Kayıt Ol

Anchilea - Kutsal Kalkan

Çevrimdışı azizhayri

  • ***
  • 581
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: Anchilea - Kutsal Kalkan
« Yanıtla #15 : 04 Kasım 2015, 18:04:02 »
            B Ö L Ü M   O N B İ R


     Yolun bir hayli içerisindeki çam ağacının dibinde, kalabalık bir gurup insan toplanmıştı. Saat daha sabahın dokuzu bile yoktu ama onlar sabah serinliğine rağmen, bir gece önce bulduğu mermer bloğun çevresindeydiler. Köylüler gurubun çoğunluğunu oluşturmasına rağmen bir yanda toplaşmışlardı, gurubun merkezinde ise acılı baba vardı. Ayrıca üniformalı askerler ve takım elbiseli kişilerde vardı kalabalıkta. Elinde G-3 'ü olan jandarma gurubu ağacın öbür yanına mermer bloğa yaklaştırmıyordu kimseyi. Yine de yaklaşanlar olursa bile kimse kesinlikle mermerin üzerindekilere el süremiyordu. Mehmet çavuş sabaha kadar mermerin başına iki nöbetçi dikmişti. Sabahleyin de hava aydınlanınca da sabahlayan nöbetçiler nöbeti şimdiki nöbetçilere devretmişlerdi.
     Kalabalığın içinden ayağında eski bir blucin pantolonu üstünde yıpranmış deri montu olan genç gurubun dışarısında gibi duran takım elbiseli orta yaşlı beyefendiden birine yaklaştı.
     “Merhaba müdür bey." Adam şaşırmış gibiydi.
     “Turan bey. Sizi burada görmek benim için sürpriz oldu dedi. Genç omzuna astığı fotoğraf makinesini düzelterek
     “Öğünmek gibi olmasın ama bizim her yerde gözümüz kulağımız vardır" dedi. Turan Tunalı ilçede yayınlanan iki yerel gazeteden birinin muhabiriydi. Çekirdekten yetişme, tuttuğunu koparan bir gazeteciydi. Lise yıllarında ilçede yayınlanan EKSPRES Gazetesinde yazları çalışmaya başlamıştı. Liseyi bitirdikten sonra üniversiteye gidememiş, kendini gazeteci olarak yetiştirmeye çalışmıştı. Turan Tunalı, yakışıklı sayılırdı, boyu biraz daha uzun olsa çok iyi bir sporcu olurdu. Bu beden ona gazeteciliğin gerektirdiği ataklığı ve hızı veriyordu.
      İki asker, ağacın dibindeki kanıtları bulunca akıllarına kaybolan çocuğa ait olabileceği gelmişti. Aralarındaki kısa tartışmadan sonra Mehmet çavuş, ağacın altında nöbetçi kalmış Erhan onbaşı ise birliğe Astsubayına haber vermeye gitmişti. Sabah astsubayı, amirlerine, müze yetkililerine ve köylülere haber vermişti. Herkes ağacın öte tarafında toplanmış jandarma yetkililerinin gelmesini bekliyordu. Genç gazeteci, gazeteci olmanın birinci koşulu olan merak duygusuyla Müze müdürüne sordu.
      “Olay nedir Müdür Bey?" Adam bir defa yutkundu, Söze nasıl başlayacağını bilmiyordu. “Geçen gün yakın köyde bir çocuk kaybolmuş, köy halkı bütün gece aramışlar, bulamamışlar. Sabah jandarmaya haber vermişler, jandarma köylülerle birlikte aramış ama boşuna. Gece bir gurup asker daireyi genişleterek aramaya devam etmiş" eliyle ağacın öte tarafını gösterdi." şuradaki kalıntıları bulunca 'bilirkişi' sıfatıyla beni çağırdılar" Yutkundu. “Benim bildiğim bu kadar." Gazeteci daha önce duyduklarını doğrulamış olmuştu. Bir zaman sessizlik oldu.
      “Biliyor musunuz" dedi müze müdürü, bu bir sunak taşı. Milet’te bu tür sunaklardan pek çok var." Müdür bey konuşmaya başlayınca kalabalık kendi arasında konuşmayı bırakmış Müze müdürünü dinlemeye başlamıştı. “Hıristiyanlık öncesi dönemlerden kaldığını tahmin ediyoruz." Gazeteci şaşırmış görünmüyordu, şimdiye kadar duydukları her meraklı kişinin internetten veya kitap karıştırmayla elde edebileceği bilgilerdi. Müdür bey delikanlıya yaklaştı.
      “Turan bey aslında bu taşın yeri burası değil?" işte şimdi gazetecinin ilgisi uyanmıştı.
      “Anlayamadım."
      “Bu koca mermer blok burada değilmiş, yeni getirilmiş buraya." Gazeteci Turan Tunalı gerçekten şaşırmıştı bu kere. Biraz ilerisinde İki mermer blok üzerine oturtulmuş en az bir metre eninde ve iki metre boyunda mermerden masa vardı. Milet açık hava müzesinin müdürü o blokların devasa çam ağacının dibine sonradan getirilmiş diyordu.
      “Nasıl gelmiş, kimler ne zaman getirmiş." Sorularına aldığı yanıt "Bilmiyorum" olmuştu. Yoksa uyanık gazetecinin bir kaç gündür süren can sıkıntısı bitiyor muydu? Aradığı ilginç olayı buluyor gibiydi. Uzaktan bir başka gurubun geldiği görüldü. Gelen gurubun üyelerinin neredeyse tamamı üniformalıydı. Belli ki araçlarını asfaltta bırakmışlar yayan geliyorlardı, gelenler yaklaştıkça bekleyen kalabalığın arasındaki kıpırdanmalar arttı. Olay yerine vardılar, ağacı, sunağı, çevreyi incelediler. Alay komutanı, bir komiser yeni gelen gurubun içindeydiler. Onları oraya getiren astsubaya yada müze müdürüne sorular soruyorlardı. Bir ara Alay komutanı, astsubaya kayıp çocuğun babasını sormuş olmalı ki baba Kerim Balcı yanlarına çağrıldı ve acılı baba ile Komutan konuştular. Köylülerse kendilerince olanları konuşuyor, kendi aralarında yorumluyorlardı. Genel kanaat "gidenlerin geriye dönmeyeceği yönündeydi.

     Bir saat kadar sonra karakolda gayri resmi bir toplantı vardı. Astsubay Kıdemli üst çavuş İzzet Dedeoğlu’nun odası emirleri gereğince toplantı odası haline getirilmişti. Toplantıya Alay komutanı başta olmak üzere konuyla uzaktan yakından ilgisi olan herkes katılmıştı. Alay Komutanı Albay Emin Işık
      “Baylar bu gizli bir toplantıdır. Burada konuşulanlar her ne olursa olsun burada kalacaktır" diyerek başlamıştı. Toplantının gayri resmi olduğundan hiç bahsetmemişti. Bu sayede toplantıya katılan sivilleri etkileyeceğini düşünmüştü. Yararı da olmuştu hani.
      Yaşlı albay, Astsubayın masasında oturuyordu. Kepini çıkarıp seyrelmiş saçlarını eliyle düzeltti. Bilmem kaç yıllık meslek hayatında bunun gibi bir sürü olayla karşılaşmıştı. Emekliliğinin yaklaştığı şu aylarda tertemiz sicilini lekeleyecek şeyler istemiyordu. Masanın hemen solunda oturmakta olan karakol komutanına döndü.
      “İzzet oğlum hele baştan anlat şu olayı." Astsubay İzzet kendini bir an mahkemede zannetti. Yutkundu, olayı dilinin döndüğü kadarıyla anlattı. Daha sonra kayıp çocuğun babası ve muhtarda kendilerince anlattılar olanı biteni. Sıra dışarıda bekleyen çavuşa ve onbaşıya gelmişti Önce çavuş girdi içeri. Bildiklerini anlattı. Onbaşıda gece yaşadıklarını çavuştan farksız bir şekilde anlattı. Nesrin adı toplantıda geçmedi ama kayıp kızın babası, büyük kızının peşinden koşan bir çobandan bahsetti.
      “Kızımın annesi söylediydi bir ara bir çulsuz çoban kızımın arkasında çok dolaşmış 'seni başkalarına yar etmem' dermiş" dedi. Albay önündeki not defterine çoban birinci derece şüpheli olarak geçmişti. Ardından astsubayın kulağına eğilip çobanı buldurmasını söylemişti. Sonra Muhtara çobanı sordu. Köyün muhtarı sivil olmanın ve yıllardır devlet dairelerine girip çıkmanın verdiği rahatlıkla konuşuyordu. Çobanın öyle kötü biri olmadığını, bu nedenle bu işi onun yapmış olacağına ihtimal vermediğini söylemekle yetindi. Müze müdürü toplantının başından beri susmuştu ama muhtarın konuşmasından sonra yavaşça öksürdü. Bir an Albayla göz göze geldiler.
      “Müsaade ederseniz Albayım bir iki cümlede ben söyleyeyim" diye söze başladı. Odadaki bütün yüzlerin kendine baktığına emin ağır hareketlerle bir yandan gözlüğünün camını siliyor bir yandan konuşmaya hazırlanıyordu.
      “Çam ağacı bazı kültürlerde kutsaldır. Çam ağacının dibinde bulduğunuz mermerlerde bir "sunak"tır "Bildiğimiz kadarıyla o sunak çam ağacının altında değildi." Kesin konuşmanın kendisini ileri de bağlayacağını düşünmüş olmalıydı ki ikinci olasılığı söylemeden duramadı. “Ya da varlığını bizler bilmiyorduk." Gözlüklerini taktı, odadakilerin yüzlerini inceledi. “Bulduklarınız bir törenin bir ayinin ardında kalanlara benziyor, Orad bulduğumuz kalıntılar bir kurban töreni, Hıristiyanlık öncesi çok dinli kültürlere ait bir ayin yapılmış gibi. Ne az önce sorguladığımız iki askerin ne de bulmaları için adam gönderdiğiniz o çobanın işi olduğunu zannetmiyorum" dedi.
      “O zaman sizce kim yada kimler yapmış olabilir." Soru ilçeden gelen bir komisere aitti. Müze müdürü sabahtan beri bu polisin burada ne aradığını merak ediyordu.
      “Bilmiyorum komiserim. Bildiğim olayın bizim tahminlerimizin çok ötesine geçebileceği. Belki kendini geçmişe fazla kaptıran biri, belki de suçlarına değişik örtüler örtmesini bilen zeki bir sapık. Çobanın ya da askerlerin olmadığına rahatlıkla kefil olabilirim." Yine kesin konuşmuştu. Konuşmasına bilim adamı havası verebilmek için başlattığı "kesin konuşma" alışkanlığı başına bir sürü dert açtığı halde bu alışkanlığından bir türlü vazgeçemiyordu.
      “Askerleri ya da çobanı ne kadar tanıyorsunuz ki kefil oluyorsunuz." Müze müdürüyle komiser göz göze geldi. Korktuğu bir kere daha başına gelmişti. Müze müdürü bir defa daha konuşmaya başladı ama bu defa sesinde çok daha ciddi bir ton vardı.
      “Tarihi ve eski pagan adetlerini, törenlerini bilen biri bu işi yapan. Hem kim bilir kalıntılar kayıp kıza değil de bir başka hayvana bir köpeğe yada bir domuza da ait olabilir. Biliyorsunuz bu tür hayvanlar çok tanrılı dinlerde kutsal sayılırdı." Tartışma uzayacak gibiydi ama Albay araya girdi.
      “Baylar başta da dediğim gibi burada konuşulanlar burada kalacak. Özellikle dışarıdaki gazeteci bilmeyecek." İzzet Astsubay toplantının bittiğini anlamıştı. Albay ayağa kalkıp amirini yolcu etmeye hazırlanan astsubaya döndü.
      “İzzet astsubay sizde o iki asker ve çoban için gerekeni yapın."dedi. Cümlenin burası kayıp çocuğun babası ve muhtar duysun diye yüksek sesle söylenmişti. Çobanın babasının da ifadesi alınacak. Şüpheli görürseniz çobanın babasını da bir kaç gün alıkoyun" dedi. Birlikte geldiği arkadaşlarına dönerek; “Beyler sizler isterseniz jipe doğru gidebilirsiniz. Sizleri ilçeye görev yerlerinize bırakabilirim."Eliyle yalnızca astsubayın görebileceği şekilde kalmasını işaret etti
      İşaretin sonunda birçok emir ve direktif vardı; Nöbetlerin daha dikkatli tutulmasından köy içine devriye gönderilmesine kadar. Laf arasında ise Çavuşun ve onbaşının masum olduğuna inandığını söylemişti. Yine de köylüye karşı inandırıcı olması için bir süre ortada gözükmemelerini istemişti. O sırada içeri astsubayın postası girdi.
      “Tarif edilen eve gittim. Aranan kişi yoktu ama emriniz üzerine babasını getirdim." dedi. Albay astsubayına dönerek  “Gelenle sen ilgilen artık, ben bu işin üzerinde fazla bile oyalandım." dedi. Birden aklına gelmiş gibi "Çam ağacının dibinde bulunan şeyleri de getirtiver. Bakalım müze müdürü haklı mı çıkacak?"

     Muhtar ve diğer köylüler gitmemişler dışarıda bekliyorlardı. Aralarında ki yaşlı adamsa aradıkları çobanın babası olmalıydı Belli ki muhtar ve diğerleri yeterince ikna olmamıştı. Astsubay onları tekrar içeri davet etti. Köylüleri ikna etmeden göndermemeliydi. Yapması gerekeni yapacaktı. Dışarı seslenip nöbetçiyi çağırttı.
      “Bana nöbetçi çavuşunu bul" dedi. Emirleri ise sert bir ses tonuyla veriyordu. Az sonra “eee biz bize kaldık diye" söze başlıyordu ki içeri nöbetçi çavuşu girdi.
     “Yanına iki asker al ve Mehmet çavuş ile Erhan onbaşıyı disiplin odasına at" dedi. Kolunda kırmızı bir bez bant olan çavuş şaşırmıştı. Kekeleyecek gibi oldu.
     “Çavuş sana söylediğim kişileri kontrol altına al, ikinci bir emre kadar disiplin hücresinde kalacaklar başlarında da sürekli bir nöbetçi bulundurun" dedi. Nöbetçi çavuş dışarı çıkmak üzereyken  “Görevi yerine getirdiğine dair tekmil bekliyorum" dedi. Sonra sanki hiç bir şey olmamış gibi odadaki köylülere döndü. Sert çıkışı işe yaramıştı. Oda da az önceki mırıldanmalar yoktu. Havayı sürdürmeye kararlıydı. Çobanın babasına dönerek
      “Baba, oğlun nerede?" Yaşlı adam ne olduğunu yeni anlıyordu Bir iki gün önce olanlarla oğlunun ilişkisini az önce astsubay konuklarını yolcu ederken muhtardan duymuştu.
     “Bilmiyorum kumandan bey oğlum, ovada bir yerlerdedir. Çobanlık hali bilirsin." Astsubay “Durumu anlamışsındır. Senin oğlan kayıp kızın ablasının peşine takılmış bir ara. Hatta "seni başkalarına yar etmem" dermiş dedi. Göreve başladığı ilk zamanlar zor gelmişti kendisinden yaşlı kişilerle bu tür konuşma ama sonradan amirleri, arkasına yasa kuvvetini aldığı söylenmişti. Şimdileri karşısındakinin yaşı ne olursa olsun çok rahat konuşuyordu.
      “Bu işler gönülle olur. İki aile arasında düşmanlıklar yaratmamalı. Karşısında ki yaşlı babanın suçlu bir şekilde suspus oturması zoruna gitmişti. Sesini biraz daha yumuşatarak sözlerini sürdürdü.
      “Genç bunlar bir gün severler, sevdim zannederler. Başka gün başka birini gördüler mi her şeyi unuturlar. Sen oğlanı bana gönder. Bir iki şey soracağım."Aklına gelmiş gibi “hangi saat olursa olsun hiç fark etmez. Sen haber et ben bir asker yollar aldırırım." Muhtar araya girdi.
      “Olmaz komutanım, bir delikanlı jandarmayla karakola gitmemeli. Babası onu gönderir zaten."Çobanın babası az sonra "müsaadenizle" deyip çıktı. Çobanın babası gittikten sonra muhtar sordu.  "Astsubayım sizce o delikanlı mı yaptı? Yılların muhtarı işlerin nasıl yürüyeceğini gayet iyi biliyordu. Sosyal ilişkileri iyiydi. Üç dönemdir muhtar seçilmesi boşuna değildi. İzzet astsubay bir yanıt vermeliydi. Cümleleri kafasında toparlamaya çalışıyordu. Zaman kazanabilmek için bir sigara yaktı.

      “ O işi ne disiplin hücresine attığım o iki asker ne de çoban yapmamıştır. Büyük kızının güzel bir kız olduğunu duydum. Kızını beğenen daha pek çok genç olabilir. Hepsini içeride tutamayız değil mi. Dışarıdan gelen biri de yapmış olabilir" Sigarasından derin bir nefes çekti. Sözün en zor Bölümüne geliyordu. “Araştırıyoruz, müze müdürünün söylediklerini duydunuz." Sigaradan bir nefes daha çekti. “Bir sapıkla karşı karşıya olabiliriz. Bunları söylemek çok acı ama kızını bir daha göremeyebilirsin." Karşısındaki adamın gözlerinin dolduğunu hissetti.
      Doğru mu yapmıştı yoksa yanlış mı bilmiyordu. Bir babanın evladının başına neler gelmiş olacağını bilmesi duyacakları hoşuna gitmeyecek olsa da onun en doğal hakkıydı. Sonuçta dün geceden beri karakolda var olan koşuşturma bitmiş odasında yalnız kalmıştı. En zoru da gazeteciyi ikna etmek olmuştu. Allah’tan “Git Albayımdan öğren" demeyi akıl edebilmişti. Hiç bir şey yapmadan geçen beş on dakikadan sonra dışarı seslendi.
      “Nöbetçi."  Kapıda beliren nöbetçiye nöbetçi çavuşu bulmasını, Ona Mehmet çavuşla Erhan onbaşıyı odasına getirmesi gerektiğini söyledi. Beş dakika sonrasındaysa üçü birlikte olay mahalline doğru gidiyorlardı. 

   Güneş gökyüzünde parıldıyordu. Geceki yağmurun izleri sadece yerdeki çamurlardan ibaretti. Güneşi gölgeleyecek bir bulut parçası bile yoktu. Astsubay güneşe bakıp“Vakit öğleyi geçmiş olmalı" deyince Erhan onbaşı "on üç elli beş" diye doğruladı. Uzun sayılabilecek yürüyüşten sonra olay yerine gelebilmişlerdi. Astsubayın aklına dün geceki iğrenmesi gelmişti. Mermer masanın ortasında yığılı et ve kemikleri görünce içinden bastırılamaz bir kusma isteği gelmişti. Havadaki yanık kokusunu ve suyla kanın oluşturduğu kirli kırmızı renkli gölcüğü görünce dayanamamış kusmuştu. Onbaşının akıl etmesiyle kanıtların üzerine büyük bir branda örtmüşlerdi. İki nöbetçi sabaha kadar orada o yanık kemiklerin önünde nöbet tutmuşlardı kanıtlara bir zarar gelmemesi için İyide olmuştu hani. Her şeyi olduğu gibi korumuşlardı.
      “Komutanım" dedi çavuş. “sizce müze müdürünün söyledikleri doğru mudur? Yani bu koca taşlar sonradan mı buraya getirilmiştir."  Kendi sorusuna kendi yanıt verdi.
      “Hiç zannetmiyorum. Etrafta sürüklenme izleri yok." Erhan bana yardım eder misin?" dedi. Birlikte mermeri kıpırdatmaya çalıştılar. Boşuna. Milim bile oynamadı. Çavuş çevreye bakındı. Öteler de düzgün sayılabilecek kalınca bir dal buldu. Basit bir kaldıraç düzeneği kurup mermeri bir parmak kadar kıpırdatabildi.
      “Bakın komutanım." Mermerin altında simsiyah toprak görünüyordu. "Yeni getirilmiş bir taşın altı gibi durmuyor" dedi. Daha sonra mermer sunağın etrafında kesilmiş olduğu anlaşılan çalıları ve kısa otları gösterdi.
      “Bence bu mermer sunak hep buradaymış ama çalıların ve otların altında görünmüyormuş." İzzet astsubay çavuşunun doğru söylüyor olabileceğini düşündü. Elindeki telsizle karargahı arayıp postasına Müze Müdürünü olay yerine getirmesini söyledi.
 

     Bir saat kadar sonra Müze müdürü anca gelebilmişti. Beraber geldikleri bir başka yetkiliyle mermer bloğu ve çevresini incelediler. Mehmet çavuş bir saat önce astsubayına yaptığı gösterinin bir benzerini müzeden gelenlere de yaptı. Müzeciler durumu ellerindeki planlarla karşılaştırdıktan sonra çavuşun doğru söylüyor olabileceğine inandılar.
      “Demek ki biri ya da birileri burada bir sunak olduğunu biliyorlardı. Çam ağacının dibindeki çalıları ve ağaççıkları temizleyince sunağı ortaya çıkarmış oldular." Müze müdürü sabah çok kesin konuşmakla hata ettiğini anlamıştı. Konuşuyordu ama beyninin içinde sürekli "Bir daha kesin konuşmayacağım... Bir daha kesin konuşmayacağım..." diye tekrarlıyordu. Durumu toparlayabilmek için kısa bir konuşma yapmaya çalıştı.

     “Buraların bilinen dört bin yıllık tarihi var. Miletos, çağının en büyük liman kentiydi ve doğal olarak geniş bir mıntıkaya yayılmıştı. Irmak, yıllarca taşıdığı topraklarla şu ovayı oluşturunca kent önemini kaybetti. Seller bir yandan rüzgar bir yandan kenti örttüler."Astsubay araya girmeseydi hemen her turist gurubuna anlatılan konuşmanın Türkçe versiyonunu bir kere daha dinleyeceklerdi.
      “Sabah söylediğiniz bir şeyler daha vardı; Ayin,  kurban falan." Müze Müdürü, bir an düşündü. Bilirkişiliğinin bir kere daha sınanmasına izin vermemeliydi. “Eski Yunan ve Roma zamanından söz ediyorum. O zamanlar birçok Tanrı vardı, aşk tanrı, savaş tanrısı, güzellik tanrıçası. İşte onlardan birine tapınan guruplar, tanrıları için benzeri törenler yapıyorlardı Bir an durdu.  "Tabii en az iki bin iki beş yüz yıl öncesinden söz ediyorum. Ama bugün..."
      İzzet Dedeoğlu, yapabilecek bir şey olmadığını düşünüyordu. Çevresine bakındı, Mehmet çavuşu göremeyince onbaşıya sordu. Onbaşı onun "biraz daha aramaya devam edeceğini söylediğini" söyledi. Asfalta doğru yürümeye başladılar. Bir zaman sonra Mehmet çavuş ötelerden göründü. Bu son iki gündür astsubayıyla abi kardeş gibi olmuşlardı.
      “Mehmet, bir şeyler bulabildin mi" diye sordu İzzet astsubay. Mehmet olumsuzca kafasını sallamakla yetindi. İleri de patikanın bitip bulundukları tepenin başladığı yeri göstererek “orada taze sayılabilecek lastik izleri var ama bu bir anlamı var mı bilmem?" Erhan onbaşı atıldı. “Biz tekrar bakalım isterseniz komutanım" dedi. İzin çıktığını belirten baş işaretinden sonra iki asker o yöne yöneldi.
      Akşamüzeri astsubayın telefonu çaldı. Arayan Albay Emin Işık'tı “Hastaneden geliyorum" dedi. “Tahlil sonuçlarını almak için bizzat ben gittim. Kemikler ve kanlar bir domuza aitmiş" deyince telefonun diğer ucundaki astsubay istem dışı bir sevinç çığlığı attı.
      “İzzet, oğlum orada mısın?"
   “Evet, efendim çocuğa ait olmadığına sevindim" diyebildi. Albay Emin o tok sesiyle anlatmaya devam etti. “Bir yaban domuzuna aitmiş, Biri çok garip şakalar yapıyor olmalı." Karşı taraftan ses seda çıkmayınca bir kaç defa "alo" dedikten sonra “Çocuk sağ olabilir. Sana takviye olarak geçici görevli bir kaç kişi gönderiyorum. Köyü iyice ara. Devriyeler çıkar. Ne olur ne olmaz bir ikinci "kayıp çocuk" olayı yaşamayalım" dedi. Telefon kapandığı astsubay eski huzurlu günlere dönmelerinin daha bir kaç gün sürebileceğini düşünüyordu.
      Kapı çaldı. İçeri giren iki asker son günlerde gözüne sevimli görünmeye başlamıştı. İkisinin de yüzleri gülüyordu. Daha astsubayları sormadan anlatmaya başladılar.”Patika boyunca lastik izlerini takip ettik. İlkel yöntemlerle de olsa lastiklerin arasındaki mesafeyi ölçtük. Bir hayli geniş araca ait olmalı, her ne ise. Üstelik lastiklerin diş izleri bir hayli derin." Erhan onbaşı arkadaşının bir an durmasıyla konuşmaya onun kaldığı yerden devam etti. “Yolun bir dirsek halini aldığı yerde iri bir kayanın kenarında şu izleri bulduk."  Elinde kabuk halinde mendile sarılmış boya kırıntıları vardı. Komutanına uzattı.
      “Modeli nedir bilmiyoruz ama bizim cipten bir hayli geniş ve siyah. Bir zaman düşündükten sonra İzzet astsubay “Başka birilerine ait olamaz mı o izler."  Evet, bunu hiç düşünmemişlerdi. Oralara gelen bir piknikçiye veya yolunu şaşırmış bir turistte ait olamaz mıydı? Bu olasılığı hiç hesaplamamıştı iki asker. Mehmet çavuşun yüzü gölgelendi. Müstakbel baldızını bulma ümidi suya düşmüş gibiydi.
      “Haklısınız komutanım" demekten başka bir şey gelmedi ellerinden. Tam kapıdan çıkacaklarken çavuş birden geri döndü. Elini cebine attı. En önemlisini unutuyorlardı. “Birde bu var komutanım" dedi. Bir minik künye avcunda İzzet astsubaya uzatılmıştı. Astsubay eline aldı. Daha o bir şey demeden çavuş, “Kayıp kıza ait olmalı." Düşük ayarlı altından yapılmış üzerinde fazla bir işçilik olmayan basit bir künyeydi. Künyenin geniş bandında yazan adı okudu EMİNE
     “Tamam çocuklar çıkabilirsiniz" dedi. Onların çıkmasıyla telefona sarıldı. Aradaki dijital ve canlı sekreterleri geçtikten sonra ulaşabildiği Albaya “Henüz çıkmadıysanız yanınıza gelmek istiyorum" dedi. Yaklaşık bir saat sonrada Alayın nizamiye kapısından içeri giriyordu. Albayının odasına girdiğinde ise karşısına sabah tanıştığı komiserde çıktı. Albay sabah yapmadığını geçte olsa şimdi yapıyordu.
      “Komiser Ali Rüzgarlı, İlçe emniyetinden. İlçeye yeni atanmış ve bu konuyu araştırıyor" dedi. Kendini tanıtmak Astsubaya düşmüştü. Astsubay İzzet bildiklerini bir an önce anlatıp bir gece daha kalmak zorunda kalacağı karakola dönmeden evine de uğramayı düşünüyordu. Bu yüzden hemen konuya girdi Cebindeki künyeyi ve boya kırıntılarını Albayına uzattı. İki zeki askerinin anlattıklarını Albayına anlattı.
      Odadan çıkarken Astsubay İzzetin kafası iyice karışmıştı. Komiser Ali Rüzgarlı ya göre anlattıkları doğru ise işleri çok zordu. Ya gizli bir tarikatla ya da çocuk kaçırmayı kendilerine iş edinmiş bir çeteyle karşı karşıydılar."İki ucu b.klu değnek." demişti sözlerinin sonunda.

      Anne ve baba künyeyi tanımışlardı. Çocuklarının altıncı yaş günü hediyesi olarak aldıklarını söylediler. Resmi bir kanıt kabul edilmediği için İzzet astsubay künyenin aileye geri verilmesinde bir sakınca görmedi.
      Bir hafta içinde köyün altı üstüne geldi, aranılmadık ne köy kahvesi kaldı ne köy odası. Köyün camisi bile tepeden tırnağa arandı. Alaydan gelen takviye kuvvetlerle civarda ki devriyeler arttırıldı, deyim yerindeyse kuş uçurtulmadı. Arazi aramalarına devam edildi, siviller ve askerler o bölgenin her metre karesini aradılar. Kaçak çoban, bir dağ köyünde akrabalarının yanında saklanırken yakalandı. Gerçi çoban suçu inkar ediyordu ama eğer suçlu olmasaydı gider bir dağ köyüne akrabalarının yanına saklanır mıydı hiç.

      İlk zamanlar köylüde tedirgin olmuştu. Köyün içinde devriye gezen askerler olmasına rağmen hava karardıktan sonra dışarı pek çıkılmıyordu. Ne zaman kaçak çoban Yasin yakalandı halk biraz olsun rahatladı. Bir iki gün sonrasında önce köyde devriye gezen askerler gezmez oldu sonra yollardaki kontroller olağanlaştı. Hayat normale döndü

      Sıradan bir köy evinde, erkenden uyuyan iki çocuğunun ardından ebeveynde yatmaya hazırlanıyordu. Basit bir perde ile odadan ayrılmış olan yüklükten yer yataklarını çıkarmaya çalışan kadın kocasına soruyordu.
      “Ne dersin bey yarın kızımızdan bir haber alabilecek miyiz?" Adam oturduğu sedirden yanıtladı
     “Allah’tan ümit kesilmez."
     “O çoban piçine ne olacak peki." Bu defa yanıt alamadı sözlerine. Adam, yanıt yerine kalktı, kapının karşısındaki yirmi yıl öncesinin modası olan geniş ve hantal televizyon vitrininin üzerindeki bölmeden minik künyeyi aldı. Gözleri nemli bir zaman seyrettikten sonra yerine bıraktı.
      “Biliyor musun bey" dedi kadın."Kızım yaşıyor." Gözyaşları göz pınarlarından taşıyordu artık. “Ben anneyim hisse diyorum kızımız acı çekiyor ve biz hiç bir şey yapamıyoruz. Adam oturduğu sedirden kalktı, ışığı kapattı. Gözlerindeki yaşları daha rahat silebilirdi.                         
"İnsanlığın en büyük trajedilerinden biri ahlakın din tarafından ele geçirilmesidir." Sir Arthur Charles Clark

Çevrimdışı azizhayri

  • ***
  • 581
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: Anchilea - Kutsal Kalkan
« Yanıtla #16 : 06 Kasım 2015, 17:53:26 »
B Ö L Ü M     O N İ K İ


      “Ben hiç memnun değilim" dedi Rıza Aslan. Bir taraftan masaların tozunu alıyor bir taraftan da büroya yeni gelmiş olan Ahmet Oker in sözlerine vereceği yanıtı bekliyordu. Aslında bende memnun değilim dedi Ahmet bey de. "Ama yapabileceğimiz her hangi bir şey yok" diye eklemeyi unutmadı.
      “Bu adamlar gelmeden çok önce haklarındaki yazı geldi Müdür bey gerekli itirazı yaptı ama boşuna. Bu aralarında Türkiye'nin de bulunduğu bilmem kaç ülkenin imzaladığı uluslar arası bir anlaşmayla belirlenmiş bir şeymiş. Bizden de dışarıya gidenler varmış. Madem bizimkiler de oralara gidiyor biz de onlardan gelenlere iyi bakmalıyız." Sözünü bitirince temizliğini sür dürmekte olan yaşlı adama baktı. Sözlerini onaylayacak bir tutum bir davranış bekliyordu. Rıza Aslan kafasını salladı. Ahmet Oker, beklediği onay gelince sözüne devam etti.
      “İşin birde ekonomik yanları var" dedi."Uzun zamandır onlar buradalar, gezip tozuyorlar, yiyip içiyorlar. İyi kötü esnafımıza katkısı oluyordur. Sonuçta maaşlarını burada bırakıyorlar." Rıza Aslan, “iyi ama bizimkilerde maaşlarını oralarda bitiriyorlar " demedi. Diyemedi. Masanın üzeri silinmiş kalemlikler masa takvimi, sumen takımı yerlerine yerleştirilmişti. Ahmet Bey, kuru bir eline sağlık diyerek yerine oturdu. Beraberinde getirdiği gazeteye sarılmış simidini çıkardı. Rıza bey diğer eşyaların temizliğiyle ilgilenirken göz ucuyla Müdür yardımcısına bakıyordu. Hak ve adalet sözlerini dilinden düşürmeyen adam, gözünün önünde yapılan temizliğe küfür eder gibi davranıyordu, beş on saniye önce sildiği yerler simit susamlarıyla dolmaya başlamıştı bile.
      “Rıza bey iki çay söyleyiver de karşılıklı içelim" dedi. Rıza bey her zamanki alçak gönüllülüğüyle "ben az önce içtim" diye yanıtladı. Ahmet Oker, çay içme konusunda ısrar edince yaptığı işi bırakıp dışarı çıkmak zorunda kalmıştı.

   Emektar hizmetli birkaç dakika sonra elinde üç çay ile içeri girdi. Mehmet Bayramı peşinde görünce Ahmet beyin bütün neşesi uçuvermişti.
   “Selamın Aleyküm" elinden gelse selamı almazdı ama yinede gönülsüzce "aleyküm selam" dedi. Uzattığı simit parçasını almadı. “Benimki geliyor" dedi ve yerine geçti oturdu. Ahmet Bey o meşhur benzetmelerinden birini İşletme içinde yapmıştı. İşletmeyi bir gazinoya çalışanları da sahneye çıkacak sanatçılara benzetirdi. Her hangi bir duyuruda yada yazıda imza krizi yaşanırdı, senin adın üstte olmuş yada benim ki niye alta yazılmış gibi. Odalardaki oturma planlarında da aynı şey yaşanıyordu. Senin masan niye daha büyük, ben senden daha eskiyim benim yerim niye kapının ağzında. Ahmet Bey, bu benzetmesinde haklıydı. Meslek kıdemi, memuriyet kıdemi ya da mezuniyet durumu bu işlerde çok etkiliydi. Bu yüzden içine sindiremese de Memur Mehmet Bayram odanın en küçük masasına sahipti. Üstelik tek çekmecesi vardı masasının.
     İşletmeye ilk geldiğinde daha büyük ve üç çekmeceli bir masada çalışıyordu. Sonra Ziraat teknisyeni gelince odadaki en küçük masaya ricat etmek zorunda kalmıştı. Ricat kelimesini bilinçli olarak seçmişti Mehmet Bey. Her zaman olduğu gibi masa ve yer konusunda da hakkının yenmiş olduğunu düşünüyordu."Fabrikanın bütün yazı işleri elimden geçiyor, yazışmaların yanı sıra mutemetlikte benim omuzlarımda. Aldığım üç kuruşluk Mutemetlik kesintisi ise olay oluyor" diyordu. Sonuçta ise dış kapının mandalı hesabı İşletmedeki en küçük masada çalışmak zorundaydı. Masanın kendisine dar geldiğini kerelerce söylediği halde kimse kendisine yardımcı olmuyordu. O sırada Rıza Bey elinde simitlerle içeri girdi.
      Doğanın özellikle insan doğasının gereği böyle olmalıydı. Kendi üzerindekiler Memur Mehmet beye ne kadar yükleniyorlarsa Memur Mehmet de astı sayılabilecek -en azından her ay hazırladığı maaş bordrosunda- Rıza Babaya yükleniyordu. Rıza babaya bir de çaycı Yılmaza. Mevki farkını hep anımsatan davranışlar içersine giriyordu. Az önce elinde simitlerle içeri giren Rıza beye bir örneğini yaşatırcasına
      “Tamam Rıza" dedi. Aslında bir şey söylemesine bile gerek yoktu, bakışları derdini anlatmaya yetiyordu. Mehmet Bayram’ın olmadığı bir gün onun bu davranışları görüşülmüştü. Müdürü savunmuştu memurunu."hayat pahalılığı" demişti. "Ekonomik zorluklar" demişti. "Mehmet Bayram işini iyi bilen ve iyi yapan bir memur" demişti. Her zaman şikayetçi olan Ahmet beye dönerek “Sizinde dört çocuğunuz olsaydı ve bunlardan üçünü tek maaşınızla okutmaya ve ailenizi geçindirmeye çalışsaydınız aynı duruma düşerdiniz" demişti. Özetle işletmenin Müdürü işini bilen memurunu seviyor ve onu onun olmadığı yerlerde savunuyordu. Kim bilir bunu belki de araların da gizli bir rekabet olduğuna inandığı için yapıyordu. Mehmet Bayram her zaman ki çok bilmiş tavırlarıyla
      “Gel bakalım Rıza" demişti. "yarı yarıya yapalım." Yılların hizmetlisi en çok da buna bozuluyordu. Mehmet beyin yaşı kendi yaşından bir kaç yaş küçük olduğu halde Rıza babanın koruyucusu rollerine giriyordu. Almış olduğu aile terbiyesi ve iş ahlakı izin verseydi; “Kendine bir uşak tut" derdi, simit almaya onu gönderirken. Ya da "yarı yarıya yapalım" dediğinde  "Böyle pozlar atarak vereceğin simit senin olsun" derdi. Ama o yine her zamanki gibi kibarlık göstererek “Teşekkür ederim ben kahvaltımı yaptım" dedi. Israr üzerine de bir lokma almak zorunda kalmıştı. Her zaman oturduğu kapıya en yakın sandalyeden Ahmet beye neden sonra tekrar sordu.
      “Ne diyon bu Amerikalıların ettiklerine Müdür Bey." Soru Ahmet Beye sorulmuştu ama cevap bir soru olarak memurdan geldi. “Amerikalılara ne olmuş ki…" Durumu sezmiş gibi başladı konuşmaya. “Ben en başından beridir karşıyım onlara. Müdürümün yerinde olsam çok geri memleketlerine göndermiştim onları." Ahmet Bey atıldı
      “Bekara hanım boşamak kolay." Mehmet Bey şöyle küçümser bir eda ile baktı yanındaki masaya, sözlerine devam etti
       “Onlar Amerikalı, bizim kültürümüze yabancılar. Bize öğretebilecekleri bir şeyler olduğunu da sanmıyorum. Davranışları, huyları, garip kıyafetleri derseniz leş gibi" Bir an durdu. “keş midirler nedir?.Her akşam bira her akşam içki. Kafalar hep kıyak. Günahlarını almayalım ama bu bitlilerde esrar eroin falanda vardır. "Eski imamın vaazını dışarıdan gelen ses kesti.
      “ OHA..!!!" İkinci "oha" daha yavaş ama kapının ağzındaydı. Kapıdan içeri Besim Bey girdi. “Kusura bakma Rıza baba."tekrar sözlerin sahibi olan Memura döndü.  “İyi ki dilimizi bilmiyorlar. Haklarında ne düşündüklerinizi öğrenseler eminim bir hayli üzülürlerdi." Ses tonu biraz yükseldi. “Sizce bende esrarkeş miyim İmam efendi." "İmam efendi” sözü Mehmet Beyin yüzünün asılmasına neden oldu. Dua edin de sizi ciddiye alan insan çok az. Yoksa İlçenin yarıdan fazlası içki içiyor diye esrarkeş yada eroinman kabul edilecekti. Ahmet beye dönerek
     “Müdür bey yerinde yok mu?" dedi.
     “Henüz gelmedi. Ne vardı ben yardımcı olayım." Besim bey sakin bir sesle  "Doktora çıkmayı düşünüyorum" devamını söylemesine gerek yoktu. Ahmet Oker'in arayıp ta zor bulduğu bir fırsattı
      “Memur arkadaşa hemen hazırlamasını söylerim." Mehmet beyi odada yok sayıyorlardı.
      “Lütfen ilgili arkadaşa dört örnek yapmasını söyler misiniz?  İzmir'e sevk ettireceğim de." Müdür yardımcısına zaferini pekiştirmek düşüyordu.
      “Besim bey için Vizite kağıdı hazırlar mısınız? Lütfen beş örnek olsun." Besim bey içeri girdiğinden beridir ayakta duran Rıza baba, “Arkadaş hazırlayasıya kadar oturmaz mısınız?" dedi. "Size bir çay getirebilirim." Besim ise siniri geçmiş kendi gelmeden önce odada konuşulan konuyu anlamaya çalışıyordu.
      “Yok Rıza baba, ben kahveyi tercih ederim. Zahmet olmazsa Yılmaza bir orta kahve söyler misiniz?" Ekledi, Arkadaşlardan da içecek varsa soruver." “Adamlar bizden daha rahat hareket ediyorlar diye ahlaksız mı oluyorlar. Kot pantolon yada deri ceket giydiklerinde hippi mi oluyorlar Birden aklına gelivermiş gibi “sahi konu neydi?"
      “Konuyu sabah Rıza baba açtı" dedi Ahmet bey. "Her lafa maydanoz olan kişiler araya girmeselerdi ne olduğunu da anlayabilecektik ama..." Yan masada daktilosunu tıkırdatan Mehmet Bey sözün kendisine olduğunu biliyordu. Bir "La havle" çekti, içinden. İki ay önce bunları söyleseydi, Besime verilecek yanıt hazırdı ama Besim iki aydır çok değişmişti. Kendisini toparlamıştı kılığını kıyafetini düzeltmişti.. Bir an bu adamı neyin değiştirdiğini düşündü ve hemen vazgeçti, düşünüp bir sonuca bağlanması gereken şeylerle doluydu kafası, daha fazlasına gerek yoktu.
      Rıza Aslan elinde tepsi ile kapıda göründü."Baba ne zahmet ettin" dedi şefkat dolu sesle. Peşinden “Yılmaz iblisi neden getirmedi" diye sordu yapmacık öfkeyle. Acemi tiyatrocuların mimik ve ses eğitimi gibi birbirine taban tabana zıt duygu ve ses tonlarındaydı birbirini izleyen iki cümle. Eğer bir sınıf geçme temrini olsaydı bu mimiklerden çok iyi notlar alırdı Besim. Ses tekrar yumuşadı
    “Gel hele otur şöyle" odadaki Ahmet Oker'in masasının karşısındaki kolçaklı sandalyeye oturttu Hizmetliyi. Yanındaki sandalyeye de kendi oturdu. Elini Rıza beyin dizine vurarak Anlat babacığım dedi. "Bizim Coniler hakkında neler duydun." Rıza bey severdi Besimi, Severdi ama başkalarının işine karışmayı sevmezdi hiç istemediği halde şuan olayların merkezindeydi. Merkezde olmak hep rahatsız ederdi onu.
      “Yok" dedi çekingen bir şekilde."Öyle ahım şahım şeyler değil."
      “Sen anlat hele Besim Bey karar versin önemli olup olmadıklarına." Bu sözler bilgisayar başındaki Memura aitti. Tehlikeli bulduğu Besim’le kırgın olmak iyi olmaz diye karara varmıştı. Bir neden bulup arayı düzeltecekti.
   “Kıymetli memurumuz doğru söylüyor. Sen anlat hele daha sonra önemli olup olmadığı kararını veririz." Memur istediğini elde etmiş gibiydi. Besim bey kahvesinden koca bir yudum içti. Rıza baba içinde bulunduğu çıkmazdan kurtulmasının bildiği her şeyi anlatmakla mümkün olduğunu anlamıştı.
      “Bizim halkımız bu Amerikalıları hiç sevmedi" diye söze başladı. "Akşam Camgöz Rasimlerle, Dombay Mustafalar bizdeydi. Rasim, bizim köyden bilirsin. Hani sol gözünü askerdeyken sakatlamıştı da yerine cam göz taktıydılar. Yukarıda Çulhanlar’da üç beş zeytinliği var." Besim ve diğerleri köylüleri pek bilmezlerdi. Yine de nezareten dinliyorlar Rıza Beyin asıl konuya gelmesini bekliyorlardı. Rıza bey "Dombay Mustafa"nında kimlerden olduğunu ve ne şekilde askerlikten tertibi olduğunu anlattıktan sonra asıl konuya geldi.
      “Senin Amerikalılar -senin kelimesinin yanlış çağrışımlar yapabileceği aklına gelmişti- yani lafın gelişi "senin Amerikalılar" o kocaman siyah arabalarıyla oralarda geziyorlarmış." dedi. "Köylüler 'ne mahremiyetimiz nede gizli bir sırrımız kalmadı' diyorlarmış. Bütün civar köylerini dolaşıp her bir şeyin fotoğrafını çekiyorlarmış. Hatta bir keresinde köyün gençleriyle küçük bir tatsızlık bile yaşanmış" dedi. Besimin Rıza babanın anlattıklarına bir cümlelik yanıtı oldu.
      “Ben konuşurum onlarla." Yazdığı sevk kağıtlarını yazıcıdan çıkaran memura döndü.
      “Mehmet Bey, lütfen Müdürümüz yerindeyse imzalatır mısınız?" dedi. “Tabii... Görevi..."Ahmet Bey gene söz arasındaydı."Eğer hala gelmediyse getirin "adına" deyip ben imzalayayım. "Sonra Rıza babaya dönerek “Allah’ın gariplerinden ne istiyorlar" dedi. "Yabancı bir ülkede olsak bizde merak eder her şeyin fotoğraflarını çekmek isterdik." Sözlerindeki genelliği farketti "yani ben onların memleketlerinde olsam bolca fotoğraf çekerdim" diye sözlerini düzeltti. Besim, konunun kapandığını anlamıştı ve lafı daha fazla uzatmanın bir anlamı yokt, konuşulanlara itibar etmeden dışarı çıktı. Çıkarken de “Ben muhasebedeyim" dedi.

      Az sonra elinde imzalanmış kağıtlarla Mehmet Bey içeri girdi. Elindeki kağıtları sallayarak Besim beyi sordu. "Muhasebede" yanıtını alınca ayaküzeri aralarında konuşmaya başladılar. “Bu adam amma değişti" diyen Ahmet Oker'e yanıt az önce zılgıtı yiyen "imam efendiden geldi."Ne zaman o kadın geldi Bizim Besim bey değişti. Eski silik, pasif, alkolik Besim gitti, yerine sözünü esirgemeyen Besim Bey geldi. "bey" kelimesi özellikle vurgulanmıştı. Derinden "ahh aşk... minel aşk "sözü gelince Rıza baba yerinden doğruldu. Elinde her zaman ki sarı bezi vardı, içinden gelen bir kaç kelimeyi söyleyip diğerlerinin verebileceği yanıtları dinlemeden çıkacaktı.
      “Besim Bey asıl şimdi bey oldu. Eskiden çok içerdi, ezilirdi, kendini ezmelerine izin verirdi ama şimdi olması gerektiği gibi." dedi ve odadan çıktı. Peşinden de Memur, “Belki acildir" diyerek elindeki sevk kağıtlarını gösterdi. Rıza babanın peşinden o da dışarı çıktı.

      “Geçen hafta gönderilen çekirdeklerin hesap özetleri sizde miydi Besim Bey? Adam şaşkınlıkla bakakaldı. "Bense sadece bir "günaydın" demenizi bekliyordum" dedi gülerek.  “Anlaşılan Fabrikanın işlerini bitirmeye niyetlisiniz" Kızda gülümsedi. “Kusura bakmayın deminden beridir aranıyorum. Bulamadım" aklına aniden gelmiş gibi."Günaydınınıza bir çeyrek fazla günaydın" dedi. Besim masasına yürüdü. Eğildi en alt çekmeceden bir kağıt çıkardı."Buyurun." Genç kadın yerine oturdu.
      “Ben, birçok kereler söyledim, dinletemedim." Adam oturmuş masasında çalışmaya devam eden genç kızı izliyordu.  "yeni model bir bilgisayar alalım diyorum" dedi. Sonra gülümseyerek kendi sözlerini tamamladı “Sizin gibi çalışkan elemanları varken hayatta yeni bir şeyler almazlar" dedi. Kız başını kaldırdı. Bir sitem miydi yoksa bir iltifat mı anlamamıştı. Yalnızca gülümsemekle yetindi.
      “Söyledim" dedi."Bu yıl geçti sayılır, gelecek yıl alırız diye söz verdi Müdür bey" dedi. Eh bu da bir gelişme sayılırdı. “Bu arada söylediklerinizi iltifat kabul ediyorum." Evet, Besimin muhasebe işlerini yalnız başına yürüttüğü zamanlarla şimdi arasında dağlar kadar fark vardı. İşler "daha sonra halledilir" diye herhangi bir şekilde her hangi bir köşeye atılmıyordu artık. Günü gününe izleniyordu. Evraklar dosyalar, klasörler elden geçmişti. Besim, edilebilecek en tehlikeli cümleyi hem de hiç ilgisi yokken sarf etti.
      “Gülümseyince O'na o kadar çok benziyorsunuz ki." Ok yaydan çıkmıştı artık. Söylemediği sözlerin efendisi olan Besim Ağzından çıkan sözün savunucusu durumuna düşmüştü bile. Durumu nasıl kurtaracaktı.
   “Şey geçen gün izlediniz mi bilmem" bir kurtarıcı bir mucize arıyordu. "Hani televizyonda..." Allah’ım biri yada bir şey  " Mankenlerden biri gazetelerde çok sık resmi çıkıyor ya" Aklına sevk kağıdı geldi. İçinden "Hadi Mehmet beyim benim" derken kapı çalındı. Beklediği mucize gerçekleşmiş Rıza Baba elinde sevk kağıdı kapıda dikiliyordu. Kurtarıcısına sarıldı
      “Tamam mı? Müdür imzaladı mı?" Rıza Babanın yanıt vermesine gerek yoktu. Elinden kapar gibi aldı. Önce kapıda bekleyen adama  "teşekkür ederim.  Zahmet verdim" dedi. Sonra masasında elindeki işi bırakıp şaşkın bakışlarla kendisini izleyen Yüksel hanıma; Kusura bakmayın hemen gitmem gerekiyor" dedi. Kapıdan çıkarken bir an daha baktı genç kıza. Ufak tefek nüans farkları olsa da benziyordu. Bir şey söylemeden odadan çıktı. Ana kapının hızla çarptığını duydular önce. Peşinden de hızla kalkan otomobilin lastiklerinin gıcırtılı sesini.
      “Giden araçta az önce burada duran kişi mi vardı?" diyebildi neden sonra Yüksel. Rıza Aslan gülümsüyordu. “Evet... Bir isteğiniz var mı?" hala gülümseyen bakışlar karşısındaki kızı yaşındaki gence soruyordu. Bir anlık dalgınlıktan sonra
      “Rıza Bey "O" kim?"  Adam kapıda öylece kaldı. Az önce ki gibi gülümsemiyordu artık. "Anlamadım" diyebildi.
      “Neredeyse bu fabrikada işe başladığım günden beri bir "O" zamiri kullanılıp gidiyor. Kimdir bu "O"...Necidir?" Kaçabileceği yeri kalmamıştı Rıza Beyin. "Kaçamak bakışlarla süzülüp benzetildiğim "O" Ne zaman yaşadı. Nerede yaşardı. Suçlu muydu? Masum muydu?" Sorular ar darda geliyordu. Rıza babada az önce Besimin içinde bulunduğu duruma düşmüştü.
      “Eskiden tanıdığımız ve sevdiğimiz birine çok benziyorsunuz" dedi ve önünde bulunduğu kapıyı açarak dışarı çıktı. Yüksel, Rıza beyden bu konuyu öğreneceğini biliyordu artık. Sadece biraz daha zamana gereksinimi vardı.

         Sertçe kapanan kapı ve neredeyse motorun çalışmasıyla birlikte duyulan lastik seslerini duyunca, İkinci müdür yerinden doğruldu. Dolapla masanın arasından ama perdenin arkasından dışarı baktı. Kapıdan çıkan beyaz opeli görünce rahatladı. Eskiden sarhoşluğu çekilmiyordu şimdi de havaları kaprisleri. Ağzını yayarak "Besim Beymiş!!" dedi. Omuzlarını silkerek devam etti.
      “Ülen beyliği kim kaybetmiş ki sen bulasın" dedi. Kafasını sola çevirince yanına gelen Mehmet Bayramı farketti.
     “Gitti mi?"  "Evet. Ondan başka son model arabaya kim binebilir bizim İşletmede." Söylenme sırası Mehmet Beydeydi. "Pis sarhoş, düne kadar ayakta duramıyordun, bugün bey oldun değil mi ?" Her toplumda var olan günah keçisi işletmede düne kadar Besimdi ama keçi baş kaldırmıştı. İtilip kakılan adam gitmiş yerine en iyi giyinen, en iyi yaşayan, en iyi arabalara binen birisi gelmişti. Horladıkları günah keçileri isyan etmiş Beyefendi olup çıkmıştı.

