Kayıt Ol

Space İnternet Cafe

Çevrimdışı azizhayri

  • ***
  • 581
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Space İnternet Cafe
« : 09 Ağustos 2011, 18:02:05 »
S P A C E     İ N T E R N E T    C A F E

        Olay, ülkemde pıtrak gibi biten internet cafelerden birinde geçiyor. Hani bilirsiniz modalar yaşanır işyerlerinde. Aerobik salonları açılmıştı bir zamanlar peşpeşe, sonra da karete judo salonu açmak modası başlamıştı. İşte şimdinin modası da internet cafeler açmak. Her kentte, her ilçede her belde de hatta her mahallede açılıyor bu kafelerden. Bizim öykümüzünde böyle bir beldede ki internet kafede geçiyor, yada öyle bir cafe de geçtiği söyleniliyor.
     Yer batıdaki bir ilin kentler arası ekspres yoldan uzak bir ilçesinin, ilçeden uzak bir beldesinde geçiyor. Bir kaç bin yıl önce deniz kenarında olan ama şimdi ovanın ortasında, denizden kilometrelerce uzaklaşmış bir belde. Eski durumunu görmek isterseniz üç-beş kilometre daha gidip harabeye dönmüş mermer blokların sağa sola atılı durduğu antik kente ulaşabilirsiniz. Syriene. Bu kent antik çağın çok önemli bir liman kentiymiş. Eğlencesi ve meyhaneleriyle tanınmış bir yermiş eski çağda. Ticaret gemileri, balıkçı tekneleri buraya yanaşır Anadoluya gidecek yüklerini boşaltırlarmış. Kentin değerini yitirten ana unsur ise hala ovanın ortasında tembel tembel akıyor. Neyse daha sonra bu kente döneceğiz. Buraya ait, ama yerinden edilmiş bir kehanet Bilgesi heykelimiz için döneceğiz.

   Öykümüzün ana kahramanından söz edelim birazda. Kendisi henüz askere gitmemiş esmer tenli dalgalı saçlı, orta boylu bir delikanlı. En büyük özelliği ise gözlüklerinin camı bir hayli kalın olması. Bir kaç ay önce açılan Space İnternet Cafe de çalışıyor. Öyle dolgun bir ücret falan aldığı yok ama sevdiği işi yaptığı için hayatından memnun. Bu işi bulduğu zaman bir hayli sevinmiştir çünkü bu işi bulasıya kadar bir çok macera yaşamıştır. Hangileri mi? Örneğin Endüstri meslek lisesinden ayrılmıştır. Bir zaman sonra ailesinin, arkadaşlarını ve öğretmenlerinin ısrar ve çabaları sonucu bitirebilmiştir okulunu. Yirmi beş kilometre gidiş yirmi beş kilometre gelişle ilçedeki Endüstri Meslek Lisesine iki yıl gitmiştir yapı işleri teknisyeni olmak için. Böyle bir okulda okumanın gereksizliğini ailesine uzun süre anlatmaya çalışmasına rağmen yine de o okula gitmeye başlamıştır. Babası oğlunun okumasını büyük adam olmasını istemiştir. Evladını sevdiğini iddia eden her baba gibi kendisinin başaramadığını oğlundan beklemektedir.

     Oğul başarısızdır ama başarısızlığın temel nedeni delikanlının okuduğu bölümü sevmemesidir. Gönderildiği okulu sevmemesidir. Bunu kimselere anlatamadığı anlattıklarını da ikna edemediği için okulu bitiresiye kadar bu duruma katlanabilmiştir. Sonrada kendisini değişik yollara sevketmiştir. Ortaokul yıllarında atari hevesine kapılmıştır. İyi niyetli baba oğlunu bu alışkanlıktan vazgeçirebilmek için bir hayli çaba göstermiştir. Oğlunu uzun zaman atari salonlarından toplamıştır. Atari salonlarının çalışanlarıyla ve sahipleriyle çok kavgalar yapmıştır oğlu için. Bir sonuç alamayınca eve bir atari almak zorunda kalmıştır. Yeter ki biricik oğlu kahve ortamına ve kötü arkadaşlara alışmasın diye.

     Şimdi biraz da Space İnternet cafeden söz edelim. Çarşı içinde, Beldenin tek caddesinde, büyük sayılabilecek bir dükkandır. Hemen her yerde rastlanabilecek bir işhanının tozlu basamaklarını iki kat çıktıktan sonra varıyordunuz Cafemize. Otuz ya da kırk metre kare bir yerden söz ediyoruz.      

     Girişimcisi de elemanı gibi hemen her türlü işi denemiş ama girdiği işlerde tutunamamış bir genç. Ercüment. Ercüment askerden bir yıl önce gelmiş, yanında çalıştığı gençten dört beş yaş büyük genç bir girişimci. Salona hâkim geniş bir masası ve rahat bir koltuğu var. Başlıca sermayedarı olan Babasından fırsat bulursa makamında oturmayı seviyor. Ercüment’in babasında bir hayli para var. Askerden gelen oğlunun bir baltaya sap olabilmesi için elinden gelen her türlü yardımı yapıyor. Olabildiği kadarda oğlunun işine göz kulak olmaya çalışıyor. Oğlundan fırsat bulursa o rahat koltukta oturmayı ve salonu izlemeyi seviyor. Aralarındaki gizli rekabet işlere ve müşterilere olduğu gibi yansıyor. Sonuçta bizim kahramanımız Seyhan olmasa Space İnternet Cafenin bir şey yapabileceği yok.

     Seyhan çalışkandır. Seyhan beceriklidir. Seyhan okumayı sever. Seyhan araştırır ve öğrenir. En önemlisi Seyhan zekidir. Gerek kendi arkadaşları gerek beldenin diğer gençleriyle ilgileniyor. Öğrencilerin ödevlerini bulmalarına yardımcı oluyor eğer isterlerse onların istediği oyunları hazırlıyor, yapacakları çetleri öğretiyor, yaşları büyük olanlara özel sitelere girmeleri için yol bile gösteriyor. Yalnızca bu kadar mı? Tabi ki değil. Ana makinede, klavyelerde veya sistemde olabilecek her türlü problemi anında çözebilecek kadar iyi işinde. Büyük patronun oğlu Ercüment’e "Bak da bir şeyler öğren bu çocuktan" dediği kadar var yani  

