Kayıt Ol

Kaderin Dörtlüsü 2.bölüm sonunda bitirdim

Çevrimdışı serhan1310

  • **
  • 91
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Kaderin Dörtlüsü 2.bölüm sonunda bitirdim
« : 16 Ağustos 2015, 18:38:04 »
                                                           kaderin dörtlüsü

1.BÖLÜM

HELLİON ve DOMİON

"Hey Yamtar kötü görünüyorsun"

Yamtar gecenin karanlığında güverteden denize doğru bir miktar daha kustuktan sonra üstündeki her yanı ıslanıp yer yer yırtılmış ve eskiden beyaz olsa bile şuan o renginden eser kalmamış olan gömleğinin koluna ağzını silerek kardeşinin sözlerine başını sallayarak güldü.

Yamtar kirli sakalı, simsiyah gözleri ve oldukça iri cüssesiyle ilk bakışta ürkütücü görünse de gülmeyi seven ve en olmadık anlarda bile insanları güldürebilen birisiydi. Fırtına bulutları dağılmış ve deniz bir nebze olsun sakinlemişti. Sadece denizcilerin, her zaman çok sevip Nierna yağmuru dedikleri şekilde ince ince yağmur yağmaya başlamıştı.

   Yamtar denize yabancıydı. Kardeşi Alesta ile uzun zaman önce kader yollarını ayırmıştı. Alesta hırslı biriydi ve hep denizi görmek isterdi. Bu hırsıyla, İmparatorluk sınırlarının içinde olsa da, çok kimsenin bilmediği etrafı dağlarla çevrili bir düzlükte yer alan Orfelm köyünü terk etmiş ve ihtişamlı başkenti görmek üzere yola çıkmıştı. Ayrılışları dargın değil kederliydi. Alesta'nın gözlerine bakarken o günü hatırladı. Hava her zaman olduğu gibi yağışlı ve soğuktu ayrıldıkları gün köylerinde.

Orfelm halkı genelde vahşiler ya da dağ adamları olarak adlandırılırdı. Bunun nedeni vahşi oluşlarından değil görünüşlerinden ve yaşam tarzlarından dolayıydı. Yaşadıkları coğrafyada iklim şartları çiftçiliğe ve yetiştiriciliğe izin vermediğinden başlıca geçim kaynakları avcılık ve balıkçılıktı. Hayvan kürklerinden yapılma elbiseler giyerlerdi ve unutulmuş zamanlarda her ne kadar şanlı kahramanlıkları olsa da efsanelerle birlikte dış dünyadan uzaklaşmışlardı. Ayrıldıkları gece babaları dünyevi yaşama veda etmişti.

Kar taneleri Alesta’nın siyah saçlarına düşerek yer yer kırlaşmış gibi gösteriyordu. Ağlamasada ses tonu ağlamaya yakındı. "Gidelim bu diyarlardan. Artık bizi bu soğuk, verimsiz ve her daim acı veren topraklara bağlayacak bir şey kalmadı" demişti.

Yamtar "Başka bir yaşam tarzı bilmiyoruz ki bu toprakların ötesinde. Bizim sorumluluğumuz burada.  Sen ve ben kardeşim en iyi avcılarız. Kış iyice bastırdığında, aç kalan kurt sürüleri dağlardan indiğinde, çocukları kadınları kim koruyacak. Babam ölmeden önce bu köyü bize emanet etti. Bizi birbirimize emanet etti. Bu topraklar bizi biz yaptı ve borçluyuz" diye cevap vermişti.

Alesta acı ve öfkeyle "Biz ikimiz bu topraklara olan borcumuzu fazlasıyla ödedik ağabey" diye haykırdı. Daha fazla tutamadığı gözyaşları usulca yanaklarından aşağı doğru süzülmeye başlamıştı. "Kız kardeşimiz dağ çileği toplayıp bize sürpriz yapmak isterken bir dağ kaplanı tarafından parçalandığında ödedik. Annemiz donmuş gölde balık tutmaya çalışırken buzlar kırılıp içine düşerek soğuk sularda donarak öldüğünde ödedik." Yere diz çöküp bir avuç kar alarak "Babamızı karlar altına gömüp uğurlarken ödedik." dedi. Gökyüzüne doğru "EY GÜNEYİN SOĞUK DAĞLARI SİZE VERECEK BİRŞEYİM KALMADI" diye haykırıp ardından Yamtar’ a dönerek "Bu dünyaya verecek bir şeyim kalmadı. Ama alacak çok şeyim var ağabey." dedi.

Kardeşinin sözleri kendisini etkilemiş olsa da Yamtar' ın kalbi köylerine bağlıydı. O anda bile Freya aklından geçiyordu. Kıza aşıktı ve onu bırakıp gidemezdi. Freya’ da ailesini bırakıp gelemezdi. "Öyleyse bu bir veda kardeşim."

Alesta bir süre hiçbir şey yapmadan durdu. Ve ardından beraberce ilk kar leoparlarını öldürdükleri zamanki gibi birbirlerine sarıldılar. İkisininde gözünden yaşlar akıyordu.

"Dilerim ki aradığını bulasın kardeşim." dedi Yamtar.

"Dilerim ki elindekiler hayatın boyunca seni mutlu etmeye yetsin kardeşim" diye cevap vermişti Alesta ve o günden sonra tekrar buluşmalarına kadar on yıl geçmişti.

Ayrıldıkları günden beri yaşamlarında iki kardeşinde çok şeyler değişmişti. Alesta hayallerine kavuşmuştu. İmparatorluk mührünü taşıyordu ve yetenekli bir kaptan olmuştu. Görevi keşif yapmaktan ticarete kadar birçok alanda değişebiliyordu. Abisinin sırılsıklam haline biraz daha gülerek "Haydi güverteyi terk edelim." dedi.

"Rüzgârı hissetmek hoşuma gidiyor. Özelliklede fırtınadan sonra gecenin sessizliği huzur verici geldi." diye cevap veren Yamtar tek bir kalın örgü şeklinde sırtına inen saçlarını açarak başını sallayıp saçlarını dağıttı.

"Biliyor musun şuan seninle denizlerdeyim ya bana bundan daha fazla huzur verecek, güvende hissettirecek bir şey yok." dedi Alesta.

Güverte boyunca karanlıktan ve sisten ötürü seçemedikleri biri koşarak yanaşıyordu. Yanlarına varmasına birkaç metre kala gelenin Limno olduğunu gördüler. Sıska kısa boylu ve kel bir adam olan Limno kendisinin tam zıddı bir görünüme sahip iki kardeşin yanında, sanki babasının yanında duran küçük bir oğlan çocuğu gibi komik duruyordu. Soluk soluğa ve telaşlı olması Alesta' yı tedirgin etti.

"Sintinede çatlak var kaptan "

"Ne kadar kötü" diye sakince sordu Alesta. En kötü durumlarda bile sakinliğini ve disiplinini bozmamasıyla tanınıyordu adamları arasında.

"Hızlı su alıyoruz. Eğer aynı şiddette bir fırtınaya daha yakalanırsak çatlaklar tamamen parçalanabilir"

"Seferde tadilat imkânı var mı?"

"Kaptan bunun mümkün olmadığını düşünüyorum. Bizi sığ sularda idare edebilecek şekilde onarabiliriz fakat dönüş yolunda açık denizde sulara yakın olduğumuz kadar tanrılara da yakın oluruz. En yakın karaya demir atıp detaylı bir onarım yapmamız gerekir." soluk soluğa konuştuğu için sözleri zar zor anlaşılıyordu.

Alesta derin bir kahkaha atarak "Limno en yakın kara nerede bilsek bunu zaten bende diyebilirdim. Açık denizde hiç bu kadar ileriye gitmemiştik. Gün doğduğunda fırtınanın bizi rotamızdan ne kadar sürüklediğine bakarız ve ona göre yeni bir rota belirleriz gerekirse. Şimdi su seviyesini düzenli olarak kontrol edin ve kovalarla boşaltın gerekirse."

"Nasıl emrederseniz kaptan" diyen Limno yanlarından uzaklaştıktan sonra Yamtar kardeşine "Durum ne kadar kötü söylediklerinden bir şey anlamadım. Şu denizci terimleri çok garip." diye sordu.

Alesta kahkaha atarak "Fırtına bir anda dinince tanrılar bizi kutsadı sandık ya kardeşim, aslında üstümüze pislemek için ara vermişler demek. Ben kamarama geçip artık biraz dinleneceğim yoksa burada yıkılıp kalacağım. Bakalım yeni doğacak gün bize neler sunacak.” diyerek dinlenmek üzere abisinin yanından ayrıldı.

Yamtar kardeşinin tanrılarla ilgili şakasına gülümseyip, yanından uzaklaşırken kardeşini izledi. Aralarında üç yaş vardı. Yine de kardeşi Yamtar’ ın gözünde korunmaya ihtiyaç duyan küçük kardeşiydi ve hiç büyümemişti. Oysa diğer halklara nazaran oldukça uzun boyu, kaslı vücudu, belindeki kından kabzası altın işlemelerle kaplı sarkan kılıcı ile hiçte korunmaya ihtiyacı olan biri gibi görünmüyordu Alesta. Yamtar bir süre daha güvertede oyalandıktan sonra yağmur biraz daha hızlanınca kendisi için ayrılmış kamarasının yolunu tuttu.

