B Ö L Ü M O N Y E D İ
İlk geldiği zamanlar birkaç gün Öğretmen evinde kalmasına rağmen rahat edememişti. Sonra bir ev aramaya başladı. Uzun süre denilebilecek aramalardan sonra istediği gibi bir ev bulabilmişti. İlçe, zengin bir memleketti, insanların çoğunun ikinci hatta üçüncü evi vardı. Köyde oturanların ilçede, ilçede oturanların ekonomik gücüne göre İlde yada Tuzadası’nda yada İzmir'de evleri olabiliyordu. İşte Yüksel hanımında bulduğu ev böyle birine aitti.
Evin sahibi, ilçenin bir tanınmış bir köyünün, zengin çiftçilerinden birinin oğluydu. Toprakla uğraşmayı reddetmiş hukuk okumuştu. Emekli olunca tekrar baba ocağına dönmüştü. Ama ailenin küçük kızı Ege Üniversitesini kazanınca İzmir Bornova’dan bir ev satın almak oraya yerleşmek zorunda kalmışlardı. Eski evlerini kapalı tutuyorlardı. İşletme Müdürünün eski bir arkadaşı olan bu kişi, Birol Beyin ricası ve ısrarıyla evini genç muhasebeciye vermişti. “İşin iyi tarafı" demişti Birol bey "arkadaşımın kızı henüz birinci sınıfta Böylece Yüksel hanım dayalı döşeli bir eve kavuşmuştu.
Evin içi fazla yoğundu. Koltuk takımları, sehpalar, mobilyalar, avizeler, heykelcikler evi işgal etmişlerdi. Duvarlar çeşitli çerçeve ve panolarla doldurulmuştu. Bir duvarda Marlon Brando'nun motosiklet üzerinde siyah-beyaz resmi varken hemen yanı başında evin hanımının çeyizinden olduğu anlaşılan iğne işi oyalar çerçeveletilip asılmıştı. Bir köşede kaplama işlemeli, cilalı bağlama asılıyken biraz ötesinde Amerikan bar vardı. Amerikan barının duvarında ise heybe asılmıştı. Sonuçta ev kültür anarşisi içindeydi.
Ne zamandır vermeyi düşündüğü daveti önce başka bir yerde vermeyi düşünmüştü Yüksel hanım. Sonradan daha samimi olur diye evinde ağırlamaya karar vermişti konuklarını. Böylesi daha içten kabul edilirdi. Ev büyüktü, ortalıktaki eşyalardan bir Bölümünü kaldırırsa ortalık açılırdı. Öylede yaptı. Karar verdiği günden sonra Lütfiye bacıdan yardım istemişti. Orta yaşlı sayılabilecek kadın seve seve kabul etmiş fabrikada çalışan diğer iki kızı da ikna etmesini bilmişti. O gün sabahtan gelip çalışmaya başlamışlardı. Ortalık açılıp temizlenmiş, eşyalar yeniden düzenlenmiş, pencereler açılarak ev havalandırılmıştı. Soğuk mezeler, sıcak yemekler ve tatlılar bizzat Lütfiye hanım tarafından hazırlanmıştı. Allah için kadın bu işleri iyi biliyordu. Şimdi ise konukların gelmelerini bekliyorlardı.
Yüksel hanım çağırdıklarını kafasından bir kere daha toparladı. Yönetim bölümü ile Atölye çalışanlarının önemli bir Bölümünü çağırmış bulunuyordu. Parmak hesabına göre yirmi beş kişiyi geçerlerdi. Allah’tan evin olanakları bu iş için yeterliydi. Çağırdıklarının hepsi gelse bile işin içinden rahatlıkla çıkarlardı. Gelirler miydi acaba, düşünmeye başladı ama hemen vazgeçti. Çağırdıklarının tamamı gelecek olsa bile yeterliydi. İçlerinden gelmeleri sorun olmayacak iki kişi vardı, komşu sayabileceği iki Amerikalı. Onlar gelirse davet neşesini kendiliğinden bulurdu. Muhasebeci iki Amerikalıyla aynı sokakta oturuyordu. Kendi evi sokağın girişinde onların eviyse sokağın ilerisinde asfaltın bitip merdivenlerin başladığı yerdeydi.
Kızlar yani Halide ve Sibel, Eğlenmek umuduyla gelmişlerdi. Yardımcı olacaklarını, yorulacaklarını biliyorlardı. Yardımcı oldular. Yoruldular. Ama eğlenemediler. Eğlenememe nedenleri ise ne sabahtan bu yana oturmamış olmaları nede sürekli iş yapmaları değildi. Akranları yoktu. Kafa dengi arkadaşları yoktu. O nedenle gece boyunca sadece eğlenenleri izlemekle yetindiler. Yine de yaşadığı ev-iş monotonluğundan biraz farklı bir gün yaşamışlardı.
Kapı çalındığında, her şey hazırdı ve bir saate yakın zaman geçmişti. Kızlar ve Lütfiye ablaları kıyafetlerini çoktan değiştirmişlerdi. Fabrikada çullar şalvarlar içindeki kızlar gitmiş yerlerine fıstık gibi iki genç kız gelmişti. Kapı çalındığında ilk gelen kişi Serkan Güler’di. Kapıyı açan kızları görünce gözlerini abartılı bir şekilde ovuşturarak ıslık çalmış “Allahım niçin ben onbeş yirmi yıl geç gelmedim dünyaya" demişti. Lütfiye bacı ise fırsatı kaçırmamış
“Siz içeri buyrun Serkan Bey" demişti “Ben içeriden bir Ankara görüşmesi yapayım, çapkın memurların durumu hakkında bilgi alayım hemen geliyorum." Onlar gülüşürken diğer konuklarda gelmeye başladılar.