     Bir akşam geç vakitlerde Cafeye bir adam gelir. Daha doğrusu anlatılan olaylar gizemli bir adamın Space İnternet Cafeye gelmesiyle başlar. Mevsimlerden baharın son günleri yaşanmaktadır. Aslında yaşanmakta olan baharın son günleridir ama bu son günler tanımı yalnızca takvimler için geçerlidir. Sıcaklar yazı çoktan getirmiştir memlekete. Okulların kapanmasına az bir süre olduğu için öğrenciler sınavlardan oyun oynamaya pek zaman bulamamaktadırlar. Yaşça daha büyük gençlerse tarla işlerine başlamışlardır. Bu nedenlerden dolayı salon erken boşalmıştır. Seyhan da makineleri kontrol ediyor temizlikle uğraşıyordu adamın cafeye girdiğinde. O akşam Cafeye gelen adam akşam saatlerinde hala devam eden sıcaklara hiçte uygun olmayan giysiler içindedir. Sırtında kalın pardösü vardı. Kot pantolonunu içine soktuğu botlar bulunabilecek en büyük numaralardı sanki. Öyle uzun boylu sayılmazdı ama yine de ayakkabıları kocamandı. Başındaki şapka ve gözlerindeki geniş çerçeveli ve koyu renkli camlar yaşını tahmini güçleştiriyordu.
     -"En yeni ve en hızlı makinenizde çalışmak istiyorum” dedi. Kalın ve etkili bir sesi vardı. Patron ve patronun babası erken gittikleri için Seyhan kafe de yalnızdı. İçeriye sessizce giren adamı görünce istem dışı ürperdi. Kapının üzerinde asılı her açılışta ve her kapanışta öten çıngırağa rağmen içeri sessizce girmeyi başarmıştı. Öyle boylu poslu biri olmasa da ürkütücü bir tipi vardı. Kılık kıyafeti resmi görevliymiş havası veriyordu. Amerikan filmlerindeki gizli ajanlar gibi. Ve sesi bir garipti. Bir yabancı olduğu her halinden belliydi.
     Seyhan bir an korktu. Acil bir işiniz ya da bir hastanız olduğunda araç bulamayacağınız bir yerdeydiniz. Ana asfalttan yirmi beş kilometre içeride bir beldeye, bu saate böyle bir yabancının gelmesi korkutmuştu kendisini. Korktuğunu belli ederse ayıp olacağını düşündü. Konuşursa sesinin titremesi kendisini ele verecekti. Hiç ses çıkarmadan içeride patron masasının hemen yanındaki masayı gösterdi.

   İnce uzun dikdörtgen şeklindeki kafenin dibinde bir köşede duruyordu siyah monitör. Klavyesi, kasası siyahtı. Hızından dolayı da kara şimşek adını vermişlerdi. Eski bir televizyon dizisinin akıllı ve hızlı bir arabası. İlçede bile daha hızlısı, daha güçlüsü yok diye gururlanıyorlardı.

    —Yalnız bu masa biraz pahalıdır dedi genç delikanlı. Yabancı masaya yöneldi. Seyhan adamın gözlerini göremese de tavırlarından kızgınlığı anlamıştı. Söylediğine pişman olmuştu.

     Adam masaya oturduktan sonra çantasını açtı. İçinden sigara paketi boyutlarında siyah bir cihaz çıkardı. Bir kaçta kablo benzeri araç gereç. Cihazı kısa bir kabloyla klavyeye bağladı. Helisel kabloyu da cihazın diğer ucuna ekledi. Hareketleri seriydi. Seyhan, elindeki süpürgeye dayanmış çalışmaya başlayan müşterisini izliyordu. Ekranda hiç görmediği semboller akmaya başladı. İzlendiğini fark eden yabancı "sen işine bak delikanlı" dedi etkili sesiyle. Seyhan telaşla elindeki süpürgeyi yere sürtmeye başladı tekrar.

     Dakikalar geçti. Seyhan günlük işlerini yapmaya devam ediyordu ama bir yandan da yabancıyı izliyordu. Başka zaman olsa yerleri paspasladığı suyu kerelerce değiştirirdi ama merakından ve adama güvenmediğinden dükkânı boş bırakamıyordu. Ekrandan o garip semboller hızla akmaya devam ediyordu. Adamın parmaklarıysa hiç kimse de görmediği kadar görmediği hızlıydı.

    Önce büyük illerden gelmiş bir yabancı diye düşünüyordu ama sonradan bu işleri yurt dışında öğrenmiş olabileceğini düşünmeye başlamıştı. Kim bilir belki de adam yabancıydı. Turist olabilir miydi? "Sanmam" dedi kendi kendine. Turistin Tanrının unuttuğu bu yerde ne işi olabilirdi. Kendi arabasıyla gelse dahi  "Hah" dedi kendi kendine. Aşağıya İlçeye gelmişlerdir. Orada harabeler var ya" Evet Efes veya Meryem ana nın evi kadar iyi bilinmese de ileride ovanın kıyısında toprağa gömülmüş koca Syriene kenti vardı. "Mutlaka oraya gelmiş ve yolunu kaybetmiştir." evet bir açıklama getirmişti adamın gecenin bir vakti burada olmasına" Memleketine veya ailesine kaybolduğunu bildiriyor olmalıydı.

     Dakikalar ilerliyor ama adam çalışmasına devam ediyordu. Basit “ben kayboldum, filanca yerdeyim, gelin beni alın” demek bu kadar uzun sürer miydi? Uykusu iyice gelmişti Seyhan’ın. Üstelik bir de ailesiyle yaşadığı sorunları vardı. Babasını bir türlü yaptığı işin iyi bir iş olduğuna inandıramamıştı. Bir meslek olarak görmüyorlardı bu işi. Hakları da vardı. Böyle bir yerde adı Belediye de olsa köy olmaktan ileri gidememiş bir yerde bilgisayarcı olmanın ne anlamı vardı. Beldeye uygun bir iş bulmalıydı, örneğin Çapaya gitmek, pamuk toplamak, hayvan gütmek veya dağdan eşekle odun getirip ilçede satmak gibi.

    -Ne işle meşgulsünüz bayım? dedi sesine elinden geldiğince ilgisizlik vermeye çalışarak. Yanıt tek kelimeydi

    -Araştırmacıyım. Biraz uzun cümleler kursa adamın Türk mü, yoksa yabancı mı olduğunu anlayacaktı ama verdiği yanıt bir tek kelimeden oluşan cümleydi. Bir kaç saniye sonra cesaretini topladı. Bu yabancının kim olduğunu öğrenmeliydi. En azından zararsız biri olduğuna inanmalıydı. Ne de olsa sorumlu olduğu bir işyeri vardı. Mahallesi vardı. Ülkesi vardı. Birden aklına polis geldi. Polise bildirmeli miydi acaba. Kendi kendine güldü. Hiç olur muydu öyle şey. Bir insan mevsime uygun giyinmedi diye polise mi bildirilirdi hiç. Gülerlerdi adama.

     “Ne gibi araştırma acaba” Sınırı aşmış mıydı? Sanmıyordu. Aksine adam işine devam ediyordu. Yüzüne bakmadan tekrar yanıtladı.

     —Arkeolojik. Yine tek kelimelik bir yanıt aldı. Arkeoloji kelimesi Seyhan da mezar hırsızlığı çağrışımı yaptı tabi ama yabancı öyle birine benzemiyordu. Pardösülerin altına kara gözlüklerin arkasına saklansa da düşmanca tavırları yoktu. Belki yalnızca bilgi toplamaktı amacı. Burası da askeri, sivil yüksek teknoloji merkezi olmadığına göre yapabileceği hiç bir şey yoktu.

