirlerine değecek şekilde konumlandırıldı.Kalkanları iki kılıcın eşit uzaklıkta ortasına yani ikisi arasına düz bir çizgide bir kılıcı alacak şekilde yerleştirdi.Son olarakta büyünün yapılması için zeminin oluşturulması adına üç hançeri de kalkanlara saplayıp onlardan uçlarını geçirerek hortumun içindeki baltaların birbirine dokundurulmuş kesici kısımların kesişim noktalarındaki boşluğa gelecek şekilde yerleştirdi.Ve hançerlerin elle tutulan sap bölümlerini üç kara zırhlı aynı anda çevirerek büyüyü başlattı.Bu arada üç siyah balıkta hortumun içinde dönüyordu.

Denizin altında hançerlerin uçlarının balatalarınkine dokunmasıyla parlak bir ışık hortumun içinde peydah olarak önce onların uç kısımlarında gezintiye başladı ardından orda çok fazla kalmayıp sap kısımlarına uğradı ve bir seyyah misali üç kılıcın kabzalarını da ziyaret ettikten sonra kalkanların iç kısımlarına girerek kısa yolculuğunu sonlandırdı.Kara zırhlılar hançerlerin sapını aynı anda bir kez ilkindeki gibi içinde Kötülük Tanrısının isminin geçtiği bir başka cümleyi de aynı tonda biraz daha çoşkuyla seslendirerek çevirdi.Ardından kalkanların içindeki büyülü ışık yerinde duramayan yaramaz çocuklar gibi dönmeye, dönmeye başladı ve girdap oluştu.Bu meydana gelenler çekici dudaklara sahip bir kadının öpücüğü misali hortumu ve üç siyah balığı kendine çekmeye başladı ve bu yetmezmiş gibi alıp kendi içinde gerilere postaladı.Ardından hortum tamamen içine girdikten sonra kalkanlar karardı.Kara zırhlılar bir süre daha bekledikten sonra öncekiler gibi dillerinde tanrılarının ismini söyleyerek hançerlerin sapını tekrar çevirdiler.Kalkanların içi yeniden girdap gibi dönmeye başladı ve hortum balıkların solungaçlarına tutunmuş ruhlarla ordan çıkarak kılıçların arasındaki yerini aldı.Ruhları bulundukları alemden Tanrılarının yardımıyla şimdiki dünyaya getirmişlerdi.Bunun içinde büyülü silahlarını kullanmışlardı ki oluşturdukları şekil Asdachen’ in daha önceden liçlerin ruhlarını getirmek için öngördüğüydü.Eğer silahlardan bir tanesi dahi olmasaydı büyü gerçekleşmeyecekti.

Elinde pulu olan ve diğer ikisi hançeri ilk konumuna getirerek büyünün ilk safhasını sonlardırdı.Hançerler,kalkanlar ve baltalar tamamıyla kaldırıldı.Ruhların içinde döndüğü hortum ise kılıçların kabzalarındaki pullarda olan boşluğa girip orayı doldurdu.Büyünün ikinci safhasının başlangıcı ise kılıçların tekrar üç katman haline getirilmesiyle boşluklar birleşti ve tek oldu.Daha sonra baltalardan birinin sap kısmı o boşluğa dokunduruldu diğer ikisinden biri ilkine en son kalanı ikincisinin içine girdi.Üç bölmeli bir nevi oluk oluştu.Son büyülü söz daha duyulduktan sonra on tane ruh birer birer en üstteki kristalimsi sapın içine girerek sonra ikincisinden geçip üçüncüsünden sonra saydam damla haline dönüşüp kan kırmızısı yüzüğe döküldü.Onlardan kılıca sahip olanın taktığı kan kırmızı rengindeki minik halka liçlerin ruhlarını ve ejderhanın kanıyla derisini barındırıyordu.

Binekleri olan atlarının üzerinde nihayetinde kulelerin harabelerini bütünüyle koruyan kalkanı görmeye vakıf oldular.Kara zırhlı ki daha önce bir ölümlüyken -Kötülük Tanrısı Asdachen kendisine ve iki arkadaşına bir nevi dokunmadan önce- adı Sawnhall olan hiç bekleme yapmadan yüzüğü parmağından çıkarıp kalkana doğru tuttu.Kara zırhlının hareketiyle kan kırmızısı nesneden minik çember şeklindeki dalgalar kalkana yaklaştıkça büyüdü,büyüdü… Yolculuğun sonunda onu da bütünüyle kendi rengiyle boyadı.

Liçler harabelerde farklı yerlerde kristale yakın başıboş dolanıp duruyorlardı.Hep aynı şeyi yapıyorlardı kalkan çıkışlarını engelliyordu.Onları alıkoyan kristalin oluşturduğu bu kalkan tamamiyle kırmızıya boyanınca dolanmalarına son verdiler.Öte yandan kara zırhlılardan biri pulu kalkana dokundurdu ve kan kırmızısı sarmaşıklar eller misali on tane liçi saşkınlık içerisinde hareket edemeyecek şekilde yakaladı.Onların yerine başıboş dolanan kalkanın içinde kendi ruhlarıydı.Sarmaşıkların damarları yine genişleyip uzadı ancak bu sefer ejderhanın kanını ve içerisindeki deri parçalarını liçlerin iskelet bedenlerine boşalttı.Sıvı , kemiklere değdiği anda içerisindeki ejderhanın deri parçaları on tane liçin iskeletlerine yapıştı ve hemen onların derisi haline gelip et bağladı.Ve yaratığın kanı da onların bedenlerine tamamen boşaltıldı.Amaçsızca dolanan ruhlarda kara zırhlılarda liçlerin isimlerini tek tek söylemesiyle birer birer bedenlerine girdi.Ardından kalkan ortadan kalktı ve yüzük yok oldu.

Liçler bir ucube şeklinde tekrardan bir nevi diriltidi.Bu halde çok yaşayamadılar zira artık ölümlü olan bu büyücüleri kara zırhlılar silahlarıyla kısa bir sürede parçalayıp ortadan kaldırdı.Kristali ellerine aldıla zira ilkini bulmuşlardı.Sırada ikincisi vardı ve onun yeri şu an küçük kristal bir küre haline dönmüş olanın içinde yüzüyordu.

İkinci tanrısal emaneti almak adına Kara zırhlılar Doğu ve Batı Kanadı olarak ikiye ayrılmış elflerin topraklarına doğru yol almak için hareketlendiler.

Ocak 2011-Ekim 2014

Çevrimdışı Marjuarane

  • *
  • 46
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Bölüm 11 - Birinci Kısım
« Yanıtla #10 : 04 Aralık 2014, 00:40:12 »
“Büyücünün kulesinin yıkılmasından sonra oradan kıl payı kurtulmuştuk. Ardından, cücenin bize verdiği haritaya göre hareket ederek Laphlan ile buluşacağımız Undewald adındaki bu şehirdeki küçük ormana geldik.Sen yorgunluktan dolayı bir ağaca dayanıp uykuya dalarken ben kamp ateşi yakmak için kullanılacak birkaç şey bulmaya gitmiştim. Sonrasında bu durumdayız.” Dedi Swaclon anlattıklarını sonlandırarak.

Öte yandan Marjuarane elfin söylediklerinin üzerinden defalarca geçiyor düşünceleriyle kafasında ama bu anlatılanları kendisinin yaşadığına dair herhangi bir belirti bulamıyordu.Hafızasındaki kazanı karıştırıyordu ama düşüncelerini zorlayıp karıştırmaya devam ettikçe her çabalayışında yeni bilinmezlere beynindekilerini sunuyordu adeta.Ne Arcwund kasabasını ne orada olanları ne cüceyi ne insanı ne de büyücüyü hatırlıyordu.En çok hafızasında kendine yer edinen elf kızının ağacının onu boğmasına ramak kalmasıydı.Sonrasında ise sırtında başka bir ağacın temasıyla uyanmış, önünde iki ork cesedi ve karşısında daha önce hiç görmediği bir elf ve onun anlattıkları… Bir kez daha kafasında bu düşündüklerini muhakeme ettikten sonra bu durumu daha fazla irdelememeye karar verdi zira onun için önemli olan Dacassyre’ nin o değerli taşını almaktı.
“Sanırım kuleden kaçarken farkında olmadan bir taş falan çarpış olmalı kafama… Haklısın o kaçık büyücünün elinden nasıl kurtulduğumuzu sen anlatınca daha da hatırladım… Ne zaman gelecekti beklediğimiz misafirimiz.Bir an önce şu ini bulmak istiyorum.” Dedi basitçe

“Sevindim o geçici de olsa beni ve yaşadıklarımızı hatırlamama durumundan kurtulmana.Bu arada o taşıdığın kolyeye dikkat et.İkimiz ve onun sayesinde diğer tutsaklarda kaçtık ama… Tanrılara ait bir malzemenin daha neler yapabileceğini kim bilebilir.Bir de şu anda üstünde görünmeyen ama var olan iplik parçası görünümlü zırh var tabii.”

“Haklısın kolyeme ve diğerine de dikkat etmeliyim.Ne zaman gelecek—“ diye devam edecekti ki sözlerine savaşçı, elf onu ‘sus,’ diye parmağıyla uyardı.Sessizce yerinden kalkarak arkalarında bulunan çalılıklara hızlı bir şekilde giderek az önce duyduğu çıtırtının sebebini buldu.Yanında kapişonlu biri vardı.Marjuarane nin yanına geldiğinde;

“Bakalım bizi dikizleyen kimmiş?” dedikten sonra elf kapüşonu indirdi ve şaşkınlıkla geriye düştü.

“Senin burada ne işin var?”

“Ben bir prensesim nereye istersem oraya giderim,” dedi yakaladığı sinirle ve ona değil aksine savaşçıya dik dik baktı.Marjuarane onun bakışlarından rahatsız olmuş bir şekilde Swaclona ‘ne iş’ diye işaret etti.

“Tek başına burada ne yapıyorsun.Bizi niye takip ediyorsun.Senin beni sürgün eden babanın yanında ve Recnat denen o elfle… Neyse…” dedi Swaclon,hem kızgın hem de üzgündü konuşurken.

“Sizi takip etmemi sağlayan yanındaki insan. Ne yap—“

“Hey! Orda dur bakalım. Ben seni daha önce hiç görmedim dolayısıyla da seni tanımıyorum. Hem benim bir elf prensesiyle ne işim olur.”

Swaclon da şaşkındı prensesin söylediklerinden sonra. Konuşamadan ikisini takip eden müdahale etti.

“Nasıl ya… Sen beni nasıl hatırlamazsın. Akşam vakti yanındaki, ormandaki keçi yoluna girmiş ve peşindeki iki elften kaçarken kenardaki çalıların arkasından onları izliyordun.Ben seni yakaladım o ikisi iki orkla dövüşürken.Sen bana hiç duraksamadan sanki peşinden birileri koşarmışçasına kim olduğunu ve yardım edecek birine ihtiyacın olduğunu söylemiştin.Ben de iki elfin kovaladığı Swaclonu o ikisinden kurtar, bunun altında kalmaz sana yardım eder demiştim.Ve seninle, benim sizi takip etmem için bana kırıntılar bırakacağına dair anlaşmıştık ama sen yanındaki ile beraber nehirdeki taşların üzerinden geçerken bir anda kayboldun.Orada bir ki gün sizi ararken daha önce aynı yerden  geçmeme rağmen görmediğim bir kulenin yıkıntılarından kaçarken farkettim sizi.Nereye gittiniz anlayamadım.”

Bu duyduklarından sonra her ikisi de şaşkındı.Marjuarane nin kafasında bilinmezler çoğalıyordu.Tanımadığı bir elf daha çıkmıştı piyasaya ve diğeri gibi onu tanıdığını,kendisiyle konuştuğunu ve anlaşma yaptığını bile söylüyordu.Savaşçı ne olursa olsun,yaşamadıkları bile olsa ne için burada olduğunu bir kez daha hatırlattı kendine.

“Yine aynı geçici sıkıntı. Doğru seninle anlaşmıştık. Ben tam olarak ikinizin arasında ne olduğundan emin değilim ama dediğin gibi prenses,Swaclon bana yardım edeceğine dair söz verdi.Kaybolmaya gelirsek: ikimiz söz ettiğin taşlarda yürürken bir şelale gördük,yorgunduk ve arkasında fark ettiğimiz mağarada dinlenebileceğimizi düşündük.Tabii bu bir tuzakmış büyücünün elinden çıkan.Sen böyle bir şelaleyi görmemişsin çünkü yoktu sadece bizi yakalamak için büyücünün kullandığı bir ilüzyondu.Sonrasında ‘görünmeyen kulesi’ nden zor da olsa kurtulduk.Ve burdayız.” Dedi savaşçı, söylediklerine ise kendisi inanmıyordu.

Casus ikisi arasındaki antlaşmaya bozulmuştu ama onlara buna dair herhangi bir görünüş yüzünden yansıtmadı.Evet, karakteri gereği ve macera için savaşçıya yardım edecekti ama;

“Tamam şöyle oldu,böyle oldu, anladım da prensesim bizi niye takip ettiğini açıklamıyor bunlar.Hem baban nasıl oldu da gitmene izin verdi?”

“O izin vermedi ki ben habersizce kaçtım.Bana niye böyle davranıyorsun,ben senin sürgün yemeni ister miydim.Benim Recnat gibi birini sevmediğimi ve sen den başkasını… Babam ikimizi öğrendi ve hiçbir şekilde bunu onaylamadı.Benim senin de bildiğin gibi Recnat denen asilzadeyle evlenmemi istiyordu ama ben seni sevdiğim için bunu istemiyordum.Babama karşı çıktım lakin  beni seni kullanarak zorladı.Bana dedi ki: ‘Eğer Recnat ile evlenirsen casus sevgilini krallıktan sürgün ederim ve ölümden kurtulur ama aksini yaparsan onu zindana atarım ve orada aniden canını veriverir.’ Ona dedim ki kızgınlıkla; ‘Swaclon, senin için bu kadar değersiz mi.Krallıktaki en iyisi o. Nasıl bir anda paçavra gibi benim yüzünden onu atarsın.Bunu yapamazsın baba.’ Bana güldü ve; ‘Hah! Ben bir kralım her zaman casus bulurum ve en iyisi yaparım.Sen benim için her şeyden önemlisin. Senin mutlu olmanı istiyorum.O yüzden canım kızım dediğimi yapacak ve Recnatla evlenmeyi kabul edecek ve ben de sözümü tutup casusu sürgün edeceğim bir daha krallığıma ayak basamayacak.Bu da son sözümdür sana.’ Ne kadar çabalasam da daha fazlasını elde edemedim.Biraz daha üsteleseydim sen burada olmazdın şimdi.Bundan dolayı sürgün oldun.Seni niye takip ettiğimi de biliyorsun.”dedi yüzü konuştukça ne kadar farklı denizlerin dalgalarından da gelse duyguları hep aynı sahile vuruyordu.

Marjuarane açısından bu konuşulanların önemi yoktu.Kafasındaki ordan oraya kartopu misali savrulan düşünceleriyle haşır neşirdi.Casus ise prensesi sonuna kadar dinlemiş, bir süre sessizce ve dalgınca etrafa bakmıştı.

“Yani benim için kaçtın. Recnatla evlenmeyeceksin öyle mi.Baban deliye dönmüştür ve seni bulmaları için kesinlikle birilerini takmıştır ardına ki bunlar eminim gizli işleri benim gibi halledenlerden.Benden ayrı olarak her türlü yolu kullanarak tabii.Peşindekiler eninde sonunda seni dolayısıyla beni bulacaktır.Onlar iyi iz sürücüdür.Düşünüyorum da şimdiye kadar seni nasıl bulamadılar anlamış değilim.”

“Babamın gizli işlerini yapanlar m? Onlar da kim?”

“Sonuçta Wairacas bir kral diğer kanadınki gibi.Bahsettiklerim dört kişi. Kimse sütten çıkmış ak kaşık değil yani baban da öyle. Dacassyrenin ‘Kızıl Göz’ adındaki grubuna mensup adamlarla işbirliği içinde olanlar bu söz ettğim dört kişi ve baban da diğer kanadınki de buna dahil. İki kanadın kralı da ejderha ile anlaşma halinde olmak zorunda yoksa tahtta oturamazlar.Beni anladın mı!”

“Yani anlattığına göre bizi asıl yönetenler elfler değil ejderha ve adamları öyle mi? Peki ben saraydayım ama hiç ejderhanın adamını görmedim.Sonuçta onlar elf değil, haklı mıyım?”

“Sana anlattıklarımı bilen çok az kişi var.İçinde elf olanlar da var,insan,cüce daha farklı ırklardan olanlar da var.Elf görünümünde ejderhanın adamı olan babanın danışmanları da var.Neyse artık sözde krallık beni ilgilendirmiyor.”

“Bu nasıl olur. Babam nasıl böyle davranır.Halkına bunu nasıl yapa—“

“Aranızdaki koyu sohbete girmek istemem ama karşıdan bize doğru biri geliyor.” Dedi işaret ederek Marjuarane.

Diğer ikisi geleni gördükten sonra sustu.Laphlan konuştukları vakitte söylediği yere gelmişti.Prenses Desurun’ u görünce savaşçı ve casusa ‘bu kim?’ diye sorarcasına bakış attı.Bunu fark eden prenses;

“Ben Doğu ve Batı kanadı olarak ikiye ayrılmış elf krallığı Diameldin doğusunun prensesiyim,”

“Vay be… Daha önce bir elf prensesi görmeye vakıf olamamıştım. Hadi be… Bir prenses hem de elf… Şaka yapmayı bırakın bu kapüşonlu hanım efendi kim?” dedi gülerek Laphlan.

“Doğru söylüyor.O, bir elf prensesi. Bizimle beraber. Senin gelip gelmeyeceğine dair içimizde şüphe yok değildi ama burada olarak sen bunu çürüttün.Bize neler anlatacaksın?” dedi düz bir şekilde Swaclon.

“Beni affedin. Hiç beklemiyordum böyle bir karşılaşmayı.Sözlerimi mazur görün.(Eğilip selam vererek) benim adım Laphlan,” dedi mahcup bir şekilde.Sonra sözlerine; “Dediğim yerde bana bilgiyi verecek kişiyi buldum.Onunla konuştum.Bana aradığımız kişinin Moorchalt bölgesinin başka bir şehrinde ki burası adı kötü bir şöhretle anılan doğunun en berbat şehrinin batı komşusu olan bir yerde bulunduğunu söyledi.Bu şehirde yaşamak daha güvenli tabii ama Dacassyre’ nin ‘Kızıl Pençe’ adındaki şövalye takımının karargahlarından biri burada.Onlar her gün devriye atıyorlar .Bizim bunlara dikkat ederek herhangi bir olayla karşılaşmadan topraktan yemek kapları yapan insanı bulmak zorundayız.”

“Sana söylenilen yer bulunduğumuz yerin ne kadar ya da kaç günlük mesafesinde?”

