Kayıt Ol

Anchilea - Kutsal Kalkan

Çevrimdışı azizhayri

  • ***
  • 581
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Anchilea - Bölüm Yirmi altı
« Yanıtla #30 : 10 Aralık 2015, 08:26:06 »
B Ö L Ü M   Y İ R M İ  A L T I

      Yıkıntıların hemen yanı başında, yeni yapılan boş sahada top oynayan çocuklar vardı. Köy, belediye olduktan sonra aşağı sahile doğru inmeye başlamıştı. Yeni evler, pansiyonlar, küçük aile otelleri turistlere yakın olabilmek için denize yakın yerlere yapılıyorlardı. Terk edilen köy evlerinin yukarısındaki yıkıntılarla bitişik sayılabilecek boş alan gençler için düzeltilmiş futbol oynanabilir hale getirilmişti. Bir gurup okul çocuğu bu boş alanda top oynuyorlardı. Guruptaki çocukları sayacak olursanız beş yada altıya kadar sayabilirdiniz. Çıkardığı sesleri dinlerseniz koca bir stadyumu dolduracak kadar çok çocuk var zannederdiniz. Hemen hepsi ilkokul çocuğuydu. Güneşin tepeyi henüz geçip batıya doğru yol aldığı saatlerdi. Sabah eğitiminden çıkmışlar yemeklerini yedikten sonra soluğu yukarı arsada almışlardı. Havanın diğer günlere göre yumuşak olması aldıkları izin için bir fırsat olmuştu. İçlerinde yalnızca biri o yaş gurubundan değildi. Oda saha kenarında ortalarda yuvarlanan plastik topun çarpamayacağı bir yerdeydi. Saha ile biraz daha aşağıdan geçen eski yol arasında gölgede tahta bir bank üzerinde oturuyordu. Yanında bir kafes vardı.
       Ne o Tahsin Tülay’ı gene sana mı verdiler? Çocuklardan biri ayağındaki topu sürüklemeye çalışan akranı bir çocuğa sesleniyordu. Çocuk peşinde koştuğu topun üzerine bastı durdurdu. Nefes nefese arkadaşına yanıt verdi.
      “Ne o oğlum, beni adam gibi durduramayınca lafla mı durdurmaya çalışıyorsunuz" dedi. Arkadaşına yanıt verme amacıyla durmuştu ama konuşacağım diye daha çok enerji harcıyordu. Bir başkası atıldı, oyna Tahsin. Onlar hep böyle yaparlar biliyorsun." Çocukların neşesini uzaktan izliyordu kenarı da olan küçük. Ayağında en çok topu tutan abisiydi, en çok gol atanda abisiydi. Abisinin her topu tutuşunu her gol atışını yanında duran kafesteki kuşa anlatıyordu. Hemen her akşam üzeri buraya top oynamaya gelirlerdi. Annesi baştan izin vermeyecekmiş gibi davransa da ev işlerini daha rahat yapabilmesi için oğlunun top sahasına gitmesine izin veriyordu. Tek koşul ise, Tülay’ı da götüreceksen" oluyordu. Biraz fazla itiraz ettiğindeyse, Kardeşine de yazık,  oda biraz hava alsın diyordu. Küçük Tülay’sa her ne kadar istemiyormuş gibi davransa da abisinin kendisini çok sevdiğini biliyordu. Kız kardeşi tarafından izleniyor olmak Tahsin’e kıvanç veriyordu. Koca sahada taraftarı olan bir tek o vardı.
      Yıkıntıların bir kaç metre aşağısından yol geçiyordu adına yol denilirse tabii. Köy belde olmadan, şimdiki kadar kalabalık nüfusa sahip olmadan kullanılan ana yoldu. Sedirli köyünü şimdi milli park olan Kavaklıya bağlıyordu. Zamanında kocaman gözüken yol şimdileri yetersiz kalmıştı. Yerine köyün altından geçen sahile yakın geniş bir yol yapılınca da önemini tamamen yitirmişti. Bugün ise görünen asfalttan çok yağmurların getirdiği çamurlu toprakta yeşeren otlardı.
      Bu eski, tozlu yolun Kavaklı yönünde kocaman kırmızı bir araba belirdi. Sanki üzerinde motor yokmuş gibi sessizce yaklaşıyordu. Top sahasının hemen altında durdu. İçinden başında kocaman tüylü kırmızı şapkası olan kırmızı kaftanlı, neredeyse göbeğine kadar uzun beyaz sakallı bir dede indi. Sahanın kenarında oturup abisi ve arkadaşlarını izleyen çocuk arabayı görünce tüm ilgisini arabaya yöneltmişti. Hele arabadan aksakallı bir dede inince yüzünü tamamen yola çevirmişti. Aksakallı dede yoldan yukarı top sahasına çıkan eğimli patikada durmuş tüm dikkatini kendine yönelten küçük kızla konuşmaya başlamıştı.
      Tülay kuşun çok güzelmiş. Adı ne?" Küçük kız adının bir yabancı tarafından bilinmesine şaşırmıştı. Adımı nereden biliyorsun dede. Sen beni filmlerden tanırsın" dedi ihtiyar. "Ben başkalarının bilmediği çok şeyi bilirim." Kızın gözleri parladı.
      Tanıdım. Noel babasın sen. Tahsin abimin kitabında da resmin var senin" dedi. Adam küçük kızın güldüğünü görünce bir kaç adım daha yaklaştı. Eğimli patikanın ortalarında durdu. Top oynayan çocukları görebiliyordu artık. Eğer o çocukları görebiliyorsa çocuklarda onu görebilirlerdi. Bu yüzden çömeldi, dili daha da tatlılaşmıştı sanki.
      “Bildin, ben Noel Babayım ve dünyayı dolaşır çocuklara armağanlar veririm. Senin kuşları çok sevdiğini duydum. Bu yüzden sana çok güzel bir kuş armağan edeceğim" Bir taraftan da kırmızı cübbesinin cebinden çıkardığı horoz şekerini uzatıyordu. Kıpkırmızı bir horoz şeker adamın elinde ışıldıyordu.
      Kalede duran uzun boylu çocuk elindeki topu sert bir vuruşla karşı kaleye doğru attı. Şimdi top kendisine gelesiye kadar bir zaman boş kalacaktı. Oyundan kopmak istemiyordu ama yine de sağa sola bakınmadan da olmuyordu. O zaman kenarda duran Tahsin’in kardeşinin göremediği biriyle konuştuğunu farketti.
      “Tahsin !! Tahsin " karşı kale önündeki arkadaşına sesini duyurabilmek için bağırıyordu. Tahsin... Tülay yabancı birileriyle konuşuyor galiba." Bütün kafalar o yöne döndü. Sakallı dede patikanın aşağısında olduğu için göremediler. Gördükleri patika eğimine dönük duran çocuktu. Belli belirsiz bir omuz silkti Tahsin. Arkadaşına pas vermesi için bağırmaya başladı. "Ver pasını oğlum... Baksana adamlar farkı kapatmaya başladılar."