    Zaman ilerliyor ama yabancının çalışması bitmiyordu. Gerçi bir yandan da iyi oluyordu. Bu saatlere kadar kalmasının bir bedeli olarak kafenin hâsılatı bir tür fazla mesai ücreti gibi kendisine kalıyordu. Üstelik bu turistten iyi bir bahşişte koparabilirdi. Ama yinede zaman ilerliyor eve geç kalıyordu. Saatine bir kere daha baktı. Babasının kendisini kapı önünde beklediğinden emindi. Zavallı annesiyse oğlundan yana çıkacaktı. Onu korumaya kollamaya çalışacaktı. Benim oğlum diğerlerine benzemez, büyük adam olacak o" derdi.

     Kızsa da kendi kendine söylense de Seyhan masa başındaki adamın çalışmasına hayran kalmıştı. Bir sanatkâr gibiydi. Bütün parmaklarını rahatlıkla kullanıyor elleri klavyenin üzerinde okşar gibi dolaşıyordu. Tuşlardan hiç ses gelmiyordu. Hoşlanmaya başlamıştı bu yabancıdan. Adamın çevresinde dönüyor çaktırmadan izlemeye çalışıyordu.

    —Bayım biraz acele etseniz. Kafasında dönüp dolaştırıp söyleyemediği cümleyi söyleyebilmişti. Yine o davudi ses yanıtladı "Tamam şimdi bitiyor." Eliyle yakındaki bir sandalyeyi işaret ederek "İstersen gel yanıma otur" dedi. Şaşırmıştı Seyhan. O kalın tondaki ses gitmiş yerini sevecen müşfik bir ses almıştı. Sanki aklından geçenleri okuyormuş gibi sözlerine devam etti.

   — Benden çekinmediğini hatta hoşlanmaya başladığını düşünüyorum. Sezgilerim senin iyi bir delikanlı olduğunu söylüyor. Seni bekleyenleri de daha fazla merak ettirmemiş olursun dedi.  Acaba saatine çok mu sık bakmıştı? Aradığı uzun cümleler çıkıyordu yabancının ağzından. Güzel bir Türkçesi vardı. Turist falan değildi herhalde.

   —Önemli değil dedi. Siz işinizi göründe. Ardından delikanlının beklemediği bir öneri geldi.

   —Bir yirmilik kazanmak ister misin? Seyhan şaşırmıştı.

   —Yirmi milyon mu? Yabancı gülümsedi.

   —Yirmi dolar" dedi. "Bir antik heykel arıyorum. Bana yardım edeceğin her gün için yirmi dolar vereceğim. Bana kılavuzluk yap ücretini al." Adam Seyhan’ı şaşırtmaya devam ediyordu.

   —Belki kocaman bir bahşiş bile olabilir işin sonunda."  Genç bilgisayarcının tereddüdünün sürdüğünü görünce devam etti.

   —Hatta memnun kalırsam temsil ettiğim kuruluştan özel bir teşekkür yazısı bile alırsın" dedi.

   —Ne yazısı?

   —Zorda kalan yabancılara gösterilen dostluk ve yardımseverlik yazısı. Fena bir öneri değildi doğrusu. "Ailem" dedi fısıldar gibi.

   -O kolay, ailenden izin alırız

   -Babamı tanımazsınız. Aksi biridir. Nuh der, peygamber demez" dediğinde  Yabancı gülümsedi.

   -Ben ikna edici konuşurum" dedi.  Seyhan’ın yüzündeki gülümseme birden kayboldu, ya adam casussa. Ya düşmanlar için ajanlık yapıyorsa. Yabancıyla göz göze geldiler. Adam gözlüklerini çıkardı. İnce uzun bir yüzü Çinlileri andıran gözleri vardı. "Ben casus değilim" dedi. "Yapacaklarımız hepimiz için önemli. Bana mutlaka yardım etmelisin" Sesinde garip bir ikna edicilik vardı. Seyhan yalnızca "Peki" diyebildi.

     Yarım saat sonrada yabancı eşyalarını toplamış kara şimşek i kapatmıştı. Adam Seyhan’a "Hadi git evine" dedi. Seyhan bir an tereddütte kaldı. "Babam, ailem..." diyecekti ki yabancı gülümseyerek sözünü kesti; O zaman birlikte gidelim" İki dakika sonrasındaysa kasabanın karanlık sokaklarında iki kişi aceleyle yürüyordu.

     Babası oğlunu gördüğünde gizliden derin bir oh çekmişti. Çevrenizde görebileceğiniz her Türk babası gibi duygularını gizlemeyi tercih ediyorlardı. Ne de olsa çocukları şımartmamak gerekiyordu. Bu nedenle çekilen gizli "Oh" tan sonra fırça faslı başlamıştı. Üstelik yanlarındaki konuğa aldırmadan. Bir kaç dakika sonrasındaysa durum tatlıya bağlanmıştı. Yabancının ikna edici ses tonu sayesinde tabi. Kalacak yeri olmadığını anlayınca da evde misafir odası açılmıştı. Yapılan yemek ve çay davetlerine aldırmayan adam yorgun olduğunu söyleyerek erkenden yatmıştı. Kısa bir sorgulamadan sonrada Seyhan’da yatmıştı. Gece olaysız geçti.

    Gece olaysız geçti ama sabah bir hayli sorunluydu. Her sabah olduğu gibi, çalar saatinizin sesiyle uyanmıştı Seyhan. Değişmeden yediye ayarlıydı eski saat. Biraz yatakta oyalandıktan sonra kalkıp yüzünüzü yıkamak için dışarı avluya çıktı. Hava karanlıktı ve ezanlar okunuyordu. Dikkatini çeken bir olağan üstülük yoktu. Kafasıysa akşam evlerinde kalan Tanrı Misafirindeydi. Annesi misafir odasını hep hazır tutardı köydeki akrabalar için. Bu nedenle misafir ağırlamakta pek sorun yaşanmazdı evlerinde. Yabancı nasıl karşılamıştı odayı. Rahat edebilmiş miydi tahta divanda ve pamuk yatakta.

     İçeri odasına çalar saatine tekrar bakınca garipliği fark etti. Saat yediyi geçmişti ve hava hala karanlıktı. Şimdiye kadar ortalığın güpe gündüz olması gerekirdi. Dahası güneşin şimdi eşikten baktığı noktadan gözlerinin içine vurması gerekiyordu. Salona geçti. Babası ve kardeşleri televizyon karşısındaydılar. Annesini diğer odada dua ederken gördü. Aptallaşmıştı. Anlayamadığı ve kaçırdığı bir şeyler olmalıydı. Oldum olası sevmezdi televizyonu. Ekranda spikerler heyecanlı heyecanlı bir şeyler anlatıyorlardı. Babası kanaldan kanala atlamasa bir şeyler anlayacaktı. Birden irkildi "deprem" Deprem mi olmuştu yoksa? Başını kaldırıp salondaki ampule baktı. Sallanmıyordu. Tekrar cümle kapısının eşiğine gitti. Gözlerinin içine girmesi gereken güneşten eser yoktu. Yolunda gitmeyen bir şeyler vardı. Çünkü etraf karanlıktı ve bu karanlık geçeceğe benzemiyordu. Her sabah kendisine gülümseyen Güneş yerinde yoktu. Gün doğmamış olabilir mi? Korktu.