“Şu an Undewald şehrindeyiz.Burası Parcland bölgesiyle bizim gideceğimiz yerin ait olduğu bölge olan Moorchalt ile sınır diyebilirim.Küçük ormandan sonra düz bir ova var.Önümüze çıkacak olan dağı geçtikten sonra Moorchalt bölgesindeyiz.”dedi dinleyenlerine, sanki anlatış şekli yeni edindiği bir bilgiyi sunan biri gibiydi.

“Çok fazla bir gün alacağa benzemiyor anlattıklarından.O zaman bir an önce gidelim, daha fazla bekleme yapmadan.Sen kardeşine ben de almak istediğime kavuşayım.(İkisine göz kırparak) Elfler de maceraya kulaç atsın.” diye söyleyip hareketlendi Marjuarane ovaya giden tarafa doğru.Orman küçük olduğu için ovanın başlangıcı seçilebiliyordu ağaçların arasından az da olsa.

Dörtlü önde üç erkek arkada kapüşonlu prenses yürümeye başladılar.Hem ilerliyorlar hem konuşuyorlardı ancak prenses suskun ve casusla ettikleri sohbetlerinden dolayı düşünceliydi.Onları takip ediyor ama konuştuklarına dahil olmuyordu.Sadece dinlemekle yetiniyordu.

“Topraktan yemek kapları yapan adamımızın yeri tam olarak neresinde şehrin?” diye sordu Swaclon ovaya ayak basmışlarken.

“Bana anlattığına göre bu şehir doğudaki diğerlerinden farklı olarak mesken bakımından daha fazlasına sahipmiş.Onun yeri,orada söz sahibi olanlardan sadece bulunduğu yerde belli bir gücü olan Niakaf adındaki birinin evinin bulunduğu sokağın sonundaki yoldan dönülünce karşımıza çıkacak olan küçük bir Pazar yerinde bulunan bir dükkan.Söylediğine göre burada daha çok sergilerini yere hazırlayanların yaptığı ticaret oluyormuş.Yani hedefimiz ordaki bi kaç dükkandan biri.”

“Peki şu şövalye takımının karargahı nereye düşüyormuş?”

“O konuda herhangi bir şey söylemedi bana ama şunu ifade etti.Doğu üç bölgeye ayrılıyormuş ve Moorchalt bölgesinin sorumlusu ‘Kızıl Göz’ grubundan Lord Thalmane adında biriymiş.”

“Lord Thalmane ismini bilmenin ne anlamı var ki. Niye sana bunu söylemiş?”

“Şöyle düşündüm de bunu söyleyerek şunu anlatmak istemiş olabilir.O zaman ejderhanın sadece insanlardan oluşan askeri kanadı kızıl pençe, yönetici kanadı kızıl göz grubunun emrinde.”

“Şu an için Laphlan kardeşim bu çıkarımında bi anlam ifade etmiyor.Öyle değil mi?” diyerek Marjuarane e baktı ama savaşçı elf ve diğerinin sohbetine katılmamıştı.Swaclon;

“Dostum sen ne düşünüyorsun.Sen de katılsana bize.Bekliyorum,bekliyorum ama herhangi bir şey söylemiyorsun.” Dedi sitem ederek.

“Kusura bakmayın arkadaşlar kafam biraz meşguldü de o yüzden size katılamadım.Ne diyordunuz.”

Marjuarane diğer ikisi konuşurken kolyenin iplik parçası hakkında beynine fısıldadıklarını dinlemişti.Tanrısal malzemeden edindiği bilgileri yeri gelince kullanmak üzere hafızasında ‘iplik parçası’ adı altında daha önce açmış olduğu bir odaya –ihtiyaç olunduğunda acil kullanılacak şekilde- sanki savaşta konumlandırma konusunda masanın üzerine serilen plan misali yerleştirdi.Sonra da iki yoldaşı arasındaki konuşmaya dahil oldu.Prenses sessiz sessiz ovada yürüyüp kafasında yurduna dair ve Swaclona dair düşüncelerle onları izlerken birkaç küçük böceğin ölüsüne basıp geçmişti.Yol arkadaşları dağın başlangıcına yaklaşıyorlardı.Bir süre daha yürüdükten sonra bir anda kendilerini aşağıya düşerken buldular zira yürüdükleri yer çökmüştü.

Prenses Desurun böcek ölülerine basıp geçtiği anda onların ilerisinde bir yerde arazinin altından bir kafanın yarısı çıkmış ve onları fark etmişti.Hemen aşağıya inip dağın eteklerine doğru açılmış olan koridorda yürüyüp alt katmanlarda büyük bir tahtta oturan ucube yaratığın yanına gelip haber vermişti.İğrenç yaratığın duyduklarından sonra dudaklarında gülümseme oynaşmıştı.’Nerdeyse bir haftadır insan eti yemiyorduk.Hadi bakalım sizi kokuşmuş yaratıklar misafirlerimizi karşılama hazırlıklarına başlayalım.’ Diyerek sinsi sinsi sırıttı.Hemen adamlarına emir verip ağızı açık kafesi işaret verildikten sonra yani böcek ölülerine basıldıktan bir süre sonra arazinin çökecek olan yol arkadaşların düştüğü yere yerleştirmişlerdi.

Dörtlü ne olduğunu anlayamadan toz toprak içinde bir kafesin içinden parmaklıkların arasındaki boşluklardan etrafa bakıyorlardı.Kafesin dışındaki daha önce görmedikleri tıknaz yaratıkların iştahlı bakışları sağlam köklerden oluşmuş parmaklıklar arasından üzerlerine hücum ediyordu adeta.

“Bunlar da ne?Böyle küçük ve pis yaratıkları daha önce hiç görmedim.” Dedi canı sıkılarak savaşçı.Diğerleri de şaşkınlıkla onları hapsedenlere bakarken köklerin tabanından çıkan uzantılar onların ayaklarına doğru hareketlendi.Etraflarında salınan büyülü sesin esintisinin arasına onların kafesin gerisine giden ayaklarını sürümelerinin sesi karışırken köklerin içlerinden çıkan örümcekler bu uzantıların üzerine yolcu olarak biniyordu.Bir kaç tanesi de kafesin parmaklıkları arasını örüyordu.Marjuarane ve Laphlan kılıçlarını çıkarmış ayaklarına dolanan kökleri kesiyorlardı.Swaclon ve prenseste yaylarıyla örümceklere vuruyorlardı ama gitgide hareket edemez hale geliyorlardı.Nerdeyse örümcekler araları kapatmış uzantıların üzerinden yol arkadaşlarının elbiselerine tırmanmaya başlamıştı.Marjuarane hemen beynindeki ‘iplik parçası’ adı altındaki odaya girip masanın üzerine serdiği küçük kağıtlara hücum etti.Dudaklarından ‘Mia Rander’ diye iki kelime süzüldü.Ardından da ‘Animres’ dedikten sonra üzerindeki görünmeyen elbiseden minik bir kaplan figürü şeklindeki saydamlık çıkıp kılıcın kabzasına doğru yönelirken alevlendi ve oraya yerleşti.Savaşçı kılıcını her hareket ettirdiğinde nesne ateş saçmaya başladı.Diğerleri örümceklerle uğraşırken Marjuarane kılıcına iplik parçası ve dolayısıyla kolyenin verdiği güçle bütün ağları onun darbeleriyle alevler içinde bıraktı ve kökleri örümcekler dahil ateşler içinde bıraktı.Diğerlerinin soran bakışlarına ‘sonra’ dedi.Kurtulduktan sonra özellikle de kılıçtan kaçan pis yaratıkların bazıları yol arkadaşları tarafından etkisiz hale getirildi.Kaçanları takip ederek onların girdiği dağın altına giden koridorlara ayak bastılar.Takip devam ettikçe daha da koridorlar ilerliyor ve dağın altındaki yürüyüşleri hızlanıyordu.Nihayetinde küçük yaratıkların nereye kaçtıklarını buldular.Onların girdiği kapıdan girince geniş bir alana çıktılar.Yaratıklar onlardan daha büyük bir yaratığın oturduğu tahtın önünde viyaklayıp duruyorlardı.Tahtta oturan Ork yol arkadaşlarını görünce hemen hareketlenip odanın diğer çıkışından sıvıştı.Dörtlü hemen onun ardına düşüp küçük kirli yaratıkları orda bıraktı.Ork kaçtıkça kaçtı en sonunda büyülü sesin esintisinin sahibine yani büyücü başka bir orka onları getirdi.

İki elf orku görür görmez oklarını salmıştı ancak onlar yaratığa isabet etmeden görünmez bir duvara çarpıp düşmüştü.Büyücü ork yeni bir büyüye başlamadan Marjuarane kolyenin iplik parçası hakkındaki fısıldadıklarından bir parça daha alarak önce ‘Animres’ ardından ‘Mia Rander’ dedi.Kabzadaki kaplan deseni tekrar figür halinde ordan çıkıp savaşçının üzerindeki görünmez elbiseye döndü.Savaşçı hiç duraksamadan Önce ‘Mia Rander’ ve hemen akabinde ‘Puchander’ dedi.Küçük bir vaşak figürü üstündeki ölümlülere görünmeyen elbiseden çıkıp onların bulunduğu yere atlayınca normal bir hayvan şekline dönerek büyüdü.Hiç beklemeden direk büyücünün üstüne atladı ve orkun ördüğü duvar bu büyülü yaratığın darbesiyle çatladı.O daracık oluşan boşlukları gören ve bu gördüklerinin şaşkınlığını hemen üzerinden atıp tekrar orka kanalize olan Swaclon ve Desurun bir kez daha oklarını saldılar ve yaratığı bu sefer avladılar.

KASIM 2014

Çevrimdışı Marjuarane

  • *
  • 46
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
BÖLÜM 11 İKİNCİ KISIM
« Yanıtla #11 : 11 Ocak 2015, 22:42:47 »
Ork büyücüsü, savunmasız kalıp defalarca elflerden yediği oklar yüzünden tahttan düşerek karanlıkla kucaklaşırken yol arkadaşlarının peşlerine düştüğü diğeri ise çoktan sıvışmıştı.Laphlan, kovaladıklarının ardına düşmek için hareketlenmişti ki Marjuarane onu durdurdu. Bu arada iplik parçası üzerinde bulunanın hakimiyeti altında bu ölümlülerin dünyasında ondan bağımsız hareket edemeyen büyülü yaratık vaşaktan savaşçı hariç diğerleri uzakta duruyordu.Somut anlamda bu dünyada bulunabiliyorken soyut anlamda diğerleri  puma,çita ve kaplan ile kendi alemlerinde yaşıyorlardı.Ölümlüler her hangi bir şekilde onları öldüremezler ancak iplik parçasına sahip olanın isimlerini zikretmesine gerek olmadan bu dünyada kalmamalarını sağlayacak şekilde zarar verirlerse kendi boyutlarına gönderebilirlerdi.Bunların Cypraqual dünyasına maddesel anlamda uyum sağlama şekilleri hayvanların formuydu.Öte yandan kendi alemlerinde ise tipleri farklıydı.

“Arkadaşlar kovaladığımız ork gitmiş bulunmakta. Peşine düşüp onu yakalamamız bana gereksiz görünüyor.Vaşağı peşinden göndersem de bir şey elde edeceğimizi sanmıyorum.Ayrıca bu kadar korkmayın; kolyenin bana fısıldadığına göre onlar sizin için tehdit oluşturmuyor.O yüzden ürkmeyin,” dedi savaşçı güven verici ifadeyle.

“Peh! Bak şimdi çok rahatladık bunları senden duyduktan sonra. Umarım sen de kendi kontrolün altındasındır dostum.Kolyenin seni ele geçirmesine izin verme,” diye onu uyardı dudaklarına biraz da alay serpiştirerek Swaclon.

“Sen merak etme dostum,ben kendimden eminim öyle bir durum olmayacak,” dedi gülümseyerek.
Orku kovalarken girdikleri koridorlardan birinde yürüyorlardı.Önlerinde vaşak,yanında Marjuarane varken diğerleri de ikisinin arkasındaydı.

“Birbirimize bu yolculukta güvenmemiz gerek.Savaşçı bize tam olarak bu dediğinin ne olduğunu ya da kolyenin sana fısıldadıklarını bize anlatabilir misin?Seninle ilerlerken neyle karşılacağımızı bilelim ki bir sıkıntı yaşamayalım,” dedi Laphlan

Marjuarane,vaşağı keşif için ileri gönderdikten sonra geriye onların yanına geldi.

“Sizin göremediğiniz bu büyülü yaratıkların biçimsel desenleri olan bir zırh var üzerimde.Aslında iplik parçası şeklindeki bu tanrısal malzemeyi taşıyanların üzerinde zırh olarak görünüyormuş ama bendeki bir diğer tanrısal nesne kolyenin gücü sayesinde bu kalkıyormuş ve de siz göremiyormuşsunuz.Beynimdeki fısıltıların bana ilettiği kolyenin gücü öbüründen büyükmüş, o yüzden onun kontrolü altında hareket ettiği için böyle oluyormuş,”

“Ya kolye olmasaydı,”

“O zaman kötü karakterli biri misali iplik parçasının karanlık gücü ortaya çıkıyormuş.Ve taşıyanın ruhunu ele geçirip, kendi gücünün esiri yapıp onu kontrol edebiliyormuş,Eğer bir kişi bu tanrısal malzemeyi kendisinden daha güçlüsü olmadan üstünde taşırsa zırh olarak belirginleşip hayvan desenleri de üzerinde oluyormuş.Artık onu kullanacak kötü kişilikli birine dönüşeceği için hayvanların kontrolü de karanlık yüzünü gösterecek,”

Onlar koridorlarda konuşmaya devam ederlerken dağın altlarında bir yerde başka bir insanın yol arkadaşlarının duyamadığı ayak sesleri eskiden cüce krallarından birinin tahtının bulunduğu salon olan varış noktasına doğru ilerliyordu.Metamorfozdan yaklaşık bin yıl sonra saklandıkları yerlerden çıkan orklar ve yandaşlarının cücelerle yaptıkları uzun süren kanlı savaşlardan sonra sakallı,tıknaz yaratıklar bu dağın altından sürülmüştü.Onun ulaşmak istediği salonda şu anda üç tane kara cübbeli büyücü gelecek olanı bekliyordu.Yüzleri görünmüyor ve üzerlerine giydikleri şekli bol koyu cübbelerden dolayı da fiziksel görünüşleri seçilemiyordu.Bu dünyada yaşayan en güçlü büyücülerden olan şu an salonda bekleyenler doğunun hakimi kırmızı ejderha Dacassyreye hizmet edenlerdi ve burada buluşmalarının bir anlamı vardı.Üçü de üçgen şeklinde konumlanmış olup ortalarında dış tarafı granitten yapılma ve iç kısmı buna uygun daha yumuşak bir maddeden olma bir kaide görünüyor ve üzerinde de içerisinde kabarıklığından dolayı ne olduğu belli olmayan bir örtü bulunuyordu.Büyücüler, aynı anda birbirlerine bakış atıp hareket ederek ve aynı ismi telaffuz ederek üstünde bazı işaretlerin resmedildiği –ki bunlar koruma için olandı- örtüye dokunup bir anda kaldırdılar.Çok güçlü olmalarına rağmen hemen geri çekilerek kaidenin üzerine örtüyü örterek getirip koydukları ametist taşından gelecek olan ışıltılardan kendilerine korudular çünkü kaidenin bulunduğu yeri daha önceden sahip oldukları güçleriyle sınırlandırmışlardı.Kendilerini taşın etkilerinden korudukları bölgeden ayrı duran büyücüler yine birbirlerine rahatlamış bir şekilde bakış attılar.

Kaidenin üzerinde bulunan ametist taşı metamorfoz sırasında belli bir plan doğrultusunda tanrıların yeni oluşan dünyanın çeşitli yerlerine savurdukları malzemelerinden birisiydi.Onlar gittikten sonra büyü dünyada kalmıştı sebebi ise o oluşum esnasında açığa çıkan enerjinin bir kısmı ve tanrılara ait olan malzemelerin verdikleri güçtü.Bunlar ölümlülerin boyutunda kristalimsi taşlar olarak bulunuyordu ancak sahipleri olan tanrıların boyutunda ise şekilleri çok daha farklıydı.Hatta bir kaçında onlar tarafından cezalandırılan bazı kötücül yaratıkların maddesel formları ölümlülerin boyutuna uygun olarak bu kristalimsi taşların içinde saklanmıştı.Son birkaç yüzyıldır dünyadaki biçimiyle bu tanrısal kristaller yavaş yavaş kendilerini önceden yapılan plan doğrultusunda göstermeye başlıyorlardı. Bunlardan biri olan ametist taşı büyücüler tarafından bulunmuş ya da bulunmak istemiş ve üzerinde araştırma yapılarak üstünde korunma işaretlerinin bulunduğu bir örtüyle getirilmişti.Amaçları efendileri kırmızı ejderha Dacassyreye çok daha güçlü hizmetkarlar oluşturmaktı.Ejderhanın bir şey planladığını tahmin ediyorlardı ama Dacassyre bile bunu onlardan saklamıştı.

Üç güçlü büyücü, sapının başlangıcından koyu olarak devam edip uç taraflarına doğru gittikçe açılan topuzları gri asalarını belirledikleri alanın gerisinden kaideye doğru yataylandırarak tuttular.Onlar sınırlandırılan alana girer girmez ellerinden kurtulup topuzları ametist taşına dokunmayacak şekilde kaidenin üzerinde havada serbest halde yerleşti.Büyücülerin asaları taşın yaydığı morun daha koyu hali olan rengindeki ışınların içine girmişti.O esnada büyücülerden biri salonda bulunan kırık dökük tahtın üstündeki Dacassyre nin emriyle aldıkları beş emici klanının şeflerinin kanlarının bulunduğu kadehi aldı.Asaların topuzlarının ışınların içinde bulunduğu süre arttıkça birbirleri arasında gidip gelen ışınlar yavaş yavaş renk anlamında açılmaya başladı.Büyücülerden bir diğeri de cebinden çıkardığı madalyonu taşın üstüne doğru attı ve nesne onun üzerinde topuzlardan gelen ışınların içinde dönmeye başladı.

Bu madalyon metamorfoz gerçekleşmeden önce Malkierno adındaki bir büyücüye aitti.İçerisinde beş liçin gücünün barındığı bu nesne ve benzer büyülü materyaller -tanrılarının kendi aralarındaki münakaşalarının doğurduğu metamorfoz adındaki o devasa depremde açığa çıkan  enerjinin bir kısmı dört dünyada yaşayan içlerinde Malkierno ve Ansomal adındaki ve diğer güçlü büyücülerin yok olmalarını engellemek için vadedilen zaman kadar ruhlarının konulduğu ‘Ölüler Han’ ına girerken onların sahip oldukları- dünyada kalmıştı.Eski bir eşya misali liçlerin gücünün bulunduğu madalyon öksüz bir çocuk gibi bir kenara atılıp öylece bırakılmıştı ta ki günlerden bir gün bir başka büyücü onu bulana kadar.Nesne, uzun yıllar o taşıyıcıdan bu taşıyıcıya gide gele kendini muhafaza etmişti.Yeni bir taşıyıcı daha bulmadan bu üç karanlık büyücünün birleştirilmiş gücü sayesinde liçler tamamen hapsedilip lanetlenmişlerin bulunduğu yere gönderilmişti.