      Yaşlı adam anlatmasını bitirince elindeki kafesi çocuğa gösterdi “Bak benim kuşum seninkinden güzel." Tülay adamın elindeki kafese hayran hayran bakmaya başlamıştı. Kendi kuşunun -mıstık'ın- içinde öttüğü kafesten hem çok daha büyüktü hem de daha güzeldi. Küçük kız bir an kafesi tutmak istemişti. Canlı yeşiller, sımsıcak kırmızılar, parlak sarılar, kafesteki papağanın renkleri büyülemişti sanki kendisini. O zaman yaşlı adam balığın oltaya geldiğini anlamıştı.
     “Senin olmasını ister misin" dedi çömeldiği yerde bir adım geri attığında. Küçük Tülay yutkunarak başını sallamıştı
      “Bunun adı Dilber, Bunun bir de eşi var o bundan daha da güzel, hadi gel de onu sana vereyim." Ayağa kalktı, kendisine ve kafesteki mavi kuşa doğru gelen çocuğun elini tuttu. "Hem bunlardan daha güzelleri var" adımlar yavaşça atılıyordu.  "Kırmızı gözlü, masmavi  tüylü olanları var, gülenleri, konuşanları var, takla atanları var" Adam konuştukça minik kız kendisini izliyordu.
      Kaleci dikkatini tamamen saha kenarına vermiş oyundan kopmuştu. Patikanın eğimini mırıldanarak inen Tülay’daydı gözü. Kafasını bir anda toparladı, annesinin ve babasının sözleri, tembihleri aklına gelmişti. Koşarak diğer kaleye arkadaşının yanına gitti. O an dünyanın en önemli işini yapan çocukları uyarması baya zor olmuştu. Tahsin’in ve diğerlerinin patika yönüne bakmalarını sağladığında ise patikanın başında sadece "Mıstık"ın kafesi duruyordu.