     Salona gitti. Televizyonda konuşanların neler dediğini anlamaya çalıştı. Dünyanın doğu yakasın da güneş doğmadığını anlatıyordu tüm haber kanalları. Avustralya’da, Japonya da sabah olmadığını, güneşin doğmadığını söylüyorlardı. Bilim adamlarının konuya açıklık getiremediğini söylüyordu. Devlet başkanlarının ve hükümetlerin halkları sakin olmaya çağırdığını söylüyordu.

    —Güneş tutulması olabilir mi? Soruyu kendi kendine konuşur gibi sormuştu ama yanıt babasından geldi.

    —Ne güneş tutulması evlat. Bu kadar geniş sahada güneş tutulması mı olurmuş. Bir kere daha şaşırtmıştı babası kendisini. Öyle ilkokulu bile bitirmemiş biri için iyi bir kültürü vardı. Meraklıydı. Kendi çapında okuyor ve araştırıyordu. Bazı konularda babasına çektiği kesindi. Adam devam etti sözlerine.

    —Elbirliğiyle dünyanın içine s.çtılar dedi. Egzoz gazları, spreyler, deodorantlar, nükleer reaktörler, ozon tabakasındaki delik. Anasını bellediler tabiatın. Babası oldum olası böyleydi. Argoyu, küfürü severdi.

    —Peki, sence ne oldu baba.  Dünya kendi ekseninde dönmekten vaz mı geçti yoksa? Baba oğlunun suratına küçümseyerek baktı.

    —Birde internetçi olacan. Dünyadan haberin yok. Güneş patlamış diyenlerde var dünya yörüngesinden çıkıp uzaya savrulduğunu diyenlerde. Ama kesin olan bir şey dünyanın hala döndüğü. İstersen gökyüzündeki yıldızlara bak. Bilinen tek gerçek, şu an tüm dünyada gece yaşandığı. Ne kadar süreceğini ise kimse bilmiyor. Üç saat mi? Üç gün mü? Üç yıl mı? Soruyu eşikteki anne yanıtladı.

     —Üç gün dedi. Salondakiler anneye döndüler. Anne ilginin kendisinde olduğundan memnun ağlamaklı sesle devam etti.  "Az önce komşumuz Müberra kadından geliyorum. "Bu kıyamet alameti" demiş Hoca efendi. Tüm köylüyü, kadın erkek genç yaşlı camiye çağırıyor. Dua için. Tövbe ve istiğfar için. Müberra Hanım mahalle imamının karısıydı. Katıydı dini konularda. "Eğer gelmezlerse doğrudan cehenneme gidecekler diyormuş Alihsan Hoca" diyerekten sözlerini pekiştirdi. Babanın gözleri doldu. Bir yandan da abdest almak için kollarını sıvıyordu. Durumdaki gerginliği hisseden çocuklar ağlayarak annelerine koşmaya başlamışlardı. O an omzuna dokunan elle korktu Seyhan

    —Hadi gidelim biz dedi, o ana kadar varlığını unuttukları yabancı. "Yapacak işlerimiz var" Ters ters baktı yabancının yüzüne Seyhan. Dünyanın sonu gelmiş, neredeyse kıyamet kopacak gibiydi ve adam yapacak işlerimiz var diyordu. Yabancı karşısındaki delikanlının karasızca durakladığını görünce tane tane konuştu. "Yapacağımız iş önemli" dedi. Seyhan'ın aklına dünkü anlaşma geldi. Günde yirmi dolar fena sayılmazdı. "Gidelim" dedi.

    Sokaklar sakin görünüyordu. Öyle telaş panik falan yoktu. Yabancı; "Sizin buralar bu durumu fazla önemsemiyorlar herhalde" dedi. Bahçeler arasından yol alırken evlerin yanan ışıklarına baktılar. İnsanlar durumun önemini henüz kavramamış olmalıydılar. Saat sekize yaklaşıyordu ve ortalık karanlıktı. Gökyüzünde yıldızlar parlamaya devam ediyorlardı. Uzun süren bir sessizlikten sonra Seyhan sordu;

     —Nereye gidiyoruz?  Yabancı düşünmeden yanıtladı;

     —Aradığımız antik heykeli bulmaya ve ait olduğu yere götürmeye.

     —Peki, nasıl bir heykel bu? Deyince adam cebinden küçük bir cihaz çıkardı. Koyu camdan yapılmış küçük bir reçel kavanozuna benziyordu. Aracı dairesel tabanı üzerine elinin üstüne koydu. Bir noktasına basınca da cihazdan bir ışık çıktı. Işık koni şeklinde açıldı. Cihazın önünde otuz kırk santim ötesinde hafifçe titreşen bir şekil belirdi. Seyhan’ın dudaklarında yalnızca bir kelime döküldü. "Hologram" Bu kere şaşırma sırası pardösülü yabancıdaydı.

     —Hologramı biliyorsun demek. Biliyordu tabi. Kasabada otursa da Seyhan teknolojiyi yakından takip ederdi. Ondaki bilgisayar dergisi koleksiyonu büyük kentlerde ki üniversite öğrencilerinde bile az bulunurdu. Çoğunu da severek okumuştu.  Az önce söylediğiyle yanındaki adamı şaşırttığını görünce "Üç boyutlu fotoğraf projeksiyonu" diye sözlerine bilgiççe devam etti. Bir kaç saniye süren bu zevkli anlardan sonra dikkatini araçtan çıkan üç boyutlu şekle yöneltti. Gözlerini hafif kısarak karanlıkta ışıldayan görüntüye bakınca tanıdı. "Diyojen" dedi.

    -Diyojen mi ?

    -Evet Diyojen. Eski çağda karadeniz kıyılarında yaşamış gezgin filozof. Hani "Gölge etme başka ihsan istemem" diyen kişi.

    -Peki nerede buluruz bu heykeli deyince Seyhan az önce aşağı indirdiği kalın gözlüklerini tekrar yerine taktı. Adamın elinden tutarak "Gel, yolda anlatırım" dedi. Bir yandan İlçenin tek meydanına yürüyor, bir yandan da Seyhan anlatmaya başlamıştı.

    -Bu heykel aslında ilerimizdeki Syriene antik kentindeydi. Kimilerine göre kehanet bilgesi Zates, kimilerine göreyse de Diyojen di. Zatesi kimse tanımadığı, bilmediği için Diyojen denilmeye başlamıştı. Bu heykel uzun yıllar antik kentte devrilmiş sütunların yanında durmuştu. Bir ara kazı yaptıklarında zamanın belediye başkanının ricasıyla getirildi ve beldemizin meydanına dikildi.  Bu olayı duyan ilin üniversitesinin arkeoloji profesörü gelip itiraz etse de dinletememişti. Kimi dede dedi adına kimi kahin. Ama onu oraya getiren başkanın ricasıyla Diyojen denilmeye başladı. Diyojen adı daha medyatikmiş Daha çok turist çekermiş(!)  Heykelin nerede olduğunu belirtmek için eliyle ilerideki ışıklı meydanı gösteriyordu.