"Tıpkı eski günlerde olduğu gibi" diye düşündü genç adam. Eski dostu can arkadaşı nedenini bilmeden kendine karşı Nefret duygusu ile doluydu. Kendiside benzer duygular taşıyordu arkadaşı hakkında. Birbirine taban tabana zıt iki duyguydu Sevgi ve Nefret. Biri açığından koyusuna kadar karanlık diğeri gündüz gibi aydınlıktı. Biri olabildiğince sıcak bir yaz günü gibi, öteki son derece soğuk bir kış günü gibiydi. İnsan doğasının iki keskin ucuydu bu iki duygu, iki ucu keskin bıçak gibi. Her iki duyguda insanı acımasız bir şekilde yönlendiriyordu. Hem de aniden değişerek, birbirlerinin yerine geçerek yönlendiriyordu.
Bir zamanlar arkadaşına hayrandı. Daha ortaokulun ilk yıllarında yapa yalnız kaldığı zaman yakınlık duymuştu kendisine. Hüznü etkilemişti. Yıllar boyu süren güzel bir arkadaşlıkları olmuştu. İlk zamanlar arkadaşının da kendisini sevdiğine emindi ama bugün için söyleyebileceği Besim’in kendisinden nefret ettiğiydi. Belki de yaşadıkları bütün olumsuzluklardan kendisini sorumlu tutuyordu. Kendisini bir günah keçisi olarak gördüğünü düşünüyordu.
Doğup büyüdüğü memleketini çoktandır gezmemişti."Özledim mi?" diye düşündü. Belki ama özledim diyecek kadar değil Devlet parasız yatılı okullarının sınavlarını kazandıktan sonra babasının ellerini öpüp ayrılmıştı. Ailesinden, arkadaşlarından, memleketinden ve sevdiğinden ayrılmıştı. Uzaktan baktığı, hep duyguda düşte kalarak sevdiği güzel bir kızdan ayrılmıştı. Lise ve üniversite burslu okunmuştu. Diplomasını mezun olduğu akademide bırakmış doktorasını yapmıştı, sonra askerlik ve memuriyet yılları.
Bir gün bağlı olduğu birimdeki zor bir görev önce O'na teklif edilmişti, ne de olsa kendi memleketidir diye. Fazla uzun boylu düşünmeden kabul etmişti. Uzun süre düşüneceği zaman da yoktu. Kabul etmişti ama olayların böyle özel bir boyut alabileceği aklına dahi gelmemişti.
Geçen yıllar boyunca memleketinden uzak kalmıştı ama bu tamamen kopma anlamına gelmiyordu. Gelip gitmişti defalarca memleketine, yazları okul tatillerinde, Görev aralarında ya da yıllık izinlerinde. Düğünlerde, doğumlarda ya da ölümlerde; en kötüsü doğumun ve ölümün birlikte yaşandığı olağanüstü günlerde hep gelmişti baba ocağına. Bir turist, bir konuk gibi gelip gitmişti. Gidişi arada kalmamak için bir kaçıştı önceleri, sonra kaderinin yazdığı gizli bir ferman sonucu sürgündü. Şimdi ise bir yemek davetine hazırlanmayı düşünüyordu. Ama öncesinde yattığı odada gözleri tavanda düşünürken bir karara varmak zorundaydı.
“Gitmek yada gitmemek işte bütün mesele bu" dedi mırıltılı bir sesle. Sonra aynı sesle “Shakespeare'in gereği yok" dedi. Dışarıda hava kararmak üzereydi ve kendisinin geçmişi düşünmeyi bırakıp bir karara varması gerekiyordu. Öneri genç kızdan gelmişti.
“Bu akşam bekliyorum Doğan Bey" demişti. Tüm sevimliliğiyle eklemişti. "Diğer arkadaşların hepsi gelecek. Sizin için bir tanışma fırsatı olabilir."
“Kimler gelecek… Besim beyde gelecek mi?" diyememişti. Sormasına gerek yoktu ki. Besim Kalden onun büro arkadaşıydı, yardımcısı durumundaydı. Aynı Besim bir haftadır kendisinden kaçıyordu. Kendisinin bulunduğu yerlere girmiyordu. Eğer Besimin de bulunduğu bir birime işi icabı girdiyse Besim bir gerekçe bulup hemen çıkıyordu. Bir hafta boyunca kendisinden kaçan kişi ya Onun olduğu yere girmeyecekti ya da O geldiğin de sudan bir nedenle çıkacaktı. Bu yüzden ne yapması gerektiğine karar veremiyordu.
Vakit hızla geçiyordu, bir karara varıp yola çıkmalıydı. Yada şimdi yapacağı gibi önce yola çıkıp sonra bir karara varmalıydı. Kapıdan çıkarken hiç ilgisi yoktu ama evi elden geçirmeleri gerektiğini düşündü. Babası rahmetli olduktan sonra annesinin bir müddet oturduğu bu ev annesi abisinde yada kız kardeşinde daha fazla kalmaya başlamasından sonra bakımsız kalmıştı. Arabasına bindi, yolunu özellikle Başköprüden geçirip cadde üzerindeki bir çiçekçi tezgahından bir demet çiçek aldı. Özel bir anlam çıkarılmasın diye kır çiçeklerinden yaptırdı buketini.