      Yeni açılan otobanda beyaz opel hızla yol almaktaydı. Sürücü koltuğunda oturan beyaz takım elbiseli adam düşünüyordu. Şimdi mi gitmeliydi yoksa yarın mı? Şimdi gitseydi olurdu olmasına ama hazırlıksızdı. Uzun zamandır görüşmedikleri için elleri boş gitmesi hoş karşılanmayacaktı. Yol boyunca bu düşünceler ve gizli bir heyecan kafasının içinde dolandı durdu. Uzaktan Pınarbaşı’nın sisler içindeki silueti göründüğünde kararını vermişti. Önce bir otele varacak iyice dinlendikten sonra ertesi gün ziyareti gerçekleştirecekti. Bu sayede elleri boş gitmemişte olurdu. Bakalım uzun süreden sonra küçük hanım tarafından nasıl karşılanacaktı.

      Yılmaz mutfağa hızla girdi, bir an etrafına bakındı. Köşede her zaman ki masalarında oturmakta olan Rıza babayı görünce yanına vardı. "Yüksel hanım seni çağırıyor" dedi. Rıza baba bir an karşısında oturan Bekçi Cavit’e baktı. Niçin çağrıldığını tahmin edebiliyordu.
      “İşte, Ben dememiş miydim? Bekçiye bakışları ne yapmalıyım ben şimdi" der gibiydi. Bekçi, aldırma,ne biliyorsan anlat" dedi. "Anlat ki Besim beyi de açıklamalar yapmaktan kurtar."  Bir dakika sonra Rıza efendi birlikte gitmeyi kabul etmeyen Bekçi Cavit hakkında söylenerek muhasebenin kapısını çalıyordu. Gir sesini duyduktan sonra kapının kolunu yavaşça bastırarak içeri girdi.

      “Buyrun, Yüksel Hanım beni emretmişsiniz" kalbinin aşırı ritmi konuşmasına istem dışı titremeler halinde yansıyordu. Hiç beklemediği bir güler yüz buldu karşısında. Emir ne demek Sadece ricamız olabilir ancak" Gülümseme devam ediyordu. "Yerine getirmek ya da getirmemek konusunda da serbestsiniz." Seçilen sözcükler konunun ne olduğunu açıklıyordu. Eliyle koltuğu işaret ediyordu.
      “Lütfen oturun." Cümlenin biri bitmeden diğerine geçiyordu."Bana bir dakika zaman verin şimdi geliyorum." Az önce Rıza babanın girdiği kapıdan çıkıyordu. Adam oturduğu koltukta derin bir "Oh" çekememişti ki Yüksel hanım kapıda tekrar belirdi. Oda da o kadar koltuk ve sandalye varken Rıza beyin sandalyesinin yanına oturdu.
      Beş on saniye süren bir sessizlikten sonra söze ilk giren Rıza Aslan oldu. Her zaman ki alçakgönüllülüğüyle  "Her hangi bir kusur yahut kabalık mı ettim?" Yılların verdiği tecrübeyle alttan alarak konuşuyordu. Bırakın böyle önemli sayılabilecek konuyu olağan konuşmalarda bile Çalışma arkadaşlarından kimse Rıza Aslanın yüksek sesle, kaba saba konuştuğunu duymamıştır. Genç muhasebe şefi Rıza beyin yüzüne bakarak
      “O nasıl söz Rıza baba" dedi. Aniden aklına gelmiş gibi  "Benim geldiğim yerde ciddiyet çok önemlidir. Bu yüzden arkadaşlarımın bazılarının kalplerini kırdığımı bilerek ciddi olmaya çalışıyorum. Bu defa size diğerleri gibi "Rıza baba" dememde bir sakınca yok umarım dedi. Yaşlı adamın yüzündeki gülümseme aradaki buzların erimeye başladığı anlamına geliyordu.
      Kapı çalındı. Yılmaz elinde askısıyla içeri girdi. İçerideki havayı fazla ciddi bulmuş olacaktı ki bir kelime etmeden çayları bırakıp çıktı. Yüksel bir yandan çayının şekerini atıp karıştırırken diğer yandan konuşmaya devam ediyordu
    “Hesaplayamayacak kadar uzun bir zamandır bu işletmedeyim, işimi en iyi şekilde yapmaya çalışıyorum. Çalışma arkadaşlarımı seviyorum ve sevildiğimi de zannediyorum. Yalnızca Besim beyin bana daha farklı yaklaştığını hissediyorum." Bir an durdu.  “Hadi onu geçelim özel bir konu. Ama Besim Beyin dilinden bir kaç defadır  "O" sözcüğü duyuyorum. Ben "O"na çok benziyormuşum. En son sabah söyledi." Sesine karalı bir ton vermişti. Rıza Baba lütfen bana bu "O"nun kim olduğunu anlatır mısın" dedi.
      Rıza baba bardağındaki çayın kalanını bir yudumda içti Söze başlamadan genç kızın yüzüne bakıyordu. Bir zaman kendinden geçmişçesine baktı durdu. Sanki hep yapmak isteyip de yapamadığı bir şeymiş gibi kızın yüzünü inceliyordu. Neden sonra,  “Evet" dedi."O'na çok benziyorsun. Bu benzetmeyi ben bile yapabiliyorsam eski kocası hayde hayde yapar" dedi. Yüksel hanım donup kalmıştı. Bir iki saniye süren küçük bir aradan sonra söze devam etti.
      “Besim bey sizi eski eşi "Necla Hanıma" benzetiyor.
      “Yani Besim bey evliydi ve eşi bana benziyordu. Öyle mi?" Rıza bey kafasını salladı.
      “Evet ama bir farkla. Siz ona benziyorsunuz, o size değil."  Yüksel, yaşlı adamın anlatmasını bekliyordu. Adam dalgın bir şekilde bir zaman elindeki boş bardakla oynamaya devam ettikten sonra anlatmaya başladı.

        “Necla Hanım, bir evin bir kızıydı, hayat doluydu. İnce, kibar, anlayışlı ve yardımseverdi, bu yüzden bütün ilçe severdi. Sokakta oynayan kısa pantolonlu çocuklardan, yatalak ihtiyarlara kadar herkes tanır herkes severdi Necla hanımı. O bu sevgiyi sonuna kadar hak ediyordu. İnanın abartmıyorum; masallardaki iyi kalpli prensesler gibiydi." Adamın gözleri dolmuştu. "Zaman " dedi."Zaman pek çok şeyi siliyor ve unutturuyor. Demek ki öyle bir hanımefendiyi anımsayan bir kaç kişi kalmış koca ilçede." Genç kız bir ara Rıza baba durakladığında araya girmeye niyetlendi ama yaşlı adam tekrar anlatmaya başlayınca sustu.
      “Sanıyorum okul yada sınıf arkadaşıydılar Bizim Beyle. İstetti kızı ailesinden ve evlendiler. Mutlu bir evlilikleri vardı." Bir an durdu.”belki de mutlu bir evlilikleri varmış gibi görünüyorlardı." diye düzeltti cümlesini "Evlendiklerinden bir zaman sonra bir çocukları oldu. Kimse neden olduğunu bilmiyor ama bir gün -doğumu izleyen günlerdeydi- Necla hanım öldü. Nasıl, neden olduğunu kimse bilmiyordu. Bir sabah Besim Bey işe gelmemişti. Müdür bey  -o zamanlar başka bir müdürümüz vardı. 'Asker Ali Çeltikçi' emekli oldu şimdi- evine telefon ettiydi. Necla hanım sizlere ömür dediler. Kocası, sabah ölü bulmuş eşini. Hastaneye, polise telefon etmiş." Rıza bey bir an durdu. Belli belirsiz olan yaşlar göz pınarlarından süzülmeye başlamıştı, burnunu çekti bir an. Adamın anlattıklarından çok etkilendiği belli oluyordu. Bu kere, bir anlık susmasını fırsat bilen Yüksel Hanım araya girmişti.
      “Kusura bakmayın" dedi. Yüksel hanım eski bir yarayı deştiği için üzülmüştü. Yaşlı Hizmetli tahmin ettiğinde daha da duygusaldı.
      “İlçe günlerce çalkalandı dedikodularla. Kimi ecel dedi kimi intihar. Daha ileri gidip Besim beyi cinayetle suçlayanlar bile olmuştu. Hiç kimse bilmiyor doğrusunu. Bilseler de pek bir şey değişmeyecek ya, Allah bilir işin aslının ne olduğunu. Savcılık otopsi istemişti ama Necla hanımın anne ve babası şiddetle karşı çıktılar. Sessiz bir törenle memleketi olan İzmir’de aile mezarlığında toprağa verildiğini duyduk." Rıza baba bir kez daha sustu. Bir kaç saniye süren bu sessizlikten sonra tekrar anlatmaya başladı.
      “Besim bey kendini içkiye, serseriliğe vurdu. Aylarca kimse onu ayık göremedi. O meyhane senin bu birahane benim gezdi durdu. Onun bu halini görenlerin kimi kahrından yapıyor dedi kimi de vicdan azabından. Bu böyle Siz fabrikada işbaşı yapasıya kadar sürdü. Sizin geldiğiniz günlerde kendini toparlamaya başladı." Yüksel hanım
     “Bir kızı var demiştin" dedi. "Ha evet... Besim beyin bir küçük kızı vardı. Talihsiz yavrucak, ne annesini tanıdı ne de babasını bildi. Necla hanımın vefatını izleyen günlerde Besim beyi polis nezarete atmıştı. O günlerde çocuğun ananesi ve dedesi torunlarını yanlarına aldı. İzmir’e götürdü. Daha sonra duyduk ki nüfuslarını da üzerlerine almışlar. Bu konudan Besim hiç bahsetmez. Ara sıra sevk alır İzmir'e. Doktora hastaneye gidiyorum diye İzmir’e gidiyor. Herhalde kızını görmeye gidiyor diye düşünüyoruz biz arkadaşlarla."
      Kadın, öğrenmesi gerektiklerini öğrenmişti. Şimdi etrafında dönüp duran adamı daha iyi tanıyordu ve gizliden hak veriyordu. Yerinden doğruldu, amaçsızca odada bir tur attı. Rıza Aslanın bir kaç adım ötesinde durdu. Hafif yan dönerek sordu.
      “Rıza Baba Allah için söyle ben Necla Hanıma benziyor muyum? Adamın yanıtı bir kelimeden ibaretti.
      “Evet. Saçlarınız kızıl değil de kumral olsa ve biraz daha uzun olsa kesinlikle siz O’sunuz diyebilirdim" dedi. Sözlerini bitiren yaşlı adam burnunu çekerek dışarı çıktı. Yüksel, yalnız kalınca büyük bir yanlış yaptıklarını düşünmeye başlamışlardı. Uygundur diyerek yaptıkları seçim de büyük bir hata yapmışlardı.   
"İnsanlığın en büyük trajedilerinden biri ahlakın din tarafından ele geçirilmesidir." Sir Arthur Charles Clark

Çevrimdışı azizhayri

  • ***
  • 581
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: Anchilea - Kutsal Kalkan
« Yanıtla #17 : 09 Kasım 2015, 08:52:14 »
B Ö L Ü M     O N Ü Ç


       Sabah uyandığında her zamankinden daha yalnız hissetti kendini. Uzun yıllar boyunca yalnızlığa damarlarında dolaşan kan gibi alışmıştı. O uğursuz kaza ailesini, anne baba ve kardeşini alıp götürmüştü. Geriye bir kendi birde yaşlı bir dede ve nine kalmıştı. Onlarda yalnızlığa alışamadıklarından bir zaman sonra ailesinin yanına gitmişlerdi. Evlatlarının hasretlerine daha fazla dayanamamışlar, çok sevdiği annesinin, babasının ve kardeşinin yanlarına göçmüşlerdi. Ailesinin ölüm haberlerini aldığı gün ağlamamıştı, gözlerinden bir damla bile yaş dökülmemişti. Daha sonra defalarca aklına getirdiği bu metanete şaşırmıştı. Küçük bir çocuk olduğu halde bir yetişkin dayanıklılığı göstermişti.

      Bir küçük öğrenciydi ilçede okuyan. Ailesi ise yanına geliyorlardı. Okula kayıt olalı üç beş gün oluyordu. “Özledim, çok özledim" deyip çocuk masumiyetinde ağlamaya başlayınca annesi ve babası dayanamamış yanına gelmeye karar vermişlerdi. Sonraki bütün yaşantısı boyunca "keşke onları özlemeseydim ve keşke onları ısrarla yanıma çağırmasaydım" diye pişmanlık duymuştu.
      Bir otomobilleri vardı. Otomobil sahiplerinin parmakla gösterildiği yıllarda güzel bir otomobilleri vardı. Annesinin o kadar itiraz etmesine rağmen babası bir araba satın almıştı. Annesi, alındığı günden beri o arabayı sevmemişti. Çocuk aklıyla neden olduğunu bilmezdi ama şimdi annesine bir kere daha hak veriyordu. Eğer bir otomobilleri olmasaydı ve eğer okula yeni başlayan minik öğrenci "annemi özledim" dediğinde "artık arabamız var binin gelin" demeyecekti. Diyemeyecekti. Şimdi bu yalnızlık ızdırabını duymayacaktı. Dedesi söyleyememişti annesinin ve babasının öldüğünü. Anımsadığı, artık büyüdün, yaşından çok fazla büyüdündü. Dedesinin gözünde gördüğü hüzün pırıltısı her şeyi anlatmıştı. Dedesinin her hangi bir şey söylemesine gerekte yoktu.

      Uğursuz kazanın olduğu günlerin ertesinde de böyle özlem duymuştu ailesine. Öğrenci yurdunda yalnız geçen ilk gecesini anımsadı. Anlaşılan anılar onun yataktan çıkmasına izin vermeyeceklerdi. Yıllardır, bir ibadet, bir ayin gibi yaşadığı bu duyguları sonuna kadar yaşamazsa, ona günü zindan olacaktı. Bıraktı kendini anılardan oluşan ibadetin kollarına.
      İlk yalnız yapayalnız gecesinde ılık sessiz gözyaşlarını silecek bir annesi yoktu. "Benim aslan oğlum hiç bir şeyden korkmaz" diye onu yüreklendirecek bir babası yoktu. Sekiz kişilik odada sadece iki kişiydiler, bir kendi birde kapının hemen yanındaki ranza da yatan arkadaşı vardı. Çok seveceği, sonra nefret edeceği, sonra yine sevip tekrar nefret edeceği arkadaşı vardı. Yakında çok yakında tekrar karşılaşacaklarını hissettiği arkadaşı…
      O kara haberi aldığı günlerde kapının dibindeki ranzada yatan arkadaşı gelip onu teselli etmişti. Omuzlarında ağlamıştı o arkadaşının. Ölüm haberini aldığında dedesinin yanında ağlayamamanın acısını çıkarırcasına ağlamıştı. Hüznü arkadaşının omuzlarına akmıştı gözyaşı olarak.
     Tekrar denedi, yalnızlığını yatağında bırakıp doğrulmak istedi. Şimdiki beni battaniyelere sarmalayıp, on üç yaşında bir çocuk gibi özgür olarak yatağından kalkmak istedi. Yıllardır iliğinde kemiğinde taşıdığı yalnızlık duygusu peşini bırakmadı. Onları ait olduğu yere bilincinin altına itip ayağa kalktı. Pencereye yaklaştı, hep görmeye alıştığı denizi görmesini engelleyen o koca binaya lanet etti.
   Eski ama güzel bir apartmanın en üst katında bir dairede uyanmıştı. Ne zaman gizlenmek istese kendini unutmak, unutturmak istese bu daireye gelirdi. Küçük bir çocukken anne ve babasıyla da bu daireye geldikleri olmuştu. Uzun, çok uzun yıllar öncesinde kerelerce bu dairede kalmışlardı. Her odada her köşede bu ılık hissi duyuyordu. Kimbilir belki de annesi ve babası kendi yaşamının ilk temellerini bu evde atmışlardı.
      Yamaçta, denize paralel olarak planlanmış sokakların birindeydi apartman. Aşağıda alçak görünen diğer apartmanların çatıları seçiliyordu. Daha da aşağıda ise yaşlı dut ağaçları, dutların arasında tek tük göze görünen çamlar ve örnek olsun diye bırakılmış gibi duran bir iki palmiye ağacından oluşan park vardı. Ağaçların ötelerinde ise deniz vardı. Durgun, koyu mavi bazen lacivert renkli deniz vardı.
      Pencereden o kadar uzağa değil de hemen soluna bakarsanız müteahhitlerin gözünden kaçmış iki katlı bahçeli bir görürdünüz. Geniş sayılabilecek bahçesinde uzun olmaları nedeniyle çok uzaklardan bile görülebilecek üç beş kavak ağacı vardı. Bahçeli evinde soluna bakarsanız üst üste yığılan beton binaları görürdünüz. İşte bir yandan hazırlanıp diğer yandan dışarıyı seyreden adam o üst üste yığılmış binaların birine gidecekti.

      Cümle kapısından dışarı çıkarken bu evi kendimi almıştı yoksa babasından mı miras kalmıştı anımsayamadı. Anımsayamadığı kadar eski olduğuna göre babasından miras kalmış olmalıydı. Kapının hemen yanı başında öğle güneşinden kaçarak bir erkek dutun dibinde oturup laflayan yaşlı kadınlara selam verdi. Bu genellikle yapmadığı bir hareketti, son günlerde alışkın olmadığı o kadar çok harekette bulunuyordu ki yadırgamıyordu artık.
      Bir gün öncesi telefonla aramıştı kayınpederinin evini. Kanuni hakkı olduğunu bilmesine ve bilmelerine rağmen izin istemişti kızı için.  “Yarın saat onüç sizin için uygun ise gelir alırım" demişti. Şimdi ise sit alanı olduğu için ellenemeyen İzmir'in en eski mahallelerinden birinde oturan rahmetli eşinin çocukluğunu ve gençliğini yaşadığını söylediği eve gidiyordu.
      Adam, şimdi büyük taşlardan oluşan zemine sahip, dar sokaklardan yürüyordu. Evlerin bir bölümü terk edilmiş ve bakımsızlıktan sarhoş yuvası haline gelmişti. Varacağı eve daha yukarılarda olduğu için kusmuk ve sidik kokan bu sokaklardan bir kere daha geçmek zorundaydı. Yıllardır geçtiği gibi. Adım adım çıktı tüm yokuşları. O fakirliğin ve yoksulluğun her taşına sindiği ara sokaklar gerilerde kalmıştı. Basamak basamak çıkıyor sanki tüm mazisini içine sindirmek istiyordu. İzmir in en eski ve merdivenli sokakları bol semtlerinden birinde oturuyordu merhum eşinin ailesi. "kayın babam" ya da "kayın validem" diyemiyordu. Öğle saatleri olmasına rağmen sokaklar bomboştu. Yalnızca evlerinde temizlik yapan kadınların sesleri duyuluyordu. Kimi kapıyı pencereleri açmış evlerini havalandırıyordu, kimileriyse sonuna kadar açtığı müzik aleti eşliğinde bu işi yapıyorlardı. Yokuşu dikine çıkan sokağın üst başındaki basamakları çıktı ve sola yere paralel uzayan dar sokağa girdi. Sokağa girmesiyle kalp atışları hızlanmıştı.
    İki katlı kesme taştan yapılmış bir evin önünde durdu. Birkaç basamağı çıkıp kapının üzerindeki bronz el şeklindeki tokmağı vurdu. Bir kaç günmüşçesine uzayıp giden saniyelerden sonra bir yanıt gelmeyince elini tekrar tokmağa attı. Tekrar çalmak üzereydi ki içeriden gelen minicik ayak seslerini duyunca vazgeçti.
      “Ben açayım mı anane?" dedi minicik ayak seslerinin sahibi. Salonda en az ev kadar eski vitrindeki porselen fincanları silen yaşlı kadın çocuğa verilmesi gereken yanıtı koltukta gazete okuyan adama verdi.
      “Abidin Bey sen açıver kapıyı." Gazetesini okuyan yaşlı adam sinirli bir şekilde başını kaldırıp gözlüklerinin üzerinden otuzdört yıllık eşine baktı. Her zaman sevimsiz işleri kendisi yapardı, yerinden istemeden kalktı, gazetesini katlayıp yanındaki sehpaya koydu. Terliklerini sürüyerek kapıya yöneldi. Gelenin başka biri olmasını diliyordu ama kapıyı açtığında o sevimsiz yüzü göreceğinden de adı gibi emindi.
      Yaklaşan terlik sesleri yüksek tavanlı holde büyüyor kapıya öyle ulaşıyordu. Adam içinden kapıyı açacak olanın Abidin Bey olması için dua ediyordu. Birden aklına geldi. Nasıl hitap edecekti. Herkes gibi "Abidin Bey" demesi yakışık almazdı. "Baba" da diyemezdi. Kapının sürgü sesini duyduğunda kararını vermişti. Kapı aralığında o kibar yüz göründüğünde içinde gizli bir sevinç vardı.
      “Buyurun Besim Bey" dedi. Kapı onun geçebileceği kadar açılmış yaşlı adam karşısındakinin geçebilmesi için yana çekilmişti. Besim bey yaşlı adamın hiç değişmediğini düşündü. Yıllardır tanıdığı güler yüzlü ve kibar bir beyefendi vardı karşısında. Köklü bir aileden gelen biri olduğu her halinden belli oluyordu.
      “Emeli görmek istemiştim efendim." İşte doğru kelimeyi bulmuştu "efendim" Karşısında duran adam bu kelimeyi en geniş anlamıyla hak eden biriydi. O anda kapıyla dedesi arasında minicik bir baş belirdi. Kısa sayılabilecek kesilmiş saçlarıyla sevimli bir yüz gülümsedi gözlerinin derinliklerine. Ama içeriden duyulan sert bir çağrı anlık görüntünün geri çekilmesine neden olmuştu. Aynı ses aynı tonda
      “Sor bakalım Abidin Bey beyimizin aklına bir kızı olduğu yeni mi gelmiş." İğneleyici sözü duyan yaşlı adam bir "Fesuphanallah" çekti.
      “Kızın şimdi hazır olur. İçeri gel istersen" deyip kapının hareketli kanadını biraz daha açtı.
      “Teşekkür ederim ben burada bekleyeyim" diyebildi titreyen sesiyle. Ne Besim bakabiliyordu Abidin beyin gözlerine ne Abidin Bey Besime. Utangaç genç adam geriye doğru bir kaç basamak inip beklemeye başladı. Yaşlı adamsa kapıyı bir kaç santimetre aralık bırakıp içeri girdi.
   Münevver hanım küçük kızın son rötuşlarını yapıyordu. Saç örgülerini düzeltti, örgülerin uçlarına tokalarını taktı. Sevimli çizgi film kahramanları gülümsüyordu minik kızın saçlarının uçlarında. Elbisesinin eteklerini düzeltti. Bir adım geri çekilerek eserine son bir kere daha baktı. Bir taraftan da tembihlemeye devam ediyordu.
      “Söylediklerimi unutma; koşmak yok terlemek yok, abur cubur yenmeyecek ve kesinlikle üst baş kirlenmeyecek." Çocuk her sözün arkasından “Peki ananecim, olur ananecim demeyi de unutmuyordu. En son söylenense “Koş yukarıdan çantanı getir benim dünya güzeli kızım" oldu.
      “Damadın çok yakışıklı olmuş" dedi Abidin bey gülümseyerek. Tahmin ettiği yanıt sözünü bitirmeden geldi.
      “Şeytan görsün yüzünü" dedi ama bir taraftan da kadınsı merakı uyanmıştı. “O şeytan, torunumuza bir şey yapmasın" dedi “Fesubhanallah, bizim torunumuzsa onun da kızı." Bir anlık bir duraksamadan sonra yaşlı adam sözlerini desteklemek ve kendi gönülsüzlüğünü de belirtmek için sözlerine devam etti. "Hakim verdi o izni biliyorsun elimizden bir şey gelmez." Kocası haklıydı, damadı olacak o herifin yasal hakkıydı Emeli görmek. Arkasından gelen ayak sesleriyle geriye döndü. Küçük kız basamakları ikişerli inmeye çalışıyordu. Kadının gözlerinden bir iki damla yaş süzüldü. “Ne de olsa babası" diye mırıldandı. İkinci kere kapıyı açtıklarında Besim basamaklardan sokağa inmişti. Bu kez Münevver hanımda kapıdaydı. Yaşlı kadın eski damadına etkili olduğuna inandığı küçümser bakışlarıyla baktı. Kocasının dediği kadar vardı, damadı gerçekten iyi giyinmişti. Saçlarından ayakkabılarına kadar alışılmadık bir temizlik ve yakışıklılık içindeydi. Besim birkaç saniyelik utangaçlık kokan telaştan sonra günün ilerleyen saatleri olsa da
      “Günaydın efendim" deyince selamı almamak için içeri kaçar gibi girdi. Sözleri merdivenin alt başından duyulabilsin diye neredeyse bağırarak direktifler vermeye başladı.
      “Abidin Bey, söyle de kızımızın karnını abur cuburla doldurmasın, akşama kızımızı getirmekte gecikmesin." Kızımız kelimesi özellikle vurgulanmıştı.
      Minik adımlar basamakları bu defa yavaş iniyordu. Bir anlık şaşkınlık Besime nasıl davranması gerektiğini unutturdu. Kızının o özlediği sıcaklıktaki elini tuttu, sanki prensese eşlik eder gibi itinayla basamakları inmesine yardımcı oldu. Geldiği yöne yöneldiler, Minik kız sadece el sallamakla yetindi. Münevver hanımsa onların uzaklaştığını görünce tekrar kapıya çıkmıştı. Dudakları usulca kıpırdanıyor dualar okuyordu, elindeyse bir mendil vardı ve istem dışı olarak burnunu çekiştiriyordu.
      Baba ve kız aşağıya hastanenin arka sokağına kadar el ele yürüdüler.  Besimin sokak girişine bıraktığı arabasının yanına varasıya kadar da konuşmadılar. Arabaya bindikten sonra yanına oturttuğu kızına yan gözle bir baktı. Görmeyi umut ettiği pırıltıyı o yıllar öncesinden anımsadığı annesinin küçük bir örneği olarak gördüğü bakışlarda yakaladı.
      “Eee şimdi nereye dehliyoruz." Belirgin bir gülümseme vardı minicik dudaklarda evet buzlar erimeye başlamış gibiydi. Koca bir günü kızı ile baş başa geçirecekti. Önce bir fuar yapalım diye düşünüyordu. Kızına da sorup ondan “Siz daha iyi bilirsiniz babacığım" yanıtını alınca yönünü Basmane’ye fuara doğru çevirdi.


      Münevver hanım bir pencereye çıkıyor bir kapıyı açıp kapı sahanlığından bakıyordu dışarıya. Hayat arkadaşı Abidin beyde endişeleniyordu ama hanımına belli etmemeye çalışıyor, sabahtan beridir küçük ilanlarına kadar okuduğu gazetesini tekrar okuyordu. Gereksiz olduğunu bilerek, “Akşama ne hazırladın diye bile sormuştu. Gereksiz olduğunu biliyordu çünkü ıspanaklar önünde ayıklanmıştı. Duvardaki saat iki kısa vuruş yaptı. Kadın
      “Saat beş buçuk oldu, ya katil adam torunumuzu kaçırdıysa" Adamında aklına gelmiyor değildi hani. Kendi kızı alsa gitse ne diyebilirlerdi.
      “Olur mu öyle şey" dedi eşini teselli edebilmek için. “Olur mu hiç Mahkeme kızın vesayetini bizlere verdi, mahkeme kararı olmadan da alamaz.  "Peşinden konuyu değiştirmek için "Sabah kapını çalan adam da hiç katil tipi var mıydı?" dedi.  Abidin Bey gerçek anlamıyla bir İzmir beyefendisiydi Tanıyan bilen herkes bunu kabul ederdi. Bırakın kabalaşmayı herhangi bir kimseye karşı sesini yükselttiğini bile gören yada duyan olmamıştı. Ve etrafına kendini "beyefendi" olarak tanıtabilmek için hiç bir özel çabada göstermiyordu. Efendilik, genlerinden gelen özelliklerin yetişmeyle muhteşem bir uyumunun dışa vurumuydu yalnızca. Yaşı altmışlara yaklaşmıştı ama atletik ve bakımlı bedeni sayesin de hiç göstermiyordu.
   Oturdukları eski ama bakımlı evde doğmuştu. İzmir'in köklü okullarından Atatürk Lisesini bitirmiş oradan da o yıllar da yeni kurulmuş olan Ege Üniversitesinde okumuştu. İzmir'in ilk üniversitesinin o yıllarda var olan iki fakültesinden biri olan Ziraat Fakültesinden mezun olmuştu. Her zaman rahmetle anardı dedelerini, onlar sayesinde iyi yetişmiş, iyi okullarda okumuştu. Onların bırakmış olduğu yüksek tavanlı evde rahat ve huzur içinde oturuyorlardı.
“Vay beyim vay" dedi hanımı kinayi bir şekilde. ”Ben acaba ne oldu diye yiyip bitireyim kendimi beyimiz elinde gazetesi keyif sürsün." Adam oturduğu koltukta bıyık altından gülümsedi. “Gel benim minik kedim gel" dedi. Yaşlı kadının kaşları numaradan yapıldığı belli olacak bir şekilde çatıldı.
      “Gülme öyle alay eder gibi" dedi.” Akşam oldu hava kararıyor, çık bir dolaş" Ses biraz daha kızgınlaşmış gibiydi "Torunuma ne oldu diye hiç mi merak etmiyorsun." Adamın sesi ise aksine teskin edici özellikteydi. “Merak etmez olur muyum? Ama biraz daha geçsin hele" dedi. Kadın yalnız kaldığı zamanlarda taa ilk evlendiği yıllardan beridir yaptığı gibi geldi. Erkeğinin dizlerinin dibine oturdu.
      Ailesi tarafından bir erkeğe -önce babaya sonra kocaya- bağlılık ve saygı içinde bir ömür sürmek üzere terbiye almıştı. "Önce saygı sonra sevgi" diye öğretmişlerdi. Kocasını ilk gördüğü günden beri önce saymıştı sonra sevgi duymuştu. Otuz yılı aşmıştı evlilikleri ve sevgiden yada saygıdan eksilen yoktu. Tıpkı şimdi olduğu gibi ellerini kocasının ellerine verir dizlerinin dibinde huzur içinde otururdu Bazen Abidin beyin uzun eklemli parmakları şimdi beyazlamış ve seyrelmiş olan saçlarında dolaşırdı.
      “Kazım yaşasaydı 34 üne basacaktı değil mi?" dedi yaşlı kadın. Adam kafasını sallamakla yetindi. Kazım ailenin ilk çocuğuydu. Ancak bir kaç gün yaşamıştı. İlk çocuklarının ölümünden sonra yıllarca ikinci bir çocuğun yolunu gözlemişlerdi. Adam karısının da gözlerinin dolduğunu biliyordu. “Hadi hanım ocağa bakıver de yemek taşmasın" dedi. Eşinin ağladığını görmesini istemiyordu.
      Dışarıya karanlık iyice çökmüştü. Evin bir kaç metre ilerisinde merdivenle üst sokağın birleştiği köşedeki sokak lambası da yanmıştı. Adam karısına duyurmamaya çalışarak dış kapıyı açtı, sokağa çıktı. Mahallenin delikanlıları daha köşelerine çıkmamışlardı. Yıllardan beridir sokak lambasının ışığında toplanırlar küçük bir "T" oluşturan köşede şamata ederlerdi. Rahmetli dedesinin evi yaptırırken özellikle koydurduğu o kocaman taşta gençlere bu konuda yardım ve yataklık ederdi.
      Taşın üzerine çıktı. Madem gençler henüz çıkmamışlardı onlar gelesiye kadar boş bırakmamış olurdu taşın üzerini. Uzun çok uzun yıllar önce yıldızlar kadar uzak gençliğin de yaptığı gibi. Çömeldiği taşın üzerinden hem merdivenli sokağı hem de onu dik kesen üst sokağı görebiliyordu. Başını bir merdivenlere, bir sokağa yöneltiyordu. Geçmişin çağrışımları ise hiç etmediği kadar rahatsız ediyordu yaşlı adamı.

      Üniversiteden genç bir Ziraat Mühendisi olarak mezun olduğunda Memuriyete atılmıştı. İlk görev yeri Aydın’dı. Bir yıl kadar İl merkezinde görev yaptıktan sonra ilçede kurulan ilçe Ziraat odasına, Ziraat müdürü olarak atanmıştı. Annesinin bütün yalvarmalarına karşın babası oğlunu İzmir’e getirtmeyi düşünmüyordu.
      “Gurbet hayatın ta kendisidir" derdi babası Kazım Bey. Annesi de o zaman evlendirelim oğlumuzu diye tutturmuştu. Kızda hazırdı zaten annesine göre. Alt sokakta oturan "Abdüllatif Beyin kızı Rukiye." Abidin Bey ise bir düğünde tanıdığı uzun saçlı uzun boylu zarif bir kıza vurulmuştu. Emekli olasıya kadar da o ilçede yerleşip kalmıştı.
      Daldığı anılardan sıyrıldı. Bir kere daha sağa sola baktı. İşinden evine dönenler merdivenleri çıkmaya devam ediyorlardı. Hemen hepsi, emekli Abidin beylerine selam veriyorlardı. Dalgınlığı anında "selamını almadığım kimse yoktur inşallah" diye aklından geçirdi. Sokaktan geçenler "iyi akşamlar" dilemeye devam ediyordu ama beklediği gibi çocuklu adam silueti görünmüyordu. Endişelenmeye başlamıştı, karısının dedikleri doğrumu çıkacaktı yoksa. Evlat acısını bir kere daha mı duyacaklardı, bir sigara daha yaktı. Hanımının yanında olmadığına şükretti, yoksa sağ olsun dilinden kurtulamaz doktorun söylediklerini bir kez daha hanımından dinlerdi.
      Tekrar baktı merdivenli sokağın boyunca. Aşağıda ışıkla gölgelerin birbirine karıştığı sokağın başlangıcında bir gölge gördü. "İnşallah onlardır" diye temenni etti Gölgenin bir erkeğe ait değil de bir kadına ait olduğunu fark ettiğinde hayal kırıklığı yaşadı. Gölge ve elini tuttuğu çocuk yanlarından geçerken çoğu akşam kapılarının önlerinden geçen aşina olduğu kimseler olduğunu anladı. Taşıdığı endişenin içinde büyüdüğünü hissetti.
      Sigarası bitti, gölgeler iyice belirginleşmeye başladı, neredeyse müezzinler yatsı ezanını okumaya hazırlanıyor olmalıydılar. Bunca yıllık hanımı haklı mıydı yoksa, gelip geçenler seyrekleşiyorlardı. Az önce iki genç yanlarından geçmişti. Köşelerinin asıl sahibi olan gençler her zaman saygı duydukları adamın orada olduğunu görünce kısa bir hal hatırdan sonra yürüyüp gitmişlerdi ve sokak boyunca hala torununun gölgesini göremiyordu. Karısının haklı olabileceği fikri içinde iyice kökleniyordu. Hakim izin vermiş olsa bile o izin kendisi tarafından verilmeyecekti bundan sonra. Kibarca gerekçeler uydurarak "hayır" diyecekti eski damadına. Ciddi olarak ne yapması gerektiğini düşünmeye başlamıştı artık.

      Hemen bir üst sokaktaki mescitten gelen ezan sesi geldiğinde polise gitmeye karar vermişti, okunan yatsı ezanı biter bitmez karakola gidecekti. Polise haber verecekti vermesine ama ne diyecekti. “Torunumu babası, öz babası kaçırdı" mı diyecekti." Polis ciddiye alır mıydı bir yaşlı adamın sözlerini. İçinden o minicik yavru için dualar ederken gözü ne zamandır orada olduğunu bilmediği pencerede duran eşine takıldı. Eşinin hep evlat acısı çektiğini, hayat arkadaşının bir kere daha böyle bir acıya dayanamayacağını düşündü. Gözleri doldu bir kere daha. Sadece eşi miydi? Böyle bir acıya dayanamayacak olan. Pencerede duran hanımına belli etmeden gözlerini elinin tersiyle sildi.
      İki yeşil göz aklına geldi. Kızlarının minik bir kopyası olan bir yüz aklına geldi. Allah kızlarını kendi katına almıştı ama geriye onun küçük bir örneğini bırakmıştı. İşte biri kapı önünde diğeri pencerede aynı endişelerle çarpan iki yaşlı yürek bunun için belli belirsiz dualar ediyordu.

      Allah dualarını kabul etmişti. Uzakta merdivenlerin alt başında biri uzun diğeri kısa iki gölge çıkıyordu merdivenleri. Fısıldadı "Şükürler olsun geliyorlar" diye. Pencerede duran eşi heyecanla sordu. “Neredeler" Eliyle aşağıyı gösterdi. İki gölge önce görünüyor sonra basamakları çıktık sıra kayboluyorlardı sonra iki gurup basamak arasında daha da büyümüş halde gene görünüyorlardı. Adam, bir an hiçbir şey söylemeden çocuğu kapıp içeri kaçmayı aklından geçirdi. Kendisine yakıştıramadı. İçinde, sorumsuzluğa karşı büyüyen öfkeyi bastırdı. Kafasını tam aksi yöne çevirip hanımına bakmak istedi ama eşi çoktan içeri girmişti. Emindi ki hıçkırarak ağlıyordu. Aradaki son düzlüğe vardıklarında Emel koşmaya başladı.
      “Büyükbaba, büyükbaba." Koca adam utanmasa koşacaktı. Sadece çömeldi.  Bu yaşlı ve heyecandan titreyen bacakları için daha iyiydi. Ellerini açtı. Kendini tutmaya çalıştığı halde iki damla küçük kızın kabanına düştü.
      “Kusura bakmayın efendim, geç kaldık."  "Lanet olsun sana sorumsuz adam. Mutluluğumuzu yeteri kadar bozmadın mı?" demeyi öyle çok isterdi ki.  Diyemedi, ağzını açıp hiç bir şey demedi. Suskunluğunun daha iyi bir yanıt olduğunu damadının bildiğini biliyordu Boynuna sımsıkı sarılmaya devam eden yavruya "Hadi babanla vedalaş" dedi. Küçücük ayaklar bu defa babaya koştu, kollar sımsıkı sarıldı. Büyükbaba cümle kapısında içeri çağırasıya kadar bu sahne devam etti.
      Genç adam az önce çıktığı merdivenleri daha ağır adımlarla iniyordu. Pencerede kendini izleyen yaşlı adamın bakışlarında bir gölge haline geldi. Bir zaman sonrada gölge karanlığa karıştı. İçeride ise minik beden, gün boyu yaşadığı heyecanları, sevinçleri ananesine ve büyükbabasına anlatıyordu.
"İnsanlığın en büyük trajedilerinden biri ahlakın din tarafından ele geçirilmesidir." Sir Arthur Charles Clark

Çevrimdışı azizhayri

  • ***
  • 581
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: Anchilea - Kutsal Kalkan
« Yanıtla #18 : 10 Kasım 2015, 08:16:33 »
                         B Ö L Ü M    O N D Ö R T

       “Nene, babam gelirken bana o renkli boyama kitaplarından getirecekmiş" çocuğun sesi ne kadar umut doluysa nene diye seslendiği babaannesinin o kadar aksiydi.
      “Ne edeceksin kitabı sanki mektebe gidiyormuş gibi. Sonra çizdiğin duvarları ben temizliyorum annen değil. O babanda sana fazla yüz verdi zaten" Yaşlı kadın her konuşmadan veya her hareketinden sonra uflayıp pufluyordu. Mutfak bankosunda az önce doğradığı arapsaçlarını geniş bir plastik kapta yıkıyordu. İki eliyle daldırıp çıkardığı yeşil yapraklı yığınları lavabonun içindeki eski bir tabağın üzerindeki süzgüye bırakıyordu. Bir ara başını hafifçe çevirdi, köşedeki divana baktı ve bakmasıyla çığlık atması bir olmuştu.
      “Dur Yezit, örtü kesilir mi hiç" Mutfağın bir duvarının kenarında yer yokluğundan konulmuş bir somya vardı. Demir somya, üzerine döşenmiş düz ve enli tahtalarla divan haline getirilmişti. Özellikle sıcak yaz gecelerinde yaşlı kadın bu somyada mutfakta yatıyordu. Bu sayede yanlarında barınır gibi kaldığı oğlu ve gelinini de fazla rahatsız etmemiş oluyordu. Küçük çocuk elinde bir bıçak somyanın örtüsüne koyduğu yaprakları keseceğim diye uğraşıyordu. Kısacık saçlarıyla oğlan çocuğu gibi duran çocuk eylemine devam edince daha güçlü bir sesle tekrar bağırdı.
      “Kadriye! Allah cezanı..." bir an durdu, kendi adını taşıyan birine ağır konuşamazdı.  "Bırak elindeki bıçağı diyom sana" Son çare olarak elin deki doğranmış arapsaçı yapraklarını bırakıp çocuğun yanına gitti. Bıçağı aldı, çocuğun eline sertçe vurdu. “Velet çık birazda bahçede oyna." Bu son söylediği cümle, daha sonra söylediğine bin kere pişman olacağı cümleydi. Süzgüden süzülen yaprakları kısık ateşteki tencereye doldurmaya başladı.
      Kısa saçlı çocuk, bir müddet dar uzun bahçede oynadı. Annesi bir oğlan çocuğu beklemişti, beş kız evladı sahibi bir aileden geliyordu. Babaları her seferinde erkek çocuk ummuş ama karısı kız doğurmuştu. Sırf bu yüzden babasının, kendisini, kardeşlerini ve annesini sevmediğine inanıyordu. Bu yüzden eğer bir kız çocuğu olursa kocasının da onu sevmeyebileceğini düşünüyordu. Bu yüzden bir kızı olunca Fatma gelin onu bir erkek gibi yetiştirmesi gerektiğini düşünüyordu. Kısa saçlı yavrucak bunları bilecek ve düşünecek yaşta değildi. Erkek berberinde üç numara saç tıraşı oluyordu. Erkek elbiseleri giyiyordu. Oyuncakları bile erkek çocuğu oyuncaklarıydı.
      Yaşlı kadın, kocası rahmetli olduktan sonra çocuklarının yanlarında kalıyordu. Kendine ait evde birlikte oturalım diye en büyük oğlu yanına almıştı. İlk zamanlar iyi geçinmiş sonradan sonraya büyük oğlunun karısı, kaynanasını istemez olmuştu. O gün bugündür evlatları arasında gezer dururdu. En küçük oğlu evlendikten sonra ise onların yanında sürekli kalmaya başlamıştı. Oğlu ve gelini birlikte çalıştığı için kendi torununa bakıcılık eder duruma düşmüştü. Bu yüzden onlar çalışıyorken veya gece vardiya sonrasında dinlenirlerken ev işleri ve Kadriye’nin bakımı ondaydı. Hem mutfakta uğraşıyor hem de pencereden bakıp bahçede oynayan çocuğu kontrol ediyordu. Minik canavarla ne içeride nede dışarıda baş edemiyordu artık. Şükür ki gelininin gelmesine ise dakikalar kalmıştı.
      Üşenmeden yürüdü, salonun duvarındaki saate bir kere daha baktı. Üçü yirmi geçiyordu. Az sonra caddeden geçen servis otobüsünün motor gürültüsünü duyardı. Zaten bu yüzden jandarmaya olay sırasında saatin kaç olduğunu rahatlıkla söylemişti. Salondan mutfağa tekrar geldiğinde alışkanlık gereği pencereden dışarı baktı. Bahçede hep pencerenin önünde oynayan torununu göremedi. Aklına ilk gelen bir köşede oynuyor olabileceğiydi. Kafasını uzatıp dikkatlice bakındı, gene göremedi. "Ne muzurluklar yapıyor acaba diye düşündü. Elinde tahta kaşık haşlansın diye kısık ateşe koyduğu tencereyi bir kere daha karıştırdı. Adaşını aramak için dışarı çıktı. Kapıyı açarken kendi kendine söylenip duruyordu.
      “Yarın ortanca kızımın yanına gideceğim biraz olsun rahat ederim" diyordu. Ortanca kızım dediğinde pos bıyıklı alaycı damadı aklına geldi bir an vazgeçmeyi düşündü. Bahçe duvarıyla evin arasındaki boşluğu geçti. Ev sahibinin eşyalarını bıraktığı köşeye yöneldi. Bir şeyler bulmuş bir köşede oynuyordur diye kendini teselli etmeye çalışıyordu ki o zaman dışarıdaki arabayı farketti.
      Araba, yaşlı kadının dikkatini bir anda dışarı yöneltmesine neden olmuştu. Köy kızı olduğu için arabalar arasında ayrım yapamazdı bir taksiler vardı bir de kaptıkaçtı türü olanlar. O arabada her gün her yerde görülebilecek türden bir araba değildi. Jandarmaya verdiği ifade de bu yöndeydi zaten. “Büyük ve siyah renkli eski zaman arabaları gibi bir arabaydı" demişti sadece. Yaşlı kadın kafasını çevirip arabaya baktığın da torununu siyah gözlüklü ve siyah takım elbiseli bir adamın arabaya bindirmeye çalıştığını farketti. Adamın elinde sürüklenir gibi götürülen çocuk bir ara başını çevirerek kendisine bakan nenesine gülümseyerek
     “Nene bu amca beni arabasıyla gezdirecek" demişti.  "Öyle zorla götürülüyormuş" gibi de değildi zaten" demişti bin tane soru soran jandarmaya. Sonra siyah araba ok gibi fırlamıştı. Hatta servis otobüsünden inen bir gurup kadın işçi karşılarından son sürat gelen siyah araba tarafından ezilmemek için kendilerini zorlukla kaldırıma atmışlardı.
      “Bilseydik" demişlerdi çok daha sonra ve bu konu her açıldığında soranlara; “Bilseydik önüne atlar gene durdururduk." Araba bir anda Laleli beldesini ana yola bağlayan stabilize yolu aşıp karayoluna çıkmıştı bile.
"İnsanlığın en büyük trajedilerinden biri ahlakın din tarafından ele geçirilmesidir." Sir Arthur Charles Clark

Çevrimdışı azizhayri

  • ***
  • 581
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: Anchilea - Kutsal Kalkan
« Yanıtla #19 : 11 Kasım 2015, 08:14:52 »
B Ö L Ü M   O N  B E Ş


    “Sabah kahveleriniz geldi." Yılmaz, belli belirsiz bir el alışkanlığıyla kapıyı tıklatıp içeri girmişti. İşletme müdürü, ellerini ensesinde birleştirmiş yere basan tek ayağıyla koltuğunu bir sağa bir sola döndürüp duruyordu. Karşısında gevrek gülüşleriyle ve sapsarı dişleriyle Mustafa Ali onun keyfine katılıyordu. Genç çaycı önce kimin servisini yapması gerektiğini iyi biliyordu. Bunun zılgıtını ilk işbaşı yaptığı günlerde yemişti. Bu nedenle önce Birol beyin kahvesini verdi, sonra Mustafa Ali’ninkini. Ziraat teknisyeni ise gene altılı ganyanı nasıl kaçırdığını anlatıyordu. Yılmaz odadan çıkarken faks ötmeye başladı.
     “Hayırdır inşallah" diyerek Birol bey tekerlekli koltuğunu masasının sağ yanı üzerindeki faks cihazı yönüne hareketlendirdi. Bir saniye sonra Mustafa Ali Kırmaz da faks cihazının üzerine eğilmişti. Çalışanları ile araya mesafe koymasını iyi bilen kurum müdürü “Kusura bakma Mustafa Ali’ciğim 'Hizmete Özel' yada 'Gizli' olabilir demişti. Ama Mustafa Ali aldırmamıştı İsminin sonuna eklenen "çiğim" ekinden cesaret almış gibiydi.

      “Aman müdürüm 'çok Gizli' olacak değil ya" demişti. Makinenin merdaneleri arasından çıkan kağıdı bir çırpıda kesip koltuğuna gömüldü Birol Bey. Sanki odada kimse yokmuş gibi davranıyordu. Mustafa Ali daha fazla ısrarcı olamazdı. O yüzden kahve için kendisine küsmüş gibi davranan amirine teşekkür edip odadan ayrıldı.
      Mehmet Bayram içeri girdiğinde Mustafa Ali kilometrelerce yol gitmiş buharlı lokomotif gibiydi. Mehmet Bayramın selamını sadece homurdanarak almıştı.
      “Hayrola Mustafa Ali, canın sıkkın gibi" deyince olanları kısaca anlattı. “Bir faks uğruna sabah sabah sepetlendik" dedi. Mehmet Bey bilmiş gülüşüyle “Ayıp ediyorsun" dedi. Şimdi ne olduğunu öğrenirim ben "Memur odası ile Müdür beyin makamı arasındaki kapıyı tıkırdatıp yanıt beklemeden içeri girdi. İki dakika olmamıştı ki dışarı çıktı. Kendini şaşkın bakışlarla seyreden Mustafa Ali bakarak sırıtıyordu.
      “İçin rahat olsun" dedi. Karşısında şişman adamın en büyük korkularından birinin "işsiz kalma" korkusu olduğunu biliyordu. İşsizlik herkesin ortak sayılabilecek korkusuydu.
      “Ne seni ne beni işten çıkaramazlar. Eğer personel sayısında azaltmaya gidecek olsalardı…" sözün burasında bir an sustu arzu ettiği ilginin uyanmasını bekliyordu. Mustafa Ali ise eline düştüğü memurun arkasında sakladığı kağıdı gerçekten merak ediyordu. Beklediği ilgiyi bulunca arkasında sakladığı parlak faks kağıdını uzattı.
      “İşletmeye yeni birini göndermezlerdi." Mustafa Alinin merakı iyice uyanmıştı. Acaba kim ne zaman ve hangi guruba geliyordu. Aradığı soruların yanıtını bulabilmek için Eski imamın elindeki kağıdı yırtarcasına aldı. Kağıdı süratle gözden geçirdi,esli şekilde bir "OHH" çekti. Şuan fabrikada çalışanların en büyük korkusu işten çıkarılmaydı. En küçük işçiden ikinci müdüre kadar herkes- -hatta müdür beyin kendisi bile- o korkuyu yaşıyordu. Mehmet Beye bakarken gözlerinin içi gülüyordu. Sezon sonuna yaklaştıkları şu günlerde bir sezonu atlatmanın mutluluğunu yaşayacaklardı. Öyle ya genel merkez personel indirimine gidecek olsaydı işletmeye yeni birini gönderirler miydi?  Kendi kendine konuşur gibi "herifin torpili epey kuvvetli olmalı aralık ayında çırçır fabrikasında göreve başlıyor" dedi. Çok uzun zamandır fırçalanmayan dişler tombul yüzündeki kocaman ağızda belirmişti yine.
      “Şuradan çay söyle de "Ohh" çayı içelim" dedi. Bir bakkaldı babası ama siyasetin içinde herhangi bir bakkaldan çok ileriydi. Babası sayesinde işten atılma yada işsizlik sorunu yaşamayacağını biliyordu ama yine de endişeliydi. Nasıl olmasın ki, koskoca İşletme müdürü bile -eğer edebiyat yapmıyorsa- yerini sağlam görmüyordu, göremiyordu. Dışarıdan gelen bu kişi kadro indirimine gidilmeyeceğinin kanıtıydı.  Mehmet Bayram’da belli etmiyordu ama oda içinden derin bir "Ohh" çekmişti. İşsiz kalmazdı, ama emekliliğine aylar kalmışken dağ köylerini gezip imamlık yapmak zor olurdu. O sırada iç hat telefonunun sesi kısa kısa çaldı. Mehmet Bey telefon ahizesini yerine koyarken
      “Birol bey seni çağırıyor" dedi Mustafa Ali beye. Mustafa Ali bir an şaşırdı. Elinde ne zamandır tuttuğu boş bardağı sehpaya bıraktı. İçindeki merak duygusunu doyurmalıydı.


