Genelde işlerin kötüye gittiğini, hayatının elinden yavaş yavaş nasıl alındığını ancak çok geç olduğunuda anlarsın. O ünlü cümleyi kurarsın hatta, – Bu noktaya nasıl gelebildik?- ama ben ilk saniyesinden beri görebiliyordum işte. Görebilmiştim, görüyorum, ama elimden hiçbir şey gelmiyor. Sessizce izleyebiliyorum sadece.
Her şey onun bir gün hayatıma öylece, evet ansızın, belirmesiyle başlamıştı. Ne olduğunu bile anlamamıştım. Korkmuştum hatta. Bir anlığına gözlerimi kapadım, açtım, ve oradaydı. Yalnızdım. Konuşacak kimsem yoktu. Bilen bilir, manevi sefaletin öyle bir noktaya vurur ki bazen, gerçekliğin sınırları gizli gizli silerler kendilerini. Ve bir bakmışsın ki artık hangi tarafta olduğunu tam olarak kestiremiyorsun.
O da o anda gelmişti. Bana başka hiçkimseye anlatamayacağı en derin, en ayıp, en kirli sırlarını anlatmıştı; ben de benimkileri ona anlattım. Kısa sürede hayatım boyunca hiç sahip olabileceğimi düşünmediğim, sıkı ve yakın bir dostum olmuştu. Hani bir şeye ihtiyacın olduğunu, ona sahip olunca anlarsın ya, bizim de birbirimize ihtiyacımız varmış o güne dek. Bilmiyorduk sadece.
Okulda normalde yalnız oturulan sıralarda, yemekhane masalarında artık iki yakın, hatta en yakın arkadaştık. Kimse yanına oturmak istemediği için boş bırakılan otobüs koltuğu artık kalıcı olarak doluydu. Yıllar sonra birbirimizle gülmeyi, paylaşmayı öğrenmiştik. Sınırların canları cehenneme.
Bir de aileyi öğrenmiştik. İnsanların arasına çıkmanın önemini en yakınlardan başlamak kadar doğal bir şey olabilir miydi? Öğrenmiştik. Biz onları öğrenmiştik ama, aile bizi bir türlü öğrenmeyi istemiyordu. Önce görmezden gelmeler, sonrasında kıs kıs gülmeler… Aldırış etmedim. Bilemezlerdi. Sonra azarlamalar, kavgalar, kızmalar, odaya kapatmalar…
– Gerçekle hayali ayırt edemiyorsun, diyip dururlardı. En sevdikleri cümleydi. Hiç anlamaya çalışmadılar ki. Bazen bu yüzden bir köşede sessizce ağlardı. Ben de onunla ağlardım, ama beni her zaman teselli ederdi. Zavallım. Her şeye rağmen beni mutsuz görmeye dayanamazdı.
Çok değil, birkaç hafta önce psikoloğa götürmüşlerdi bizi. Zaten her şey yokuş aşağı gitmeye o gün başlamıştı. Zar zor kurduğumuz mutluluk kalemiz kuşatılmaya o gün direnmeyi bırakmıştı. “Hayali arkadaş…” diyip duruyordu gözlüklü, kravatlı adam. Bilmiyordu ki, sırf bir şey ‘hayal’ diye, gerçek olamaz mıydı? Aşk mesela, gerçek değil miydi o zaman? Peki dostluk?
Bunları düşünedurayım; çarklar dönmeye başlamış, tedavilere, telkinlere başvurulmuştu bile. Mancınıklar surlarımızı gofretten yapılmışlarcasına un ufak ediyor, bizi savunmasız, iki çelimsiz asker başımıza bırakıyorlardı.
Tüm bunlar yalnızca son iki hafta kadarlık bir sürede oldu. Bu noktaya böyle geldik. Ve şimdi, şu an, aynı ahşap kaplı ofisin meşin koltuğunda uzanıyorken biz, hala elimden hiçbir şey gelmiyor.
– Evet, neymiş bakalım o zaman? diye soruyor psikolog, yüzünde tatmin olmuş gülümsemesiyle.
Onlar konuştukça, ağızlarından çıkan her kelimeyle sınırlar tekrar çiziliyor. Her bir heceyle biraz daha hafifleşiyorum. Yok oluyorum.
– O gerçek değilmiş, hayalmiş, diyor arkadaşım. Mutsuz ama umutlu, karamsar ama kararlı. Acı bir ilacı yutar gibi.
Son bir umutla dostumun ismini haykırıyorum. Duymuyor. Kalemizin kapıları ardına kadar açılıyor, kızarmış yaban domuzları ve üzümlü şarap kokularıyla fatihlerini içeriye davet ediyor. Sesleniyorum, bağırıyorum, yalvarıyorum; kimse dönüp bakmıyor.