Yaşlı kadın neredeyse iki büklüm olmuş beline rağmen hala genç kız gibi hareketliydi. Zayıf kuru ve esmer tenliydi, burnu zayıf yüzünde bütün suratını kaplamış gibi duruyordu. Sayılamayacak kadar çok bahar önce bu eve gelin gelmişti. O zamanlar gençti, tazeydi. O zamanlar burnu yüzüne yakışıyordu.
İlk kocası memlekette bir duvarcı ustasıydı. İkinci dünya savaşı yıllarında ellerinde ne var ne yoksa satıp gelmişlerdi Türkiye'ye. Özelliklede kadının ısrarıyla gelmişlerdi. Geldiklerinin ertesi yılı ise kocası ölmüştü. Kimi Balkanların o kuru ve sert havasına alışkın olduğu için dayanamadı, ovanın nemli havası çürüttü dedi. Kimi de memleket hasreti dedi. Sonuçta taze gelin Esma hanım genç yaşta gurbet elde dul kalmıştı.
Bir zaman sonra kendi gibi dul ama iki çocuk sahibi zengin bir ağa ile evlendirdiler. Daha doğrusu imam nikahıyla yetindiler. Ağanın kardeşleri ve akrabaları resmi nikaha -mal bölünür- diye karşı çıkmışlardı. Birinci kocası Sadullah’ı sevmişti. En güzel yıllarını onunla yaşamıştı. Ama ikinci kocasıyla da rahata ermişti. İki çocuğa annelikten ziyade dadılık yapmıştı ama olsun ne açtı ne de açıkta.
Hikayenin diğer yanında Selami Bey vardı. Selami beyin küçük kızı amansız bir hastalığa yakalanmıştı. Doktorlar, tabipler bir çare bulamadan toprağa vermişlerdi. Rahmetli karısının hastalığı dediler. Sonra Selami bey üzüntüden, kahırdan öldü dediler. Sağ kalan Hüseyin de yıllar sonra trafik kazasında ölünce Esma hanıma yadigar sadece üvey oğlu Hüseyin’in büyük oğlu yani torunu Besim kalmıştı. Şimdi iki büklüm haliyle, hayatının tek amacı olarak kalan torununa destek olmaya çalışıyordu. Gerçi kimin kime destek olduğu da tartışılırdı da. Yaşlı kadın bir taraftan geçmişini düşünüyor diğer taraftan torununun hazırlanmasına yardımcı oluyordu. O yaşlı haliyle mükemmel sayılabilecek bir pantolon ütülemişti. Elindeyse bir gömlek vardı. Kapı açıldı
“Nene hazır mı pantolonum." “Hazır nenem hazır, sen yıkan, tıraşını ol hele o vakte kadar gömleğin de hazır olur." Genç adam göründüğü kapıda tekrar kayboldu. Yaşlı kadın elinde ütü tekrar kolayca kopamadığı geçmişinin hayal dünyasına döndü. O dünyada daha mutlu oluyordu. Torunu içeri oturma odasına girdiğinde şaşırmıştı yaşlı kadın.
“A oğul" dedi "Madem giyebileceğin bu kadar güzel urbaların vardı da niçin Esma neneni bu kadar uğraştırdın." Besim gülümsüyordu. Damat gibi giyinmiş kuşanmıştı. Nenesi
“Damat gibi olmuşsun" deyince Besimin gülümsemesi yüzüne iyice yayıldı. "Nenem" dedi kadının boynuna sarıldı. "Sana gelin getirme zamanı geldi." Yaşlı kadın yaşlı kulaklarına inanamamıştı.
“Kimdir? Kimlerdendir? Ben tanıyor muyum?"
“Tanımazsın ama yüzü sana yabancı gelmeyecektir." Besim ayakkabılarını giyerken Esma nene eşikte sorularına devam ediyordu.
“Güzel mi bari." Besim doğruldu. Nenesinin kaşık kadar kalmış yüzünü avuçlarına aldı
“Güzel nenem. Güzel." Bir an yüzündeki sevecenlik kin ve nefrete dönüştü."Araya gene o kara çalı girmeye çalışıyor ama ben yine girmesine izin vermeyeceğim" dedi. Yaşlı kadın torunu çıkasıya kadar maşallah çekti. Bildiği bütün duaları bahtsız torunu için arkasından okudu.
Yaşlı kadın, torunu dışarı çıkınca alışkanlıkla kapıyı kilitledi ve sürgüyü çekti. Doğrudan kendi odasına gitti. Selami Bey öldükten sonra bu merdiven altı sayılabilecek küçük odaya geçmişti. Bir divan bir seccade birde dolaptan ibaretti bütün eşyası. Besim evlenince rahmetli gelini onu bu odadan çıkarmak kendi aralarına katmak için çok çalışmıştı ama hayatından memnun olduğunu güçlükle anlatabilmişti sevimli gelinine. Her zaman açık olup sadece bir köşesi sembolik olarak katlı duran seccadesine vardı. Yıllardır abdestsiz gezmediği için namaza durdu. Besimin hazırlanmasına yardımcı olacağım diye neredeyse akşam namazını kaçırıyordu.