      İçeri girdiğinde Müdür bey dışarısını seyrediyordu. Odası köşede olduğundan hep ana caddeye hem de ara sokağa bakan pencereleri vardı. Adam, döner koltuğunu çevirmiş oturduğu yerden tül perdelerin arkasından dışarıyı seyrediyordu. Daha müdür olmadan çok zaman önce bir Amerikan filminden etkilendiği bu sahneyi sıkça kullanıyordu. Kapı sesini duyunca koltuğunun yönünü hızla çevirdi. Dalkavukluk yaptığını bilerek karşısındaki iri yarı bedeni kucakladı. Kendi mevkisinde olan birinin övgüye de ihtiyacı vardı. Ara sıra haddini bildirmek gerekiyordu ama yine de seviyordu Mustafa Aliyi. Gülümseyerek
      “Gel Mustafa Ali” Sanki yarım saat önce aralarında hiç bir şey geçmemişti. “Yeni bir pamuk eksperimiz daha oldu" dedi. Ondan sonrada müdür beyin makamındaki çoğu kişinin dinlediği şeyleri sıraladı. Mustafa Ali, Müdüründen bilmem kaçıncı kere dinlediği bu "çalışanları yönetmenin zorluğu" üzerine konuşmayı tekrar dinlerken kapıdan görünen Mehmet Bayram onu bu sıkıntıdan kurtardı.
      “O geldi" dedi. İlk önce anlamadılar. Sonra yeni elemanın yazı ile birlikte gelmesine şaşırdılar. Ya yazı geç kalmış olmalıydı ya da kişi çabuk gelmiş olmalıydı.
      “Bekletme" dedi Mustafa Ali Bey. İçeri al" derken Müdür yüzüne baktı. Sezonun bitmesine yakın zamanda kendi atamasını yaptırtabilen bu kişiyi bir an önce tanımak istiyordu ama “Arkadaşa 'toplantıda' olduğumuzu söyle ben sonra içeri çağıracağım" dedi. Mustafa Ali hatasını anlamıştı. Kim ne derse desin Birol Bey bu işleri iyi biliyordu. Önce kendilerine çeki düzen verdiler. Yüzleri gülmüyor ciddi işlerin adamlarıymış gibi kaşlarını çatıyorlardı. Her şey hazır olduktan sonra iç telefonla arkadaşı içeri çağırdılar.

      Memurun boyu kısaydı belki ondan olacak Mehmet beyin arkasından uzun sayılabilecek boyda bir beden içeri girdi. Boyu neredeyse Mustafa Ali kadar vardı. Oval sayılabilecek bir yüz ve ondüle makinesinden yeni çıkmış gibi duran dalgalı saçları vardı. Dudağının üzerinde takma imiş yada yeni bırakılmış gibi duran bıyıkları yüzüne ayrı bir hava veriyordu. Bir kot pantolon üzerinde oduncu gömleği denilen türden kareli kalın pamuklu kumaştan gömlek giymişti. Ayağındaki spor ayakkabılar özgürlüğüne düşkün bir kişiliği yansıtıyordu. Eli ayağı düzgün yakışıklı ve kibar olduğu her halinden belliydi. İçeri girince
     “Kıyafetimi mazur görün" diyerek söze başladı. İlk kez tanışıyor olsalar da adamda ilk tanışmanın ister istemez oluşan sıkıntısı yoktu." Ben Doğan Denizci; Pamuk Eksperi" dedi. Masanın üzerindeki dosyalara gömülmüş iki kişi önce işlerini bitirmek istiyormuş gibi devam ettiler ellerindeki dosyalara. Bir kaç saniye sonra bakışlarını lütfen kaldırdılar. Ezici olduğuna inandıkları ama bazek kara mizah gibi duran bakışlarla karşılarındaki yeni elemanı tepeden tırnağa süzdükten sonra kendilerini tanıttılar.
      Oynamaya çalıştıkları tiyatro sahnesi bir iki dakika sürmedi bile. Memurun içeri girmesi içerdeki tavırları işletme içindeki disiplin anlayışını ortaya çıkarması için yeterliydi. Hele Müdür; “Bize çay söyleyebilir misiniz" dediğinde memurun tavırları ve davranışları saklanmaya çalışılan laubaliliği ortaya sermişti. Sanki külhanbeyi gibi
      “Emrin olur müdürüm" demişti. Öyle ya İşletme müdürü otoritesini kanıtlamak isterse memurlara da başına buyruk olduklarını kanıtlamaları gerektiği görevi düşüyordu. Birbirlerini tanımak için konuşmalar başladı. İşte, nereli olduğu kimlerden olduğu, hangi okulu bitirdiği, askerliğini nerede yaptığı gibi neredeyse standart hale gelen sorular soruldu. Yaşı otuzların başında görünen genç adam soruları dinledikten sonra hepsini yanıtladı. Sözlerine başlamadan önce ise elindeki büyük boy sarı zarfı uzattı. Birol bey zarfı açınca işe başlayacak olan yurttaşın evraklarını buldu.
   “İşini bilen düzenli biriyle karşı karşıyız" diye düşündü. İlçenin çevre köylerinden biri olan "Doğanbeyli" köyünden olduğunu söylemişti. Babasının eski balıkçılardan merhum Mukadder Reis olduğunu annesini ve diğer akrabalarının kimler olduğunu liseye kadar İlçede okuduğunu anlattı. Müdür bey ise dar odasında meraklı bakışlarla yeni gelen genci tanımaya çalışan Mehmet Bayram’a az önce eline verilen zarfı verdi.
      “Doğan Bey’in işe girişini bugün itibarıyla yapalım" dedi. Karşısında oturan uzun boylu gence dönerek "sizce bir mahsuru yoksa" dedi. Genç adam “Siz bilirsiniz" dedi ve ekledi  ”Benim amacım iş çevresini ve arkadaşları tanımak, resmi iş başını yarın yapmaktı. Bu nedenle gidip daha resmi bir şeyler giyeyim izin verirseniz." Birol Bey "ciddi müdür rolünü "babacan müdürle değiştirmişti bile.
      “Ne önemi var. Biz iş girişinizi yapalım, siz gene çevreyi gezer arkadaşlarla tanışırsınız. Mustafa Ali Bey -en yakın arkadaşım demeyi unutmamıştı- size çevreyi gezdirir." İşletmeye kimin geldiğini duyan Rıza baba kapının hemen dışındaydı. Yeni gelen elemanı görünce neredeyse boynuna sarılacaktı.

      “Doğan bey" dedi. Sesi heyecandan titriyordu. Eller tokalaşırken parmaklar yıllardır görüşmemenin verdiği özlemi silmek için kenetlenmiş gibiydi. Bir dakikalık şaşkınlıktan sonra Mustafa Ali
      “Rıza bey arkadaşı tanıyor musunuz?" diyebildi.
      “Evet" dedi yaşlı adam. Yıllar öncesinden bir dostu görmüş olmanın mutluluğu gözlerinden okunuyordu. “Babası, Allah gani gani rahmet eylesin en iyi dostlarımdan biriydi Kısa süren ölüm adının geçmesinden dolayı oluşan soğukluktan sonra yaşlı adam Doğan beye döndü. “Senden uzun zamandır haber alamıyorduk. En son Van'da diye duymuştuk. Erciş'in köyünde ilkokul öğretmeni dediydiler senin için." Genç adam, “Biraz orada biraz burada dolaşıp duruyoruz. Devlet baba nerede görev verirse oradayız" dedi. Rıza bey
     “Peki, bizim fabrikada işin ne" dedi. Sorunun yanlış anlaşılabileceğini düşünmüş olacaktı ki bir önceki cümlesine açıklama getirme gereği duydu. "Yani görevli misin?" demek istedim" dedi. Yeni gelen eksper gülümsedi.
     “Baba memleketine dönme zamanı gelmişti" dedi. Aradaki konuşmanın daha da uzayacağını düşünen Mustafa Ali
      “İsterseniz görevli olduğunuz bölümden başlayalım" dedi kantar odasını işaret ederek. İki eski tanıdık el selamı ile vedalaşıp ayrıldılar. "Gelmişken çay boşu varsa alayım, küllükleri boşaltayım" düşüncesi ile müdür beyin odasına girmişti. Odada müdürü yalnız buldu. Elindeki telefonu çekmecesine koyduktan sonra
      “Gel Rıza Efendi" dedi. "İşletmedeki yeni gelişmeleri duymuşsundur." Rıza baba meraklı tiplere benzemiş olacağını düşünerek kekeledi “Şey az önce yeni elemanla tanıştık ama ben küllükleri..."
      “Boş ver küllükleri şimdi" diyerek Rıza Aslan'ın sözünü kesti Birol Bolat. “Yeni işe giriş yapan arkadaş buralı olduğunu söylüyor, sen tanıyor musun?" Rıza bey bir soluk aldı Bir ömür boyunca saf gümüşten yada mücevherdenmiş gibi koruyup sakladığı itibarı her hangi bir leke alsın istemiyordu. "Başkalarının işlerine burnunu sokmamaya çalışmak buna dahildi.
      “Evet" dedi belli belirsiz bir gururla. “Kendisini de tanırım babasını da tanırdım. İyi bir aileden geliyor. Babası arkadaşımdı, balıkçılıkla evini geçindiriyordu. Onbeş yirmi kilometre batıda Doğanbeyli köyünden. İlçemizde büyüdü, yanlış hatırlamıyorsam Besim beyin çok iyi arkadaşıydı." Düzeltme gereği duymuştu sözlerine ekledi
      “Kesin konuşmak istemiyorum ama bir zamanlar çok iyi arkadaş olduklarını biliyorum." Zamanın sildiği iyi dostluklardan olduğunu söylemedi. Yalnızca Doğanın niçin döndüğünü merak ediyordu. Onca olan bitenden sonra geçen süre bazı şeyleri soğuması için yeterli miydi? "Umarım Doğan Bey ne yaptığını biliyordur" dedi kendi kendine Rızadan da bir şey öğrenememişti.

      İşletmenin başına geçeli ve ilçeye geleli üç yıldan fazla olmasına rağmen İşletme Müdürü herkesi tanıyamamıştı. Gelen eleman iyi birine benziyordu ama bir görüşte bir karara varılamazdı ki. Tekrar çekmecesinde sakladığı telefonu çıkardı. Son tasarruf genelgesinden sonra tüm resmi ve gayri resmi telefonlar şehirle arası görüşmelere kapatılmıştı. Kendisi de Müdürlük yetki ve ağırlığını kullanarak çiftçiler derneğinin bir telefonunu İşletmeye naklettirmişti. Ankara'yı direk aradı, ikinci telefonla. Genel Müdürü yerinde bulamayınca yardımcısıyla görüştü. Telefonu tekrar yerine çekmeceye koyarken tedirgindi. Genel müdür yardımcısı konuyla ilgilenmişti. Ama adı geçen kişiyi tanımıyordu, geçmişine ait fazla bilgi yoktu. Dahası atama kararnamesinde bizzat Başbakanın imzası vardı.

      “Çalışacağım bölümü öğrendim. Küçük ama sevimli bir masam, birde öğrenci yurtlarında bulunan türden bir saç dolabım var. Çalışma arkadaşlarımın çoğu ile tanıştım. Bugün işe gelmeyen kişiyle de daha önceden tanışıyoruz." Mutfakta protokol masasının hemen yanındaki masada yemek yiyorlardı. Personelin büyük Bölümü özellikle yönetim binası çalışanları yemeklerini yemişlerdi. Diğer masalarda ise kadın çalışanlar yemeklerini yiyorlardı. Yemeği yiyen bir kadın ise işi biten masaları temizlemeye çalışıyordu. Her kadın sırayla mutfak temizliğine yardımcı oluyordu.
     Bekçi Cavit yeni gelen ekspere az önce duyduğu sorunun benzerini tekrar sordu. "Yılardır neler yaptın evlat." Rıza baba sorunun devamı niteliğinde başka bir soru sordu.

      “Öğretmen olduğunu duymuştuk öğretmenliği neden bıraktın ki." Masada dört kişiydiler, fabrikanın demirbaşları yani. Doğan masada oturan kişilere tek tek baktı. Üçü de babasının arkadaşıydı. Üçünün de geri dönmesinden hoşnut olmadıklarını hissediyordu. Bakışlar ve konuşmalar o yöndeydi. Doğan soruya soruyla yanıt verdi.
      “Hüseyin enişte, sen gurbeti tanıyorsun değil mi? Geçici olarak gidip geldiğin halde zor oluyor değil mi?" Kafasını salladı Şoför enişte. Yıllar önce İlçeye yerleştiği hal de memleketi olan Muş'u özlüyordu. Yerleşip yuvasını buralarda kurduğu halde özlüyordu memleketini. Bunu arkadaşlarının bilmesini istemediği için dudaklarından sadece kendisinin duyduğu bir "evet" dökülmüştü.
      “Yoruldum" dedi. "Yoruldum ve oralarda yapamadım. Hüseyin abi gibi evlenip bir yuva kuramadım. O yüzden baba ocağına memlekete döndüm. Ses tonunun masadakileri ikna ettiğini düşünüyordu. Yüreğinin derinliklerinde yıllar, yüzyıllar önce verilmiş gibi duran bir sözden bahsetmedi. O sözün çağrısı buralara gelmesine etken olduğunu söylemedi. Bütün bunları sadece hissediyordu.
      “Sizlerden başka tanıdık kimse yok, herkes yeni." Bekçi Cavit “Birde Besim var" dedi. Dedi ama söz ağzından çıkar çıkmaz pişman olmuştu ama çam devrilmişti artık. Rıza baba "Cavit” diye uyarmaya çalışmıştı ama geç kalmıştı. Doğan önemsiz bir şeymiş gibi
      “Bırak Rıza abi zaman her şeyi unutturuyor" dedi. Felsefi bir sözde Şoförden gelmişti “Zamanın getirdiği kumlar tozlar her şeyi örtüyor" dedi. Masada bir kahkaha bir uğultu duyuldu. Bunu bir yerlerden çalmış olmalıydı.
      “Öğretmenlik yaptım; biraz Van'da biraz Çankırı da. Öğrencilik yaptım bir yandan da kendimi yetiştirdim, geliştirdim. Buralarda öğretmen ihtiyacı olmadığı için başka bir şekilde gelmeliydim. O nedenle dışarıdan okumaya devam ettim, Ziraat eksperi oldum." Bir an durdu. Gözleri dalmıştı. Sanki masada hatta yemekhanede kimse yoktu da Doğan kendi kendine konuşuyor gibiydi, “Gurbet çok zor, yalnızlık daha da zor." Masadakiler irade dışı olarak Doğanın ellerine baktılar. Parmaklarında bir nişan bir işaret yoktu. Doğan hala bekardı anlaşılan.
      Konuşulanlar bitmezdi ama öğleden sonra mesaisi çoktan başlamıştı. Önce Bekçi yerinden kalktı, “Kulübe çoktandır boş" diyerek. Ardından Şoför  "Benim preseler sarılmıştır" dedi ve gitti. Rıza baba ile Doğan masada baş başa kalmışlardı. Bir zaman daha geçti. Rıza babada kalkmaya niyetlenmişti ki Doğan durdurdu baba arkadaşını. Rıza Aslan böyle bir şey olacağını biliyordu. "Niçin ben diğerlerinden önce kalkmadım" diye kendine kızdı. Hoş kalksaydı da bir şey değişmezdi, Doğan peşinden gelir beklediği soruyu sorardı.
      “Yüksel hanım için ne düşünüyorsun." Rıza babanın bakışları masanın üzerindeydi. “Farkettin demek." Göz ardı edilecek bir şey değildi ki. İnsan kendini yıllarca gurbet ellerde gezdiren nedeni farketmez miydi?
      “Muhasebe odasına girer girmez farkettim. Heyecandan neredeyse düşüp bayılacaktım."
      “Evet" dedi Rıza bey. "Üç ay kadar önce işbaşı yaptı. Kim olduğunu nereli olduğunu tam olarak bilmiyorum. Bildiğim tek şey O’na çok benzediği. Rıza Baba Muhasebe şefini, nasıl işbaşı yaptığını, Besimin davranışlarını anlattı Kızın gıyabında söz edilen ve kendisinden adeta gizlenen kişinin kim olduğunu bile öğrendiğini söyledi.
     “Kim anlattı" diye sinirli bir sesle sorunca
     “Besim bey bizzat kendisine benzediğini söyleyince kız bana sordu. Bende öylesine anlatmak zorunda kaldım." Yaşlı adamın sesinde hüzün vardı. İster istemez yapılmak zorunda kalınan davranıştan sonra duyulan pişmanlık ve hüzün.

      Bekçi kulübesinde oturan Cavit, Rıza babayla muhabbeti bıraktı. Çünkü sürgülü kapının önündeki kamyon havalı kornasına bir kere daha basmıştı. “Allah kahretsin şu havalı kornaları yasakladıklarını sanıyordum." Bekçinin sözlerine az önce geyik muhabbeti yaptıkları Rıza baba yanıt verdi.
      “Yasak. Yasak ama bu ülkede yasakları kim dinliyor ki. Bekçi kafasını hak verdiğini belirtecek şekilde sallayarak sürgülü kapıyı açacak düzeneğin düğmesine bastı. Kulübenin içerisindeki motor çalışmaya başladı. Motorun çevirdiği sonsuz vida dişlisi kumanda ettiği düz dişli üzerinde dönerek kapının yana doğru açılmasını sağladı. Kocaman ve yüksek kasalı bir kamyon içeri kantara doğru yanaştı.
      “Kimin ki bu kamyon" Rıza babanın sorusuna Bekçi omzunu silkerek yanıt verdi. "Dışarıdan geldi, sahibini bilmiyorum. İşler yoğun olduğunda ara sıra çağırıyorlar." Kamyonun kantara yanaştığını gören Serkan Güler kantarın başına geçti. Koca Fatih kamyon yavaşça kantara çıktı. Tüm tekerleklerinde kantar sacına bastığını gören Serkan Bey kamyonun sürücüsüne durmasını işaret etti. Kamyonun durmasından sonra önündeki silindir kola bazen bastırıp bazen de geri çekinmeye başladı. Silindir kolun sağında mühürlü bir camekanın ardında duran iki sivri dilin yatay bir şekilde karşılıklı durmasını sağlamaya çalışıyordu. Bir dakikalık çabadan sonra terazi dilleri aynı hizada durunca ucuna bezler sarılmış kolu aşağı bastırdı Daha önceden ait olduğu göze sürülmüş olan kartona kamyonun tonajı dara olarak numaratör yardımıyla basılmıştı. O kantarı ayarlayasıya kadar yanına gelmiş olan kamyon sürücüsüne kartonun bir parçasını verdi.
      “Bunu muhasebeye vereceksiniz" dedi. Eliyle de gitmesi gereken yönü gösteriyordu.
      Kamyon az sonra kantardan inmiş ileriden "U" dönüşü yapıp çekirdek deposunun önüne yanaşmıştı. Kamyonun yanaşmasından sonra da kantar odasının bir kenarında çömelmiş bir vaziyette bekleyen iki üç işçi yerlerinde isteksizce doğrularak çekirdek deposuna doğru ayaklarını sürüyerek yürümeye başladılar. Bir dakika sonra işçilerden biri kasanın yanındaki basamaklardan kasanın üzerine tırmanmaya başlamıştı bile. Onlarca yüzlerce kere aynı işi yaptıkları için birinin bir şey demesine gerek bırakmıyorlardı. Yine de içeriden sundurmanın altından Hamalbaşının uyaran sesi duyuluyordu. Kamyonun üzerindeki uzun boylu işçi tavandan sarkan helezon boruyu kasanın ön tarafına getirdi. Onun getirmesi ile çekirdekler kasaya dökülmeye başlamıştı. Aşağıdakiler ise ağızlarını örten toz maskelerini çoktan takmışlar ellerinde geniş kenarlı kürekler çekirdek deposuna inmeye hazırlanıyorlardı.
      Çekirdek deposu bodrum katındaydı. Çırçır tezgahlarından yürüyen bantlarla depoya hareketli borular yardımıyla rastgele dökülen çekirdekler içeride hep var olan nöbetçi kişi tarafından olabildiğince düzenli depolamaya çalışılıyordu. Bu nedenle deponun içi sürrealist bir ressamın konilerden oluşan resmini andıran alçaklı yüksekli çekirdek tepecikleriyle doluydu. Depo iyice dolmaya başladı mı gerekli bağlantılar yapılarak çekirdekler yağ fabrikalarına satılıyordu. Alıcının kamyonu yanaştı mı işler tersine dönüyor, gene spiral borular yardımıyla çekirdekler kamyonlara dolduruluyordu. İşte aşağıya inen iki kişinin görevi çekirdekleri ellerindeki kürekler yardımıyla helezon borunun ağzına vermekti.
      Elli santim çapındaki saç borunun içinde sürekli dönen arşimet spirali çekirdekleri yukarıya kamyonun kasasına kadar taşıyordu. Borudan kasaya çekirdekler döküldükçe kasada da depodakilerin benzeri çekirdek tepeciği oluşmaya başlamıştı. Kasada duran adam seyyar borunun ağzını kasa içinde gezdirerek kasanın eşit seviyede dolmasını sağlıyordu. Borudan dökülen taneciklerin ulaşamadığı yerler ise küreklerle tamamlanıyordu. Bu işlem çekirdekler kasanın dışında kocaman bir kubbe haline gelesiye kadar devam ediyordu.

      “Bu adam bağırmasa daha rahat çalışacak çocuklar." Serkan Bey kantarın başında durmuş az önce darasını aldığı kamyonun doldurulmasını izliyordu. Yanına uzun boylu zenci geldi. dört beş aylık Türkçesiyle
      “Sen haklı" dedi. Sanki "sergeant". Serkan, gülerek
      “Sanki Georgia'da daha mı farklı." Adam "hayır" anlamında başını sallamaya başlayınca  “İnkar etmeye kalkışma filmlerde görüyoruz." çocuk oyunu oynayan aktör gibi abartılı hareketlerle sözlerini pekiştirmeye çalışıyordu. İçeriden başka bir bozuk Türkçe ile savunma geldi
      “Sen bakma sinema, sinemada yok realite." Odada tek konuşmayan yeni işbaşı yapan Doğan Denizci’ydi. Taburenin birine ilişmiş bir kenarda olanları anlamaya çalışıyordu. Serkan Bey bir zaman sonra odadaki meslektaşına yaklaştı.
      “Sorum erken olacak ama nasıl ilçeye alışabildin mi?" Adam tabureden başını kaldırıp baktı. Kendisine bu soruyu soran kişiye baktı. Şişman sayılmasa bile toplu sayılırdı. Ama bu topluluk sağlıklı bir topluluktu. Hamlıktan yada hareketsizlikten oluşan yağ yoğunluklu bir şişmanlık değildi. Göbek derseniz yok denecek kadar azdı. Karşısında kendisine soru soran allanmış yüze bakarak gülümsedi.
      “Ben buralıyım beyim" dedi. Bir kaç saniyelik duraklamadan sonra "Uzun yıllar dışarıda kaldım, öğrencilik, memuriyet falan..." Arada oluşan duraklamalar henüz tanışmanın tam olmadığını belirtiyordu. Eksikliği Serkan Bey anlamış gibiydi. “Serkan Güler, Ziraat eksperi, bu işletmedeki gerçek anlamdaki meslektaşınız." Bilgilendirme hücumu devam ediyordu.
      “Dinarlıyım, evliyim ve üç çocuk babasıyım ama ailem şu an Ankara'da oturuyor. İlçenizde bekar olarak kalıyorum." Durdu." yeni isimler ve yeni yüzler hep birbirine karışır. Buna aldırmam. Unutursanız ceza olarak uzun künyemi benden bir daha dinlemek zorunda kalırsınız."  Doğan’ın yanıtı ise iki kelimeden ibaretti.
     “Doğan Denizci." Yanıtı duyunca alyanaklı adam kahkahayı bastı. Tabureden kalktı, tokalaştılar. Tokalaşmadan bir tanışma töreni olduğunu anlayan iki yabancıda yanlarına geldi Kendilerini tanıttılar, yeni arkadaş, beklemediği kadar sıcaklık bulduğu için mutluydu. Tahmin ettiğinden daha çabuk çevreyi kabulleneceğini ve çevresi tarafından kabul edildiğini anlamıştı. Genç adamın sırtı koridora dönük olduğu için kapıdan görünüp geri çekilen çatık kaşları fark edememişti. Sadece kulaklarında bildik bir sesin
      “Demek duyduklarım doğruymuş" dediğini işitmişti. Bu karşılaşmanın er yada geç olacağını bildiği için sesini çıkarmamıştı. Ama yüzündeki o sıcak gülümseme çoktan uçup gitmişti. Dışarıdan duyulan traktör sesiyse kısa molanın bittiğini işin tekrar başlayacağını belirtiyordu.
      “Haydi kızlar biraz daha canlı" Hamalbaşının bağırtısı fabrikanın meydanında çınlıyordu. Kantara yanaşan traktör arkasındaki tepeleme balya dolu römorku kantarın tam ortasına getirmeye çalışıyordu. Serkan Bey, gözleriyle sürücü koltuğunda terleyen çiftçiyi izlerken çenesiyle arkasını döndüğü arkadaşlarına laf yetiştirmeye çalışıyordu.
      “Bu adam sesi olmasa bir hiç" dedi. Dışarıda Muammer kamyonun kasasındaki adamlarına bağırıyordu. “İyice çiğne Musa, Kerim köşeleri iyice beslediniz mi? Veysel köşede bekleme öyle. Çekirdekler kasayı ağzına kadar doldurmuştu. İşçiler piramidi andıracak bir kubbeyi oluşturmaya başlamışlardı.  George “Adam çok gadar." Serkan bey artık kantarın platformunu ortalamış olan traktöre durmasını işaret etti.
      “Gadar değil sinyor George. Gaddar... Gaddar..." Kendi kendine söylenir gibi devam etti. “Öğrenecekseniz doğru dürüst Türkçe öğrenin" dedi.

      Onlar içeriden, dışarıyı konuşmaya dalmışlarken kantarın ardında üç dört traktör sıralanmıştı. Serkan Bey eline aldığı bıçağı yeni gelen arkadaşa uzattı. Doğan Bey siz az önce tarttığım römorkun örneklerini alında bir taraftan verimleri de ölçelim. Doğan bilgi ve becerisinin ölçüleceğini anlamıştı. Bıçağı aldı, dışarı çıktı. İleriye park etmiş olan traktöre yaklaştı. Sırtı dönük olsa da izlendiğini biliyordu. Römorkun üzerinde duran balyaların içe dönük kısımlarından ipleri keserek birer avuç pamuk aldı. Elinde getirdiği alüminyum kaba doldurdu. Aldıkları pamuk tutamlarının değişik yerlerden olmasına dikkat ediyordu. Elinin uzanabildiği en uzak köşelere ulaşmaya çalışıyordu. Bir kilogramı aştığına kanaat edince geriye kantar odasına döndü.
      İçerdeki iki Amerikalı, hamalbaşı üzerine konuşmaya devam ediyordu. Doğan elindeki pamukları odanın kenarındaki banko üzerindeki teraziye döktü. Evet, bir kiloyu aşkın pamuk toplamıştı. Terazideki ibre tam bir kilogramı gösterince bankonun hemen yanındaki atölyedeki çırçır tezgahlarının minyatür bir örneği olan makinenin merdaneleri üzerine döktü.
      Duvara monte edilmiş şalteri kaldırınca tezgah boyundan umulmayacak bir gürültüyle çalışmaya başladı. Bir dakika sürmemişti ki merdane üzerindeki pamuklar çekirdeklerinden ayrılmış tezgah altındaki özel torbada toplanmıştı. Tertemiz ve lif lif olduğu için kabaran mağlıcı tekrar terazi kefesine koydu. Bu kez en küçük gramları dahi kullanarak ondalık birimlere ulaştı. Elde ettiği net gram pamuğun verimini oluşturuyordu. Demek ki pamuğun kalitesinde geçen yıllar zarfın- da çok bir iyileşme olmamıştı. İçeri girip yaptığı işlemleri izleyen mal sahibine döndü.
      “37-38 verim." Ahmet Bey kapıda göründü. Terazi başındaki konuşmaya daha kapıdayken müdahale etmeye başladı. “Siz onu 38-40 yapın" dedi. Çiftçinin yüzüne gülümseyerek  "Hüsamettin abi yabancı değil her sene pamuğunu bize getirir. "Çiftçi hem verim yükseldiği hem de sahiplendiği için mutlu olmuştu. Ahmet Bey oynadığı "çiftçi dostu" rolünü ileri götürerek adamın koluna girdi. Adeta sürükler gibi kantar odasından çıkardı. Serkan Bey onlar uzaklaşınca “Allahım Ya Rabbim, şirin olacak diye zarardayız gene" dedi. Birden aklına geldi  “İndirecek miyiz? adam onu bile söylemedi." Zenci Amerikalı
      “Ben öğrenirim" deyince Doğan atıldı
      “Siz zahmet etmeyin işi ben tamamlamalıyım." Doğanın amacı ayaküstü tanışmış olduğu genç Muhasebeciyi tekrar görmekti. Koridora açılan kapıya çıktığında genç kızı muhasebe odasının hemen önünde görünce şaşırdı ve sevindi. Üstelik kız Doğan’a seslenip
      “Bir ara gelin kahve içelim" deyince iyice afalladı. Sadece "Teşekkür ederim. İlk fırsatta" diyebilmişti. Gene aradığı yanıtı alamamıştı ama elinde artı olarak kahve daveti vardı. Doğanın kafasını toparlayıp orada ne aradığını anımsaması ise bir zaman sonra olmuştu.

      Yüksel hanım içeride masasında neler olup bittiğini anlamaya çalışıyordu. Olaylar içinden çıkılmaz bir hale geliyordu. Aklına Besim geldi, sabahtan beri ortada yoktu. Bir ara geldiğini görmüştü, geldiğinin daha somut kanıtı ise masadaki irsaliyeler ve çiçeklerdi. Masasındaki çiçekleri onun getirdiğine emindi ama şimdi Besim’i bulamıyordu. Kapının dışına çıkıp oralarda dolaşan Rıza babaya sorunca "az önce arabasıyla gittiğini gördüm" yanıtını almıştı. Evet, işler günler geçtikçe içinden çıkılmaz bir hal alıyordu.
"İnsanlığın en büyük trajedilerinden biri ahlakın din tarafından ele geçirilmesidir." Sir Arthur Charles Clark

Çevrimdışı azizhayri

  • ***
  • 581
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: Anchilea - Kutsal Kalkan
« Yanıtla #20 : 12 Kasım 2015, 08:19:46 »
B Ö L Ü M    O N A L T I

      Meyhaneci Abdül şaşırmıştı. Çok zamandır görmediği adamını kapıda görünce hemen yanına koştu.
     “Oooo beyim hangi rüzgarlar attı sizi buralara." Sevinmişti çoktandır görmediği birini tekrar görmekten. "Nerelerdesiniz kaç zamandır." Meyhaneci koluna girdiği genci konuşarak yavaşça kapıdan içeri çekiyordu. Sigara dumanından sapsarı olmuş tüllerin arkasına geçtiklerin de rahatlamıştı. Çarşı içinde ailelerin gelip geçtiği yerde olan dükkanının önünde konuşmayı oldum olası sevmezdi. Bu nedenle kapının önüne çapraz çıtalardan yapılma bir paravan koydurtmuştu. Bütün bu tedbirlere rağmen birisinin kapının pencerenin yada paravanın önünde konuşmasından hoşlanmıyordu.
     En sondaki masayı seçti. Masalar, masaların üzerindeki örtüler, perdeler, duvarlardaki resimler meyhanenin eskiliğini haykırıyordu. Adı da kendi de bin dokuz yüz altmışların, yetmişlerin Türk filmlerinden esinlenmiş gibiydi. "Agora Meyhanesi"  Kapının üzerindeki tabelada böyle yazıyordu. İlçenin bilinen en eski meyhanesiydi. Yeni gençler kendilerine özel şifreli kanalları izleyebildikleri birahaneleri seçseler de Agora Meyhanesi çok daha özeldi.
      Duvarlardaki çoğu siyah beyaz olan resimler müdavimlere aitti. Genç, yaşlı, gurup, tek, boydan, vesikalık onlarca belki yüzlerce resim iç içe girmiş gibi duvarda duruyorlardı. Önce genç adam geçti dipteki masaya oturdu. Daha sonra yaşlı meyhaneci romatizmalı ayaklarını sürüyerek yanına vardı, oturdu. İlgiyi saate çektiğini göstermek için abartılı hareketlerle sol kolunu sıyırıp saatine baktı.
      “Saat daha iki bile değil evlat" dedi. "Haberler kötü galiba." Karşısında oturan adam gözlerini masa örtüsünün desenlerinde kaldırıp karşısındaki kırçıllı sakallı yüze baktı. "Ağladın mı sen?" eski müşterisinin şiş gözlerine bakınca gereksiz bir soruydu. Göz pınarlarından yanaklara doğru süzülen ve kurumuş olan yaş izleri kendini belli ediyordu. İlgisiz bir yanıt verdi.
      “Hayır ağlamadım. Gözlerime bir şey kaçtı." Adam sözdeki ironiye gülümseyerek karşılık verdi. “Dur hele dur." Dizlerine bastırarak ayağa kalktı.  "Geliyorum. Dertleşelim biraz" ayağını sürükleyerek mutfağa doğru yürüdü. Az sonra elindeki kalaylı bakır sini ile dönüyordu.
      “Kusura bakma yemekler henüz hazır değil. Ancak soğuk bir şeyler hazırlayabildim." Beş dakika sonra döndüğünde masanın üzerine koyduğu küçük sinide beyaz peynir, meyve, piyaz ve dekoru tamamlayan bir küçük rakı şişesi ve bardak vardı. Bir kaç dakikada masadaki hazırlıklarla geçti. Meyhaneci Abdül, yıllardır bu çocuğu tanıyordu. Yaşı itibarıyla çocuğu sıfatını rahatlıkla kullanabilirdi, babası olabilecek yaştaydı nede olsa. Eğer evlenmiş ve çocuğu olmuş olsaydı tabii.
Gençliğinde köyünden bir kızı sevmişti. Kızın ailesine haber göndermişler ama kızın babası; Benim çulsuz göçmenlere verilecek kızım yok" demişti. Ailesi göçmendi meyhanecinin ve kayınbaba adayının söylediği gibi Türkiye’ye ilk geldiklerinde çulsuzdular. Büyüklerinin  "Çulsuzuz ama hep böyle kalacak değiliz ya" demesi kar etmemişti. Vermemişlerdi Yörük kızı "Zübeyde"yi.
     “Bak evlat" dedi. "Evladım olsan bu denli sevmezdim seni." Şişeyi açmış bardağın üçte birini rakı ile doldurmuştu. Üzerine suyu kattı, oluşan beyazlığı belki milyonuncu kere seyretti. Çevreye yayılan anason kokusunu içine çekti. "Bu kokuyu seviyorum, seviyorum ama bu kokuyu çok sevdiğim için mi meyhaneci olduğumu sanıyorsun?" Yerinden tekrar kalktı, kapıyı kapattı.
     Besim oturduğu yerden kapının kilidinin döndüğünü duydu. Bakışlarını o yöne çevirince kapalı yazısının kapının dışına doğru çevrildiğini gördü. Yaşlı meyhanecinin ne yapmak istediğini düşünmeye çalıştı. Kendi derdini unutmuş Meyhaneci Abdül’ün ne diyeceğini düşünür olmuştu. Bardakta ki rakıdan küçük bir yudum aldı, çatalın ucuyla da beyaz peynirden bir parça. Adamın karşısına oturmasını beklemeye başladı.
      “Ben hep dinlerim, öyle kolay soru sormam. Beni yıllardır tanıyorsun" bir an durdu. Genç adam karşısında ki meyhaneciyle göz göze gelmeye korkuyordu. Bakışları masadaki mezelerdeydi. Mezelerden sımsıkı sıkılı ellere, ellerden kollara, kollardansa her zaman üç düğmesi açık olan göğse kaydı. Eğer yazsa ağarmış kılların örttüğü göğüste yok kışsa kirli beyaz fanilanın üzerinde duran iplere kaydı. Her zaman alışkın olduğu ipleri ve iplerin ucundaki üçgen yeşil muskayı göremedi. Yaşlı adam, üzerinde gezinen nemli gözlerin neyi aradığını anlamıştı. Masanın üzerinde duran ellerini açtı. Üçgen yeşil muska avuçlarının içindeydi. Bir keresinde "böyle bir yerde muska taşınır mı?" dediğini anımsamıştı. Ne olduğunu çok kereler sorduğu halde yanıt alamamıştı.
      “Dertlisin evlat, dertlisin ama tek dertli sen değilsin" Meyhaneci bir şeyler yapmaya çalışıyordu. "Al aç şunu." Muskayı eline vermişti bile. Genç adam karşısındaki gözlere bakmalıydı. O cesarete nasıl ulaşacağını da iyi biliyordu. Sininin içindeki bardağı kafasına dikti. Bardağın tok sesi sinide yankılanınca aradığı cesaret alkol olarak damarlarındaydı artık. Haftalardır tıraş olmayan hatta düzeltilmeyen kırçıllı sakallara baktı. Gözlere ulaştı. Ama o gözler ondan kaçar olmuştu. Elindeki muskayı saran bezleri yırtarcasına çıkarmaya başladı.
      “Abdül Baba senin benden fazla konuşmaya ihtiyacın var anlaşılan" dedi. Bezlerin altından kalın naylon belirdi. Onu da açınca bronzdan yapılmış kalp şeklinde bir resim çerçevesi göründü en altta. Bütün iş kenardaki mini mandala basmaya kalmıştı. Yaşlı adam ellerini göğe kaldırdı.
     “Rabbim sen affet" dedi. Genç adamın boşalan bardağını tekrar doldurdu. Bir yudum aldı.  "Ohh. Özlemişim meretin tadını" dedi. Az önceki günahkarların bakışları gitmiş gözleri ne şeytanca bir pırıltı yerleşmişti. Beyaz peynirden iri bir parça koptu. Yaşlı adamın seyrek dişleri arasında öğütülmeye başlanmıştı bile. Bir yudum daha rakı geldi peşinden. Ellerinle bıyıklarını ve sakallarını sıvazlamaya başladı, rakının unutulmuş tadıyla başladı anlatmaya.

     “Memleketten geldiğimizde ya onüç on dört yaşındaydım. Kalabalık bir aileydik. Geldikten bir zaman sonra babamız ölmüştü, memleket hasreti demişlerdi nedenine. Yoksulduk gurbet elde, bir de öksüz kalmıştık. Hükümetin verdiği üç-beş dönüm yeri abilerim ekiyorlardı. Ben ve kardeşlerim ise orada burada çalışıyorduk. Ne iş olsa yapıyor geçinip gidiyorduk." Durdu. Muska değil de bir resim çerçevesi olduğu anlaşılan sırrına baktı, gencin elinden aldı. Mini mandala bastı. Kapak yay gibi açıldı. İçinde eski bir fotoğraf vardı. Huşu içinde birkaç saniye baktı sararmış resme ardından resmi delikanlıdan tarafa çevirdi.
    “Komşu köyün güzel kızı "Zübeyde"yi gördüm bir düğünde. Alımlıydı, esmer ve gül yüzlüydü. Anamı bir kere gönderdim "Benim çulsuz göçmenlere verilecek kızım yok" demiş Zübeyde’nin babası. Daha sonra abimler amcamlar gittiler. Yine vermedi namussuz. Hep aynı şeyi söylerlermiş. Amcam "Çulsuzuz ama hep böyle kalacak değiliz ya" dese de verilen yanıt hep aynıymış. “Olmaz... Olamaz "   Sözün burasında yaşlı adam
      “Hadi yorma beni, içerden kendine bir bardak al" dedi. Genç geldikten sonra anlatmaya devam etti. Öykü dinleyenin ilgisini uyandıracak bir öyküydü.
      “En son gidişlerinde kayınbaba olacak adam gelenleri içeri bile almamış. Bense kızla gizlice görüşüyordum. "Kaçırayım" diyordum. "Olmaz" diyordu. "Baba evinden telimle duvağımla gideceğim" diyordu.  Bütün "kaçalım" çağrılarıma aynı yanıtı almıştım. Bir gün aklıma gelen başıma geldi Zübeyde 'yi bir başkası istetmiş. Babası da Milaslı deveciye vermiş kızını. Hem de damadı olacak adamı araştırmadan, soruşturmadan. Sadece zengin diye. Onlarca devesi, yüzlerce zeytin ağacı var diye." Meyhaneci Abdül sanki o günleri yeniden yaşıyor gibiydi.
      “Düğün gecesi son bir defa haber yolladım Zübeyde ye. "Zorla kaçıracağım"  dedim. Gene “Hayır" demiş. "Ben biliyorum yapacağımı" demiş. Sonradan çevresindekiler anlattıydı. Babası kuşağını bağlarken "iyi bağla babacığım onun bir ucunu nereye bağlayacağımı iyi biliyorum" demiş." Durdu yüzü neredeyse tamamen kırçıllı sakallarla örtülü adam. Gözlerinin yaşını sildi.
      “Damat olacak herif arkadaşlarıyla içerken o zifaf odasına çıkmış. Sözünde durmuş. Kuşağın bir ucunu tavan kirişine diğer ucunu boynuna bağlamış." Yaşlar artık rahatlıkla yanaklarından süzülüyordu yaşlı adamın. “Bu keseyi de benim için yapmış. "baktıkça beni hatırlasın" demiş." Hep yanında taşıdığı kirli beyaz havlunun kenarı ile gözyaşlarını sildi
      Öykünün devamı geliyordu. Genç adam ne yapacağını bilmiyordu. Zemberek boşalmaya başlamıştı, gerginlik bitesiye kadar dönmesine izin verilmeliydi. Adamın iyice rahatlaması için bıraktı ağlasın diye. Hıçkırıklar azalınca meyhaneci yine anlatmaya başladı.
      “Benim Zübeyde kadar cesaretim yoktu. Bütün gücüm kasabanın meyhanesine kadardı." Genç adam Meyhanecinin elinde ki kalp şeklindeki resimliği aldı kapağında "M" ve "Z" harfleri vardı, diğer tarafta ise siyah beyaz bir fotoğraf. "Güzel biriymiş" diye aklından geçirdi. Karşısındakine belli etmemeğe çalışarak gözlerindeki damlacıkları sildi. Konuyu biraz olsun dağıtmak için
      “ 'M' nin anlamı nedir?" dedi. Yaşlı adamın yüzünde kaçak ve utangaç bir gülümseme belirdi. “Muttalip. Benim dedem hacı olduğu için adımı Abdülmuttalip koymuş. Gençliğimde Makedonya’da beni Muttalip diye bilirlerdi öyle çağırırlardı" dedi. “Buralarda ise Muttalip unutuldu Abdül kaldı." Bir sessizlik daha oldu. Meyhaneci kadeh kadeh üstüne götürüyordu. Sanki yıllardır içki içmeyen o değilmiş de bir saat önce içki içmeye ara vermiş biri gibiydi. Bir otuzbeşlik bitince delikanlıya “Hadi içeriden raftan bir küçük daha getiriver" dedi. Genç adam kendi derdini unutmuş yıllardır müşterisi olduğu Meyhaneciyi teselli edebilmek için O'na hizmete başlamıştı. Elinde tuttuğu kolyeyi sahibine verdi. Gönülsüzce yerinden kalkarak mutfağa yöneldi. Allah’tan yılların vermiş olduğu devamlılıktan gelme alışkanlıkla neyin nerede olduğunu iyice öğrenmişti.

      Mutfakla meyhaneyi ayıran uzun vitrinli buzdolabının arkasına daldı. Dipteki masadan Abdül ün sesi duyuldu. “Sağ alt köşede özel bir şişe var." Az sonra özel şişede açılmıştı. Kadehler özel şişe ile parlarken genç adam söze girdi. “Abdül baba anlaşılan sende çok çekmişsin" dedi. Meyhanecinin anlattıklarından bir hayli etkilenmişti." Gidenlerin şerefine" kadeh kaldırdı Meyhaneci
      “Hiç unutulmayacakların şerefine" diye yanıt verdi. Meyhaneci Abdül Besim beyin sonrasını tahmin ettiği öyküyü anlatmaya devam etti. "Daha sonra dağıttım, ne eve gidiyordum ne işe. Bildiğim en iyi şey içmekti. Sabahtan akşama, akşamdan sabahlara kadar içiyordum. Köy, kasaba dolaştım. Her birinin meyhanelerini, izbelerini öğrendim. Kızın ailesi de pişmanmış demişlerdi. Ama çok geç bir pişmanlıktı bu. En sonunda bu meyhanede kaldım. Sahibi anlayış gösteriyordu, gece gündüz içmeme izin veriyordu. Meyhanede çalışarak ödemeye başladım borcumu. Bulaşık yıkama, servise çıkma ve zamanla öğrendiğim meze ve yemek hazırlama yaptığım işlerdi. Yaşlı adam birden durdu, bundan sonra anlatacakları için kafasında kuşkular vardı.
      “Bir gün buranın benden önceki sahibi "Tahta Agop" bana bir teklifte bulundu." Söylemeli miydi, söylememeli miydi? Bir anlık çekinceden sonra devam etti sözlerine.
      “Benim sana bir kaç ay önce yapmayı düşündüğüm teklifi Tahta Agop bana yaptı." Konuşma ilginç bir hal almaya başlamıştı. Az önceki dertleşen iki dost gitmiş yerine iş pazarlığı yapmaya çalışan iki işadamı gelmiş gibiydi.
      “Kimim kimsem yok. Gel bu meyhaneyi sana bırakayım" dedi. Abdül eski ustası Agop'un söylediğini mi yoksa kendi kafasından geçenlerimi söylüyordu. Karşısında oturan delikanlı anlayamadı. Yaşlı adam durumu çabuk toparladı.
      “O kadar çok içiyordun ki üç ay önce bende sana aynı teklifi yapacaktım. Ama kendini birden bire toparladın. Tek isteyeceğim ise rahmetli Agop'un benden isteyeceği olacaktı" Durdu, anlattığı sırların en önemlisini söyleyecek gibi bir hava takınmıştı, meyhanenin adının değişmemesi." Söz burada bitti, dakikalarca konuşmadan durdular. Genç adam anlatma sırasının kendisine geldiğini anlamıştı. Karşısında birkaç dakika öncesine kadar ağlayarak duran yaşlı adam ondan bir şeyler bekliyordu. Belki de hiç kimsenin bilmediği sırrını anlatmıştı. Yıllardır süren "içki içmeme" yeminini bozmuştu. Üstü örtülü iş önerisinde bile bulunmuştu. Şimdi konuşma sırası kendisine gelmişti. Karşısındakinin açık kalpliliğine aynı açık kalplikle yanıt vermeliydi. Şişede kalan son rakıyı da bardaklara eşit olarak dağıttı.
      “Gidip de bir şekilde yeniden gelenlerin şerefine" diyerek kadeh kaldırdı. Yaşlı adam ne olduğunu yada neyin kastedildiğini anlamasa da “Şerefe" diye karşılık verdi. Dilinin döndüğünce anlattı her şeyi. Necla’yı, Doğan’ı anlattı. Anlatmadığı o gece olanlardı sadece. O karanlık unutulası geceydi. Sonra, üç ay önce aniden gelen muhasebe şefinden bahsetti. Aradaki benzerliği ve her şeyin yeniden başlıyormuş gibi geliştiğini anlattı.
      “Sanki Tanrı bana yeniden bir şans veriyor gibiydi" demişti. Ve bu sabah işbaşı yapan bir başka kişiden bahsetti. Kim olduğunu, niye işbaşı yaptığını anlattı dilinin döndüğü kadarıyla.

      İşte o an yaşlı meyhanecinin dudaklarının hafifçe aralandığını, aralık dudakların gülümser bir hal aldığını ve gülümsemenin kahkahaya dönüşmesini izledi. Genç adam tarafından tamamen yanlış anlaşılacak kahkahaydı bu. Ardından boşalan bir sinirin dışa vurumu gibi gelen yeni kahkahalar geldi. O kahkahaların arasından sarf edilen cümle bardağı taşıran son damla olmuştu.
      “Sen" demişti meyhaneci kahkahalarla gülerek. "Sen O kişiyi kıskanıyorsun." Genç adam yıllardır kendisine bile itiraf etmekten korktuğu doğru kelimeyi bir başkasından hem de sarhoş bir meyhaneci bunaktan duyuyordu. Kıskanıyordu deli gibi kıskanıyordu. Adı ister kader olsun ister şans olsun isterse talih önemli değildi ama yaşadıklarından dolayı kıskanıyordu Doğanı. Birden fikir değiştirdi. Kıskanmıyordu. Ne Doğanı nede bir başkasını kıskanmıyordu. Kendisinin birini kıskanmaya ihtiyacı da yoktu. Yerinden sallanarak doğruldu.
     “Ben kimseyi kıskanmıyorum" dedi karşısında hala gülen adama. "Kıskanmıyorum, yalnızca nefret ediyorum." Düpedüz bağırıyordu. “Nefret ediyorum." Bir sinir krizine girmiş gibiydi. Elleriyle az önce oturduğu yaşlı meyhaneciyle dertleştikleri tahta masayı devirdi. Tabaklar, sini, bardaklar her biri bir tarafa savruldu gitti. Oturduğu sandalyeyi ötelerindeki raflara savurdu. Kendince bir özenle dizilmiş değişik marka ve tipteki şişeler paramparça olmuştu yere düşünce. Ağzından tek bir cümle çıkıyordu.
      “Nefret ediyorum. Nefret ediyorum. Nefret ediyorum" Zavallı meyhaneci ise dona kalmıştı. Belki karşısındakinin sinirini dağıtır diye abartarak gülmesi epey pahalıya mal oluyordu. Sakinleşmesi için delikanlının adını kerelerce sayıklayıp durdu.
      “Besim, evladım yapma, kendine gel." Genç adam burnudan soluyarak yerinden doğruldu. Sallanarak kapıya yöneldi. Eliyle kapı koluna bastırdı. Az önce kilitlenmiş olan kapı açılmayınca kapıyı da tekmelemeye başladı. Yaşlı adam yerinden aceleyle doğruldu. Ayaklarını sürükleyerek kapıya gelesiye kadar kapının camı tekmeyle kırılmıştı bile. Bu kez kendi kendine konuşur gibiydi.
      “Anlatmamalıydım, anlatmamalıydım" diyordu. En çokta yıllardır koynunda sakladığı sırrı için üzülüyordu. Kapının üzerinde duran anahtarı çevirir çevirmez genç adam kapıdan hışımla kapının dışına toplanan meraklı komşuların arasından çıktı gitti. Onun çıkmasıyla meraklı kalabalık içeriye doluştu. Yılların "Agora Meyhanesi" harpten çıkmış gibiydi.