Ametistin içinden çıkan leylak rengi ışınlar madalyona temas ettikçe belirlenen alanın yukarısında birer birer koyu tonlarda kapalı saydam beş kapı oluşuyordu.Topuzlar arasında yolculuk yapan morun açılmış hali rengindeki ışınlar liçlerin hapsedildiği yere açılan geçitlere temas ettikçe onlar maddeleşip birer birer kapalı halinden kurtuldu.Aynı alemdeki cezalandırılmış olan liçler bir anda ortaya çıkan tek kapıyı görünce beşi de hemen girmek için harekete geçti ancak ametisten çıkan beş tane mor renkli zincir -ölümlülerin dünyasında beş adet ancak lanetlenmişlerin bulunduğu yerde bir adet- kapılardan geçip liçleri tam girecekken ayaklarından yakaladı.Ve onların sahip olduğu saf kötülüğün gücünü çekip taşa nakletti.Üç büyücünün izlerken fark etmediği ise cezalandırılanların yerinde iken kristal zincirlerden çıkan ufak uzantıların liçlerden çok daha fazla kötü güce sahip olan Charmalle adında bir başka lanetlenmişin gücünü de çekip taşa göndermesiydi.Bu yaratık zaman ilerledikçe bu sayede kendini ölümlülerin dünyasında şekillendirecekti.
Liçlerin gücünü çektikten sonra zincirler tekrar ametiste döndü ve kapılar dolayısıyla da onlar yok oldu.Madalyon da toz hainde taşın içine döküldü.Bu tanrısal malzeme liçlerin gücünü ve büyücülerin fark etmediği karanlık bir tanrı tarafından lanetlenmiş olanı da içine almıştı.Bunlar olurken beklenilen insan da gelmişti.

“İstediğimizi getirdin mi?” diye fısıldadı bir tanesi.Taşın gücünden etkilenmemesi için onu salonun dışına çıkarmışlardı.

“Eee-vee-tt ef-ef-en- dim, ge-tir-dim,” dedi büyücülerden kendisine bir şey yapacaklarını bekler korkusuyla.Elinde tuttuğu içerisinde elf,insan ve cüce dahil,dünyada çok nadir bulunan ırklar da dahil on tanesinin kanının karıştırıldığı ‘sıvı’ bulunan kavanozu hiç duraksamadan verdi onlara.

“O, çatlak büyücü Lossimo sana nasıl verdi bunu?”

“Ooo verme-me di ki.Be—“

“Titremeyi kes! Sana bir şey yapmayacağız! Doğru düzgün anlat şunu,”

“Ben sizin bana söylediklerinizi ona ilettiğimde beni hemen yakaladığı diğer ırkların tek tek konulduğu parmaklıkların içine attı,”

“Nasıl vermez sana. Aslında aptal ilüzyon testlerine kendisini sokacaksın. Zaten Dacassyrenin bize verdiği emirle biz ondan istedik farklı farklı ırkları toplamasını,kanlarını alıp sahip olduğu o büyülü nesneyle güçlendirmesini.Eğer bunu yapabilirse ona Büyücüler Meclisinin alt üyelerinden biri olabileceğini söylemiştik.”

“Bence onun aklını çelen üstündeki o desenlerin bulunduğu elbisenin gücüdür.” Dedi sinirle biri.

“Sonra o üstündeki bahsettiğiniz elbisedeki desenler canlanıp hayvan şeklinde parmaklıkların önünde muhafız durdular—“

“Uzatma artık, onları biliyoruz.Sen kavanozu nasıl aldın onu söyle!”

“Bir gün onun illüzyon testlerinden geçmeye vakıf olmuş bir insan ve bir elf düştü parmaklıkların ardına.Bir sonraki gün ise insan boynundaki kolyeyi çıkarıp parmaklıklardan büyücüye doğru fırlatınca bir anda nasıl olduğunu anlamadığım bir şekilde büyücünün üzerindeki elbise ortadan kayboldu.Hayvanlar yok olurken de kule çökmeye başladı.Ben de o esnada kırılmadan kavanozu alabildim,”

“Kolye neye benziyordu?”

“Çok seçemedim ama şekilli kristaller vardı.”

“Şekilli kristaller… Sence Enpheiram, bu kolye şu batının sahibi Siyah ejderhaya hizmet eden dişi büyücü Sameria’ nın aradığı olmasın.Söylentilere göre uzun süredir haber alamadığımız Chrubergine şehrindeki şu kızıl büyücü ondan çalmıştı ya… Hani kırmızı ejderha Allinord’ dan almasını istemiş o da bir başka büyücüye söylemiş, o alamayınca kırmızı kendisi müdahale etmiş ama o da becerememiş ya… Anlatılanlara göre ejderha alev kusunca kolyeyi taşıyan bir anda yok olmuş…”

“Duyduğuma göre Chrubergine şehri hayalete dönmüş,”dedi sesi dişi olduğunu gösteren bir diğer kara.

“Aman boşverin, o olmuş bu olmuş biz işimize bakalım.” Dedi önceki konuşanın Enpheriam diye hitap ettiği.

“Yani Lossimo öldü öyle mi.Diğer tutsaklara özellikle kolyeyi taşıyana ne oldu?”

“Efendim o kadarını bilmiyorum.Ben kavanozu alıp hızla kaçıp gittim.”

“Neyse…” dedikten sonra kara cübbelilerden biri insana orada kalmasını söyleyerek ondan elindekini alıp ametistin gücünün döndüğü yere tekrar geldiler.

Karalardan biri tahtın üstündeki kadehi tekrardan aldı ve kaidenin etrafında belirledikleri alanın içine döktü.Kavanozun içindekini de bir diğeri aynı bölgenin farklı bir yerine döktü.Taşın çekim gücüyle kanlar birbirleriyle karışarak ve akışa geçerek tekrardan kaidenin etrafında birleşti.Onun üstünden tırmanarak taşın içine ulaştı.Ametistin damarlarında gezindikten sonra hem lanetlenmişlerin gücünün hem de iki tane tanrısal malzemenin gücüyle yüklü kan üst taraftaki taşın bulunduğu yerdeki delikten kaidenin içindeki yumuşak maddeye yerleştirilen bir diğer kavanozun içine döküldü.Büyücüler hemen örtüyü ametistin üzerine sahibinin ismini bir kez daha aynı anda söyleyerek -ad tek bir ses gibi çıkmalıydı- atıp kapattılar.İyice sarmalayıp kaideden indirdiler.En son olarak da üstündeki bölgeyi açıp içinden kavanozu aldılar.

Karanlık büyücüler ametistin ve bir nebze de olsun iplik parçasının etkisiyle beraber liçlerin gücünü karıştırılmış kana yükleyerek ölümlüleri değiştirme gücüne çevireceklerdi.Tekrar insanın yanına geldiler.

“Bu, içerisinde sıvı bulunan kavanozu iki gün sonra Valbritma şehrinde olacak olan Lord Thalmane’ nin oğlu Gillantirre ye vereceksin.Ona bizim gönderdiğimizi ve bunu içtiği takdirde bizden istediği ‘Çok güçlü olmak istiyorum!’ arzusunu gerçekleştirebileceğini söyleyeceksin.Tabii her gücün bir bedeli vardır; içtikten sonra kan arzusu duyacak.Kurbanlarından kanı alması için onları boyunlarından ısırması gerek.Ancak bu sayede açlığını giderebilir.Hayal bile edemeyeceği güçlere sahip olacağını söyle ona.Ayrıca hizmet ettiğinin Dacassyre olduğunu da hatırlat.Çok yakında onunla görüşeceğimizi de söyle.Son olarak burda konuşulanları ve Enpheiram ismini unut.Bu kavanozu ivedilikle götür ve canından daha fazla koru zira bunun bir damlasını bile harcarsan seni öyle bir şeye çeviririz ki… Sen düşün…”

İnsan son söylenenleri duyduktan sonra titreyerek koşarak gitti.

“Böylelikle o kendini beğenmiş Thalmane dersini alacak,” diye yankılandı büyücülerin sesi salonda.

Onların bilmediği ise hem kullanılan tanrısal malzemelerin ne tür sonuçlar doğuracağını tahmin edememeleri hem de bu kan dönüşümü sayesinde bu boyuta ait olmayan çok güçlü bir karanlık yaratığın,lanetlenmişin ölümlüden ölümlüye taşınacak olması yoluyla kendini şekillendirebilecek daha doğrusu ısırılınca dönüştürülecek birinin içinde var olabilecek olması…

Cypraqual Dünyası karanlık bir çağa girmiş ve yapısı çoktan değişmeye başlamıştı.

Lord Thalmane’ nin oğluna mesajı iletecek olan haberci dağın çıkışındaki mağaradan şehre doğru yol alırken diğerleri dağın öbür tarafından buldukları çıkıştan etrafını dolanarak aradıkları adamın bulunduğu şehrin kapısına doğru yaklaşıyorlardı.

Marjuarane, yanındakilere kolyenin fısıldadıklarını anlatmıştı.İfade etmediği ise nesnenin verdiği başka bir gücün ne olduğuydu.Kolyenin hayvanların çağrılması için söylenen isimlerin tersi söylenildiğinde onun kılıcına bahşedeceği dört elementin gücünden bahsetmemişti.Niteki kaplanın ateş etkisini kılıcına verdiğini kafesten kurtulurlarken görmüştü.Kılıcının kabza kısmına baktığında kaplan deseninin orada olduğunu da fark etmişti.
Dörtlü dağdan çıkarken bu dünyada kalabileceği süreyi bir daha çağrılacağı zamana kadar tamamlayan vaşak görünmez elbiseye dönmüştü.

Doğu üç bölgeye ayrılmıştı; Birinci bölge Parcland yol arkadaşlarının girmek için yürüdükleri şehrin bölgesi Moorchalt ve bir diğeri Wrendruk Denizine bakan kıyı şeridindeki yerlerdi.Bu bölgelerde çoğunluk insanlardan oluşuyordu ve tamamıyla Dacassyrenin adımlarının yönetimindeydi.Belli yerlere konuşlandırılmış Kızıl Pençe askerleri asayişi sağlarken Thalmane gibi Lordlar ise yönetimi sağlıyordu.

Prenses ve casus arkada ve iki insan önde ilerliyordu.Yüksek duvarlarla çevrili - doğudaki şehirlerin bir çoğunun girişi böyle idi- kentin dağ tarafından girilen ana kapılarından biri önlerindeydi.Kapıdaki muhafızların gözetiminde gün ortası selam verirken buraya, şehre girdiler.Adı Lasmendia olan bu yerde giriş için her hangi bir ırk sınırlandırması yoktu ancak kötücül yaratımlar Valbritma şehri hariç buna dahil değildi.Doğudaki komşusundan daha geniş olan bu yerde bina daha fazlaydı ve oradan çok daha güvenliydi.Valbiritma da kötü niyetli yaratıkların barınmaları ve şehirde yaşamaları kısıtlanmazken burada kalmalarına izin verilmiyordu.Şimdiki bulundukları bölgede ejderhanın kızıl pençe adındaki sadece insanlardan oluşan askeri takımının karargahlarından birisinin olması  burada güvenliğin olduğunu gösteriyordu sanki.

Dörtlü kapıdan geçip şehirde dolaşmaya başlarken onları özellikle Swaclon’ u girerken gören muhafızlardan biri hareketlenip sanki çok acil haber vermek istercesine atına atlayıp şehrin sokaklarında karargaha bağlı noktalardan birine doğru ilerliyordu.Dörtlü birkaç tane sokak öylece etrafta dolanarak vakit harcadıktan sonra bir kenara çöküverdi.Çok yorgundular ve kendilerini bir duvarın sırtına dayadılar.Şehir sakinleri hayat telaşında oradan oraya savruluyorken muhafız atıyla hızla yaklaşıyordu birkaç birliğin konuşlandırıldığı noktaya.Haberci, köprüden geçerken yol arkadaşları da ayağa kalkmış hiç bilmedikleri bu yerde daha önce görmedikleri birini arama çabalarına devam ediyorlardı.En nihayetinde aradıkları hakkında bilgi alabilecekleri bir yer olarak düşündükleri hanı buldular.Onlar binaya girerken muhafız atından iniyordu.Ön kapıda bulunan askere selam vererek içeri girdi nefes nefese.’Komutan Talstan,Komutan Talstan,” diye bağıra bağıra ilerliyordu.Tam kapıyı açıp çığlık attığı kişinin bulunduğu yere girecekken dörtlü hanın sahibi ile konuşuyordu.

“Biz topraktan ev eşyaları yapıp satan birini arıyoruz,” dedi Laphlan, cüce hancıya.

Cüce, homurtuyla gözleriyle masaları tarayarak ve bir noktada bakışlarını durdurarak boş bir bardağı alıp sabitlediği yere fırlattı.Laphlan atılan tarafa dönerek hayran bakışlarla bardağın isabet ettiği noktaya baktı.Masada oturanlardan biri kağıt oynadığı arkadaşlarına hile yapmak üzereydi.Ardından uzun sakallı cüce onlara dönerek;

“Bu şehirde o işi yapan çok kişi var.El becerileri yüksek olanların yaşadığı yerdesiniz.Daha açık bilgi var mı?”

“Aradığımız kişinin yeri Niakaf adındaki birinin bulunduğu evin oralardaymış.”

“Tam olarak emin olmamakla birlikte orası şehrin doğusuna düşen uzak noktalardan birinde.Oraya gitmeniz için size binekler lazım.İsterseniz size atları bulabileceğiniz yeri söyleyebilirim,” dedi hancı ve onların fark etmediği bakışlarla köşedeki masalardan birinde bulunan insana işaret etti.

“Peki bulabileceğimiz yer nerede.Önerdiğinize göre eminim ki bizi yönlendirebilirsiniz,” dedi Laphlan alayla.

Cüce bu tavrı fark ettiyse de umursamadı.Onun işaret ettiği çoktan kapıdan çıkıp gitmişti.Onlara karşılarındaki sokağa girmelerini ve sonundaki evin kapısını çalmalarına söyledi.

Dörtlü, handan çıkarken muhafızın haberiyle kontrol noktasından ayrılan küçük bir askeri birlik ve iki tane elf şehirde onları aramak için hareketlenmişti.Elflerin Doğusunun Kralı Wairacas, kızı Desurun kaçtıktan sonra peşlerine ikisi elf ve ikisi de halkı tarafından fark edilmemesi için elf kılığında iki insan takmıştı.Swaclon’ un ormandayken prensesle konuşurken bahsettiği kralın adamlarından olan iki elf burada diğer ikisi ise Valbritma şehrinin güneyine düşen liman bölgesindelerdi.Bir yerden sonra bu dörtlü iki elf ve iki insan olarak ayrılarak devam etmişlerdi arayışlarına. İnsanlar, Moorchalt bölgesinin bir çok yerine gitmiş peşlerindekine dair iz bulamamışlardı.Şehirlerdeki kapı muhafızlarına eşgalleri verilmiş bir diğer taraftan onlar da aramayı sürdürüyordu.İki elf ne kadar iyi iz sürücüler olsa da aradıkları prenses ve casus ise onlar kadar iz bırakmama konusunda başarılılardı.Bu yüzden takipçi elfler ve iki insan ikisinin uğrayabileceklerini tahmin ettikleri doğudaki noktalara haber salmış eğer görülürlerse kendilerine bildirilmesini istemişlerdi.Dokuz kişiden oluşan grup yol arkadaşları dört tane at satın alırken onlar hancıdan aldıkları bilgilerle eve doğru hareketlenmişti.

Marjuarane ve arkadaşları çoktan sokaklarda at koşturmaya başlamıştı bile.İki elf ve kontrol noktasının sorumlusu atlı, diğer altı kişi ise yaya olarak peşlerine takılırken komutanları onlara emirlerini vermişti.
Yol arkadaşlarına atları satan kırklı yaşlarındaki insan bu şehirle alakalı kısa ama önemli olduğunu düşündüğü bilgiler sunmuştu.Aradıkları topraktan ev eşyaları yapan adamın ve benzer el işleri ile alakalı olanlarının daha fazla olduğu grubun şehrin ikinci kısmında bulunduğunu söylemişti.Burayı ayıran en önemli noktanın terk edilmiş bir kaleden ibaret olduğunu ifade etmiş şu an için kentin birinci kısmında olduklarını,ikinci kısıma geçmeleri için sokaklarda doğuya doğru ilerledikçe önlerine geniş bir alan çıkacağını ve onun kuzey doğu doğrultusunda gittiklerinde kenarda kalan çiftlikler ve tarlalara ulaşacaklarını,o yolda düz devam ettikçe bir nehirle karşılaşacaklarını,ardından da onun üzerindeki köprüyü geçtikten sonra kaleyi göreceklerini anlatmıştı.

Gidiş güzergahının nasıl olduğu ile alakalı konuşmalar dörtlü arasında atlar üzerinde kendilerini bir ağızdan bir diğerine sevilmek için bir kucaktan bir diğerine gidip gelen çocuk misali atarken onların peşindeki iki elf ve diğerini casus fark etmişti.Onları görür görmez arkadaşlarına ve prensese işaret ederek atları daha da hızlandırdılar.Şehrin birinci kısmındaki sokaklarının bir çoğu o kadar dardı ki onlar tozu dumana katıp etrafta döndürürken ayrılmak zorunda kaldılar.Laphlan ve Marjuarane bir tarafa öte yandan Desurun ve Swaclon diğer tarafa ayrıldı.Birbirlerinden koparken nehrin üstündeki köprünün başında buluşacaklarına dair anlaştılar.Wairacas’ ın adamları olan iki elf bulmak istediklerinin peşlerine düşerken yanlarındaki insan ise diğer ikilinin ardına takıldı.Sokaklar arasında kovalamaca süre dursun vakit akşamın ilk noktalarına öpücük kondurmak için yaklaşıyordu.

Konuştukları alanı ilk bulan Marjuarane ile Laphlandı.Ardındaki kızıl pençe askerine ise dört atlı daha katılmıştı.Hızla alandan ayrılıp kuzey doğuya yönelip çiftliklere doğru giderken peşlerindeki atlılar çok yaklaşmıştı.Bir kaç tane çiftlikte bağlı halde bulunan oldukça yapılı ve sivri dişli köpekler atlıları görünce havlamaya başladı ve tarlalarda koşan nalları fark etti sahipleri.Ancak Kızıl Pençe işin içinde olduğu için pek bir itiraz da bulunamadılar.Köpeklerin asap bozan havlama seslerine atların toynakları karışırken mısır tarlalarına giren atlılar onları ezmesine rağmen çiftlik sahipleri müdahale etmekte çekiniyorlardı.Beş atlı öndekileri yakalamış ve onları bineklerinin üstlerinden düşürmüştü.Marjuarane ve Laphlan mısır tarlarının içinde koşmaya devam ederken peşlerindekiler onlara ulaştı.İkisiyle Laphlan ve üçüyle de Marjuarane kılıç kılıca mücadele ediyordu.Deneyimli batılı savaşçı çok zorlanmadan askerleri alaşağı etti ve Laphlana da yardım ederek diğer ikisini de halletti.Laphlanın koluna bir kılıç darbesi gelmiş ama çok da zarar vermemişti.İkili koşa koşa köprüyü buldu.Biraz bekledikten sonra casus ve prenses onları takip edenlerle uzakta göründü.