Kamarası oldukça sadeydi. Küçük bir penceresi vardı ve hemen hemen denizle aynı hizada olan pencereden gecenin karanlığından başka bir şey görünmüyordu şuan. Yavaşça yatağa uzandığında ayakları yatağın dışına sarktı. Gemideki tüm yataklar aynı boydaydı ve Yamtar fiziksel olarak halk geneline göre oldukça uzun boyluydu. Başını kaz tüyünden rahat yastığına koyduğunda derin, rüyasız bir uykuya dalması zor olmadı.

Kapısının sertçe çalmasıyla uyandı.  Daha uyku halini üzerinden atamadan "Dışarda savaş çıksa uyanmayacaksın herhalde" diyen kardeşi Alesta odaya dalmış, üstüne imparatorluk arması işlenmiş samur pelerinini ve kendisi için özel olarak yapılmış zırhını giymişti bile.

Esneyerek uykunun ağırlığını üzerinden atmaya çalışan Yamtar hafifçe yatağında doğrulup, kardeşine ne olduğunu soran gözlerle baktı. Alesta'nın heyecanı gözlerinden okunuyordu. "Çabuk hazırlan abi sana anlatmak istediğim bir şey var ve lütfen senin için hazırlattığım giysileri giy. Kaptan köşkünde seni bekliyor olacağım." girdiği gibi hızla odayı terk edip kapıyı arkasından kapatmıştı.

Yamtar kapının yanındaki diğer yatağın üzerine bırakılmış elbiselere, durduğu yerden göz attı. Odasında bir değişiklik daha vardı. İlk başta algılayamasa da kamarasının bu sabah aydınlık olduğunu pencereden içeri güneş ışıklarının sızdığını fark etti. Bir haftadır sisler ve fırtına içinde geçen yolculuktan sonra güneşin aydınlığı huzur vericiydi. Kollarını iki yana açıp gerildiğinde göğsü köyündeki geçit vermez dağlar gibi kabarmıştı. Kendisine bir bardak su doldurup sürahideki suyu kafasına diktikten sonra bardaktaki suyu da gür siyah saçlarına döktü. Kendi yaptığı harekete kendisi kısa bir an gülüp kardeşinin bıraktığı giysileri giymek üzere ayağa kalktı ve her sabah olduğu gibi yine başını kendisi için biraz alçak olan tavana vurdu. Kafasının üstündeki ufak şişliklere her gün bir yenisi daha ekleniyordu.

   Göğsünde zarif iki metal plaka bulunan işlemeli deri bir zırh vardı. Metal plakaların üzerine, birbirine bakan iki şahin başı işlenmişti. Aynı kardeşinin zırhına benziyordu. Tek fark kardeşininkinde kurt başı işlemesi vardı. "Gösteriş budalası" dedi içinden tebessüm ederek. Son olarak zırhını kapatan iyi kalite pelerinini giydikten sonra saçlarını tek bir kalın örgü şeklinde topladı. Sırtına kadar inen kuzguni siyah saçları şehre ilk geldiğinde birçok kızın hayranlığına sebep olmuştu.

   Kaptan köşküne gitmek için güverteye çıktığında kendisini gören herkesin şaşkın bakışlarına maruz kalmıştı. Sürekli yırtık pırtık kirli bir gömlek ve deri pantolonla dolaştığı için bu elbiseler altında oldukça farklı görünüyordu. Bazı adamlar aralarında eski kandan krallar gibi diye mırıldandı. Daha önce kendisine bir yabaniymiş gibi küçümseyerek bakan gözlerde şimdi saygı ve hayranlık vardı. Sadece bir kıyafet ne kadar çok şeyi değiştirmişti. Orfelm de elbiselerin neredeyse hiç önemi yoktu ama şehirde elbiseler, dış görünüm o kadar önemliydi ki bunu yeni yeni anlamaya başlıyordu Yamtar.

   Sonunda kaptan köşküne vardığında içerde kardeşinden başka bir kişinin daha olduğunu gördü. Diğer adam oldukça yaşlıydı. Yamtar onunla ayaküstü birkaç kez sohbet ettiğinden adamı tanıyordu. Gemi ustası Falerth'di. Hellion ve Domion gemilerinin projesini ve yapımını üstlenmiş ve gemilerle ilgili her şeyi kardeşine öğretmişti. Odanın ortasındaki genişçe bir masanın yanına yaklaştırılmış sandalyelerden birinde oturuyordu. Masanın üstü bir sürü harita parçası cetveller pusulalar ve pergellerle doluydu. Kaptan köşkünün güverteye bakan penceresinden manzara oldukça hoş görünmekteydi. Denizin öfkesi dinmiş huzurla geminin yol almasına izin veriyor, hafif dalgalar geminin gövdesini, bir annenin bebeğini nazikçe sarması gibi sarıyordu. Alesta iki yüz metre kadar yanlarında ilerleyen diğer gemi Hellion’ a bakıyordu. Hellion daha küçük bir gemiydi ama oldukça hızlı olması için inşa edilmişti. Büyük fırtınalarda dalgaların şiddetini azaltmak ve Domion’ u dalgaların ilk sert etkilerinden korumak amacıyla sürekli etraflarında manevra yapıp dalgalarla adeta günlerdir savaş vermişti.

   Alesta gemi ustasına bakarak "Eserlerinle gurur duymalısın Falerth" dedi. Ardından masanın yanındaki bir diğer sandalyeye yerleşti.  Yamtar ikisi arasında bir tartışmaya denk geldiğini Alesta’nın asabi sessizliğinden anlamıştı.   

   Falerth ayağa kalkıp "Bazı sınırlar vardır ki aşılmamalıdır. Biz, bizlerden çok önceleri, bizlerden çok daha güçlülerin koyduğu sınırları aştık. Umarım "

   "Yeter!" diye sertçe sözünü kesti Alesta yaşlı adamın. "Bizden daha güçlü olsalardı aşabileceğimiz bir engel koymazlardı. Bu bizim kaderimiz."

   Falerth bir şey demeden ayağa kalkıp Yamtar'ı kısaca selamlayarak dışarı çıkarak iki kardeşi yalnız bıraktı.

   "Anlat bakalım küçük kardeş nedir seni bu kadar kızdıran." bir kenarda duran meyve sepetinin içinden irice bir elmayı alan Yamtar büyük bir ısırık alarak karmaşık masanın yanındaki sandalyelerden birine oturdu.

   "Harika olmuşsun bu zırh ve pelerin içinde büyük kardeş"

   "Hadi ama kur yapan kızlar gibi konuşmayı bırakıp bu heyecanının nedenini anlat bakalım. Yoksa meraktan taş kesileceğim burada."

   Alesta içten bir kahkaha attı. "Eski efsanelerle yüzleşmek üzere olmanın heyecanı içerisindeyim."

   Elmasından bir ısırık daha alan Yamtar "Hatırlıyor musun kardeşim bir keresinde daha on iki yaşındayken yan köylerden ticarete gelenlerin anlattıkları bir hazine hikâyesi yüzünden beni dağlarda hazine aramaya ikna ettiğin bir gün vardı. Şimdide yüzünde aynı pırıltı var."

   "Ama bu sefer farklı" diye araya girmek istese de Yamtar’ ın işaret parmağını dudağına götürüp sus işareti yapmasıyla sustu.

   "O gün beni ikna edebilmiştin ve kimsenin çıkamadığı kadar yükseğe tırmanmıştık. Dağın zirvesinde olukça yoğun bir sis vardı ve aynı bahsi geçen şekilde bir mağara bulduk, lakin içerisinde hazine yerine dev bir kar kaplanı bizi karşıladı. Canımızı nasılda zor kurtarmıştık. Panik içinde siste kaybolmuş fırtınaya yakalanmıştık ve sen neredeyse ölüyordun. O gün en büyük hazinenin senin hayatın olduğunu fark ettim. Çünkü hiç bir şey atan kalbinden daha değerli değildir kardeşim."

   İki kardeş arasında bir süre sessizlik oldu. Aslında Alesta' yı bugün içinde bulunduğu yolculuğa sürükleyen şey on iki yaşında o mağarada kaybolduğu sırada bir iskeletin yanında bulduğu ve varlığını herkesten sakladığı, avuç içine sığacak küçüklükteki kutuydu. Kardeşinin nasılda tam olarak o olayı hatırlattığını bir an merak etti. O hazine hikâyesi tamamen uydurmaydı. O kutuyu rüyalarında görmüştü ve yolculuk tek başına o yaşta cesaret edemeyeceği kadar zorluydu. Elini belinde takılı olan küçük deri çantanın içine atarak rüyalarında gördüğü tuhaf nesneyi çıkartıp Yamtar' ın önüne doğru masaya koydu.

   Yamtar ilk başta küçük nesneye umursamazca bakarken kutunun üstündeki kuleye benzer şekil bir anda dikkatini çekmişti. Abisinin nesneyi daha öncede gördüğünü anlayan Alesta "O mağaradan sadece canımızı kurtarmamıştık. Seninle ayrı düştüğümüz bir anda bunu buldum. Sende rüyalarında görüyordun değil mi? Bu yüzden seni ikna etmem o kadar da zor olmamıştı. İçinde bir yerde sende o dağların zirvesindeki mağaraya gitme ihtiyacı hissediyordun."

