Büyük büyük dedemden gurur duyuyordum. Üşenmeden yazmış, çizmiş, karalamıştı hayatı boyunca. O zamanlarda okuma yazma bilen yok denecek kadar azken, böyle farklı bir kişiliğinin bizim aileden çıkması beni gururlandırıyordu.
Geçen kış, amcamların evinde bir çuval dolusu eski kitabın ateşi tutuşturmak amacıyla kullanıldığını gördüğümde şoke olmuştum. Öğrendiğimde şaşkınlığım öfke nöbetlerine bıraktı kendini. Dedemin cânım el yazmalarını bir çuvala tıkıştırmışlar ve yakmak için istiflemişlerdi. Çoğu nemden küflenmiş, parçalanmış vaziyetteydi. Ellerinden kurtardığım için hala şükrediyorum Allah’a.
Kurtardığım el yazmalarının birisi ilgimi aşırı derecede çekmeyi başarmıştı. Defterin kapağındaki zarafet, sayfalarındaki tarih kokusu, mürekkebin muhteşem rengi, okuyamasam da yazının göz alıcı güzelliği etkilemişti açıkçası beni. Farklıydı o, yazarın kullanmış olduğu alfabe dahi diğerlerinden ayrıydı… Büyükbabamın el yazısı değildi, ama okumayı istediğim ilk kitaptı o.
Meraklar içinde çevirmen aradım geçen hafta. İnanır mısınız koskoca üniversitedeki tarih hocalarım kitabı okuyamıyor hatta ne olduğu hakkında fikir bile beyan edemiyordu. En sonunda çözümü kapalı çarşıdaki antikacıda bulabilmiştim. Yarım aylık bursuma mâl olacaksa da gözümü dahi kırpmadım. Kitabın bir kaç sayfa fotokopisini çekip tercümana götürdüm. Adını dahi duymadığım bu dili çözebilen birini bulduğum için çok şanslıydım.
Ve dahası, tercüme edilmiş halini okuyunca ortaya çıktı. Tercüman, fotokopideki çok eski yazıların kime ait olduğunu sorunca bir şey dememiştim. Okul ödevim diye geçiştirdiğimde fazla kurcalamadı.
Her neyse günlerdir okuyorum, düşünüyorum, kafamdan kurup yazıyorum. Ama cevabını bulamıyorum. Kim ne maksatla yazmıştı bunu acaba? Bir delinin hatıra defteri miydi bu, yoksa edebi eser ortaya koymak için kurgulanmış bir öykü müydü? Yoksa?
Karar verememiştim.
En iyisi bir daha en baştan dikkatlice okumak:
“Tabiatın kanunlarını kendi üzerinde test etmek dünyayı yaşanılmaz bir hale getiriyor. İnsanoğlunun bitmek tükenmez bilmeyen merak duygusu neler açıyor böyle başımıza? Her zaman daha fazlasını istemek, daha güçlü, daha zeki, evrene daha da hâkim olabilme gayreti neden bu kadar yüksek? Doyumsuzluk, doyumsuzluk, doyumsuzluk… Tüm sorun buradan başlıyor.
Öğrencilik hayatımın bitmesine sadece 3 yıl kalmıştı. 28 yaşından sonra istesem de istemesem de öğrenim sürecim tamamlanıyordu. En parlak çağını atlatan bir insanın öğrenme sisteminde etkisiz bir elaman olarak kaldığı gerçeği artık yasalarımıza da işlenmişti. Ama benim bu sistemden atılmam tabi ki 28 yaşına kadar sürmedi.
Yıllarca gece gündüz demeden okuyor, araştırıyor, laboratuvarımda saatlerce deneyler peşinde koşuyordum. Öyle ki bir gün çılgın teorimin çılgın güçlerin eline geçene kadar bu hep devam etti. Dayanamıyordum…
Sırf dünyadaki gücü ellerinde tutmak için çılgın silah icatlarını mı dersiniz, insan ömrünü uzatmak uğruna yapılan garip deneyler sonucu sürüngene benzer görüntülerle doğan, zavallı bebekler mi dersiniz. Hangisini anlatayım? Her geçen gün insanlardaki sevgi, aşk, merhamet, karşılıksız paylaşma gibi birçok duygunun günden güne eridiğini gözlemleyebiliyordum. Oysaki bitirdiğimiz okullarda her seferinde insanlık için, daha yaşanılabilir bir dünya için çalışacağımıza yemin ediyorduk.