Her ilde ve her ilçede bir Atatürk Meydanı yada Atatürk Caddesi bulunur. Dünya üzerindeki pek çok ulus kurucusuna ve kurtarıcısına bu şekilde teşekkür eder. İlçedeki Atatürk Bulvarı en geniş caddeydi. Bakmayın adının bulvar olmasına, bir bulvardan çok geniş caddeydi. Ortadan bölünmüş ikişer şeritli caddeye, kordon dalgaları desenli mozaik dökülmüş geniş kaldırımları bulvar havası veriyordu biraz olsun. Bir yada iki yaşındaki ağaçların varlıklarının ilçe güzelliğine katkı sağlaması için biraz daha zamana ihtiyaç vardı. Havanın yeni kararmasından dolayı hareketliliğin devam ettiği bulvarda işinden evine dönen onlarca insan ve araç vardı.
Şehir içi trafiğine göre süratle seyreden araçların arasında bir tanesi ağır ağır yol alıyordu."06" plakalı bu araç gidip gitmeme konusunda hala net bir karar verememiş olan Doğan Denizci ye aitti. Adıyla aynı olsun diye kendine "Doğan" marka bir araba almıştı."1988" model kısmen macunlanmış olsa da temiz bir arabaydı. Macunlarının rengi kendi rengine yakın olduğu için uzaktan macunlu olduğu anlaşılmıyordu.
İyice yavaşladı, aradığı sokağı geçmek istemiyordu. İri kaktüslerin bahçesini kapladığı eski konak yavrusu türünden bahçeli bir evi geçince sağa döndü. Evet, çocukluğundan beridir hiç değişmeyen bu evin sokağındaydı aradığı apartman Daha doğrusu dönemedi. Zaten dar olan sokak park eden araçlar yüzünden geçilmez bir hal almıştı. Biraz ilerisinde yolun sağına park etmiş olan beyaz bir opelin arkasına yanaştı. Dışarı çıktığında evi bulmakta zorluk çekmedi. Çünkü civardaki en gürültülü ev aradığı evdi.
Dış bahçenin kapısını açarken konuşmalar, gülüşmeler daha iyi duyuluyordu. Davetlilerin tahmininden daha kalabalık olduklarını düşündü. İçini çocuksu nbir utanma duygusu sardı, kot pantolonla geldiği için pişman olmuştu. Ama bu saatten sonra geri dönüp değiştiremezdi. Heyecanının biraz olsun yatıştırabilir diye üstüne başına elleriyle çeki düzen verdi, kapıdaki zili çaldı.
Sokağa bakan geniş balkonun kapısı açıldı. Balkona çıkan kişiyi görebilmek için bir iki adım geri çekildi. Başını kaldırıp yukarı baktığında yıllardan beridir iyi tanıdığı bakışlarla karşılaştı. Elleri cebinde bir kat yukarıdan değil de derinden bir kuyu dibinden bile bakıyor olsa o bakışlar insanı gene ezerdi. Bir saniye göz göze geldiler, belki de bir saniyeden çok daha az. Yıllar öncesinin dostluğundan, arkadaşlığından eser yoktu. Yalnızca kin ve nefret vardı. Birbirlerini görmedikleri zaman içersinde beslenmiş ve büyümüş bir nefret.
Kapının önünde ne yapacağını bilemez durumda kalmıştı. Keşke gelmeseydim diye aklından geçirdi. Gözlerin kesiştiği bir saniye bütün gece uğraşılsa bile onarılamazdı. Geri dönmeyi aklından geçiriyordu ki merdiven otomatiği yandı. Aşağı indikçe çoğalan terlik seslerinden sonra kapının buzlu camında bir gölge belirdi. Kapıya yaklaştıkça belirginleşen gölgenin bir bayana ait olduğunu anlayınca Doğan biraz olsun rahatlamıştı.
Kapı açılınca gelenin bizzat ev sahibesi olduğunu anlamıştı. Anlaşılan Yüksel Hanım yukarıdan kapı otomatiğine basmak kolaylığı yerine incelik göstermiş kapıyı kendi açmıştı. Kapı aralandığı zaman sımsıcak bir gülümseme alacakaranlık bahçede ışıldamaya başlamıştı.
“Doğan bey Nasılsınız" Kapıyı ardına kadar açtı "içeri gelin. Bizde sizi bekliyorduk." Doğan içeri girmemeye karar vermişti. Ve o anda içinde içmek sarhoş olmak arzusu uyanmıştı.
“Önemli bir aile toplantısına da davetliydim. Umarım beni bağışlarsınız" dedi. Bir şeyler daha söylemesi gerektiğini hissediyordu. Bir kaç saniye süren sessizlik yeni kelimeler yeni açıklamalar gerektiriyordu.
“Davetinize katılmayı çok isterdim ama takdir edersiniz ki annelerinde hatırları var." "Tüh" dedi içinden kız şimdi ana kuzusu olduğunu düşünecekti."Yana sarkmış olan elinde tuttuğu çiçekleri uzattı.
“Bu nedenle davetinize katılamayacağımı söylemek için bizzat kendim geldim.Umarım affedilmeme yardımcı olurlar" dedi. O anda yukarı balkonun kapısı açıldı. Sesler bir anda çoğaldı. Mustafa Ali’nin, Serkan Beyin sesleri baskın ses olarak duyuldu.”Hadi arkadaşlar" diyorlardı. Kalabalıktan bir ses "Açlıktan ölmek üzere üzereyiz." dedi. Doğan
“Her neyi kutluyorsanız hayırlı ve uğurlu olsun" dedi. Elini bir kere daha uzattı veda tokalaşması için. Ve sonra ardına bile bakmadan çıktı gitti.