   Yamtar hiç bir şey demeden kutuyu eline alıp incelemeye başladı. Rüyalarında gördüğüyle tıpatıp aynıydı kutu. Düşünceli gözlerle kutuya bakarken Alesta "Mağaraya gittikten sonra bir daha o rüyaları görmez oldun değil mi?" diye sordu.

   "Nasıl bilebiliyorsun tüm bunları"

   "Köyü terk ettiğimden beri çok fazla araştırma yaptım. Kimsenin bilmediği eski yazıtlardan parçaları topladım ve o kadar çok şey öğrendim ki hepsini sana anlatmaya kalksam bu yıllarımı alır. Sonra başka rüyalarda görmeye başladım. Adeta rüyalarım beni bir sırrı bulmam için yönlendiriyordu." Kitap raflarının arasından bir kitap çıkartarak tozlu sayfaları hızla karıştırmaya başladı. Kitap öyle eskiydi ki bazı sayfalardaki yazılar neredeyse okunamaz hale gelmişti. Sonunda aradığı sayfayı bularak açıp Yamtar ‘a gösterdi. Sayfadaki yazılar zar zor seçiliyordu. Bir şarkının dizeleri gibi yazılmıştı.

   “Kan kutsaldır gerçek mirastır

   Ne zaman döker ilk kanını kudretli ataların evlatları

   O zaman düşlerinde parıldar kaybolmuş mirasları……”

   Devamındaki yazılar pek seçilemiyordu. Yamtar anlamamış gözlerle kardeşine bakıp “Eeee” diye sordu.

   Alesta hayal kırıklığına uğramış küçük bir çocuk gibi hevesle abisinin göremediği detayları görmesi için “Bu kitap çok eski farklı kaynakların birleşiminden oluşmuş. İçindeki hiçbir metin tam değil”

   Yamtar sayfaya daha dikkatli bakıp göremediği kaçırdığı detay ne anlamak istedi ama hala bir şey anlamamıştı. “Tamamda bu ne anlama geliyor hala anlamadım”

    “Yazılanın anlamından önce nasıl okuyabildiğini ve dilini düşün. Bu kitabı senden benden başka birde köyümüzdeki birkaç kişi okuyabilir.”

   Yamtar’ ın zihninde adeta bir anda ışık yanmıştı. O kadar eski bir kitabı okuyabilmişti. Üstelik kitap kimsenin kullanmadığı Orfelm dilinde yazılmıştı. Kendi içinden babasının atalarıyla ilgili anlattığı ve hiç inanmadığı hikâyeler geçti. Kardeşine baktığında Alesta’nın gözlerinin heyecanlı parıltısının sebebini anlıyordu ama hala göremediği bir şeyler vardı.

   Daha fazla dayanamayan Alesta “Bizim halkımız diğer hiçbir halka benzemiyor. Kendi tarihimizi nesiller boyu unutsak ta ilk kullandığımız dili hala bilenlerimiz var. Babamız bizlere öğretmişti. Kitapta yazdığı gibi kan kutsaldır gerçek mirastır. Bizim mirasımız kanımıza işlenmiş. Bizler aslında yitip gitmiş çok büyük bir ulusun yüzbinlerce yıl sonraki kalıntılarıyız. Ama damarlarımızda hala atalarımızın kanı akıyor. Diğer dize, ne zaman döker ilk kanını kudretli ataların evlatları, o zaman düşlerinde parıldar kaybolmuş mirasları… İlk rüyanı ne zaman gördüğünü hatırlıyor musun?”

   Kardeşinin gözlerinde yanan heyecan ateşi Yamtar’ ın da gözlerinde yavaş yavaş körüklenmeye başlamıştı. İlk rüyasını gördüğü geceyi hiç unutmuyordu çünkü çok mutlu olduğu bir geceydi. İlk avlarına gitmişlerdi. Bir tür erkek olma sınavı gibiydi. Oldukça büyük bir dağ ayısı avlamışlardı kardeşiyle beraber. “Tıpkı dizelerdeki gibi” diye mırıldandı.

   Alesta abisinin sonunda kavramayı başardığı gerçeği doğrularcasına “İl kanımızı döktüğümüz günün gecesinde gördük rüyayı tıpkı dizelerdeki gibi ve gördüğümüz kaybolmuş mirasımızın düşlerimizdeki parıldamasıydı” dedi. “Bizim halkımız tuhaf bir güce sahip ve bu yüzden diğer köyler ve şehirler bizi dışlıyor yabancıymışız gibi bakıyorlar. Çok şehir ve medeniyet gezdim. En avcı ve savaşçı toplumlara girip araştırmalar yaptım ama inan kardeşim on yaşında hiçbir erkek çocuğu bir mızrak darbesiyle dev bir dağ ayısını yere serecek cesarette değil. Bizlerin dağlarda mızrak salladığımız yaşlarda diğer halkların çocukları el sallamayı marifet sanıyorlar neredeyse.”

   Yamtar oturduğu yerden kalkıp güverteye bakan pencerenin önüne giderek denizi izledi bir süre. “Peki, şimdi ne yapacaksın”

   “Dünya benden çok şey aldı demiştim bir keresinde. Şimdi ise benim olanları alacağım.” Masadaki küçük kutuyu alarak kapağını açtı. Bir tarafında tuhaf bir kelime yazıyordu, diğer tarafında ise pusulaya benzeyen daha değişik bir şey vardı. “bu Ethenami Nomen’in yolunu gösteriyor.” Diye açıkladı. “Büyücüler tarihiyle ilgili bir şey hatırlıyor musun babamızın anlattıklarından.”

   Yamtar olumsuz anlamda başın salladı.

   “Güneyde büyücüler ve insanlar bir zamanlar huzur içinde yaşarlarmış. Büyücülere ilk doğanlar da denirmiş çünkü insanoğlu onlardan çok daha sonraları ortaya çıkmış. Ama insanoğlu kendini geliştirmeye aç bir toplummuş ve öyle güçlenip gelişmişler ki yaptıkları silahlar dünya düzenini alt üst etmeye başlamış ve sonunda kendi yok oluşlarını getirmiş. Ama en yüce büyücüler bu yok oluşu durdurmak için dünyanın geri kalanını kurtarmak adına birleşip bütün güçleriyle senin ayıran nehir diye bildiğin ve dünyamızı tam ortadan ikiye böldüğü bilinen nehri ve ayıran dağları yaratmışlar. Büyücülerin bir kısmı bizim yaşadığımız topraklarda bir kısmı da diğer ayrılan tarafta kalmış. Nehri hiçbir şey geçemez dağları hiç kimse aşamaz şekilde yapmışlar. İlerleyen zamanlarda atalar köprüsü inşa edilmiş. Kilometrelerce uzanan nehrin, diğer yanına geçebilmek için ama sadece seçilmişler o köprüden geçebilirmiş ve köprüyü bulabilirmiş. Bu kişilere Ethenami Nomen demişler. Anlamı sırların kardeşliği ve bu pusulalardan taşıyorlarmış.” Elindeki kapağını açtığı pusulayı göstererek. “Ayıran nehrin denizde bile devam ettiğini gördüm. Denize karışıp akıntı gücünün yavaşlaması gerekir diye hesapladım ve en zayıf olduğu noktayı keşfettim. Günlerdir içinde bulunduğumuz sis ve fırtına bu ayıran nehrin geçit vermeyen büyüsüydü ve sonunda başardık kardeşim. Binlerce yıldır kimsenin aşamadığı, efsanelerde kaybolmuş silinmiş bir sınırı aşmayı başardık. Bizim köyümüz ayıran dağların yamacında ama diğer dağların gerisine kalan kısımdan kopmuş ufak bir parça sadece.”

   Uzun bir sessizliğin ardından “Bu söylediklerin amacını açıklamıyor” dedi Yamtar.

   Alesta derin bir iç çektikten sonra “Orada öyle bir şey bulacağız ki belki de tüm dünya döndüğümüzde önümüzde diz çökecek. Belki imparator bile olurum.”

   “Şan şöhret peşinde geçecek ömrün yani.” diye küçümsercesine konuştu Yamtar. “ Neden hiçbir zaman elindekilerin mutluluğuyla yetinmeyi bilmiyorsun ki. Gemi ustası Falerth haklı, unutulmuş şeyler belki de unutulması daha hayırlı olduğu için unutulmuştur ve bazı sınırlar geçilmemelidir.”

   Alesta öfkeyle doğruldu “Bana eski kafalı bir bunağın sözlerini tekrar et diye yanımda getirmedim seni ağabey.” Dediği sırada odanın kapısı telaşla çalınmaya başladı. “Gir” diye emretti Alesta.

   İçeri on dört on beş yaşlarında bir çocuk girdi. Gemideki haber iletme işleriyle ilgilenip kaptan Alesta’nın ayak işlerini yapardı genelde. Çocuk oldukça heyecanlıydı. Nefes alışından tüm yolu koşarak geldiği belli oluyordu. Çocuk iki kardeşin sert bakışları altında iyice ufalmıştı adeta. İçinde bulunduğu ortamdan bir an önce kurtulmak istercesine “Gözcü kaptan” diyerek bir an soluklanmak için durduktan sonra “Gözcü geminin şuan ki rotasını kuzey esas alırsak kuzey batı yönünde kuleye benzer bir şey gördüğünü size iletmemi istedi.”