      Tülay örgülü saçlarıyla arka kapının önünde duruyordu. Kapıyı açan dede ise arabanın içini gösterip, nasıl güzel mi?" diyordu. Evet dede, kuşların çok güzel" arabanın arkasında ki kafeslerde göz alıcı renklerde sayısız kuş vardı. Yaşlı adam bütün tontonluğuyla “Hadi yavrum seç bakalım birini" dedi. Çocuk birden durdu. Bir kerede Mıstık a soralım" dedi. O zaman kafesinin yanında olmadığını anladı. Ağlamaya başladı. Aksakallı adam arabanın ön kapısını açtı
      “Hadi binde seni Mıstık’a götüreyim." Mızıldayan çocuğu kucakladığı gibi arabanın ön tarafına oturttu.

      Az önce top oynayan çocuklar patikanın başına geldiklerinde Noel Baba sağ ön kapıdan sürücü mahalline giriyordu. Sakin bir şekilde çocuklara el salladı. Bütün çocuklar her şeyi unutmuş bir anda sevinçle bağırmaya başlamışlardı.
      Noel baba! Noel baba!" Televizyonlarda izledikleri yabancı filmlerde gördükleri tonton Noel baba kendi köylerine gelmişti. Olayı ilk toparlayan kaleci çocuk olmuştu. Kırmızı arabanın ön koltuğunda ilgisizce oturan Tülay’ı gördü.
      Noel baba Tülay’ı kaçırıyor" diye bağırdı. Az önce sessizce çalışan motor, adamın gaza basmasıyla gök gürültüsü gibi ses çıkarmaya başladı. Çocuklar bağıra çağıra patikadan yola indiklerinde ise kocaman kırmızı araba ok gibi fırlamıştı.

      Sonraki gelişmeler diğer olaylardan farkı değildi. Çocuklar Tahsinlerin evlerine koşmuşlardı hemen. Evde yaygara kopsa bile daha aklı başında hareket eden Tülay’ın babası Jandarmaya haber vermişti. İlçeye pazara giden dede beklenilmemişti. Belde halkı panik havasına girmişti. Anne defalarca ayılmış bayılmıştı. Komşular ve kahvede oturanlar koşup gelmiş olay mahalline baskına gitmişlerdi. Ama bütün bu çabalar bir sonuç getirmemişti.

      Jandarma komutanı önceden "Gizli" adıyla gelen ve bütün civar köy ve belde komutanlıklarına dağıtımı yapılan olayın kendi mıntıkasında olmasına küfürler ediyordu. Emrindeki bütün personeli arama çalışmaları için görevlendirdikten hemen sonra İlçe Jandarma komutanlığına telefon edip bilgi vermişti. Önce sözlü sonra yazılı olarak verilen raporda büyük bir otomobilden söz ediliyordu ama Otomobil ilk kez "kırmızı" renkle anılıyordu. Taa ki yol üzerindeki benzinciden telefon ihbarı gelesiye kadar.