İlçenin sahille arasında kocaman bir dağ ve o dağın uzantıları durumunda tepeler vardı. Bu dağ ve tepeler ilçe ile Tuzadası arasında doğal bir set durumundaydı. İlçesine en son geldiğinde virajlı olan aradaki yol genişletilmiş çift şeritli hale getirilmişti. Doğan arabasının gaz pedalının sonuna kadar basıyordu. Karanlık hükmünü sürmeye başladığı için zorunlu olarak farlarını açmıştı. Karşıdan gelen araçların ışığı yaklaş tığında farlarını kısaya alıyor sonra yokuşun tamamını aydınlatabilecekmiş gibi uzun ışıkları açıyordu. Gittiği yön olan batı ufkunda saatler önce batan güneşin kızıllığı da çoktan kaybolmuştu.
Yaklaşık dört kilometre süren tırmanmadan sonra aracını yolun soluna çekti. Yıllardır özlediği bu manzarayı doya doya seyretmeliydi. Karşıda koyu lacivert denizin ötesinde yükselen dağlar Yunan adasına aitti. Bizim kıyılara bakan yönünde yerleşim merkezlerinin ışıkları görünüyordu. Bir an aklından "orada da arabasını yokuşun başına çekip karşı kıyıyı seyredenler var mıdır" diye geçirdi. Denizin bu yakasında ise kışın ortasında kimselerin oturmadığını düşündüğü yazlık siteler karanlıkta hayalet kent gibiydi. Sitelerin solunda Ilıcalar beldesi vardı. Ilıcaların sokakları sahil sitelerine göre ışıl ışıldı. Nede olsa oraların sakinleri yaz-kış oturuyorlardı. Karanlıkta bir kibrit alevi parladı ve söndü Doğan şimdi her şeyi unutmuş ortamın büyüsüne koy vermişti kendisini.
Sigarasını filtresine kadar içti. Denizden esen yel kilometrelerce uzaktan da olsa denizin o kendine has kokusunu getiriyordu. Hava ve yerler yeteri kadar ıslak olsa da izmariti yere atmadı. Yolun biraz aşağısında güzelim çam ağaçları vardı. Ne olur ne olmaz diye arabasının küllüğüne attı. Marşa tekrar bastığında ise gideceği yönü çoktan belirlemişti. Mademki içecekti mademki sarhoş olacaktı o halde yönü doğrudan Tuzadası olmalıydı.
-Ne arzu edersiniz beyefendi." Doğan dalıp gittiği ufukların karanlığından garsonun sesi ile sıyrıldı. Şaşkınlıkla etrafına bakındı. Aradan yıllar geçmiş bile olsa ayakları onu Martı adasına getirmişti. Koca lokalde yalnız olduğunu anladı. Başında dinelip duran garsona bir yanıt vermeliydi.
“Bir ufak rakı ve soğuk meze." Garson rakı servisi yapmadıklarını söyleyince kulplu bardakta bira ve çerez söyledi. Aynı garson ısmarladıklarını masaya getirdiğinde siparişleri masaya bırakmasından orada fazla takılamayacağını anlamıştı. Biranın köpüklerini bıyıklarında bırakacak bir yudum aldı. Mutfağın girişindeki garson ve aşçı sanki onun gitmesini bekliyorlarmış gibi geldi. Yine de Yüksel hanımın bahçesinde karar verdiği işi mutlaka uygulayacaktı. Gerekirse birkaç yer değiştirecekti ama bu akşam mutlaka sarhoş olacaktı, hem de zil zurna sarhoş.
Birasından bir yudum daha aldı. Uzun zamandır içmediği için nasıl içmesi gerektiğini bile unutmuş gibiydi. Çerez tabağından bir avuç çerezi ağzına attı. Köşede bekleyen içkisini bir an önce içip gitmesini gözleyen adamları görmemek varlıklarını unutmak için arkasını döndü. Anılarının deniziyle ayaklarının dibindeki denizin dalga seslerinin birbirine karışacağı ana kadar içti. Bardağının dibini gördüğünde anı ile gerçek birbirine karışmıştı. Ömrünün en güzel günlerinden birini yeniden yaşamaya başlamıştı bile.
Yedi yıl öncesinin mayıs sonlarında sıcak bir gündü. Denizin kenarında, limanda biri kocaman direkli iki gemi vardı. Çarşı yelkenli gemiden boşalan yabancı turistlerle cıvıl cıvıldı. Öğle sonrasıydı. Saat iki suları olmalıydı. Denizden esen hafif rüzgar deniz üzerinde küçük dalgacıklar oluşturuyordu. Martıadası ile karayı birbirine bağlayan asfalt yolun köşesinde genç bir delikanlı bekleşiyordu. Birini beklediği elinde tuttuğu bir demet çiçekten belli oluyordu. Sıkça saatine bakması ve yerinde duramayıp aşağı yukarı adımlaması bu bekleyişin uzun zamandır sürdüğünün işaretiydi. Havanın sıcak olmasına rağmen üzerinde yazlık bir ceket vardı Genç adam "keşke başka bir yerde sözleşseydik" diye aklından geçirdi. Örneğin çarşı içinde bir banka önünde yada minibüs duraklarında da buluşabilirlerdi. Beklediğinin ne tür bir araç ile geleceğini bile bilemiyordu.