     Ana caddede hızlı hızlı yürürken telaşlı olanların yalnızca kendileri olmadığını gördüler. Saat ilerliyordu. İnsanlar panik olmaya başlamışlardı. Çoluk çocuk sokaklardaydı. Bazı çocuklar hiç bir şey olmamış gibi önlüklerini giymiş okula gidiyorlardı. Kim bilir belki de öğretmenlerinin bir açıklama yapabileceğini düşünüyorlardı. Bir bölümü de sanki görebilecekmiş gibi karanlık gökyüzünde güneş arıyorlardı. Yabancı tekrar araya girdi.

     —Bu heykelin yanında ilginç bir şeyler var mıydı? Dedi. Seyhan bir an durdu. Sanki yürürken düşünemiyormuş gibi bir kaç saniye ayakta dikildikten sonra "Bir antik saatte vardı yanında" dedi. Sonra yürümeye başladılar.

    —Koca bir mermer bloktu. Bir yemek masasından bile büyük. Sağında solunda delikler kanallar vardı. Diyojen de bu masanın üzerinde duruyordu. Uzun süre tartışıldı bu masanın ne olabileceği. Kazı heyetindeki herkes bir şey söyledi. Hiç kimse doyurucu bir açıklama getiremedi. Sonunda bir güneş saati olduğuna karar verildi. Saatin nasıl çalıştığı konusundaysa kimsenin bir fikri yoktu. O koca koca bilim adamları bile anlamamışlardı. Yabancı heyecanlanmıştı bu sözler üzerine.

    —Peki nerede bu saat. Sorusuna yanıt beklemeden devam etti. "Hemen oraya gitmeliyiz." biraz düşündükten sonra cümlesini yeniden kurdu. "Diyojen'i ait olduğu yere güneş saatinin üzerine yerleştirmeliyiz" dedi. Heyecanlı sesi birazda telaşla devam eti. "Acele etmemiz gerekiyor"

   Bir kaç dakika sonra kalabalık bir meydandaydılar. Bir kaç sokak bu meydanda birleşiyordu. Ortada bir döner vardı. Yeşilliklerle bezenmiş bu adanın ortasında küçük bir fıskiyeli havuz havuzun merkezindeyse hemen hemen bir insan boyundaki mermer anıt duruyordu. Öyle ahım şahım bir eser değildi. Sakallı bir adamın elinde bir fener vardı. Feneri tutan sol eli ilerisini aydınlatmak ister gibi biraz yukarı kalkmıştı. Başını biraz yukarda tutunca Diyojen Efendi gökyüzünden gelebilecek birini bekliyor gibiydi. Adam çimene havuzdaki suya aldırmadan heykele koştu. Sağını solunu incelemeye başladı. Sağında solunda biraz kırıklar olsa da eserin tamamı bütünlüğünü korumuştu. Havuzun kenarındaki Seyhan adamı izliyordu yalnızca. Meydanı dolduran kalabalıkta ilgisini havuz kenarındaki ikiliye yöneltmişti.

     —Bir araç bulmalıyız. Dedi bağıra bağıra yabancı. Uğuldayan kalabalıkta ancak sesini bağırarak duyurabiliyordu. "Bir araç bulmalı ve bu heykeli yerine ait olduğu güneş saatinin üzerine götürmeliyiz" dedi. Zavallı Seyhan olanlara bir anlam veremiyordu ama içinden gelen sesin dediği gibi çarenin bu karanlıkta bile koyu renkli gözlük takan adamda olduğunu söylüyordu. Bir kaç dakika sonrasındaysa orta boy bir kamyonet meydandaki havuzun yanındaydı.

     Kamyonu bulmak zor olmamıştı. Meydana yakın oturan arkadaşı Aykut’un babasının bir kamyonu vardı. Mustafa amca işçi emeklisiydi ve nakliyecilik yapardı eski bir BMC kamyonetle. Oğlu Aykut’sa devamlı müşterisiydi Kafenin. Mahşer yerine dönmüş beldede her kafadan bir ses çıkıyordu. Kıyamet gününün geldiği dedikodusuysa en baskın olanıydı. Dindar olan belde halkı doğrudan camilere koşuyordu. Bakkallara ve marketlere hücum başlamıştı sanki bir savaş çıkmış gibi. Makarnalar ekmekler alınıyordu sayısızca. Aykut’u da evden çıkmak üzereyken yakalamıştı. İkna etmesi zaman almıştı ama bir zaman sonra kasalı Ford yanaşmıştı meydandaki ortasındaki yeşil adaya. Seyhan arkadaşını yabancıya tanıştırmaya karar verdiğinde ismini bilmediğini fark etti.

    —Sahi adınız neydi beyim" dedi. Yabancı genizden gelen sesiyle yanıtladı "Kuday. Bizim oralarda bana Kuday derler dedi. Garip bir isimdi. Ama tanıştırmaya devam etmeliydi.

    —Bu mahalle ve okul arkadaşım Aykut" dedi. Aklına aniden gelmiş gibide ekledi. "Bende Seyhan"

    Yabancının gayreti ve yardımıyla heykeli kasaya koymuşlardı. İnsanların kargaşası arasında kimse ne yaptıklarını sormuyordu. Seyhan, Aykut’a nereye gideceklerini söylemiş kasaya çıkmıştı. İki kişi ancak zapt edebilirlerdi böyle bir yükü.

   Uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra beldenin dışına çıkmışlar, antik Syriene kent harabelerine varmışlardı. Yol boyu farları açıktı. Saatler sabahın dokuzuna yaklaşıyordu ama bitmeyen gece sürüyordu. On dakika sonra varmışlardı Syriene’e.

    Aslında burada antik bir hava yoktu, kent havası da yoktu. Karanlıkta hiç bir şey göremiyordunuz. Güneş ışığında da pek bir şey görünmezdi zaten. Ovanın sınırında tepenin başladığı yerde ağaçların arasında bir kaç mermer kalıntı, yer yer yıkılmış surlar vardı yalnızca. Tepeden inen yağmurların tuzu ve çamuru koca kenti örtmüştü yüzyıllar içerisinde. Aşağıdan yoldan görünen yalnızca görkemli bir tapınağın sütün kalıntılarıydı. Aykut tüm becerisini kullanarak yoldan içeri girmeye çalıştı. Patikadan çıkabileceği yere kadar çıktı geri geri. Sonra kamyoneti yolun üzerinde bıraktılar. Gitmeleri gereken yüz metreden fazla yol vardı. Üstelikte tepeye doğru tırmanmaları gereken yüz metreleri vardı.
     Koca heykeli üçü birden sürüklemeye başladılar. Sık sık duruyorlardı. Bir ara Aykut Seyhan’a dönerek sordu. "Bu heykeli oraya götürmek çok mu önemli" Soru asıl sahibini bulmuştu. Evet dedi yabancı. "Uzun zamandır beklenilen bir tehlike düşünün. Büyüklüğü ya da yeri neresi olacağı hiç bilinmeyen bir tehlike. Ona karşı bir önlem hazırlamaz mısınız. Bir erken uyarı sistemi veya kalkan veya silah. Kafalar yabancının sözlerini onaylamak için sallandı.