     Ölü sezondu bu aylar turizm yöreleri için. Belki bir ay sonra doğramacılar, tesisatçılar, boyacılar işbaşı yaparlardı, otellerin ve yazlıkların bakımı ve onarımı için. Gerçek sezonun açılıp ortalığın hareketlenmesi ise mayıs ayı ortalarını bulurdu.
      “Bu yüzden yıkama-yağlama bölümünü pek kullanmıyorduk" dedi benzinci. Kendisini dinleyen kalabalığı görünce tüm becerisini ekleyerek anlatmaya başlamıştı.
      “Pırıl pırıl bir Chevrolet geldi. Kan kırmızı metalik boyanmış bir 59 model İmpala" Tamponlar yeni nikelajdan çıkmış gibi ışıl ışıldı. Sürücüsü indiğin de çevrede bir film çekimi var zannetmiştim." Konuyu biraz daha ilginçleştirmek istermiş gibi sordu. “İçinden kim indi biliyor musunuz? Hevesi kursağında kalmıştı. Jandarma komutanı azarlar gibi
      “Sadede gel be adam" deyince durumu toparladı.
      “Tamam, kızma Hamdi Başçavuşum. Anlatıyorum..." "Karşımda Noel baba etiyle kanıyla capcanlı duruyordu. Sözleri kanaatimi doğrular nitelikteydi.
“Tuzadası'nda film çeviriyoruz. Bende bir kaçamak yapıp yazlığıma bakmaya geldim" dedi. Deposunu "ful" etmeye çalışırken kim olduğunu çıkarmaya çalışıyordum. Elimdeki bezle ön camı silmeye yeltenince köşedeki yıkama istasyonunu işaret ederek
      Bebeğimi yıkamaya almayı düşünüyorum" demişti. Bol bahşiş gözlerimin ferini canlandırmıştı. Biliyorsunuz son zamanlarda işler kesat..." Elinde fotoğraf makinesi olan genç biri
      “Hadi beyim çatlatma bizi de asıl olayı anlat" deyince kalabalıktan başka biri araya girdi.
      “Turan Bey, adamı rahat bırak da bildiklerinin tümünü anlatsın." Turan haberi kendinden önce alan ve ondan önce koşup gelen Kamil kalfasına dik dik baktı. "Yine ukalalığını yaptı" dedi kendi kendine. Kalfası söylediğini duymuştu ama duymazlıktan geldi. Benzinci sözlerine devam ediyordu.  
      “Daha sonra Noel baba...Şey yani adam tuvalete gitti. Deposu epey boş olmalıydı ki pompa çalışıyor sayacın sıfırları artıyordu ama depo bir türlü dolmak bilmiyordu. Döndüğünde ise üzerinde blucin pantolon ve kareli oduncu gömleği vardı. Bu defa araya giren şişman gazeteciydi.
      “Herhalde cübbesinin içine giymişti" dedi. Adam sözlerine devam ediyordu. “Daha da ilgincini söylemedim" dedi. Kırk yılda bir yakalanacak fırsatı sonuna kadar değerlendirmeye kararlıydı. Birkaç saniye sustu, yutkundu. Sonra ilginin kendinde olduğuna emin olunca anlatmaya devam etti.
      “Tuvaletten dışarı çıkan kişi kıvırcık saçlı, gülümsediğinde bembeyaz dişleri ile gülen bir zenciydi."
      “Nasıl yani" dinleyenlerin hepsi bir anda sormuştu.
      “Nasıl olduğunu bilmiyorum" bir an düşündükten sonra devam etti. Kırmızı cübbenin beyaz sakalların altındaki yüze dikkat etmemiş olmalıyım. Noel baba zencilerin Noel babası olmalıydı." Turan alaycı bir şekilde gülümseyerek “Suç gene bizim Pietro’da kalacak gibi" deyince o ana kadar hiç konuşmadan dinleyen Ali Rüzgarlı, Basın toplantısı bitmiştir beyler dedi. Blöfü tutmuştu. Sessizlik sağlanınca benzin pompacısı kaldığı yerden anlatmaya devam etti.
      “Adam tuvaletteyken yani daha Noel babayken ön koltukta uyuyan kız çocuğunu fark etmiştim. İlk anda yani adam tuvaletteyken şüphelenmek aklımın ucundan geçmiyordu. Hatta "artist çocuğu olmak ne zormuş" diye düşünmüştüm. "Zavallı çocuk ön koltukta uyuya kalmış" demiştim kendi kendime. Yine her şey normal -olabilir- gözüküyordu gözüme. Hortumu yerine koyunca adam elini cebine attı.
      “Hesap zamanı geldi" dedim. Çıkardı bir yüz dolar verdi elime. Şaşırdığımı görünce "Al, üstü için arabayı yıkarsın" dedi. Koşarak gidip otomatik yıkama makinesini açtım. Bir dakika sonra büyük tüylü merdaneler dönmeye sular fışkırmaya başlamıştı." Adam Komisere yaklaştı. Ali Rüzgarlı’nın yüzüne hohladı. Kendisinin niye böyle davrandığını anlamamış olabileceklerini düşünerek
      “Komiserim ben çalışırken içki içmem. Şu an alkollü olduğumu düşünmenizi de istemem. Ama bunlar olurken kendime "bir otuzbeşlik içmiş olmalıyım" demiştim.
      “O güzelim kırmızı İmpala merdanelerin arasına kırmızı olarak girdi ama öbür yandan simsiyah çıktı. Benzinliğin yazıhanesinde kendisini dinleyenler aptallaşmışlardı.
      “Ben bir elimdeki yüz dolara bir ızgaraya akan kan kırmızı sulara bakarken siyah Chevrolet basıp gitmişti. İşte o zaman İlçede konuşulanlar aklıma geldi. Hemen sizi aradım." Turan, önce Ali Komisere dönüp
      “Bir şey sorabilir miyim" dedi. Komiserin olumlu bir şekilde kafasını salladığını görünce “Sizce çocuk sağ mıydı? Kaçırılmış gibi mi? duruyordu." Benzinci artık sıkılmış gibiydi. Kendi çapında ünlü olmanın verdiği heyecandan sıyrılmıştı. Anlattıklarına inanmayan gözlerle bakanlara dönüp Genç gazetecinin sorusunu yanıtladı. Benzini doldururken camı silmek istediğimi söylemiştim. İşte o zaman daha dikkatle bakmıştım çocuğa. Mışıl mışıl uyuyordu." Komiser anında cebindeki fotoğrafı çıkarmıştı.
      O çocuk, bu çocuk mu? Adam olayın öneminin yeni farkına varmıştı.
      Evet, diyebildi. Benzincinin anlattıklarını dinledikten sonra tekrar olay mahalline gitmeye karar vermişlerdi. Yalnız gitmeyi daha sakin kafayla iyice incelemeyi hayal ediyordu olay yerini Ali Rüzgarlı. Ama kokuyu alan diğerleri çoktan kendi araçlarına doluşmuşlardı bile. İstasyondan en son çıkan Komiser Ali olmuştu Tam hareket etmek üzereyken benzinci koşup geldi.
      “Komiserim bir noktayı söylemeyi unuttum" dedi. Penceresini açıp kendisini dinleyen Komisere, Adam üzerini değişip geldikten sonra "kızınız ne kadar güzel uyuyor maşşallah" demiştim. Müşterilere karşı iyi davranmamız gerekir; Malum bahşiş meselesi. Sözlerim üzerine adamın gözlerinde soğuk bir gülümseme belirmişti, ürperten bir tonda “O artık hep uyuyacak" dediydi.
      Yazlık sitelerin arasında yol alırken Ali Rüzgarlı hep bu cümleyi düşündü. Ne demek istemişti olabilirdi "O artık hep uyuyacak" demekle. Yoksa o ve diğer kızlar yaşıyorlar mıydı? Komiserin yüzü bir anda ümidin ışığıyla aydınlandı