Tam minibüsle gelebilir diye düşünürken az ötede kornasını çalarak yaklaşan beyaz otomobili farketti. Önceleri karaya yakın ama tam anlamıyla bir ada olan ve adını doğal sahipleri olan martılardan alan Martıadası yapay bir yolla karaya bağlamıştı. O bölgedeki doğal yapı deniz düzeyinden aniden yükselen bir tepe şeklindeydi. Bu nedenle oradaki yol çok dardı ve kenarın da park edilebilecek boşluk yoktu. Yolun bir yanı dik yamaç ve istinat duvarı diğer yanı ise yaya kaldırımıydı. Arabanın içindeki kişi bir eliyle bekleyeni selamladı ve ileri doğru gitti. Arabada el sallayan kızı gören delikanlı biraz olsun rahatlamıştı. Arabanın yönünde hızlı adımlarla yürümeye başladı. Yüz metre kadar ileride yamacın eğiminin azaldığı bir yerlere park etmişti beyaz araba. Bir dakika sonrasında iki arkadaş birbirlerini resmiyetin elverdiği ölçüde selamlıyorlardı.
“Çok bekletmedim değil mi?" sorusuna
“Bende az önce gelmiştim" diye yanıt verdi delikanlı. Birlikte yürümeye başladılar ama garip bir yürüyüşleri vardı Yeni tanışan iki arkadaş gibiydiler. Yan yana yürüyorlardı ama elele yada kolkola değillerdi. Birbirlerine yakındılar ama bir o kadarda uzaktılar. Hiç konuşmadan Martıadası’na kadar yürüdüler. Yolun sonundaki küçük düzlüğe vardıklarında genç kız sordu
“Ne zaman geldin" delikanlının yanıtı bir kelimeden ibaretti. "Bu sabah"
“Nerede kalıyorsun" sorusuna ise sanki gerisinden gelebilecek soruları da tahmin ediyormuşçasına yanıtlar verdi.
“Doğrudan Tuzadası’na geldim ve öğretmen evinde yer ayırttım." Martıadası’nın batısındaki tenha çay bahçesine gelesiye kadar hiç konuşmadılar. Delikanlının şimdi oturuyor olduğu yere civarında bir masaya oturdular. Bir zaman bakışlarının bile birbirlerine temas etmesinden çekiniyor gibiydiler. O bir zaman boyunca sarf ettikleri tek sözcük ise garsona verdikleri siparişlerdi. Dakikalar boyunca duydukları ses ayaklarının dibinden gelen dalgaların sesi olmuştu. Uzun süren sessizlikten sonra ilk konuşan yine genç kız olmuştu.
“Beni kırmayıp geldiğiniz için teşekkür ederim." bir an sonunu nasıl bağlayacağını düşündü ve “Doğan bey" dedi. Aralarındaki resmiyet devam ediyordu. Yanıt da resmi bir ağızla geldi.
“Sorun nedir Necla Hanım." İkisinden birinin bu "sizli bizli" konuşmayı bitirmesi gerekiyordu. Yıllardır sürüp giden bir arkadaşlık aniden farklı boyutlara taşınmıştı. Bunu her ikisi de biliyordu ama birbirlerine itiraf etmeye çekiniyorlardı. Bu itirafın ardından gelecek gelmesi kaçınılmaz gelişmelerden çekiniyorlardı. Havanın biraz daha yumuşaması gerekiyordu ki gerçek konuya gelebilsinler. Necla tekrar sormuştu.
“Üniversitede misin hala" Evet son derece gereksiz bir soruydu. Çünkü genç kız karşısındaki adamın neler yaptığı konusunda bilgi sahibiydi. Hem de haftada bir bazen iki kere olabilen sıklıkta mektuplaşıyorlardı. Öyle gizliden gizliye değildi ama herkese reklam olacak şekilde de değildi.
“Öğrencilik bu yıl bitecek ama ben Üniversitede kalmayı düşünüyorum" dedi. Parlak bir öğrenci değildi ama çalışkanlığı ve dürüstlüğüyle tanınmıştı. Üniversitede sosyoloji okuduktan sonra "suçbilim" üzerine doktorasını yapmıştı ve iki yıllık doktora eğitiminin sonlarına gelmişti.
“Siz neler yapıyorsunuz Necla hanı..." sözünün burasında genç kız müdahale etme gereği duymuştu.
“Hanım yok. Bugün sadece sen ve ben olalım" dedi. Ardından sorusuna yanıt verdi.
“Bugün sevgilimle buluşmaya karar verdik" dedi."Sevgilim ve ben her şeyi unutup gezeceğiz, eğleneceğiz ve kesinlikle ciddi şeylerden söz etmeyeceğiz" diye ekledi. Evet, içlerinden birinin bu çıkışı yapması gerekiyordu. Ok yaydan çıkmıştı artık, eller birbirini buldu ve kenetlendi. Her şeyi olduğu gibi bırakıp çıktılar. Önlerinde dolu dolu yaşayacakları ciddi konulardan bahsetmeden sadece eğlenecekleri bir öğleden sonraları vardı.
Akşama kadar birlikte oldular, gezdiler, dolaştılar. Elele başladıkları beraberlikleri sarmaş dolaş devam ediyordu. Martıadası’nın adım atılmadık yeri kalmamıştı. Gün boyu gülmüşler eğlenmişlerdi. Hatta bir iki bira bile yuvarlamışlardı Aralarında yıllardır var olan sevgi su yüzüne çıkmıştı. Bu duygu seli yüzünden dostlukları ve arkadaşlıkları en yüksek düzeye ulaşmış "Aşka" dönüşmüştü. Yılların acısını bir günde çıkarmak istercesine eğleniyorlardı.