Verdiğim sözü tutmalıydım. Sorunu kökünden halletmeliydim. İnsanlık için yapacağım şeyin ne kadar önemli olacağını düşünüyordum. En sonunda kafaya koyduğum şeyi denekler üzerinde başarabilmiştim. Hazırladığım toz tanecikleri ile insanlardaki merak duygusunu körelterek tüm bu olanların önüne geçebileceğimi düşünmüştüm. Hayal gücünden ve merak duygusundan yoksun bir insanlık, daha fazlasını isteyemeyecek ve dünyayı ve kendisini daha fazla yıpratamayacaktı.
Ancak bu başarımın başarısızlıkları da beraberinde getireceğini nereden bilebilirdim. Teorimi hayranlıkla izleyen profesör meslektaşım, sırf kendi çalışmalarına fon kazanabilmek için üniversite yönetimine icadımı sızdırmış. Bu da yetmezmiş gibi yönetimdekiler de para hırsı yüzünden her şeyi götürüp zengin iş adamlarına pazarlamışlar.
Sahibi olduğum bu teori, gidebilecek en kötü ellere sırasıyla ulaştı diye düşünüyordum. Amaçlarının çok daha sonra; mutlu insanlar, az ile yetinen fazlasını düşünemeyen koyun sürüleri yetiştirmek olduğunu anlamıştım. Kolay yönetilebilen, kendilerinin servetinde gözü olmayan bir insanlık onlar için muhteşem bir fırsattı. Şebeke sularından tutunda yiyeceklerimize kadar her gıdaya karıştırmışlardı bu tozları. Aslında yaptıkları şey tam da benim isteklerimi karşılıyor diye düşünürken öyle olmadığını yıllar sonra anlayabildim.
Hayal gücümü kaybetmem geri zekâlı olmam anlamına gelmiyor ebetteki. Olan bitenleri gayet net anlayabiliyorum. Şöyle ki meraklarını ve hayal gücünü kaybeden insanlık, kendine yetmemeye başladı. İleriye dönük en ufak bir düşünceyi aklının ucundan geçiremez olmuştu. Belki……… diye bir cümle dahi kurmaktan acizdi insanoğlu. Kaynağını tüketen, tamamen kurumuş nehirler gibiyiz şuanda. İleriyi kestiremiyor, sürekli hata yapıyor, kısa sürede çözülebilen basit sorunları bile çözmemiz yıllar alıyor. Şimdi anladım ki insanı hayatta tutan bir duyguymuş merak. Eskiden sorunlar vardı ancak başarısızda olsa çözüm üretebileceğimiz fikirlerimiz de vardı. Şimdi ise sadece sorunlar var.
Kendi icat ettiğim bu tozlar, adeta zehir gibi her yere yayıldı. Üstelik panzehrini de bulamıyorum. Nasıl geçecek bu illet aklım almıyor. Bu dünyanın onca kahrı çilesi yetmezmiş gibi bir pranga da ben vurdum ayaklarına. Evet evet, pranga vurulu şuanda insanoğlunun hayal gücüne. Kaş yapayım derken göz çıkarmak benimkisi adeta.
Piyon gibi hissediyorum kendimi bu aralar. Can sıkıntısı da diyebilirsin yazdıklarıma. Belki zaman geçirmektir amacım; belki de biri sesimi duyar da çare olur ilerde bize, diye yazıyorumdur bu olanları kim bilir?
Bir dakika...
Bir dakika, sahi ne dedim ben biraz önce?
Buldum!”
Uğur ASLAN
14/10/2014
Sivas