      Zihninde yaşayan istediği zaman beynine girip kendisine köle eden amirinin verdiği beşinci görevde yerine getirilmişti Adam artık alışkanlık haline gelmiş hareketlerle mekanizmayı harekete geçiren yeri bulmuştu. Kurbanını yerine yatırmış gerekli bağlantıları yapmıştı. Köleliği bir yaşam biçimi olarak seçmiş bir uşağın bütün bir gün efendisine hizmet ettikten sonra yatağına uzandığında duyduğu hazzı duyuyordu. Kalbi ve yüreği görevini tamamlamış olmanın huzuruyla doluydu. Çocuksa daha araba da uyuklamaya başlamıştı. Bir ara belki de bir saniye yattığı kabinde gözlerini açmış sorgulayan bakışlarıyla adamın gözlerine bakmıştı. Sonra ağzına dayanan ağızlığın etkisiyle tekrar uykuya dalmıştı. Dalma sırası ise kendisindeydi.
      Sırtını koyu yeşil yüzeye dayamış gözlerini alçak tavana dikmişti. İçinde bulunduğu hücre sırtını dayadığı yüzeyden yayılan fosforlu ışıkla iyice aydınlanmıştı. İşin en güzel tarafıysa kafasının içinde hiç bir yönlendirici yada uyarıcı ses duymamıştı. Soğuk nesnenin içindeki Varlık, "Efendisi" bu defa kendisinden memnun olmalıydı.
      Gözlerini tavana dikmişti. Uzun süren bir yalnızlık döneminden sonra yaşanan güzel bir birleşmenin sonunda yaşanan orgazmın verdiği tat ancak bu kadar güzel olabilirdi. Kerelerce okuduğu yazarını bilmediği defter aklına geldi. "Anchilie" Sırtını dayadığı ve gerçek boyutlarını bilmediği bu nesne el yazması defterde adı geçen kutsal kalkan olabilir miydi? Tanımlayamadığı haz duygusu an be an tüm bedenine yayılıyordu. Onca korkunun onca tehlikenin semeresini en güzel şekilde almış oluyordu. Kalbinin her atışında o haz tüm hücrelerine yayılıyordu damarlarındaki kanla.