      Bir kaç gün sonra genç adam "Agora Meyhanesi’nin kapısı önündeydi. En şık takımlarını giyinmişti. Elinde o ilçede paranın satın alabileceği en güzel çiçekler vardı. Kapının önünde dakikalarca durmasına rağmen kapı açılmamıştı. Elinde sadece çiçekler değil bir de zarf vardı. Zararın bir bölümünü olsun karşılayacağını umduğu çek vardı zarfta. Besim jestini yapıp çiçekleri ve zarfı kapının önüne bıraktı gitti. Ama ne o gün ne de daha sonraki günlerde kestiği çekin kullanıldığına dair bir bilgi bankadan gelmedi, belli ki yaşlı meyhaneci eski dostunu affetmemişti.                    
"İnsanlığın en büyük trajedilerinden biri ahlakın din tarafından ele geçirilmesidir." Sir Arthur Charles Clark

Çevrimdışı azizhayri

  • ***
  • 581
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Anchilea - Kutsal Kalkan -Bölüm onyedi
« Yanıtla #21 : 16 Kasım 2015, 14:53:31 »
B Ö L Ü M         O N Y E D İ

     İlk geldiği zamanlar birkaç gün Öğretmen evinde kalmasına rağmen rahat edememişti. Sonra bir ev aramaya başladı. Uzun süre denilebilecek aramalardan sonra istediği gibi bir ev bulabilmişti. İlçe, zengin bir memleketti, insanların çoğunun ikinci hatta üçüncü evi vardı. Köyde oturanların ilçede, ilçede oturanların ekonomik gücüne göre İlde yada Tuzadası’nda yada İzmir'de evleri olabiliyordu. İşte Yüksel hanımında bulduğu ev böyle birine aitti.
      Evin sahibi, ilçenin bir tanınmış bir köyünün, zengin çiftçilerinden birinin oğluydu. Toprakla uğraşmayı reddetmiş hukuk okumuştu. Emekli olunca tekrar baba ocağına dönmüştü. Ama ailenin küçük kızı Ege Üniversitesini kazanınca İzmir Bornova’dan bir ev satın almak oraya yerleşmek zorunda kalmışlardı. Eski evlerini kapalı tutuyorlardı. İşletme Müdürünün eski bir arkadaşı olan bu kişi, Birol Beyin ricası ve ısrarıyla evini genç muhasebeciye vermişti. “İşin iyi tarafı" demişti Birol bey "arkadaşımın kızı henüz birinci sınıfta Böylece Yüksel hanım dayalı döşeli bir eve kavuşmuştu.
      Evin içi fazla yoğundu. Koltuk takımları, sehpalar, mobilyalar, avizeler, heykelcikler evi işgal etmişlerdi. Duvarlar çeşitli çerçeve ve panolarla doldurulmuştu. Bir duvarda Marlon Brando'nun motosiklet üzerinde siyah-beyaz resmi varken hemen yanı başında evin hanımının çeyizinden olduğu anlaşılan iğne işi oyalar çerçeveletilip asılmıştı. Bir köşede kaplama işlemeli, cilalı bağlama asılıyken biraz ötesinde Amerikan bar vardı. Amerikan barının duvarında ise heybe asılmıştı. Sonuçta ev kültür anarşisi içindeydi.
      Ne zamandır vermeyi düşündüğü daveti önce başka bir yerde vermeyi düşünmüştü Yüksel hanım. Sonradan daha samimi olur diye evinde ağırlamaya karar vermişti konuklarını. Böylesi daha içten kabul edilirdi. Ev büyüktü, ortalıktaki eşyalardan bir Bölümünü kaldırırsa ortalık açılırdı. Öylede yaptı. Karar verdiği günden sonra Lütfiye bacıdan yardım istemişti. Orta yaşlı sayılabilecek kadın seve seve kabul etmiş fabrikada çalışan diğer iki kızı da ikna etmesini bilmişti. O gün sabahtan gelip çalışmaya başlamışlardı. Ortalık açılıp temizlenmiş, eşyalar yeniden düzenlenmiş, pencereler açılarak ev havalandırılmıştı. Soğuk mezeler, sıcak yemekler ve tatlılar bizzat Lütfiye hanım tarafından hazırlanmıştı. Allah için kadın bu işleri iyi biliyordu. Şimdi ise konukların gelmelerini bekliyorlardı.
      Yüksel hanım çağırdıklarını kafasından bir kere daha toparladı. Yönetim bölümü ile Atölye çalışanlarının önemli bir Bölümünü çağırmış bulunuyordu. Parmak hesabına göre yirmi beş kişiyi geçerlerdi. Allah’tan evin olanakları bu iş için yeterliydi. Çağırdıklarının hepsi gelse bile işin içinden rahatlıkla çıkarlardı. Gelirler miydi acaba, düşünmeye başladı ama hemen vazgeçti. Çağırdıklarının tamamı gelecek olsa bile yeterliydi. İçlerinden gelmeleri sorun olmayacak iki kişi vardı, komşu sayabileceği iki Amerikalı. Onlar gelirse davet neşesini kendiliğinden bulurdu. Muhasebeci iki Amerikalıyla aynı sokakta oturuyordu. Kendi evi sokağın girişinde onların eviyse sokağın ilerisinde asfaltın bitip merdivenlerin başladığı yerdeydi.
      Kızlar yani Halide ve Sibel, Eğlenmek umuduyla gelmişlerdi. Yardımcı olacaklarını, yorulacaklarını biliyorlardı. Yardımcı oldular. Yoruldular. Ama eğlenemediler. Eğlenememe nedenleri ise ne sabahtan bu yana oturmamış olmaları nede sürekli iş yapmaları değildi. Akranları yoktu. Kafa dengi arkadaşları yoktu. O nedenle gece boyunca sadece eğlenenleri izlemekle yetindiler. Yine de yaşadığı ev-iş monotonluğundan biraz farklı bir gün yaşamışlardı.
      Kapı çalındığında, her şey hazırdı ve bir saate yakın zaman geçmişti. Kızlar ve Lütfiye ablaları kıyafetlerini çoktan değiştirmişlerdi. Fabrikada çullar şalvarlar içindeki kızlar gitmiş yerlerine fıstık gibi iki genç kız gelmişti. Kapı çalındığında ilk gelen kişi Serkan Güler’di. Kapıyı açan kızları görünce gözlerini abartılı bir şekilde ovuşturarak ıslık çalmış  “Allahım niçin ben onbeş yirmi yıl geç gelmedim dünyaya" demişti. Lütfiye bacı ise fırsatı kaçırmamış

      “Siz içeri buyrun Serkan Bey" demişti “Ben içeriden bir Ankara görüşmesi yapayım, çapkın memurların durumu hakkında bilgi alayım hemen geliyorum." Onlar gülüşürken diğer konuklarda gelmeye başladılar.


      "Tıpkı eski günlerde olduğu gibi" diye düşündü genç adam. Eski dostu can arkadaşı nedenini bilmeden kendine karşı Nefret duygusu ile doluydu. Kendiside benzer duygular taşıyordu arkadaşı hakkında. Birbirine taban tabana zıt iki duyguydu Sevgi ve Nefret. Biri açığından koyusuna kadar karanlık diğeri gündüz gibi aydınlıktı. Biri olabildiğince sıcak bir yaz günü gibi, öteki son derece soğuk bir kış günü gibiydi. İnsan doğasının iki keskin ucuydu bu iki duygu, iki ucu keskin bıçak gibi. Her iki duyguda insanı acımasız bir şekilde yönlendiriyordu. Hem de aniden değişerek, birbirlerinin yerine geçerek yönlendiriyordu.
      Bir zamanlar arkadaşına hayrandı. Daha ortaokulun ilk yıllarında yapa yalnız kaldığı zaman yakınlık duymuştu kendisine. Hüznü etkilemişti. Yıllar boyu süren güzel bir arkadaşlıkları olmuştu. İlk zamanlar arkadaşının da kendisini sevdiğine emindi ama bugün için söyleyebileceği Besim’in kendisinden nefret ettiğiydi. Belki de yaşadıkları bütün olumsuzluklardan kendisini sorumlu tutuyordu. Kendisini bir günah keçisi olarak gördüğünü düşünüyordu.
      Doğup büyüdüğü memleketini çoktandır gezmemişti."Özledim mi?" diye düşündü. Belki ama özledim diyecek kadar değil Devlet parasız yatılı okullarının sınavlarını kazandıktan sonra babasının ellerini öpüp ayrılmıştı. Ailesinden, arkadaşlarından, memleketinden ve sevdiğinden ayrılmıştı. Uzaktan baktığı, hep duyguda düşte kalarak sevdiği güzel bir kızdan ayrılmıştı. Lise ve üniversite burslu okunmuştu. Diplomasını mezun olduğu akademide bırakmış doktorasını yapmıştı, sonra askerlik ve memuriyet yılları.
      Bir gün bağlı olduğu birimdeki zor bir görev önce O'na teklif edilmişti, ne de olsa kendi memleketidir diye. Fazla uzun boylu düşünmeden kabul etmişti. Uzun süre düşüneceği zaman da yoktu. Kabul etmişti ama olayların böyle özel bir boyut alabileceği aklına dahi gelmemişti.
      Geçen yıllar boyunca memleketinden uzak kalmıştı ama bu tamamen kopma anlamına gelmiyordu. Gelip gitmişti defalarca memleketine, yazları okul tatillerinde, Görev aralarında ya da yıllık izinlerinde. Düğünlerde, doğumlarda ya da ölümlerde; en kötüsü doğumun ve ölümün birlikte yaşandığı olağanüstü günlerde hep gelmişti baba ocağına.  Bir turist, bir konuk gibi gelip gitmişti. Gidişi arada kalmamak için bir kaçıştı önceleri, sonra kaderinin yazdığı gizli bir ferman sonucu sürgündü. Şimdi ise bir yemek davetine hazırlanmayı düşünüyordu. Ama öncesinde yattığı odada gözleri tavanda düşünürken bir karara varmak zorundaydı.
      “Gitmek yada gitmemek işte bütün mesele bu" dedi mırıltılı bir sesle. Sonra aynı sesle  “Shakespeare'in gereği yok" dedi. Dışarıda hava kararmak üzereydi ve kendisinin geçmişi düşünmeyi bırakıp bir karara varması gerekiyordu. Öneri genç kızdan gelmişti.
      “Bu akşam bekliyorum Doğan Bey" demişti. Tüm sevimliliğiyle eklemişti. "Diğer arkadaşların hepsi gelecek. Sizin için bir tanışma fırsatı olabilir."
      “Kimler gelecek… Besim beyde gelecek mi?" diyememişti. Sormasına gerek yoktu ki. Besim Kalden onun büro arkadaşıydı, yardımcısı durumundaydı. Aynı Besim bir haftadır kendisinden kaçıyordu. Kendisinin bulunduğu yerlere girmiyordu. Eğer Besimin de bulunduğu bir birime işi icabı girdiyse Besim bir gerekçe bulup hemen çıkıyordu. Bir hafta boyunca kendisinden kaçan kişi ya Onun olduğu yere girmeyecekti ya da O geldiğin de sudan bir nedenle çıkacaktı. Bu yüzden ne yapması gerektiğine karar veremiyordu.
      Vakit hızla geçiyordu, bir karara varıp yola çıkmalıydı. Yada şimdi yapacağı gibi önce yola çıkıp sonra bir karara varmalıydı. Kapıdan çıkarken hiç ilgisi yoktu ama evi elden geçirmeleri gerektiğini düşündü. Babası rahmetli olduktan sonra annesinin bir müddet oturduğu bu ev annesi abisinde yada kız kardeşinde daha fazla kalmaya başlamasından sonra bakımsız kalmıştı. Arabasına bindi, yolunu özellikle Başköprüden geçirip cadde üzerindeki bir çiçekçi tezgahından bir demet çiçek aldı. Özel bir anlam çıkarılmasın diye kır çiçeklerinden yaptırdı buketini.

      Yaşlı kadın neredeyse iki büklüm olmuş beline rağmen hala genç kız gibi hareketliydi. Zayıf kuru ve esmer tenliydi, burnu zayıf yüzünde bütün suratını kaplamış gibi duruyordu. Sayılamayacak kadar çok bahar önce bu eve gelin gelmişti. O zamanlar gençti, tazeydi. O zamanlar burnu yüzüne yakışıyordu.
      İlk kocası memlekette bir duvarcı ustasıydı. İkinci dünya savaşı yıllarında ellerinde ne var ne yoksa satıp gelmişlerdi Türkiye'ye. Özelliklede kadının ısrarıyla gelmişlerdi. Geldiklerinin ertesi yılı ise kocası ölmüştü. Kimi Balkanların o kuru ve sert havasına alışkın olduğu için dayanamadı, ovanın nemli havası çürüttü dedi. Kimi de memleket hasreti dedi. Sonuçta taze gelin Esma hanım genç yaşta gurbet elde dul kalmıştı.
      Bir zaman sonra kendi gibi dul ama iki çocuk sahibi zengin bir ağa ile evlendirdiler. Daha doğrusu imam nikahıyla yetindiler. Ağanın kardeşleri ve akrabaları resmi nikaha -mal bölünür- diye karşı çıkmışlardı. Birinci kocası Sadullah’ı sevmişti. En güzel yıllarını onunla yaşamıştı. Ama ikinci kocasıyla da rahata ermişti. İki çocuğa annelikten ziyade dadılık yapmıştı ama olsun ne açtı ne de açıkta.
      Hikayenin diğer yanında Selami Bey vardı. Selami beyin küçük kızı amansız bir hastalığa yakalanmıştı. Doktorlar, tabipler bir çare bulamadan toprağa vermişlerdi. Rahmetli karısının hastalığı dediler. Sonra Selami bey üzüntüden, kahırdan öldü dediler. Sağ kalan Hüseyin de yıllar sonra trafik kazasında ölünce Esma hanıma yadigar sadece üvey oğlu Hüseyin’in büyük oğlu yani torunu Besim kalmıştı. Şimdi iki büklüm haliyle, hayatının tek amacı olarak kalan torununa destek olmaya çalışıyordu. Gerçi kimin kime destek olduğu da tartışılırdı da. Yaşlı kadın bir taraftan geçmişini düşünüyor diğer taraftan torununun hazırlanmasına yardımcı oluyordu. O yaşlı haliyle mükemmel sayılabilecek bir pantolon ütülemişti. Elindeyse bir gömlek vardı. Kapı açıldı
      “Nene hazır mı pantolonum." “Hazır nenem hazır, sen yıkan, tıraşını ol hele o vakte kadar gömleğin de hazır olur." Genç adam göründüğü kapıda tekrar kayboldu. Yaşlı kadın elinde ütü tekrar kolayca kopamadığı geçmişinin hayal dünyasına döndü. O dünyada daha mutlu oluyordu. Torunu içeri oturma odasına girdiğinde şaşırmıştı yaşlı kadın.
      “A oğul" dedi "Madem giyebileceğin bu kadar güzel urbaların vardı da niçin Esma neneni bu kadar uğraştırdın." Besim gülümsüyordu. Damat gibi giyinmiş kuşanmıştı. Nenesi
      “Damat gibi olmuşsun" deyince Besimin gülümsemesi yüzüne iyice yayıldı. "Nenem" dedi kadının boynuna sarıldı. "Sana gelin getirme zamanı geldi." Yaşlı kadın yaşlı kulaklarına inanamamıştı.
      “Kimdir? Kimlerdendir? Ben tanıyor muyum?"
      “Tanımazsın ama yüzü sana yabancı gelmeyecektir." Besim ayakkabılarını giyerken Esma nene eşikte sorularına devam ediyordu.
      “Güzel mi bari." Besim doğruldu. Nenesinin kaşık kadar kalmış yüzünü avuçlarına aldı
      “Güzel nenem. Güzel." Bir an yüzündeki sevecenlik kin ve nefrete dönüştü."Araya gene o kara çalı girmeye çalışıyor ama ben yine girmesine izin vermeyeceğim" dedi. Yaşlı kadın torunu çıkasıya kadar maşallah çekti. Bildiği bütün duaları bahtsız torunu için arkasından okudu.
      Yaşlı kadın, torunu dışarı çıkınca alışkanlıkla kapıyı kilitledi ve sürgüyü çekti. Doğrudan kendi odasına gitti. Selami Bey öldükten sonra bu merdiven altı sayılabilecek küçük odaya geçmişti. Bir divan bir seccade birde dolaptan ibaretti bütün eşyası. Besim evlenince rahmetli gelini onu bu odadan çıkarmak kendi aralarına katmak için çok çalışmıştı ama hayatından memnun olduğunu güçlükle anlatabilmişti sevimli gelinine. Her zaman açık olup sadece bir köşesi sembolik olarak katlı duran seccadesine vardı. Yıllardır abdestsiz gezmediği için namaza durdu. Besimin hazırlanmasına yardımcı olacağım diye neredeyse akşam namazını kaçırıyordu.

      Her ilde ve her ilçede bir Atatürk Meydanı yada Atatürk Caddesi bulunur. Dünya üzerindeki pek çok ulus kurucusuna ve kurtarıcısına bu şekilde teşekkür eder. İlçedeki Atatürk Bulvarı en geniş caddeydi. Bakmayın adının bulvar olmasına, bir bulvardan çok geniş caddeydi. Ortadan bölünmüş ikişer şeritli caddeye, kordon dalgaları desenli mozaik dökülmüş geniş kaldırımları bulvar havası veriyordu biraz olsun. Bir yada iki yaşındaki ağaçların varlıklarının ilçe güzelliğine katkı sağlaması için biraz daha zamana ihtiyaç vardı. Havanın yeni kararmasından dolayı hareketliliğin devam ettiği bulvarda işinden evine dönen onlarca insan ve araç vardı.
      Şehir içi trafiğine göre süratle seyreden araçların arasında bir tanesi ağır ağır yol alıyordu."06" plakalı bu araç gidip gitmeme konusunda hala net bir karar verememiş olan Doğan Denizci ye aitti. Adıyla aynı olsun diye kendine "Doğan" marka bir araba almıştı."1988" model kısmen macunlanmış olsa da temiz bir arabaydı. Macunlarının rengi kendi rengine yakın olduğu için uzaktan macunlu olduğu anlaşılmıyordu.
      İyice yavaşladı, aradığı sokağı geçmek istemiyordu. İri kaktüslerin bahçesini kapladığı eski konak yavrusu türünden bahçeli bir evi geçince sağa döndü. Evet, çocukluğundan beridir hiç değişmeyen bu evin sokağındaydı aradığı apartman Daha doğrusu dönemedi. Zaten dar olan sokak park eden araçlar yüzünden geçilmez bir hal almıştı. Biraz ilerisinde yolun sağına park etmiş olan beyaz bir opelin arkasına yanaştı. Dışarı çıktığında evi bulmakta zorluk çekmedi. Çünkü civardaki en gürültülü ev aradığı evdi.
     Dış bahçenin kapısını açarken konuşmalar, gülüşmeler daha iyi duyuluyordu. Davetlilerin tahmininden daha kalabalık olduklarını düşündü. İçini çocuksu nbir utanma duygusu sardı, kot pantolonla geldiği için pişman olmuştu. Ama bu saatten sonra geri dönüp değiştiremezdi. Heyecanının biraz olsun yatıştırabilir diye üstüne başına elleriyle çeki düzen verdi, kapıdaki zili çaldı.
      Sokağa bakan geniş balkonun kapısı açıldı. Balkona çıkan kişiyi görebilmek için bir iki adım geri çekildi. Başını kaldırıp yukarı baktığında yıllardan beridir iyi tanıdığı bakışlarla karşılaştı. Elleri cebinde bir kat yukarıdan değil de derinden bir kuyu dibinden bile bakıyor olsa o bakışlar insanı gene ezerdi. Bir saniye göz göze geldiler, belki de bir saniyeden çok daha az. Yıllar öncesinin dostluğundan, arkadaşlığından eser yoktu. Yalnızca kin ve nefret vardı. Birbirlerini görmedikleri zaman içersinde beslenmiş ve büyümüş bir nefret.
      Kapının önünde ne yapacağını bilemez durumda kalmıştı. Keşke gelmeseydim diye aklından geçirdi. Gözlerin kesiştiği bir saniye bütün gece uğraşılsa bile onarılamazdı. Geri dönmeyi aklından geçiriyordu ki merdiven otomatiği yandı. Aşağı indikçe çoğalan terlik seslerinden sonra kapının buzlu camında bir gölge belirdi. Kapıya yaklaştıkça belirginleşen gölgenin bir bayana ait olduğunu anlayınca Doğan biraz olsun rahatlamıştı.
      Kapı açılınca gelenin bizzat ev sahibesi olduğunu anlamıştı. Anlaşılan Yüksel Hanım yukarıdan kapı otomatiğine basmak kolaylığı yerine incelik göstermiş kapıyı kendi açmıştı. Kapı aralandığı zaman sımsıcak bir gülümseme alacakaranlık bahçede ışıldamaya başlamıştı.
      “Doğan bey Nasılsınız" Kapıyı ardına kadar açtı "içeri gelin. Bizde sizi bekliyorduk." Doğan içeri girmemeye karar vermişti. Ve o anda içinde içmek sarhoş olmak arzusu uyanmıştı.
      “Önemli bir aile toplantısına da davetliydim. Umarım beni bağışlarsınız" dedi. Bir şeyler daha söylemesi gerektiğini hissediyordu. Bir kaç saniye süren sessizlik yeni kelimeler yeni açıklamalar gerektiriyordu.
      “Davetinize katılmayı çok isterdim ama takdir edersiniz ki annelerinde hatırları var." "Tüh" dedi içinden kız şimdi ana kuzusu olduğunu düşünecekti."Yana sarkmış olan elinde tuttuğu çiçekleri uzattı.


      “Bu nedenle davetinize katılamayacağımı söylemek için bizzat kendim geldim.Umarım affedilmeme yardımcı olurlar" dedi. O anda yukarı balkonun kapısı açıldı. Sesler bir anda çoğaldı. Mustafa Ali’nin, Serkan Beyin sesleri baskın ses olarak duyuldu.”Hadi arkadaşlar" diyorlardı. Kalabalıktan bir ses "Açlıktan ölmek üzere üzereyiz." dedi. Doğan
      “Her neyi kutluyorsanız hayırlı ve uğurlu olsun" dedi. Elini bir kere daha uzattı veda tokalaşması için. Ve sonra ardına bile bakmadan çıktı gitti.


      İlçenin sahille arasında kocaman bir dağ ve o dağın uzantıları durumunda tepeler vardı. Bu dağ ve tepeler ilçe ile Tuzadası arasında doğal bir set durumundaydı. İlçesine en son geldiğinde virajlı olan aradaki yol genişletilmiş çift şeritli hale getirilmişti. Doğan arabasının gaz pedalının sonuna kadar basıyordu. Karanlık hükmünü sürmeye başladığı için zorunlu olarak farlarını açmıştı. Karşıdan gelen araçların ışığı yaklaş tığında farlarını kısaya alıyor sonra yokuşun tamamını aydınlatabilecekmiş gibi uzun ışıkları açıyordu. Gittiği yön olan batı ufkunda saatler önce batan güneşin kızıllığı da çoktan kaybolmuştu.
      Yaklaşık dört kilometre süren tırmanmadan sonra aracını yolun soluna çekti. Yıllardır özlediği bu manzarayı doya doya seyretmeliydi. Karşıda koyu lacivert denizin ötesinde yükselen dağlar Yunan adasına aitti. Bizim kıyılara bakan yönünde yerleşim merkezlerinin ışıkları görünüyordu. Bir an aklından "orada da arabasını yokuşun başına çekip karşı kıyıyı seyredenler var mıdır" diye geçirdi. Denizin bu yakasında ise kışın ortasında kimselerin oturmadığını düşündüğü yazlık siteler karanlıkta hayalet kent gibiydi. Sitelerin solunda Ilıcalar beldesi vardı. Ilıcaların sokakları sahil sitelerine göre ışıl ışıldı. Nede olsa oraların sakinleri yaz-kış oturuyorlardı.  Karanlıkta bir kibrit alevi parladı ve söndü Doğan şimdi her şeyi unutmuş ortamın büyüsüne koy vermişti kendisini.
      Sigarasını filtresine kadar içti. Denizden esen yel kilometrelerce uzaktan da olsa denizin o kendine has kokusunu getiriyordu. Hava ve yerler yeteri kadar ıslak olsa da izmariti yere atmadı. Yolun biraz aşağısında güzelim çam ağaçları vardı. Ne olur ne olmaz diye arabasının küllüğüne attı. Marşa tekrar bastığında ise gideceği yönü çoktan belirlemişti. Mademki içecekti mademki sarhoş olacaktı o halde yönü doğrudan Tuzadası olmalıydı.


      -Ne arzu edersiniz beyefendi." Doğan dalıp gittiği ufukların karanlığından garsonun sesi ile sıyrıldı. Şaşkınlıkla etrafına bakındı. Aradan yıllar geçmiş bile olsa ayakları onu Martı adasına getirmişti. Koca lokalde yalnız olduğunu anladı. Başında dinelip duran garsona bir yanıt vermeliydi.
      “Bir ufak rakı ve soğuk meze." Garson rakı servisi yapmadıklarını söyleyince kulplu bardakta bira ve çerez söyledi. Aynı garson ısmarladıklarını masaya getirdiğinde siparişleri masaya bırakmasından orada fazla takılamayacağını anlamıştı. Biranın köpüklerini bıyıklarında bırakacak bir yudum aldı. Mutfağın girişindeki garson ve aşçı sanki onun gitmesini bekliyorlarmış gibi geldi. Yine de Yüksel hanımın bahçesinde karar verdiği işi mutlaka uygulayacaktı. Gerekirse birkaç yer değiştirecekti ama bu akşam mutlaka sarhoş olacaktı, hem de zil zurna sarhoş.
      Birasından bir yudum daha aldı. Uzun zamandır içmediği için nasıl içmesi gerektiğini bile unutmuş gibiydi. Çerez tabağından bir avuç çerezi ağzına attı. Köşede bekleyen içkisini bir an önce içip gitmesini gözleyen adamları görmemek varlıklarını unutmak için arkasını döndü. Anılarının deniziyle ayaklarının dibindeki denizin dalga seslerinin birbirine karışacağı ana kadar içti. Bardağının dibini gördüğünde anı ile gerçek birbirine karışmıştı. Ömrünün en güzel günlerinden birini yeniden yaşamaya başlamıştı bile.
 
     Yedi yıl öncesinin mayıs sonlarında sıcak bir gündü. Denizin kenarında, limanda biri kocaman direkli iki gemi vardı. Çarşı yelkenli gemiden boşalan yabancı turistlerle cıvıl cıvıldı. Öğle sonrasıydı. Saat iki suları olmalıydı. Denizden esen hafif rüzgar deniz üzerinde küçük dalgacıklar oluşturuyordu. Martıadası ile karayı birbirine bağlayan asfalt yolun köşesinde genç bir delikanlı bekleşiyordu. Birini beklediği elinde tuttuğu bir demet çiçekten belli oluyordu. Sıkça saatine bakması ve yerinde duramayıp aşağı yukarı adımlaması bu bekleyişin uzun zamandır sürdüğünün işaretiydi. Havanın sıcak olmasına rağmen üzerinde yazlık bir ceket vardı Genç adam "keşke başka bir yerde sözleşseydik" diye aklından geçirdi. Örneğin çarşı içinde bir banka önünde yada minibüs duraklarında da buluşabilirlerdi. Beklediğinin ne tür bir araç ile geleceğini bile bilemiyordu.
      Tam minibüsle gelebilir diye düşünürken az ötede kornasını çalarak yaklaşan beyaz otomobili farketti. Önceleri karaya yakın ama tam anlamıyla bir ada olan ve adını doğal sahipleri olan martılardan alan Martıadası yapay bir yolla karaya bağlamıştı. O bölgedeki doğal yapı deniz düzeyinden aniden yükselen bir tepe şeklindeydi. Bu nedenle oradaki yol çok dardı ve kenarın da park edilebilecek boşluk yoktu. Yolun bir yanı dik yamaç ve istinat duvarı diğer yanı ise yaya kaldırımıydı. Arabanın içindeki kişi bir eliyle bekleyeni selamladı ve ileri doğru gitti. Arabada el sallayan kızı gören delikanlı biraz olsun rahatlamıştı. Arabanın yönünde hızlı adımlarla yürümeye başladı. Yüz metre kadar ileride yamacın eğiminin azaldığı bir yerlere park etmişti beyaz araba. Bir dakika sonrasında iki arkadaş birbirlerini resmiyetin elverdiği ölçüde selamlıyorlardı.
      “Çok bekletmedim değil mi?" sorusuna
      “Bende az önce gelmiştim" diye yanıt verdi delikanlı. Birlikte yürümeye başladılar ama garip bir yürüyüşleri vardı Yeni tanışan iki arkadaş gibiydiler. Yan yana yürüyorlardı ama elele yada kolkola değillerdi. Birbirlerine yakındılar ama bir o kadarda uzaktılar. Hiç konuşmadan Martıadası’na kadar yürüdüler. Yolun sonundaki küçük düzlüğe vardıklarında genç kız sordu
      “Ne zaman geldin" delikanlının yanıtı bir kelimeden ibaretti. "Bu sabah"
      “Nerede kalıyorsun" sorusuna ise sanki gerisinden gelebilecek soruları da tahmin ediyormuşçasına yanıtlar verdi.
      “Doğrudan Tuzadası’na geldim ve öğretmen evinde yer ayırttım." Martıadası’nın batısındaki tenha çay bahçesine gelesiye kadar hiç konuşmadılar. Delikanlının şimdi oturuyor olduğu yere civarında bir masaya oturdular. Bir zaman bakışlarının bile birbirlerine temas etmesinden çekiniyor gibiydiler. O bir zaman boyunca sarf ettikleri tek sözcük ise garsona verdikleri siparişlerdi. Dakikalar boyunca duydukları ses ayaklarının dibinden gelen dalgaların sesi olmuştu. Uzun süren sessizlikten sonra ilk konuşan yine genç kız olmuştu.
      “Beni kırmayıp geldiğiniz için teşekkür ederim." bir an sonunu nasıl bağlayacağını düşündü ve  “Doğan bey" dedi. Aralarındaki resmiyet devam ediyordu. Yanıt da resmi bir ağızla geldi.
      “Sorun nedir Necla Hanım." İkisinden birinin bu "sizli bizli" konuşmayı bitirmesi gerekiyordu. Yıllardır sürüp giden bir arkadaşlık aniden farklı boyutlara taşınmıştı. Bunu her ikisi de biliyordu ama birbirlerine itiraf etmeye çekiniyorlardı. Bu itirafın ardından gelecek gelmesi kaçınılmaz gelişmelerden çekiniyorlardı. Havanın biraz daha yumuşaması gerekiyordu ki gerçek konuya gelebilsinler. Necla tekrar sormuştu.
      “Üniversitede misin hala" Evet son derece gereksiz bir soruydu. Çünkü genç kız karşısındaki adamın neler yaptığı konusunda bilgi sahibiydi. Hem de haftada bir bazen iki kere olabilen sıklıkta mektuplaşıyorlardı. Öyle gizliden gizliye değildi ama herkese reklam olacak şekilde de değildi.
      “Öğrencilik bu yıl bitecek ama ben Üniversitede kalmayı düşünüyorum" dedi. Parlak bir öğrenci değildi ama çalışkanlığı ve dürüstlüğüyle tanınmıştı. Üniversitede sosyoloji okuduktan sonra "suçbilim" üzerine doktorasını yapmıştı ve iki yıllık doktora eğitiminin sonlarına gelmişti.
      “Siz neler yapıyorsunuz Necla hanı..." sözünün burasında genç kız müdahale etme gereği duymuştu.
      “Hanım yok. Bugün sadece sen ve ben olalım" dedi. Ardından sorusuna yanıt verdi.
      “Bugün sevgilimle buluşmaya karar verdik" dedi."Sevgilim ve ben her şeyi unutup gezeceğiz, eğleneceğiz ve kesinlikle ciddi şeylerden söz etmeyeceğiz" diye ekledi. Evet, içlerinden birinin bu çıkışı yapması gerekiyordu. Ok yaydan çıkmıştı artık, eller birbirini buldu ve kenetlendi. Her şeyi olduğu gibi bırakıp çıktılar. Önlerinde dolu dolu yaşayacakları ciddi konulardan bahsetmeden sadece eğlenecekleri bir öğleden sonraları vardı.
      Akşama kadar birlikte oldular, gezdiler, dolaştılar. Elele başladıkları beraberlikleri sarmaş dolaş devam ediyordu. Martıadası’nın adım atılmadık yeri kalmamıştı. Gün boyu gülmüşler eğlenmişlerdi. Hatta bir iki bira bile yuvarlamışlardı Aralarında yıllardır var olan sevgi su yüzüne çıkmıştı. Bu duygu seli yüzünden dostlukları ve arkadaşlıkları en yüksek düzeye ulaşmış "Aşka" dönüşmüştü. Yılların acısını bir günde çıkarmak istercesine eğleniyorlardı.

      "O unutulmaz gün belki de bu masada başlamıştı" diye düşündü Doğan oturduğu masada. Yüzünde mutlu bir gülümseme vardı. Arkadaki masaların üzerine sandalyeleri ters kapatmaya başlayan garsonlara aldırmak istemiyordu.
      “Kaçır beni Doğan" demişti genç kız akşamın başladığı saatlerde.  "Seni, beni buralardan götürmen için çağırttım" diye eklemişti.
      “Hani bugün ciddi konulardan söz açmayacaktık" dedi Doğan "Üstelik bu söylediklerini senin gibi cici bir doktor adayına yakıştıramıyorum" Ama o an yaptıklarının ne anlama geldiği konusunda gerçeğin duvarına çarptığını da anlamıştı. O an içindeki sevgiyi böyle rahatlıkla dışa vurduğu için kendi kendine lanet etmişti. Buralara hiç gelmemesi gerekiyordu, bu gün hiç yaşanmamalıydı. O andan itibaren ne yapması gerektiğini bilmeyecek durumdaydı. Gerçi kız olanın bitenin farkındaydı ama bir dakikalık bir ciddiyetten sonra gülerek Öyle ya dedi bu gün ciddi konulardan söz etmeme kararı almıştık. Günler sonra "kaçır beni Doğan" nın manasını çözmüştü.
      O gün olabileceği kadar geç saatlere kadar eğlenmişlerdi. Akşamın alacasında yolcu etmişti arkadaşını. Sabahınaysa kendi de okuluna dönmüştü. Bir daha da mektup alamadı arkadaşından, yazdığı onca mektup ise geri gelmişti.

      Garson iyice yakınlarına gelmişti. Koca çay bahçesinde toplanılmayan yalnızca kendi masası kalmıştı."Artık kalkma zamanı geldi" diye düşündü. Hesabı ödeyip çıktı. Çıkarken yüklü bir bahşiş bırakmayı da unutmamıştı. Sallanarak yürüyordu ama sarhoşluktan değil avarelikten. Körkütük sarhoş olmasına daha vardı, vakitse çok erken. Bir iki bardak bira efkarını dağıtmaya yetmezdi. Yönünü Marinaya çevirdi. "O taraflarda açık yerler daha çoktur" diye düşündü.
      Açık yer bulmakta zorlanmadı. Yılbaşı yaklaştığı için barlar, meyhaneler gece klüpleri kendilerini yılbaşına hazırlıyorlardı. Orta halli ve hiç tanımadığı bir mekana girdi. Kuytuda bir masa seçerek oturdu. Bir önceki yerde bulamadığı rakıyı ısmarladı. Tek fark ise yanında yalnızca soğuk meze yeri ne mükellef bir mönü söylemesiydi. Salonda oturan bir kaç kişinin neler düşündüğüne aldırmadan bir türkü mırıldanmaya başladı. Yıllar öncesinde iki kalbin ayrılık saatlerine yakın söylemeye başladıkları hüzünlü bir türküydü mırıldandığı
      “Odam kireçtir benim,yüzüm güleçtir benim...."
      O gün marina ya kadar yürümüşler miydi? Anımsamaya çalıştı. Evet yürümüşlerdi. Mevsimin erken olmasına rağmen denize girenler vardı, onları seyretmişlerdi. Kimi titreyerek dışarı çıkıyordu kimiyse soyunup hazırlandıktan sonra suyun soğuk olduğunu anlayınca gerisini geriye giyiniyordu. Bir hayli eğlenmişlerdi o insanları seyredip. Sonra ayrılıkları geldi gencin aklına. Sade bir ayrılmaydı. Sanki yarım saat sonra tekrar görüşeceklermiş gibi. Genç kız arabasına binmiş ve
      “Allahaısmarladık" demişti yalnızca. Delikanlı arabanın kapısını kapat madan yakalamış “Dur... dur..." diyebilmişti. "Neler oluyor anlamadım" demişti. Genç kızsa “Bu bir rüyaydı hep yaşamak istediğim. Yaşadım. Yaşadık ve artık sabah oldu" demişti.
     “Sonra" “Sonrası yok. Sonrasını Allah bilir" demişti ve beyaz araba sabah nasıl geldi ise öylece gitmişti. Bakakalmıştı beyaz arabanın arkasından. Bir an peşinden koşmayı aklından geçirmiş ama bir faydası olmayacağını bildiği için vazgeçmişti. Kendini bir anda aşağılanmış hissetmişti. Bir hatamı yapmıştı, bir yanlışı, saygısızlığımı olmuştu. Hayır. Karşılıklı gülmüşler eğlenmişlerdi. Ağlamak istiyordu, basbayağı terkedilmişti. Ağlamak istiyordu ama ağlayamıyordu. Geçmişin o güzel gününün sonunda ağlayamamıştı ama şimdi oturduğu masada hüngür hüngür ağlıyordu. Garsonun ve diğerlerinin bakışlarına aldırmadan ağlıyordu.
      Bir kere daha doldurdu kadehini Domuz sıkısı yaptı bu defa. Bir kriz halinde gelen ağlaması dinmişti. Bu gece iyice sarhoş olacak geçmişiyle yüzleşecekti. O akşam anlamadığını bir hafta ongün sonra anlamıştı. O gün Necla’sı, kendisinin yapması gerekeni yapmıştı; açıkça aşkını ilan etmişti. Ve "Kaçır beni Doğan" demişti. Sevdiği adama, sevildiğine inandığı adama açık çek vermişti. O günlerde anlamsız bir gurur ile bakmıştı olaya. Yaşamı boyunca kendinde itici bir güç olarak gördüğü "Balıkçı çocuğu" olmak duygusu Yaşamının en değerli hazinesini kaybetmesine neden olmuştu.

      Zengin kızıydı Necla. Ailesi İzmir’in köklü ailelerindendi. Babası koskoca ilçe Tarım Müdürüydü. Annesiyse İlçenin en zengin ailelerinden birinin kızıydı. Ya kendi... Kimlerdendi, Balıkçı Mukadder’in oğlu Doğan. Hava iyiyse bir kaç balık vururdu ağlarına. Gece tuttuklarını sabah satarsa tencerelerinde çorba kaynayacak demekti. Tam bir Yeşilçam senaryosuydu yani. Zengin kız, fakir oğlan. O gün buluşmaya bile kendi arabasıyla gelmemiş miydi Doktor Necla Hanım?
      Bir hafta ongün sonra okuduğu İstanbul gazetelerine kadar gelmişti haberi. Tanınmış ailelerden filancanın oğlu falancanın kızı ile evlenmişti. Daha acısı haberde küçük bir ayrıntı olarak geçiyordu. "Yıllardır birbirini tanıyan yeni evli çift yıldırım aşkı ile birbirlerine aşık olmuşlar" mış. Aslında Doğan böyle bir haberi bekliyordu beklemesine ama o gün niçin gelmişti. Madem Besimi seviyordu neden koca bir öğleden sonra birlikte gezip tozmuşlardı. İşte o nedeni şimdi içki masasında anlıyordu, kendi kendine konuşur gibi
      “Kaçırmam için neredeyse yalvardı ama ben anlamadım. Anlasaydım da yapamazdım ki." Şişenin dibinde kalan rakıyı garsonun aptallaşmış bakışları altında kafasına dikti. Aslında acele eden Besim’in kendisiydi. Bunu başkalarından da duymuştu daha sonraları.
      “Herkes yadırgadı" demişlerdi. Çapaların zamanında düğün yapılması o yörenin adetlerine ve çalışma düzenine tersti. Davetiye göndermemişlerdi Doğana “İyi de olmuş göndermedikleri" demişti ağabeyinin hanımı.”Sadece gösterişten ibaretti koca düğün"  Salon, içkiler, çalgıcılar, dansözler hepsi bir eksikliğin dışa vurumuydu sanki.
      “Ya Necla Hanım" dediğinde ise “Buruk gitti kızcağız" dedi. "Sanki istemeden gidiyormuş gibiydi" demişti. 
      Kapıdan çıkan iki kişi Doğanın dikkatini çekmişti. Vaktin ne kadar geç olduğunu fark etmesine neden oldu o kişiler. Bardağında kalan son yudumu da içti. Soğumuş kayış gibi olmuş ızgara etten bir parça da aldı."Nasıl oluyor da birbirlerine bu kadar benziyorlar" diye aklından geçirdi. Aradaki benzerliği Besimin de, Rıza babanın da fark ettiğini düşündü. Kendi yanılsa bile onlar yanılmış olamazlardı. Fiziksel bir benzeyişten söz ediyordu, duygusal olarak bir şey demesi için çok erkendi.


      Bu gece istediklerinin bir bölümünü gerçekleştirmişti. Anılarının denizinde yüzmüş, gerçeklerle yüzleşmeye çalışmıştı. En azından içinde birikenler biraz olsun dışarı vurmuştu. Masadan kalkmaya hazırlandığı şu dakikalarda bir karara varıyordu. Geçmişte yaptığı yanlışlıkları bu kere yapmayacaktı. Savaşacaktı Besimle.
      “Bu kez yeneceğim seni Besim" diye bağırdı. Garsonların gülüşmeleri kulağına ulaşmıştı. Dilinin de peltekleşmeye başladığını anlamıştı. Demek ki muradına ermiş zil zurna sarhoş olmuştu. Garsonu çağırdı, hesabı istedi. Yakınlarda bir otel olup olmadığını sordu.
      Öğleden sonra uyandığında ise son oturduğu barın bir otelin lobisinde olduğunu öğrenmişti. Anlaşılan garsonlar onu doğrudan doğruya yukarıya otele çıkarmışlardı. Bu da herhangi bir rezalet çıkarmadan uyuduğunun işaretiydi. Bir başka sevinç kaynağı ise o günün pazar günü olmasıydı. Yoksa iş gününde böyle bir baş ağrısı hiç mi hiç çekilmezdi doğrusu.

      Pazartesi sabahı ilk işi cumartesi gecesi götürdüğünün küçük bir örneği olan bir buket çiçekle Yüksel Hanımın odasına gitmek olmuştu. Sabahın erken saatleri olmasına rağmen Yüksel Hanım işinin başındaydı. Odaya girdiğinde gözlerine bakamamıştı ama özür dilerken bakışları tam göz bebeklerindeydi. Ne Besim yanılıyordu nede Rıza baba. Sanki Altı yıl önce vefat etmiş olan Necla'sı etiyle kanıyla karşısında duruyordu. Genç kız ona çay ikram etmeyi teklif ettiğinde sevinerek kabul etti. Çayları söylemek için koridora çıkarken belleğinde cumartesi gecesinden bir cümle yankılanıyordu.
      “Bu kez yeneceğim seni Besim."Belleğinde ki cümleye bir cümle daha ekledi. “Necla'mı elimden aldın ama Yüksel için sonuna kadar savaşacağım."
"İnsanlığın en büyük trajedilerinden biri ahlakın din tarafından ele geçirilmesidir." Sir Arthur Charles Clark

Çevrimdışı azizhayri

  • ***
  • 581
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Anchilea - Bölüm 18
« Yanıtla #22 : 20 Kasım 2015, 08:14:29 »
B Ö L Ü M    O N S E K İ Z

       Bir an kendine geldiğinde korkmuştu. Duvardan gelen ve kaynağı belli olmayan bir ışığın aydınlattığı bir odadaydı, ürperdi. Çevresine bakındı, o kadar tanıdık geliyordu ki, son zamanlarda sıkça gelip gittiği o yerdeydi. Yüzlerce yıllık olduğuna inandığı o sandalyede oturuyordu. En az sandalye kadar yaşlı masa üzerindeki el yazması defteri okuyordu. Hiç erimeyen o garip biçimli mum yanıyordu. Yanıyordu yanmasına ama mumun ışığına gerekte yoktu. Yalnızca, bu mistik dekoru tamamlayan bir öğeymiş gibi yanıyordu masanın üzerinde. Burada yalnız olmadığını hissediyordu. İlk geldiği günden beri -tıpkı duvardan yayılan yeşil ışık gibi- güçlendiğini hissettiği bir varlık odayı onunla paylaşıyordu. Kim olduğunu ya da ne olduğunu bilmediği bir varlık.
      "Altı büyük günah var" diyordu el yazması defter. "İnsan Tanrılarına karşı altı büyük günah işler, günahkar olur. Sonra pişman olur tövbe eder. Sonra gene günah işler; sonra gene tövbe eder. Günahların son bulması için altı küçük kurban gerekir. Altı yaşında altı küçük temiz kurban. Altı büyük günah o zaman sonsuza kadar affedilir. O zaman güneşin önündeki gölge kalkar ve geçmişin o muhteşem günleri geri gelir. O zaman kendinizden sıyrılır yeni ve kusursuz biri olursunuz…”
      Defterdeki harf karakterlerine bir kere daha baktı. Ta en başından beri nasıl olduğunu bilmeden defterde yazılanları rahatlıkla okuyordu. Tanımadığı harf figürlerinden oluşan bir yazıydı Latince mi Fenike mi yada daha da eski ve çoktan unutulmuş bir dile mi aitti bilmiyordu ama yazılanları sorunsuzca okuyordu. Okumaktan öte bir hafız gibi ezbere biliyordu.
      Bir an aklına defterin sahibi olduğunu zannettiği iskelet geldi. Ne yapmıştı zavallı iskelete. Bir anlık düşünceden sonra aklına geldi, gömmüştü. Bir emanetçi, bir muhafız gibi özen göstererek adeta kutsal bir törenle ayaklarını bastığı zemine gömmüştü. İlk kurbanının işlemlerini törenle yaptıktan sonra sıra gelmişti zavallı iskelete. Yaptıklarının bir tanığı olabilsin diye törenin sonuna kadar şiltede yatmasına izin vermiş sonra gömmüştü.
      Konuşanın kim olduğunu anlayabilmek için bulunduğu odayı tekrar gözden geçirdi. Küçük odada kendinden başka kimse yoktu. O halde duyduğu ses kafasının içindeydi. Günler, aylar önce çok uzaklardan bir fısıltıymış gibi duyduğu ses bugün hemen yanı başında konuşuyordu sanki. Sesin sahibi her kimse, ağırbaşlı ve etkileyici bir ses tonuyla konuşuyordu. Birçok kere "çıldırıyorum galiba" diye düşünmesine neden oluyordu kafasının içinde yankılanan ses. Hayaletlere inanacaktı neredeyse. Defterde sıklıkla adı geçen Hekate miydi? Korkuyla sordu.
      “Hekate sen misin?" Ses bu kez ağırbaşlı olmak yerine ürpertici bir tonda yanıt verdi.
      “Ben Empusa’yım, Yüce Hekate’nin sadık hizmetkarı, bir ayağı tunçtan bir ayağı eşek pisliğinden olan Empusa" Kişi, okuduğu defteri anımsadı. Gülüp geçmek istedi ama beyninin hücrelerinde yankılanan ses devam etti.
      “Ben Lamia'yım; çocuk eti seven Lamia. Eski dünya güzeli kraliçe Lamia. Hera'nın güzelliğini kıskanıp çocuklarını çaldığı ve ardından lanetlediği kraliçe Lamia. İntikam için mutlu ailelerin çocuklarını yiyen Lamia." Oda çığlıkla yankılandı.
   “Ben ne Empusa nede Lamia olmak istemiyorum." Ama bugün mutlu ailelerin çocuklarını yiyen lanetli kraliçenin uşağı olmuştu.


      Sabahın erken saatlerinde gitmişti Yenihisar’a, sokaklarını alacakaranlıkta dolaşmıştı. Beyninin bir köşesine kaydedilmiş gibi duran bilgilerden kimi nereden bulacağını çok iyi biliyordu. Bu dördüncü gidişiydi, getireceği dördüncü kurban olacaktı. Kurbanını elleriyle koymuş gibi bulmuştu. Bu sarnıca girdiğinden beri her şeyi bildiğini biliyordu, benliğinde hissediyordu sanki.
      Sabah çok erken saatlerde çıkarmıştı arabasını sakladığı özel yerden. Dikkat çekmemek için azami derecede özen göstermişti. Avını bekleyen bir kara panter gibi pusuya yatırmıştı canavarını. Müezzinler daha ezanlarını yeni okurlarken kuytu sokaklardan birinin en sonunda yaşlı bir zeytin ağacının koyu gölgesinde pusuya yatmıştı gece rengindeki otomobilini. Üzerini de eski ama sağlam bir branda ile örtmüştü. Sokağın bitip zeytinliklerin başladığı bu yerde yılın bu mevsiminde hiç oturan olmazdı.
      Akşamüzeri arabayı bıraktığı yerden almak zor olmamıştı. Acele etmeden brandasını toplamış saat gibi çalışan motorun marşına basmıştı. Sabah tan vakti geçtiği aynı caddeden tekrar geçerken gökyüzü kızıla dönüyordu. Önce Dydima'nın önemli olmayan bu caddesi boyunca ağır ağır yol almıştı. Akşam gezmesine çıkmış birini andırıyordu. Yokuştan aşağı inerken bir gurup çocuk yolun kenarında oynuyorlardı. Aradığının hangisi olduğu konusunda acele karar vermesi gerekiyordu. Araç hiç motor gürültüsü çıkarmadan yokuş aşağı kayarken bir karara varması için beyninden çok yüreğini dinlemesi gerektiğini biliyordu aradığı çocuğu bulabilmek için.
      Cadde, Dydima'daki çarpıklığı aynen yansıtıyordu. Kendi halinde uzayıp giderken Restoran yada lokanta havası olan bir derme çatma bir bina yola çıkıntılık yapıyordu. Binanın önüne tıpkı kendisi gibi derme çatma gölgelik yapılmıştı. Gölgelikte ve caddeye taşan kısımda masalar dizilmişti. Havaların etkisiyle masalarda kimse oturmasa ve kimsenin de oturmaya cesareti olmasa da o masalar her sabah dışarı çıkarılıyor ve akşam olunca da içeri alınıyor olmalıydı. Yokuştan ağır ağır inen aracından hangisi olduğuna karar vermeye çalıştığı çocuklar o masaların arasında ve önünde oynuyorlardı.
      Dükkanın önünden bir defa geçti, içeride yetişkin olarak kimseyi görememişti. Sadece pide fırının azıcık aralık kalmış ağzında içeride yanan odunların kızıl alevlerini görmüştü. Yol lokantanın ve yarı açık yarı kapalı bir kaç dükkanın önünden geçip elli metre kadar ileride sola dönüyordu sahile ulaşıyordu. Dirseği geçip arabasını sola iyice yanaştırdı. Gidip içlerinden birini -ki o birinin doğru kişi olacağına emindi- alıp götürmeyi düşündü. Diğerlerini ne yapacaktı. Bir an şimdi bu işi yapmaktan vazgeçmeyi düşündü, içini garip bir sevinç kapladı. Ertesi sabah, akşam yada başka bir zaman gelip işini tamamlayabilirdi.
   Bırakıp gitme düşüncesi daha ilk belirdiği anda beyninde bir ağrı hissetti. Keskin, dayanılmaz bir ağrıydı bu kaynağını bilemediği sancıydı. Başını çevirdi, otomobilinin arka koltuğunun oyuncaklarla dolu olduğunu farketti. Renkli balonlar, irili ufaklı toplar, kurmalı oyuncaklar, bebekler. Neredeyse arka cama kadar doluydu. Gökkuşağı gibi rengarenk bir topu aldı. Biraz geriye yürüyüp kocaman topu oynayan çocukların arasına fırlattı. İçlerinden en küçük ve dışlanmış gibi duran fark etti topu. Bir saniye sonra da aralarında top kavgası başlamıştı. Doğal olarak en iri yapılı olan çocuk topu kapmıştı. Bir an göz göze geldiler. İrikıyım yapılı ama sevimli bir çocuktu.
      “Benim olabilir mi?" diye sordu çocuk. Adam "evet" dedi ve ekledi “Evet ama bana adını söylersen." Ağzı sevimli bir gülüş ile yayılan çocuk "Remziye" dedi.
      “Sana bir top daha verirsem bana "Aylayı gösterir misin" deyince çocuk eliyle kaldırıma çıkmış olan kendisinden daha küçük yaşlarda ufak tefek bir kız çocuğunu gösterdi
      “İşte o benim kardeşim." Adam yavaş yavaş yolun dirsek yaptığı yere doğru yürümeye başladı. Balığın oltaya geldiğini düşünüyordu. Arabanın yanına varmamıştı ki diğer çocuklarla birlikte Ayla’nın da arabanın yanına yanaştıklarını gördü. Bir şey demiyorlar arabanın arka koltuğunda pencerenin üzerine kadar yığılan oyuncaklara bakıyorlardı. Kasap, dükkanından içeri bakan kedilerin ne istediklerini bilmez miydi?
      “Ben babanızın arkadaşıyım" dedi. Nereden aklına geldiyse "Lokantacı Sait benim çocukluk arkadaşımdır" diye devam etti. Arka kapıyı açtı. “İçeriden istediğiniz bir oyuncağı seçin alın" dedi. Diğer üç çocuk arabanın arka koltuğuna doluştuğu halde "Ayla" kaldırımda duruyordu hala. Sakin ve telaşsız adımlarla çocuğa yanaştı.
      “Hadi bakalım Ayla, sen de gir sende oyuncağını seç" dedi. Bir eliyle de çocuğu ön koltuğa yanı başına bindirmeye çalışıyordu. Çocukların dördü de içeri girince kapıyı kapadı. Zavallı çocuklar kapının kapandığının farketmemişlerdi bile, hazine sandığı başındaki definecilerin şaşkınlığına ve sevincine düşmüşlerdi. Çevresini kalın, siyah gözlüklerinin ardından kontrol edip yine sakin adımlarla aracının arkasından dolaşıp sürücü koltuğuna geçmişti bile. Dikkat çekmemesi için rahat hareket ediyordu.
      Hareket ettiklerini Ayla fark ettiğinde sahil yoluna çoktan çıkmışlardı. Birilerinin gözüne batmaması için normal bir süratle seyrediyordu.
      “Amca bizi nereye götürüyorsun" dedi çocukların biri. Bir panik yaşansın istemiyordu adam hızını hafifçe arttırdı. Bir an önce Dydima'yı ilçeye bağlayan yola çıkmalıydı. O yol hem daha tenhaydı hem de daha hızlı gidebilirdi.
      “Seni başka oyuncakların ve başka arkadaşların yanına götürüyorum" dedi bütün sevimliliğiyle. “Ya Remziye ablam onu da götürecek misin?" Evet, Remziye ve diğerlerini götüremezdi. Acilen bir şeyler yapmalıydı. O bunları düşünürken diğer çocuklarda oyuncakların büyüsünden kurtulmaya başlamışlardı. Tanımadıkları ve bilmedikleri yerlere gelmişlerdi. İçlerinden biri mızıldanmaya başladı, onu diğerleri izledi.
      Bir anda çocukların aleyhinde tanıklık edip edemeyecekleri geldi aklına. Çocuklarla doğrudan muhatap olmamıştı bu nedenle yüzünü gördüklerini hiç sanmıyordu. İç aynaya uzattı başını, birden gözleri faltaşı gibi açıldı, gördükleri karşısında kendi bile şaşırmıştı. Aynada kendisine bakan kocaman kırmızı burunlu, al yanaklı bir palyaçoydu. Yol kenarındaki evler iyice azalınca yavaşladı. Çocuklarsa oyuncakları bırakmışlar sesli olarak ağlamaya başlamışlardı. Sağda loş bir yerde durdu, zeytin ağaçlarının arasına arabasını çekti. İçinden gelen en sevecen ses tonunu takındı.
      “Size şaka yaptım ben" dedi. ”İstediğiniz oyuncakları seçin alın, isterseniz hepsi sizin olsun." Arka kapıdan çocukları indirmiş içerideki bütün oyuncakları dışarı çocukların yanına taşıyordu. "Alın, kendiniz oynamak istemezseniz okul arkadaşlarınıza dağıtırsınız” Ne olur ne olmaz diye yüzünü döndürmüyordu. Ne ses tonu ne de döktüğü oyuncaklar korkmuş çocukları susturmaya yetmedi. İlk ağlamaya başlayan çocuk ise yırtıyordu kendini. Yapması gereken tek şey vardı, kapıyı sakince kapattı. Otomobilinin tekerlekleri sert bir patinaj çekerek ileri doğru fırladı. Arkalarından çocuklar bir yandan ağlaşıyor bir yandan da taş atıyorlardı. Kucağındaki çocuk ise sanki başına gelecekleri biliyormuş gibi sessizce bekliyordu.
      Yaklaşık bir kilometre sonra sağa dönüp ara yollardan gitmeye başladı. Aracın bütün ışıklarını kapatmıştı. Ne olur ne olmaz diye olabildiği kadar hızlı giderek varacağı yere varmıştı. Minik Ayla hala yan tarafındaki şilte üzerinde nasıl bıraktıysa o şekilde uyukluyordu.
      Yapması gereken çok işi vardı. Bin yıllarca önce yaşamış ve hala yaşayan Hekate için yapmalıydı. Hayaletlerin Tanrıçası için yapmalıydı. Hekate’nin babası Yüce Zeus Annesi Kybele için yapmalıydı. Daha da önemlisi kendisi için yapmalıydı. Yaşamın ondan çaldıklarını geri alabilmek için yapması gerekiyordu. Bir an durdu, bütün bunları nereden bildiğini düşündü. Okul yıllarında almış olduğu eski çağ tarihi bilgilerinden olabilir miydi? Okul yıllarında nefret ederdi tarihten. O halde her gelişinde biraz daha fazla okuduğu el yazması defterden olmalıydı. Kadim defter her şeyi anlatıyordu kendisine.