   “Teşekkürler Gino” diyen Alesta meyve sepetinden bir elma alıp küçük çocuğa uzattı ve gitmesi için izin verdi. Gemide çalışan herkesin ismini eksiksiz bilirdi. Yamtar’ a dönüp “Sana karşı sesimi yükselttiğim için affet beni abi” dedi.
.
   Yamtar kardeşinin yanına gidip kulağına doğru eğilerek “Asıl hevesini baltalamaya çalışıp heyecanını paylaşmadığım için sen beni affet küçük kardeşim. Hiçbir şeyin içindeki alevi söndürmesine izin verme” dedi.

   Domion oldukça büyük bir gemiydi. Tek başına iki yıl boyunca denizlerde kalabilecek kadar erzak yüklüydü. Geminin en uzun yelken direğinden dürbünle gözcünün işaret ettiği yere bakan Alesta elindeki Ethenami Nomen yazan pusulanın gösterdiği yönle karşılaştırdı ve doğru yolda olduklarına kanaat getirdikten sonra “İSKELE ALABANDA TAM YOL İLERİİİ” diye bağırdı. Ardından kaptanın sözlerini hemen her mürettebat bağırarak tekrar etti. Kısa sürede açılan Domion’un yelkenleri rüzgârı kucaklayıp geminin hızla ilerlemesini sağlamaya başladı. Bine yakın kürekçi küreklerin başında yerlerini almış geminin hızına hız katmaya çabalıyorlardı. Daha ufak olan gemi Hellion’da arkalarında yelken açmış kendilerini izliyordu. Tahmini olarak üç gün içinde karaya varacaklarını düşünen Alesta’ nın takip eden üç gün boyunca neşesini hiçbir şey bozamayacaktı.
cesaret yoksa zaferde olmaz

Çevrimdışı milenya

  • **
  • 260
  • Rom: 6
  • Belki de Tanrı bize inanmıyor!
    • Profili Görüntüle
Ynt: Kaderin Dörtlüsü
« Yanıtla #1 : 16 Ağustos 2015, 19:47:09 »
Fazlasıyla sürükleyiciydi. Başlamamla bitirmem bir oldu hikayeyi lakin ikinci bölümü aradı gözlerim hemen. Umarım yakın zamanda okumak nasip olur devamını.
Kalemine sağlık.
Spoiler: Göster

Çevrimdışı serhan1310

  • **
  • 91
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Kaderin Dörtlüsü
« Yanıtla #2 : 16 Ağustos 2015, 23:46:09 »


ADA


   Kıyıya varan filikadan sahile ilk adımı Yamtar atmış, toprağa basmanın sevinciyle yerden bir avuç kum alarak avuçlarını kumla ovuşturuyordu. Karadan hiç ayrılmamış biri olarak iki aydır denizlerdeydi ve sonunda toprağa yeniden ayak basmış olmanın sevinci yüzünden okunuyordu. Kardeşinin ısrarı nedeniyle alışık olmadığı zırhını kuşanmış olsa da kılıç yerine alışık olduğu mızrağını ve yayını yanına almaktan vazgeçmemişti. Hatta bu yüzden kardeşiyle ufak bir tartışma bile yaşamıştı. Alesta tüm asiller kılıç taşır dese de Yamtar, zaten senin istediklerini giydim bari bırak ta bildiğim silahlarla kuşanayım demişti. Tartışmaları oldukça kısa sürmüştü çünkü Alesta’ da olası bir tehlikede Yamtar’ ın elinde kılıç yerine mızrak veya yay olmasını tercih ederdi. Köylerinde Yamtar’ dan daha iyi mızrak fırlatabilen yoktu. Ayağındaki dayanıklı çizmeler ve pantolonu dizlerine kadar ıslanmıştı. Bunun nedeni kürekçilerin suya inip filikayı kıyıya kadar çekmelerini bekleyecek kadar sabredememiş olmasıydı.

   Filikanın en ucunda, Alesta’nın hemen yanında ayakta beklemekte olan Hellion gemisinin kaptanı, Yamtar’ ın hareketini basit ve küçük düşürücü bulduğunu belirtecek şekilde küstahça gülümseyip “Sen ona unvan ve yetki veriyorsun o ise basit kürekçilerden bile önce suya atlayıp annesine koşan bir çocuk gibi koşarak toprağı öpüyor” diye Alesta’ ya sitem edip başındaki kaptan şapkasını sıcağa daha fazla dayanamayarak çıkarttı. Rengini adeta güneşten almış olan sarı saçları omuzlarına dökülürken deniz mavisi gözleriyle cevap beklercesine Alesta’ ya bakıyordu.

   Alesta yanındaki kadının sözlerine hiçbir tepki vermedi. Aslında abisi tamamen kendisinin de yapmak istediği şeyi yapmıştı. Ama rütbesi bazı davranışlarının önüne geçmesini gerektiriyordu. Yoksa uzun yıllarda kazandığı itibarını kolayca kaybedebilme tehlikesini göze alamazdı. Hellion gemisinin kaptanı Leydi Gwen kendi emri altında olsa da hayatı boyunca şehir hiyerarşisinde yaşamış olduğundan, güçlü bağları olan ve bu bağları kullanarak Alesta’nın İmparatorun gözünde yükselmesini sağlayan kişiydi. Bembeyaz pürüzsüz teni ve kullanmayı çok iyi bildiği etkileyici bakışlarıyla başkentteki pek çok soylu erkeği kuklası gibi kullanmayı alışkanlık haline getirmiş olan Gwen doğuştan denizci denilebilecek bir kadındı. Babası İmparatorluk donanmasının en iyi kaptanıydı ve annesi genç yaşta vefat ettiği için babası, çıktığı her sefere kızından ayrı kalmayı istemeyerek yanında götürürdü. Bir seferinde büyük bir korsan saldırısına maruz kalmışlar ve babası o saldırılarda ölen Gwen geminin kontrolünü ele alarak saldırıyı savuşturup İmparatorluk mallarını güvenle başkente ulaştırmayı başarmıştı. Bu başarısı sayesinde kendisine kaptan unvanı verilen Gwen yakın tarihte bilinen tek kadın kaptan olmuştu. Güzel görünümünün altında oldukça tehlikeli biriydi. Görünüşüne aldanıp gemide kadın uğursuzluk getirir batıl inancıyla kendisine isyan eden her mürettebat kaburgaları arasından kalbine saplanmış bir hançerle yere serilirdi.

   Alesta, Gwen’i bir süre süzdü. Beyaz gömleğinin üstüne kırmızı kısa bir ceket giymişti. Boynunda babasının kendisine hediye ettiğini söylediği inci kolyesi göğüs kıvrımlarını vurgularcasına güneşte ışık yansımaları yaratıyordu. Siyah dar bir pantolon ve halk arasında kedi tırnağı diye adlandırılan oldukça ince ama uzun bir kılıcı belinde taşımaktaydı. Sırt kısmında ve pantolonunun iki bacağında da özel olarak kendisi için tasarlattığı kınlarda farklı boylarda altı tanede hançeri vardı. Alesta kızın kendisinin göremediği kaç hançer daha taşıdığını kısa bir an merak etti.

Sonunda kürekçiler filikayı tamamen kıyıya sürüklemişti ve Alesta geniş sahilin kumlarına adım attı. İlk bakışta bir anakara bulduklarını sansa da şimdi çok büyük bir ada keşfettiklerini biliyordu. Gerisinden kürek çekerek sahile yanaşan diğer filikaya ve gemilerine bir göz attı. Hellion ve Domion kıyıdan beş yüz metre kadar açıkta demir atmıştı. Yaklaşık elli kişilik bir keşif grubu oluşturan Alesta olası bir tehlike karşısında gemileri savunmasız kalmasın diye mürettebatın hemen hepsini gemilerde hazırda bekletiyordu. Kendileri bir tehlikeyle karşılaşırlarsa panayırlarda ve eğlencelerde kullandıkları havai fişekleriyle gemilere haber göndereceklerdi. Hava oldukça sıcak olsa da adanın sakin manzarası huzur vericiydi. Gemiden beş gün önce gördükleri kule adanın ortası olabilecek bir noktadan muazzam bir şekilde yükseliyordu. Kıyı şeridinden adanın içine doğru yüz metre kadar ilerde yemyeşil çimenlerden genişçe bir düzlük bulunuyordu. Düzlüğü, suları zayıf akan ve denizle birleşen, kaynağını adanın en yüksek noktasını oluşturan dağdaki bir akarsu olarak tahmin ettikleri nehir, ince bir sınır çizgisi gibi bölmekteydi. Nehrin tam üstünde kısa bir taş köprü vardı ama köprüden sonra devam eden herhangi bir yol var mı yok mu göremiyorlardı. Köprüden sonra seçebildikleri tek şey sık ve yüksek ağaçlardan oluşan yemyeşil orman ve ormanın üstünde hayatları boyunca hiçbirinin görmediği yükseklikte olan kuleydi.