“İkimizin atları kaçtı.Şimdi elfler buraya geldiğinde onlarınkine atlayıp köprüden nehri geçeceğiz,”

“Tamam,” dedi Laphlan hiç tereddüt etmeden.

Elfler yanlarına geldiğinde Marjuarane ve Laphlan onlara işaret edip arkalarına atladılar.Köprüden geçerken elfler ve onlara katılan yeni askerler peşlerindeydi.Köprünün sonuna geldiklerinde sol taraftaki Kalenin kapısını fark ettiler.Sağ taraflarına baktıkları zaman ise on beş kişilik bir grubun ellerinde meşalelerle onlara doğru yöneldiğini gördüler.Hiç vakit kaybetmeden Kalenin kapısına doğru hareket ettiler. Peşlerindekiler birleşti ve onlar kaleye girerken kapısına yaklaştılar.Yol arkadaşları kalenin içerisinde kendilerine pozisyon alabilecekleri noktalar buldular.Yapının içinde belirgin bir loşluğun bünyesinde Marjuarane öncelikle ‘Mia rander’ dedikten sonra vaşak için ‘Puchander’ ve bir kez daha aynı iki kelimeyle başlayıp puma için ise ‘Valadius’ dedi.İki büyülü yaratık kalenin içerinde Marjuarane nin elbisesinden çıkıp maddeleşti.Yol arkadaşları saklanmıştı.Marjuarane kılıcındaki kaplan deseni için gereken ismi yani ‘Animres’ diye telaffuz ederken kabzadaki o kısım biraz alev rengine büründü ve seslendirme bittikten sonra orası eski haline döndü.Kılıcı her darbesinde alev saçacaktı. Yaklaşık otuz kişi kaleye girdi.İki elf ve diğerleri önce kalenin avlusunda toplaştılar ve kaçakları aramaya başladılar.Marjuarane kılıcını hazırlamış saldırabileceği anı beklerken hayvanlar onun direktifleri doğrultusunda şu an için karanlık köşelerde dolanıyordu.Swaclon kılıcını prenses yayını ve Laphlanda mısır tarlasında hallettikleri askerlerden birinden aldığı palayı hazır tutuyordu.Yol arkadaşları farklı farklı noktalara dağılmış bekleme durumundalardı.Bir süre sonra  askerler aniden ortaya çıkan vaşak ve pumayı gördüklerinde neye uğradıklarını şaşırdılar.Yol arkadaşları da piyasaya çıkmış onlarla mücadele etmeye başlamıştı.Hayvanlar parçalarken Marjuarane ve Swaclon iki elf ile kılıç kılıca mücadeleydi.Prenses zehirli oklarıyla bir bir avlarken Laphlan da karanlık köşeler hariç diğerlerinin onu görebilecekleri kısımlarda daha farklı mücadele ediyordu.Kuytularda bir çiftçiden beklenmeyecek atiklikle palasını kullanıyor ve düşmanlarının işini bitiriyordu.Savaşçı ateş saçan kılıcıyla kısa zamanda elfi halletti.Diğeri Swaclonu köşeye şıkıştırmış tam kolunu koparacakken kılıcını havaya kaldırmış zor durumdaki casusu halledecekken Prenses Desurun onun kılıç tutan elini saldığı okla vurmasına rağmen  hala kolu inmiş değildi.Marjuarane müdahale etmek zorunda kaldı.’Ben halledebilirim,’ işaretlerine rağmen elfin, savaşçı onun rakibinin de işini bitirdi.

Hayvanlar tekrar elbiseye döndüler ve yol arkadaşları kaleden çıkıp şehrin ikinci kısmına adım attılar.

Akşamın geceye yakın vakitleri bu şehre uğrarken yol arkadaşları yorgunlukla yürüyordu.Prenses ve casus rahatlamış bir şekilde ilerliyordu zira peşlerinde oldukları, düşündükleri elfler ölmüştü.

“Bu mücadelenin haberinin duyulmasının pek zaman alacağını sanmıyorum.Bir an önce kapalı bir yer bulup sabahı orda karşılamamız lazım ve aradığımız kişiyi de daha sonra araştırmamız gerek,” dedi Marjuarane arkadaşlarına.

“Haklısın dostum. Hadi bir han bulalım!”

Şehrin bu bölümündeki bina sayısı daha azdı.Sokaklar daha geniş ama birinci bölüme göre alan olarak daha küçüktü.Sabah olunca tekrar yola çıktılar.Dolaşırken sabahın ilk vakitlerinde devriye atan askerleri yürüdükleri yolun köşesinde bulunan kütüphanenin kapısının önünden geçerken gördüler.Kızıl Pençe askerleri onları dikkat etmeden yanlarından geçip gitti.Onlar şaşkınlıkla hızla yürürken bir anda geri dönüp peşlerine düştüler.Yol arkadaşları hızla ordan oraya kaçarak sergilerini yere sermiş olanların daha çok olduğu küçük Pazar yerini buldular.Dükkanın birinin ön tarafında çömlek yapılan eşyalar konulmuştu.Nefes nefese oraya girdiler.Dükkan sahibi paldır küldür gelenleri görünce ‘Ne Oluyor,’ diye bağırdı.Laphlan hiç vakit kaybetmeden ‘Bizi Zandarel gönderdi,’ dedi hızlı hızlı nefes alışlarla.Dükkan sahibi ismi duyduktan sonra hemen kapıya giderek,etrafı kolaşan ederken askerleri buldu gözleri.Dükkanın içine doğru ilerleyerek yol arkadaşlarını merdivenlerden aşağıya gönderdi ve ‘burada ekleyin!’ diye komut verdi.

Askerler çömlekçinin kapısını vurdu ve açılmasıyla içeri girdi. “İki elf ve iki insan arıyoruz!” dedi biri hiç vakit kaybetmeden hırıltılı hırıltılı.

“Ben çömlekçiyim ne işim olur sabah sabah aradıklarınızla.Zaten şehrin bu kısmında kaç tane elf yaşıyor ki ikisi bana gelsin.Görmedim!” dedi sıkkınlıkla.

“Bana bak çömlekçi; eğer bize yalan söylüyorsan bunun sonuçlarına katlanırsın!”

Ellili yaşlarına merdiven dayamış ama saçlarına ak düşmeyen, gözleri kahve olan ve bakışları askerlere baktıkça sertleşmeye başlayan korkusuz bir şekle dönüşen siması, gelenlere yaklaştıktan sonra onlar sanki çok soğuk bir rüzgara rastgelip tir tir titreyenler gibi korkuyla geri çekildiler.Dükkan sahibinin gözleri kahveden daha farklı bir renge dönüyordu onlara bakarken.Askerler arkalarına bile bakmadan kaçıp gittiler.Adam yüzündeki korkutucu maskeyi silip yeni bir yüzle aşağıya doğru indi.Yol arkadaşlarının yanlarına gelirken Desurun bir anda ürperdi ama bunu kendine sakladı.O bir prensesti ve güçlü görünmeliydi.

“Ne oldu yukarıda. Bir gürültü duyduk da,”

“Peşinizde olanlar sizi aramaya gelmiş ama ben burada olmadığınızı söyledim ve onlar da gittiler.Gürültü onların ayak sesleridir,”

“Peşimizde askerlerin olduğunu nereden çıkardınız?”

“Hadi ama yemeyin beni şimdi.İçeriye nasıl girdiğinizi gördüm.Neyse gittiler onlar.Zandarel sizi niye bana gönderdi?”

Laphlan cebinden üzerinde ‘z’ harfi bulunan küçük bir odun parçası çıkardı ve adama uzatarak ‘bunu size vermemi söyledi,’ dedi.Hüzünle onun elinden aldı ve;

“Ne istiyorsunuz?” diye sanki gözleri duvarda açılan bir geçitten çok uzaklardaki bir şehre bakar gibi dalgınlaşmıştı soruyu sorarken.

“Bana verdiğini kendisi getirecekmiş ama annesi hastalanmış ve gelememiş.Ben de ondan yardım almak için gittiğimde bana verdi.Hem de sizin bana güvenebilmeniz için gerçeği söylediğim anlamında bir işaret olacağını söyledi.”

“Ne için yardım?”

Dükkan sahibi ve Laphlan konuşuyor diğerleri dinliyordu.Diğerleri odun parçasını görünce şüpheyle birbirlerine baktılar ve buradan çıktıktan sonra onunla neden sakladığı hakkında konuşacaklardı.

“Biz Dacassyrenin inlerinden birini arıyoruz özellikle kendisinin sıkça bulunduğu olanından. Onun adamlarından Thalmane’ nin oğlunun grubu benim kardeşimi kaçırdı.Yanımdaki üç kişi ile onu kurtarmak için inin nerede olduğunu bulmamız gerek.Sizin bilgi vereceğinizi söyledi,”

Adam bahsedilen üçlüye şöyle bir göz gezdirdikten sonra;

“Ben daha önce bulundum inlerinden birinde ama gözlerimi kapatmışlardı.Beli bir yere kadar gözlerim açık gittikten sonra her taraf karanlık olmuştu.Ama orada tanıştığım iki kişiden biri inin nerde olduğunu ve nasıl gidildiğini bildiğini söylemişti yanındakine.”

“Onların gözü kapalı değil miydi?”

“Öyleydi ama söylediğine göre yetenekleri varmış yolu bulma ve tanıma konusunda.Ben sizi ona yönlendireceğim zira tarif edemem,”

“Ama beni gönderen—“

“Hıh! O, her şeyi bildiğimi sanır ve de abartır.”

Savaşçı canı sıkkın bir şekilde; ‘buraya boşuna mı geldik,’ dedi.İki elfte bir hareket yoktu.Laphlan ise umudunu kaybetmemiş bir şekilde Marjuarane e dönerek; ‘daha bitmedi,’ der gibiydi.

“Peki bu yetenekli kişiyi nasıl bulabiliriz?”

“Bu şehrin komşusu olan Valbritma adındaki yerde bir demirci dükkanında çalışıyor.En son konuştuğumuzda öyle demişti.Burası şimdiki bulunduğunuz şehir kadar büyük değil ama çok tehlikeli.Doğudaki göreceğiniz en berbat bölge.Eğer gidecekseniz ana kapıdan zarar görmeden girmeniz çok zor.Zira yabancılar,şehre yeni gelenler nedense hemen fark edilebiliyormuş.Duyduğuma göre bazıların gözcüleri dolanıyormuş etrafta,”

“Yani…”

“Bana verdiğin şu odun parçasını sana geri vereceğim.Şehre girmeden bir koru var.Ordaki ağacın birinde aynen bunun üzerindeki gibi bir iz var.O ağacı bulup bu izleri birbirine dokundurduğunuzda içine açılan bir kapının anahtarını bulacaksınız…”

Sonrasını onlara anlatırken iki elfte gülümsüyordu.Zira söyledikleri daha fazla macera sunuyordu önlerine.
Yol arkadaşları arka kapıdan çıkarken dükkan sahibi Laphlan’ a ‘umarın kardeşini bulursun,’ diye umut verirken ikisinin yüzünde birbirine bakarken diğerlerinin fark etmediği sinsi bir gülümseme dolanmıştı.

OCAK 2015

Çevrimdışı Marjuarane

  • *
  • 46
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Cypraqual: Kolye
« Yanıtla #12 : 30 Mart 2015, 01:46:02 »
BÖLÜM 12 BİRİNCİ KISIM

Valbritma dünyadaki büyük çoğunluk tarafından bilinen ancak pek de gidilmesi istenilmeyen hatta kimilerine göre oraya ulaşmak için o tarafa doğru ilerlemenin bile tehlikeyi alevlendirebileceği ve akabinde hayatının son bulabilme ihtimali olabilen bir yerdi.Doğu’ daki diğerleri gibi yüksek duvarlarla çevrili olan bu şehre girmek  onlar kadar kolay değildi. Buraya giriş için daha çok yasal olarak tercih edilen batı kapısının her iki tarafında gözcü yerleri bulunuyordu.Kapı kontrol noktasında Dacassyre’ nin Kızıl pençe askerleri şehre giriş ve çıkışları inceliyor,burada yaşayabilmesi için ‘uygun’ olup olmadığına bakıyor,gelenlerin isimlerini alıp kalmaları için gerekli olan belgeleri hazırlayıp onlara veriyorlardı. Ziyaretçiler kaldığı süre boyunca bu belgeyle Valbritma da bulunuyor ve her hangi bir sorunla da karşılaşıldığında elindekini kullanıyordu.Bu izin kağıdına sahip olmayanlar yani ‘yasal olmayan yollar’ la girenler yakalandıkları zaman kapı dışarı ediliyordu.

Orada bulunmanın tehlikeli olmasıyla ünlenen,kırmızı ejderhanın adamlarının kontrolünde bulunan bu şehirde asayişi sağlamakta hiç kolay değildi.Maddi çıkarların sonuna kadar gözetildiği, ticaretin legal ya da illegal her şekilde yapıldığı… Yine de yasal kelimesi burada pek revaçta değildi.Maneviyat çok nadir uğrar, sanki ateş almak istercesine çarçabuk getirdiklerini toplar ve arkasına bakmadan bir kulaktan girip diğerinden çıkan söz misali geldiği gibi giderdi.

Elflerin, insanların, cücelerin… Doğası kötü yaratıkların özellikle belli başlı emicilerin maddi menfaatler doğrultusunda ortak paydada buluştuğu ve dağınık haldeki klanlarının toplantı noktalarından birisiydi burası.Her tür ırka sahip katillerin bir arada bulunabildiği ve kimi zaman iş paslaşabildiği,fahişelerin orada burada rahatça dolaşabilip kendilerini sunduğu,dolandırıcıların, dalkavukların, tetikçilerin,her türlü kötü işle flört edip daha sonra sevgili olup iyice benimseyip sanki bedeni gibi görenlerin,toplum dışıların… toplandığı ve kavgayla,gürültüyle hır gürle bir arada bu şehirde yaşamaya çalıştığı,akabinde bu tiplerin doğurduğu yasadışılığın her tarafta tıpkı bir bukalemun gibi gezindiği ve keyif alarak o kucaktan bu kucağa dolaştığı,’ kızıl pençe ve üst düzey askerlerine yani otoriteye karşı suç işlememek’ kurallarına uymak kaydıyla -ki bu çoğunlukla deliniyordu- öldürmenin olağan kabul edildiği bu yerde var olmak için karakterinin ruhu kötü olmak zorundaydı.

Bazı arsız büyücü çıraklarının, kuleden kovulanların… Kaçakların, gizliden gizliye kötü tanrıların izinden gidenlerin gün geçtikçe sayısı artmaktaydı.Büyülerinin nasıl olduğunu,nasıl yapıldığını altın ve gümüş karşısında satanların ve yasak olan büyülü malzemelerin ayrıca da haritaların kötü yola düşmüş bir ölümlü misali bulunduğu yerdi.

“Niye şehrin ana kapısı dururken bu korunun içinde üstünde iz olan ağacı arayıp duruyoruz ki,” Diye yakındı prenses yanındaki Swaclona.

“Adamın anlattıklarını duymadın mı prensesim, şehre giriş tehlikeli.Yok kontrol ediyorlarmış,kağıt falan veriyorlarmış… Bizi tanıyabilirler diye söylediği bu yöntemi kullanmaya çalışıyoruz ama dediğin gibi ne o ikisi ne de sen ve ben ağacı bulabildik.”

Dört arkadaş koruya geldikten sonra Marjuarane’ nin önerisiyle ikili gruba(iki elf ve iki insan) şeklinde ayrılarak üstünde izi barındıran ağacı aramaya koyulmuşlardı…

“Bunların nerdeyse hepsi yüksek ve hepsi birbirinin benzeri yaşlı ağaçlar.Bize seninkinin söyledikleri hiç ayırt edici değilmiş Laphlan,” dedi savaşçı sıkılmışçasına.

“Görmeden söylenilenleri tam olarak anlayamıyorsun ki Marjuarane.Tekrar değiştirelim elflerin baktığı yerlere biz bakalım onlar bizimkine.”

“Ya da grup elemanı değiştirelim bir de öyle deneyelim ne yararı olacaksa.”

Elflerle araştırmalarından sonra buluştular ve grup elemanı değişikliği kabul gördü ancak yine aradıkları ağacı bulamadılar.Marjuarane ve prenses bir kütüğün üzerine oturmuş düşünüyordu.Nerdeyse diğer üçü prensesin söylediği her ne olacaksa olsun ana kapıdan girelim önerisine tamam diyeceklerdi ki savaşçı yüzünde yeni yetme gülümsemeyle parmaklarıyla kütüğün yan tarafında onları dolaştırırken rast geldiği izi gösterdi.Laphlan hemen ‘z’ şeklindeki dal parçasını gösterilen yere yaklaştırarak biçimsel ve büyüklük bakımından kontrolünü yapıp elindekini ize yerleştirdi.Kütük aniden hareketlenerek üstündeki ikiliyi düşürdü.Yukarıya doğru yükselirken savaşçı ve prensesin oturduğu üst kısım baştan sona dikey olarak ikiye ayrıldı.Havadaki yolculuğunu tamamlayıp hemen az ilerilerindeki ağacın gövdesine yapıştı.Sanki çıplak olan ağaç üzerine elbisesini giyindi ve böylelikle kütükteki iz onda oluşmuş oldu ve bedenine eklendi.

“Bu ayrıntıyı niye kaçırmış acaba söylediklerinin arasında,” diye söyleniyordu casus.

Laphlan hiç vakit kaybetmeden ağaçtaki ize dal parçasını tekrardan yerleştirdi.İz bir anahtar deliğine dönüşürken dal parçası da anahtar olmuştu ve ağacın gövdesi dışa doğru açıldı.İçi boşaltılmış ağacın gövdesinden girip tabandaki kapağı buldular.Onu açıp aşağıya doğru inen Zandarel’ in anlattığı basamaklardan inip çıkışı Valbritma şehrindeki bir arkadaşının evinin bahçesindeki kuyunun tabanına açılan tünelin başlangıcına gelmişlerdi.Yüksek duvarların altından geçen bu tünel sayesinde daha önce kullananlar gibi onlarda çıkışı buldu ancak kuyuya doğru baktıklarında karanlık olduğunu gördüler.Laphlan önden hareket edip kuyunun yukarısına çıkan basamaklara bastıkça karanlık aydınlanıyor ve onun kapağı onlar adımladıkça açılıyordu.Nihayetinde bahçedeydiler.