      Oturduğu yerden yavaşça doğruldu, saatin kaç olduğunu düşündü. Gece yarısına yaklaşıyordu, kolundaki pahalı saat değil hissettiği biyolojik saat bunun öyle olduğunu söylüyordu. Yapılması gerekenlerin yapılma saati geliyordu. İlk deneyimini anımsadı, acı bir darbe yemişti. Korkmuş her şeyi olduğu gibi bırakıp kaçmak istemişti ama beynindeki ona egemen olan güç bırakmamıştı. O gece şu andan daha kötü durumdaydı. Kucağında altı yaşında bir kız çocuğuyla geldiğinde şaşkınlıkla etrafına bakınıyordu. O minik yavruyu da öylece şilteye yatırmıştı.
      Şu an yanında biri varmış gibi duyduğu ses o gece bu kadar güçlü değildi. Bir fısıltıyı andırıyordu. Karşısında ise kimin ne zaman ve ne amaçlı yaptığı belli olmayan eski duvar vardı. Biraz dikkatli bakınca duvarın bir bölümünün yıkıldığını ve yıkılan bölümünün altındaki koyu yeşil pürüzsüz yüzeyi farketmişti. Sadece bir elin girebileceği kadar bir bölümdü yıkılan bölüm. Biraz daha yakından bakınca da pürüzsüzlüğün sandığı kadar mükemmel olmadığını anlamıştı. İçinden gelen o yüzeye dokunma isteğini frenleyemiyordu. Aklı ve mantığı dokunma dese de parmaklarını hafifçe dokundurmuştu koyu yeşil metalik yüzeye.
      Derisi değmeden daha hafif bir titreşim tüm bedenini sarmıştı. Bütün dokuları bütün hücreleri o titreşimden doyumsuz bir tat almıştı. Hazzın peşinden gelen garip bir ürperti gelmişti. O ürperti elini hemen çekmesine neden olmuştu. Hissettiği tekrar dokunma isteğini frenlemiş yüzeyi daha yakından incelemeye koyuldu. Evet, hafif çizgiler vardı ve tanıdığı bir şeye benziyordu. Bir adım geri çekilip baktı bir dakika geçmemişti ki o şeklin bir elin parmaklarına benzediğini anladı. İnce ve uzun eklemli parmaklara sahip bir ele aitti iz. Yeni görüyormuş gibi elini havaya ışığa doğru kaldırdı. Eli metalik yüzeydeki ize benziyordu. Yaklaştırdı, bütün parmaklarını başparmaktan başlayarak yüzeye temas ettirdi. Orta parmağı yüzük ve serçe parmağını birlikte değdirince doğru anahtarı bulmuş oldu.
      Duvarın yerden bir metre kadar yukarısında bir yıkılma olmuştu. Kapıların önüne serilen paspas büyüklüğünde bir bölüm sanki bir bıçakla kesilmişçesine yıkıldı. Altından opak koyu yeşil yüzey belirdi. O saniye parlak metalik yüzeyde ince bir dikdörtgen çizgi oluştu. Çizgi kalınlaştı ve ait olduğu yüzeyden dışarıya doğru taşmaya başladı. Sanki bir çekmece açılıyordu. Üç saniye sonra çekmece iyice belirginleşmişti, on saniye sonra ise bir metreden daha fazla dışarı çıktı. Birden hapşırdı adam, açılan bölmeden içeri dayanılmaz bir soğuk hava dalgası yayılıyordu.
      Çekmeceden yayılan soğuk buhar adamı etkisi altına almıştı. Yıllardır bu işi yapıyormuş gibi ne yapması gerektiğini iyi biliyordu artık. Şiltede yatan Selçuklu’dan getirdiği Halime’yi kucakladı. Başı dışarı gelecek şekilde sırt üstü yatırdı çekmecenin içindeki beyaz yatağa. Çocuk uyanmıştı, ağlamaklı gözlerle kendisine bakıyordu. Sonra yatağın başucundaki beyaz plastiği andıran borunun ucundaki enjektörü kızın sağ elinin dirsek içine yavaşça batırmıştı. Kızın ağzından belli belirsiz bir inleme çıktı, o an göz göze gelmekten korkmuştu kurbanıyla.
   Damardan gelen kırmızı sıvı ince beyaz boruda ilerlemeye başlamıştı. Görevini yapmış bir hizmetkar gibi çekmeceyi ileri itmeye hazırlanıyordu ki diğer boruyu gördü. İlk boruyla aynı çaptaydı. Tek farkıysa ucundaki ağızlıktı. Ağızlığı küçük kızın dişlerinin arasına yerleştirir yerleştirmez ağızlığı oluşturan farklı madde sanki canlı organizmaymış gibi çocuğun yüzüne uyum sağladı. Daha sonra şeffaf bir sıvı boruda ilerleyerek kızın ağzına yaklaşıyordu. Evet, kandan şişmiş kabarcık içinde gizlenen Empusa görevini yapmıştı. Bir iki saniye daha borulardan akan sıvıları izledi. O metalik gövde içindeki varlık kurbanını tıpkı bir anne gibi hem kendi sütüyle besliyor hem de bir vampir gibi kanını emiyordu. Bunu olsa olsa Hekate yapardı ancak.
      Bir parmak hareketiyle çekmeye yerine oturmuştu. Geriye son derece pürüzsüz metalik bir yüzey kalmıştı. Açılan çekmeceden eser yoktu. Birinci günün görevini yerine getirmişti. Geriye aldığı ve alacağı haz kalmıştı.
     Sonra ikinci gün ikinci kurbanını getirmişti, üçüncü gün üçüncü kurbanı. Her keresinde aldığı tat çoğalmıştı. Dakikalarca, saatlerce transa geçmiş gibi doyum içinde kalmıştı. Şimdi de dördüncü çekmecenin yerine oturmasıyla tanımlayamayacağı haz damarlarında dolaşmaya başlamıştı. İkinci kurbanda aldığı tat birinciden, üçüncüde aldığı tat ikinciden daha güzeldi. Şimdi aldığı ise üçüncüden çok daha iyiydi. Her seferinde mükemmele doğru yol alıyordu. Artık anlamıştı ki o metalik nesnenin içindeki defterin verdiği adla Yüce Hekate doyuma ulaştıkça hizmetkarı da o doyumdan pay alıyordu. Sanki bir rüyada yaşıyordu, Yattığı şiltede değildi artık, o odada da değildi hatta bu dünyada değildi.
      İlahi bir varlık olarak karanlık bir boşlukta uçuyordu. Yerin altında karanlıklar kraliçesinin yurdunda mıydı yoksa kilometrelerce yukarısında mı? Birden aklının havsalasının alamayacağı kadar uzaklarda olabileceğini düşündü. Bilemiyordu, yer ve zaman kavramlarını yitirmişti. Hiçbir soruya kolaylıkla yanıt veremeyeceğini biliyordu. Yattığı şiltede gözünü diktiği tavan yerini çoktan bir boşluğa bırakmıştı. Pırıltılar belki birer yıldızdılar, insan ömrünün yetmeyeceği kadar uzaklarda ışıldıyorlardı. Bu yıldızlardan iki tanesi daha yakındaydı sanki. Sanki günden güne büyüyordu. Biri portakal renginde ve portakal büyüklüğüne ulaşmıştı artık. Yakınında ise bir ikincisi vardı. Portakal rengi dev yıldızın yakınlarındaydı ama o yıldızdan çok daha küçüktü. Küçük ve gümüş renginde boşlukta asılı gibi duruyorlardı.
      Biraz daha yaklaşmıştı geçen seferkinden. Dikkatle bakınca portakal gibi olanının renginin günden güne kırmızılaştığını farketti, sanki büyüyen ve olgunlaşan bir meyve gibiydi. Her kurbanın Hekate'ye tesliminden sonra alıştığı manzarada başka şeylerde ayrıntılarda dikkatini çeker olmuştu. Birbirine yakın olan bu ikilinin de çevresinde ki küçük noktaları yeni görmüştü. Değişik uzaklıklarda ve değişik büyüklüklerde noktalar noktacıklar peydahlanmıştı. Ama bütün bu seçtiği nesnelerin ayrıntıların önemi yoktu artık. Aldığı hazzı tüm benliğinde duyabilmek için gözlerini kapadı.

      Uyandığında bütün geceyi içki ve uyuşturucu aleminde geçirmiş birinin baş ağrısı vardı. Tatlı bir sarhoşluk devam ediyordu ama burada daha fazla kalamayacağını da biliyordu. Yapacağı çok iş vardı. Empusa olmak Lamia olmak zorundaydı, görevinin bitmediğine inanıyordu. Daha getirmesi gereken yeni konuklar olmalıydı. Kimlerdi ve nereden getirileceklerdi. Sahi Onlarda bu sonsuz doyumsuzluktan pay alıyorlar mıydı? İçeride uyuyan derdi kederi unutan diğer dördü gibi mi olacaklardı. Kanlarını veriyor olsalar da en iyi gıda ile "Hekate'nin sütü" ile besleneceklerdi. Kendi aldığı doyumu düşününce onlar için üzülmemeye başlamıştı. Daha doğrusu içinde ki yabancı bunun böyle olduğunu söylüyordu. Sonrası ne olacaktı, bir ölümlünün bunu bilmesine imkan yoktu. Bilse bilse karanlıklar Tanrıçası Yüce Hekate bilebilirdi ancak.   
"İnsanlığın en büyük trajedilerinden biri ahlakın din tarafından ele geçirilmesidir." Sir Arthur Charles Clark

Çevrimdışı azizhayri

  • ***
  • 581
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: Anchilea - Bölüm Ondokuz
« Yanıtla #23 : 21 Kasım 2015, 08:40:34 »
B Ö L Ü M    O N  D O K U Z

      İlçenin Kaymakamı arabasından indi, her sabah geldiği saatten daha geçe kalmıştı.  Hesap vereceği kimse yoktu ama "erken gelen amir" imajına bir zarar gelsin istemiyordu. Bu nedenle dış merdivenlerden hızla çıkıyordu. Saatine bir kere daha baktı, dokuza yaklaşıyordu. Evet, yanında çalışanlara bir kaç günlük dedikodu malzemesi çıkmıştı. Hükümet binasının girişin deki basamakları çıktı. Ana binaya girmeden yapılmış ek binadan -karakol noktasından- geçmek zorundaydı. Girişteki nöbetçi polis memuru belli belirsiz hazır ola geçti.
      “Günaydın Amirim" “Günaydın Ali Rıza" Benzer selamlaşmalar odasına girinceye kadar kerelerce tekrarlandı. Orta yaşlarını geçirmeye başlayan Kaymakam "Enver Palazlı" kısa boyluydu. Biraz kilo alınca şişman göründüğünü bildiği için düzenli olmasa da spor yapıyordu. Hatta tekrar seçilen Belediye başkanının, Atatürk parkına koşu parkurunu sırf Kaymakam beyin hatırı için yaptırdığı söyleniyordu. Bu nedenle İlçenin sevilen kaymakamı fırsat buldukça koşuyor, halı sahalardaki maçlara katılıyordu. İşte bu sabahta bir sporcuya yakışacak biçimde merdivenleri çıkmış odasına girmişti.
      Sekreteri Amirinin odaya girdiğini görünce yerinden doğruldu. "Günaydın" dedi ama selamının alındığını duyamadan adam içeri makamına girmişti bile. Peşinden girip bir kez daha Günaydınını tekrarladı.
      “Günaydın kızım" Çevresindekilere genellikle, sevimli olduğunu düşünüyor olacak ki- "oğlum" yada "kızım" diye seslenirdi. Bu hitaplardan en fazla nasibini alanlar sekreteri Kezban Balcı ve Şoförü "Zeynel Atacan’dı. Şoför Zeynel'de bu seslenişe gıyaben yanıt verirken "Kaymakam Babam" derdi.
      Kezban hanım açık kapının önünde durmuş ağzından söz alabilmek için Kaymakamını gözlüyordu. Enver Beyse içeri girer girmez telefona sarılmıştı. Genç kız "her sabah nerelerden bulur aranacak bu kadar numarayı" diye düşünürdü. Bir süre sonra kapıda dikilip verilecek emirleri bekleyen sekreterini farketti.



      “İçecek bir şeyler alır mısınız?" deyince Kaymakamın aklına her sabah ki seremoni geldi. "Bu kız ya bana ya işine deli gibi aşık" diye düşündü. Çünkü bıkmadan usanmadan her sabah aynı sahne yaşanırdı.
      “Bir sabah kahvesi alabilirim" dedi. Daha kız dışarı çıkmadan “Başka ileteceğiniz not var mı?" deyince aklı bir karış havada olan sekreter "tüh" dedi.
      “Az kalsın unutuyordum. Sizi Yenikale Kaymakamı Ahmet Şanlı aramıştı." Bir saniye daha kapının ağzında düşündükten sonra "Baş komiser Abdullah beyde aradıydı" diye ekledi. Kaymakam az önce bıraktığı telefonun ahizesini tekrar eline aldı. Sekreter çekilme zamanının geldiğini anlamıştı.
      Genç kız kahveyi söyleyip yerine henüz oturmuştu ki kapıda Baş komiser Abdullah Zeytinci belirdi. Yanında bir başka rütbeli polis memuru daha vardı.
      “Kaymakam Bey odasında mı?" diye sorunca.  "Evet, sanırım sizleri bekliyordu" diye yanıtladı genç kız. Baş komiser kapıyı tıklatıp içeri girdi. Diğer Komiser dışarıda bekliyordu. Sekreter iyice şüphelenmeye başlamıştı. "Ortalıkta olağan dışı bir şeyler vardı. Aklına ilk gelen bir siyasinin yine ilçeyi ziyaret edeceği oldu. Ama bu düşüncesinden çabucak vazgeçti. Eğer bir devlet büyüğü veya siyasilerden biri gelecek olaydı kapıda bekleyen bir komiser değil Belediye başkanı yada ilgili siyasi partinin ileri gelenleri olurdu.
      İçindeki merak duygusu iyice artmıştı. Tam bekleyen ve ilçeye yeni gelmiş sayılabilecek Komiserle konuşmaya hazırlanıyordu ki Kaymakam beyin odasının kapısı açıldı ve Başkomiser Abdullah arkadaşı içeri çağırdı.
      Sekreter yine de merakını yenemedi. "Zeynel salağı arabayı gene yıkamaya koyulmuştur o yüzden yukarıya geç çıkacaktır" diye düşünüyordu. Şoför yukarı çıksa ondan haberleri alabilirdi ama Zeyneli bekleyecek kadar sabrı yoktu. Ayağa kalktı. Kendine çeki düzen verdikten sonra alışkanlıkla saçlarını düzeltti. Bütün bu işleri tam da Kaymakamın kapısının önünde yapıyordu ki bir şeyler duyabilsin. Ama hiç bir şey duyamamıştı, cesaretini toplayıp kapıyı çaldı.
      İçeri girdiğinde odada derin bir sessizlik vardı. Hiç kaçırmamak için dikkatini olabildiğince dinlemeye yoğunlaştırdığı için sessizlik onu bir an şaşırttı. Neden sonra kafasını toparlayıp, Konuklarınıza bir şeyler alıp almayacaklarını öğrenmek istiyordum" diyebildi. İki polis memurunun "çay" içmek istediklerini öğrenmişti ama bilmek istediklerinin hiç birini öğrenememişti, istemeyerek dışarı çıktı. Masasının yanındaki zile bastı. Yarım dakika sonra kapıda beliren yaşlı odacıya siparişleri verdi. Yaşlı adam tam kapıda kaybolmuştu ki tekrar seslendi.
      “Hidayet Efendi." Eşikte yeniden görünen adama “Hidayet efendi Zeynel'e de seslenin bir zahmet" dedi. Yaşlı odacı geldiği gibi sessizce gitti.
      Telefonun zili iki kere kesik kesik çaldı. Masasında aylakça oturan kız ahizeyi kaldırınca günde en az bir kaç yüz kere olduğu gibi ahizenin öteki ucunda Enver Bey vardı.
      “Kızım bana Zeynel oğlumu gönderir misin" diyordu. Telefonu kapatıp zile tekrar basan sekreter "kalbim ne kadar temiz" diye düşünüyordu.
      Bıçkın delikanlıydı Zeynel, yada bir kaç yıl öncesine kadar bıçkın delikanlıydı. Topuğuna basardı ayakkabılarının. Gömleğinin son üç veya dört düğmesi hiç kapanmazdı. Askerde haki renkli ipliklerle ördüğü mermi kılıfı göğsünde hep görünürdü. Memur olduğunda alışkanlıklarını değiştirmişti. Yani en azından çalışma saatleri içinde. Ne de olsa Pamukçular mahallesinde büyümüştü, Pamukçular mahallesi bıçkınlar, delikanlılar mahallesiydi.

      Zeynel’in kapıda görünmesi ile içeri girmesi bir oldu. Kezban "Zeynel" diyesiye kadar delikanlı içeri girmişti bile. Meraklı sekreter merakını Zeynel dışarı çıkınca giderebilecekti artık.

      Enver Polat, kapıda dikilen delikanlıyı şöyle bir süzdü. Yüzünde ergenlik hatırası sayılabilecek sivilce izleri vardı. Bu izler yüzüne ayrı bir yakışıklılık veriyor hatta genç kızlar tarafından çekici bulunuyordu.  Çünkü genç Şoförünün, gönül maceraları kulağına kadar gelmişti.
      “Beni istemişsiniz Kaymakam Beyim" dedi. Kaymakam bey kapının yakınındaki sandalyeyi göstererek “Hele biraz otur" dedi. Genç adam yerine otururken neler olup bittiğini kavramaya çalışıyordu. Yerine oturunca odadaki üniformalıları farketti.  “Dün İlçede neler duydun" diye sorunca canı sıkıldı genç adamın. Bu adam bu davranışı alışkanlık haline getirmişti, kendini bir jurnalci bir ispiyoncu gibi hissetmeye başlamıştı. Kaşlarını çatarak
      “Neler duymam gerekiyordu beyim" dedi. Sesindeki itirazı kim olsa anlardı. Bu huyunu hem severdi Kaymakam Bey hem sevmezdi. Şoförü maiyetindeki elemanlardan söz geçiremeyeceği tek kişiymiş gibi gelirdi. İlçe Emniyet müdürünün ve bir Komiserin yanında itibarının zedelenmesine izin veremezdi doğrusu. Tam sert bir tonda uyarıya hazırlanıyordu ki Baş komiser Abdullah araya girdi.
      “Zeynel, başımızda korkunç bir bela var" dedi. Biraz insan duygularından anladığını düşünürdü. Kim olursa olsun zorda kalanın yardımına koşacak birine benziyordu karşısında ki delikanlı. “Yardımına ihtiyacımız var" dedi.
      “Konu kayıp çocuklar değil mi?" içeri zorla giren başka bir genç Komiserin sözlerini tamamlamıştı. Genç gazeteci kocaman çantası boynuna asılı olarak önde sekreterde hemen arkasında duruyordu. Genç kız kekeleyerek
      “Efendim engel olmaya çalıştım ama..." Kaymakam kızın içini rahatlattı.
      “Tamam, Kezban Hanım siz çıkabilirsiniz." dedi. Sekreterin dışarıya çıkmasıyla kapının ağzında tek başına kalan gazeteciye dönüp, “Siz gazeteciler bazen ne kadar kabalaştığınızın farkına varamıyorsunuz" dedi. Zeynel'le hemen aynı yaşlardaki gencin yüzü al al olmuştu. Kekeleme sırası ona gelmiş gibiydi
    “Şey... Özür dilerim... Ama konu takdir edersiniz ki çok önemli" diyebildi. Kaymakam, davetsiz gelen konuğunu odasındaki bir başka sandalyeye oturtmak zorunda kalmıştı. Davetsiz de gelmiş olsa gazetecilerin kulakları şoförlerden daha delik olabilirdi. Turan Tunalı ilçede yayınlanan iki gazeteden biri olan "Ekspres" gazetesinin muhabiriydi. Genç, atak ve araştırmayı seven biriydi, üstelik inatçıydı da. Bir önceki olay basına sızmadığı için kendilerini şanslı sayıyorlardı ama on- beş dakika kadar önce Yeni kaleli meslektaşından duydukları olayların artık gizlenemeyecek boyutlara vardığını gösteriyordu.
      Kaymakam Enver önce "Allah kahretsin nereden de haberleri alırlar" diye düşünürken sonradan "iyi ki bu genç geldi" diye düşünüyordu.  Diğer gazete olan "Haber" gazetesinin muhabiri gelmiş olsaydı işler daha çok b.ka batardı. Kamil Aksu, daha ukala daha havalı biriydi. Üstelik Ulusal basınla da direk bağlantılıydı.
      Turan Tunalı "Zamanlamam çok iyi" diye düşündü. Anlaşılan gayri resmi bir toplantının içine "dört ayak üzerine" düşmüştü. Yapması gereken tek şey bütün dikkatini vererek konuşulanları dinlemek ve taşı gediğine koymaktı Yani uygun soruları uygun kişilere sormaktı.
      Kaymakam Bey karşısında oturan Baş komisere dönerek "Konu ile ilgili tüm arkadaşların katılabileceği bir toplantı yapmalıyız" dedi. "Size az önce aldığım bilgileri aktarmaya çalıştım. Konu tahminimizden çok daha ciddi gibi görünüyor. O yüzden ilgili herkese haber salın öğleden sonra ilçe encümen salonunda saat 15.00 de hazır olsunlar" dedi. O zamana kadar konuşmayan Komiser söze girdi.
      “İlgili hazırlıkları yapabilmemiz için biraz daha süreye gereksinimiz olabilir" dedi. Enver Bey, “Hazırlayacağınız raporun bir örneğini toplantıdan önce masamda isterim" dedi. Komiser sadece başını sallamakla yetinmişti. Sonra gazeteciye dönerek
      “Sizinle de konu hakkında görüşmek istiyorum" dedi. Talimatlar devam ediyordu. Şoförüne döndü “Zeynel sende şu andan itibaren kafadan izinlisin. Çık ilçeyi dolaş, yardımına ihtiyacımız var" dedi. Zeynel tam odadan çıkıyorken "Arkadaşlar hepinize söylüyorum" dedi." Eğer bir şey duyarsanız yada öğrenirseniz gece demeden gündüz demeden beni arayabilirsiniz."
      Önce Şoför Şoförün peşinden gazetecide çıkmıştı. Onlar çıktıktan sonra yeni gelen Komiser Ali Rüzgarlı sordu
      “Halk bu adamın sizin emrinizde olduğunu bilmiyor mu?"
      “Biliyorlar. Bende o yüzden gönderiyorum ya. Kendileri bize doğrudan söyleyemediklerini Zeynel aracılığıyla söylüyorlar" dedi.

      Ali Rüzgarlı, İlçeye yeni atanmıştı. Asıl görev yeri belli olasıya kadar geçici olarak Merkezde görev yapıyordu. Asayiş işlerini takip eden Komiser beyin bu konu ilgisini çekmişti. Önce ki görev yeri olan İstanbul'da da işi buna benzer işleri takip etmek olduğu için bu konunun üzerine gitmeye kararlıydı. İlçeye yeni gelmiş ve bu nedenle tanınmıyor olmasını da kendi için bir avantaj kabul ediyordu.
      Akranı olan her ilçe gibi bu ilçede İl olmak için çabalıyordu. Bütün ilçe sakinleri il olalım diye uğraşıyordu ama kimse bir öz eleştiri yapıp kent olabilmemiz için nelere sahip olmalıyız diye kendi kendine sormuyordu "Ciddi bir bulvarımız, caddemiz, parkımız yada meydanımız var mı?" diyen yoktu. Zaten ilçede de belli başlı iki meydan vardı. Hani öyle büyük kentlerde olanlar gibi büyük açıklıklar değildi bu meydanlar. Hasbelkader bırakılmış boşluklar veya cadde-sokak kesişmeleriydi bu meydanlar. Biri ve en önemlisi Hükümet binası önündeki Hükümet Meydanı diğeri ise tatil pazarının uzantısı durumundaki Cumhuriyet Meydanıydı.
      Hükümet meydanında resmi kutlamalar ve toplantılar yapılırdı. Cumhuriyet meydanı ise beşten fazla sokağın bir ana caddeyi kesmesiyle kendiliğinden oluşmuş bir meydandı. Oval bir yapıya sahipti Cumhuriyet Meydanı. Her seçimden sonra -söylentilere göre birilerini zengin etmek için- yeniden düzenlenirdi. Son şekli ise bodur ağaçların oluşturduğu bir yeşil göbek, göbeğin ortasında bir havuz ve bütün bunları çevreleyen paket taşlarla örülmüş boşluklardı. Dekoru tamamlayan ise havada direkler arası asılı duran karmakarışık telefon ve elektrik kablolarıydı. Birde bu adayı çevreleyen asfaltta hızla dönüp duran dört tekerlekli köpekbalıkları -arabalar- vardı.
      Dört tekerlekli köpekbalıklarını geçip adada bırakılan oturma banklarına, birilerinin oturduğuysa ender görülen manzaralardandı. Karşıdan karşıya geçmek isteyenler varsa meydanı önce uzunlamasına geçip caddeye ulaşırlar, sonra caddeden karşıya geçerlerdi. Meydanı doğrudan doğruya geçmeye çalışanlarsa ilçeye gelen yabancılardı.
      Meydanın doğusunda nasıl olmuşsa hala iki katlı kalabilmiş evler vardı. Altları kahve, berber, lastikçi dükkanları olmuş üzerlerindeyse genellikle dükkan sahipleri oturuyorlardı. Batı yönünde ise meydana açılan üç sokak sokakların arasında kalmış taksi durağı ve yine dükkanlar vardı.
      Soğuk bir güneş vardı meydanın üzerinde. Öğle saati olmasına rağmen yukarıdaki ısı ve ışık küresi yeterli ışınlarını gönderemiyordu o bölgeye. Meydanı dolduran işyeri sahipleri ve çalışanları pazartesi gününün rehavetini üzerlerinden atamamışlardı. Bir gün öncesinden kalan pazar artıklarını temizlemişti belediye çalışanları. Günlük olağan alışverişler bile yapılmaya başlanmamıştı. Koca meydanda çalışan tek işyeri ekmek fırınıydı. Ancak yaklaşan okul saati meydanı özlediği hareketliliğe kavuşturacak gibiydi. Az ilerideki lise öğrencileri geçmeye başlamışlardı bile Öğlenciler saat bire doğru derse girecekleri için önce onlar geçer, daha sonra sabahçılar evlerine dağılırlardı.
      Meydanın batısında trafonun hemen önündeki taksi durağına dört taksi kayıtlıydı. Durak denilense kaldırımın bir metre kadar içerisine saçtan yapılmış kulübecikti. Kulübenin içinde tahta bir oturak vardı. Yaklaşık bir metre uzunluğunda kalın desenli bir kumaş kaplı bir oturak. İşte Kaymakam beyin o gün için izin verdiği Şoförü Zeynel genellikle bu meydanda özelliklede meydandaki Hürriyet Taksi durağında takılırdı Zeynel’in gelmesiyle durak taşıma sınırını doldurmuştu. Konuşulan konuda Kaymakam beyin sözünü ettiği konuydu, Kayıp çocuklar.
      “Valla bunları yapanın manyak olduğu söyleniliyor" dedi durak başkanı konumundaki Şoför. Karşısındaki arkadaşı yanıt vermekte gecikmemişti
      “E be Muhterem abi aklı başında biri niye böyle yapsın. Zeynel de araya girdi “Beş altı yaşındaki çocukları hem de kız çocuklarını kaçıran olsa olsa bir cinsi sapıktır" dedi. Bu sözü arkadaşlarının ağzından laf almak için değil içinden öyle geldiği için söylemişti.
      “Karşı cinsler arasındaki uzaklık böyle devam ettiği müddetçe bu tür sapıklıklar her zaman olacaktır." Bu kere konuşan Şoför Aziz’di. Şoför Aziz, oniki eylül öncesi lisede okuyan ama olaylardan dolayı liseyi bitiremeyen biriydi. Bir ara, siyasi nedenlerle içeri girdiği bile söylenmişti. Bu nedenle diğerleri Ona saygı duyarlardı sözünü dinlerlerdi. Durağın kurucusu ve başkanı olan Muhterem; “Peki sen yahut ben niye sapık değiliz" diye sordu. Muhterem yaşça Ali’den bir hayli büyük olmasına rağmen başkanlık konusundaki tek rakibi olarak Azizi görmüştü kendine.
      “Kimbilir belki ben, belki sen gizli birer sapığız. İçimizde durduramadığımız gizli istekler varsa ve o istekler bizi yönetmeye başlarsa o zaman bir nevi sapıklıkta başlamış demektir. Zaptedemediğimiz o istekler bize her dediğini yaptırabilir. İçki şişesi peşinde de karı kız peşinde de hatta çoluk çocuk peşinde de koşturtmaya başlar." Taşlar ağır başlamış olmalıydı ki Başkan Muhterem itiraz etti.
      “Sen kendine sapık diyebilirsin ama ben sapık falan değilim doğrusu" dedi. İçlerinde en genç olan Selim araya girdi.
      “Muhterem abi haklı ama Aziz abide haklı. Bu adam Yunanistan'dan yahut aydan gelmedi ya..." Bir an durdu. Ya Yunanistan’dan değil de Amerika’dan geldiyse. Uzun zamandır İlçe Amerikalıların dedikodusuyla çalkalanıyordu. Söylediğine pişman olmuştu. İşte tam o anda durağın önünden geçmekte olan biri Selimin kurtarıcısı olmuştu. Bu kendi halinde başı önünde yürüyen kundura tamircisi Süleyman ustaydı.
      “Sülo dayı gel hele bir çay iç." Kapının önünde yürüyen adam bir an durdu. Sesin geldiği yana döndü.  “İşim de vardı ama sizi mi kıracağım" diyerek içeri girdi.
      Neşeli biriydi Süleyman usta. Meydanın pazaryeri tarafında derme çatma barakada tamircilik yapıyordu. Evlendirdiği beş çocuğundan sonra karısıyla bir göz odada yaşıyorlardı. Altmışı aşan yaşının verdiği olgunlukla olaylara mizahi olarak yaklaşırdı.
      Bir zaman havadan sudan bahsedildi, karıştırılan çayların tıngırtısıyla höpürtüler duyuldu yalnızca. Durağa geldiğinden beri başrolü Kunduracı almıştı. Zeynel’in beklediği konuya tekrar dönülmesi çaylar yarılandıktan sonra oldu. Selim gençliğinin verdiği ataklıkla sordu
      “Süleyman amca dün olanlar için ne düşünüyorsun" dedi. Yaşlı adam bilmiyormuş gibi sordu.” Dün ne oldu ki. Deplasmanda yenildik mi? yoksa."
      “Daha da beter." Muhterem konuşuyordu şimdi “Yenikale de üç-dört çocuğu büyük siyah bir arabayla kaçırmışlar.
      “Görenlerin anlattıklarına göre dev gibi biriymiş kaçıran."
      “Dev gibiymiş ama yüzü soytarılar gibi boyanmışmış. Önce, çocukların hepsini doldurmuş arabaya sonra içlerinden birini alıkoymuş diğerlerini salıvermiş" herkes olay hakkında bildiklerini anlatmaya başlamıştı. Zeynel'se kulaklarını açmış anlatılanları dinliyordu.

      “Ne tür bir sapık bu" Kaymakamın sesi odasında yankılandı. Oturacak boş yer olmadığı halde sesi yankılanıyordu. Odada bulunanlardan hiç biri Kaymakama yanıt verebilecek durumda değildi. Bir aşağı bir yukarı dolanmayı bıraktı, masasına geçti oturdu. Öğleyin Şoförünün söylediklerinden sonra ertesi gün yapacakları toplantıdan önce kendi aralarında durum değerlendirmesi yapmaya karar vermişti. Toplantı tarihini bir gün öne aldığını ilan etmişti . Ne de olsa o İlçe kaymakamıydı. Özel telefonla tüm katılacak olanlar bulunmuş acilen toplantıya çağrılmıştı.
      İlk duydukları olay Polat köyündeki olaydı. Sıradan bir çocuk kaybolması diye düşünülmüş önemsememişti. Olay yerine gitme gereği bile duymamıştı. Sonra Laleli Beldesindeki olay yaşanmıştı. Sonuncu daha uzakta kendi bölge sınırlarının dışında olsa da yine ilk iki olayla benzer özellikler taşıyordu Odasında olanların gözlerine bakmaya çalıştı, herkes bir şekilde gözlerini kaçırıyordu.
      “Evet beyler fikirlerinizi duymak istiyorum. Düşünmeye çalıştığı zamanlarda yapmayı alışkanlık haline getirdiği mektup açacağını eline aldı, tırnaklarını temizlemeye başladı.
      “Üç değil dört olay var." Enver Bey, elindeki mektup açacağını masasının üzerine bıraktı. Bu cümleyi kimin söylemiş olabileceğini anlamaya çalışırken cümlenin sahibi tekrar konuştu.  “Ekim ayı içinde Selçuklu’da da bir kız çocuğu kaybolduğunu öğrendik efendim" dedi. Konuşan Komiser Ali Rüzgarlıydı. Sabah Abdullah Baş komiserle odasına gelen adamı tanımıştı Enver Bey.
     “Siz nereden biliyorsunuz" deyince
     “Önce gelen yazışmaları araştırırken gözüme çarptı efendim" dedi.
      “Peki o olay diğerlerine benziyor mu? deyince  kısa boylu zayıf hatta sıska denilebilecek bir beden yapısına sahip Komiser anında yanıtladı
      “Tamamıyla benzer özellikler gösteriyor efendim" dedi. "Aynı yaşlarda ve yine kız çocuğu." İlçe Emniyet müdürü araya girme gereği duymuştu.
      “Bilgimiz vardı Kaymakam Bey ama bize sıradan bir kayıp olarak intikal ettiği için gelen yazı diğer olaylardan sonra önem kazandı" diyerek savunmaya geçmişti.  "Konu ile artık Ali Komiser ilgilenecek" dedi. Hemen peşinden ekledi  “İzniniz olursa tabii."

      Genç gazeteci Kaymakamın odasının önünde beklemeye başladığından beri saatinin yelkovanı iki tam turdan fazlasını yapmıştı. Belki onuncu kere Kezban hanıma sordu.
      “Daha ne kadar sürecek, ne zaman biter, toplantının konusu ne?" Aldığı yanıt hep aynı bir cümlelik yanıttı.
      “Yorum yok." Kapıyı aralayabilmek için oltaya başka bir yem daha taktı Turan Tunalı.
      “Elimde gelecek hafta yapılacak Ticaret Odasının yemeğine bir çift bilet var" dedi. Daha bir ballandırarak anlatmaya başlamıştı “Nefis yemekler, canlı müzik, dans." Kız gevşemeye başlamıştı.
      “Aşk olsun Turan Bey. Bilsem söylemez miyim?" Turan hücumu sürüyordu.                   
   “Hani enişte ve sen felekten bir gece çalarsınız diyordum." Genç kız konuştuğu delikanlıyla gidemezdi ama yemek yemekti doğrusu. "Benden duymuş olma ama galiba dün ve geçen ay olanlarla ilgili." Gazeteci Turan taşra gazetecisi olarak büyük bir balığın oltasında olduğunu hissediyordu. Bütün iş balığı kenarıya çekmekteydi. Önce kendi gazetesinde basılmalıydı haberi, sonra ulusal basına verilebilirdi. O zaman adı çok çabuk duyurulabilirdi. Ardından ver elini İstanbul. Yarın yapılması planlanan toplantı niçin bugün öğleden sonraya alınmıştı ki. Konu kasaba dedikodusu konusu olmaktan çoktan çıkmıştı. Halk içinde tehlike arz ediyor olabilirdi. Şimdi genç gazetecinin hayalleri kendi hayallerini bile aşmıştı. Bu işin sonunda CNN ile canlı röportaj bile olabilirdi. Sabah, Kaymakam ile emniyet müdürü tersleyince soluğu çalıştığı gazetede almıştı. Baskıya hazırlanan gazetenin yeni manşeti kafasındaydı "İlçemizde Neler Oluyor" Gel gelelim patronu vazgeçirmişti o çarpıcı manşetten.
      “Eğer aslı yoksa halkı boşuna telaşlandırmış oluruz. Boş yere panik yaratmayalım" demişti. Önce patronunun pısırıklılığına kızmıştı, kızgınlığı biraz olsun geçince hak vermişti. Haklı olamasaydı bile "Gazete benim gazetem" derdi. Bu tavırları altmışlı yılların Amerikan filmlerindeki gazete patronlarına benziyordu.

   Turan küçük bir çocukken Ekspreste çalışmaya başlamıştı. Tüm ortaokul ve lise yılları boyunca her yaz aralıksız çalışmıştı gazetede. Ustası "Ben cahil gazeteci istemem" demeseydi okulu bile bırakmayı düşündüğü olmuştu işi için. Şimdi rakibi olan Kamil Aksu’yla birlikte çalışmışlardı yıllarca. Kamil Aksu'dan duyduğu bir söz aklındaydı hala.
      “Benimle çalışmanın iki temel kuralı vardır" demişti başkalarından duyduğunu kendine uydurarak  "Madde 1 : Daima ben haklıyım; Madde 2 : Benim olmadığım yerde 1.madde geçerlidir." O nedenle patronunun sözünü dinlemiş bir kere daha araştırmaya karar vermişti. Eğer daha açık kanıtlar tespit ederse değil günlük haber seri haber olarak bile basabileceklerdi.

      “Geç kaldın ya..." Basın patronu Yakup Acır en sevdiği elemanını bu sitemli sözlerle karşıladı Sorma patron dedi Turan "Saatlerce sürdü toplantı. Bu bile başlı başına manşet sayılır."
      “Sonuç alabildin mi? bari
      “Nerde !... O salondan kim çıktıysa aynı yanıtı verdi. Söz birliği etmişlercesine 'aylık olağan toplantı' dediler." Turan Tunalı kurt gazetecinin masasındaki baskıdan yeni çıkmış gazeteyi aldı.
      “Eh be Yakup abi, biraz daha bekleseydin ya" dedi sitem dolu sesle. “Yeteri kadar bekledim, yoksa gazeteyi çıkaramazdık" diye yanıt verdi patron. İkisinin de bakışları duvardaki saatte birleşmişti. Alt kattaki makineler gürültüyle çalışıyor gazeteyi basıyorlardı.
      Turan masa üzerindeki gazete örneğini aldı. Tabloid ve siyah-beyaz olarak sekiz sayfa basılan gazetenin ancak dördüncü sayfasında bulabildi haberini. Oda alt köşede orta halli bir ilan kadar yer tutuyordu.

       Gazeteci Turan atmayı düşündüğü Manşeti atmak için çok beklemedi.  Saat yedi olasıya kadar toplantı bitsin diye beklemişti. Sonuç alamamıştı ama eve gidip yemeğini yiyesiye kadar geçen süre ilçede olağan dışı hareketlenmenin başlaması için yetmişti. Telefonu açan bizzat Yakup beyin kendisiydi. İlçedeki ve civar köylerdeki başlayan operasyonları söylüyordu. Yaz kış devamlı üzerinde olduğu vespasına atladığı gibi çarşının yolunu tuttu.

      Kaymakam bey, Emniyet müdürü ve Alay komutanı Emin Işık ayaktaydı. Çalışmaların başında duruyor sağa sola emirler yağdırıyorlardı. Onları, birahane ve meyhanelerin yoğun olduğu Namık Kemal caddesinde bulmuştu. Renkli dükkanlara girip çıkan polisleri izledi bir zaman. Vatandaşa normal koşullarda suç sayılabilecek kadar kaba davranıyorlardı. Tanınmayanları, kimliksizleri yada şüpheli gördüklerini araçlara tıkıyorlardı. Cadde yanıp sönen kırmızı ve mavi ışıklarla, telsiz cızırtılarıyla dolmuştu. Henüz motosikletini nereye bırakacağını düşünürken kaymakam beyin yanındaki şişman gövdeyi gördü. Kalfası Kamil Aksu çoktan haber mahalline ulaşmıştı. Madem Kaymakam Bey Kalfası tarafından meşgul ediliyordu o halde kendisi de Alay komutanından bilgi alabilirdi. Babacan olarak tanıdığı Emin Albayın yanına vardı.
      “Albayım" dedi" Bu operasyonların dün akşam kaybolduğu söylenilen küçük kızla ilgisi var mı?" Albay sadece
      “Şimdi olmaz Turan Bey dedi. Delikanlı ısrar edince "Bunlar olağan kontrollerimiz" dedi. Sırtını dönüp biraz ilerisindeki Birahaneye doğru yürüdü. Turan Tunalı gazetecinin inatçı biri olması gerektiğini ilk zamanlarda öğrenmişti. Albayın yürüdüğü "Beyaz Zambak Birahanesi" ne doğru gitti. Belki de birahanede içenlerden bir iki şey öğrenebilirdi. Yaşı kırklarda bir yurttaş birahanenin tarafında bir şeyler aranıyor gibiydi. Yanına yaklaşınca bu kişinin sıradan bir yurttaş olmadığını anlamıştı. Muhtemelen bir sivil polis olmalıydı. Herkesin ayakta arandığı bir yerde ve zamanda çok rahat hareket ediyordu. Yanına yaklaşınca tanıdık bir sima olduğunu gördü. Bu yüzü bir yerlerden anımsıyordu. Bir taraftan yurttaşla konuşmaya çalışırken diğer taraftan adamın ağzından laf almaya çalışıyordu.
      “Komiserim biraz konuşabilir miyiz?" Gazetecilik güdüsüyle adamı bir polis memuru gibi selamlamıştı. Adamsa sabah ve öğleden sonra karşılaştığı genç gazeteciyi hemen tanımıştı. Ne soracağını tahmin ettiği için beklemeden söze girdi.
     “Olağan aramalar bunlar gazeteci Bey, topluma ters düşebilecek ne var ne yoksa tespit ediyor gereğini yapıyoruz." Turan ise tahmininin kuvvetli olduğuna sevinmişti ama adamın kim olduğunu anımsamaya çalışıyordu. Yanlarına yanaşan bir başka polis memurunun adama adıyla ve rütbesiyle seslenmesi durumunu kurtarmıştı
      “Ali Komiserim gelir misiniz?" Birahanenin öte ucundan seslenen memura doğru birlikte yürüdüler. O gece kiminle konuştuysa doyurucu bir yanıt alamamıştı. Ertesi günü yayınlanacak gazetenin en üstteki başlığını biliyordu...
"İnsanlığın en büyük trajedilerinden biri ahlakın din tarafından ele geçirilmesidir." Sir Arthur Charles Clark

Çevrimdışı azizhayri

  • ***
  • 581
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Anchilea - Bölüm Yirmi
« Yanıtla #24 : 23 Kasım 2015, 08:14:56 »
B Ö L Ü M   Y İ R M İ

    Bisikletiyle gazeteyi dağıtan çocuk, aboneleri arasında olan "Birlik Çırçır İşletmesine" uğramayı unutmamıştı. Sabahın erken saatlerinde başlayan dağıtım işlemi ancak öğleye doğru sona eriyordu. Dağıtım ilçe merkezinden başladığı için Fabrikaya on sularında ulaşıyordu gazeteler. Neyse ki İşletme müdürü daha geç geliyordu da gazeteyi dağıtan genç "niçin bizim gazetemiz geç kalıyor" sorgusundan kurtuluyordu. İki adet bırakılan gazetenin biri doğrudan Birol Tekin'in masasına diğeri de diğer çalışanlara, ikinci müdürden başlayarak aşama aşama ulaşıyordu Birol Beyin masasındaki ise Müdür tarafından okunduktan hemen sonra arşivdeki yerini alıyordu.
     “İLÇEMİZ'DE NELER OLUYOR”
     “Okuyalım bakalım ilçemizde neler oluyormuş." son günlerde işlerin hafiflemesinden dolayı çalışanların özellikle gazetenin başlığının okunduğu kantar odasında işler iyice yavaşlamıştı. Bu nedenle mutfakta, ara vakitlerde çay içenlerin sayısı çoğalıyordu. Bu sabahta saat onu geçmesine rağmen siftah yapılamamıştı. Yağmur mevsimi çoktan başlamıştı. Tarlalarda çiftçinin toplayacağı pamuk kalmamış en son bırakılan Başak Pamuklar bile yoksullar tarafında silip süpürülmüştü.
      Ekonomik sıkıntısı olan küçük çiftçi pamuğunu toplar toplamaz vermişti tüccara yada fabrikalara. Arazileri daha büyük olan orta ve büyük ölçekli çiftlik sahipleri ise gereksinimi kadar olanını satmış geride kalanlarıysa pamuk fiyatlarının yükselmesini beklemek için depolamıştı. Bu yüzden pamuk akışı azalsa da evlerin altındaki depolarda, damlarda saklananlar gelmeye devam ediyordu. Eğer bekledikleri fiyat yükselmesi olmadığı kani olurlarsa veya pamuk fiyatının daha da yükselmeyeceğini anlarlarsa, onlarda pamuklarını getirmeye başlarlardı.
      Müdürlüğünün ilk yıllarında İşletme müdürü, işlerin yavaşlamasından dolayı göze batmaya başlayan bu yemekhane oturmalarına şiddetle karşı çıkmıştı. Zamanla sistemi öğrenince bir şey diyemez olmuştu. Kendini teselli edebilmek içinse "İşin niteliği böyle gerektiriyor" diyordu. Bu nedenle şu an yemekhanenin kantar odasına en yakın masasında çay içip yerel gazeteleri okuyan personeli görseydi bir şey demezdi.
      Doğan işe başlayalı az süre geçmişti ama çalışma arkadaşlarıyla çabucak kaynaşmıştı. Zaten eski çalışanları tanıyordu, onlarında olumlu etkisiyle yenilerle de samimi olmaya başlamıştı. Serkan Bey gururunu okşayan davudi sesiyle gazetenin başlığını okumuş haberin ayrıntısına geçmişti. O an koridorun ara kapı açıldı ve kapandı. Kapıya karşı oturan Serkan bey; “Buyur Besim Bey" diyemedi. Kapıda bir an görünen Besim beyin yüzü içeride Doğan Beyi gördüğü için kaybolmuştu. Adam, henüz başlığını okuduğu gazeteyi katlayıp
      “Yahu Doğan Bey, bizlerin çoğu buralı değil o nedenle geçmişinizde aranızda neler olup bitti bilmiyoruz ama sizce bu kırgınlık fazla uzamadı mı?" dedi. Doğan sırtı kapıya dönüktü ama kapının açılıp kapandığını işitmişti.
      “Serkan Bey bu kırgınlığın temelinde inanın benim etkim çok az." Memur imam olduğu günlerden kalma alışkanlıkla; “Küskünlüklerin, dargınlıkların dinimizde yeri yoktur" diyerek uzun bir söyleve başlamıştı ki masada oturan Hüseyin enişte söze girdi.
      “Kocaman adamlar kendi sorunlarını kendileri çözebilirler" diyerek tartışmayı sona erdirdi.