   Alesta’nın hemen ardından, Gwen kıyıya indi ve ondan sonrada otuz Bregon muhafızı iki kaptanın etrafına sıralanacak şekilde nizami bir şekilde dizildi. Geniş kızıl kalkanları ve kısa enli kılıçlarıyla kaptanları her türlü tehlikeye karşı korumaya hazır duruyorlardı. Bregon birliği imparatorluğun en iyi askerlerinden özel olarak seçilirdi. Filikadaki herkesin bir görevi vardı ve aksi emredilmediği sürece görevi dışında başka hiçbir şeyle ilgilenmezlerdi. Diğer filikada kıyıya kısa bir süre içinde yanaştı. İçinden bu yolculukta bulunan Gwen dışındaki tek kadın olan Lobelia ve genç yardımcısı Agron ile birlikte otuz kişilik ikinci bir Bregon birliği daha indi. Herkes kıyıya indikten sonra kürekçiler filikalardan erzakları indirip düzgünce istifleyerek ters çevirip filikalar başında ne kadar süreceği belirsiz nöbetlerine başlamışlardı.

   Lobelia orta yaşlarının sonunda bir kadındı. Saçları yer yer beyazlamış, yaşının verdiği çizgiler gözlerinin etrafında belirginleşmeye başlamıştı. Başkentteki Arganus akademisinde tarih ve dil bilimleri dalında eğitim veriyordu. Dört krallıkta tarih ve dilbilim konusunda ondan daha zekisi yoktu. Agron ise uzun yıllardır yardımcılığını yapmış eski öğrencilerindendi. Bu yolculuğa ikna edilmeleri oldukça zor olmuştu. Sonunda Alesta kadını ikna etmek için Ethenami Nomen pusulasını göstermek zorunda kalmıştı. Lobelia kırklı yaşlarının sonunda olsa da tam yaşını kimse bilmiyordu. Bregon muhafızlarının arasından kendinden emin adımlarla kaptan Alesta’ ya doğru ilerlemeye başladı. Tüm muhafızlar şimdi düzenli bir sıra oluşturup hazırda verilecek emirleri bekliyorlardı. Çelik plaka zırhları ve miğferlerinden yansıyan ışık güneş üstlerine doğmuş izlenimi vermekteydi. Hepsi aynı silah ve zırhlarla donatılmış muhafızlar ağır zırhlar altında sıcaktan bunalmışlarsa bile bu yüz ifadelerine hiç yansımamaktaydı.

   Yamtar bu olan biten şeylerle ilgisiz dalga geçercesine adımlarla Gwen’ in karşısına geçip yine aynı ifadeyle eğilerek selam verdi. “Hoş geldiniz leydi asık surat ve süslü kardeş” dedikten sonra bregonlardan birinin yanına birkaç adım atıp kendinden kısa adamın miğferine kapı çalarcasına birkaç kez vurdu. Muhafız ne duruşunu bozmuş nede cevap vermişti ama bu saygısızlığa daha fazla tahammül edemeyen Gwen “Ne cüretle bir Bregon muhafızıyla ve benimle böyle alay ederek konuşabilirsin köylü. Eğer kaptan Alesta, kardeşin olmasaydı bu yaptığının cezası yüz kırbaç olurdu en az.”

   Yamtar söylenenleri hiç duymamışçasına “Hey kardeşim bu taş askerler harika! Ne kadar evciller. Bende bir tane besleyebilir miyim?”

   Gwen’ in yüzü öfkeden kıpkırmızı olmuştu. Alesta abisinin bir an önce davranışlarını değiştirmezse kötü sonuçlar doğabileceğini fark ederek ortamı yatıştırmak istercesine “Bregon muhafızları komuta zinciri sadece imparator tarafından verilebilir Yamtar. Belki geri döndüğümüzde kendin için İmparatordan isteyebilirsin.” Dedi.

   Yamtar askerleri küçümseyen bakışlarla süzdükten sonra “Köleden farksız kuklalardansa kürekçileri tercih ederim” dedi.

   Gwen “Bir hödükten de bu beklenir” diyerek neredeyse içinden konuştu denilebilecek sesle kendi kendine mırıldandı. Hemen yanı başında duran Alesta bile söylediği kelimeyi zar zor duyabilmişti. Gwen’ in sözü üzerine yanlarından on metre kadar uzaklaşmış olan Yamtar durdu. Güneyin en iyi avcısının kulağından kaçmayacak kadar yüksekti çünkü fısıltı. Yamtar metrelerce uzaktan adım atan bir tavşanı küçük adımlarını sesinden tanıyabilecek kadar keskin kulaklara sahipti. Derinden gelen içten bir kahkaha attı ve geri döndü. Kahkahası o kadar içtendi ki hiçbir koşulda disiplinini bozmayan Bregon muhafızlarının bile birkaçının yüzünde belli belirsiz bir tebessüm oluşmuştu.

   Bu kahkahanın rahatlatmadığı tek kişi kardeşi Alesta’ ydı. Gwen’ i biraz arkasına alacak şekilde ileri çıkmıştı. Abisini çok iyi tanıyordu. Bir keresinde içki içtikleri bir handa anneleriyle ilgili şaka yapan iki kişiye de aynı şekilde kahkaha atmıştı. Göz açıp kapayıncaya kadar geçen bir zaman içinde ikisinin de boynunu kırmış, ardından da hiçbir şey olmamış gibi Alesta’ ya, bu şaka gerçekten komikti aslında ama hakarete tahammül edemiyorum, demişti.

   Yamtar kardeşini hafifçe yana itip Gwen ’in karşısına dikildi. Birçok erkeği bile tedirgin edebilecek bakışları ve cüssesi Gwen’ i hiç etkilememiş görünüyordu. Sanki karşısında kendisinden yirmi santim daha uzun bir adam değil de güneşini kesen bir ağaç varmışçasına duruyordu. Muhafızlar ellerini kılıçlarının kabzasına atmış tek bir emirle harekete geçmek için hazır beklemeye başladılar. “Eğer bir erkek olsaydın son nefesini şu an ellerimde veriyor olurdun çocuk” diye sertçe konuştu Yamtar.

   Gwen istifini hiç bozmamıştı “Bunu sadece denemeye çalışmış biri olarak muhafızlarımın elinde can verirdin köylü.”

   “Pekâlâ, görelim bakalım şu harika bregonlarınızın hünerlerini. Anlaşılan bir Orfelm’ liyle nasıl konuşmanız gerektiğine dair derse ihtiyacınız var.” diyen Yamtar kumların üzerinde bir açıklığa gitti.

   Alesta “Buna hiç gerek yok abi. Senin nasıl biri olduğunu zaten ilk zorlukta öğrenecekler.”

   Gwen’ in delici bakışları bu kez Alesta’ ya yönelmişti. “Abinin zarar göreceğinden mi endişelendin. Orfelm’ liymiş. Tanrıların bile unuttuğu köyün birinden fırlamış bana ders vermeye kalkıyor, saygın muhafızlarıma hakaret ediyor. Unutma sen artık bizden birisin.”

   Alesta derin bir iç çekti kendisini sakinleştirmek için. Abisi Yamtar’ ın daha da sabırsızlandığını görüyordu ve şuan bir şey yapmazsa Yamtar’ ın intikamını daha sonra bir şekilde alacağını biliyordu. “Pekâlâ, ikinizin de istediği olacak.”

   Gwen memnun olmuş şekilde gülümseyerek “Bir Bregon muhafızına edilen hakaret tüm Bregonlara edilmiş sayılır. İçinizden kim bu adamın meydan okumasını kabul ediyor.”

   Tüm muhafızlar aynı anda kılıçlarını çekip kabzalarını kalkanlarına aynı anda tek bir kez vurdu. Çıkan gürültüden ürken birkaç kuş havalanıp süzülürken Gwen muhafızlardan birine öne çıkmasını ve silahlarını bırakıp yumruk yumruğa adil bir şekilde dövüşmesini emretti.

   Yamtar öne çıkan zırhları içindeki askere bakarak “Hadi ama kardeşim adil bir dövüş olacak demiştiniz.” dedi.

   Gwen durduğu yerden kahkaha atarak “Pardon muhafıza zırhını çıkarmasını söylemeyi unutmuşum.” diye alay etti.

   Öne çıkan muhafız ne yapması gerektiğine karar veremeden bekliyordu ki Alesta gergin bekleyişi sonlandırdı. Kendi içinden de küstah kıza dersini vermesi gerektiğini biliyordu.

   “Bregon silahlarını kuşan. Bir takım saldırı düzenine geç ve düşmanınıza saldırıyormuşçasına saldırın.”

   Gwen’ in şaşkın bakışları içinde bir takım Bregon askeri üçgen şeklinde savaş düzeni alıp öne çıkmıştı. Bir takımda altı asker vardı. Her biri kılıçlarını ellerindeki büyük kalkanların arkasından Yamtar’ a doğrultmuş tek vücut halinde aynı anda adım atarak ilerliyordu.

   Yamtar’ ın sonunda neşesi yerine gelmişti Alesta’ ya doğru “Küçük kardeş peki bende düşmana saldırır gibi saldırabilir miyim?” diye bağırdı.