“Sonunda şehre girdik.Hava da kararmak üzere yorgunuz da,o daracık tünelde ilerlerken üstümüz de kirlendi… Ben diyorum ki eve girip biraz dinlenelim,daha sonra demirciyi aramaya çıkarız.Ne dersiniz?” dedi Swaclon üstündeki birbirine cilve yapan insanlar gibi yakınlaşmış tozları sevgiliden ayrılıp ta onun geride bıraktıklarını çöpün emanetçiliğine bırakır gibi çırparken

“Bence eve girelim casusun dediği gibi.Hem akşam oluyor, belki de demirci kapalıdır.”

“Kapalı olmayada bilir.Belki yaptığı işi yetiştirmek için kaladabilir. (Prensese bakarak) tamam dediğiniz gibi eve girelim ama çok kalmayacağız.Demirci kapalı olsa bile yerini bulmuş oluruz.” Dedi Marjuarane

Kırmızı Ejderha Dacassyrenin hakimiyetindeki Dünyanın doğu kısmı üç bölgeye ayrılmış ve onlardan birisi de Marjuarane ve arkadaşlarının bulunduğu Moorchalt tarafıydı.Buralar Dacassyrenin Yönetim kanadı ‘Kızıl Göz’ grubuna mensup insanların yönetimindeydi ve onlardan birisi de bu bölgeden sorumlu Lord Thalmane isimli birisiydi.Onun ejderhanın gözetiminde hükmettiği alan ise üç ana şehre ayrılıp Valbritma şehri oğlu Gillantirre Achian’ ın yönetiminde olmak üzere diğer ikisi Thalmane’ nin emri altında başka birilerindeydi.Dacassyre’ nin muhattap olduğu ise yönetimin zirvesinde olan ‘Kızıl Göz Grubu’ mensuplarıydı.

Gillantirre Achian koyu kahve gözlü, saçlarının renk ortaklığında hissesi daha fazla olan sarı, mizacı sert ve askeri eğitimi yoğun aldığından dolayı da atletik yapılı bir insandı.Bir çok silah kullanabiliyor ama en çok kılıç sallamada iyiydi.Kesici silahlarla özellikle bıçaklarla yaptığı antrenmanlardan dolayı onları canlı hedefe fırlatma da baya ustalaşmıştı.Gücü, güçlü olmayı öyle çok arzuluyordu ki zirvedeki babasını hiç sevmiyordu.Thalmane ona bir şehrin yönetimini vermişti ama bununla yetinmek istemiyordu bu yüzden Dacassyre’ nin karanlık büyücülerinden gücün tepesinde olmak için yardım istemişti.Onlar da ejderhanın dünyanın dokunulmamış kuzey kısmını ele geçirmek için oluşturacakları ‘yenilmez hizmetkarlar projesi’ için düşündükleri grubun başına güç için her şeyi yapabilecek birini arıyorlardı.

“Siz benim ne aradığımı ve neden kendi türümü avlayıp kertenkeleden bozma minik bir yaratığa dönüştürüp onların anılarına girebilmem için kürenin içine koyup sis bulutu olana kadar döndürüp bu ritüeli gerçekleştirmemin ne anlama geldiğini biliyorsunuz.Ne yazık ki büyücülerim şu ana kadar bir sonuç alabilmiş değilim.Kendi bölgemde onları avlayabiliyorum ama dünyanın batısıyla güneyini hakimiyeti altına alan benim kadar güçlü diğer ikisinin bölgelerine pek giremiyorum, kuzeye de müdahale edemiyorum aramızda antlaşma olduğu için.Benim kuzeye dokunmam lazım ki orada türlerim arasında araştırma yapabileyim.Diğer iki ejderha ile karşı karşıya gelmek istemiyorum.(Dacassyre öldürdüğü ejderhaların ruhlarının barındığı yeşil kristal taşına bakarak) bazı araştırmalarım sonunda dünyada tanrısal olan malzemelerin bulunduğunu öğrendim.” Diye konuştu kırmızı ejderha inlerinin en geniş ve anlattığı ritüeli sergilediği olanında üç güçlü ve güvendiği büyücüye hitaben

“Efendim sanırım bir planınız var anladığım kadarıyla,” dedi saygıyla Enpheriam isimli olanı.

Ejderha, uzandığı yerden kalktı tıpkı bir arenayı andıran ininde dolaşmaya başladı.Tekrar büyücülerinin yanına geldi ve;

“Evet, Enpheriam bir planım var.Sizden istediğim bana yenilmez hizmetkarlar oluşturabilmeniz.Bunu yapabilmeniz için gerekli olan iki tanrısal malzeme,lanetlenmiş birkaç tane ölü büyücünün ve sizin üçünüzün birleştirilmiş kötücül büyü gücünüz ve de birkaç iyi ya da kötü karakterli ölümlülerin kanı.”

“Peki efendim bu tanrısal malzemeler nedir.Tanrılar yüzyıllardır ortada yok.”

“Ben yeterince yüzyıl görmüş bir ejderhayım.Metamorfoz olduğunda onlar ortadan kayboldu.Ben ve benim gibi olanlar büyük yaralar aldık ama yaklaşık bin yıl sonra yeniden doğduk.Biz kendimizi iyileştirebildik ama… “ dedikten sonra öyle hüzünlendi ki bir ejderha ağlayabilse o duruma kadar geldi. Ardından öyle bir kükredi ki o zamanları hatırlayınca büyücüler korkuyla geriledi.Aslında onlar ejderhanın bu duygu geçişlerini biliyorlardı ama şimdiki tehlikeli derecede şiddetli olmuştu.

Ejderha duruldu ve;

“Beni yalnız bırakın. Şimdi gidin, ben size bunu nasıl yapacağınızı daha sonra anlatırım.”

Üç kötülüğe hizmet eden büyücü bu oluşumun nasıl olacağına dair bilgileri ejderhadan günler sonra aldıktan sonra çalışmalara başlamışlardı.Lossimo adındaki büyücüye görev vermişler ve ondan farklı farklı ırklardan ölümlülerin kanlarını toplamasını istemişlerdi.İki tanrısal malzemeden biri olan iplik parçası Dacassyre nin dediğine göre bu büyücüde olduğu için nesnenin gücünü kullanarak kanı kötücül anlamda güçlendirmesi adına onu tercih etmişlerdi.Bir diğeri de ametist şeklinde olandı o da ejderhanın kendisindeydi.Lossimo görevi yerine getirmiş ve üç karanlık büyücü dağın altında Dacasyre’ nin anlattıklarını uygulayarak ritüeli gerçekleştirmiş ve kavanoz içerisindeki kan sonuna kadar kötü güçlerle donatılmıştı.Ancak ne büyücülerin ne de kırmızının liçlerin hapsolduğu boyuttaki çok daha güçlü bir lanetlenmişin kandaki temasından haberi vardı.

Gillantirre Achian kaos ortamlarını seven ve oluşmasını sağlamak için her türlü yardımdan kaçınmayan biriydi.Sorumlu olduğu Valbritma şehrini üç kişi arasında bölüştürmüştü ancak bir süre sonra onların arasındaki birlikten sıkılmıştı.Şehri kendi emrinin altında bir kişiye bırakmak için planlar yapmış ve üçünü de bir şekilde birbirine düşürmüştü.Üçü arasındaki tek olma savaşına müdahale etmiyor ve kimin kazanacağını bekliyordu.Marjuarane ve arkadaşları tam bu sırada şehre gelmişlerdi.Lord Thalmane nin oğlu bir gün önce kendisine gelen içinde kan dolu kavanoza bakıyor ve de onu ziyaret eden Enpheriam adındaki büyücünün onu içtiği zaman nasıl bir güce kavuşacağına dair anlattıklarını düşünüyordu.Büyücüler yenilmez hizmetkarlar oluşumunun lideri olarak onu seçmişlerdi.Sonunda en çok arzuladığı şey en güçlü olmak olduğu için kavanozdaki kanı içmeye karar verdi.Evinden ayrılıp sokağa çıktığı sırada yol arkadaşları demirciyi bulmak adına caddelerde dolanıyordu.

Şehrin sokaklarına akşam karanlığı çökmüştü.Yol arkadaşlarının  yürüdüğü sokaklar Gillantirre Achian’ ın emrindeki üç kişiden biri olan Diantella adındaki insanın kontrolündeydi.Onun adamları etrafta dolaşıyor son zamanlarda diğer iki bölgenin sorumlularıyla olan gerginlikten dolayı sokakları gözlüyorlardı.

“Görünmez zırhındaki şu hayvanlardan ikisini çağırsan da yolumuzu bulsak Marjuarane.Etraf baya tehlikeli görünüyor.Gölgede saklanan tiplerin farkındasın değil mi?”

“Evet onları gördüm.Bize bakışları pek hayra alamet değil.Daha da kendimizi açık etmeden hızlıca yürüyelim.”

“Bence fark edildik şu gelenlere baksana,”

“Bizle ilgilendikleri nereden belli.Arkamızdan gelenler de var,”

Onlar yürürken yan binalardan birileri çıkmış kimisinin elinde bıçak kimisinin elinde kılıç kimisinin elinde de sopa vardı.Arkalarındaki grupta aynı şekilde yol arkadaşlarına doğru ilerliyordu.Bir anda gölgelerden birinden atılan bıçak öndeki grubun ilk baştaki olanınaa isabet etti.Dörtlü hemen ortadan çıkıp hedefi bulan yere düşerken koşmaya başladı.Arkadaki grup ile öndeki çatışmaya tutuşmuşken onlar yan sokağa sapmıştı.Hızlıca kaçmaya devam ettiler.Koşarak küçük eşyalar satan bir dükkanın önünden geçiyorlardı ki sokağın karşısından geçen devriye atan askerler onları fark etti.

“Bizimle uğraşacaklarına kavga edenlerle meşgul olsalar ya,” dedi elf casus koşmaya devam ederken hırıltılı hırıltılı.

“Nefesini boşa tüketme dostum. Kalabalıklar, durup da onlarla vakit harcayamayız.”dedi Marjuarane nefes nefese ama devamlı hareket halinde olduğundan dolayı elf pek bir şey anlamamıştı söylediklerinden.Kafasını sallayıp geçti.Peşlerindeki askerler onları kovalamaya devam ederken en arkadaki iki kişi duraksadı ve öbürlerine gidin diye işaret etti. Ara sokakta dikkatlerini bir hareket çekmişti.Saçlarının uzun olduğu belli ama yüzü gölgenin içinde kalan bir şekil duvara dayadığı tamamı karaltıda kalan bir diğerinin boynu olabilecek kısma doğru kafasını yakınlaştırmış ve ikili onların yanına yaklaştığında tamamen seçebildiği şekliyle onu ısırmıştı.

Gillantirre Achian kavanozun içindeki kanın tamamını içtikten sonra tadı damağında kalmış daha da istemişti.Üstüne geceleyin gelen karabasan misali kan tüketme arzusu çökmüştü.Hemen sokağa çıkmış ve bunu giderecek bir başka ölümlü aramıştı.Büyücü Enpheiram kan arzusunu dindirmek için bir başka canlının kanına ihtiyacı olduğunu söylemişti.’Sen onu boynundan ısırıp ölüm noktasından kanını emdiğinde o ölmeyecek ve senin gibi olacak.’ Demişti.Gördü ki büyücünün dedikleri doğru çıkmıştı zira ısırdığı elf ölmemişti.Achian ve diğeri yeni gelenleri onlar daha ne olduğunu anlamadan ısırıp dönüştürdüler.

Achian diğerlerine hitaben;

“Bundan sonra dünyada yeni güçlü bir tür daha var.Bizler bunun ilk temsilcileriyiz.Şu andan itibaren bizim türümüzün adı Achian.Tahmin edemeyeceğiniz şekilde güçlere sahipsiniz.Bedensel anlamda daha güçlü olacaksınız.Ölümlü bir varlıkken yapamadığınız ne varsa icra edebileceksiniz.” Dedi ve üçünü de alarak yeni kurbanlar bulmak için hanın birine doğru ilerlediler.

Dört yol arkadaşı peşlerindekilerken kaçmaya devam ederken Laphlan geride kalmış tam askerlerden biri onu yakalayacakken Swaclon onu kurtarmıştı.Bu esnada Prenses Desurun yanındakilere ‘bakın,kapısı açık bir yer,’ diye işaret etmişti.Dörtlü hemen o kapıdan girdi ancak kovalayanlar da onların ardından binaya ulaştı.Bulundukları yer bir handı ve onlar gördüklerinden sonra korkuyla soludular.Duvarlar kan lekeleriyle doluydu.Handaki masalar sandalyeler dağılmış ve yerler insanlarla,birkaç tane elf ve cüceye kucak açmıştı .Üst kattaki balkondan biri düşmüş ama sanki hiçbir şey olmamış gibi tekrar ayağa kalkmıştı.Bar masasının üstünde oturan uzun saçlı, kahve gözleriyle ve yüzündeki memnuniyet ifadesiyle handakilerin Lord Gillantirre diye nidalarının arasında etrafa gülümsüyordu.Bir süre sonra handakiler kapıya doğru gidip açılmadığını anlayınca geri dönen ve bir tanesinin her konuştuğundan önce ‘Mia Rander’ diye söyleyip farklı farklı dört ismi seslendiren ve diğer  yeni gelenleri fark ettiler.Yol arkadaşlarını kovalayan askerler isimleri sarf edenin üstünden çıkarken küçük ama yere inerken bir anda büyüyen hayvanları görünce ne yapacaklarını bilmez bir şekilde ordan ordaya kaçışmaya başladılar.Onlara kucak açanlarsa Achianlardı.Öte yandan dört yırtıcı hayvan da ortama girerek diğerlerine saldırmaya başladı.

Achianların üstüne çullanan hayvanlar onları parçalamaya başladı ancak kollarını bacaklarını koparsalar bile yerlerine yenisi geliyordu.Vaşak bar masasının üstünde artık yüzü değişime uğramış yani gülümsemeyen olanın üstüne atladı ancak Gillantirre hareketlenip bir anda üst kata uçtu ve büyülü hayvan boşluğu tırmaladı.Tavanda yürüyen bir cüce Marjuarane’ nin üstüne atlayacakken Puma onu havada yakalayıp hanın duvarlarından birine yapıştırdı.Laphlan ve Swaclon kılıcıyla kesip biçmelerine rağmen yaratıklar ölmüyor kendi kanlarını yalayarak tekrar ayağa kalkıyorlardı.Prenses zehirli oklarını onların defalarca bedenlerine isabet ettirmesine rağmen onların saplarını kırıp tekrar üstlerine geliyorlardı.Yine de büyülü hayvanlar bazı achianların kapıyı açıp dışarı çıkmasını sağlamıştı.Yeni av peşinde olanlar dışarı çıkıp kurbanlarını aramaya başlarken Marjuarane ateş saçan kılıcıyla üstüne doğru gelen birinin boğazını kesmiş ve yaratığın bedeni bir tarafa kafası bir tarafa savrulmuştu.Beden ve kafa yeniden birleşmedi aksine patladı.Bütün parçalar etrafa dağıldı.Yol arkadaşlarının üstlerine birkaç tanesi yapıştı.Ne olacağını beklemeden giysilerindeki parçaları silkeleyip bir an önce açık kapıdan çıkıp kaçtılar.Büyülü hayvanlar Marjuarane’ nin direktifiyle tekrar görünmez zırha dönmüştü.

Gillantirre oldukça şaşkındı.O da diğerleriyle beraber handan ayrılıp geceye karışıyorken yerde birkaç tane ceset kalmıştı.Sadece dönüştürme insanlara verilmişti.Onlar kendi ırkları dahil her türlü ölümlüyü dönüştürebilir ama ne elfler ne cüceler ne de diğerleri insanlar tarafından ısırılıp dönüşüm geçirebilir ama onların kanlarını emdikleri, insanlar dahil dönüştürülemezdi.Bu türler yarı kandı ve sadece beslenebilirlerdi.İnsanlar ise safkandı çünkü bu oluşum ilk olarak  bir insanla başlamıştı.En son achian da handan çıkarken geriye baktığında dikkatini bir şey çekti.Parçalardan biri hareketlenmişti.

Hanın her tarafına dağılan kafanın ve bedenin parçalarının hareketlenmesi achianların kanındaki kimsenin bilmediği bu dünyaya ait olmayan o lanetlenmişin gücünün şekillenmeye başlayıp bir biçime bürünmesinin başlangıcıydı.Bütün parçalar ordan burdan hareketlenerek ortada birleşip havada dönerken içlerinden çıkan uzantılar birbirlerine temas ederek bu dünyaya uyum sağlayacak yeni bir beden meydana getiriyordu. Bir süre sonra oluşum tamamlandı ve bir elf kızı formu Cypraqual’ a ‘merhaba’ dedi.Elf kızı parmaklarından birini yerde bulunan cesetlerden bir tanesinin yüzüne dokundurdu.Ondan minik minik çıkan iplikçikler insan cesedinin derisine yayıldı ve iskeleti olana kadar bütün bedeninin dış kısmını ona aktardı.Elf kızı formundaki yaratığın görüntüsü değişerek insan biçimine döndü.Bu dünyaya yeni düşen bu yaratığın bu boyuta uyum sağlaması için ve burada kalabilmesi için tamamen şeklini alana kadar bir ölümlünün derisine ihtiyacı vardı.Ölümlüler Boyutunun zamanıyla bir gün sonra derisini değiştirmesi gerekiyordu.Hem buraya uyum sağlıyor hem de çektiği derinin bir kısmını bedeni olan yerdeki iç bölüme aktararak böceklerin dış derisi kadar sertliğe ve keskinliğe dönüştürüyordu.Nitekim bunları parça parça ağzından fırlatmak için silah olarak kullanacaktı ki bu onun en iyimser özelliğiydi.İnsan formundaki tekrar achian’ın parçalanmadan önceki elf kızı şekline dönerek Valbritma sokaklarına karıştı.Saf kan ya da yarı kan achianların boğazı kesildiği zaman hiçbiri yok olmayacak ve bu yaratığa dönüşecekti.Tamamiyle Charmalle adındaki bu lanetlenmişin Cypraqual’ da kendi boyutundaki gerçek şeklinin kopyasını alabilmesi için beş tanesinin bir arada olup Dünya’nın kuzeyindeki Drathnor adındaki akış yönünün tersine olan nehrin bulunduğu yerdeki Tanrıların giderken anlaşmalarına göre zamanın gelmesine yakın artık bir bir ortaya çıkacak olan onlara ait olan malzemelerden birine ihtiyaçları vardı.

Zandarel’ in arkadaşının evine yaklaştıkça yol arkadaşları iyice yorulmuştu.Swaclon;

“Bu gece baya egzersiz yaptık.Tavanda yürüyen cüceler,ordan oraya uçan elfler,o kadar parçalamamıza rağmen ölmeyen kan düşkünü ucubeler… Görünmez zırhın olmasa kesin nalları dikmiştik.” Dedi Marjuarane e bakarak.

“Bence bu şehirden kaçıp gidelim.Boş verin Dacassyrenin inini de taşını da,” Laphlan korkmuştu.Tam işler istediği gibi giderken bu yaratıklar da nerden çıkmıştı.