     —Bizde öyle yaptık. Bin yıllar önce hazırladık ve gizledik. Zamanı gelince çalışacak bir silahtı bu.  Hem bizim hem sizin için. Bu arada yabancının gücü de dikkat çekecek kadar vardı. İki genç nefes nefese kalmışlardı ama yabancı da onca konuşmaya rağmen soluk alışverişinde düzensizlik yoktu. Sanki bir güreşçiymiş ya da halterciymiş gibi koca mermer heykeli kaldırmış kucaklamıştı. İki kafadaraysa yalnızca heykelin ayaklarından tutmak dengeyi sağlamak işi kalmıştı. Ve nefes nefeseydiler. Yabancı yolun dikliğine aldırmadan devam etti.

     —Sizden önce bu kentte oturanlar cihazımızın varlığına ve özelliklerine tanık olmuş olmalılar. Bu nedenle kendisine Kehanet Tanrısı veya bilgesi gibi bir ad vermişler ve onu -sözde korumak için- mermer blok içine katmışlar anlaşılan" Bir an durdu. "Sen olmasaydın bu kadar çabuk bulamazdım" dedi Seyhan’a dönerek.  

    Bir kaç dakika sonra ulaşmak istedikleri noktada güneş saatinin yanındaydılar. Yabancı omzunda taşıdığı çantasından yarım saat kadar önce Seyhan için çıkardığı cihazı çıkardı. Mermer bloğun üzerine koydu. Bir yerine dokundu. Cihazın yanından kanat gibi çıkıntılar, düğmeler çıktı. Az önceki basit cisim karmaşık bir hal almıştı. Adam bir yandan elindeki cisimle uğraşıyor, bir yandan da gençlere anlatmaya devam ediyordu.

    —Bu bir Kara delik. Dedi. Sizinde bildiğiniz gibi nötron yıldızının alabileceği son durum. Araya tekrar Seyhan girmişti. Yalnızca izleyici olmak istemiyor tartışmaya katılmak istiyordu

     —Evrenimizin en gizemli varlıklarından biridir Kara delikler. Bilim adamlarımız gizlerini çözebilmiş değillerdir. Söze parmakları silindirik cihazın üzerinde ayarlar yapan Kuday girdi.

     —Sizin dünya dışına ilginiz bir yüz yıllık macera bile değil. Bizler binlerce yıldır uzaydayız ama Kara delikler bizler için bile bilinmezdir hala. Ellerini göğsünde birleştirip olanlara bir film izliyormuş gibi bakan Aykut un anlamamış yüzünü gördü. Aykut önünde dönmeye başlayan neredeyse yarım metre çapında parabolik bir şekil alan cisimden gözlerini alamıyordu. Cisim mermer bloğun üzerinde yerden bir kaç santim yukarıda dönmeye başlamıştı. Yabancı Aykut a dönerek anlatmaya devam etti.

    —Bir kuyu düşün Seyhan’ın arkadaşı. Her şeyi içine çeken dipsiz bir kuyu. Yakınına gelen yani çekim alanına giren her maddeyi ya da enerjiyi yutan karanlık bir kuyu. İşte öyle bir kuyudan söz ediyoruz. Hemen yanı başınızda birinci gezegenle yıldızınız arasında açılmış bir kuyu." Adam şimdi havada dönen cihazı bırakmış kaidenin üzerindeki heykeli kurcalıyordu. Önce ağır heykeli eğdi. Kehanet bilgesi Zates in elindeki feneri ellemeye başlamıştı. Bir yere, bir düğmeye dokunmuş olmalıydı ki heykelin ayaklarının tabanlarından ikişer metal uzantı çıktı. Bu uzantıları kaidedeki yere oturtunca heykel bulunduğu yerde gıcırtıyla yarım tur attı. İyice şaşıran Aykut dakikalar önce kafasına takılan soruyu sordu şaşkınlıkla.

     —Peki, bu kara delikler nasıl oluşuyor dedi. Bu soruya da kendi arkadaşı yanıt verdi yabancının yerine.

   —Yıldızların ölümüyle." Açıklamaya yabancı devam etti. "Bizde önceleri öyle sanıyorduk ama üzerinde düşündüğümüz başka teoriler de var. Madde ve anti maddenin yoğun olarak çarpışmasıyla oluşabileceğini de düşünmeye başladık. Bunlar şu anki konumuzun dışında. Bir gün gelir bilim adamlarınız bunları çözer nasıl olsa.

    —Peki, burada böyle bir kara deliğin varlığını nasıl fark ettiniz.

    —Uygarlığımızı tehdit edecek her türlü dış tehlikeye karşı duyarlıyız. Çevremiz düzenli olarak izlenmektedir. Yakın ya da uzak komşu tüm yıldızları gözleriz" dedi. Sizin güneşinizin küçük kardeşinin varlığından da haberdardık. İzliyorduk. Hemen burnunuzun dibindeydi. Gezegeninizle yıldızınız arasında karanlık bir yıldız gelip yerleşmişti. Davetsiz misafir. Gezegenlerinizle dönmeye başladı. Aynı hizada ve benzer yörüngede. Bir gün kara deliğe dönüşeceğini biliyorduk. Bir gün tüm bu telaşın yaşanacağını biliyorduk. "Güneşin küçük kardeşi mi?" İki genç yabancının anlattıklarından bir şey anlamamışlardı. Adam anlatmaya devam etti.

    -"Evet, Güneşinizin küçük bir kardeşi vardı. Öz değil, üvey. Bir şekilde Güneşin yörüngesine giren yaklaşık bir kilometre çapında küçük bir nötron yıldızı."

    —Peki, bilim adamlarımız bunun varlığını nasıl fark etmediler

    —Uzayda bir kilometrenin önemi mi var. Hele sizden bu kadar uzaktaysa. Belki hassas ölçümlerle güneşin salınımlarından fark edebilirdiniz. Ama matematiğiniz ve gözlem tekniğiniz o kadar ileri değil.  Bir gün çevreden geçerken güneşinizin yanına gelen bu komşunun kara deliğe dönüşmesini bekliyorduk. Bu nedenle bu sistemi kurduk. Yeri zaman açısından o noktayı görebilecek en uygun yerdi. Kimse ilgilenmesin diye de doğal bir şekilde kamufle etmeye çalışmıştık. Az önce de dediğim gibi bu işleri yaparken birileri bizleri gözlüyor olmalıydı. Bu nedenle bir Tanrısallık bile vermişler ve sistemi mermerin içinde saklamışlar.