   Abisinin neşesini paylaşan Alesta “Adil dövüş istedim. Uzun zamandır seni savaşırken izlememiştim. Tek üzüntüm kısa sürecek olması.”

   Gwen olan bitenden bir şey anlamamıştı ama halinden memnundu. Alesta kardeşinin ölüm emrini vermişti gözleri önünde.

   Yamtar kendisine yaklaşanlar, sanki tamamen zırhlara bürünmüş bir birlik değil de şakalaşmaya gelen çocuklarmış gibi umursamazca duruyordu. Sırtına asılı küçük yuvarlak kalkanını kolundaki bilekliğe sakince taktı. Ve uzun mızrağının ucunu sertçe yere sapladı. Bir eliyle mızrağına tutunmuş destek alırcasına dururken yere bakıyordu. Bregon muhafız birliği tereddüt etmeden ve yavaşlamadan alışık oldukları savaş düzeninde ilerlemeye devam etmekteydi. İzleyen herkesi büyük bir sessizlik sarmış, merakla ne olacağını bekliyorlardı. Yamtar’ı ve şakalarını seven kürekçiler aralarında yazık olacak gibi belli belirsiz fısıldaşmaktaydı. Yamtar tüm fısıldaşmaları duysa da dikkatini ayak seslerine vermişti. Dönüp askerlere bir kez olsun bakmamıştı. Tüm askerler aynı anda aynı adımlarını ileri doğru atıyorlardı.

   Sonunda beklediği an gelmişti. Askerlerin hepsi sağ ayaklarını kaldırdığında Yamtar iki eliyle mızrağından destek alarak havalanıp en öndeki tek askerin taşıdığı kalkana güçlü bir tekme savurdu. Beklemedikleri tekme darbesine bir ayakları havadayken yakalanan Bregon birliğinin düzeni bir anda bozuldu. En öndeki asker savrulurken arkasındaki iki kişinin dengesini bozdu ve o iki kişide hemen arkasındaki üç kişiyi geriye doğru savurunca tüm birlik bir anda kaygan kumda yere yuvarlandı. Savrulan askerlerin tekrar ayağa kalkmaları uzun sürmese de düzenleri bozulmuştu ve Yamtar çoktan yayını gerip bir ok fırlatmıştı bile. Ayağa ilk kalkan askerin tam ağzına isabet eden ok, muhafızı bir anda yere serdi. Zırhlarındaki en zayıf nokta miğferlerinin açıkta kalan kısımlarıydı. İkinci okunu takamadan yanına varmayı başaran bir muhafızın ustaca kılıç darbesinden, iri cüssesinden kimsenin beklemeyeceği bir çeviklikle sıyrılan Yamtar yayına takamadığı oku askerin gözüne saplayıp geri çekerek yayına yerleştirdi ve rasgele atıyormuşçasına fırlattı. Havada ıslık çalarak süzülen ok bu sefer bir başka muhafızın boğazını parçalamıştı. Kalan dört Bregon kısa süren boşluktan yararlanıp tekrar düzen oluşturmayı başararak saldırıdan savunma pozisyonuna geçtiler. Yamtar iki ok daha fırlattı ama bu sefer oklar geniş kalkanlardan sekti. Bregonlar, tek başına durduğu için başta küçümsedikleri Yamtar’ a şimdi bambaşka bir gözle bakıyorlardı.

   Yamtar yayını sırtına asıp toprağa sapladığı mızrağını çıkartarak askerlerin önünde umursamazca sağa sola doğru yürümeye başladı. Muhafızlar saldırmak için hamle yapmayıp savunmada beklemeye devam ettiler. Kısa bir an Yamtar Kaptan Gwen’ le göz göze geldi. Kızın gözlerindeki eğlence havasının kaybolup yerini tedirginlik aldığını görünce neşesi iyice arttı. “Anlaşılan sizin taş surat askerler bana saldıracak cesaretlerini kaybettiler.” Deyip mızrağını askerlere doğru tüm gücüyle fırlattı. Yamtar’ ın fırlattığı mızrağın ağaçları bile delip geçtiğiyle ilgili hikâyeler anlatılırdı komşu köylerinde ve onun atış yapmasını izlemek için ziyaretlerine gelen pek çok meraklı olmuştu. Atışı yine hikâyelere yakışacak türdendi. Öndeki muhafız kalkanını kaldırmış mızrağı karşılamayı beklerken mızrak çelik kalkanı ve kalın zırhı delip geçerek askerin göğsüne saplanmıştı. Kalan üç asker birbirlerine şaşkınca bakarken Yamtar üstlerine atıldı. Birinin kaldırdığı kalkanı tutup öyle büyük güçle savurmuştu ki asker yerden bir metre kadar havalanıp kumların üstüne yuvarlandı. O sırada arkasından saldırmaya çalışan muhafızın saldırısını bileğine takılı kalkanıyla kolayca savuştururken, yuvarlak kalkanının ustura gibi keskinleştirilmiş kenarlarıyla diğer askerin boynundaki açıklığı kolayca kesti. Asker kısa bir an yerinde durduktan sonra gırtlağını tutarak yere yıkılmıştı. “GERİYE KALDI İKİİİ” diye bağıran Yamtar tekrar yayını eline alıp bir ok yerleştirmiş ve ilk yere savurduğu askere isabetli bir atış yapmıştı. Son kalan Bregon hızla atak yapıp tekrar ok atmasına izin vermemek için düşüncesizce saldırıyordu. Darbeleri kolayca kalkanıyla savuşturan Yamtar fırsatını bulduğu ilk anda yayının kenarlarına monte edilmiş mızrak ucu gibi keskin kısımlarla peş peşe darbeler savurdu. Adamın cansız bedeni yere serilirken yayına bir ok takıp hiçbir şeyi hedef almadan gökyüzüne son bir ok daha attı.

   Hızlı adımlarla Gwen’in yanına doğru yürüdü. Alesta diğer bregonlara karışmamalarını emretti. Abisinin hırsını aldığını biliyordu ve Gwen’i öldürmek istese zaten fırlattığı ilk ok kıza saplanırdı. Kürekçilerin havada yankılanan tezahüratları kızın delici bakışlarıyla önce solup sonra kayboldu. Gwen karşısında duran Yamtar’ a “Şimdi de mızrağınla beni tehdit mi edeceksin köylü.” dedi.

   Yamtar kızın içten içe korktuğunu biliyordu ama gururu yüzünden bunu belli etmeyip korkusunu maskeleyebilmesinden etkilenmişti. “Bir Orfelm’ li tehdit etmez leydim. Sadece uyarır ve sizi uyarıyorum adımlarınıza dikkat edin” diyerek sırtını dönüp uzaklaşmaya başlamıştı.

   Öfkesi iyice kabaran Gwen “Ne cüretle bana ne yapmam gerektiğini söylersin” diye bağırarak Yamtar’ ın arkasından tam bir adım atacaktı ki, başta sadece rasgele havaya fırlatılmış olduğunu düşündükleri Yamtar’ ın yayından çıkan son ok tam adım atacağı yere düştü. Gwen’ in bir an içi ürperdi, eğer bir adım atmış olsaydım diye düşündü, yere saplı okun hala titremekte olan sapına bakarken.

   Yamtar yine kahkaha atıp “Adımlarınıza dikkat edin demiştim” diye son sözünü tekrar etti.

   Alesta, Gwen’e çaktırmadan gülümseyip sonucunu bildiği gösterinin ardından abisinin yeteneklerini tebrik etmek için yanına gitti. Yamtar bir kayanın üstüne oturmuş yayının ipini çözerek muhafaza etmek üzere kılıfına koymakla uğraşıyordu “Yeteneklerinle gurur duyuyorum abi.” Dedi.

   Yamtar oturduğu yerden kardeşine hiç bakmadan “Keşke aynı gururu bende seninle duyabilseydim kardeşim.”

   Alesta beklemediği bu sözler karşısında incinmişti. “Bak anlamadığın şeyler var” diye açıklayacakken

   “Anlamadığım tek şey nasıl olur da, kardeşim sen artık bizden birisin diyen bir kadının dediğini kabullenip köyünü atalarını küçük düşürür.” Ayağa kalkıp “Ben kürekçilerle içmeye gidiyorum. İlerlemeye karar verdiğinizde beni onlarla bulabilirsin.” Diyerek önünde duran kardeşine bakmadan yanından uzaklaştı.

   Alesta arkasından seslenecek oldu ama sonra bundan vazgeçti. “Bilmediğin o kadar çok şey var ki abi umarım bir gün beni anlarsın.”

***

   Konaklama çadırlarının kurulması tamamlandığında hava çoktan kararmıştı. Askerler için büyük tek bir çadır kurulmuştu. Bilge Lobelia ve yardımcısı Agron içinde ayrı çadırlar ayarlanmıştı ama ikisi bir çadırda kalabileceklerini bildirip diğer çadırı da araştırma için kullanmaya karar verdiler. Yamtar çadırlarda kalmayı istemeyip dışarda açıkta yatmayı tercih ettiğini kaba bir dille belirtmişti. Gwen’in isteğiyle gemiden kırk kişilik bir Bregon muhafız takımı daha adaya gelmişti. Kamp alanının merkezinde genişçe bir ateş yakılıp yakın çevreyi aydınlatmak için meşale direkleri belli aralıklarla toprağa dikilerek yakıldıktan sonra muhafızlar nöbet yerlerini belirleyip olası tehlikelere karşı etrafı gözlemeye başladılar. Alesta ve Gwen komuta merkezi olarak dizayn edilen çadırda haritacılarla birlikte gün doğduğunda yapılacak işleri planlamaya başlamışlardı. Ateşin etrafında nöbet sıraları gelene kadar dinlenmekte olan Bregonlar kendi aralarında sohbet ediyorlardı. Gece böceklerinin aralıksız sesleri bir süre sonra kimsenin dikkatini çekmez olmuştu.