“Nasıl yani! Beraber kardeşini kurtarmayacak mıydık! ”

“Haklısın korkudan ne dediğimi bilmiyorum.”

“Ne olursa olsun ben o ejderhanın taşını almadan yolumdan dönmem.Ne çıkarsa çıksın karşıma! İsteyen kuyudan girip tünele çıkabilir.” Dedi Marjuarane, öfkeli bir şekilde Laphlana bakış atarak eve girdi.

“Sinirlenme dostum ben ve prensesim seninleyiz,” dedi Swaclon güven verircesine savaşçının sırtına dokunarak.

“Ben de sizinleyim.Sadece korkunun beni ele geçirmesine bir anlık izin vermemden dolayı ne dediğimi bilemedim.Şimdi dinlenelim sabahta Demirciyi aramaya çıkarız.”

MART 2015


Çevrimdışı Marjuarane

  • *
  • 46
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Cypraqual: Kolye
« Yanıtla #13 : 20 Nisan 2015, 01:21:57 »
BÖLÜM 12 İKİNCİ KISIM

Koşuyordu…

Hızlı hızlı nefes ala ala koşuyordu. Ara ara arkasına dönüp korku ve heyecan karışımı gözleriyle geriye göz atıp ilerlemeye devam ediyor ve adımlarından adeta fışkıran telaşla tepeyi tırmanmaya gayret ediyordu.Zirveye çıkınca geriye doğru kafasını çevirip bir kez daha baktı ama kendisini neyin kovaladığını bir türlü göremedi.Niye kaçtığını, neden kaçtığını tam olarak anlayamazken ardını bırakıp ayağı takılarak toz toprağı da giysilerine desen niyetine ekleyip üstünden ter boşanırcasına sanki isimlendiremediği bir canavardan kaçarcasına koşmaya devam etti.

Tepeden aşağıya indiğinde etrafına bakarken gözlerinin aralığına uçsuz bucaksız bir alan giriryordu.İlerledikçe yoğun bir yanık kokusu burnuna sürünürken biraz soluklanıp koşarken barındırdığı kesif duyguları üstünden attı ve bulunduğu yere daha dikkatli bakmaya başlayınca tozlu yüzünde engel olamadığı gözyaşlarının aniden ıslak dokunuşlarını hissetti.Sanki sonu yokmuş gibi görünen alanın her karesinde bir ölümlünün cesedi vardı.Gözyaşları durmak bilmezken çatlak toprakların üzerini yüzlerce canlının daha bir çok ırka ait ölümlünün boydan boya geniş yer kaplayan ejderhaların ölüleri mesken tutmuştu adeta.Kimileri vahşice parçalanmış, kolları, bacakları, kafaları ayrı ayrı oraya buraya savrulmuş,kiminin bedenleri kavrulmuş,bir çoğunun dumanı hala üstünde tüterken korkunun en derin dehlizlerine sürüklense de gözleri ölülerin arasında dolaşmaya devam ediyordu.

Bu, baktıkça ölçülemez büyüklükteki arazinin üstünde yatan bütün ırkların mensupları aynıydı hepsi ölüydü.Kafası yerinde olmayanlardan bir tanesinin kandan kurumuş ellerindeki yarı parçalanmış parmaklarından biri aniden onun sol ayağının bileğine yapıştı.Ne olduğunu anlamadan bu beklenmedik dokunuşla ürpermesi geriye çekilmesine ve bunu gerçekleştirirken de başka bir ölüye takılıp düşmesine sebep oldu. Hemen kendini yerden kaldırıp toplayarak kılıcını çıkarıp tam olmayan o parmakları kesti.Ne olduğunu anlamadan cesetlerin bir çoğu canlanıyor gibi bazılarının kemiği çıkmış kanlı parmakları yapışmaya başladı ayak bileklerine. Bir bir ateş saçan kılıcıyla deneyimli bir savaşçının çevik,duygusuz ve soğukkanlı bir şekilde haliyle hepsini hızlıca kesip biçti.Teker teker ayağa kalkıp dirilen ölüleri doğramaya devam ederken dikkatini farklı hareketler sergileyenler çekti.

Bazı elflere,insanlara,cücelere,orklara… ait cesetler infilak etti. Parçalar havada dönmeye başlayıp içlerinden çıkan uzantılarla yerde yatan ölülerden aldıkları derileri toplayarak beşerli gruplar halinde kendilerini yeniden tamamlaya çalışırken uzaklardan üç tane kapkara ata binmiş üç karanlık şekil tozu dumana katarak ilerliyor ve namevtleri havaya atıp onları bir hortuma çevirerek hızla yol alıyordu. Onun içinde ölüler öyle hızlı dönüyordu ki artık seçilemez oldular.Atlıların üzerindekilerden bir tanesi kılıcını çıkartıp hortumu kabzasına çekti ve içerisindekilerin tamamını kesici silahına aldı.Bir anda yer yarıldı ve altından oldukça iri cüsseli dev ebatında her tarafı ateş yüklü bir yaratık ayaklarını cesetlerin üzerine basıp onları yakarak sahnede yerini aldı.Yerdeki ejderhaların ölülerine doğru buket buket alev gönderdi.Teker teker onları yiyen hayvanların cesetleri tamamen ateşli bir şekilde dirilmeye başladı…

Kendilerini tekrardan tamamlayan achianların öldüğü zaman dönüştükleri yaratıklar birbiri ardına beşerli sıra oldular.Bir tanesi yerden bir başka ölüyü aldı ve sıra başından biraz geriye çekildi.İlk baştaki cesedin ayaklarını ikinci sıradaki ise kafasını tutuyordu.İkisi onu çevirmeye başlarken yerden çıkan oldukça ateşli yaratık yeniden dirilen ejderhaları gelen atlıların üzerine gönderdi.Arada hızlıca dönmeye devam eden hangi ırka mensup olduğu önemli olmayan ölünün ayakları birleşmeye kafası sivrilemeye başladı.Sanki bir mızrağa dönüşen cesedin ayaklarını yaratığın kafasını da diğeri kendine batırdı.Mızrak üçüncüye,dördüncüye ve beşincisine de aynı şekilde girdikten sonra hepsi onun sayesinde birbirine yapıştı.O beşli, tek bir vücut olmaya çabalarken savaşçının geldiği tepeden beş tane kara pelerinli yaratık sahnede rol almak için olanca hızıyla ilerlerken…

Marjuarane kan ter içinde uyandı daha doğrusu uyandırıldı.

Savaşçı, yatarken vücudunda hissettiği sert temasla gözlerini aniden açıp yerinde doğrulmaya çalıştı.Gördüğü rüyanın daha doğrusu kabusun haleti ruhiyesi üstünde sabahın ilk ışıkları odanın içinde gezintiye çıkmışken etrafına baktı.Karşısında yüzünün yarısı aydınlıkla yıkanan yarısı gölgede kalan birisi vardı.Gözleri uykunun verdiği uyuşukluk halini üstünden atmış ve bakışlarında onu uyandıranın neye benzediğine dair yüzünün yarı aydınlık kısmındaki görünen sivri kulaklar ve pürüzsüz ten cevabını bulmuştu.Kılıcını arama dürtüsü aniden ağır bastı ama silahının alındığını gelenin yanındaki aynı ırka mensup ikisinin birinde görünce hareket etmeyi bıraktı.Sessizce eve giren elflerin ikisi onun arkadaşlarını kılıçlarıyla dürterek uyandırıyordu.Bir tanesi prensesi uyandırırken gördüğü yüz karşısında saygıyla eğilip geri çekildi.Swaclon ve Laphlan da diğeri tarafından dürtüldü.

“Prenses Desurun,” dedi saygıyla eğilen. Diğer iki elf ise onun bu hareketi karşısında daha dikkatli bakışlar eşliğinde evin içindekilere gözlerini yönlendirdiler.Sabahın armağanı aydınlık odayı yavaş yavaş kaplarken uyandırmadan önce dörtlünün silahlarını toplayan elf, prenses hariç diğerlerine hitaben;

“Siz kimsiniz, burada ne arıyorsunuz ve bu evi nerden buldunuz?Prenses,onun koruması olarak düşündüğüm bir başka elf ve iki insan.”

Dörtlü birbirine bakış attı ve sözcü olarak seçilen prenses kelimeleri narin dudaklarından dökmeye başladı.

“Beni tanıdınız en azından biriniz.Ben Diameld’ in doğu kanadının kralı Wairacas’ ın kızıyım.İfade ettiğin gibi korumam değil.Beni tanıyan elfler bilir ben dünyayı dolaşmayı diğer ırkdaşlarımın ormanlarına gezinti yapmayı severim.O yüzden iki insanda yolculuk esnasında tanıştığım dostlarım.Üzerinizdeki turkuaz yeşil karşımı elbiselerden anladığım kadarıyla siz üçünüz kuzeydeki Lavierenna ormanındansınız.(Savaşçıyı uyanıdırana hitaben) senin giysinin üzerinde birbirine geçmiş kılıç ve ok simgesi olduğuna göre kraliyet muhafızısın.”

“Haklısınız ben muhafızım diğerleri de yardımcım.Bu ev kaçakçıların kanunsuz şehre girmek için kullandıkları bahçedeki kuyunun olduğu yerde.Prensesten dolayı kaçakçıya benzemiyorsunuz.Nasıl buldunuz burayı?”

“Biz bir şekilde bulduk da sizin bu kadar uzakta ne işiniz var?” dedi Swaclon kaşlarını çatarak

“Hangi pozisyonda olduğunuza bakarsanız zira silahsızsınız cevap vermesi gereken sizlersiniz.Prenses Desurun hariç diğerleriniz umrumda değil.Konuşacak mısınız yoksa adamlarıma emir vereyim mi dilinizi daha dikkatli kullanmanızı anlamanız için.” Dedi ses tonunu tehditkar olduğu sözlerinin yanında yardakçı yaparak.

“Yeterince vakit kaybediyorum zaten, daha da olmasına tahammülüm yok.Benim adım Marjuarane, bir yolculuğa çıktım ve bu esnada iki arkadaşımı kaybettim.Benim amacım Kırmızı Ejderha Dacassyre’ nin inini bulmak.Prenses ve (casusu eliyle göstererek) Swaclonu yolda bir şekilde tanıdım.Diğer insanı da aynı şekilde.Onlar benim ini bulmama yardımcı olan maceracı dostlarım.Ve bu şehre bize Lasmendia şehrindeki adını sormayı unuttuğumuz çömlekçi bir insan bu yolla girmemesi söyledi.Bir demirci arıyoruz siz gelmeseydiniz onu bulmak için yola çıkacaktık.Ne siz bizimle ne de biz sizinle ilgiliyiz.Bakın sizi uyarıyorum daha fazla vaktimi almayın silahımı da gasp etmiş olsanız da bu evden canlı çıkamazsınız!” Dedi Marjuarane ses tonu bunu yapabilecek karakterde tehlikeliydi.

Gelenlerden biri alayla gülecekken bu sözler karşısında diğeri ise Prensese bakış attığında savaşçının ne kadar ciddi konuştuğunu onun yüzünde gördü.Yine de;

“Peh! Silahsız bir insan bizi tehdit ediyor.Prenses hariç diğerlerini bağla—“

“Bence onu dinlemelisiniz.Ayrıca Onlara yapılan bana yapılmış demektir ki bütün elfler bilir bir prensese kötü davranmak hiç de hoş karşılanmaz ailesinde.Bana zarar vermiş sayarım ve yolculuğum bitip de evime gittiğimde bunu da kral ve kraliçeyle paylaştığımda, sizin efendiniz Armarenin kulağına yaptığınız terbiyesizlik babam tarafından ulaştırıldığında gerisini tahmin edebilirsiniz.Gerginliğin lüzumu yok siz yolunuza gidin biz yolumuza gidelim.”

“Hah! Elimizden kurtulursan eğer. Bunu da bağlayın,” dedi muhafız olan.Diğeri söyleneni yapacakken Desurun’ u tanıyan ona engel oldu.

“Sen ne yaptığını sanıyorsun.Emrime karşı mı geliyorsun Saraneit” dedi hırçınlıkla muhafız olan.

“O bir prenses. Saygısızlık etmeyelim. Bırakalım gitsinler. Hem bu insan silahsız olmasına rağmen pek kolay ellerini bağlamak için vereceğe benzemiyor.Biz de vakit kaybediyoruz. Şeyet ‘bir şekilde’ bu durumu duyarsa Kral Wairacas barbarlarla,orklarla ve melezlerle, cücelerle savaşırken bir de kendi ırkımızla uğraşmayalım.”

“Nasıl yani kuzeyde savaş mı var?” dedi Swaclon heyecan kat sayısı yüksek bir ses tonuyla

Muhafız niye burada olduğu konusunu yoğun bir şekilde hatırlayarak adamlarına onları bırakmasını söyledi.Marjuarane nin yüzüne baktıkça içinde garip bir korku oluşması da ve Prensesin ola ki burdan kurtulup olanları anlatması düşüncesi de bu kararını almasında etkili olmuştu.

“Evet savaş çıkmak üzere.Elfler,Cüceler,Barbarlar ve Orklar,diğerleri arasında.Biz de demirciyi arıyoruz ki o bir silah ustası elf.Muhtemelen aynı kişiyi arıyoruz buraya gelen ve buradan bizi şehre sokan dostlarımızdan öğrendiğimize göre kentte tek bir demirci varmış.Adı Milendia olan bu elf demirci silah ustasından malzemeler almaya geldik.” Dedi muhafız ve dörtlüye tekrar silahlarının verilmesini söyledi adamlarına.

Bu ani dönüşümden ve silahının geri verilmesinden sonra Marjuarane görünmez elbisedeki hayvanlardan birinin ismini telaffuz etmeyi düşünmeyi bıraktı.Diğer arkadaşlarına bakarak evden çıkmalarını işaret etti.Swaclon onu durdurarak;

“Aynı kişiyi aramıyor muyuz? Belki de onlar yerini bilerek buraya gelmiştir.Dün gece o ne idüğü belirsiz uzuvları parçalandıkça yerine gelen yaratıklar yine karşımıza çıkabilir.Yanımızda üç savaşçı daha olsa kötü mü.” Dedi sadece savaşçının duyacağı bir sesle.

“Haklısın fazla nefer göz çıkarmaz. Bu arada Swaclon, prensese ne oldu, çok garip görünüyor.”

“Milendia adındaki demirci onun silah ustası eğitmeniydi. Ta ki benim gibi topraklardan Wairacas tarafından atılana kadar.”
Tam Savaşçı ikisi arsındaki konuşmaya devam edecekken prenses;

“Ne konuşuyorsunuz sessiz sessiz. Savaşın neden olduğunu öğrenmek istiyorum.Sakinleştiğimize göre konuşabiliriz o yüzden ikiniz de oturur musunuz. Öte yandan Laphlan hiç konuşmamış etrafına bakıyordu.Elfler ya da savaş onun umurunda değildi.Kardeşini kurtarmak için Demirciyi bulmaları gerekiyordu.Onun için önemli olan tek şey buydu.

Marjuarane kapıdan geriye döndü.Casusun söyledikleri aklına yatmıştı ve tek başına da gitmek istemiyordu zira Swaclon da savaşın neden çıktığı konusunda meraklıydı ve birlikte gitmekten yanaydı.

“Siz ve biz aynı kişiyi aradığımıza, iki taraflı tehditkar olmayı ve konuşmayı bıraktığımıza göre konuşabiliriz.Günlerden bir gün beş tane cüce bizim ormanımıza girmiş.Ağaçlarımıza zarar verip sınır boyundaki okçuların bazılarını öldürmüş.Bizim cücelerle aramızda barış vardı ama bu durum her şeyi alt üst etmişti.Olanları gören sınır boyundaki olaya dahil olmayıp uzaktan fark eden ki müdahale şansını bulamadan cüceler bir anda anlattığına göre ortadan kaybolmuş.Garip şeylerde söyledi onlara keskin okçularımızın saldırıları zarar vermesi gerekirken yerden bitme yaratıklara isabet eden oklar hiç etki etmemiş.Kalkanları da yokmuş ve oklar saplanmasına rağmen yere düşmemişler.Onlardan hiç beklenmeyen bir şekilde çok hızla işlerini görüp talan edip kaybolmuşlar.Efendimiz Armare bunu duyunca çok sinirlendi ve aradaki barışı unutup cücelerin dağlarına saldırı düzenlemek için karar aldı ancak eşi buna izin vermedi.Sebebini öğrenmek adına bir elçi gönderilmesini dile getirdi.Şayet sonuç alınmazsa o zaman saldırıyı düzenlemesini istedi ondan.”dedi uzun konuşmasının ardından boğazı kurumuştu muhafızın.

Sözü diğeri aldı;

“Cüce Kral elçiye bu durumdan haberdar olmadığını dolayısıyla da o beş cücenin hem yukarıda ne aradıklarını bilmediğini akabinde onları teslim etmek gibi bir halin ortaya çıkmadığını belirtti.Aralarındaki barışa göre ne cüce ne de elf karşı tarafın ve kendi kralından izinsiz topraklara adım atamayacaktı.Elçi eli boş döndü.Armare hemen saldırı emrini verdi.Ve—“

“Barbarlar ya da orklar nasıl dahil oldu peki,” dedi prensesi tanıyanın daha da uzatmasına fırsat vermeden casus.

“Bizden beş tane elf barbarların çadırlarına girmiş ve kadınları, çocukları öldürmüş.Armare bir yandan cücelere saldırı düzenlemeyi düşünürken bu haber ulaşınca kendisine ve cüceden talep ettiğini barbar insanlar ondan etmeyip direk topraklarımıza girince işler iyice karıştı.Kesinlikle savaş çıkacağını haber alan civardaki orklar ve birkaç tane trol de dahil oldu bu karmaşaya.Ne o beş cüceyi ne de beş elfi gören var.Ortada bir oyun döndü ama ne olduğunu hiçbirimiz anlayamadan ya da aramızdaki nefretin bu şekilde tekrardan önünün açılmasına fırsat vererek saldırdık.”

“ Belli ki sizin de aceleniz var.Bir an önce demirciyi bulalım da siz yolunuza biz kendi yolumuza gideriz.” Dedikten sonra Marjuarane yerinden kalktı,ardından Laphlan da ona uydu ancak elfler ise beklemede kaldı.Savaş, prensesin de casusun da canını sıkmıştı.Marjuaranenin bir süre sonra elfler de kalkıp peşinden gelirken savaşçı, sanki gönülsüzce hareket edermiş gibi Prenses Desurun’ un ayrılabileceğini düşündü.’Swaclon şayet sözüne sadık bir elf ise gerçekten benimle kalacaktır.’
Dörtlü ve Üçlü, ayrı gruplar halinde aynı yolda yürümeye başladılar.Gelenler net olarak aradıklarının yerini bulabileceklerini söylediler.Üç elf ve Desurun kendi aralarında konuşurlarken Swaclon, Marjuarane’ nin yanına geldi.Ona ve Laphlan’ a hitaben prensesin yanlarından gidebilme ihtimali olduğunu ama kendisinin kalacağını söyledi.

