Yükte Hafif Pahada Ağır
Bu ara hayli öykü kitabı okudum. Sırada da Bradbury’nin Nisan Yayınları’ndan 86 senesinde çıkan Ateş ve Buz’u var. Kitabın içinde 3 öyküsü var Bradbury’nin: “Göl” , “Cenazeci” ve kitaba ismini veren asıl ve en uzun öykü “Ateş ve Buz”. Başlık yazarken kitap ve yazar ismi haricinde pek bir şey yazmam genelde ama bu kitap için özel olarak “Yükte hafif pahada ağır” başlığını yazmayı tercih ettim çünkü tam anlamıyla karşılığı bu. 80 sayfalık bu ince ve hafif kitap, içindeki öykülere bayılmam haricinde bence çok şahane bir tasarıma sahip. Kitabı bitirdim fakat arada bir elime alıp bakıyorum, sadece bakmak için ; çok basit ama gerçekten çok hoş bir tasarıma sahip.
Göl isimli öykü Bradbury’den okuduğum en naif öykü. Cenazeci isimli öykü ise Bradbury’den okuduğum en gotik öykü oldu. Ama asıl hayran kaldığım öykü ise Ateş ve Buz, bu öykü -daha okumadığım bir çok öyküsü var evet- şuana kadar okuduğum en sevip hayran kaldığım Bradbury öyküsü oldu. Kısacası enlerin bir araya gelmesi ile “Yükte hafif pahada ağır” tanımlaması yerini bulmuş oldu.
İlk iki çok kısa öykü ile ilgili fazla bir şey diyemeyeceğim ne desem spoiler olup keyif kaçırır. Sadece şunları diyebilirim: Göl isimli öykü, insani duygularımızı depreştirirken Cenazeci isimli öykü ise biraz içinimizi ürpertiyor.
Ateş ve Buz Bir grup bilim adamı uzun çalışmalar sonucu yaptıkları uzay aracı ile dünyadan kaçıp güneşten sonraki gezegene gelirler. Bu gezegen çok büyük günlük sıcaklık farkına sahiptir. Gezegen bir sıcaktan kavrulur bir soğuktan donar. İnsanlar için pek elverişli değildir, pek yaşanmaz haldedir. Sadece günün 1 saati dünyadaki şartlara benzer şartlar oluşup bahçeler oluşup çicekler açıp ağaçlar meyve verir. Buzullar, karlar erir nehirler oluşur...Yaşam koşulları sadece 1 saatliğine yaşanabilir hale gelir. Bu 1 saatlik zaman dilimi harici gezegende yaşayan insanlar mağaraların çok derin yerlerine kaçarak bu kötü şartlardan kendilerini korurlar.
Tek problem bu da değildir. Bundan daha önemli bir probleme sahiptir bu şanssız insanlar. İnsan ömrü sadece 8 gündür. İnsanlar bu 8 günlük sürece doğar, büyür-gelişir ve ölür. Bu yaşam döngüsü çok hızlı gerçekleşir. Buna bir çözüm de bulunamaz çünkü insanlar bu kadar kısa sürede yeterli bilgi birikimine ulaşıp sorunu çözecek kadar ilerleyemeden ölür. Bununla ilgili çalışan kendince kendilerine “bilim insanı” ismini takmış ufak tefek çalışmalar yapan insanlar bulunur. Fakat bunların da sayısı çok azdır ve bu insanlar çalışmalarını yeterince sürdürecek kadar gönüllü bulamazlar. Bunun da nedeni diğerlerinin bilim insanlarını bu gezegene gelmelerinden ötürü suçlu bulmalarıdır, onlardan nefret ederler.
Kimse bu 8 günlük kısa ömrünü sorunu çözmek için harcamak istemez çünkü bu sorunun çözümü ancak ileriki nesillerde gerçekleşebilecektir. Bu gayede çalışmak istemeyen insanlar sadece ömürlerini harcadıklarını bunun kendilerine bir yararı olmayacağını düşünürler, bencilce davranırlar ve sorunun çözümü konusunda kayıtsız kalırlar. İnsanlar doğar, yiyip içer, çocuk yapar ve çocuklarının daha doğru düzgün geliştiklerini bile göremeden buruşarak ölür. Herkes soruna kayıtsız kaldığı için de bu döngü tekrarlanır durur. Ayrıca bu insanlar daha annelerinin karnındayken nesilden nesile aktarılan bazı imge ve görüntülerle hızla öğrenmeye başlama gibi bir özelliğe sahiptirler.
İnsanlar yaşadıkları her saniye gözle görülebilir şekilde yaşadıklarından barındıkları mağaralardan da yavaş kaldıkları gerekçesiyle yarım saatlik mesafeden fazla uzaklaşıp çevrelerini keşfedemezler. Zira yarım saatlik gidip yarım saatlikte dönme süresi bırakmak zorundadırlar ; güneşin kavurucu sıcağında erimemek için. Zaten yalnızca o 1 saatlik normal şartların yaşandığı sürede dışarı çıkabilirler. Herkes bu 1 saatlik dilimi tıka basa yiyerek, sürekli sürekli yiyerek geçirir. Durmadan yerler, ağızları hiç boş kalmaz. Bu gezegene geldikleri uzay gemisi uzakta çok güçlükle görülür. Mesafe fazla olduğundan kimse gitmeyi denemez, gidenlerden ise ulaşabilmeyi başaran olmamıştır.
Ana karakterimiz Sim, öykünün başında gözlerini açar ve gözlemlerini aktarmaya başlar. Kısa sürede büyüdükçe farkındalığı artar. Kendini öğrenmek zorunda hisseder. Bilgi açlığı çeker. Sim, diğer insanlardan biraz farklı düşünen biridir. Diğerlerinin davranışlarını yadırgar. Günler geçtikçe yaşama karşı açlık duyar, daha fazla yaşamak ister.Sorunun çözümü üstüne kafa yorar. Diğerleri de Sim’i yadırgar haliyle. İşte öykümüz Sim’in farklılığından doğan meraki ile doğuşundan hikayenin sonuna değin süren macerasını anlatıyor.
Öykü bir yandan insanların bencilliklerini yargılarken bir yandan toplumsal bir hiciv sunuyor. Bir yandan ise insanlığımızdan ötürü doğuştan sahip olduğumuz kötülüklerden bahsediyor. Öyküyü okurken de bitirince de kesinlikle öykünün senaryolaştırılıp sinemaya aktarılması gerektiğini düşündüm. Daha nasıl anlatabilirim bilmiyorum ama son zamanlarda onlarca öykü okudum, en etkilendiğim öykü bu oldu. Bitireli saatler oldu hala daha öyküyü düşünüyorum.
Bu öykü ve diğerleri başka Bradbury kitaplarında var mı bilmiyorum, bu konu hakkında bilgi sahibi olan arkadaşlar varsa konu altına yazmalarına çok sevinirim.
Bu kitabı ve özellikle bu öyküyü okuyun. Lütfen okuyun.