     Tiz bir ses çalışmasını böldü. Kendi ekseninde dönen ışıklı cisim hızını iyice arttırmıştı. Cihazın dikey ekseninin üstünden ince uzun ışın demetleri çıktı. Işınlarda cisimle birlikte dönmeye başlamışlardı. Cihaz döndükçe vınlama sesi artıyordu. Işın demetiyse kalınlaşıp karanlığın içinde başlarının üzerinde kayboluyordu. Aykut olanlar karşısında şaşırmıştı. Arkadaşını kenarı çekti.

   -Kim bu adam Seyhan dedi. Seyhan yanıtı tam olarak bilmiyordu ki Aykut a yanıt versin.

   - Az önce tanıştırdım ya "Kuday" Arkadaşının tatmin olmadığını anlamıştı. "Dün gece kapatmak üzereyken cafeye geldi. Gece yarısına kadar çalıştı. İşinin önemli olduğunu hem bizim hem de kendi dünyasını kurtarmaya çalıştığını söylüyor. Onlar kendi aralarında fısıldaşırlarken yabancı çabalamaya devam ediyordu. Çantasından bir başka cihaz çıkardı. bizim kullandığımız çekiçlere benziyordu. Masanın üzerindeki heykelin sol eline vurmaya başladı. Bir kaç darbeden sonra heykelin sol eli parçalandı. İçerisinden granit gibi duran bir parça çıktı.

     Dışardan bakıldığında doğanın her bir yerini işlediği sıradan bir taş gibi duruyordu el ve elin uzantısı gibi duran fener. Dikkatli bakınca girintilerin ve çıkıntıların birer düğme olduğunu anlıyordunuz. Ortada dönen şemsiye şeklindeki nesne hafif havalanarak ait olduğu belli olan eski sol eldeki fenere oturdu. İki makina birleşmişti ve ışın sol eldeki fenerden fışkırıyor gibiydi. İki delikanlı konuşmaya niyetlendiler de etkili bir "Şıış" uyarısı sözlerinin ağızlarından çıkmasını engelledi.

     Yabancı tüm dikkatini vermiş cihaz üzerinde ayarlamalar yapıyordu. Her hareketinde ya heykel kendi ekseninde bir yana dönüyordu veya heykelin elindeki fener sağa sola bir kaç derecede olsa yatıyordu. Uzun sayılabilecek bir süre uğraştı heykelin kolu ve fener üzerinde. Bu arada ışın demetleri gittikçe parlaklaşıyor ve boyları uzuyordu. Rengi de kırmızıdan beyaza dönüşüyordu. Son bir kaç ayardan sonra heykeldeki sesler tizleşti. Sanki içeride bir motor vardı ve bu motor en üst devire çıkmaya çalışıyordu. Vınlama sesi en ince perdeye ulaşıp kulaklarını sağır edecek dereceye vardığında Yabancı son hareket olarak bir noktaya bastı parmağını. Fenerin ucundan gözleri kör edecek kadar parlak bir ışık demeti fenerin ucundan karanlığa fışkırdı.

     -Beklemekten ve umut etmekten başka yapacak bir şey yok artık dedi adam. Şimdi sizlerin her sorusuna yanıt verebilirim. Mermer kaidedeki ve heykeldeki tüm enerji ışın halinde gökyüzünün karanlığına akmıştı saniyelerce. Sanki şimşek çakar gibi bir kaç saniyelik bir parlaklık ortalığı gündüz gibi yapmaya yetmişti. Ama yalnızca bir kaç saniye. Sonrasında ortalık eskisi gibi karardı. Zifiri karanlık tekrar çöktü.

    -Kimsin? dedi Seyhan. "Nereden geliyorsun? dedi. "Bu yaptığın nedir?" dedi Aykut. Sorular peş peşe gelmeye başlamıştı. "Durun bakalım" dedi yabancı. Her şeyi anlatacağım. Az önce gönderilen ışığın kaynağı üzerindeki değişken ışıklı panoya baktı. Geri sayım gibiydi. Sizin zamanınızla yedi küsur dakikamız var" dedi. Bakışları karanlıkta çoktan kaybolmuş olan ışın demetini arıyor gibiydi.

   -Benim adım Kuday dedi. Size yakın bir sistemden geliyorum. En azından bir kaç onyıl daha buralarda olmamam gerekirdi veya sizler bilimde ve teknikte daha çok çalışmalıydınız. Şimdi ise koşullar zorladığı için buradayım. Neden burada olduğumu da biliyorsunuz. Kara delik. Sisteminizde çıkan kara deliği yok etmek. Eğer bu kara deliği burada durduramazsak bir sonraki lokması benim sistemim olacaktı. Burada güneşinizin ışığını yada gezegenlerinizi yutmakla doyacağını düşünmeyin sakın. O yıldız enkazları o kadar oburlardır ki doymak bilmezler. Süreçleri ağırdır ama sağlamdır. Çevresini yuttukça büyürler, büyüdükçe daha fazla yutarlar. Önce çevredeki gezegenler sonra güneşin kendisi onun menüsündedir. Dünyanıza sıra ne zaman gelir diye düşünüyorsanız güneşinizle aranızdaki iki gezegenden sonra diyebilirim. Önce birinci gezegeni yutacaktır, ardından ikincisini. Bu iki gezegen onun ancak kahvaltısı olabilir. Bir kaç yıl -yada beş on yıl- içerisinde de sıra o zamana kadar çoktan ölmüş olan gezegeninizde olacaktır.

     -O zamana kadar ölmüş olan mı? Soru iki gençten birden çıkmıştı.

     -Sizce böyle bir gecede ne yetişir. Karanlıkta hangi bitki büyür. Eko sisteminiz doğrudan merkezi yıldızınıza bağlı. Ondan ışık gelmeyince gezegeninizde hiç bir canlı yaşayamaz inanın. Belki aralarında sağ kalanlar yada yeni duruma uyum sağlayacaklar olabilir ama bu uzak bir olasılık. Öyle olsa dahi türünüzün sonu olacaktır bu kara delik. Sizin gezegeninizi yuttuğunda duracak mıdır? Hayır. Zaten güneşinizdeki enerjiyi alınca korkunç bir hız kazanacaktır büyümesi İşte o zaman sıra komşu yıldızlar ve sistemlere gelecektir. Benim uygarlığıma da tabi. Bu yüzden ben buradayım. İşi daha başında halledebilmek için.