“Sen rüyanda ne gördün ki kan ter için uyandın!”dedi aniden elf konuyu değiştirme manevrasıyla

“Tam bir kabustu dostum.Yerde yatan yüzlerce ceset vardı…” diye devam etti sözlerine batıdan gelen savaşçı.Laphlan ise prensesin ayrılacağına hiç üzülmedi.Deneyimli ve üstünde büyülü malzemeler taşıyan bir savaşçı, kılıcını ve yayını iyi kullanan bir elfle hedefine daha da yakınlaşacaktı.Tekrar yüzüne sinsi olmasına çaba gösterdiği bir gülümseme yerleşti.

Valbritma’ nın sorumlusu Lord Thalmane’ nin artık insan olmaktan çıkmış insanüstü özelliklere sahip olan yeni tür achianların lideri Gillantirre, evinde parti veriyordu.Akşam karanlığı sanki elbiseyi kuşanan çıplak beden misali şehrin havasını giyinmeden önce gün içinde yöneticisi olduğu üç kişiye bölüştürdüğü yerin bölge sahiplerini evindeki partiye icabet etmeleri için üç achianı -kendilerine sahip olmaları konusunda uyarmayı ihmal etmeyerek- göndermişti.Yavaş yavaş davet edilenler evine gelmeye başlarken kendi türünden olan elf görünümlü achian sabırsızca ‘ne zaman başlayacak bu şölen’ diye bakışlarla evin sahibini tahrik ediyor ve gelenleri aç gözlerle izlemekten geri durmuyordu.Cevap olarak ta liderinden ‘biraz daha sabret’ cümlesiyle yetinmek zorunda kalıyordu.Sözde, şehrin üç bölgesinin sorumlularını aralarındaki gerginliğin son bulup uyum içinde çalışmaları konusunda düzenlenen bu gecede yavaş yavaş zaman adımlaya dursun Marjuarane ve arkadaşları,diğer üç elf demirci dükkanındalardı.Swaclon ve Desurun,üç elf, silah ustası olan Milendia’ nın yanındalardı.Prenses silah ustası eski eğitmenini görünce biraz şaşırmıştı ama ikisi arasındaki samimiyet yoğun ve içten olduğu için sanki birbirlerini görmeleri üzerinden uzun zaman geçmemiş gibi kısa bir süre önce görüşmüşcesine birbirlerine karşı olan davranışları sıcak bir sarılmaya dönüşmüştü.Daha sonra demirci dükkanının sahibi elf casusla ve yanlarında gelen beklediği diğer üç ırkdaşı ile tanıştı.İki insanla pek ilgilenmedi açıkçası. Onlar burada çalışan diğeriyle muhattaplardı.

“Hep arzu etmişimdir prensesimi eğiten ünlü silah ustasını görmeyi. Uzun zaman önce baban tarafından benim gibi sürgün edilmişti sırf batı ile doğu arasında savaş çıkmasına engel oldu diye.” dedi Swaclon hüzünle

“Prensesim?” silah ustası sadece bu kelimeyi umursamıştı ve Desurun’ a soran gözlerle baktı.Sonuçta elfler prensesim derdi krallarının kızına ama bu ‘prensesim’ sözünün tonlama şekli onun kafasında oluşan düşüncelerini gözlerine yansıtmış o da bu bakışlarını eğittiği güzel kıza yönlendirmişti.Prenses’ te silah eğitmenini tanıdığından yüzündeki gözlerinden yansıyan şüphe içindeki görünüşün ne ifade ettiğini anlamıştı.

“Milendia bakışlarını anlıyorum. (‘ne demek istiyor’ dercesine) O, topraklarımızdaki (silah ustası bu aitlik ifade eden kelimeden sonra ‘artık benim evim değil’ şeklinde bakış atarken) en tecrübeli casus.Yüzünden anladığım kadarıyla bunca zaman sonra hala görünüşümden hissettiklerimi okuyabiliyorsun.Düşündüğün gibi ben onu seviyorum.”

“Evet sevdiğinin yüzünde de bunu görebiliyorum.Onun da seni sevdiği belli.Önemli olan her zaman istediğin gibi( –ben de senin yarı baban sayılırım- şeklindeki sıcak ve sevecen temasıyla kızın omzuna dokunarak) mutlu olman.”

Casus bir süre ikisinin konuşmasının arasına girmedi.Bu arada üç elfte demircinin verdiği işaretle silahları almak için arka tarafa gitmişlerdi.Swaclon araya girip konuşmaya yeltenirken Marjuarane ve Laphlan hızlı hareketlerle onların yanına geldi.Yüzleri biraz asıktı.Prenses’ e ve casusa hitaben;

“Aranızdaki gördüğüm kadarıyla –kusura bakmazsanız bize lazım olanla konuşurken sizin tarafa ara ara bakış atmıştım- sıcak sohbeti bölmek zorundayım.Bir önce bu geceyi geçirebileceğimiz bir yer bulmalıyız.Burdan çıkalım yolda anlatırım.” Dedi itiraz beklemeden.

Swaclon ikisinin asılmış suratlarına bakarak bekledikleri bilgiyi alamadıklarını anladı.Prenses’ e işaret etti gitmek konusunda.Desurun ise silah ustası ile konuşurken onlarla maceraya devam edip etmemek ve üç elfle beraber gidip kuzeyde savaşıp onlara yardım etmek konusunda ikilemdeydi.Swaclonun sözüne oldukça bağlı olduğunu kendisini çok sevse de insanlarla beraber gideceğini biliyordu.Hem onu bırakmak istemiyor hem de üç elfle gitmek istiyordu.Casus, yanlarına gelmekte olan iki insana baktığında silah ustasına bu durumu açmış ve ondan aldığı cevapla ini bulmak konusundaki maceraya devam etme kararı almıştı.’Bir kişi ne kadar değiştirebilirdi ki savaşı’

Dörtlü, dükkanın kapısından çıkarken şehirdeki başka bir evde kapılar ve pencereler kilitlenmişti.Gillantirre Achian, bütün davetliler geldiğinde bahsedilen şölenin başlaması adına kendi türündeki adamlarına emir vermiş ve bu, sessiz olduğu kadar diğerlerine fark ettirmeden yapılmıştı.Üç bölgenin emrindeki yöneticileriyle aralarındaki gerginliğin bitmesi konusunda konuşurken onların adamları evin odalarında partiyi yaşıyordu.İşaret etmesiyle şölen başladı.Achianlar kana olan açlıklarının doruklarında aniden misafirlere çullandı.Bir çoğu kaçmak için hareket edip yollar ararken bazıları kıskıvrak boyunlarındaki ölüm noktasından ısırılmış ve kan festivaline dahil olmuştu. Gecenin sonunda bütün gelenler tamamen insan olduğu için -daha önceden her hangi bir insan türü achian tarafından ısırılıp kendisine dönüştürülmüş elf ve cücelerin beslendikleri hariç- kalanlar bu ucubelerin ailesine katılmak zorunda bırakılmışlardı.

Gillantirre bütün türdeşlerine hitaben şölenin sonunda bir çok yeri kan tablosu şeklindeki evinde konuşmaya başlarken savaşçı ve arkadaşları geceyi geçirebilmek için bir yer arayışındaydı.

“Ne oldu da hemen apar topar çıktık?” diye sordu Swaclon, prenses ile beraber ilerlerken.O, Desurunun elflerle gideceğini düşünmüştü ama sevdiği yanında kalmıştı.

“Demircideki insan bizi ine kesin götürecek olan ya da orayı bulmamızı sağlayacak olan şu yol bulma konusundaki yetenekli kişi değilmiş.Bizi buraya yönlendiren yanlış olana göndermiş. Öyle değil mi Laphlan?”

İki elf müdahale etmeden Laphlan;

“Haklısın dostum.Bu adam o değilmiş ama ine götürülen üç kişiden diğeriymiş.Bize kesin bilgi verecek olan yetenekli şahsiyet bu şehrin anlattığına göre üçüncü bölgesinde bulunan bir kürcüymüş?”

“Sen neden bahsediyorsun.Şimdi biz ine değil de başka bir yere mi daha gideceğiz bulmak için bilgiyi almak adına.” Dedi prenses sıkkınlıkla.

“Bu şehir üç bölgeye mi ayrılmış? Bundan önceki iki bölgeydi. Doğudaki yerler hep böyle mi ki?”

“Evet elf söylediğin gibi.Şu an biz ikinci bölgedeymişiz.Üçüncü bölge burasının daha doğusundaymış.Anlattığına göre bu kanunsuz şehrin yönetimi Gillantirre adında üç ana kısma ayrılmış kırmızı ejderhanın hakimiyeti altındaki doğunun bir bölgesinin sorumlusu Lord Thalmane’ nin oğlundaymış.O da emri altındaki üç kişiye bölüştürmüş burayı.”

“Yani bu gideceğimiz yerdeki kişi şu yetenekli olan öyle mi?”

“Aynen öyle elf.”

“Peki neden bizi çömlekçi direk kürcüye göndermedi de buraya geldik?”

“Adam yanılmış işte.’Kürcüdeki ve benim çalıştığımız yeri karıştırmış,’ şeklinde net olmayan bir cevap verdi senin söylediğini sordumuzda.”

“Bu kürcünün gideceğimiz son yer olacağı, ini bulmak konusunda kesin mi?”

Swaclon iki insanın yüzüne baktığında net bir cevap alamadı.Konuşmaları Desurun’ un bir han işaret etmesiyle son buldu.

Yol arkadaşları demirciden çıkıp giderken üç elf silahları almış ve Milendia’ ya antlaşma dahilinde veda etmişti.Onları bekleyen şehrin dışındaki geniş kanatlı kuşlara ulaşmak için kaçış noktası eve ilerlerken silah ustası dükkanı kapatmak konusunda kısa zaman önce gelen yanındaki insana bakış attı.O, insanlarla çalışmayı pek istemezdi ama yanındakinde adlandıramadığı dışarıya verdiği bir korkunun duygusunu hissediyordu.Kısacası ondan ürkmüştü.Kendisine buraya gelecek ve onunla görüşecek beklediği iki insanın ve iki elfin olduğunu söylemiş ve bu yapıldığı zaman gideceğini ifade etmişti.Silah ustasını gelenlere karışmamasını ve görüşmenin geçekleşmesine engel olmamak adına bir çaba içerisine girmemesine dair uyarmıştı.Gelenler kaç kişiyse o sayıda görüşmeden sonra dükkandan çıkıp gidecekti.Milendia’ nın prensese ‘kal’ yönündeki öğütünün ana sebebiydi bu.

Elf gittikten sonra dükkanın arka tarafından biri geldi adamın bulunduğu ön tarafa.

“Görüşme nasıldı? Sence kürcüye gidecekler mi?” dedi çömlekçi

“Kesinlikle bundan emin olabiliriz.Biraz neden yanlış kişiye geldiklerine dair şüphe içinde kalsalar da, ben onları ikna ettiğimi düşünüyorum.Eminim bizim kürcüye gidecekler.” Dedi kahkaha atarak

“Yani boynunda kolye olan ve üzerinde görünmeyen zırh taşıyan insan şüphelenmedi değil mi?”

“Niye şüphelensin ki? İni bulmaya o kadar konsantre olmuş ki. Bir bilse yurdu Chrubergine şehrinin sessizliğe gömüldüğünü ve kimsenin anlamadığı, üçümüzünde çözemediği şekilde neden bir anda hayalet şehir olduğunu, kesinlikle aramaktan vaz geçerdi.”

“Ona bunu söyleyecek kimse yok bu şehirde.İnsan şüphelenmesin de yanındakiler önemli değil.”

“Artık planın ilk aşamasının sonu için gidebiliriz.”

“Bu arada kuzeydeki savaş için ne diyorsun.Sence elfler mi bu savaşın çıkmasına sebep yoksa cüceler mi ya da barbarlar mı?”

“Hangisine sorsan öğrendiğim kadarıyla birbirini suçluyor.Yok cüceler durup dururken elflerin sınır boylarına saldırmış, yok onlar barbarlara saldırmış… Bu savaşı duyan orklar,işe yaramaz troller ve de melez yaratıklar kiandorlar… onlar da dahil tabi yağmalamaya.”

“Üç büyük, kuzeyi tarafsız bölge ilan etmeseydi bu savaş olmazdı sanırım.Öte yandan kaos her zaman tercihimizdir öyle değil mi?Bu arada bu şehirde de bir dedikodu dönüyor.Neymiş uzuvları kopsa yerine hemen yenisi çıkan yaratıklar varmış.Hatta biri diyor ki cüceler duvarda yürüyormuş.Peh!”

“Şunu söyleyim sana. Dünya da son zamanlarda çok garip şeyler oluyor.Durup durupken bir şehir sessizliğe gömülüp hiçbir saldırı izi olmamasına rağmen bir anda yaşayanlar ortadan kayboluyor.Siyah’ın şehri kuşatan adamlarının tamamı vahşice katledilmiş bir şekilde ovada ölü bulunuyor.Şehri teslim almak için gelen ejderhalardan hiçbir haber alınamamış ve siyah bu duruma karşı suskun.Yakın zamanda gemicilerden duyanlardan duyduğum kadarıyla deniz ejderhası ne zamandır ortada yokmuş.Ve nasıl çıktığı açıklığa kavuşmayan kuzeydeki savaş.Sence tanımlayamadığımız birileri kaos ortamı mı yaratmak istiyor?”

“Şayet bizim planımız başarılı olursa sen o zaman gör kaosu.”


“Önümüzde rahat rahat yiyebileceğimiz bir dünya var.Bu boyut tam bize göre.Beşimiz bu dünyayı tüketebiliriz.Burada 'bizim gibi yabancılar' yok.”

“İyi ki bu güçsüz ölümlülerin bulunduğu bu dünyaya boyut kapısı açıldı da kendi boyutumuzda bizi yok etmek isteyen ateşli yaratıklardan kurtulduk.”

“Haklısın nerdeyse ‘alev atıp ateşle tekrar diriltenler’ beni siz kurtarmasaydınız kafeste yok edip kendilerine benzeteceklerdi.”

Beş kara pelerinli kuzeyden ayrılarak doğuya doğru ilerlemeye başlamışlardı.Nitekim Elf krallığına girmeden ordan geçerken sınır boylarındaki bazıları tarafından görülmüşlerdi.

Marjuarane aslında kolyenin ne olduğunu bir bilseydi mağaranın önünde kırmızı ejderhadan kurtulup ölmemek için onu kesinlikle kullanmaz ve keskin pençesini kucaklardı.

NİSAN 2015

Çevrimdışı Marjuarane

  • *
  • 46
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Cypraqual: Kolye 13.Bölüm 1.Kısım
« Yanıtla #14 : 02 Mayıs 2015, 01:33:48 »
BÖLÜM 13 KISIM 1

Sabah aydınlık yüzünden Valbritma şehrinin ikinci bölgesindeki sokaklara gülücükler bırakırken Marjuarane ve arkadaşları hanın kapısından çıkıp caddelere adımlayarak bunlardan nasibini almaya başlamıştı.

“Demircinin bize söylediğine göre bulunduğumuz yerde geniş bir alanda bir ejderha heykeli görmeliymişiz.Onu geçtiğimizde üçüncü bölgeye ayak basmış olacakmışız.” Dedi Marjuarane esefle

“Bir şehri üç bölgeye niye ayırma gereği duyuyorlar ki?” dedi casus prensesin eli onun elinde diğer ikisinin yanında yürüken.

“Adamın dediğine göre doğu üç ana bölgeye ayrılıp üç insanın yönetimine verilmiş ejderha tarafından.Bahsettiğim buranın hakimi olarak kendini gören Dacassyre değil onun emrindeki diğer ejderhalar tarafından onun onayıyla bu seçimler gerçekleştirilmiş.Onlar da kendi yönetimindeki bölgeleri idare etmeleri için başka birilerini görevlendirmiş.Bu şehrin bir nevi denetmeni bağlı olduğu Moorchalt bölgesinin yöneticisi Lord Thalmane adındaki insanın oğluymuş.O şahsiyette üçe bölmüş falan filan.” Dedi Laphlan demirciden Marjuarane ile beraber duyduğunu iki elfe sunarken

“İt ite bırakmış it de kuyruğuna.”

“Şu şuna vermiş bu bundan almış boşverin. Tam olarak neredeymiş bu kür yapan sezgisel yetenek sahibi?” dedi prenses inceliğinden bir tutam bahşederek sesinden.

“Öncelikle üçüncü bölgeye geçiş yaptıktan sonra düzenlenme aşamasında bulunan bir tapınak görecek mişiz.Ana kapısından düz bir şekilde ilerleyerek bir sokağın köşesine çıkacak mışız.Orayı dönüp ilerleyince bir yalakla müşerref olacak mışız.Onu da geçip aynı yolda ilerlemeye devam ettikçe bir ara sokağa rast gelecek mişiz.Oranın sonuna vardığımızda kür yapan kişinin mekanıyla karşılaşacak mışız.”

“Daha kısa yolu yok mu bunun.Ne biliyim ejderha heykeli geçtikten sonra rast gelemez miydik şu dükkana.”

“Yapacak bir şey yok. Demircinin tarifi bu.”

“Anlamadığım bir tapınağın adı kötüye çıkmış bir şehirde ne işi var?Ayrıca yüzyıllardır görünmeyen hangi tanrıya adanmış?Niye her taraf sessiz bu arada?Ne biçim kanunsuz şehir burası ya.”

“Tüh bu düşündüklerini sormayı unutmuşuz elf.Nasıl aklımıza gelmedi bu önemli sorular Laphlan ,tapınağı duyduğumuzda.”

“Tamam dalga geçme sadece aklımdakileri dile getirdim.Neyse…”

“Bir ejderha göreceğime bu kadar sevinmezdim.” Dedi Laphlan yanındakilerle beraber heykeli gördüğünde.Üçüncü bölgeye geçmişler ve yürüdükleri bu yerde de kesif sessizlik dolanıyordu etraflarında.Geniş ve boş alanın sonundan sonra gelen dar sokağa adım attıkları anda çığlıklar kulaklarına bir bebeğin açlıktan ağlaması misali baskı yaptı. Terk ettikleri boş alan o bölgedeki diğer taraftan hızla gelen ölümlülerle dolmaya başladı aniden.Arkalarını dönüp baktıklarında onların yürüdükleri dahil alana çıkan her sokaktan geceleyin handa gördükleri yaratıklar gürül gürül çağlayan pınar misali dökülmeye başladı.Dörtlünün girdiği dar sokağın sonlarında da bu ucubelerden vardı.Marjuarane gündüz vakti ölümlülere saldıran bu yaratıklardan tiksinerek önce kılıcındaki kaplan figürünü bir nevi uyandırırken silahına ateş gücünü vermesi için bir anda söyleyeceği kelimeyi unuttu.O hatırlamaya çalışırken diğer üçü saldırılara hazırlık adına silahlarını arzı endam ettiler.Dört kristal yaprak şekilli kolyedeki üçüncü kristalin içinde hapsolan yarı tanrısal varlık savaşçının zihnine fısıldadı ‘Mia Rander ‘ sözünü.Marjuarane ardından ‘Animres’ diyerek kabzadaki kaplan figürünü alev renginde hareketlendirdi.Kılıç ateş saçmak için kolyenin verdiği güçle hazırdı.