"O unutulmaz gün belki de bu masada başlamıştı" diye düşündü Doğan oturduğu masada. Yüzünde mutlu bir gülümseme vardı. Arkadaki masaların üzerine sandalyeleri ters kapatmaya başlayan garsonlara aldırmak istemiyordu.
“Kaçır beni Doğan" demişti genç kız akşamın başladığı saatlerde. "Seni, beni buralardan götürmen için çağırttım" diye eklemişti.
“Hani bugün ciddi konulardan söz açmayacaktık" dedi Doğan "Üstelik bu söylediklerini senin gibi cici bir doktor adayına yakıştıramıyorum" Ama o an yaptıklarının ne anlama geldiği konusunda gerçeğin duvarına çarptığını da anlamıştı. O an içindeki sevgiyi böyle rahatlıkla dışa vurduğu için kendi kendine lanet etmişti. Buralara hiç gelmemesi gerekiyordu, bu gün hiç yaşanmamalıydı. O andan itibaren ne yapması gerektiğini bilmeyecek durumdaydı. Gerçi kız olanın bitenin farkındaydı ama bir dakikalık bir ciddiyetten sonra gülerek Öyle ya dedi bu gün ciddi konulardan söz etmeme kararı almıştık. Günler sonra "kaçır beni Doğan" nın manasını çözmüştü.
O gün olabileceği kadar geç saatlere kadar eğlenmişlerdi. Akşamın alacasında yolcu etmişti arkadaşını. Sabahınaysa kendi de okuluna dönmüştü. Bir daha da mektup alamadı arkadaşından, yazdığı onca mektup ise geri gelmişti.
Garson iyice yakınlarına gelmişti. Koca çay bahçesinde toplanılmayan yalnızca kendi masası kalmıştı."Artık kalkma zamanı geldi" diye düşündü. Hesabı ödeyip çıktı. Çıkarken yüklü bir bahşiş bırakmayı da unutmamıştı. Sallanarak yürüyordu ama sarhoşluktan değil avarelikten. Körkütük sarhoş olmasına daha vardı, vakitse çok erken. Bir iki bardak bira efkarını dağıtmaya yetmezdi. Yönünü Marinaya çevirdi. "O taraflarda açık yerler daha çoktur" diye düşündü.
Açık yer bulmakta zorlanmadı. Yılbaşı yaklaştığı için barlar, meyhaneler gece klüpleri kendilerini yılbaşına hazırlıyorlardı. Orta halli ve hiç tanımadığı bir mekana girdi. Kuytuda bir masa seçerek oturdu. Bir önceki yerde bulamadığı rakıyı ısmarladı. Tek fark ise yanında yalnızca soğuk meze yeri ne mükellef bir mönü söylemesiydi. Salonda oturan bir kaç kişinin neler düşündüğüne aldırmadan bir türkü mırıldanmaya başladı. Yıllar öncesinde iki kalbin ayrılık saatlerine yakın söylemeye başladıkları hüzünlü bir türküydü mırıldandığı
“Odam kireçtir benim,yüzüm güleçtir benim...."
O gün marina ya kadar yürümüşler miydi? Anımsamaya çalıştı. Evet yürümüşlerdi. Mevsimin erken olmasına rağmen denize girenler vardı, onları seyretmişlerdi. Kimi titreyerek dışarı çıkıyordu kimiyse soyunup hazırlandıktan sonra suyun soğuk olduğunu anlayınca gerisini geriye giyiniyordu. Bir hayli eğlenmişlerdi o insanları seyredip. Sonra ayrılıkları geldi gencin aklına. Sade bir ayrılmaydı. Sanki yarım saat sonra tekrar görüşeceklermiş gibi. Genç kız arabasına binmiş ve
“Allahaısmarladık" demişti yalnızca. Delikanlı arabanın kapısını kapat madan yakalamış “Dur... dur..." diyebilmişti. "Neler oluyor anlamadım" demişti. Genç kızsa “Bu bir rüyaydı hep yaşamak istediğim. Yaşadım. Yaşadık ve artık sabah oldu" demişti.
“Sonra" “Sonrası yok. Sonrasını Allah bilir" demişti ve beyaz araba sabah nasıl geldi ise öylece gitmişti. Bakakalmıştı beyaz arabanın arkasından. Bir an peşinden koşmayı aklından geçirmiş ama bir faydası olmayacağını bildiği için vazgeçmişti. Kendini bir anda aşağılanmış hissetmişti. Bir hatamı yapmıştı, bir yanlışı, saygısızlığımı olmuştu. Hayır. Karşılıklı gülmüşler eğlenmişlerdi. Ağlamak istiyordu, basbayağı terkedilmişti. Ağlamak istiyordu ama ağlayamıyordu. Geçmişin o güzel gününün sonunda ağlayamamıştı ama şimdi oturduğu masada hüngür hüngür ağlıyordu. Garsonun ve diğerlerinin bakışlarına aldırmadan ağlıyordu.
Bir kere daha doldurdu kadehini Domuz sıkısı yaptı bu defa. Bir kriz halinde gelen ağlaması dinmişti. Bu gece iyice sarhoş olacak geçmişiyle yüzleşecekti. O akşam anlamadığını bir hafta ongün sonra anlamıştı. O gün Necla’sı, kendisinin yapması gerekeni yapmıştı; açıkça aşkını ilan etmişti. Ve "Kaçır beni Doğan" demişti. Sevdiği adama, sevildiğine inandığı adama açık çek vermişti. O günlerde anlamsız bir gurur ile bakmıştı olaya. Yaşamı boyunca kendinde itici bir güç olarak gördüğü "Balıkçı çocuğu" olmak duygusu Yaşamının en değerli hazinesini kaybetmesine neden olmuştu.