    Madem bu iş bu kadar önemli öyleyse neden yalnızca bir kişi gönderiyorlar" dedi Seyhan. Yabancı bu soruya alınmış gibiydi. "Aşkolsun Seyhan" dedi. Beni tanıdın. Sıradan biri gibi mi duruyorum? Üstelik ben beceremezsem yukarıda başkaları var. dedi. Eliyle gökyüzünü gösteriyordu. Soru sorma sırası Aykuttaymış gibiydi

    -Peki biz neyi bekliyoruz dedi. Seyhan durumu az çok anlamıştı sanki. "Gönderdiğimiz enerji dalgasının kara delik çekirdeğine varmasını" Yabancı gülümsedi. Tahmininden daha akıllı çıkmıştı bilgisayarcı delikanlı. Üçününde gözleri ışın demetinin gönderildiği fenerdeydi. Işıklı panodaki rakamlar tek basamağa düşmüştü. Yabancı yirmi dedi. Ondokuz, onsekiz... Seyhan devam etti; onyedi, onaltı, onbeş. Aykutun hoşuna gitmişti ondört, onüç, on iki... Sıfıra vardıklarında gökyüzünde doğudan batıya tüm ufku aydınlatan bir ışık parladı. Biri dünyayı örten kara perdeyi yırtıp atmış gibiydi. Bir kaç dakika sonrada her yer olması gerektiği gibi aydınlanmıştı. Eski dost güneş gök yüzünde parıldamaya başlamışlardı.

    -Görev tamam" dedi memnun bir sesle. "Sizlerinde benimde uygarlığımız kurtuldu." Aykutta Seyhanda şaşırmıştı. "Bu kadar kolay mıydı? dediler. Aykut

     -Basit bir ışık mı sizleri ve bizleri kurtardı dedi küçümser bir sesle. Seyhan,

     -O bir lazerdi oğlum dedi. Sıradan bir ışk değil.

     - Evet lazerdi ama sıradan bir lazerde değildi. Bir gezegeni yada bir yıldızı yok edecek güçte bir lazer. Üstelik karadelik için karşı maddeyle güçlendirilmiş bir ışın demetiydi. Sözlerinin beklediği etkiyi sağlaması için bir süre sustu. Ardından  "Yapmamız gereken küçük bir iş kaldı yalnızca" dediğinde o eski etkileyici hatta emredici ses tonuyla konuşuyordu. Çantasından ele sığabilecek bir şişe çıkardı. Kendisini izleyen delikanlıların yüzüne doğru birer kere sıktı. Kendisine sersem gibi bakan iki gence  "Şimdi uyuyacaksınız. Uyandığınızda her şeyi unutacaksınız." dedi.

   O günün ertesinde Syriene antik kentinin harabelerinde bulunmuştu iki genç. Güneş saatinin ve güneş saatinin üzerine konulmuş Diyojen heykelinin hemen dibinde uyurken bulunmuştu. Oraya nasıl geldiklerini anımsamıyorlardı. Civarda bulunan Nakliyeci Mustafa nın kamyoneti nasıl geldiklerini açıklıyordu ama ne yaptıkları sırdı. Kocaman bir sır. Belde dedikoduyla çalkalanıyordu.

     Dünyayı Diyojenin kurtardığı söyleniyordu. Diyojenin ve Diyojeni oraya götüren iki kahraman gencin. Diyojenin fenerine ne olduğuysa hiç bir zaman açıklanamadı. Kayıtlara "çalındı" diye geçti.

    Bir gün bu beldeye yolunuz düşerse "Karadelik internet cafe" ye de uğrayın. Duvarda asılı duran teşekkür belgesini inceleyin. İlk bakışta farklılığını anlayacaksınız. Her ne kadar çevresi, özellikle eski patronu  Ercüment Afşar ın sağda solda söylediği "ticari reklam, kendisi İzmir de hazırlatmış" falan gibi cümleleri duyarsanız inanmayın. Seyhanın dediği gibi. "Böyle bir kağıt dünyada üretilmiş olamaz. Böyle bir sembol dünyada tasarlanmış olamaz”.

     Birde belde meydanındaki kamyoncular parkına uğrayın. Nakliyeci Aykutu bulun. Babasının arabasıyla kendisinin çalışmaya başladığını söylemişlerdi. Bir yemek söylerseniz yemekte sizlere arkadaşı Seyhanla gördüğü rüyasını anlatacaktır.       AZİZ HAYRİ  

"İnsanlığın en büyük trajedilerinden biri ahlakın din tarafından ele geçirilmesidir." Sir Arthur Charles Clark

Çevrimdışı kargasiz

  • ***
  • 428
  • Rom: 7
    • Profili Görüntüle
Ynt: Space İnternet Cafe
« Yanıtla #1 : 10 Nisan 2015, 14:57:08 »
Hikaye çok uzun ama içimizden bir şeyler anlattığı için okunuyor yalnız birkaç gözüme batan şeyden bahsetmek isterim. Yazı eski olduğu için o zamandan bu zamana yazım dilinizin de çok değiştiğini düşünüyorum ama yine de yazayım.

Öncelikle yapmıştır, etmiştir, gitmiştir söylemiştir vesaire gibi ardarda biten cümleler okunurken rahatsız ediyor.

Fazlasıyla imla ve kelime hataları dikkat çekiyor. İlk dönemlerde çoğu kişinin yapabileceği hatalar. Düzeltilirse okumak çok daha kolaylaşacaktır.

"defalarca" yerine "kerelerce" kullanmak ilginç geldi. Bunun gibi birkaç kelime daha var yerine yakışmayan.

Tekrar okunduğunda ve düzeltildiğinde daha güzel bir hikaye ortaya çıkacaktır diye düşünüyorum.

Çevrimdışı azizhayri

  • ***
  • 581
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: Space İnternet Cafe
« Yanıtla #2 : 10 Nisan 2015, 16:38:22 »
Evet eskiden yazdığım bir denemeydi. Okuduğunuza sevindim, eleştirdiğinize daha çok sevindim. Konuşma cümlelerinin sonuna eklenen "dedi, diyor" gibi eklere oldum geldi kızmışımdır ama yerlerine koyabileceğim başka şeyler bulamadığım veya o tarza alışmadığım için böyle sürüp gidiyor. İmla hataları ise neredeyse kangren durumunda. Neyse bir kere daha teşekkür ediyorum okuduğunuz için. Bu akşam saati beni çok mutlu ettiğinizi söylemeden geçemeyeceğim...
"İnsanlığın en büyük trajedilerinden biri ahlakın din tarafından ele geçirilmesidir." Sir Arthur Charles Clark

Çevrimdışı kargasiz

  • ***
  • 428
  • Rom: 7
    • Profili Görüntüle
Ynt: Space İnternet Cafe
« Yanıtla #3 : 10 Nisan 2015, 17:38:33 »
Rica ederim, elimden geldiğince denk geldiğim öyküleri okumaya çalışıyorum, birbirimizi eleştirdikçe daha güzel işler ortaya çıkacaktır. Keşke daha fazla katılım olsa bu tartışmalara. Cümle cümle irdelemek gerekir bazen, ki çok da zevkli olur :)

Çevrimdışı azizhayri

  • ***
  • 581
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: Space İnternet Cafe
« Yanıtla #4 : 10 Nisan 2015, 18:07:07 »
Sözlerinize katılıyorum ama uygulama olarak katkıda bulunamıyorum. Yada elden geldiğince katkıda bulunmaya çalışıyorum. Yeni gelin gibi ortalıkta süzülmek olmaz değil mi?
"İnsanlığın en büyük trajedilerinden biri ahlakın din tarafından ele geçirilmesidir." Sir Arthur Charles Clark