     “Tarım ve turizm konusunda ülkemizin en önde gelen isimlerinden biri olan ilçemizde son günlerde garip olaylar yaşanıyor. Bilinen başlangıcı geçtiğimiz kasım ayı olan olayların kim yada kimler tarafından yapıldığı ve nedenleri konusunda..." Doğan, Serkan Beyin okumakta olduğu gazeteyi hızla elinden aldı.
      “Ama... Ama..."
      “Kusura bakma Serkan Bey birden aklıma geldi" deyip haberi hızla gözden geçirmeye başladı. Bir dakika sonra devamı için iç sayfaları çevirdi. Tekrar başa döndü ve masadaki herkesin duyabileceği şekilde bir "hah" sesi duyuldu. “Turan Tunalı" Diğerleri gibi karşılarındaki adamdan görmeyi umut etmedikleri davranışı gösteren Doğana baka kalmış olan Şoför Hüseyin'e
      “Hüseyin abi bu Turan bildiğimiz Turan mı?" dedi. Şoför önüne uzatılan yazıya baktı.
      “Evet, Cavit 'in yeğeni Turan" dedi. Elindeki gazeteyi ilk durumuna getirip Serkan beyin önüne koyarken, “Bak kerataya adam olmuşta bağımsız haber hazırlamaya başlamış" dedi. Sonra ayağa kalktı. Elini Serkan beyin omzuna koydu. “Kusura bakma Beyim" deyip yemekhaneden çıktı. Az sonra pencereden onu bekçi kulübesine girerken gördüler.
      Cavit dayı, sandalyesini içeriye çevirmiş kamyonu yüklemeye çalışan hamalları izliyordu. Kırış kırış yüzünde yılların izleri vardı. Muammer, tam orta sayılabilecek yere dikilmiş kalın putrelden yapılma vincin başındaydı. Üç-beş beygirlik bir elektrik motoru, elektrik motoruna direk bağlı şanzımandan ve makara sisteminden oluşan bir vinçle iki yüz kilogramı aşan preseleri rahatlıkla kaldırıyorlardı. Bir eleman uçları kancalı zincirleri preselerin dört bir yanına takıyordu. Muammer bir operatör ciddiyetiyle preseyi kaldırıyor, kamyonun kasasındaki iki kişi ise çekerek, iterek kasaya istifliyorlardı. Hamalbaşı her zaman olduğu gibi sadece elleriyle yada bedeniyle çalışmıyordu. Çenesi ve sesi adalelerinden daha çok çalışıyordu.
      İçeri giren Doğanı fark ettiğinde Bekçi Cavit kaykıldığı sandalyesinden yerden doğruldu. “Bak şu despotun yaptığına" dedi. Doğan neyi kastettiğini anlamıştı ama o konudan daha önemli şeyler kafasını meşgul ediyordu.

      “Cavit dayı" dedi. "Bugünkü gazeteyi okudun mu?" Bekçi kafasını olumsuz bir şekilde salladı. "Zeynep ablanın ortanca oğlu kendi başına haber hazırlar olmuş" dedi. Cavit dayının omuzları belli belirsiz kabarmıştı.
     “Çok iyi bir gazeteci olacak o" dedi.
     “Onlar diğerlerine hiç benzemiyorlar." Yaşlı adamın gözlerinin içi gülüyordu. En küçük kardeşi Zeynep dört çocuğunu da çok iyi yetiştiriyordu. "Gel otur çay söyleyeyim" dedi ama o an peşi peşine iki römork takmış traktör kapıya yanaşmıştı. Kapının açılması için düğmeye bastı. “Şimdi beni çağırırlar, onlar çağırmadan ben gideyim" dedi Doğan kapının gürültüsünden dolayı sesini duyurabilmek için bağırarak.
      Doğan kantar odasına vardığında diğerlerini hazır buldu Rutin işler yeniden başlamıştı. Örnek alma, verim tespiti, pazarlıklar, pazarlıklar, kantar ve boşaltma sonra yine kantar bu defa dara için. Yılbaşından sonra çırçır Atölyesi tek vardiyaya düşmüştü. Yine de günde sekiz on saat çalışmaya devam ediyordu. Gelen pamuğu da geri çevirmemeye çalışıyorlardı. Çünkü sezon başında meydana istiflenen balyalar bitmek üzereydi.
     Sonra işleme sırası depolara gelecekti. Birol beyin dediğine bakılırsa bu hızla iki aylık işleri kalmıştı. İşte bu yüzden geleni geri çevirmemeye çalışıyorlardı. Sonuçta yanaşan iki römork teki dokuz tona yakın pamuk alınmıştı.
      Öğlen yemeğini yemek için her zaman olduğu gibi işçilerle birlikte aynı masaya oturmuştu Doğan. Uzun masada yer olmasına rağmen oturmamıştı. İlk zamanlar yönetim personeli tarafından garipsenmiş olsa da zamanla onlarda alışmışlardı Doğanın tutumuna. Hele Besimle olan dargınlıklarını öğrendiklerinden sonra hiç bir şey demez olmuşlardı. Normal şartlarda olsaydı yine Doğan eski dostlarını hamalbaşını, bekçiyi, hizmetliyi ve ustabaşını ihmal etmezdi. Tıpkı bugün olduğu gibi onlarla yemek yerdi.
      Yemeğin sonlarına doğru Yükselin yemekhaneye girdiğini gördü üstelik Besimle birlikte gelmişlerdi. Ağzının içindeki lokmaları iyice büyümeye başlamıştı. Günler önce kendi kendisine vermiş olduğu söz kafasının içinde yankılanıyordu. "Bu kez seni yeneceğim Besim"  Ağzının içindeki dişler tabağındaki son lokmaları çiğnerken kafasının içindeki dişler hep aynı cümleyi çiğniyorlardı. "Bu kez seni yeneceğim Besim." Birden kararlı bir şekilde kalktı. Elindeki self servis tepsisini bulaşıkhane girişindeki bölüme bıraktı. Olabildiğine sakin davranmaya çalışarak yemeklerini yemekte olan Besim ve Yüksel hanıma yaklaştı.
      “Yüksel hanım öğleden sonra bana kahve ısmarlar mısınız dedi. Yüksel şaşkın, Besim kızgın görünüyordu. Genç hanımın yüzündeki şaşkınlık ifadesi geçince gülümsedi. Doğanın odasına uğramadığını ima etmek için
      “Ben genellikle muhasebede oluyorum. Koridorda soldan ikinci kapı" dedi. Genç adam "afiyet olsun" deyip çıktı. Az sonra onlar hiç konuşmadan yemeklerini yemeğe devam ederken açık gri doğan marka araba işletmeden çıkıyordu.
      Kafa karışmasının sırası Besime gelmişti. Yemek yemeğe gelmeden önce sevgili amiri öğleden sonra K.D.V. beyannamelerini yatırmasını söylemişti. Kuşkuları bir an aralarında gizli bir anlaşma olup olamayacağı geldi. İhtimal vermek istemediği için bu düşünceyi kafasından uzaklaştırdı. Önceden planlanmış bir şey değildi ama kendisinin vergi dairesine gitmesi demek meydanı o adama bırakmak demekti. Gitmese geleceğini neredeyse bağırarak söyleyen Doğanla yüz yüze gelecekti, içinden okkalı bir küfür savurdu.

      Saat ikiyi geçiyordu ama Doğan hala ortalarda yoktu. Yüksel hanım dahili telefondan girişi arıyordu ki kapı çalındı. Aralanan kapı boşluğunda Doğanın yüzünü görmeyi umarken siyah bir kafa içeri uzandı.
      “Selam" dedi Pietro Genç bayanın gülümsemesini içeri girişinin daveti kabul etmiş olmalıydı. Uzun boylu zencinin içeri girmesiyle peşinden George da içeri süzüldü. "Biz izin döndü" dedi George. Amerikalı, yarım Türkçesiyle kompliman yapmaya çalışıyordu.  “Biz yeni döndü, var istedi görmek güzel bir Türk kızı yüzü." Genç kız, Amerikalının koluna girip. “Siz önce görmek Müdür yüzü sonra görmek Türk kızı" Söylediklerinde yanlış anlaşılacak bir durumun olmadığını belirtebilmek için gülümsüyordu.
     Neredeyse ay sonu yaklaşıyordu. Geçen yılın hesaplarını kapatabilmeleri için süreleri daralıyordu, borsa tescil işlemleri de sıradaydı. Sırtını koltuğa yasladı, duvardaki saat iki buçuğa yaklaşıyordu. Yapılaması gereken onca işleri olmasına rağmen Doğanla konuşmadan işlere başlamak istemiyordu. O adamda gizli bir çekicilik vardı. Kimbilir belki de bir türlü aslını öğrenemediği geçmişte yaşanmış öykünün esrarından kaynaklanıyordu. Belki de diğerlerinin aksine yakınlaşmak için değil de kaçmak için bahane arıyormuş gibi davrandığı için çekici geliyordu. Elini masa üzerinde üst-üste yığılı duran dosyalara attı. İçinde hiç çalışma isteği yoktu, biraz daha beklemeye karar verdi.
     Şanslıydı, beklemesi fazla uzun sürmedi. Dışarıdan ana kapının gürültülü sesini duydu. Yerinden doğrulup pencereye yaklaşınca konuk oto parkına yaklaşan gri rengi yamalı otomobili gördü. Beklediği konuk gelmişti. Pencerelerde beklediği imajı oluşmasın diye yerine oturmuştu dosyalarını açmıştı ki çalınan kapı aralığından kır çiçeklerinden oluşan bir demeti uzatan el göründü. Elin sahibi göründüğünde o az önce başlamaya üşendiği dosyaların üzerinde çalışmaya karar vermişti. İşi gücü olan biri olduğu için ancak ikinci kuru öksürük sesinden sonra "lütfen" başını kaldırdı. Çalışmaya dalmıştı ya “Haa siz miydiniz!" diye baktı Doğanın yüzüne. "Kuzum siz hep çiçek mi verirsiniz böyle" deyince adamın sevgilisinden ilk defa çiçek alan genç gız gibi allandı.
      “Sadece çiçek verilecek kadar güzel olanlara" dedi. Teşekkür faslından sonra “Doğan bey hadi itiraf edin, çiçek verdiğiniz ilk kişi ben değilim" deyince Doğan utangaç bir sesle “İkincisiniz ama aranızda bir ayrım yapamıyorum." dedi. Yüksel hanım gene o geçmişteki meçhul bayanla karşı karşıya geldiğini anlamıştı.

     "Hata yapmışlardı. Hem de çok büyük bir hata."

      Sözde çalışmaya devam ediyordu. Bir ara kendini, sevgilisine naz yapan aşıklara benzetti. "İzin verirseniz şu elimdeki işi sonuçlandırmak istiyorum" dedi. Kafasını tekrar elindekilere eğmeden  “Şu hesapları bitirmem gerekiyor, yılsonu hesapları... Bilirsiniz." Bir eli listeleri tarıyor diğer eli ise mekaniki bir hareketle hesap makinasının tuşlarına basıyordu.
     Elleri işindeydi ama zihni başka şeylerle uğraşıyordu. Dört aydır birlikte çalıştıkları Besim ile yeni tanışmış sayıldıkları Doğanı karşılaştırıyordu. Doğanı ilk gördüğü günden beri beğeniyordu, uzun boyluydu, kibardı, yakışıklıydı. Atletik bir bedeni vardı, hangi sporla uğraşırsa uğraşsın başarılı olabilecek bir beden. Geniş omuzları üzerinde taşıdığı başı vücuduyla orantılıydı. Simsiyah ve dalgalı saçlarını şakaklarındaki bir kaç tel beyaz saç gölgeliyordu. Kalın ve siyah kaşları biçimli bir burnu vardı. Bıyıkları üst dudağından bir miktar aşağı iniyordu. Kaşları ve bıyıkları genç adamı olduğundan çok daha ciddi gösteriyordu. Her şeyden önemlisi davranışlarında bir samimiyet bir içtenlik vardı. Hareketleri üzerine usta terzilerin diktiği takım elbise gibi oturuyordu. Besim den çok daha farklı, çok daha başkaydı. Bir genç kızın, evlenmeyi düşündüğü erkekte olmasını istediği isteyebileceği tüm özelliklere sahip biriydi. Besimin Doğanı kıskanmasının da bu koşullarda normal bir davranış kabul edileceğini düşünüyordu.
     Doğan yerinden doğruldu. Nezaketken sesini çıkarmadan bekliyordu ama sabrının da bir sınırı vardı. Genç adamın hareketlendiğini gören Yüksel, Siz isterseniz Yılmaza sesleniverin. Benimki orta şekerli olsun lütfen" dedi. Bir an kapanan kapının ardından baktı. "Evet" diye mırıldandı.  "Besim den çok daha yakışıklı ve okumuş olduğu her halinden belli" dedi. Üzerine gelen Besimden de Doğan sayesinde kurtarabilirdi belki kendisini.

     Son zamanlarda Besim üzerinde manevi bir baskı kurmaya başlamıştı. Eski karısına benziyor diye sahiplenmişti Yüksel Pekcan'ı. Çevresindekileri de inandırmış olmalıydı ki sağdan soldan duygusal anlamda kimse yaklaşamıyordu. Çirkin biri olmadığını biliyordu. Dünyanın neresine giderse gitsin hangi ırktan insanla konuşursa konuşsun kendisini güzel bulacağını biliyordu.
     Geldiği ilk günlerde davetlerin ve gecelerin baş konuğuydu. Bekar erkekler çevresinde pervane oluyorlardı öyle ki birbirleriyle kur yarışına girişiyorlardı kendisi için. Sonra Besim samimi olmaya başladı. Onunla samimi olmaya başladıktan sonra çevresindeki bekar erkekler uzaklaşmaya başlamışlardı. Anlaşılan Besim Bey etrafındakilere bir çeşit gözdağı vermişti. Biri vardı anımsadığı, yakışıklı bir doktor. Müdürü ve eşi sayesinde gittiği bir yemekte tanışmışlardı. Genç, esprili ve kibar bir estetiysendi. İçine girdiği toplumda kendini fark ettirecek yapıda biriydi. Hatta bir gün İşletmeye bile gelmişti kendisiyle görüşmek, yakınlaşmak için. Oturup kahve içmişlerdi Akşam Odakule otelindeki diskoya gitmek için sözleşmişlerdi. “Akşam yedide alırım sizi" demişti. Demişti ama sözünde durmamış randevusuna gelmemişti. İşletmeden ayrıldıktan sonra trafik kazası geçirmiş ayaklarını kırmıştı. Bir başkası ise makine mühendisi Nihat beydi. Nihat bey ne zaman yakınlaşmak istediğini belli etmişti, ertesi günü sahip olduğu yedek parça dükkanında yangın çıkmıştı. Ama o Yüksel hanımın peşinden gitmeye devam etmişti Bir kaç gün sonra arkadaşlarıyla gittikleri avda omzundan yaralanmıştı. Resmi kayıtlara "av kazası" olarak geçen bu olayın faili hiç bir zaman bulunamamıştı.
      Bütün bunları Besime mal etmek doğru değildi elbette ama başka nasıl bir açıklaması yapılabilirdi ki en son çare olabilecek fikri uygulamış, evine kapanmıştı. Hiç bir toplantıya yada davete katılmıyordu. Kapının tıkırdamasıyla düşüncelerinden sıyrıldı, Doğan çaycı Yılmaz ile birlikte kapıda göründü.
      “Geç kaldınız Doğan Bey" dedi. Elindeki işi bir kenarı bırakıp adamla ilgilenmeye karar vermişti.  "Çiçekleriniz için bir vazo aradım da..." Genç muhasebeci kafasını toparlayamamış geç kalma gerekçesine inanmamış gibiydi; Sağda solda bulamayınca Ahmet Oker'den istemek zorunda kaldım." Muhasebeci hala yüzüne bakıyordu “Onu kastetmediğimi biliyorsunuz. Kahve içme fikri sizindi ama dışarıdan çok geç geldiniz." Bu iş Doğanın hoşuna gitmişti, demek merak ediliyordu artık.
      “Bir arkadaşı acilen görmem gerekiyordu, onunla konuşmamız biraz uzadı dedi. Giderken ve dönüşte patlayan lastikleri söylemedi. Odada yalnızca içilen kahvelerin sesinin duyulduğu bir sürenin sonunda ilk konuşan yine Yüksel olmuştu.
      “Konu neydi. Gazetedeki haberle mi ilgiliydi." Doğan bir an şaşırdı. " Nereden biliyordu." Hemen vazgeçti, devlet sırrı değildi ki. Aklına son günlerde düşüncesinde, dilinde tekerleme haline gelen söz geldi. "Bu kez seni yeneceğim Besim." Karşısındaki kıza ne demesi lazımdı. Yoksa karşısındaki kadına mı demeliydi. Koltuğunda oturup kendisinden yanıt bekleyen kişi hakkında ne biliyordu. Peki, Besim ne biliyordu. Peşinde koştuğu hanımefendinin bir sevgilisi ya da erkek arkadaşı var mıydı? Hiç evlenmiş miydi yoksa evlendikten bir süre sonra dul mu kalmıştı.
      “Bizi barıştırır mısınız?" Cümle öyle damdan düşer gibi olmuştu. Yüksel iki adamın küskün olduklarını hatta birbirine düşman gibi davrandıklarını biliyordu. Üstelik bu konuda kimse konuşmak istememişti. Bir ara Rıza bey bir iki şey anlatmıştı ama onlarda üstünkörü şeylerdi. Konu hakkında bir şey bilmiyormuş gibi davranıp "Kuzum siz ikiniz birbirinize dargın mısınız" diyemezdi. Bir an göz göze geldiler. Adam konu ile ilgili biraz daha bilgi vermeliydi. Aklından  "Necla senin yüzünden kavga etmiştik anımsamıyor musun" demek geçti ama diyemezdi. Çünkü Necla öleli altı yıldan fazla bir süre geçmişti.
      “Besimle aramızda öyle belirgin bir kavga olmadı. Sadece samimiyetimiz zamanla azaldı. Zamanla birbirimizle konuşmaz hatta selamlaşmaz bile olmuştuk" dedi.
      “Sizinle açık konuşmak istiyorum" Genç kız bir an durdu. Arabuluculuk yapmak istiyordu ama aralarındaki -belki doğrudan doğruya kendisinden kaynaklanan- sorunları da merak ediyordu. “Bir gün isterseniz size her şeyi anlatırım" dedi Doğan kızın söyleyemediklerini tahmin ederek. Tabii dinlemek isterseniz" dedi. Konu üzerinde daha fazla konuşmalarına gerek yoktu artık. İkisi de neler istediğini biliyordu.
      Kahveler bitesiye kadar konuşmadılar. Doğanın başka bir randevu daha almak aklından geçiyordu. Bir fırsat arıyordu ki Ahmet Oker içeri girdi.  “Doğan bey arkadaşlar balyalarla boğuşuyor ve siz burada..."  Yüksel hanım sert bir tonda
      “Ne demek istiyorsunuz Ahmet Bey. Üstelik odama kapıyı çalmadan girdiniz." diye çıkıştı. Ahmet Oker, böylesine bir tepki beklemiyordu, bir anlık duraklamadan sonra benzer tepkileri gösteren diğerlerine verdiği yanıtı verdi.
      “Topluma açık yerlerde özel hayat olamaz hanımefendi" dedi. Evet, ikinci müdürün böyle huyları olduğunu duymuştu ama ilk kez karşılaşıyordu. “Lütfen çıkınız ve bu odaya kapıyı çalmadan girmeyiniz" dedi. Doğan bey araya girdi.
   “Ahmet Bey, Yüksel Hanım burada haklı" dedi adamın koluna girip dışarı çıkarttı. Çıkarken de genç kıza belli belirsiz bir göz atmıştı.

      Vergi dairesi yeni binasına geçeli az bir zaman olmuştu Başköprü denilen çarşı merkezine ve hükümet binasına uzaktı ama halk arasında tutulmuştu. Güzel ve modern bir binaydı. Besim arabasını yeni vergi dairesinin geniş oto parkına bıraktı. Öğleyin o adamın kahve teklifi olmasaydı ne güzel kaytaracaktı. K.D.V. Beyannamelerini teslim etmek normal bir yurttaş için yarım saati bulurdu belki. Kendi gibi yıllardır vergi dairesiyle içli dışlı olmuş biri içinse bir kaç dakikalık olaydı. Ne de olsa vergi dairesinin bütün memurlarıyla ahbap olmuşlardı. Şef Osman Beyle ise daha özel bir ilişkileri vardı.
      Besim daireye her geldiğinde eli boş gelmiyordu. Hem kendi için hem de şefi için kola getiriyordu. Şişenin kapağını yanında açtığı halde her defasında içindeki karışımı özel oluyordu. Çakırkeyf olduğu için alkollü olduğunu biliyordu. Biliyordu ama Cin mi votka mı yoksa daha özel bir madde mi olduğunu anlayamıyordu. Hoş vakit geçiriyorlardı Şefle.  Şimdi ise Besimin bütün çabası Doğan iblisine meydanı boş bırakmamaktı. Yine de acele etmiyor içindeki sabırsızlığı bastırmaya çalışıyordu. İşlerin kendiliğinden hal yoluna girmesini bekliyordu. Diğer olaylarda ve kişilerde olduğu gibi bazı rastlantıların kendisine yardımcı olmasını umuyordu. Bölüm şefinin davetini bu yüzden kabul etmiş her gelişinde mutlaka getirdiği el yapımı özel(!) kolalarını içmişlerdi. Kafasının içindeki kum saatinden yeteri kadar kum boşaldığına inandığında, İşletmeye geri dönmüştü. İşletmeye vardığında beynini yiyen soruların yanıtını alabilmişti, "bana kahve ısmarlar mısınız" sözünün altındaki gerçek anlamı masanın üzerinde duran kır çiçekleri olarak duruyordu.

     Ana caddenin hemen arkasındaki çıkmaz sokakta bulunan "Ekspres Matbaası"nda Turan Tunalı düşünüp duruyordu. Başında yeteri çözmesi gereken problem vardı ama bir tanesinden daha çok ekmek yiyeceğini düşünüyordu. Attığı manşetin bir devamı olmalıydı, bu haber haber olmanın çok ötesindeydi, öyle hissediyordu. Bunu kendisine, içinde gelişmekte, büyümekte olduğunu hissettiği altıncı his söylüyordu. Uzun yıllar birlikte çalıştığı Kamil abisinin dediği gibi "haberi içinde hissediyordu" ama Nedenini ya da Niçinini bulamıyordu. Keşke gençken kendine biraz fazla zaman ayırıp o polisiye romanlardan okusaydı. Bir de bütün bu rahatsız edici düşüncelere yarım saat önce konuştuğu Doğan abisinin soruları eklenmişti.
      “Çay mahallesinin üst sıralarında nedeni belirsiz parazitler var, istersen bir araştır" demişti. "Aradığın sapık yada sapıklarla ilgili olabilir" diye eklemişti. Sonra bir çay bile içmeden gitmişti Matbaa makineleri arasında bir aşağı bir yukarı sürekli gidip geliyordu. Atölyedeki koşuşturmaya yardım etmek bir yana çalışanlara ayak bağı olduğu bile söylenebilirdi. Yakup usta karışmak zorunda hissetmişti kendisini
      “Turan gel otur şuraya" demişti. "Zihninden geçenleri söyle de beraber düşünelim" Turan ustasının işaret ettiği sandalyeye oturdu, başladı kafasındakileri dökmeye. “Senelerce görüşmediğimiz biri geliyor ve doğru dürüst selamlaşmadan bir cümle söyleyip gidiyor." cümleyi buraya kadar kendi kendine konuşur gibi söylemişti. Sesini yükselterek  "Sence bu normal mi be usta." Yaşlı adam yanıt verme gereği duymadı, hiç oralı değilmiş gibi elindeki davetiye örneğini inceliyordu.
      “Çay mahallesindeki cep telefonlarını çekmemesinin kayıp çocuklarla ne ilgisi olabilir ki." Sorular. Sorular. Genç gazetecinin zihninde yanıtlanması gereken o kadar çok soru vardı ki.
"İnsanlığın en büyük trajedilerinden biri ahlakın din tarafından ele geçirilmesidir." Sir Arthur Charles Clark

Çevrimdışı azizhayri

  • ***
  • 581
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: Anchilea - Bölüm Yirmi Bir
« Yanıtla #25 : 25 Kasım 2015, 08:13:36 »
B Ö L Ü M    Y İ R M İ   B İ R

        Günler ve geceler boyu düşünmüştü, bir ara Doğan abisine gidip sormak bile aklına gelmişti. Çabuk vazgeçmişti. Belki biraz fazla nahif düşünüyor olabilirdi ama bir bulmaca çözdüğünü hissediyordu. Ödülü, başarı ve mesleki haz olacak bir bulmaca. Aradığı sorulara mutlaka yanıt bulmak zorundaydı ama kendi bulmak zorundaydı. O halde ipuçlarını bir daha gözden geçirmeli elindeki bulguları arttırmalıydı. Bildikleri o kadar azdı ki.
      Gazeteci Turan Tunalı liseden sonra okuyamamıştı. Hatta liseyi bile bir kaç defa yarıda bırakmayı düşünmüş ama ustasının ısrarı ve "Ben okumamış gazeteci istemem" tehdidiyle bitirebilmişti. Sonra bol bol kitap okumuştu. Ekonomi, politika, siyaset, tarih, eline ne geçtiyse okumaya çalışmıştı. Karşısına çıkabilecek olaylar için kendini hazırlaya çalışmıştı. “Haber peşinde koşacak yaşları geçince yorum yapabilmelisin” demişti ustası. Keşke arada birkaç polisiye romanda okumuş olsaydı. Belki o polisiye romanlar sayesinde olaylara bakış açısı biraz değişirdi, Polisiye olayı andıran bu olayları çözebilirdi İşte yine başa dönmüştü. Yatağa ilk uzandığında "Behiye’yi sadece Behiye’yi" düşüneceğim demişti ama saatler geçtiği halde kayıp çocuklardan başka bir şey düşünemiyordu. Bu olayı mutlaka çözmek zorundaydı.
      "Diyelim ki çözdüm" diye düşündü. Ne olacaktı. Tamam bazen çocukları sağ bulabileceğini ümit ettiği de oluyordu. Organ mafyası gibi o işinde bir mafya olabilirdi. Mafya ile savaşır kahraman olurdu ardından çocukları sağ olarak kurtarmanın manevi doyumunu hissedebilirdi. O bir gazeteciydi ve bir gazetecinin gerçek başarısının haberini ulusal basında yayınlandığını görmek olduğunu biliyordu. Belki o sayede hep düşlerini süsleyen Cumhuriyet Gazetesi’nde yada Milliyet Gazetesi’nde iş bulabilirdi. Hatta teklif gelirse bu olayı roman olarak yazabilirdi. O zaman çok para kazanır, Behiye ile mutlu bir evlilik yapardı. Sevdiği kızı, kendi gibi yoksulluğa mahkum etmemiş olurdu. Hayal kurmakla plan yapmak arasındaki bu düşüncelerle uyuya kaldı.
      Sabah ezanları okunuyorken uyandı. Gece geç vakitlere kadar uyuyamadığını anımsıyordu. En son aklında kalan ise olayı çözdükten sonra "Romanlaştırma" fikriydi. "Güzel bir fikir" diye gülümsedi. Yanındaki yatağa baktı. Askere gideceğim diye işi bırakıp gezip tozmalara başlayan kardeşi pantolonlarıyla uyuya kalmıştı, üzerini örterken alkol kokusunu aldı. Gece epey geç gelmiş olmalıydı, yoksa onun geldiğini anımsardı. Giyinmeye başladı.

      Bu gün Polat köyüne gidecekti. Bir gün öncede olayların başladığı yere Selçuklu’ya gitmişti. Kayıp kızın ağabeyi ile görüşmüştü. Rastlantı bu ya kayıp kızın evini sorduğu kişi kızın abisi çıkmıştı.  Halime den bir haber aldınız mı? diye sorduğunda sert bir; Ne yapacaksın, yoksa polis misin yanıtını almıştı. Kendinden yaşça büyük olduğu halde sokaklarda simit satan bu genci polis olmadığına ikna etmesi bir hayli zor olmuştu. "Gazeteciyim. Yalnızca yardımcı olmak istiyorum" demişti. "Mesleğimde bir yerlere gelebilmem için bu olayı çözmek benim için çok önemli" diyemezdi tabii. Adama polisler ve başkaları muhtemelen rakipleri çok sormuş olacaklardı ki daha soruları sormadan cümleleri sıralamaya başlamıştı.
      “Bizim hiç kanlımız yok, düşmanımız yok. Topraksızlık, işsizlik yüzünden memleketten buralara göçtük." Bak görüyorsun halimi der gibi kendini göstererek Otuz iki yaşımda bir işim bir mesleğim olmadığı için simit satıyorum aileme destek olabileyim diye" dedi. Turan ailenin diğer bireyleriyle görüşüp görüşemeyeceğini sorduğun da adam şiddetle karşı çıkmıştı.
      “Ailemin yaraları hala taze onları tekrar üzme" demişti İşin en zor yanı da Yakup Acır’a verilecek yanıttaydı. Elemanına sabah giderken "Uğraşma evlat, sapık mı yok memlekette" demişti.  Üç dört ay önceki olay hakkında ipucu bulacağını ummuyorsun değil mi?" diye eklemişti. Akşam bomboş elleriyle döndüğünde ise gülerek “Bak ben 'sana dememiş miydim' demeyeceğim" demişti.     
Dışarı çıktığında hava koyu gri bulutları fark ettirecek kadar aydınlanmıştı. Evleri çarşı içinde sayılırdı, Başköprü nün bir alt sokağında. Üstelik gazeteye de yakındı. Dış kapıyı açmak üzereyken annesinin sesini duydu. Oğlum nereye Bugün pazar unuttun mu?"
Asker arkadaşları dolaşacağım" Erken çıktığı her sabah işittiği cümleyi duymadan yanıtını verdi annesine “Kahvaltı yapmadım ama "merkez" de çorba içeceğim" dedi. Kapıyı açtı motosikletini dışarı çıkardı. Tam kapıyı çekmek üzereyken ne olur ne olmaz diye ekleme gereği duydu. Akşama gecikirsem merak etmeyin, dönüşte Behiyelere de uğramayı düşünüyorum. Az sonra pazar günleri de açık olan ilçenin tek lokantasının kapısındaydı.

      "Merkez Lokantası" Buraya hangi gün ve ne kadar erken gelirseniz gelin içeride bir kaç kişi bulurdunuz. İçeri girdiği anda yüzlerce kere duyduğu zil sesini duydu. Kapının hemen üzerine asılan çıngırak içeri giren, dışarı çıkan kişileri lokanta sahibine haber veriyordu. Kapının solundaki camekanlı tezgahta irili ufaklı tencere ve tepsilerin arkasında duran yaşlı adama
      “Günaydın Hüsam amca" dedi. "Pazar nöbeti yine sana kalmış anlaşılan" diye ekledi. Adam bir yandan önündeki koca tencereyi karıştırırken yanıt verdi.
      “Onlar gençtir be evlat" dedi. Elleriyle seyrelmiş beyaz saçlarını düzeltti. Turan ne zaman Merkez lokantasına girse Hüsamettin amcası nöbetçi olurdu. Onunla çalışan iki oğlu ve diğer elemanları daha sonra gelirlerdi.
      “Ne vereyim bu sabah" sonra kendisi sorusuna yanıt verdi  “Bu sabah mercimek vereyim sana."
      Sıcacık çorbasını içerken düşünüyordu. Salı günü toplantıda alınan kararların bir örneğini ele geçirmesi iki yemek biletine mal olmuştu. Behiye'yi ve kardeşini götürmeyi düşündüğü yemek uçmuştu. Uçmuştu ama çok daha yararlı bilgiler olarak geri dönmüştü. Şimdi özetle de olsa polisin bildiği pek çok bilgiye sahipti. Üstelik kronolojik sıraya konulmuş bilgilerdi bunlar.
      O gece, 53 kişi şüpheli görülerek nezarete götürülmüştü. Uzun zamandır aranan kaçaklar ve eski sabıkalılar vardı aralarında. Hatta terör örgütlerine yardım ve yataklık edenlere bile rastlanmıştı ama aradıkları kişi yada kişileri bulamamışlardı. Yaşlı lokantacı yanına gelip oturmuştu
       Delikanlı giyimine bakılırsa ava gidiyor olmalısın."
       Sayılır" dedi genç. Yaşlı adamsa konu üzerinde konuşmaya ısrarlı olmalıydı. Kapının önüne park ettiği burnu gözüken vespasını işaret ederek “Bunlar arazilere pek uymuyor. Keşke kendine büyük tekerlekli bir tane alsaydın, Java falan."
       Benim değil matbaanın. Hem benim ki ovada yazıda dolaşmak yerine asfalt kenarında gezmek."
       Peki, yolun ne yakaya 
       Bilmem belki karinaya belki de Menderes deltasına doğru." Kapının açıldığını belli eden zil sesi genç gazeteciyi "hani çiften tüfeğin" sorusundan da kurtarmıştı. Kalan çorbasını alelacele içip gitmesi gerekiyordu.

      Güneş neredeyse tepeye ulaşmak üzereydi. Sabahın erken saatlerinde gökyüzünü kaplamış olan bulutlar yer yer mavilikleri de gösterir olmuşlardı. Güneş ara sıra bulutların arasından çıkıp ovanın ortasında dolaşan delikanlıyı ısıtmaya çalışıyordu. Genç gazeteciyse neredeyse yıkıntıların tamamını dolaştıktan sonra aradığı sunak taşını bulabilmişti. İki buçuk ay kadar önce üzeri kan ve yanık kemik artıklarıyla dolu olan düz plakayı bulmakta çok zorlanmıştı. Zaten bu deneyiminden sonra katil veya katillerin bu bölgeyi iyi bildikleri kanaatine varmıştı. "Keşke çok daha önce gelmiş olsaydım diye aklından geçirdi. O zaman kanıt bulma olasılığı daha yüksek olurdu. Hala gözden kaçan bir ipucuna rastlayabilirdi. Aramaya devam etti.
      Saatler geçti, güneş gökyüzünde ilerledi, adamın yürümekten ayakları ağrımıştı. Gazetenin demirbaşı olan motosikletini asfalt kenarına çalıların arasına gizlemişti. Yakup ustanın muhalefetine rağmen geldiği bu yerlerde vespayı çaldırırsa kötü çok kötü olurdu. O nedenle dışarıdan kimsenin yanında dikilse bile fark edemeyeceği kadar örtmüştü. Bu nedenle asfalttan çok uzaklaşmıyor motosikletin durduğu mıntıkayı sürekli gözlüyordu. Plakanın etrafında genişleyen daireler şeklinde dönüyordu. Uzun zaman önce bu yerlerde askerlerin ve köylülerin dolaşmış olabileceklerini bildiği halde dönmeye devam ediyordu. Biraz ilerideki yol yada yolumsu bir hal almış düzlüğü gördü.
      Düzlük bir miktar değişiklik göstermeden gittikten sonra sağa doğru hafif bir dirsek oluşturuyordu. İçgüdüsel olarak yola bakıp düşünüyordu. Tıpkı kendinde önce Erhan onbaşının, Mehmet çavuşun düşündüğü gibi düşünüyordu.  "Sapık veya sapıklar her kimse bir araç kullanmış olmalıydılar. Land Rover, jeep türü bir arazi aracı olmalıydı kullandıkları. İlerledikçe yol gözle görülür bir şekilde düzeliyordu. Araba düşüncesini biraz daha genişletti. "Altı yüksek olan her türlü araç bu yola girebilir." demeye başladı. İki büklüm sayılacak bir halde dirseğe kadar geldi, gözünden bir şey kaçsın istemiyordu.
      Bir kaç metre daha ilerledikten sonra aklına sözlüsü geldi, sevdiği kıza da biraz zaman ayırmalıydı. Sol kolunu sıyırıp saatine baktığında saatinin ikiye yaklaştığını gördü. Yolunu vespasını bıraktığı yöne çevirdi. Tam patika yoldan çıkmak üzereydi ki yolla arazinin birleştiği noktada o nesne gözüne takıldı. Killi toprağı eşeleyince nesnenin toprağa dikine batmış olan bir çakmak olduğunu anlamıştı. Sadece tabanının bir kenarı göründüğü için gözden kaçması normaldi. Yürüyüp gitmeyi düşünürken hepten de eli boş dönmemek için aldı. Çamurunun üzerini batırmaması için kağıt mendile sarıp deri montunun iç cebine kattı. İyi ki de iç cebine katmışmış.

      Tepeyi aşınca asfalt üzerindeki askeri aracı gördü. Hem de motosikletini bırakmış olduğu çalıların yanında. Belli ki vespasını askerler bulmuşlardı. Uzaktan bir kaçak yada define avcısı olarak nitelendirilmesin diye ellerini cebinden çıkardı. İki yana belirgin olarak açtı, ağır adımlarla araca yaklaştı.
      Yaklaştığını gören iki asker araçtan indiler. Elini yine ağır hareketlerle pantolonunun kıç cebine değdirdi. Cüzdanının sertliğini hissedince rahatladı. Kimlikleri üzerindeydi Aklına bulduğu çakmak geldi. "iyi ki de iç cebime atmışım" diye düşündü. Jandarmalar kısa bir selamlaşmadan sonra her şüpheli gibi Turan Tunalı’yı da karakola götürmüştü. Göstermiş olduğu nüfus kağıdı ve gazeteci kimlikleri yeterince inandırıcı olmamış gibiydi. Önce canı sıkılmıştı gazetecinin, dünü ve bu sabahı boşa gitmişti bari öğleden sonrasını kurtarsın istiyordu. Gelgelelim şimdi Jandarmaya dert anlatmak zorunda kalacaktı. Gürül gürül yanan odun sobasını görünce biraz ısınmakla bir şey kaybetmiş sayılamayacağını düşünür olmuştu. Sıcağın ve oturduğu iskemlenin etkisiyle sert görünmeye çalışan askerlerin görevlerini yaptıklarına inanmaya başlamıştı.
      “Beyim seni sobanın yanında keyif çatasın diye karakola getirmedik" konuşan az önceki onbaşıydı. Turan mecburen bir kaç adım kenara çekildi. Onbaşı diğerlerine durumu anlatıyordu bir kenarda, ellerindeyse Turanın kimlikleri vardı. Kapı açıldı, içeri sol kolunda nöbetçi pazubandı olan Mehmet çavuş girdi. Erhan onbaşıyla kısa bir fısıldamadan sonra Gazetecinin yanına geldi. “Arkadaş" dedi  "Kimsin. Bu kış kıyamette oralarda ne arıyorsun." Ses tonu azarlar gibiydi.
      “Bende arkadaşlara onu anlatmaya çalışıyordum" dedi. "Ben gazeteciyim 'Ekspres' gazetesinden. Elinizde, komutanın bürosunda bir tane mutlaka vardır." Bir an durdu.  "İşinize karışmak istemem ama arattırır eski sayılardan buldurabilirseniz imzamı taşıyan pek çok habere rastlayabilirsiniz."
      “Peki diyelim ki gazeteci olduğunuza inandık. Oralarda ne arıyordun" çavuş elindeki Turanın kimliğiyle oynuyordu.
      “Kayıp çocuklarla ilgili haber yapıyorum ve buralara araştırma yapmaya gelmiştim." Çavuş, gazetecinin yanında durdu. Sandalyede oturan gazeteciyi tepeden tırnağa süzdü. Bakışları "buralar benden sorulur" havasındaydı. Üniformasının hakkını veriyor, karşısındaki her kim olursa olsun etkilemesini biliyordu.
      “Bu konu hakkında neler biliyorsun anlat bakalım" deyince Turan bildiklerinden ipuçları vermeye başladı. Küçük Emine’yi, Emine’nin ablası Nesrin’i kaçak çobanı ve diğer olayları konu başlıkları halinde anlattı. Çavuş azarlar gibi “Yeter. Kes" demeseydi anlatmaya devam edecekti. İçinden "Kezban Hanım sana verdiğim biletler helal olsun" dedi. Sekreterin verdiği toplantı tutanakları sayesinde konuyu bu kadar ayrıntılı biliyordu.
      “Açın bir telefon İzzet astsubaya yahut Emin Albaya. Onlar benim kim olduğumu teyit edecektir deyince aradaki soğukluk iyice yumuşamıştı.

      Turanın bütün öğleden sonrası Polat jandarma karakolunda geçmişti. Gergin başlayan birliktelik, dostluk,  aman tertip can tertip havasına bürünmüştü. Konu üzerinde bolca konuştular. Mehmet çavuş kendi çabasıyla bulmuş olduğu kanıtlardan söz etti. Amatör bir polis memuru gibi almış olduğu tekerlek genişliği ölçülerini asker Günlüğü" defterine not etmişti. Astsubayına verdiği boya kırıklarını anlattı. Turan’da astsubay İzzet gibi düşünüyordu. “İzler pikniğe, içmeye yada yıkıntıları gezmeye gelen her hangi bir arabaya ait olabilir" dedi. Mehmet çavuş izlerin sapığın arabasına ait olduğuna inanmaya devam ediyordu.

      Karanlık çökmüştü eve vardığında, annesini bekler buldu. İlk cümlesi de "Behiye geldi mi?" olmuştu. Annesi sitemkâr bir sesle;  "Aşkolsun Turan" dedi. Kardeşin bir kaç gün içinde askere gidecek ve sen onunla bir akşam yemeğinde bile birlikte olmuyorsun." Kızgınlığı geçmemişti. "Üstelik körlüğüne ilk sorunda "Behiye geldi mi?" oluyor" dedi. Binbir şaklabanlıktan sonra annesinin ve kardeşinin gönlünü alabilmişti. Yemekten sonra bir ara "ortalığı batırırsan…" tehdidine aldırmadan sobanın başında bulduğu çakmağı temizlemişti.
      Çamurun altından çok güzel bir çakmak çıktı ortaya. Anı eşyaları satan dükkanlarda bulunabilecek bakır renginde metal kaplamalı şık ve pahalı bir çakmaktı. Çamurundan arınınca yan yüzündeki "20.yıl"  yazısı ortaya çıkmıştı. Mutfakta bir güzel yıkadı çakmağı o zaman çakmak ışıldamaya başladı. Ama üzerinde kime ait olduğunu belli edebilecek başka bir yazı, işaret yoktu.

      Yüksel, pencerenin önünde dikilmiş yağan yağmuru seyrediyordu.  Odada yalnızdı. Öğle yemeği saatleri olduğu için herkes yemekte olmalıydı.  Bu gün biraz erken acıktığı için yemeğini erkenden yemişti. Yemekhanede onun için özel servis açıldığı bile söylenebilirdi. İşe başlamak içinden gelmediği için odada bir tur attı. Pencerenin önüne gelince tül perdenin arasından dışarıdaki insanları izlemeye devam etti. Caddede acele acele yürüyen insanlar nasılda birbirine benziyordu. Esmer orta veya kısa boylu hafif kilolu ve bıyıklı. Bu ülkenin insanlarının şablonu çıkarılsaydı bu kriterlere göre çıkarılırdı. Fabrikada birlikte çalıştıkları arkadaşlarını da düşününce bir fark olmadığını gördü. Doğan gibi daha uzun boylu yada Mustafa Ali Kırmaz gibi daha kilolu olanlar vardı ama bunlar kriterlerin dışına çıkmış sayılmazdı.  Birden aklına dışarıdan görülebileceği geldi, köşesini kaldırdığı perdeyi yavaşça bıraktı.
      Son günlerde, yemekten sonra diğer birimlere uğramayı alışkanlık hali ne getirmişti. Bunda Besim ile arayı soğutması gerektiği düşüncesi etkindi. Odada yalnız kaldıklarında üzerinde manevi baskı kurmaya çalışıyordu. Kırıcı olmak istemediği için ters davranmıyordu. Belli hayırlardan, olumsuz kafa sallamalarından doğru anlamı çıkarmasını diliyordu. Yine de Besim etrafın da dolanmaya devam ediyordu. Bu gün yemeği yalnız ve erken yediği için muhasebe odasında olabileceği akıllara pek gelmezdi. "Akıllı davrandığı" kanaatine erken varmıştı. Çünkü o bunları düşünürken kapı çalındı.
      Korktuğu başına gelmemişti hatta daha iyisi olmuş Doğan kahve içmeye gelmişti.  Gelebilir miyim" deyince genç kadın “hay hay" diyerek içeri buyur etti. Doğan “Size sormadan kahvelerimizi söyledim de geldim" dedi. İçeri girdikten az sonrada Yılmaz kahveleri getirmişti. Doğan, bugün yarın aralarındaki samimiyetin ileri boyuta varacağını tahmin ediyordu. Daha kapıyı tıklatırken" niçin bugün olmasın" diye aklından geçiriyordu. Uygun koşullar oluşur oluşmaz harekete geçecekti. Dakikalar suskunlukla geçtikten sonra genç kız ilk konuşan oldu.
      “Biliyor musunuz Besim Bey’le aranızın düzelmesine sevindim" dedi.
      “Ben de" dedi adam. Bir ara size birlikte teşekkür etmeyi düşünüyoruz" diye ekledi. Muhasebeci hanımın yüzü kızardı.
      “Yok canım. Sizler dost olduğunuz günlere dönmek için yanıp tutuşuyor muşsunuz" dedi. Yüksel Hanımın bu sözleri üzerine geçmişe dalıp gitti Doğan… Orta üçüncü sınıf öğrencisi iki çocuk anımsıyordu, aynı sırada oturan, aynı yurtta, aynı odada kalan iki çocuk. Kader birliği etmişçesine birbirlerine sarılmış destek olmuş iki delikanlı. Bir gün okullarında birini gördüler, birinci sınıfa nakil gelen bir kız. Uzun, upuzun örülmüş saçları, zümrüt yeşili gözleri olan zayıf bir kız çocuğu okula gidip gelmeye başlamıştı. İki arkadaşın ikisi de hayran oldu bu prensese. Zamanla arkadaş oldu bu üçlü. Okulda, bahçede, yolda birbirinden ayrılmıyorlardı. İki delikanlının arasında gizli bir rekabet oluşmaya başlamıştı."Taa en başa döndük galiba" diye düşündü Doğan. Yüksel “Anlayamadım" deyince geçmişin sisleri arasında çıkıp gelen son cümlenin dudaklarında sesli olarak döküldüğünü anlamıştı.
      “Önemli bir şey değil" dedi. Dedi ama süt dökmüş kediye dönmüştü. “Kızmazsanız size bir soru soracağım." Doğan bir an heyecanlandı. Bu heyecanı az yaşamış olsa da derin izler bıraktığı için iyi biliyordu.
      “Beni güzel buluyor musunuz?" İşte, oturduğu koltukta ter basmıştı. Bu cümleyi yıllar öncesinden anımsıyor gibiydi. Gözleri yanı başındaki masa üzerine kaydı Doğanın. Bakışlarını kaldırmak yukarı masanın ardında oturan genç kızın gözlerine bakmak istiyordu. O Zümrüt yeşili gözlere bakmanın imkanı var mıydı? ki. Dudaklarından kendi duyabileceği kadar bir kelime döküldü
      “Evet." Yüksel, hücuma devam ediyordu. Yerinden kalmış masanın çevresinden dolaşarak yanına gelmişti. Şimdi yanı başında diz çökmüş tekrar soruyordu.
      “Peki, geçmişinizde yaşayan o hanıma benzemeseydim beni gene güzel bulur muydun? Doğan bütün cesaretini topladı. Yanına kadar gelen Yükselin bu çağrısına yanıt vermeliydi. Heyecanı bir kenara bırakmalıydı, ellerini uzattı, kızın ellerini tuttu. Karşılıklı etkileşim iki bedeni sarmıştı. Doğan rahatlamış heyecanı Yüksele geçmiş gibiydi.
      “Yıllar önce tanıdığım o kişiyi çok sev...
      “Öhö... Öhö..." Kapının hemen ağzındaki öksürük sesi iki aşığın birbirine olan aşklarını ilan etmelerini yarım bırakmıştı. Eller sanki yüksek gerilim varmış gibi birbirinden ayrıldı. Yüksel, yerinden doğruldu. Masasına geçtiğinde bile yüzünün kırmızılığı sürüyordu. Suçüstü psikolojisinden kurtulmaları saniyeler sürmüştü. Doğan kafasını kaldırıp kapıda dikilen öksürüğün sahibinin kim olduğunu görünce bir anlık şaşkınlıktan sonra gizli bir sevinç duydu. Ayağa kalktı
      “Yanlış zamanda geldim galiba Doğan Abi." "Doğan abi mi?" Yüksel acemice düzeltmeye çalıştığı dosyalardan başını kaldırıp bakma cesaretini duymuştu. Doğanın gülerek tanımadığı bir gençle tokalaştığını gördü.
      “Yüksel hanım, bu arkadaş gazeteci." Cümleyi diğeri tamamladı “Ben Ekspres gazetesinden Turan, Turan Tunalı." Yüksele yaklaştı. Tokalaşırken

      “Kusura bakmayın iki kez kapıyı çaldım. Bir yanıt alamayınca mesleki bir hastalık olan merak ağır bastı, içeri girdim." Doğan’da, Yüksel’de derin bir oh çekti, hata yapmışlardı. Ya içeri başka biri girmiş olsaydı.  Doğan, “Az önce olanlar..." diyecek oldu ama Turan gene araya girmişti.  “Az önce ne olmuştu ki ben içeri girdiğimde sizler ülkemizin sorunlarını tartışıyordunuz" deyince üçü de kahkahalarla gülmeye başlamıştı. Bir süre sonra iki adam Yüksel hanımdan izin alıp dışarı çıktılar.

      Doğan ne kadar zamansız geldiğini söyledi Turana. Turansa en az beş defa özür diledi üst üste. Bahçede attıkları bir kaç voltadan sonra asıl konuya gelebildiler.
      “Turan" dedi Doğan  "Yeni gelişmeler var galiba" Bir an yürümeyi bıraktılar. Kış güneşinin ısıttığı bir bankı işaret etti. Oturduklarında Turan bulduğu çakmağı cebinden çıkardı. Çakmağı ne zaman nerede bulduğunu anlatmaya hazırlanıyordu ama içeriden çıkan Yüksel’i görünce çakmağı gerisini geriye cebine koydu. Turan sadece
      “İstersen akşamüzeri gazeteye uğrada çay içip laflayalım" diyebildi. Yüksel doğrudan özür dilemek için gelmişti.
      “Kendimizi kaybetmiş gibiydik. Bir anlık elektriklenme. Bir genç hanım hakkında yanlış bir düşünceye sahip olmanızı istemem" dedi. Turan ise birden başka bir konuya girdi.
      “Bir akşam yemeğe buyurun, sizi ailemle tanıştırayım" dedi. Cümlesinin yanlış olduğunu fark etmişti, telafi için işi şakaya vurdu. Lütfen yanlış anlamayın ve benden umudunuzu kesin çünkü ben sözlü ve yoksul bir gencim."
      “O zaman sizde, sözlünüze söyleyin size sahip çıksın."
      “Bu bir evet mi?"
      “Belki evet, belki belki." Gazeteci bir şey anlamamış gibiydi.“Validemle konuşayım sizi haberdar ederim" dedi. Ayağa kalktı, kısa bir vedalaşmadan sonra bekçi kulübesine doğru yürümeye başladı. Turan gittikten sonra ikisi oturdukları bankta yalnız kalmışlardı. Suç işlemiş çocuklar gibi yan yana sessizce oturuyorlardı.
      “İyi çocuktur bizim Turan" dedi Doğan. Gereksiz bir cümle olduğunu biliyordu. Yüksel’de birkaç saniye oturduktan sonra yerinden doğruldu. “Tamamlamam gereken işler var" deyip içeri girdi.

      Doğan dakikalarca yalnız oturdu bankta. Hata yaptığını düşünüyordu.  Evet, günlerdir aralarında bir yakınlaşma vardı ama aşk ilanı için henüz erken değil miydi? Ya işi ne olacaktı, almış olduğu sorumluluklar. Ne yapması nasıl davranması gerektiğini bilmiyordu. Yüksel’in de farklı duygular içinde olmadığını tahmin ediyordu. İşletmeye işbaşı yapmaya gelirken bunların olabileceği aklına gelir miydi? Kendisine bu görev ilk önerildiğinde içinden gelen sesle uyum sağlamıştı verdiği yanıt. Genlerine kazınmış olan bir görevdi sanki. Ama şimdi kararsızdı. Her hangi bir karara varasıya kadar düşünmeye ihtiyacı vardı. Müdür beyin yanına yöneldi. Birol beyden, işe başladığından beri ilk defa izin alacaktı.