      Günlerdir uykuyla dargın olan gözleri yavaşça kapanır olmuştu. Bir ara mantığı baskın çıktı ve metal duvar arkasındaki minik bedenler için bir an sadece bir an yüreği sızladı. Onların da kendi gibi büyük ve doyumsuz bir haz duygusuyla yatıyor olabilecekleri aklına gelince yaşadığı anın keyfine bıraktı kendini.

      Gözlerini dikmiş olduğu tavan yerinde yoktu artık. Yukarıda, pırıldayan bir güneş vardı. Bulunduğu yerse unutulmuş bir mahzen değildi artık. Aydınlık bir yerdi, ağaçların altında tatlı bir rüzgarın serinliğinde oturuyordu. Hemen yanın da ise küçük bir çocuk vardı; küçük sevimli bir çocuk. Tanıdığını hissediyordu, hissediyordu ama çocuğun kim olduğunu çıkaramıyordu. Sevdiğini biliyordu çocuğu ama kim olduğunu bilmediği birini nasıl sevebilirdi ki.
      O bunları düşünürken gökyüzünde parıldayan güneş birden uzaklaşmaya başladı. Küçüldü, küçüldü. Öyle bir an geldi ki gece ışıklı minicik bir nokta haline geldi ve diğer ışıltılı noktaların arasında kayboldu. Ne o sevimli çocuk nede bir başkası yanında yoktu artık. Yapayalnızdı koca evrende. Sonra uzaklarda başka bir pırıltılı nokta belirdi karanlığın içinden. Dakikalar geçtikçe büyüdü, rengi değişti. Beyaz rengi önce sarıya sonra turuncuya dönüştü.
      Turuncu güneşin etrafında bir nokta daha gördü. Geçen kere gördüğünden daha büyük daha belirgin noktaydı. Yarı uykulu yarı uyanık halde turuncu güneşin yanındaki noktanın da bir başka yıldız bir başka güneş olduğunu farketti. Gümüş renkli yıldızın çevresinde dönen başka noktalar gördü. Gördüğü irili ufaklı noktaları saydı. Birbirine yakın büyüklükte dört tane vardı. Bir tanesi ise diğerlerinden büyüktü. Farklı olduğunu ilk anda belli ediyordu. Adam yaşadığı dünya ile öteki dünya arasında gidip gelirken kendinden geçti.


      İlçenin her iki yerel gazetesinde de hummalı çalışmalar vardı. Bir çocuğun daha kaybolduğunu duydukları anda iki gazetenin de baskısı durdurulmuştu. Gazetede Turan Yakup ustaya durumu anlatınca yılların ustası
      “Biri işlediği cürümleri zavallı Amerikalılara yüklemeye çalışıyor" demişti. Turan duyduklarını tekrar sıraladı.
      “Çocuğu 'Noel baba' kaçırıyor, benzinci kaçıran kişinin zenci olduğunu söylüyor, kırmızı rengin altından siyah boya çıkıyor, hesap dolar olarak veriliyor ve benim ustam hala - Amerikalılar masum olabilir- diyor." Ses tonunun yüksek olduğunu farketmişti. Bir an yüzü kızardı ama daha yavaş sesle devam etti sözlerine
      “İyi ama usta hırsızın hiç mi kabahati yok." dedi. Kullandığı deyimin yerine oturmadığını da fark etmişti ama sesini çıkarmadı. Yakup usta ise ön sayfayı tasarlamaya devam ediyordu.