Zengin kızıydı Necla. Ailesi İzmir’in köklü ailelerindendi. Babası koskoca ilçe Tarım Müdürüydü. Annesiyse İlçenin en zengin ailelerinden birinin kızıydı. Ya kendi... Kimlerdendi, Balıkçı Mukadder’in oğlu Doğan. Hava iyiyse bir kaç balık vururdu ağlarına. Gece tuttuklarını sabah satarsa tencerelerinde çorba kaynayacak demekti. Tam bir Yeşilçam senaryosuydu yani. Zengin kız, fakir oğlan. O gün buluşmaya bile kendi arabasıyla gelmemiş miydi Doktor Necla Hanım?
Bir hafta ongün sonra okuduğu İstanbul gazetelerine kadar gelmişti haberi. Tanınmış ailelerden filancanın oğlu falancanın kızı ile evlenmişti. Daha acısı haberde küçük bir ayrıntı olarak geçiyordu. "Yıllardır birbirini tanıyan yeni evli çift yıldırım aşkı ile birbirlerine aşık olmuşlar" mış. Aslında Doğan böyle bir haberi bekliyordu beklemesine ama o gün niçin gelmişti. Madem Besimi seviyordu neden koca bir öğleden sonra birlikte gezip tozmuşlardı. İşte o nedeni şimdi içki masasında anlıyordu, kendi kendine konuşur gibi
“Kaçırmam için neredeyse yalvardı ama ben anlamadım. Anlasaydım da yapamazdım ki." Şişenin dibinde kalan rakıyı garsonun aptallaşmış bakışları altında kafasına dikti. Aslında acele eden Besim’in kendisiydi. Bunu başkalarından da duymuştu daha sonraları.
“Herkes yadırgadı" demişlerdi. Çapaların zamanında düğün yapılması o yörenin adetlerine ve çalışma düzenine tersti. Davetiye göndermemişlerdi Doğana “İyi de olmuş göndermedikleri" demişti ağabeyinin hanımı.”Sadece gösterişten ibaretti koca düğün" Salon, içkiler, çalgıcılar, dansözler hepsi bir eksikliğin dışa vurumuydu sanki.
“Ya Necla Hanım" dediğinde ise “Buruk gitti kızcağız" dedi. "Sanki istemeden gidiyormuş gibiydi" demişti.
Kapıdan çıkan iki kişi Doğanın dikkatini çekmişti. Vaktin ne kadar geç olduğunu fark etmesine neden oldu o kişiler. Bardağında kalan son yudumu da içti. Soğumuş kayış gibi olmuş ızgara etten bir parça da aldı."Nasıl oluyor da birbirlerine bu kadar benziyorlar" diye aklından geçirdi. Aradaki benzerliği Besimin de, Rıza babanın da fark ettiğini düşündü. Kendi yanılsa bile onlar yanılmış olamazlardı. Fiziksel bir benzeyişten söz ediyordu, duygusal olarak bir şey demesi için çok erkendi.
Bu gece istediklerinin bir bölümünü gerçekleştirmişti. Anılarının denizinde yüzmüş, gerçeklerle yüzleşmeye çalışmıştı. En azından içinde birikenler biraz olsun dışarı vurmuştu. Masadan kalkmaya hazırlandığı şu dakikalarda bir karara varıyordu. Geçmişte yaptığı yanlışlıkları bu kere yapmayacaktı. Savaşacaktı Besimle.
“Bu kez yeneceğim seni Besim" diye bağırdı. Garsonların gülüşmeleri kulağına ulaşmıştı. Dilinin de peltekleşmeye başladığını anlamıştı. Demek ki muradına ermiş zil zurna sarhoş olmuştu. Garsonu çağırdı, hesabı istedi. Yakınlarda bir otel olup olmadığını sordu.
Öğleden sonra uyandığında ise son oturduğu barın bir otelin lobisinde olduğunu öğrenmişti. Anlaşılan garsonlar onu doğrudan doğruya yukarıya otele çıkarmışlardı. Bu da herhangi bir rezalet çıkarmadan uyuduğunun işaretiydi. Bir başka sevinç kaynağı ise o günün pazar günü olmasıydı. Yoksa iş gününde böyle bir baş ağrısı hiç mi hiç çekilmezdi doğrusu.
Pazartesi sabahı ilk işi cumartesi gecesi götürdüğünün küçük bir örneği olan bir buket çiçekle Yüksel Hanımın odasına gitmek olmuştu. Sabahın erken saatleri olmasına rağmen Yüksel Hanım işinin başındaydı. Odaya girdiğinde gözlerine bakamamıştı ama özür dilerken bakışları tam göz bebeklerindeydi. Ne Besim yanılıyordu nede Rıza baba. Sanki Altı yıl önce vefat etmiş olan Necla'sı etiyle kanıyla karşısında duruyordu. Genç kız ona çay ikram etmeyi teklif ettiğinde sevinerek kabul etti. Çayları söylemek için koridora çıkarken belleğinde cumartesi gecesinden bir cümle yankılanıyordu.
“Bu kez yeneceğim seni Besim."Belleğinde ki cümleye bir cümle daha ekledi. “Necla'mı elimden aldın ama Yüksel için sonuna kadar savaşacağım."