      Yüksel Pekcan da farklı duygular içinde değildi. Kızgınlık duyuyordu kendine. İçinden gelen duygulara engel olamamıştı. İşe ilk geldiği gün, O’nu ilk gördüğü gün sanki yıllardır tanıyormuş hissine kapılmamış mıydı? Tanıdıkça, daha yakınlaştığını anlamamış mıydı? Pişmanlık duyuyordu ne kadar ilgi yada sevgi duyarsa duysun ilk hareketin Doğandan gelmesini beklemeliydi. İçtenliğine inanır mıydı tüm bu olanlardan sonra. Öksürük sesiyle kesilen cümlesini tamamlar mıydı?
      Çok eskiden beri var olduğunu tahmin ettiği duygular aniden ve kendiliğinden açığa çıkmıştı. Orada, diz çöküp karşısındaki adamdan bir cümle,bir söz bekleyen kendisi miydi? Yoksa iki aşık arasında kalmış sevgili rolüne kendini kaptırmış mıydı? Ya işi... Ya görevi... Sorular... Sorular...
      “Öf..." dedi kendi kendine.  Kafası karmakarışıktı ve uzun zaman alacaktı düzelmesi.
"İnsanlığın en büyük trajedilerinden biri ahlakın din tarafından ele geçirilmesidir." Sir Arthur Charles Clark

Çevrimdışı azizhayri

  • ***
  • 581
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Anchilea - Bölüm Yirmi İki
« Yanıtla #26 : 27 Kasım 2015, 08:46:31 »
B Ö L Ü M    Y İ R M İ   İ K İ

       Turan, eve vardığında hava kararmıştı. Öğleden sonra hep Doğanı beklemiş ama Doğan gelmemişti."Keşke o kapıdan içeri girmeseydim Bir çuval inciri berbat ettim" diye düşünüyordu. Yine de onlarda da hata yok muydu, vardı tabi. Kocaman insanlar liseli aşıklar gibi kendilerini kaptırmışlar, oranın topluma açık bir yer olduğunu bir ticari işletme olduğunu unutmuşlardı. Anlaşılan ikisi de birbirine karşı aynı duygulara sahiptiler. İkisi de sevdalıydı, hem de kara sevdalı. Saat beşe doğru ise telefon gelmişti Doğandan. “Gündüz yaptığı hatayı tamir etmeyi düşündüğünü, akşam Yüksel hanımı kandırabilirse konukluğa geleceklerini" söylemişti. "Hep birlikte Tuzadası’na gezmeye gidebiliriz" demişti. Turanda peşinden annesini aramış akşama eve konuk gelebileceğini söylemişti.
      Motosikletini içeri alırken evin tüm odalarının ışıklarını yanıyor buldu. Bu durum evde olağanüstü bir telaş yaşandığını gösteriyordu. Vespasını her zamanki yerine çekti. Cebinden anahtarını çıkardı. Geçen yıl bu motosiklet gazeteye alındığında doğrudan Turan’a zimmetlemişlerdi. Oda sorumluluğunu bildiği için bahçeye -vespasını içeri alamayacağını bildiğinden- bir baraka yapmıştı. İyide yapmıştı, bu sayede motosikleti yağmurdan ve güneşten korunuyordu. Bir akşam bahçede tıkırtılar işitince hırsız olacağını tahmin ederek ertesi günü kalınca bir zincir ve asma kilit almıştı. O gün bu gündür işi bittiğinde vespasını barakanın içinden ağaca kilitler olmuştu.
      Kapı zilini çaldığında kendisini her türlü tepkiye hazırlamış bulunuyordu.”Böyle aniden eve konuk mu çağırılırmış" da olabilirdi "niçin yemeğe çağırmadın" şeklinde de. Kapıyı Behiye açtığında basbayağı şaşırmıştı
        “İyi akşamlar" dedi. Dedi ama sesi çıkmış mıydı bilemiyordu. Sözlüsünün güleç yüzü içindeki tedirginliği bertaraf etmeye yetmişti. Behiye’nin hemen arkasında kardeşi belirince biraz daha rahatladı.
      “Beni de götüreceksin Adaya değil mi?" Evet konu aydınlanmıştı. Şebnem’de Behiye’de hem yeni konukları tanımak istiyorlardı hem de gezmeğe birlikte gidebiliriz diye umuyorlardı. Behiye ye fısıltıyla sordu
      “Adaya gitmeye baban izin verdi mi?"
      “Babam Doğan abiyi tanıyormuş. "Tanırım keratayı, Delikanlı çocuktur" dedi, babasının tok sesini taklide çalışarak. Yine aynı tonda devam etti, “Hep birlikte gidip erken dönecekseniz olur" Turan gülümsedi, yavaş yavaş işler yoluna giriyordu.


      Banktan kalkar kalkmaz müdür beyin odasına gitmişti. İzin istediğinde yakın ilgi göstermiş, isterse doktora sevk yazısı hazırlatabileceğini söylemişti. Sadece kendini iyi hissetmediğini öğleden sonra dinlenirse kendine geleceğini söyledi. Kaçar gibi uzaklaşıp eve gitmişti.
      Akşamüzerine kadar evde yuvarlandı. Ne yapması gerektiğini bilmiyordu. Televizyonu açtı, kanallar arasında dolaştı. Birçok kanal olduğu halde izleyebileceği hiç bir program bulamamıştı. Yine de müzik kanallarından birinde kaldı. Kitaplarını karıştırdı, okuduğu kitapları şöyle bir açıp göz atıyordu. Okuyamadığı kitapları kurcaladı. Dakikalar sonra ne yapması gerektiğini bulmuştu. Hemen telefona sarıldı. Gazeteden Turanla görüştüğünde kafasındaki plan yürürlüğe girmişti bile. Ahizeyi yerine koyduktan iki dakika sonra telefonu çalmıştı. Turan "uzun bir ikna dönemi yaşadıktan sonra kabul etti" demişti.
      Telefon görüşmesinden sonra yine vakit geçmez olmuştu. Tv’nin sesini biraz daha açtı. Evde kendine yapabileceği bir şeyler arandı. Gardıroplara baktı. Giyeceklerin birini çıkardı beğenmedi yerine koydu. İçlerinden en iyisi olduğuna inandığı tişörtünü ve temiz bir blucin bulasıya kadar bir hayli uğraşmıştı. Mutfakta yapabileceği bir şeyler var mı diye arandı ve yeterince zamanın geçmiş olduğuna inandığında dışarı çıktı. Uzun zamandır dinlemediği ve özlediği kaseti de yanına almıştı. Adaşında yol boyu dinlemeye devam etmeyi düşünüyordu.
      İlçenin yollarında yol alıyordu az sonra. Başkalarında gördüğünde eleştirdiği duruma düşmemek için teybinin sesini az açmıştı. Dışarıya çıktığında vaktin yeterince geçmemiş olduğunu anlamıştı. İlçe lisesine doğru yolunu uzattıktan sonra aynı düşük hızda geri döndü. Atatürk Caddesi ile Cephane Sokak köşesinde bir an duraladı. Sokağın hemen içerisindeki üç katlı apartmanın birinci katına dikkatle bakmaya çalıştı. Işığının yandığını görünce kızın eve geldiğini anlamıştı. Depoda biraz benzini olduğu halde biraz daha benzin almak istedi. İlçeye en uzak benzin istasyonu olan Kavaklı yol ayırımındaki istasyona yöneldi. Çeyrek depo benzin fiyatına arabasını otomatik yıkamaya soktu. Her ne kadar yamalı gibi dursa da Doğanının da ara sıra yıkanmaya ihtiyacı vardı.
      Dönüşü farklı bir yoldan oldu. Cephane sokağa arkadan girmeyi düşünüyordu. Sokağın düzlüğünden sonra aniden başlayan merdivenlerin hemen solunda var olan dar sokaktan girecekti. Bu sayede, dönüşte araç dolu sokaktan geri geri çıkmamış olacaktı. İlçe Jandarma komutanlığının yanından Kütüphanenin ara sokağına girmişti. Ana caddeye paralel bir hayli yol aldıktan sonra Cephane sokağın merdivenlerini görmüştü, sokağa girince sağa sola bakındı.
      İki Amerikalının daireleri de buralarda bir yerlerde olmalıydı. Arabası yokuş aşağı rölanti hızında iniyordu. Apartmanın önüne geldiğinde şaşırmıştı. Onbeş yirmi dakika önce yanan ışık şimdi sönmüştü. Birinci kat karanlıktı, ilk şaşkınlığı geçince frene bastı. Arabadan çıkmadan eğilip bakmaya çalıştı. Görebildiği kadarıyla dairede hiç ışık yoktu Bir an "acaba yanlış sokağa mı geldim? diye düşündü. Kafasını çevirip bir daha baktı, aynı kocaman kaktüsler, ağaçlar, kafasını iyice geri çevirdi, işte merdivenler doğru sokaktaydı.
      Akşamın erken saatleri olmasına rağmen sokak içinde park edecek yer bulamadı. Mecburen caddeye indi, yolun sağında ilk boşlukta durdu. Arabadan inmek için teybi kapatmaya hazırlanıyordu ki teybinin çalışmadığını farketti. Cüzdanını ve cep telefonunu alıp arabadan indi. El alışkanlığıyla arabayı kilitledi. Atatürk caddesinin bu tarafında bahçeli ve iki-üç katlı şirin bloklar vardı. Bir kısmı kalburüstü kişilerin müstakil evleriydi ama büyük bir kısmı apartmandı. Köşeye varan Doğan sağa sola bakındı, solda yolun karşısında yeni yapılan yüksek binanın zemin katındaki çerezciyi gördü. Dükkana girerken dar açıyla da olsa bir kere daha baktı. Dairenin salon olduğunu sandığı bölümünde düzensiz mor ışık vardı, televizyon ışığı gibi.
      “İyi akşamlar" İçerideki tombul yüzlü, kıvırcık saçlı delikanlı selamı aldı. Köşedeki küçük ekranlı televizyon ile uğraşıyordu. Elindeki işi bırakıp müşterisinin yanına geldi.
“Son günlerde çok sık bozulmaya başladı" dedi karşıdaki televizyonu işaret ederek. Doğan "bana ne" der gibi omuz silkti
    “Bir tekel iki bin sigarası ceplerini aradı bulamayınca, bir de çakmak alabilir miyim?" Telefonunu çıkardı ve geldiğini haber vermek istedi ama telefonu çekmiyordu. Tezgahtarın tombul yüzü gülümsedi.
Görüşebileceğinizi zannetmiyorum. Doğanın yüzüne baktığını görünce tezgahın altındaki eski model kontörlü ahizeyi çıkardı. “Buyrun isterseniz bunu deneyin”telefonu yerinden çıkarttı. Camekanın üzerine koydu. Doğan, telefon ahizesini kulağına dayadığın da afalladı. Kulağına dayadığı telefon ahizesi değil de eski lambalı bir radyoydu sanki. Islıklar, cızırtılar, garip seslerle doluydu. Refleksle ahizeyi kapattı. Birkaç saniye bekledi ve tekrar kaldırdığında normal çevir sesi geliyordu. Aynı anda duvardaki televizyonda sürekli müzik yayını yapan kanallardan biri belirmişti. Tezgahtar  “Hah düzeldi işte" dediğinde Doğan belleğine yerleştirdiği numarayı tuşlamaktaydı.

      Arabasına doğru yürüyordu. Yaşlanınca çok tonton bir dede olacağını tahmin ettiği gencin söyledikleri kafasına yeni dank ediyordu. “Bir kaç ay önce başlamıştı bu tür parazitler. Önceleri seyrek oluyordu. Son zamanlarda sıklaştı" demişti. Telefondaki garip sesleri kendi kulaklarıyla duymuştu. Karşıya geçtiğinde şaşırdı. Bir kaç dakika önce karanlık olan daire şimdi ışıl ışıldı. Bahçe kapısını açtı, zillerden ortadakine bastı. Öğleden beri görmediği yüz balkonda belirmişti. Bir kaç saat içinde bile özlediğini düşünüyordu. Evet, balkondan kendisine seslenen "Birazdan aşağıdayım" diyen kızı seviyordu.
    Birazdan aşağıdayım epey uzamıştı. Dedikodulara fırsat vermemek için kapının önünde değil aşağıda yol ağzında bekliyordu. Merdiven otomatiği yandığında ise neredeyse beş dakika olmuştu. Genç kız yanına geldiğinde ise beklediğine değdiğini düşünüyordu. Dar siyah bir etek ayak bileklerinin az üzerine kadar uzanıyordu. Üzerindeyse siyaha yakın bej kırçıllı bir kazak vardı. Saçlarını bir tokayla ensesinde toplamıştı. Yüzündeki hafif makyaj gözlerinin güzelliğini ortaya çıkarmıştı. “Söylemeden duramayacağım" dedi Doğan "Bu akşam olağanüstü güzelsiniz “Teşekkür ederim. Demek ki uğraştığıma değmiş" dedi.

Şeref konuğu oldukları evde güzel ve sade bir yemek yemişlerdi. Evi görünce Yüksel Hanım kendini biraz mahcup hissetmişti. İçeri girdiklerinde ise Doğan durumu abarttığını düşünüyordu. Sokak lambalarının ışığında sanki bir büyülü ortamdaymış gibi harikulade görünen elbiselerin sıradan bir etek ve kazak olduğunu anlamıştı. Yine anlamıştı ki harikulade olan kızın kendisiydi. Gerek giyimi kuşamıyla gerekse davranışlarıyla İşletmenin Muhasebecisi, Necla'ya günden güne daha fazla benzemeye başlıyordu, sesi ve konuşması bile.
      Turan'ın annesi Zeynep Hanım geleneksel yemeklerin ağırlıkta olduğu bir sofra hazırlamıştı; tarhana çorbası, etli nohut, pilav, salata. Birde kol böreği ve de fırında sütlaç vardı menüde. Yemekten sonra ise televizyon seyretmişler çay içmişler çiğdem çekirdeği yemişlerdi. Baba yemekte bir kadeh rakı içmişti.  “Ben her akşam bir kadeh içmeden duramam" demişti. Saat ona doğru ise Şebnem ve Behiye Doğan abilerine Tuzadası gezisini anımsatmaya başlamışlardı. Yine "geç kalmamak" kaydıyla Adaya gitmişlerdi.
      Mevsim uygun olmadığı için adada açık bir yer bulmakta zorluk çekmişlerdi. Sezon turizm sezonu olmadığı için işyerlerinde pek çoğu kapalıydı. Çarşıya, sıcak yaz günlerini özleyen, neşeli kalabalıkları arayan bir hüzün bir yalnızlık çökmüştü sanki. Nöbetçi imiş gibi açık kalan bir çay bahçesinde birer çay içip bir de sahil turu yapmışlar sonra da dönmüşlerdi. Behiye ve Şebnem hayal kırıklığı yaşamışlardı. Biri ağabeyinden diğeri nişanlısından "tekrar gelecekleri" konusunda söz alınca dönmüşlerdi. Gece önce Turanın nişanlısını bırakmışlardı, sonra Yüksel hanımı, en sonundaysa Turanı ve kardeşini. Eve gelip yattığında ise saat biri geçiyordu.

      Böyle bir gecenin sabahında ise uyanmak ölüm demekti. Utanmasa işe gitmeyecekti ama Turan’a verilmiş sözü olduğu için kalkmak zorundaydı. Hazırlanmaya başladı. Dün akşam yemekten sonra televizyon izlerken çerezcide başına gelenleri anlatmaya çalışmıştı, onu Turan’dan başka dinleyen çıkmamıştı.
      “Doğan abi en iyisi bunları bana sabah çorba içerken anlat demişti. En son ayrılırken de gene anımsatmıştı. O nedenle gitmek zorundaydı. "Eh bravo bana" demişti kendi kendine. Ne kadar geç yatarsa yatsın sabahın alacasında kalkabiliyordu. Elleri sarı montunun cebinde Merkez Lokantası’nın kapısında duruyordu. Değişen pek bir şey yoktu, kapının üzerindeki tabela bile aynıydı. Kapıyı anılarını uyandırmak istemiyormuşçasına yavaşça açtı, tavandan sarkan zillerin sesini duyunca içi bir hoş olmuştu. Ağaç doğrama yapılmış camekan, girişteki ocak, sıralanmış tencereler tepsiler hiç değişmemiş gibi aynen duruyordu, camekanın gerisindeki Hüsamettin amca bile.
      Her gün yüzlerce kişinin girdiği lokantada herkesi tanıması mümkün değildi elbet. O yüzden Doğanın selamını almıştı ama beklediği o, “Ooo Doğan bey oğlum hoş geldin"i duyamamıştı. Herhangi bir masaya oturdu, çorbasını bitirmek üzereydi ki kapının önünde motosikletin patırtısı duyuldu. Turanın geldiği belli oluyordu. Yaşlı lokantacı kendisi için bekleyemediği o "Ooo..." sunu Turan için çekmişti. Yüzü asık gözleri ha kapandı ha kapanacak gibiydi.
        Gazeteci günaydın derken sandalyeye çöker gibi oturdu  "Az daha gelemiyorum. Annemin o bitmez tükenmez sabrı sayesinde kalkabildim." Bir ara ocağa döndü “Hüsam amca bana bir işkembe" demeyi de unutmamıştı. Ancak, keyif çaylarını içerlerken Turan uyanmış gibiydi.
      “Neydi akşam sözünü ettiğin olay" diye asıl konuya girmeye başladı.  Doğan, akşam Cephane sokakta olanları kısaca anlattı. Turan dinledi, dinledi ama aklı başka yerdeydi sanki. Doğan abisinin sözü bitince kendisi anlatmaya başladı. Selçukluda olanları, Polat köyünde olanları hep anlattı. Doğansa mesai saatinin geldiğini anımsatmak ister gibi sıkça duvardaki saate bakıyordu. “İşte böyle acayip bir sapık yada sapıklarla karşı karşıyız" diyerek sözünü bağladı.” Anladım ama olaylar için benden istediğin nedir" deyince kıyamet kopmuştu. Karşısındakinin yüzüne öylece bakakaldı. Acaba Doğanı yanlış mı? tanımıştı. Kızgınlıkla
      “Hiç çocuğunuz var mı?" diye sordu. Doğan omuz silkti tekrar, yok ama niye sorduğunu anladım" dedi. Turan ayağa kalktı, doğrudan karşısındakinin gözlerine bakıyordu. “Şimdiye kadar dört kız çocuğu kayboldu. Belki sırada beşincisi var. Sense karşımda alay eder gibi omuz silkiyorsun. Anlaşılan gurbet hayatı ve okuduğun okullar senden çok şey alıp götürmüş" dedi. Gözleri dolmuş, sesi titriyordu. Az önce oturmuş olduğu sandalyeyi hırsla yere vurdu. Çevre masadakiler ve arada dolaşan komi onları seyrediyordu. Hızla dışarı çıktı. Çarpan kapının sesi ile zillerin sesleri birbirine karışmıştı. Doğan da bir saniyelik tereddütten sonra peşinden fırladı.
      Lokantadan çıkınca sağa sola bakındı, Turanın Vespası kapının önünde duruyordu. Dükkanlar açılmış, kaldırımlar işlerine gitmek için acele eden insanlarla doluydu. Köşeye trafik ışıklarına kadar koştu. Dört yol ağzında nefes nefese çevresine bakındı, yoktu. Çaresiz geriye döndü, yanlış yapmış çocuğu küstürmüştü. Lokantaya girdi, hesabı ödedikten sonra ağır adımlarla dışarı çıktı. Gazetede nasıl olsa bulurdu Turanı. Diye düşünürken az önce koşarak önünden geçtiği dar, çıkmaz sokağı farketti. Sokaktan içeri henüz bir iki adım atmıştı ki dükkanların arasındaki boşlukta çömelmiş bir halde buldu, Turanı. Yanına çömeldi, genç adam eni konu ağlıyordu. Rahatlamış bir halde yanına yaklaştı.
      “Gel hele delikanlı laflayalım biraz" dedi. Bir kaç dakika sonra güçlükle ikna edebildiği gazeteciye otomobildeydiler. Kontağı çevirdiğinde Turan “Nereye gidiyoruz" deyince "Rahatlıkla konuşabileceğimiz bir yere" dedi ve ekledi "Sahi sır tutmasını bilir misin ?"

      Fabrikada işler iyice yavaşlamıştı. Çiftçinin elindeki, çatı altında yada damda saklanan pamuklarda bitmiş gibiydi. Pamuk fiyatların da bekledikleri yükselişi göremeyen çiftçiler son pamuklarını getiriyorlardı. Dışarıda depolanan pamuklar bitmiş ön depolar temizlenmişti. Çırçır atölyesi ise bir müddet ara vermişti, gerekçe makinelerin ara bakımıydı. Dip depodakiler ve yeni gelebilecek olan pamuklar yeterli miktara ulaşınca tekrar çalışacaklardı. Bu nedenle alınan işçilerin büyük bir bölümü çıkarılmıştı. Daimi personelin boş vaktiyse çoğalmıştı, özelliklede yönetim binasında çalışanların.
      Saatlerin on bire yaklaştığı şu ara kantar odasında bir gurup oturmuş konuşuyorlardı. Rıza baba “Ovada hala elindeki pamuğu satmayanlar vardır" dedi.  “Yok be Rızacım yoktur, varsa bile senin benim tahminimizden çok daha azdır." Mustafa Ali ise somut bir öneri getiriyordu Rıza Aslanın ve Ali ustanın sözlerini

      “Eğer öyleyse çıkalım köyleri araştıralım" diye tamamladı. İkinci müdürse araya girip bilgiççe “Evet bende hala "ovada pamuk çok" diyorum. Müdür beye bu konuyu anlatmalıyız" dedi. O anda koridorla kantar odasında ki kapı açıldı. Yüksel hanım önde, Besim bey arkada içeri girdiler.
     “Beyler, Doğan beyi gören var mı?" Besimin sorusuna bir yanıt verilmeyince Ahmet Bey, Anlaşılan buradaki guruptan kimse görmemiş" dedi. Rıza baba oturduğu yerden doğruldu “Eğer çok gerekiyorsa fabrikayı bir dolaşabilirim" dedi. Muhasebe şefi,
      “Önemli değil" dedi “hiç böyle yapmazdı da." Uzun zamandır odada karşılıklı oturdukları halde hiç konuşmamışlardı. Kantar odasından sonra muhasebeye dönmüşler ellerindeki işlere tekrar gömülmüşlerdi. Besim amirinin verdiği işler yapıyordu yapmasına ama aklı başka yerlerdeydi. Nemrutun beynini yiyen sinek gibi bir soru kafasının içini yiyordu. "Dün gece neler oldu acaba." Yüksel hanımın ve diğerlerinin baskılarıyla barışmak zorunda kalmıştı. Özelliklede Yüksel Hanıma "uzlaşmaz" biri olarak görünmemek için. Ama şimdi "keşke hiç barışmasaydım" diye düşünüyordu.

      Vakit neredeyse öğle olmuştu ve Doğan efendi hala ortalarda yoktu. Keşke gittiği yerden hiç dönmese diye düşündü. Daha acısı, düne kadar kendisini merak eden şimdi yeni gelen birini soruyordu sık sık. Beyninin içindeki sinek tüm gücüyle çalışmaya devam ediyordu. "Dün gece ne oldu acaba." Azıcık cesaret gösterebilse soracaktı. Dakikalar geçiyor Yüksel, duvardaki saate bakma aralığını sıklaştırıyordu.  "Dün gece ne oldu acaba." Akşam üzeri güzel güzel çalışırlarken o yezit gazeteci telefonla aramış yemeğe davet etmişti." Doğanda gelecekmiş" demişti gelen telefonun kimden olduğunu açıklarken. Derken içindeki merak duygusu çekingenliğinden ağır bastı.
      “Nasıl iyi eğlendiniz mi dün akşam" gelen yanıt beynini yiyen sineğe mükemmel bir gıdaydı
      “Hayatımın en güzel gecelerinden birini geçirdim." Sanki bu yanıtı bu kişiden daha öncede duymuş gibiydi. Belleği geçmişini tarıyordu. Anılar... Anılar... Anılar... Kafasının içi kocaman bir kovandı ve anılar kafasının içinde vızıldıyorlardı sanki.

      Sıcak bir gündü. Nişanlısı "bir hasta ziyaretine gidiyorum" diye gitmişti. Hasta kimdi, neredeydi, kimse bilmiyordu. Hatta hastası olup olmadığı bile belli değildi. Çünkü ilçenin en güzel doktorunun mezun olmasına bir iki ay vardı. Üstelik yakın bir zamanda sonra düğünü olacak birinin nişanlısına söyleyeceği bir şey değildi. Bütün bir öğleden sonra aramıştı, arattırmıştı, bulamamıştı. Akşamın ileri saatlerinde nişanlısı çıkıp gelmişti. Hem de alkollü bir halde. O günde benzer bir soru sormuştu.
      “Nasıl, hastanla iyi bir gün geçirdin mi" diye. Aynı çıldırtacak yanıtı almıştı. “Hayatımın en güzel gününü geçirdim." Sonraki "hasta kimdi yada hasta neredeydi" türünden sorulara hep aynı yanıtı almıştı
      “Başım çok ağrıyor" Dedikodular ise alıp yürümüştü "Doktor Necla hanım Doğan beyle birlikteymiş..."  "Koca bir gün sarmaş dolaş gezip dolaştıklarını görenler varmış" diye. İnanmamıştı. İnanmamıştı çünkü Doğan o günlerde Van'da öğretmenlik yapıyor olmalıydı.

      Yüksel’in masasındaki telefon kısa kısa çaldı. Besim odada yalnız olduğu için açmak zorunda kaldı. Telefonun öbür ucunda Rıza baba vardı. Bekçi kulübesinden Doğan beyin geldiğini söylüyordu. Sert bir şekilde, “Ya kantar odasını yada yemekhaneyi arayın" deyip telefonu kapattı. Doğanın işletmeye geldiği güne lanet etti. Önce Necla'sını almıştı elinden sıra Yüksele mi gelmişti. Doğanı tanıdığı güne lanet etti. O anda kapı açıldı lanet okuduğu kişi kapının ağzında dikiliyordu, nefretle kinle baktı. Üçüncü kişiler olmadığı için kinini bakışlarıyla da olsa rahatlıkla kusabilirdi. Bu sadece bir saniye sürdü. Bir saniye yada daha kısa bir zaman parçası kadar. Yüzünde yalancı bir gülümsemenin belirmesi ise ikinci saniyede olmuştu.
      “Doğan! kardeşim!"  Yerinden kalktı “Yüksel Hanım sizi çok merak etti, sabahtan beridir sizi sorup duruyor" dedi. Doğan nasıl hareket etmesi gerektiğini bilemedi. Öğrenci yurdundan arkadaşının bakışlarında bir an nefret gördüğünü sanmıştı. Bir an. Sonra sıcak bir gülümsemeyle karşılamıştı kendisini. İlk Besim mi gerçekti yoksa ikinci Besim mi?
      Allahtan bu iki ezeli dost ve ebedi düşmanın yalnızlığı fazla sürmedi. Hala açık duran kapıda Mustafa Alinin iri bedeni göründü. Bir sinema yer göstericisi gibi yana çekildi. Eğilerek yol açtı.  “Buyurun Yüksel Hanım" odadaki iki adamın yarışta yalnız olup olmadıklarını tekrar sorgulamaları gerekebilirdi. Üç adam, genç hanımefendi yerine oturasıya kadar ayakta beklediler. Yüksel, koltuğuna oturunca Mustafa Ali ayakta durmaya devam ediyordu.
      “Makamınızda bir hakaret saymazsanız kahveleri ben ısmarlamak istiyorum" dedi. Sesinde o iri bedene yakışmayan bir incelik vardı. Ancak kahveler ve çaylar içilirken Yükselin ve dolayısıyla diğerlerinin merak ettikleri soruya yanıt veriyordu.
      “Evet dostlarım" demişti bütün meraklı gözlerin kendine baktığından emin olduğunda anlatmaya başladı.
      “Sizi evinize bıraktıktan sonra Başköprü ye gittim. Açık bir birahane bulup bir iki bira daha içtim. Eve geldiğimde bahçede garip soluk ışıklar saçan ve kendi etrafında yavaşça dönen bir nesne vardı. "Masanın ardındaki Yükselin ve diğerlerinin tüm benlikleriyle kendisini dinlediklerini anlamıştı. Sesindeki heyecan bunda etkiliydi tabii. “Bir an sarhoş olduğumu ya da hayal gördüğümü düşünebilirsiniz ama benim aklım başımdaydı. O nesnenin içinden çıktığını tahmin ettiğim uzun boylu zayıf bedenli ve koca kafasında hiç saç olmayan biri…
      “Hadi oradan palavracı" diye sözünü kesti Yüksel hanım "Ben bunca yıldır uzayda dolaşırım ama tanımladığın türde bir canlıya rastlamadım" deyince Doğan, yüzüne Kemal Sunal havası vermeye çalıştı, ağzını yayarak
      “Mesela yani" deyince odadakilerin hepsi bir anda kahkahayı bastılar.
"İnsanlığın en büyük trajedilerinden biri ahlakın din tarafından ele geçirilmesidir." Sir Arthur Charles Clark

Çevrimdışı azizhayri

  • ***
  • 581
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Anchilea - Bölüm Yirmi Üç
« Yanıtla #27 : 30 Kasım 2015, 08:06:42 »
B Ö L Ü M     Y İ R M İ  Ü Ç


     Günler akıp gidiyordu. Gazeteci Turan, Kayıp çocuklar olayının peşindeydi, ustası ile defalarca konuşmuş, fikir alışverişinde bulunmuşlardı. Ustası elemanının yalnız başına bu işin peşine düşmesinden rahatsızdı. Bu işler oldukça sıkıntılı görünüyor, altından senin, benim boyumuzu aşan bir şeyler çıkabilir" diyordu. Son kurbanın peşinden polisin ve jandarmanın yaptığı araştırmalardan da bir sonuç çıkmamıştı. Bu işle ilgili gayri resmi bir bölüm oluşturulduğunu da biliyordu. Bölümün başına da komiser Ali Rüzgarlı getirilmişti, namı diğer "Rüzgar Ali" Kaymakamlık böyle bir bölümün varlığını inkar ediyordu ama Turan Tunalı’nın gözünden hiç bir şey kaçmazdı. Ülkenin yapısından kaynaklanıyor olmalıydı ki Ekspresin manşetinde yayınlanan haber bir kaç gün içerisinde ikinci hatta üçüncü haber olmuştu. Şimdilerde ise gündem olağan haberlerle doluydu, kayıp çocuklar olayını anan, soran yoktu.
      İlçe de yayınlanan ikinci gazete "Haber" gazetesiydi. Yıllar önce yayınlanmaya başlayan "Ekspres"in iş yapması üzerine "Ekspres" gazetesine rakip olarak yayınlanmaya başlamıştı. Sahipleri "Yakup Bey kadar işlerine bağlı ve istikrarlı olmadığı için" yayın hayatına birçok kereler ara vermişti. Nedeni tamamen meslek ahlakı sorunuydu, Haber gazetesinin yöneticileri, gazetecilik mesleğini ikinci iş yada politik güç olarak gördükleri için tutunamamıştı yayın hayatında. Sürekli el değiştirmişti bu nedenle.
      Haber Gazetesi, rakibi gördükleri Ekspres gazetesindeki bu gelişmelerden son günlerde oldukça tedirgindi. Ekspres’in tirajı hissedilir bir şekilde artmıştı. Kamil Aksu tüm kariyerini ve siyasi bağlantılarını bu iş için seferber etmişti. İktidar partisinin ilçe başkanı birazda Haber Gazetesinin baskısıyla doğrudan Ekspresi suçlayan bir beyanat vermişti. İsim verilmeden yapılan suçlamada “Bir kısım basın" dünyanın her yerinde olabilecek çocuk kayıplarından hayali sapıklar yaratmakla toplumu tedirgin etmekle suçlanmışlardı. Suçlama bununla kalmayıp "Almış olduğu sorumluluğu kaldıramayan bir kısım basın erbabı da tiraj uğruna halkı yanıltacak ve korkutacak haberlerin yayınlanmasına izin vermekle suçlanmıştı. Allah’tan Yakup usta gülüp geçmişti rakibinin bu tutumuna, zamanla da olay sıradanlaşmıştı.
      Olay unutulmaya başlamıştı ama Genç gazeteci Turan bu unutulmaya başlayan haberin peşindeydi. O sapık yada sapıkların "hayali" değil etiyle kanıyla gerçek olduğuna inanıyordu. İlçe Emniyetinde kurulan Özel birimde unutulmuştu. Komiser "Rüzgar Alinin bir defasında gazeteye gelmesini Turan olayın hala sıcak olmasına bağlamıştı. Rüzgar Ali olan bitenlerin farkında olduklarını bu işin basının işi olmadığını söylemişti. Bu uyarıdan sonra Turan kendi başına kalmıştı. Belli etmemeğe çalışarak kendi olanaklarıyla işi çözmeye uğraşıyordu. Bir ara Laleli beldesine gitmiş rastlantı sonucu evde dinlenmekte Küçük Kadriye’nin ailesiyle görüşmüştü. Kayıp küçük kızlardan biri olan Kadriye nin nenesi
      “Jandarmaya anlattım, polislere anlattım, genç bir kız geldi anlattım. Dün şişman bir gazeteci daha geldi ona da anlattım." Gözleri yaşarmıştı yaşlı nenenin. Oğlu karışma gereği duymuş olmalıydı.
      “Ana, bu delikanlıda Gazeteciymiş, kızımızı bulmaya çalışıyor" dese bile yanlış kadının anlatacak durumu yoktu. Hıçkırarak ağlıyordu.
      “Ben torunumu bekliyorken hala soru sormaya geliyorsunuz" diyordu. "Bu soruları sormadan nasıl bulabiliriz torununuzu" demeğe çalışırken kendinden üç-beş yaş büyük olduğunu tahmin ettiği baba, Gazetecinin koluna girerek dışarı çıkardı. Belli etmemeğe çalışıyordu ama onunda gözleri dolmuştu.

      Geri dönüş yolunda "dün gelen şişman Gazetecinin" kim olduğunu biliyordu. Eski kalfası Kamil Aksu belli etmese de bu işin, atlatma bir haber peşindeydi. Muhtemelen de kendilerini itham edecek bir şeyler arıyordu. Peki, soru soran genç kız kimdi. İlden yada İzmir den gelen bir başka Gazeteci miydi yoksa. Belki de özel merakıyla amatörce uğraşan biriydi.
Laleliye gittiğinin ertesi günü Yenikale ye gitmişti. Onbeş ocak günü kaçırılan kızın babasıyla görüşmeye. Aradığı lokantayı kapalı olarak bulmuştu. Lokantacı Sait Usta ortalarda yoktu. "O uğursuz olaydan sonra dükkanını açmıyor" demişlerdi. Uzun ve yorucu bir arama esnasında "niçin motosikletimle gelmedim" diye kendi kendine kızmıştı. Adam, Yenikale’nin dış mahallelerinde dış sıvası bile yapılmamış bir evde oturuyordu, daha doğrusu saklanıyordu.
      Kendinin gazeteci olduğuna adamı güçlükle inandırmış gecekondusunun kapısını zorla açtırtmıştı. “Ailemi ve diğer çocukları memlekete gönderdim" demişti. "Burada bir kaç gün daha kalıp bende döneceğim" diye eklemişti. Tek göz oda ve uyduruk bir mutfaktan ibaret perdeleri her daim kapalı bir evde rahat konuşmuşlardı. Diğer ailelerden duyduklarının benzerlerini bir kere daha dinlemişti saçı sakalı birbirine karışmış adamdan.
     “Kan davalım yada herhangi bir düşmanım yok" demişti. Demişti ama yalan söylediği ertesi gün anlaşılacaktı. Sabah gazeteye varınca Yakup usta "Haber" gazetesini burnuna sokarcasına uzatmıştı. Ekspres, İlçe Tarım Müdürünün değişebileceği konulu politik bir haberi manşetten verirken rakipleri
     "KAYBOLAN KIZIN BABASI MAFYA ÜYESİ ÇIKTI" diye manşet atmıştı. Baş sayfanın yarısını kaplayan haberin devamı "Yapılan aramalarda lokantanın gizli bölümlerinde toz esrar bulundu..." diye devam ediyordu. Turan gazeteyi ustasına geri uzatırken “Bunlar -soruşturmanın selameti- falan dinlemiyorlar" dedi. Haklıydı da "Haber" gazetesi sayesinde halkın ilgisi dağılmış olacak olay çözüldü diye nitelendirilecekti. Kayıp olan diğer üç kızı ve ailelerini düşünen yok gibiydi. Yakup usta, Sen ne diyorsun bu konuda" diyemedi. Dışarıdan vespanın egzoz sesi duyulmuştu.

      İşletmede üretimin sonlarına yaklaşılıyordu. Resmi olarak  "1 Mart" tarihi çırçır atölyelerinin kapanması demekti. Mağlıç üretimi resmen sona erecekti. Beklenen tarihe ise bir aydan az bir süre kalmıştı. Bu nedenle işletmenin en geniş odası sayılabilecek Ahmet Oker'in odasında gayri resmi bir toplantı yapılıyordu. Mustafa Ali'nin ve Serkan Beyin önerileri olan "Köylünün ayağına gitme" fikri tartışılıyordu. Bu tür toplantılarda hep uygulanan gelen şekil gereği İşletme müdürü kısa bir konuşma yaptıktan sonra sözü arkadaşlarına bırakmıştı.
      Ahmet Oker' ve Besim bey muhalefet etmişlerdi. Çiftçide bu alışkanlık yapabilirdi. Gelecek sene "pamuğu almaya ne zaman geleceksiniz" türünden sözler duyabilirlerdi. Müdür bey ise "bu yıl kapasitenin çok altında bir üretim gerçekleştirdiklerini böyle devam ederse gelecek yıllarda pazarı olduğu gibi rakiplerine kaptırabileceklerini" söylemişti. Fikrin babası Mustafa Aliye göre ovaya pamuğu almaya gitmeyeceklerdi. Yalnızca dolaşacaklar kimlerde pamuk olup olmadığını tespit edeceklerdi. "Pamuk bizde şu fiyata, şu tarihe kadar alıyoruz" diyeceklerdi. Bu sayede gelecek yıl için bir altyapıda oluşturmuş olacaklardı. Sonuçta öneri oybirliğiyle kabul edilmişti. Başta itirazda bulunanlarda "evet" oyu kullanmışlardı. Asıl sorun ovaya gidecek kişileri seçmede yaşandı.
      Haklı olarak Yüksel, projeden affını istedi. Serkan Bey ise ailesi Ankara'da oturduğu için bol bol boş vakti olduğunu söyleyerek bu komisyona gönüllü olarak katıldı. Tartışmalar uzamaya yüz tutunca Birol Bey toplantının yönetimini Ahmet beye bıraktı. Komisyonlar seçimle olacaktı ama son sözü Ahmet Oker söyleyecekti. Yasal bir mazereti yoksa Ahmet beyin seçeceği isimler ovada çalışacaklardı. Bütün iş ikinci müdürü etkilemeye kalmıştı. Toplantıya ara verilmiş komisyon için kulis faaliyetleri başlamıştı.
      Toplantıya ara verilmişti ama henüz kimse odadan dışarı çıkmamıştı. Kişilerin birbirleriyle konuşmalarıyla geçen bir kaç dakikadan sonra Ahmet Oker elindeki kalemi masaya vurarak sessizliği sağlamaya çalıştı.
     “Arkadaşlar bu olayı niçin bu kadar büyütüyoruz ki. Gideceğimiz bir kaç köy. İsterseniz olayı bir kır yada köy gezisi olarak ta görebilirsiniz. Pamuktan anlayan bir gönüllümüz hazır. Yanına ağzı laf yapan ikna yeteneği yüksek ve çiftçinin sevdiği iki kişi daha oldu mu tamam işte. Sözünü daha bitirmemişti ki Doğan Bey hemen atıldı.
      “Demek ki bu işte ben yokum. "Kapıya yakın oturan Mehmet Bayram yanında oturan Serkan beyin kulağına Doğan beyin duyabileceği bir şekilde “Dağdan gelmiş bağdakini kovmaya çalışıyor uyanık" dedi. Muradına ermiş ikinci müdürü etkilemişti. "Bilemiyorum beyim sizin bu konuda diğer arkadaşlardan daha çok çalışmanız gerektiğine inanıyorum" dedi. Adınız neydi... Neydi... Doğan... Doğan beydi. Umarım benimle aynı düşüncedesinizdir."
   İşletmeye en son gelen eleman olan Doğan beyin başından aşağı kaynar sular dökülmüştü. Bir aydan fazla bir süredir bu işletmede çalışıyordu ve müdür yardımcısı personelinin adını öğrenme gereği duymamıştı. Ya da karşısındaki kişiyi tahkir etmek için kasıtlı yapmıştı.her iki durumda berbattı, yerinden doğruldu. “Siz önce sizinle çalışan personelinizin adını öğrenin dedi ve öfkeyle dışarı çıktı. Ahmet Oker'in adını bildiğine emindi ama "siz kim oluyorsunuz" gibisinden davranmıştı. Koridorda sıkıntılı bir şekilde dolanmaya başladı. Cebinden çıkardığı paketten bir sigara yakacaktı ki arkasında tanıdık bir ses duydu.
      “Bir tanede bana verir misiniz?" Arkasını dönünce Yüksel’le yüz yüze gelmişti.
      “Bazen çok kabalaşıyorlar değil mi?" Evet, genç memur yanılmıyordu. Doğduğu büyüdüğü topraklarda görev yapsa da aradaki gurbette geçen yıllar Doğanı bir yabancı durumuna düşürmüştü. Ne yazık ki ülkenin batısında yer alsa da bilmem hangi yüzyıla bin yıl yaşansa da bu bölge tutucuydu, dışarıdan gelen yabancıyı kabullenmiyordu.
      “İşte bu yüzden eşim ve çocuklarım Ankara da kalıyorlar Serkan beyde dışarı çıkmış Doğan beyi teselliye gelmişti. Doğan kendisini teselliye gelenleri çaya davet etti.
      Doğanın hakkını kurulda savunmak Besime kalmıştı. Besim için Doğanın peşinden dışarı çıkan Yüksel’i yada Serkan’ı savunmak iş değildi ama eski arkadaşı ve düşmanı için iyi sözler söylemesi zor geliyordu.  “Çok ayıp ettin Ahmet Bey" dedi. Mustafa Ali yetişti nede olsa rakibi sayılırdı Ahmet Oker.
      “Ne demek  -adınız neydi... Doğandı değil mi?- demek." Sesine alaycı bir ton vermiş Ahmet Beyi taklit ediyordu. Fitili asıl ateşleyen Memur bile yükleniyordu. Müdür yardımcısına Bir iki direnmeden sonra Ahmet Bey yanlışını kabul etmek zorunda kalmıştı.

      Yılmaz çayları getirdiğinde ters giden bir şeyler olduğunu anlamıştı. Çaylarını yudumlarken Ahmet Bey ve diğerleri yemekhaneye girdiler. Doğan durumun lehine dönmeye başladığını anlamıştı. Mazlum durumuna düşmüştü ve bu mazlumiyet Yüksel’i kendisine biraz daha yaklaştıracak gibiydi. Daha sonra Doğanın ovaya gönüllü gitmek istediğini söylemesine rağmen önerisi kabul edilmemişti. Devirdiği çamın büyüklüğünün farkına varan İkinci müdür, özür dilemenin bir şekli olarak görmüş olmalı ki Ahmet Oker “Komisyon başkanı olarak bana gitmek yakışır" demişti. Üçüncü üye ise kurul baskısıyla Mustafa Ali seçilmişti. ”Madem gideceğim o halde tutanaklara "Gönüllü" geçsin bari" demişti. Doğana da çayları ödemek kalmıştı.

      “Selamın Aleyküm... Hayırlı işler." Turanın selamı konuşmaların gülüşmelerin ortasına düşmüştü. Hemen herkes gülerek selamını almıştı. Gazetecinin. Mustafa Ali, “İyi olacak hastanın ayağına doktor geldi" dedi. Orada bulunanlar olayın haber-reklam boyutunu anlamışlardı. Ahmet Bey eliyle arkadaşlarına susmalarını işaret ederek
      “Müdür bey bu fikri kendi söylemek isteyebilir" demişti. Kurnaz Gazeteci ortada bir numara olduğunu anlamıştı ama onun İşletmeye geliş nedeni başkaydı. Onu "niçin geldiğini açıklama" derdinden Serkan Bey kurtarmıştı. Turana geliş nedenini sordu, Turanı az tanımasına rağmen bu "irikıyım teneke dişli" arkadaşın insanlarla iletişim kurma konusunda müthiş bir yeteneği vardı.
      “Hayırdır Gazeteci Bey, kayıp çocuklar konusunda iz üzerindesiniz galiba" dedi. Genç gazeteci durumu etrafından saklamada ne kadar zorlandığını anlamıştı. Bir nevi dedektiflik yapmaya hazırlanıyordu. “O iş sonuçlandı biliyorsunuz" dedi. İnandırıcı olmuş muydu bilemiyordu ama devam etti. "Kaybolan çocuğun babasıyla mafyanın doğrudan ilişkisi olduğunu gazeteler yazdı. Okumadınız mı yoksa." Gülüştüler.
      “Benimkisi tam bir -geçerken uğradım- olayı." Ahmet beyin aniden aklına gelmiş gibi yaptığı davet sonucu bir sandalye çekip oturdu. Bir zaman hal hatır sormayla geçti. Turan geldikten sonra yemekhane tekrar "ciddi müessese" havasına girmişti. Çaylar içiliyor masadakiler kendi aralarında konuşuyorlardı.
      “I.C.A. ne demek" Turan dikkatleri çekmek için masada- olan herkesin duyabileceği bir şekilde sormuştu. Mustafa Ali, Serkan Beye anlattığı son anlattığı fıkrayı bırakmıştı, Mehmet bey emekli olunca yapmayı planladığı işleri bilmem kaçıncı defa anlatmayı bırakmıştı. Soran yüzler Genç gazeteciye dönmüştü. Birden bire oluşan sessizliğe Turan'ın kendisi de şaşırmıştı. Yanlış bir şey mi söylemişti yoksa?
      “Ne demek ICA. Bir terör örgütü falan mı yoksa?" Ahmet Oker bilmiş bir şekilde araya girdi. “I.C.A. yada İngilizce söylenişiyle Ay-Si-Ey." Yabancı diller konusunda bilgisi diğerlerinden daha iyiydi ya. "İnternational Cooperative Association" Cümleyi Besim tercüme etti  "Uluslararası Kooperatifler Birliği" Turan elini cebine attı. İlgiyi iyice yoğunlaştıracağını bildiğinden özenerek sardığı mendili açmaya başlamıştı. Beklediği ilgiyi yakaladı da, mendilin içinden günler önce arazide çamurlar arasında bulduğu çakmağa hiç benzemeyen bir çakmak çıkardı. Yıkanıp temizlenince tüm güzelliği ortaya çıkan bir zippo'ydu. Çakmağın yan yüzlerindeki metale estetik el yazıyla kazınmış olan "20.yıl" ve hemen arka yüzdeki "I.C.A." yazısı ortaya çıkmıştı. Ahmet Bey elinde evirip çevirdiği çakmağı hemen tanımıştı.
      “Bizim Müdürün kayıp çakmağı" demişti. Müdür Birol Tekinde hemen tanımıştı çakmağını; “Üç dört yıl önce Fabrikanın yirminci kuruluş yıl dönümü için İzmir'den göndermişlerdi. Bu çakmağı bir plaketle birlikte almıştım. O günlerde orijinal olduğu söyleniyordu. Bir zaman sonra ise kaybettim. Üzüntümden kahrolmuştum." Çakmak elinde sanki uzun bir zamandır görüşemediği dostuyla hasret gideriyor gibiydi. Bir zaman sonra devam etti.
        “Sahi Turan Bey, bu çakmak sizin elinize nereden, nasıl geçti." Turan. Müdürün sözlerini dikkatle dinliyordu, sanki bir açık vermesini bekliyor gibi. Koskoca Birlik işletmesinin müdürü Polat köyü yakınlarında ne arıyor olabilirdi. Turan, bir an karşısında duran adama çocukları kaçıran "sapık" gözüyle bakmayı denedi. Neden olmasın, adam ince uzun yüzü kırlaşmış saçları ve bıyıklarıyla Yeşilçam filmlerindeki kötü adamları andırıyordu. Belli etmemeye çalışarak silkindi "neler düşünüyorum" dedi kendi kendine. Belki de adam gerçekten çakmağını çaldırmıştı, çünkü çakmak orada iki yıldır çamurda kalamazdı. Öyle güzel bir çakmak pek çok kişinin gözüne batardı. Söylenenleri hiç duymamış gibi tekrar sordu
      “Çakmağın sizin olduğuna emin misiniz?" Gururlu bir sesle aldı yanıtı
      “Elbette bu çakmaktan bir tane vardı, o da bana çalışmalarımın karşılığı ödül olarak verildi." Anlattıklarını düzeltme gereği hissetmişti "Kaybetmeden önce demek istemiştim."
      “Nerede kaybettiğinizi anımsıyor musunuz?" Müdür, uzun uzun düşündü, karşısındaki adam acaba gerçekten de düşünüyor mu yoksa rol mü yapıyordu. Başını öne eğmiş yüzü tekrar inceledi. Gerçekten de Yeşilçam'daki kötü adam yüzü vardı müdür Beyin. Uzunca bir süre geçtikten sonra yanıtladı müdür muhatap olduğu soruyu.
      -Geçmiş zaman hatırlamıyorum, kimbilir belki de çaldırdım. Evet bu akla daha yakın görünüyordu. Doğan içeri birlikte girdikleri Turana karışma gereği duymuştu. Turan bey çok soru sorduğunuzun farkında mısınız, yoksa bu bir sorgulama falan mı?" Doğan beyin çıkışı şaşırtmıştı Turanı
      “Yok estağfurullah yalnızca çakmağın Müdür beyin olduğuna emin olmak istedim" diyebildi. Azarlama gibi gelen uyarı dan sonra Turan ileri gittiğini anlamıştı. Yerinden kalkmaya çalışırken Müdür durdurdu.
      “Siz benim yıllardır kaybolan çakmağımı bulun getirin ben size bir yemek bile yedirmeden salıvereyim. Olmaz öyle şey."  Turanın hoşuna gitmişti Gülümsedi, Lütfiye ablanın güzel yemekler yaptığını biliyordu. “Bu teklifinize hayır diyemeyeceğim" dedi. Yemekte müdür bey ısrarla çakmağı nerede bulduğunu sordu Turan’a. O' da gerçeği gizleyip kaçamak yanıtlar vermişti. Daha sonra fabrikadan ayrılırken Doğan beyle görüşmüşlerdi ayak üzeri. Doğan;
      “Listende Müdür var mı?" deyince hiç düşünmeden "evet" demişti. Toplantı esnasında bekçi kulübesinde beklediğini ve dayısının iki üç ay önce dip depoda bulduğu ilginç şeyleri anlattığını söyledi. “Nedendir bilmiyorum ama olayların geçtiği bölgede nüfus yüz binleri geçtiği halde kuşkularım "İşletme" de yoğunlaşıyor" demişti. Doğan beyin "niçin" sorusuna da omuzlarını silkerek yanıt vermişti. Rıza baba her zaman bakımlı olan ön bahçede uğraşıyordu. Turan geçerken seslendi.
      “Rıza amca, bu kış kıyamette ne yoruyorsun kendini." Rıza Aslan elindeki bahçe masasını bırakıp çömeldiği yerden doğruldu. Budama zamanı evlat" dedi. Tam Turan "kolay gelsin" deyip yürümeyi düşünüyordu ki Rıza beyin, bekle şeklinde bir işaret yaptığını sandı. Bir iki adım sonra yaşlı adam yanındaydı.  Validen nasıl oldu" dedi yüksek sesle. Yanına yaklaşınca da fısıldar gibi "Galiba çakmağı kimin aldığını biliyorum" dedi. Turan bir an şaşırdı, tam o anda yönetim binasının giriş kapısında Ahmet Oker belirdi.
      “Rıza Efendi, lütfen elinizdeki işi bırakıp dip depoya Cavit Efendiye yardıma gider misiniz? Rıza Aslan her işini bilen işini seven çalışanın yaptığını yaptı. Peki efendim" deyip elindeki bahçe malzemelerini toplamaya başladı.