   Çadırları çimenlik geniş düzlüğe kurmuş olsalar da, bilge kadın Lobelia’ nın isteğiyle taş köprünün uzağında konumlanıp köprünün karşısına geçmeyen nöbetçiler yerleştirmişlerdi. Herkesten uzak bir köşeye çekilen Yamtar nehrin hemen yanında yaktığı küçük ateşte tuttuğu büyük balığı ağır ağır pişirmekteydi. Bregonlardan nehrin karşısını gözetlemek için görevlendirilmiş bir tanesinin nöbet yerine oldukça yakındı. Bregon muhafızının nehrin karşısından çok kendisini kaçamak bakışlarla izlediğini fark eden Yamtar oralı olmadı. Muhafızın karşı taraftan çok kendisini gözetlemekle görevlendirildiğini düşünüyordu. Balığı pişirdikten sonra bir parça kesip ayağa kalkarak birkaç metre ilerisindeki muhafızın yanına gitti.

   Muhafız bir miktar tedirgin olsa da bunu belli etmemişti. Sabahki olaydan sonra herkes Yamtar’ dan çekinmeye başlamıştı. Yamtar bir şey demeden kızarmış balıktan kestiği irice parçayı muhafıza uzattı. Bregon muhafızının bir tepki vermediğini görünce “Al hadi ye. Bütün gece tepemde dikilirken yemek yiyemem”

   Muhafızın tereddüt ettiğini gördü “Merak etme leydi asık surata bir şey demem. Hem kurutulmuş erzaktan çok daha lezzetlidir”

   Muhafız sonunda daha fazla dayanamayarak balık parçasını aldı. “İsmin ne asker” adam ağzındaki büyük lokmayı yutmaya çabalarken gelmişti soru.

   “Bizler isim kullanmayız efendim. Sadece Bregon derler.”

   “Efendim mi ?” diyen Yamtar gülümseyerek elini tiksinircesine salladı. “Ben kimsenin efendisi değilim. Bir daha böyle seslenme. Şunu asla unutma ki ne olduğun hiç önemli değildir. Kim olduğun önemlidir ve kim olduğunu bilmeyen biri ne olursa olsun ağa takılmış bir balıktan farksızdır.” Başka kelime etmeyen Yamtar tekrar ateşinin başına dönüp oturdu. Neredeyse bir kılıç boyunda olan, kendi elleriyle uzun zaman önce yapmış olduğu bıçağıyla toprağı eşeliyordu. Bir süre yaptığı işe öyle dalmıştı ki ilerdeki muhafızın “Darko” dediğini tam duyamayarak,  “Bir şey mi söyledin asker” diye sordu.

   Muhafız yine kısık ses tonuyla  “İsmim Darko.”

   Yamtar eğlenmeye başlamıştı. Tekrar muhafızın yanına giderek “Biliyor musun Darko, sen tam bir geri zekâlısın.” Dedi. Darko beklemediği kelimeler karşısında şaşırmıştı. “İnsan ismini gurur duyarak söyler korkak bir fısıltıyla değil. Senin bir korkak olmadığına inanıyorum Darko. Hadi bir daha söyle adın ne?”

   “Darko” bu sefer biraz daha sesli söylemişti.

   Yamtar matarasına nehirden yeni doldurduğu taze sudan birkaç yudum içip tekrar belindeki kemere yerleştirerek. “İzle ve öğren Darko” dedi tebessümle.

   “BEN KELBORNAS SOYUNDAN ORFELM’Lİ TOREK’İN OĞLU YAMTAR KELBORNAS” diye nehrin karşı tarafına doğru bağırdı. Yamtar’ın sesini duyup bir olay olduğunu sanan askerler hemen toparlanıp yanlarına gelip bir şey olmadığını görünce Yamtar’ı bir deliymiş gibi süzerek tekrar ateşlerinin başına döndüler.

   Bregonlar yerlerine çekildikten sonra “Şeyy! bu kadar abartmasan da olur ismini söylerken ama anladın mı demek istediğimi” diyerek gülmeye başladı.

   Darko da Yamtar’ın kahkahalarına katılmış tüm askeri kurallarını unutarak hiç gülmemişçesine gülüyordu “Evet anladım kaçık herif” dedi.

   “Kaçık herif mi?” Yamtar’ın az önceki kahkahasından hiç eser kalmamış bir anda ciddileşmişti.

   Darko bu ani değişim karşısında gerilince Yamtar tekrar gülmeye başladı “Kaçık herif ha bunu sevdim” sözcükleri kahkahaları arasından zorlukla seçiliyordu.

   “Sen delisin” dedi Darko ve aralarında koyu bir sohbete başladılar.

   Yamtar’ ın adını bağıra bağıra söylediği sırada Kaptan Gwen toplantısını çoktan bitirmiş çadırının önünde tek başına oturmaktaydı. Adamın sesiyle biran irkilen Gwen “Sürekli bana kendini hatırlatmak zorunda mısın?” diye ateşe doğru söylendi. Dalgalanan alevlerin kızıllığı, sarı  saçlarında dans edercesine yansıyan ışık gölgeleri oluşturuyordu. Gwen daha önce hiç bugünkü kadar küçük düşmüş hissetmemişti kendisini. İlk kez babası dışında bir erkeğin karşısında bu kadar aciz ve güçsüz hissediyordu. İki kardeşin ne kadarda farklı olduğunu düşündü. Alesta oldukça zekiydi ama zekâsı aynı zamanda zayıf yönüydü çünkü aklına girmesi kolay oluyordu. Diğer erkeklerden Gwen için çokta farklı değildi. Yamtar ise tamamen içinden geldiği gibi davranıyor hiçbir düzen ya da kurala önem vermiyordu. Gwen’i en çok sinir eden şey de diğer erkekler gibi kendisini bir kadın olarak değil de huysuz küçük bir çocuk olarak görmesiydi.

   Tıpkı babasının, ona hiç büyümeyen bir çocuk gibi davranmasına benzetmişti Yamtar’ ın davranışlarını. Bir yandan sinir olmuştu küçük düştüğü için diğer bir yandan da heyecanlanmıştı. Ne kadar uzun süre düşüncelere daldığını ateşin içindeki sönmeye yüz tutmuş odun parçalarından ve biçimsiz bir şekilde oturmuş olmanın rahatsızlığıyla fark ederek dinlenmek üzere çadırına girdi.
    
   Dışarıdaki telaşlı ayak sesleri ve Kaptan Alesta’ nın “Şifacı” diye bağırmasıyla uykusundan uyanan Gwen bir şeylerin ters gittiğini anlamıştı. Apar topar giyinerek ne olduğunu anlamak için çadırından çıktı. Güneş henüz doğmamış olsa da hava aydınlanmış fakat geceden kalma serinliğini hala korumaktaydı. Gwen önüne çıkan ilk muhafıza ne olduğunu sorarken gözleri az önce yakınlarda sesini duyduğu Kaptan Alesta’ yı aramaktaydı.

   Bregon muhafızı önce selam verip “Kaptan nöbetçilerimizden biri ölü bulundu.”

   “Hangi bölgede ki nöbetçi?”

   “Efendim Kaptan Alesta’ nın kardeşinin bulunduğu bölgedeki nöbetçi.”

   Gwen öfkeyle “O köylüye bunu ödeteceğim.” Diyerek Yamtar’ ın bulunduğu nehir kenarına doğru yönelmişken muhafızın “Kaptan O’ nun durumu da iyi değil.” Demesiyle bir an ne yapması gerektiğini bilemeden durup kaldı. Bu duraksama kısa bir an sürmüştü ve ne olduğunu anlamak üzere Yamtar’ın geceyi geçirmek için seçtiği yere hızlı adımlarla ilerledi.

   Nehir kenarına vardığında Alestayı kardeşinin başında telaşlı bir şekilde adım atarken buldu. O sırada Domion gemisinin şifacısı Otis, Yamtar’ a ve ölmüş olan muhafız Darko’ ya ne olduğunu anlamaya çalışmaktaydı. Bir an Alesta Otis’ i ensesinden yakalayıp ayağa kaldırarak “Hemen bir şeyler yap şifacı” diye bağırdı.

   Otis ne diyeceğini bilemeden kekelemeye başlamışken, Gwen Alesta’ yı kendine getirmek için sert bir tokat atarak “Bırak da adam işini yapsın” dedi.

   Alesta kendinde değilmişçesine yaşlı şifacıyı bırakıp Gwen’ e dönerek “Bu dünyada bana kalan tek kişi o. Anlamıyor musun?” şeklinde yakındı.