Metamorfozdan Önce
Tanrıların Boyutu

Kötülük Tanrısı Asdachen tek bir dünyaya hükmetmekten hiç de memnun değildi.Sadece ejderhaların ve doğası kötü yaratıkların bulunduğu boyuttan sorumlu olmak istemiyordu.Diğer üç tanrının (İnsanların,Elflerin ve Cücelerin bulunduğu üç boyuttan sorumlu olan) hakimiyet alanlarını da şiddetle ölümlülerin ifadesiyle arzuluyordu.Bunun için bir plan yapmaya karar verdi.Öncelikle dört dünyayı tek bir dünya haline getirmeliydi.İlk aşaması için dört yarı tanrısal varlığı çağırdı.Asdachen tarafından kendilerine farklı farklı güçler bahşedilen bu varlıklar huzuruna çıkarıldı.Yüce Tanrının diğer dördü arasındaki yaptırdığı antlaşmaya göre her hangi bir tanrı diğerinin alanına ölümlülerin tabiriyle burnunu sokmayacaktı.Bundan dolayı Asdachen yarı tanrısal varlıkların güçlerini tekrar geri alıktan sonra ayrı ayrı aldığı dört gücü insanların yaşadığı boyuta sokabilmek için birer birer maddeye çevirdi.Ve bunların içine tek tek güçlerini aldığı yarı tanrısal varlıkları koydu daha doğrusu hapsetti. Kendisinden daha düşük iki tanrının -boyutlar arası geçişi sağlayacak olan- yardımıyla dört materyalin insanların bulunduğu boyuta atılmasını sağladı.Ölümlülerin dünyalarından birine giren maddeler kristal yapıda içinde yaratıkların hapsolduğu yaprak şekline dönerek dağıldı.Asdachen kendi güçlerinin içine hapsetmişti onları.İnsanların boyutundan Ansomal adındaki bir büyücü yanındaki şamanla (Tanrının tezahürü) tek tek yaprakları toplayıp dört kristalin birleşiminden oluşan bir kolye çıkmıştı ortaya.O yarı tanrısal varlıkların kendi gücü olan kristalin dışıyken içinde de sahipleri vardı ölümlülerin boyutunda zamanı gelinceye kadar da dışarıya çıkamayacaklardı.Onlar kolyeyi taşıyana güçlerini daha çok sadece ölümlülerin göremediği uzantılarla yönlendirerek bahşediyorlardı.Bu saf habisten yaratılmış varlıkların savaşçıyı ölümden kurtarmak için güçlerini uzantılarla bu boyuta aktararak Cypraqual’ ın geçmişine,daha önceden dört boyut olması haline ya da geleceğine götürmesinin ve yaşadığı dünyada kendisinin bir tezahürünü bırakmasının ve gittiği zamanda kalabilmesinin onun için bir bedeli olacaktı.

Asdachenin planının ilk aşaması başarılı olmuş ve Cypraqual adındaki tek dünya oluşmuştu.Sıra ikinci aşamadaydı.

“Hadi Marjuarane, çağır şu hayvanları.Tepemize binecekler birazdan bu ucubeler!”

Marjuarane dört hayvanı çağırmadan önce ‘Mia Rander’ diyerek kolyedeki dört kristaldeki yarı tanrısalların gücü sayesinde üstündeki görünmez elbise boyutlar arası geçiş kapısı şekline dönerek ve bu kelimeyle açılarak kaplan için ‘Sermina’, puma için ‘Valadius’,vaşak için ‘Puchander’ ve çita için ‘Leipa’ diyerek onların kendi yaşadığı bu boyuta girişini sağlamıştı.

Büyülü hayvanlar olaya tabiri caizse el koymuştu.Prenses Desurun achianlara zehirli oklarını saplamasına rağmen onlar isabet ettiği zaman çok kısa bir süre aldıkları darbeyle duraksayıp gelmeye devam ediyorlardı.

“Bunlar yaşayanların kanlarını emdikçe dönüştürüyorlar.Kendilerine benzetiyorlar.Onlardan olmak istemiyorum.” Dedi korkuyla Laphlan

Büyülü yaratıklar dörtlünün etrafında dönüyor ve achianları yaklaştırmamaya çalışıyorlardı.Kolyedeki üçüncü kristaldeki yarı tanrısal Marjuarane e daha önce handa fısıldadığı gibi achianların boğazı kesildikleri zaman öldüklerini söyledi.Savaşçı, arkadaşlarına onların boğazlarını kesmelerini kendinden örnek vererek işaret etti.Dörtlü iyice çembere girmişti.Büyülü hayvanlar ucubeleri bertaraf etse de uzadıkça bu boyutta kalma zamanları kısalıyordu.Achianlardan elf olanı hayvanlardan kurtulup Swaclonun üzerine atladı.Casus yere düştü.Tam elfin boynundaki ölüm noktasıyla onun dişleri buluşacağında Marjuarane ateş saçan kılıcıyla yaratığın kafasını kesti.Elf ayağa kalkarken ona saldıran achian tıpkı handaki gibi patladı.Diğer ucubeler bunu gördüğü zaman şaşkınlığa düştü.Onlarla partinin sonunda konuşan liderleri Gilantirre böyle bir şeyden bahsetmemişti.
Dörtlü tıpkı daha önce handa yaşadıkları sahneyle karşı karşıya gelmişlerdi.Büyülü hayvanlar ise koparmaya parçalamaya devam ediyordu ama yerine yenileri geliyordu.Bütün alana dağılan beden parçaları tek tek hareket edip havanın bir yerinde toplanmaya başladı.

“Bence bu fırsattan yararlanıp kaçalım.Hiç iyi görmüyorum burada kalırsak akıbetimizi.”

“Sen mi ben mi?”

Achianların bazıları ne olacağını bekliyor bazıları da kaçıyordu.Gillantirre Valbritma şehrinin başka bir yerinde ve kendi türünden bazıları diğer yerlerde ziyafet çeke dursun üçüncü bölgede menüde sorun vardı.Parçalar havada birbirlerine uzantılar gönderip yerde yatanların birisinden ölü derisini çekip yeni bir beden oluştura dursun yol arkadaşları çoktan tüymüşlerdi.Büyülü yaratıklar ise aynı yöntemle elbiseye dönmüştü.

Alanda kalan achianlar ve büyülü kürelerinden şehri izleyen Dacassyre’ nin üç güçlü kara büyücüsü şaşkınlığa düştü.Parçalanan elf tekrar oluşmuştu.Achianlar bir anda sevinmeye başladı.Yok olmayıp tekrar var olduklarını düşündüler ama toprağın üzerinde ölü yatan bir cesedin derisini parmaklarından çıkan ufak uzantılarla çekmeye başlayınca yüzü değişti yaratığın.Hemen yanına bir insan geldi ki o da handaki parçalanan achianın dönüştüğüydü.O da başka elflerin birinin kanını emdiği ,artık ölünün derisini çekti.Achianların bir çoğu bu ikisine saldırmak için hareketlendi ancak onların ağızlarından çıkan az önce vakumladıkları derinin birkaç parçası öndeki ikisine yapıştı.Orada çoğalarak bütün bedenlerini kaplayarak onları bir koza misali içine aldı.Achianları yok etmemişlerdi çünkü onların kanında kendilerinin güç parçaları vardı ama onlar kozanın içinde parçalanıp minik böceklere dönüşecekti.Nitekim böcekler bir süre sonra kozayı delip alandan ayrılan bir elf ve bir insan suretindeki yaratıkların peşinden gitti.Onlara yetişip tek tek ayak kısımlarından vücutlarına girip dış taraflarında dolaşmaya başladı ve bir süre sonra da derinin içine yapışıp kaldı.Bu yaratıklar bu dünyada daha önce görülmemişti ancak Marjuarane’ nin kolyeyi kullanıp mağara çıkışında kırmızı ejderhadan kurtulmak için yok olduğunda Cypraqual’ a boyut kapısı açılmış ve karanlık yani Asdachen’ in hayaletimsi eli Allinord adındaki bir elf,Kaimeld adındaki bir insan büyücü ve Sawnhall isimli üç maceracıya dokunup onları kara zırhlıya dönüştürmeden önce ormanda karşılaştıkları elf görünümlü sarmaşık yaratığa dönüşecekti.Nitekim kötülük Tanrısı ara boyutta üç ölümlüyü kara zırhlılara dönüştürmek için kullanmıştı onu.Kara zırhlıların bu kadar güçlü olmasında Ormanda savaştıkları ve o esnada bilmeden tanrının gücüyle öldürdükleri bu yaratığın,trolün,ork kafalı emicinin,zindanda onları öldüren yaratıkların gücünün zırha işlenmiş olmasındandı ve de tanrının zahiri eli.Çünkü hepsi ölümlülerin dünyasındaki ilki hariç onların suretinde tanrı tarafından yaratılıp ormana koyulmuştu.Böylelikle üç maceracı kendi dünyalarında bulunduklarını sanacaktı ve dönüşümleri daha kolay olacaktı.

Nerdeyse kürelerinden gördüklerinin şaşkınlığıyla üç karanlık büyücü düşecekti.Hep bir ağızdan şu cümle sanki biri boğazlanıyormuşçasına çıktı. ‘Dacassyre’ ye haber vermeliyiz.’

“Ejderha şu anda nerede biliyor musun Enpheiram?”

“Muhtemelen Thalmane’ nin bölgesindeki Orioca şehrindeki şu ritüeli sergilediği ininde dinleniyordur.O zaman kürede gördüğümüz başka bir görüntüyü de ona söyleyelim.”

“Şu daha önce hiç görmediğimiz siyah ejderhanın belasını aradığı Kırmızının topraklarında bulunduğu sahne mi?”

“Evet onu.Şaşırdım doğrusu siyahın haberi yok herhalde Efendimizden habersiz topraklarında bulunulmayacağından.”

“Ejderhaya yeni bir kurban olduğunu haber verelim.”

“Nerede şu an siyah?”

“Lasmendia’ nın üzerinde uçuyor.”

Üç büyücü kuleden ayrılıp kendi yöntemleriyle Orioca şehrindeki doğunun en geniş ormanında bulunan bataklık gibi görünen yerin yanındaydı.Oradaki yaratıklar büyücüleri görünce bir anda şaşkınlığa uğradılar.

“Yeni bir misafirimiz geliyor. Bataklığı hazırlayın!”

Marjuarane ve arkadaşları hiç arkalarına bakmadan bir an bile duraksamadan Demircinin tarifindeki tapınağı buldular.Yalağı geçip ara sokağın sonundaki kürler yapan kişinin dükkanın önündelerdi.İçeri girdiler ama kimse yoktu.Tam Laphlan konuşacağı sırada bir dişinin sesini duydular ‘geliyorum ‘ diye.Sesin sahibi yanındaki iki kişiye geldiler diyerek yukarıya çıkmak için hareketlendi.Dörtlü karşılarında bir bayan görmeyi umuyordu ama altmışlı yaşlarına merdiven dayamış,kır saçlı,sert yüzlü aksayarak yanlarına gelen birini karşılarında buldular.

“Hoşgeldiniz! Nasıl yardımcı olabilirim.Kusura bakmayın oturmak zorundayım.Ayağım sıkıntılı biraz da.” Dedi yüzünü buruşturarak duyduğu acıyla

“Acelemiz var! Bize bir konuda yardımcı olabileceğiniz söylendi.”

“Nasıl bir yardım? Hangi tedaviye uygun bir bitki kürü istiyorsunuz?"

“Yok yok öyle değil.Bizi buraya Lasmendia şehrindeki bir çömlekçi gönderdi.Sizin bu şehirdeki Demirci de çalıştığınızı söylemişti ama yanılmış.Demircideki, sorunumuz konusunda yardım edebileceğinizi söyledi.”

“Benim olduğumu nereden çıkardınız.Başka kür yapanlar da var.”

“Tarif ettiği yer burası. Dış görünümüz de aynen uyuyor.”

“İkisini de tanıyorum da size yardım edebileceğime dair fikir nereden oluştu kafanızda?”

“Ama daha ne istediğimizi söylemedik ki.Hem tanıdıklarınız Zandarel ismini duyduğunuzda sorunumuzu giderebileceğinizi söyledi.”

“Haklıymış. Benim için kendisi önemli birdir.Peki dökün bakalım eteğinizdeki taşları.”

Prenses Desurun dışarıya çıkmak için hareketlendi.Marjuarane , Swaclona baktı. ‘Buradaki bitkilerin kokusu rahatsız etmiş.Hava alacakmış.’ Dedi elf

Üçlüden Laphlan başladı konuşmaya.

“Biz Kırmızı Ejderha Dacassyre’ nin inini arıyoruz.Kardeşimi kaçırdılar.Ben ve arkadaşlarım onu kurtarmak için sizden yardım istiyoruz. Zira inin yerini biliyor muşsunuz.”

“Kırmızının bir sürü ini var.Benim götürüldüğüm yerde kardeşinin olacağı nereden belli?”

“Yani öyle bir umudum var.En çok kullandığı inde tutuluyor olabilir.Şansımızı denemeliyiz.”

“Gözlerim bağlıydı ama benim sahip olduğum sezgisel yeteneğim sayesinde in kafamda. Bu şehrin kuzeyindeki Orioca adındaki yere gideceksiniz.Orada Pherionda adında silahları tamir eden biri var.Onu bulacaksınız ve birazdan size söyleyeceğim yerleri tarif edecek.Orioca doğunun en geniş ormanını barındırıyor.Başlangıcında Yüksek ağaçların sardığı bir kule var.Nasıl bulacağınızı o size anlatacak.Yapının kapısına sırtınızı vererek ilerleyince kayın ağaçlarına rast geleceksiniz.Ormanın ortalarına doğru yürüyünce bir bataklık göreceksiniz.İşte orası giriş ancak bir giriş daha var aynı yerde.Yanlışlıkla oradan girmeyin kendinizi ejderhanın büyülü havuzunda bulursunuz.”

“Çok güçlü sezgileriniz varmış.Hiç duraksamadan anlattınız.”

“Yetenek işte.Herkez de bulunmuyor.”

“Sen ne diyorsun elf! Öğrendik yerini işte. Pheriondayı nasıl bulacağız peki?” Marjuarane çok heyecanlanmıştı.

“Öncelikle bazı duyumlar aldım.Çok garip ve tehlikeli yaratıklar dolanıyormuş.Size bu şehirden kolay çıkmanız için bir yol önereceğim.Biliyorsunuz burası yüksek duvarlarla çevrili bir yer.Bu şehirde bir tapınak var buraya gelirken görmüşsünüzdür.Oraya gidip benim adımı söyleyin bu arada ismim Azantley.Size birkaç tane malzeme verecekler ve onları kullanacağız yeri söyleyecekler.Bu yüksek duvarların bir yerinde zayıflık var.Orası kaçış noktanız.Malzemelerle o noktayı duvardan ayırıp çıkabilirsiniz.”

“Peki elimizdekiler ne olacak?”

“Siz de kalsın geriye dönerseniz kullanırsınız.”

“Artık biz gidelim.Yeterince oyalandık zaten!”

“Son olarakta size şunu söyleyeyim.Silah tamircisi size dört tane saç bandı verecek .Onları taktığınızda sadece orklara onların türü gibi görüneceksiniz.Madem olmuşken tam anlamıyla yardımcı olayım.”

Marjuarane ve iki arkadaşı prensesi de dışarıdan alarak dükkandan ayrıldılar.

Savaşçının aklına büyülü bandanalar iki arkadaşıyla yolculuğa başlarken elflerin verdiği bileklikleri getirdi.Manilla ve Soriolu anımsamak hüzünlendirdi.

“Niye bu kadar uzattın?” dedi aşağıdaki iki kişiden biri olan çömlekçi

“Daha inandırıcı olsun diye.Kolyeyi taşıyanın anlattıklarımı duyunca ki heyecanını görünce gülesim geldi.” Dedi narin bir ses.

“Ne anlıyorsun elf kılığına girmekten, iki de bir insan suretine bürünmekten.Birazdan Beyaz burada olacak.Sanırım üçümüzün ve onun planı başarıya ulaşacak,” dedi artık bu şekilden sıkılmış biçimde demirci

Bekledikleri gelince saygıyla eğildiler.Beyaz;

“Yolcu son aşamaya geçti mi plan da?”

“Evet efendim, istediğiniz gibi gönderdik Orioca şehrine.”

“Benim için önemli olan kolyeyi taşıyan insan.Bir taşla üç kuş vuracağım.Siz üçünüz onları takip edip ardından ine girin.İnsanın kırmızının ejderha ruhlarını barındırdığı taşı almasını sağlayın.Diğer üçü önemli değil benim için.İnsan inin dışına çıksın gerisini ben hallederim.Ben hiçbir ejderhaya benzemem, beceriksiz kırmızı gibi onu kaçırmayacağım.İstediklerimi aldıktan sonra hem Dacassyre yi hem de korkak siyahı halledeceğim.Kuzeyi de bütün dünyayı da tekelime alacağım.”

“Antlaşma efendim?”

“Peh! Onu bozan ben olmayacağım. Dacassyre plan başarılı olursa onu bozacak.Birebir kırmızıyla şu anda karşılaşamam o yüzden bu insan benim için çok önemli.Ufak yaratıklar fark edilmez.” Diye kahkaha attı insan formu Beyazın

“Ejderhanın inde olduğunu nereden biliyorsunuz?”

“Kesinlikle o şehirde.Buraya gelmeden önce fark ettim ki siyah ejderhanın biri buralarda uçuyor.Kırmızı kesinlikle onu bataklığına çekecektir.O yüzden plan başarılı olmalı!”

“Kuzeydeki savaş nasıl gidiyor biliyor musunuz?”

“Antlaşmaya göre kuzeye girişimiz yasak olduğu için duyduklarımı söyleyeyim.Hepsi birbirine girmiş.Kimin kazandığı belli değil ancak cüceler ve elflerin kaybı büyükmüş.Kazanan her şekilde orklar olacaktır!”

Dörtlü Orioca şehrindeki söz edilen silah tamircisini bulmuş ve verdiklerini almış kule kapısına sırtlarına vermiş kayın ağaçlarına doğru yürüyorlardı.Üstlerine bir gölge çöktü.Siyah bir ejderha yüksekte uçuyordu.Hemen bir yere saklandılar.Yukarıya tekrar baktıklarında Dacassyrenin siyahla mücadelesini gördüler.Ve yakınlardan gelen bazı sesler duydular.

“Hey! Sizi hizmetkar bozuntuları,koşun!”
“Ne oldu,ne bağırıyorsun,kan görmüş emici gibi!”
“Efendimiz siyah bir ejderhayla savaşıyor,yukarıya bakın.”

MAYIS 2015