      Akşam paydostan sonra Doğan, Turanın çalıştığı gazeteye gitti. İyi de olmuşmuş doğrusu, Yakup usta ile görüşmüş oldu. Daha sonraki durak ise birahaneydi. Birahanenin mavi-mor ışıkları altında Doğan, Rıza babayla gizlice konuştuklarını anlattı.  “Cavit dayın depo falan temizlemiyormuş. Sadece Rıza Babayı oradan uzaklaştırmak için söylemiş.  Anlaşılan senin ikinci müdür ya çok fesat biri yada bir şeyler gizlemeye çalışıyor." dedi.
      “Peki, Rıza amca çakmağı kimin aldığı konusunda bir şey söyledi mi?" Doğan etrafına kuşkuyla bakındıktan sonra birasından bir yudum aldı. Belli ki Gazeteci genci biraz daha meraklandırmak istiyordu. “Çakmağı alırken görmemiş ama o kişinin başka vukuatları varmış. 'Benden duyduğunuzu söylemeyin' diye de sıkı sıkı tembihledi Rıza baba." dedi. Turan başını kaşıdı.
      “Desene kuşkulular listesinde sıralama gene değişti." dedi. Birasını bir nefeste bitirdikten sonra  "İş gene bana düşüyor galiba" dedi. Önce kendi daha sonra Doğanla birlikte gülmeye başladılar.     
"İnsanlığın en büyük trajedilerinden biri ahlakın din tarafından ele geçirilmesidir." Sir Arthur Charles Clark

Çevrimdışı azizhayri

  • ***
  • 581
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: Anchilea - Bölüm Yirmi Dört
« Yanıtla #28 : 03 Aralık 2015, 08:18:35 »
B Ö L Ü M    Y İ R M İ  D Ö R T

      Bir kaç gün öce Doğan ağabeyiyle konuştuklarında "İş gene bana düşüyor galiba" demişti ya şimdi iş üzerindeydi. Adamın evini bulmak zor olmamıştı, ilçenin kenar mahallelerinden birinde, müstakil, bahçe içinde bir evde oturuyordu. Tek katlı üzeri -bir gün olur ikinci kat çıkılır diye- beton olarak bırakılmıştı. Evin bakımsız olduğu her halinden belliydi. Briket yerine tuğla ile yapılmış gecekonduydu. Önce cephenin haricinde doğru dürüst sıva bile yapılmamıştı.

      Gazeteci, ne olur ne olmaz diye sabah erkenden gelmişti sokağın alt başındaki kahvehaneye. Muhit çimento fabrikasının ve Un değirmeninin yakınlarında olduğu için fabrika işçilerinin yoğunluklu olduğu bir muhitti. O nedenle kahveler ve çorbacı sabah erkenden açılıyordu. Önce yedide işe başlayıp üçe kadar çalışacak olanları daha sonra yedide paydos etmiş olanları ağırlıyordular. Pazar günü olmasına rağmen fabrikalar aralıksız çalıştıkları için kahvede oturan pek çok kişi vardı. Göze batmadan adamının çıkmasını bekleyebilirdi. Allah’tan beklediği onu fazla üzmedi. İkinci bardağının sonlarına doğru kahvenin önünden geçen mobileti gördü.
      Masanın üzerine cebinden bir miktar bozuk para bırakarak çıktı. Önde eski, boyaları yer yer dökülmüş mobilet bir hayli geride vespa motosiklet yola koyuldular. Uzun bir süre İlçeyi İle bağlayan karayolunda gittiler. Düşük hızda gidiyor olsalar da sabahın soğuğu yeşil parkasına ve bej atkısına rağmen içine işliyordu. "Ya birde önümdeki mobilet süratli gitseydi" diye düşündü.
      Yolun geniş bir yay çizerek kuzeye döndüğü bölgeye kadar dört beş kilometreden fazla yolu bu şekilde kat etmişlerdi. Ahmetli köyünü geçince karayolu Gümüşlü dağının eteklerinden dolaşıyordu. Geçmiş yıllarda zengin gümüş madenleri olduğu için "Gümüşlü Dağ" adını alan bu dağ tepelerinden doğup gelen bir çay ile ikiye bölünüyordu. Öndeki mobilet ve farkedilmemek için çok geriden gelen vespanın yolları karayolu ile Gümüşlü çayının kesiştiği köprüye kadar devam etti. Öndeki mobilet Gümüşlü köprüsünü geçtikten sonra sola dönünce arkasındaki vespa ne yapması gerektiğine karar verebilmek için bir an köprü üzerinde durdu.
      Köprü üzerinde bir zaman bekledi. Önünde gitmekte olan mobilet yolun soluna dönüp neredeyse Gümüşlü çayıyla paralel giden toprak yolda ilerlemeye başladı. Adam yoldan geçenlerin dikkatlerini çekmemek için vespasından indi. Sanki bir arızası varmış gibi eğildi motorunun sağına soluna bakmaya başladı. Ne de olsa tanınan biriydi.  "Köprünün üzerinde dinelmiş ne yapıyordun" diye soracak olurlarsa verilecek yanıtı olmayabilirdi. Ama motorla uğraşıyor olursa bu tür sorulara bile gerek kalmazdı.
      Vespasının yanında gözlediği motosikleti çamurlara bata çıka gözden yitiresiye kadar izledi. Küçük tekerlekli motosiklet tekrar çalıştı az sonra. Sadece sesini duyduğu motosikleti yumuşak toprakta bıraktığı izlerden takip etmeye başladı.  Gelen sesten ne kadar uzakta olduğunu tahmin etmek zor olsa da işi şansa bırakamayacağı için bir müddet daha yol kat ettikten sonra adamını yayan izlemeye karar vermişti. Yolun alt bölümünde hendeğin içersin de nasıl olmuşsa büyümüş bir zeytin ağacına ön tekerleğinden zincirledi. Üzerine örttüğü dal ve çalıları doğal görünecek şekilde koymaya gayret etmişti. En önemlisi ise motorunu ardına sakladığı zeytin ağacının yerini belleğine iyice yerleştirdi. Geç vakitlerde dağ başlarında motor aramak istemiyordu.
      Kısa bir tırmanmadan sonra yüksek bir kayanın üzerine çömeldi. Elini siper yapıp toprak yol boyunca mobileti görmeye çalıştı. O kendi aracını gizlemeye çabalarken motosiklette varacağı yere varmış olmalıydı ki etrafta doğal olmayan ses yoktu. Bir yandan bakınıyor diğer yandan hızla düşünüyordu. Yokuşu ve arazi yapısını göz önüne alındığında mobiletin fazla hızlı gidemeyeceğini belliydi. Aramızda fazla mesafe olamaz diye aklından geçirdi. Görünmemek için yolun az aşağısından, zeytin ağaçlarının ve çalıların arasından ilerlemeye başladı. Bir an geriye bakıp asfalt yolu görmeye çalıştı ama göremedi. Yoldan uzaklaştıkça zeytinlikler daha bakımsız hale geliyor, orman halini alıyordu. İzlediği yolda iki yüz metre sonra patikaya dönüşmüştü.
      On dakika sonra tanıdığı biriyle dağ başında selamlaşmamak için adımlarını daha dikkatli atmaya başlamıştı. Bir zaman yürüyor sonra çevresini dinliyordu. Bazen gözüne kestirdiği ağaç yada kayaya çıkıp gözünün görebildiği yerlere kadar bakınıyordu. Tek tük kulübelere, küçük bağ evlerine rastlıyor olsa da bunların aradığı evler olmadığını biliyordu. Yolun tepeyle birlikte kavislendiği yerde yamaçla bitişikmiş gibi duran kulübeyi özellikle kulübe önündeki metalik pırıltıyı fark edince aradığını bulduğunu anlamıştı. Uzak olsa da metalik pırıltıyı çelik jant pırıltısına benzetmişti. Askerde öğrendiği yöntemi uygulayıp aradaki uzaklığı ölçmeye çalıştı. Sağ elini başparmağı yukarıda olacak şekilde ileri uzatıp önce sol gözünü sonra sağ gözünü kapatarak iki bakış arasında farkı buldu. Yaklaşık on katı kadar uzakta olduğunu biliyordu. Bulunduğu yerden inerek yürümeye devam etti.
      Kayseri’de almış olduğu komando eğitiminden belleğinde kalan bütün bilgileri kullanarak ilerliyordu. Eğer kuşkularının birazının gerçek olduğunu varsayarsa dahi nelerle karşılaşabileceğini bilemezdi. Zaten buraya geliş amacı da araştırmadan ibaretti, polislik yada jandarmalık yapmayı düşünmüyordu. Yolun üst bölümüne geçmiş, yamaçtan ilerliyordu. Bu sayede hem çevresini daha iyi görüyor hem de çamların arasında kendini gizlemiş oluyordu. Manzara ise doyumsuz bir şekilde ayaklarının altında uzayıp gidiyordu. İçinde bulunduğu güzelliği ancak yorulduğunda biraz dinlenmek için bir ağaç kütüğüne oturduğunda farketti.
      Bir sigara içimi kadar oturdu kütükte ama o kısa süre mevsimin hala kış olduğunu anımsatmaya yetti. Terli ve hareket halindeki vücut birden durunca üşümüştü. Yukarıda neredeyse tepeye varmış olan güneş ısıtmıyordu. O gün güneşin görevi yalnızca aydınlatmaydı anlaşılan. Başını geldiği yöne çevirince asfaltı göremeyecek kadar yol aldığını anladı. Değil asfalt yoldan bir hayli içeriye gizlediği vespasını koyduğu yeri bile göremiyordu. "Umarım dönüşte bulabilirim" diye düşündü. Yavaş yürüyordu ama yine de bir hayli yol almıştı. Sigaranın son nefeslerini çekerken çevresini bir kere daha dinledi. Dikkatini biraz daha arttırdı, bir kaç dakika sonra onca dikkat ve özenin gereksiz olduğunu anlayacaktı.
      Kulağına çalınan sesin önce bir hayvan iniltisi zannetmişti, . Yürümeye devam edince sesin bir metalik ses olduğunu ara sıra insan sesinin karıştığını anladı. Adamının keyfi yerinde olmalıydı. Bir şarkı söylüyordu, genç adam attığı her adımda sese biraz daha yaklaşıyordu. Sesin sahibini ilk gördüğünde gülmesinin mi yoksa ağlamasının mı gerektiği konusunda bir karar veremiyordu.
      Hedefine iyice yakınlaştığını tahmin ettiğinde yolun bir hayli yukarısına çıkmıştı. Yüzyıllardır ayakta duran bir zeytin ağacına tırmanmıştı. Gideceği yönde ileriye bakınca Gümüşlü çayının ovaya indiği yerde dere yatağının bir gölete dönüştüğünü gördü. Adam paçalarını sıvamış, ayaklarında çizme, mini gölette balık tutuyordu. Hemen sağındaki irice bir kaya üzerinde ise bir el radyosu çalıyordu. Radyoyu seçemiyordu ama eski bir radyo olduğu hem dinlediği kanaldan hem de sesin boğukluğundan anlaşılıyordu. Belli ki orta dalgadan TRT radyolarından birini dinliyordu.
      İçinden adamın garip haline gülmek istedi. Başta kocaman eski kasket sıvalı paçalar, kargıdan uyduruk bir olta ve hepsini doldurabilecekmiş gibi yanı başında kocaman bir sepet. "Öyle biri dağ başında balık avlamak için neden bu kadar yol yürüme gereği duysun ki" diye düşündü. Bu ufacık derenin içine aktığı ırmak ilçeye o kadar yakın akıyorken veya daha yakın deniz varken niçin bu dağ başlarına balık tutmak için geliyor olabilirdi. Hemen aklına tırmandığı yerden göremediği kulübe geldi. "Kulübe yüzündendi" dedi mırıltıyla. Kulübe bir tür karargâh merkezi miydi yoksa?
      Beklemek işin en zor yanıydı. Saatlerce kah ağaçta tünedi kah yerde çömeldi. Ses çıkarmamaya gayret ederek bekledi. Bir kaç defa geri dönmeyi düşündüyse de kendini güçlükle vazgeçirdi. Bedeninin hücreleri açlığa iyice yaklaştığında müziğin sustuğunu farketti. Bir kaç saat içerisinde yakından tanışma mutluluğuna eriştiği zeytin ağacına bir kez daha çıktığında ise adam eşyalarını toplamış dönüş yolunu tutmuştu. Adamı izlediğinde de dalların arasında göremediği kulübeyi gördü. Tüm becerisini kullanarak kulübeye biraz daha yaklaştı.
      Kendine kızıyor lanetler ediyordu, koca bir günü amatör bir balıkçının peşinde hem de aç açına geçirmişti. Şimdiyse bir saati aşkın bir süredir gizlendiği yerden adamın girdiği kulübeden çıkmasını bekliyordu. Aslında merakta ediyordu. Uzaktan seçebildiği kadarıyla küçücük pencereleri vardı kulübenin, küçücük ama parmaklıkları olan pencereler. Büyüklüğüne bakarsanız bir odadan ibaret derdiniz kulübe için. Peki, bu küçücük kulübede bir saat ne yapılabilirdi. Güneş yamacında bulundukları tepeyi çoktan aşmıştı. Bekledi. Bekledi. Bir an aklına adamın mobileti geldi. Mobilet görünmüyordu. Yoksa bir şeylerden mi kuşkulanmıştı adamı.
      Bu düşüncelerinin üzerinden bir kaç dakika sonra kapı aralandı. Kapı aralandığında önce mobiletin ön tekerleği dışarı çıkınca rahatladı. Ne de komik olurdu ama. Sen saatlerce bir adamı izle, dağ bayır yol tep. Sonra hiç ilgisi olmayan birisi çıksın karşına, zorla gülümsedi.
      Pusuya yattığı yerden görebildiği kadarıyla adam banyo yapmış olmalıydı ki kafasının ıslaklığı bulunduğu yerden bile belli oluyordu. Kendi sağlığını düşünen biri olduğu için etrafına bakınırken kafasına yün başlık taktı. Kapının önünde bir zaman uğraştıktan sonra mobiletini çalıştırdı, geldiği yönde yol almaya başladı. Ağaçtaki adamsa nefesini tutmuş dalların sıklaştığı yere doğru hafif kayarak görünmemeye çalışıyordu. Tepelerde yankılanan motor sesi kayboluncaya kadar kıpırdamadan bekledi. Aşağı indikten sonra bir sigara içimi daha bekledi ne olur ne olmaz aniden geri dönmesin diye. Merak duygusu sabrını frenleyemez hale gelince de kulübeye doğru yol almaya başladı.
      Yamaçtan inmeden önce çevresini bir kere daha belki de yüzünce defa dikkatlice inceledi. Yavaşça çalılara ve ağaç köklerine tutunarak indi düzlüğe. Sonra kulübenin etrafında bir tur attı. Aşağı yukarı yirmi beş otuz metrekarelik bir binaydı. Tuğla taş karışımı duvarları oldukça sağlam görünüyordu. Rüzgar almayacak yönde bir bacası ve iki küçük penceresi vardı. Pencerelerdeki parmaklıklar bir kere daha şaşırttı adamı. Az önce ağacın üzerinden de görmüştü ama bu kadar kalın demir çubuklardan yapılmış olabilecekleri aklına gelmemişti. Böyle dağ başındaki bir evde ne gizlenebilirdi ki...
      Kulübe, on oniki, dönüm bir bahçenin yamacına inşa edilmişti. Arazi belli belirsiz çitlerle ve çalılarla çevrilmeye çalışılmıştı. Bahçenin eğiminin azaldığı ova yönünde ise araziye irili ufaklı kazıklar çakılmıştı. İleride dikenli tellerle çevrilmesi düşünüldüğü anlaşılıyordu. Düzensiz dikilmiş sekiz on zeytin ağacı bir kaçta fidan vardı. Belli yerlerde toprağın işlenmeye çalışıldığı anlaşılıyordu. Canı sıkılan ve çabuk bıkan birisinin eseri olduğu her halinden belliydi. Kapıdaki çift kilidi görünce kuşkuları arttı. Başka bir yerden sökülüp getirilen yale kilidin otuz santim kadar üzerinde kocaman bir asma kilit vardı. Sağlam ağaçtan yapılmış kapıya özel dizayn edilmiş düzeneğin ucunda sallanıyordu "Bir insan bu kadar tedbirin gerisinde ne saklıyor olabilirdi." Aradıkları sapık bu adam olmalıydı. Parmaklıkların ve kapıdaki çifte kilidin başka bir açıklaması olabilir miydi?
      Cebinden çıkardığı kendi anahtarlarını denedi. Mümkün değildi. Çünkü yale kilitte, asma kilitte işporta tezgahından alınan ucuz kilitlere benzemiyordu. Bir zaman daha denedikten sonra açamayacağını anlayınca vazgeçti. Kilidin üzerinde ve kapıda hırsız izi bırakmak istemiyordu.
      Pencerelere yöneldi. Kulübenin pencereleri belli ki potansiyel hırsızları caydırabilmek için küçük yapılmıştı. Yetişkin birinin girip çıkması mümkün değildi, belki bir çocuk girebilirdi. Anlaşılan kulübenin sahibi kulübesine çocukların girebileceği olasılığına bile dayanamıyordu. Bu nedenle sağlam parmaklıklar yaptırtmıştı. Sonuçta kulübeye değil insan belki kedi bile giremezdi. Kafasını içeri doğru uzatıp görmeye çalışınca hayreti son noktaya vardı, pencereler kalın ve koyu renk perdelerle örtülmüştü. Tekrar kapıya döndü.
      Kapının etrafında uzun süre arandı. Ne aradığını bilmiyordu ama farklı bir şeyler, bir ipucu arıyordu. Kapının kenarında bir kaç teneke kutu saksı haline getirilmişti. Tenekelerin içindeki çiçeklerse çoktan kurumuş toprağı beton haline gelmişti. Tenekeleri kaldırıp altlarına baktı, yoktu. Bir yedek anahtar olmalıydı ve gazeteci onu arıyordu, bulamadı. Kapı eşiği durumundaki tek parça taşı da kaldırdı, yine bulamadı. Bir kaç kırmızı leke dikkatini çekmişti. Taşın kapı kasaları yönünde kurumuş bir kaç damla kırmızı boya olabilirdi. Ama bu dağ başında kırmızı boyanın ne işi olabilirdi O halde bu olsa olsa kandı.

      Evin içi bir hayli kalabalıktı. Konuşmalar gülüşmeler odaya sığmıyor pencereden kapıdan sokağa taşıyordu. Emine kadın kocası Mukadder Bey öldüğünden beridir ilk defa bu kadar mutlu oluyordu. Ev yıllar öncesinin mutlu evine dönmüştü. Akranlarının Emine Bacısı küçüklerinin Emine ablası kocasının zamansız ölümünden sonra çocukları için elinden ne geliyorsa yapmıştı. Şimdi de onlar için koca bir piliç haşlamıştı; hem de öyle yumurtadan çıktıktan kırk gün sonra kesilecek büyüklüğe erişen hormonlu piliçlerden değil. Suyuna şehriye çorbası ve pirinç pilavı yapmıştı, birde ıspanaklı börek. Hamurunu eliyle açmış, en büyük sinide mahalle fırınında pişirtmişti. Bütün bu hazırlıklarının nedeni ise ailesinin bir araya gelmesiydi. Rahmetli kocası aklına geldikçe gözleri yaşarıyordu ama çevresine belli etmeden belli belirsiz bir hareketle siliveriyordu. Eh ne de olsa sofrada başka bir Mukadder vardı.
      Akşam ezanıyla birlikte sofraya oturulmuş, ne var ne yoksa afiyetle mideye indirilmişti. Gündüz yemekleri hazırlamak için biraz yorulduysa da servis konusunda parmağını bile kıpırdatmamıştı. Ne de olsa aslan gibi bir kızı ve gelini vardı. Kapı çalındığında ise bu neşeli yemeğin sonlarına gelinmişti. Hanımlar sofrayı kaldırmaya çalışırlarken beylerde salonda bu yılın şampiyonu kim olacak tartışmasına girmişlerdi. Kapı sesini duyar duymaz Doğan yerinden fırladı. Dışarıdan gelen motor sesini beklediği belli oluyordu, vespasının üzerindeki Turanı görünce içinden bir "Ohh" çekti. Akşamın alacasında selesine kadar çamura batmış bir motorun üzerinde motorundan daha kötü bir halde duruyordu Turan. Yüzüne kadar çamur olmuştu. “Hayırdır ne oldu" deyince Turan "Hayırdır... hayırdır" diye yineledi Bıyık altından gülümsüyordu.
     “Adamımızı bulduk galiba" dedi. Doğan bu kadar kısa sürede bir sonuca varmaları şaşırtmış olmalıydı ki anlamamış gibi yüzüne bakıyordu Turanın.  Pencereden meraklı bakışlarla kendilerine bakan Emine teyzesini gördüğünde konuyu değiştirmesi gerektiğini anlamıştı Turan. Uzun süren bir hal hatır sorma faslına girişti. Yaşlı kadın oğlunun arkadaşını içeri davet edince de nazikane bir şekilde reddetti.
      “Balıktan geliyorum. Geç kaldım Beni merak etmeğe başlamışlardır" deyip vedalaşmaya başladı. Emine teyzesi ısrar edince itiraz edilemeyecek cümleyi kullandı. “Behiye’ye de uğrayacağım demiştim" deyince kimsenin söyleyecek bir sözü kalmamıştı. Ayrılırken pencereden bakmağa devam eden yaşlı kadının duyamayacağı bir şekilde      “Yarın mutlaka görüşelim" diyebilmişti.
"İnsanlığın en büyük trajedilerinden biri ahlakın din tarafından ele geçirilmesidir." Sir Arthur Charles Clark

Çevrimdışı azizhayri

  • ***
  • 581
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Anchilea - Bölüm Yirmi Beş
« Yanıtla #29 : 07 Aralık 2015, 08:39:25 »
B Ö L Ü M    Y İ R M İ B E Ş

     İlçede her şey normal gözüküyordu. Mevsim gereği en çok kazanan işyerleri gündüzleri kahvehaneler geceleri birahanelerdi. Halkın büyük bir bölümü geçimini çiftçilikten sağladığı için esnafta, tarıma dayalı küçük sanayide çiftçiyi gözlemekteydi. Eğer pamuk veya diğer tarım ürünleri iyi para ederde çiftçi bol para kazanırsa ilçede herkesin yüzü gülerdi. Yok eğer hava şartlarından veya başka nedenlerden dolayı işler kesat giderse esnafta diğerleri de hazırdan yemek zorunda kalırlardı. Mevsim gereği çiftçi henüz tarlaya inmediğinden gününü kahvelerde geçirmeye devam ediyordu. Bir kaç kişi erken hazırlıklara başlamış olsa da yağan yada yağabilecek yağmurların azalmasını bekleyenler çoğunluktaydı.
     Doğal olarak kahvecilerin ve birahanecilerin dışındaki esnafta kendisini çiftçilere göre ayarlıyordu. İlçenin nüfusunun büyük bir bölümünü oluşturan çiftçi o yıl iyi kazandıysa piyasa kıpır kıpırdı. Özellikle pamukların toplanıp işletmelere teslim edildiği günlerde alınan paralar yaz boyu çiftçi müşterisine veresiye satış yapan esnafın yüzünü güldürüyordu. Kabaran hesaplar ödenmeye başlanıyordu. Düzenli maaş alan memurların ve iki üç büyük fabrikada çalışan işçilerin yıl boyu yaptığı alışverişler ise yalnızca günü kurtarıyordu. Bu hizmet sektörünün çok yaygın olduğu ilçede en küçük berber dükkanından tarım makinesi üreten işletmelere kadar tüm işyerleri için geçerliydi. O nedenle esnaf, çiftçi kardeşinin bir an önce tarlasını ekmeye başlamasını bekliyordu. Tarlasını eksin ki masraflar için kenarıya koyduğu paraları kullanmaya başlasın.

      Masada oturan büyük ortakla, ayakta gezinen küçük ortağında amacı bu pastadan dolaylıda olsa pay almaktı. Esnafın aboneliklerini yeniletebilmek istiyorlardı. Beşinci yaşına basmıştı gazetedeki patronlukları. Uzun yıllar yaşayabilmesi, Haber Gazetesinin diğer sahiplerine benzememeleri için süresi biten abonelerin aboneliklerini yeniletmelerine ve yeni aboneler bulmalarına bağlıydı. Doğrudan satış yapamıyorlardı, Gazeteleri rakibiyle birlikte yalnızca Başköprüdeki Kültür adlı bayide satılıyordu. Sonuçta gazete satışları düşmesi reklam gelirlerinin de düşmesi demekti.
      “Satışı olmayan gazeteye kim reklam vermek ister ki" Kapı girişindeki küçük camlı odada döner koltukta oturan genç böyle demişti. Gazetenin büyük ortağı "Gürsel Yurttaş" oturduğu koltukta duramıyordu. Sanki ayakta küçücük oda boyuna volta atan Kamil abisi değil de kendisiydi. Hayatı boyunca etkilendiği babasının sözünü kendi sözüymüş gibi söylemişti. Ayakta dolaşan şişman beden bunun böyle olduğunu biliyordu ama nede olsa ortağıydı ve saygı duyması gerekiyordu. Koskoca Yurttaşların büyük oğluydu, "Yurttaşlar" mağazalarının sahibi Lütfü Yurttaş’ın oğlu.
      Karşısında oturan genç adamın babası "Haber" gazetesinin de gizli sahibiydi. Ortalıkta görünmeden gazeteyi oğlu aracılığıyla yönetiyordu. Kendi düşüncelerini ve direktiflerini oğlunun ağzıyla söylüyordu. Yılların kurdu Kamil Aksu bütün bunları bilmiyor muydu? Biliyordu ve velinimetine duyduğu saygıdan bilmiyormuş gibi davranıyordu.
      Beş yıl önce Haber Gazetesini aldıklarında yakaladıkları satışı düzgün bir azalışla kaybediyorlardı. Arkalarındaki duvara asamadıkları satış grafikleri sürekli negatif eğriydi. Böyle devam ederse en iyimser görüşle bir yada iki yıl anca dayanabilirlerdi. Kapanan "Haber" ise işsiz kalması ve kavga dövüş ayrıldığı "Ekspres"e dönüş demekti ki bu hayatta en son isteyebileceği şeylerden biriydi. İşte bu nedenle oğlunun ağzından babasının dediklerine kulak vermeliydi. Karşısında oturan şımarık zengin çocuğunun ağzındaki baklayı çıkartmalıydı.
      Kurt gazeteci Kamil, pazar öğleden sonrasını rapor vermekle geçirmişti. Sözde çay içmek için davet ediyorlardı kendisini evlerine. Konuşulan konu genelde iş konuları olurdu. Kendi sermayesini toplayasıya kadar yada başka bir sermayedar bulasıya kadar bu kaprislere katlanmak zorundaydı. Sonradan görmelerin pek çoğunda olan ihtişam ve bu ihtişamı sergileme arzusunu aşırı bir şekilde yansıtan salonda konuşmuşlardı. Maun kaplamalı kocaman masasında kah telefonla kah masadaki ıvır zıvırla oynayan büyük ortak aradaki aracıyı - oğlunu- kaldırmış direktifleri bizzat kendi vermişti. Şimdi ise oğlu yine babasının verdiği akılla ortağı olmaktan çok bir müdürü, bir elemanı olarak gördüğü Kamil Aksu'ya ne yapmaları gerektiğini söylüyordu.
      Masada oturup babasının pozlarını takınan büyük ortak konuşuyordu. Kamil ise büronun içeri atölyeye bakan camın önünde asılı olan jaluzilerin arasından makinelere ve işçilere baktı. "Bu moron doğru söylüyor" diye düşündü. Yaptığı görüşmelerde hayır cevabını aldığı reklam verenler aklına geldi.
      Lütfü Yurttaş’ın çevresi sayesinde önceleri iyi satış yapmışlar kayda değer reklam geliri elde etmişlerdi. Ya şimdi Aşağıdaki makinelerin anca yarısı çalışıyordu. Onlarda ya davetiye , el ilanı yada kartvizit basıyorlardı. Bunlar gazeteyle ve gazetecilikle bir ilgisi olmayan işlerdi. Geri döndü. Koca masanın gerisinde döner koltuğunda sağa sola dönüp duran genç adama baktı. Şimdi "babam diyor ki" diye söze başlar diye aklından geçirirken Gürsel Yurttaş bürodaki sesliğin daha fazla uzamasına izin vermedi.
      “Kamil abi, biliyorsun dün babamlardaydık; 'Niçin bu sapık olayının üzerine düşmüyorsunuz' demişti." Kamil Aksu "aptal herif orada olduğumu unuttu galiba" diye aklında geçirdi. Sesini çıkarmadı çünkü kendisi evden ayrıldıktan sonra neler konuşulmuştu onu duymak istiyordu. Babasının sözünden çıkmayan bir ortak bulduğu için kendine bir kere daha lanet ettikten sonra "Nasıl yani" dedi.
      “Hani kaybolan çocuklar var ya işte o konu üzerine haber yapalım" dedi. Sözünü bitirince belli belirsiz bir "Ohh" çekti. Kamil Aksu deminden beri beklediği cümlenin bu olmasına hem şaşırdı hem sevindi. Bir iltümatom yada ortaklığın feshi konusunda bir cümlede duyabilirdi. Ayakta dolanmayı bırakıp yerine geçti. Maalesef koltuğunu karşısındaki şımarık çocuk gibi sallayamadı. Nede olsa odayı dekore eden de Lütfü Yurttaştı. Herkesin iyi tanıdığı Lütfü Ağa, kendinin yada oğlunun olduğu bir mekanda daha iyi bir koltuğa bir başkasının oturmasına izin vermezdi.
      “Biliyorsunuz ki bu işin üzerindeyiz, Yenikale' de yakalanan adamı haber yapalı daha ne kadar oldu ki" diye sözlerini sürdürdü. Oda bir kere daha sessizliğe bürünmüştü. Yılların gazetecisi kendini siyasi olarak yetiştirmeye çalışan Kamil Aksu"dan polis muhabirliği yapması isteniliyordu. Dakikalarca elindeki mektup açacağıyla oynadıktan sonra;
     “Devam et ortak, seni dinliyorum" deyince Gürsel konuşmasına devam etti.
     “Biliyoruz... Yani biliyorum. Bize daha fazlası gerekiyor. Babam... şey yani ben bu ilçede bir sapık olduğuna inanmıyorum." dedi. Kamil Aksu'dan beklediği ilgi gelmişti. Elindeki mektup açacağını masanın üzerine bırakmış doğrudan karşısındaki gencin yüzüne bakmaya başlamıştı.
      “Ekspres bir kaç rastlantıdan bir haber yapmaya çalışıyor ama onun hazırladığı yemeği biz yiyebiliriz" dedi. Evet, Lütfü Yurttaş kafası çalışan biriydi. Bir an koltukta pos bıyıklı ihtiyarı görür gibi olmuştu. “Devam et" dedi. Arkadan gelecek cümleleri tahmin edebiliyordu ama bir tür itiraf gibi duymak istediği için delikanlının anlatmasını destekliyordu. Yerinden doğruldu. Gürsel Yurttaşın yanına bir sandalye çekip oturdu. Anlattıklarını yakından duymak istemekten çok "anlattıkların ilgimi çekti" demek ister gibiydi.
      “Sen hele anlat bildiklerini daha sonra benimde Adaya yeni gelen revü gurubuyla ilgili anlatacaklarım var" dedi. Delikanlıyı zayıf yerinden vurmaya kararlıydı anlaşılan.

      Ayın ondördünde Turan gazeteye her zamankinden biraz daha geç geldi. İçeri girdiğinde Yakup usta elemanının selamını almadan elindeki gazeteyi gözüne sokarcasına uzattı.
     "UZUN SÜREDİR SESİ SEDASI ÇIKMAYAN SAPIK YENİ TEZGAHLAR PEŞİNDE Mİ?"
      Manşet üzerindeki bu sorunun hemen altında kocaman puntolarla  "Anneler Babalar Dikkat" uyarısı vardı. Haber iri harflerle devam ediyordu.
      “Polisimizin ve Jandarmamızın başarılı çalışmaları sonucu korkup sinen sapık’ın yeni kurbanları konusunda halkımızı uyarmayı bir görev biliyoruz..."diye devam ediyordu. Turan verilmek istenilen mesajı almıştı. Ama Yakup ustanın sessiz hücumu devam ediyordu. Yazıhaneden çıkıp dağıtılmayı bekleyen kendi gazetelerinden birini alıp Turan'a uzattı. Ekspreste ise Son yağmurlarla ilgili haber vardı. Turan ustasının ne demek istediğini anlamıştı. Yakup usta ise devam ediyordu.
      “Az önce "Kültür"e telefon ettim. Vatandaş peynir ekmek gibi "Haber" alıyormuş" dedi. Turan da istediği etkiyi yapıp yapamadığını anlayabilmek için bir kaç saniye sustuktan sonra devam etti. “Bana 'ellerindeki Haber gazetelerinin tükendiğini tekrar istemek zorunda kaldıklarını' söylediler" dedi Yakup usta. Turan saatine baktı. Dokuz buçuğa geliyordu.
      “Biliyorsun bu işin peşindeyim ama bizim pişirdiğimiz aşı onlar yiyecek gibiler" diyerek kendini savunmaya çalıştı. İnandırıcı olmadığını biliyordu. Kalfası Kamil Aksu'nun bu konuya yönelmesi daha bu konunun "Haber" tarafından işleneceğini belirtiyordu. Elini çabuk, ağzını sıkı tutması gerekiyordu. Bir an kaybolan "çakmak"tan söz etmeyi düşündü ama hemen vazgeçti. Çamurda bulduğu çakmak yalnız başına bir anlam ifade etmezdi. Çakmak tezini güçlendirecek kanıtlar gerekiyordu.
      Ustası matbaa makinelerinin başına dönünce Turan en yakın koltuğa oturdu. Durum gerçekten önemliydi. Bu adamlar bu olaya el attılarsa bir bildikleri olmalıydı. Ama ne? O zaman "Haber" kayıp çocukların kaybolma tarihleri arasındaki eşit süreleri farketmiş olmalıydılar. İçeri seslendi
      “Usta. Yakup usta." Yaşlı usta içeri girdiğinde yüzünde sahte olduğu iyi tanıyan biri tarafından hemen anlaşılabilecek kızgın bir ifade vardı.
      “Gene ne var" dedi.
      “Kızma be usta bak ne diyeceğim." Kaşlar hafifçe düzelmiş gibiydi. "Gel hele otur" Turan hemen yanındaki koltuğu işaret ediyordu. Bir kaç gün önce Doğan Beyin uyarısıyla farketmiş olduğu periyodu anlattı. Çocukların kaybolma tarihlerinin rastlantısal olmadığını belli zaman dilimleri arasında bu işin tekrarlandığını düşündüklerini söyledi. Bekledikleri tehlikeli günün yarın olduğunu ama böyle bir uyarıyı yapıp yapmama arasında ikircikli kaldığını anlattı. Dahası "Eski kalfası Kamil Aksu'nun bunu fark etmiş olabileceğini" düşündüğünü söyledi.
      Yakup usta derin düşüncelere daldı.  Eline tekrar "Haber" Gazetesini aldı. Tekrar ama bu defa alıcı gözüyle okudu. Uzun süren bir düşünmenin ardından “Sanmıyorum" dedi. "Sen uyarmasan benim bile haberim olmazdı. Bunlar orman taşlayıp çakal çıkarmaya çalışıyorlar. Yalnız şuna emin olabilirsin ki onlarda bu işin peşindeler artık."
     “Sence, böyle bir uyarı yapmalı mıyız?" deyince de "hayır" yanıtını almıştı.  "Kesin bir şey olmadan bu tür başlıklar atmak çok sakıncalı olur." Bir zaman düşündükten sonra
      “Sen izin verirsen bir başyazı yazabilirim" dedi. Turan gülümsedi. Yakup usta uzun zamandır ilk defa yazı yazmaktan söz ediyordu. Demek ki belli etmese de bir "sapık" olabileceğine ihtimal veriyor olmalıydı. Turan aniden duraladı
      “Pazartesi günü sana anlattıklarımdan söz etmeyeceksin değil mi?" dedi. Yaşlı adam gülümseyerek
      “Ben bu işe dün başlamadım evlat" dedi. Nedense Turan ustasının bu tavrını Amerikan filmlerinde sık rastlanan sahnelere benzetti.

      Sedirli Ege denizinin sahilinde sessiz bir beldeydi. Daha doğrusu beş on yıl öncesine kadar sessiz, sakin bir kıyı köyüydü. Bölgede turizm çalışmaları hareketlenince çevresin deki diğer yerleşim birimleri gibi Sedirli' de turizmden nasibini almıştı. Adını sayıları iyice azalmış olan "Sedir" ağaçlarından alan bu köy turizm ile tanışınca önce o güzelim Sedir ağaçlarını vermişti bedel olarak. Köyün üst bölgelerindeki sedir ağaçları yazlık sitelere dönüşmüştü. Allah’tan altı kilometre ilerisi Milli Park ilan edilmişti de ağaçların bir kısmı kurtulmuştu.
      Köy binlerce yıllık bir geçmişle iç içe yaşıyordu. Güney rüzgarlarına açık bir körfezin dağ eteklerine kendilerinden yüzyıllarca önce kurulan yıkıntıların birkaç yüz metre aşağısına kurulmuştu. Bu sayede ev yapanlar yıllar yılı malzeme sıkıntısı çekmeden yıkıntılardaki taşları, mermerleri rahatlıkla kullanmışlardı. Bütün bunlar tarihin turizm, turizmin para demek olduğunu bilmedikleri yıllarda olmuştu. Ne zaman o yıkıntıları görmeye gezmeye gelenler olduğunu anlamışlardı o zaman ellerindeki arazilerin kıymetini öğrenmişlerdi. Dışarıdan gelip evlerini, bahçelerini, arazilerini yüksek paralarla almaya gelenleri gördüklerinde de İlyas Çobanoğlu gibi ellerindekilerin bir bölümünü satıp çok daha rahat bir hayat yaşamaya başlamışlardı.

      Çoban İlyas kayın babasının vefatından sonra kendi hanımına bıraktıkları portakal bahçesi için bir hayli kızmıştı. Kayınçoları arazilerin iyi ve havadar olanlarını kendilerine alıkoymuş deniz kenarındaki beş dönüm bahçeyi eniştelerine bırakmışlardı. O zaman çok kızdığını anımsıyordu. Yıllar sonra köy kasaba olduğunda arazilerin kıymetleri artmıştı. Özelliklede denize yakın olanların. Şimdi rahmet okuduğu kayınpederi portakal bahçesi sayesinde oğlunu evlendirmiş şirin köy evinin yerine cadde üzerinde köşe başında arsa almıştı. Arsaya saray yavrusu gibi dört katlı bina yapmıştı. Çoban İlyas. "İlyas Bey" olmuştu artık. Zemine kocaman bir süper market" açmışlardı. Marketin üzerindeki katı kendine, bir katı oğluna bir katını da torununa ayırmıştı. En küçük torun Tülay ise kendilerinin -bir köroğlu bir ayvaz- oturdukları dairede otururlar diye düşünüyordu.
      İlyas Bey bakmış etrafta o beğenmedikleri yıkıntıları görmeye gelenler için pansiyonlar açılıyor, oğlunu yanına almış son iki katı pansiyona çevirmişti. Bu sayede hem işsiz oğlu ve gelini pansiyonda çalışır olmuş hem de cepleri daha fazla para görür olmuş. Adını da o çok sevdiği torununun adıyla aynı adı koymuştu. "Tülay Pansiyon". Yakup ustanın "Uyarı" adı altında başyazı yazdığı günün sabahında Tülay Pansiyonun sahibi İlyas Çobanoğlu İlçeye pazara gitmeye hazırlanıyordu. Yaşlı kadın süpermarketin içersine doğru seslendi
      “Hadi bey pazara geç kalıyorsun. Bir an önce git bir an önce gel." İçeriden marketi eve bağlayan kapının olduğu yönden "tamam" der gibi bir homurtu geldi. Az sonrada homurtunun sahibi İlyas Bey göründü. Elinde ucuz pazar çantalarından iki tane vardı.
      “Bir araba şart bize" dedi homurtuyu andıran sesiyle. Turistler gelmeden oğlan bir araba alsın" dedi. Karısı "evet" anlamında kafasını salladı “Hadi koca dükkanı akşama kadar başıma yıkma" demeyi de unutmadı. Kadın iyice yaşlandığını hissediyordu. Fiyatları aklında tutamaz olmuştu, bir araba alırlarsa hepsi birden rahat etmiş olacaklardı.
      Minibüse bindiğinde, minibüste saatinin dolmasını bekleyen Şoförden başka kimse yoktu. Minibüslere ilk binen kişilerin yaptığını yapmış, sürücünün hemen yanındaki koltuğa oturmuştu. Önce havadan sudan konuşmaya başladılar. Aralarında yaş farkı fazla olmadığı için konu bulmakta zorlanmıyorlardı. Aracın hareket saati yaklaşasıya kadar epey laflamışlardı. Sürücü elini kontağa atınca konuşmayı sonlandırması gerektiğini anlamıştı.  İlgisini çekecek şeyler aranırken konsolun üzerinde duran yerel gazeteyi gördü. Aradığını bulmuştu. Elini cebine atıp gözlüğünü çıkarmadan iri yazıları okumaya başladı. Yakup ustanın Başyazısını okumak için gözlüğünü çıkarma gereği duymuştu.
      “Yunus bey oğlum" diye söze tekrar başladı. Çoban İlyas, İlyas bey olunca doğal olarak kendinden üç beş yaşından küçük olsa bile herkese "... bey oğlum" demeye başlamıştı. “Sence bu olayı gereğinden fazla abartmıyorlar mı?" diye cümlesini tamamladı. Araç Belde içerisinde yol almaya başlamıştı. “Bence de" dedi Şoför Yunus kafasını sallayarak.
      “Ama İlçede konuşulan tek konu bu" diye ekledi.” Hele öbür gazetenin dünkü sayısını görsen... Sözde sapık bu günlerde saklandığı yerden çıkmış. Bir çocuğu daha kaçırıp kanını içmeye hazırlanıyormuş." Yaşlı adamın hayretle kendisine baktığını görünce olayı biraz daha vurgulamak için
      “ilçede anlatılanları bir duysan dudakların uçuklar" dedi. İlyas Çobanoğlu gerçekten afallamıştı. “Ne diyorsun sen Yunus, hepimizin çoluğu çocuğu var" diyebildi. Yol boyunca Şoför hem yanında oturan adama hem de arkasında oturan bir kaç kişiye bütün bildiklerini anlatıyordu.
      “Biri zenci iki Amerikalı çocukları kaçırıp satıyorlarmış diyenler var" dedi. Minibüste bulunan kişilerin kendisini dinlediğini anlayınca daha bir hevesle devam etti.
      “Bazıları da dağlarda yaşayan hayaletler yapıyor diyor" dedi. Duyduklarını ballandıra ballandıra anlatıyordu. Olay yerinde görüldüğü söylenilen büyük siyah arabadan söz etmeyi unutmamıştı. Yalnız İlyas değil diğer yolcularda duyduklarından tedirgin olmuşlardı. Yaşlı adamın kafasındaysa bir an önce alışverişini tamamlayıp geri dönmek isteği vardı.

      Gazete haberlerinden ve söylentilerden en fazla etkilenenlerde Amerikalı iki genç olmuştu. Kaybolan her çocuktan sonra kendilerine karşı bir tepki olduğunu hissediyorlardı. Ülkeye geldikleri ilk günlerde kendilerine sempatiyle bakanlar selam vermez olmuşlardı. Gördükleri yerlerde kafalarını çeviriyorlardı. İki gündür ise sokağa çıkamaz olmuşlardı. Öğleye doğru kalın güneş gözlükleriyle İşletmeye gelmişler müdür Birol Tekin’e "işi bıraktıklarını" söylemişlerdi. Ellerin de dilekçeler düşüncelerini daha da somutlaştırıyordu. Geçen ay benzer bir girişimde bulunmuşlarsa da Müdür tarafından pek ciddiye alınmamışlardı.
      Müdür odasına girdiklerinde Ahmet beyde oradaydı. George yarım Türkçesiyle  "Bu saba bize sigaret vermedi dukancı" dedi. Evet sabah sokağın caddeye çıktığı noktadaki büfeci sigara vermemişti. "Niçin" dediklerinde de elindeki bir gün öncesinin gazetesini gösteriyordu. Ahmet Bey Müdürüne fırsat vermeden
      “Eğer giderseniz suçu kabul etmiş olursunuz" demişti. Sonra birinci ve ikinci müdürler uzun bir ikna yarışına girişmişti. Son sözü ise her zaman olduğu gibi Birol Bey söylemişti.
      “Hadi gidin, üç gün izinlisiniz" demişti. Gönülsüzde olsa iki Amerikalı söyleneni yerine getirdiler. Beş dakika geçmemişti ki İşletmenin avlusundaki siyah Chevrolet ana kapıdan dışarı çıkıyordu. İkinci müdür Ahmet Bey ayakta arabanın dışarı çıkışını izledikten sonra
      “Keşke izin vermeseydiniz" dedi.” Burada kalmış olsalardı gözümüzün önünde olurlardı" diye sözünü tamamladı. Müdür ise masasında tühleniyordu.
      “Keşke akılarına gelse de yanlarında bir kaç tanık tutsalar" diyordu. Haber çabucak fabrikaya yayıldı. İki yabancı gencin en yakın dostları olarak görülen Yüksel, olaya el koymuş gibiydi. Hele Serkan Bey “Eğer gazetelerin yazdıkları gerçekleşir de bir çocuk daha kaybolursa sizin arkadaşlar çok zor durumda kalırlar" deyince onlara ulaşmak şart olmuştu. Defalarca Amerikalılara telefon edildi. Amaç onları daha dikkatli davranmaya sevk etmekti. Dakikalarca aradıkları halde kendilerine ulaşmayı başaramamışlardı.
      “Hadi Yüksel Hanım birlikte gidelim bir bakalım" dedi Besim. Şu Yanki’nin yararını görmüş olacaktı. Doğan gecikmişliğin pişmanlığını duyarken beyaz Opel kapıdan çıkıyordu. Pencereden arabanın çıkışını izleyen Serkan,
      “Çok ağırkanlısın be Doğan" dedi.  "Baksana kızcağız senin gözünün içine baktı durdu." Sahiden öyle miydi? Yüksel hanım kendisinden bir yanıt, bir hareket mi beklemişti. O ise bilmezmiş gibi davrandı.
      “Hiç olur mu öyle şey Besim beyde Yüksel hanımda benim arkadaşım" dedi. Söylediklerine ne Serkan beyi inandırmıştı ne de kendini.  “Geç bunları arkadaş dedi koca göbeğini oynatarak.  "Öykünüzü yalnız fabrika değil neredeyse tüm İlçe biliyor" diye sözlerini tamamladı. Bir zaman daha gülmesini sürdürdü. Doğan nasıl davranması gerektiğini bilemiyordu. Serkan beyin gülmesi geçince elini dostça arkadaşının omzuna koydu.
      “Ama bana soracak olursan "kızın gönlü sende" derim" dedi. Yıllar önce Rıza babada benzer şeyler söylemişti. Üstelik düğünden bir hafta on gün önce buluştuklarını bilmemesine rağmen. “Keşke sen araya girseydin" demişti Rıza Aslan. "Sen olsaydın bu kız canına kıymazdı" demişti. Bu soru yıllar boyu kafasının içini yemiş bitirmişti.
      “Kaçır beni Doğan"ı ciddiye alsaydı Necla hayatta olabilir miydi?  "Şimdi bir çocukla evde erkeğini Doğanını bekler mi olurdu. Kafasını olumsuz düşüncelerden kurtarmaya çalıştı. Serkan Güler bile farkettiyse Yüksel Hanım kendisini seviyor demekti.

      Yüksel, Besimin teklifine hayır diyememişti Hatalı olan, ağır kalan Doğandı. Telefonlara yanıt veren olmayınca gidip yerinde görmenin çok daha iyi olacağını düşünmeliydi. Başka zamanlarda başka mekanlarda Besime kerelerce hayır dediği halde bu kere kaçacak yeri olmadığı için şu an beyaz opelin içinde oturuyordu. Saatlerdir kendisine kur yapan adam muradına ermişti sonunda. Neyse ki O bunları düşünürken ve Besimin sorularına kaçamak yanıtlar verirken Cephane sokağa varmışlardı.
      Sokağa girdiler. Gündüz saatleri olmasına rağmen park etmiş araçların arasından geçmekte zorluk çekerek yolun bitip merdivenlerin başladığı yere vardılar. Semti bilmeyen biri sokağı merdivenle biten bir yol olarak niteleyebilirdi. Dar bir yolla öte sokağa geçildiğini anca o civarda oturanlar biliyorlardı. Besimde o dar aralığa dönüp arabasını park etti.
      Merdivenleri bir kaç basamak çıkıp Amerikalıların oturdukları evin ziline dokundular. Uzun bir süre beklediler ama ne kapılarda nede pencerelerde bir hareket yoktu. Belki içeri de olup kapıyı açmama düşüncesinde olabileceklerini tahmin ettikleri için yüksek sesle konuşuyorlardı. Bir kez daha zile bastıklarında üst balkonda bir orta yaşlı hanım belirdi. Başına örttüğü şifon ile kafasındaki bigudileri saklamaya çalışan kadın
      “O iki canavarı arıyorsanız evde yoklar" dedi. Besim de Yüksel de şaşırmıştı.
      “Anlayamadım" diyebildi. Yüksel kekeler gibi bir sesle.
      “O çocuk hırsızları sabah bir çıktılar bir daha gelmediler" Kadın balkon demirine şişman bedenini dayamış konuşmaya devam ediyordu. “Gelmiş olsalardı şeytanın arabası da burada olurdu" dedi eliyle besimin arabasını bıraktığı yeri gösteriyordu. Son cümlesi ise ikisinin de başından aşağı kaynar sular dökmüştü.
      “O iki manyağın arkadaşıysanız kendinizden utanmalısınız" deyip balkonda kayboldu. Sinirli bir şekilde kapandığı anlaşılan kapı sesi duymuşlardı yalnızca. Diğer sokaktan caddeye inip yol boyunca hiç konuşmadan İşletmeye döndüler.

      Besim arabayı sürgülü kapı kapalı olduğu için dışarıda bıraktı. Kapıda Bekçi Cavit onları durdurdu.  "Kimsecikler yok, yemekten dönmediler henüz" dedi. Gerekli açıklamayı ise Besim yaptı “Yemeklerini evlerinde yada başka bir yerlerde yerler sonra da maaşlarını çekerler ve herkes alacak verecek peşine düşer" dedi. Her ayın on beşinde benzer şeyler yaşanırdı. Kendiliğinden sıraya konulmuş gibi bir bölümü sabah bir bölümü öğleden sonra bankamatikler önünde sıraya girerler maaşlarını çekerlerdi. Sonra ödemeler başlardı. Bazen elden bazen bankalara alınan maaş dağıtılırdı. Eğer hala beş on milyon kalıyorsa ya dolar yada Euro alınırdı o parayla. Besim;
      “Hadi Yüksel Hanım bizde gidelim" deyince Yüksel bu defa reddetmişti “Siz gidin, biliyorsunuz benim parayla fazla bir işim olmaz" dedi. Besim ilk teklifin kabul edilmesinin verdiği cesaretle yaptığı bu ikinci teklifin reddedilmesine bozulmuştu. Sadece, Siz bilirsiniz diyebildi. Beyaz arabasıyla "U" dönüşü yaparken göz ucuyla İşletmenin bahçesine baktı. bej lekeli "Doğan" yoktu. Yine de bu reddedilişe bir anlam verememişti. Yüksel hanım çoktan bekçi kulübesinde Cavit dayı ve Rıza baba ile muhabbete koyulmuştu. "Hoşça kal" anlamında elini kaldırıp onları selamladı.       
"İnsanlığın en büyük trajedilerinden biri ahlakın din tarafından ele geçirilmesidir." Sir Arthur Charles Clark