   Gwen diyecek bir şey bulamayarak bakışlarını karşısındaki Alesta’ dan kaçırdı. Bir an dikkatini ölmüş olan muhafızın ağzının kenarından sızan sarımsı sıvı çekti. Daha öncede denizlerdeyken buna benzer bir durumla karşılaşmıştı. Hızlı adımlarla Yamtar’ ın gece yakmış olduğu ateşin etrafını araştırmaya başladı. Çok geçmeden aradığı şeyi bulmuştu. Soğumuş balıktan arta kalanları kısa bir an gözden geçirip “Aptal hödük” diye söylendi.

   Yamtar yattığı yerde kıvranırken belli belirsiz “su” diye mırıldandı.

   Alesta matarasını çıkartıp abisine su içirecekken Gwen elindeki matarayı kapıp bütün suyu yere döktü.

   “Ne yaptığını sanıyorsun sen?” diye bağırdı Alesta öfkeyle.

   Gwen Alesta’ nın öfkesine aldırmadan boş matarayı etrafındaki askerlerden birine vererek “hemen bunu deniz suyuyla doldur.” Diye emretti. Asker sorgulamadan matarayı alarak kendisine verilen emri yerine getirmek üzere yanlarından ayrıldı.

   Alesta tam karşı çıkacakken genç kız “Zehirlenmişler, eğer su içerse zehir kanına daha hızlı karışır” diyerek açıklamada bulundu.

   Muhafız, içi deniz suyu doldurulmuş matarayla kısa sürede döndü. Gwen vakit kaybetmeden matarayı kapıp Yamtar’ ın yanına çökerek matarayı ağzına yanaştırdı.

   Yamtar yarı baygın halde mataradaki deniz suyundan birkaç yudum içip öksürerek midesindekilerin bir kısmını çıkarttı. Normalde hemen her kızın iğrenerek uzaklaşacağı bu durum Gwen‘ i etkilememişti. Elindeki matarayı tekrar adamın dudaklarına doğru uzatırken Yamtar’ ın eli sertçe bileğini kavrayarak Gwen’ i durdurdu.

   Gwen bileğini kavrayan eli umursamadan zorlasa da kolunu adeta bir mengeneye sıkıştırılmışçasına oynatamadığını fark edip adamın içinde bulunduğu durumda bile sergilediği güce şaşırmıştı. Yamtar zorlanarak bir an gözlerini araladığında bakışları karşılaştı.

   “Beni karada boğmaya mı çalışıyorsun asık surat” diye zorlukla konuştu Yamtar.

   “Hayatta kalmanı sağlamaya çalışıyorum koca hödük”

   Yamtar’ ın yüzünde silik bir tebessüm belirirken Gwen bileğini saran parmakların gevşediğini hissetti. Bu sefer zorlanarak ta olsa mataradaki bütün suyu içen Yamtar hemen ardından midesinde kalan her şeyi kustu.

   Tüm bunlar olurken güneş gökyüzündeki yerini almış, dünyayı gündüz renklerine boyamıştı. Alesta olan biteni şaşkın gözlerle izlerken Gwen ayağa kalkıp “Serin bir yere taşıyın. Ateşi var o yüzden sürekli başına ıslak bez koyun.” Dedi.

   Alesta’ nın tek sorabildiği “Yaşayacak mı?” oldu.

   “Muhafızdan daha iyi bir durumda olduğu kesin” diye cevap veren Gwen sahile doğru yol aldı. Kendisini koruma amaçlı izlemeye yeltenen Bregon muhafızlarını yalnız kalmak istediğini söyleyerek uzaklaştırdı.

   Sahil şeridi çok uzun olmayıp, yüz metre kadar kıyıyı takip edince kayalık alan başlıyordu. Genellikle büyük kayaların su altında kalan ve güneş ışınlarının ulaşamadığı noktalarda, pek çok kişinin bilmediği, bilenlerin de farklı isimlerle adlandırdığı bir yosun türü yetişirdi. Gwen daha küçük bir çocukken bu yosuna köpek hoplatan ismini vermişti. Bunun nedeni, o yaşlarda beslediği köpeği, bahçelerinde bulunan zehirli mantarlardan yiyerek Yamtar’ dan pekte farklı olmayan şekilde can çekişirken, babası bu yosunu köpeğe zorla yedirmişti. Yosunu yemesinden kısa bir süre sonra köpeği hiçbir şey olmamışçasına hoplayıp zıplamaya başlamış ve yosunun adı Gwen’ in zihninde köpek hoplatan diye yer etmişti.

Kayalık bölgeye gidip Yamtar’ın midesinden çıkanlarla kirlenen gömleğini ve ayağındaki çizmeleri çıkartarak aradığı yosundan bulabilmek umuduyla denize girdi.
 
   Güneş iyice tepeye yükselmiş ve gün sıcağı iyiden iyiye hissedilmeye başlamıştı. Şifacı Otis, Yamtar’ın başucunda sürekli ilgileniyordu. Genç adamın bilinci ara sıra açılıyor bazen de gözleri kapanıp kendi dillerinde bir şeyler sayıklıyordu. Yaşlı adamın tek çıkarabildiği kelime “Neden Freya” olmuştu. Bregon muhafızları ne yapacaklarını bilmez halde kaptan Alesta’dan gelecek emirleri bekliyorlardı. Gwen gideli uzun zaman olmuştu ve muhafızların kendisini takip etmemelerini emretmişti. Herkesi saran tedirginlik dalgası bir tek yaşlı kadın Lobelia ve yardımcısı Agron’ u etkisi altına almamış gibiydi. İkisinin tek ilgilendiği şey taş köprü ve uzaktaki kuleyi gözlemleyip yapı hakkında tartışmaktı. Gwen sonunda sahilde belirdiğinde başta Alesta olmak üzere muhafızlarda biraz olsun rahatlamışlardı. Alesta ve Gwen kısa bir konuşma yaparak o gün için keşif turuna çıkmama kararı verdikten sonra başıboş askerlerin bir kısmı büyük çadıra çekilip dinlenirken diğer askerler de düzenli bir şekilde nöbetlerine gündüz devam etmeye başladılar. Köprünün diğer yanı ve sahil şeridinin dışına çıkmak o gün için yasaklanmış ve bu yasak en çok Lobelia ile Agron’un canını sıkmıştı.

   Günün devamı herhangi bir olay çıkmadan sona ererken Yamtar kendisine gün boyu yedirilen ne olduğunu bilmediği ve tadından iğrendiği yeşil renkli lapaya tiksinerek bakmaktaydı. Akşam güneşi kızıllığı denizde göze hoş gelen renk tayfları oluşturuyordu.

   “Hadi ama bir kaşık daha” diye ısrar etti Alesta. Yamtar kendine geleli birkaç saat olmuş, Gwen’ in mucizevi otları etkisini kısa zamanda göstermişti.

   “Bu şeyin ne olduğunu eğer hala söylemeyeceksen tek bir lokma daha yemeyeceğim”

   “Pekâlâ, bu benzersiz ve leziz yemeğin adı köpek hoplatan çorbası” diye cevap verdi Alesta.

   Yamtar tabaktaki yemeğe tiksinerek bakarken “Bu çorbayı koklayan her köpek hoplayarak uzaklaştığı için böyle isim verilmiş herhalde.”

   “Küçük çocuklar gibi mızmızlanmayı bırak da çorbanı iç.”

   Bir kaşık çorbayı daha midesine indiren Yamtar “Köpek hoplatanmış aslında adı midesi bozulmuş ayı pisliği çorbası olmalıydı.” Diye söylendi.

   Alesta cevap vermek yerine gülümserken, Yamtar “kendime gelir gelmez bu Otis denen şifacıyı kalan çorbanın içinde boğacağım. Nereden bulduysa sabahtan beri bu çorbayı içirip duruyor.”

   Yamtar’ ın şikâyetleri kardeşinin ağzına bir kaşık daha çorba tepmesiyle duraklamış hemen ardından “Biliyor musun bu zehirlendiğim balık insana çok garip kâbuslar gördürüyor.” Şeklinde devam etti.

   “Ne gördüğünü hatırlıyor musun?”

   Öksürükleri arasında kaybolan bir kahkaha patlatan Yamtar “Leydi asık surat hayatımı kurtarıyordu ve ona borçlu kaldığımı sürekli hatırlatarak dünyayı bana zindan ediyordu.”

   Alesta derinden bir kahkaha atarak “Aslında hayatını gerçekten Kaptan Gwen’ e borçlusun. Senin tedavinle bizzat kendisi ilgilendi.”

   Yamtar ilk başta kardeşinin kendisine kötü bir şaka yaptığını sanmış olsa da doğruyu söylediğini anlayınca “Boğulayım emi, tanrılar hala baygın halde halüsinasyonlar görüyorsam ve can çekişiyorsam canımı alın da bu kâbus bitsin.”

   O sırada Yamtar’ ın göremediği bir noktada sessizce beklemekte olan Gwen daha fazla dayanamayıp “Umarım bir daha adımlarıma dikkat etmezsem hayatını kurtardığım bugünü hatırlarsın.” sözleriyle oradan uzaklaştı.

   Alesta abisinin yüzünde oluşan o anki ifadeyi hayatı boyunca unutmayacaktı.
cesaret yoksa zaferde olmaz