   Telefon çaldığında Doğan, yattığı yerde neredeyse uyumak üzereydi. Sanki kilometrelerce yol koşmuş gibi terlemişti. Terleme nedeni de varmak kararın zorluğundan olmalıydı. Günlerden beridir kafasının içinde dönüp duran "Acaba duyguları mı aşkı mı açıklasam mı?" sorusu "Evet vakti geldi artık"a varmak üzereydi. Besimin -ezeli rakibinin- böyle bir girişiminin olmadığını öğrenmişti, en azından şimdilik. "Kendini kerelerce dinledim" diye düşünüyordu

      “Gerçek bir aşk mıydı, yoksa kıskançlık duygularının beslediği heves miydi?. İntikam almak mıydı "Necla" için. Hayır Belki ilk gördüğü zamanlarda olabilirdi ama kızı tanıdıkça "Necla"dan daha çok sevdiği kanaatine varmıştı. Evet, Necla’yı da çok sevmişti ama Necla gideli yıllar oluyordu. Bir sabah evinde ölü bulunmuştu. O halde bugüne dönmeli bu günü yaşamalıydı. İlk fırsatta da uygun koşulları hazırlayıp aşkını ilan edecekti. İşte çalan telefon onu bu düşüncelerde sıyırıp gerçek dünyaya döndürmüştü.

      Akşamın ilerleyen saatlerine aldırmadan arabasına atladı. Beş bilemedin on dakika sürmemişti gazeteye varması. Turan, heyecanlı bir sesle olan biteni anlatıyordu. Doğansa onun tamamen zıttı bir ruh haliyle dinliyordu. Genç adamın anlattıkları sanki olağan şeylermiş gibi. Turan her şeyi söylediğini düşünüp sustuğunda Doğanın vereceği yanıtı bekliyordu.
      “Eğer anlattıkların doğruysa Kaymakamlık binası hareketli olmalı" dedi Doğan. Peşinden ekledi  "Hadi gidelim. Belk yeni gelişmeler vardır." İkisi birden oranın bir gazete olduğunu ve geç kalmış, yarına baskıya yetişmesi gerektiğini unutmuş gibiydiler.
      Hükümet binasına vardıklarında ise tam bir hayal kırıklığı yaşıyorlardı. Hükümet binasında olağan dışı hiç bir hareket hatta kıpırdanma bile yoktu. O zaman Turan'ın kafası dank etti. Kendi kendine mi yoksa yanında duran Doğan a mı olduğu belli olmayan bir sesle
      “Öyle ya Sedirli Tuzadası kaymakamlığına bağlı." Doğan genç gazeteciye dönerek “Seni Gazeteye bırakayım. Yapılacak pek bir şey yok" dedi.


      Hüsnü Yurttaşın büyük, saray yavrusu evinde olağan dışı bir hareketlilik vardı. Babanın geniş ve oğlunun spor modeli ve evin hanımının küçük arabasının yanında diğer üçüne pek yakışmayan bir yerli araba duruyordu. Haber gazetesinin yazı işleri müdürü Kamil Aksu akşam yemeğine davetliydi. Yemekten sonra ise durum değerlendirmesi yapacakları gayri resmi bir genel kurul toplantısı yapıyorlardı. Evin zenginliğini yalnız başına bile kanıtlayacak avizenin parlak ışıkları altında üç adam konuşuyorlardı.

      İlçe ise baskıya hazırlanan iki gazetesinin çok öncesin de "Fısıltı" gazetesinden olan biteni öğrenmişti. Olay her yerde konuşuluyordu. Kimi vampir diyordu, kimi de kurt adam. Çoğu ise hayal kahramanlarına suç atmak yerine iki genç Amerikalının bu işi yaptığını düşünüyordu. Çocukları olan anneler babalar tedirgindi, Polis ve jandarma tedirgindi. Umutsuz olsalar da daha önce yaptıkları operasyonun çok daha kapsamlısını yapıyorlardı; İlçede, beldelerde ve köylerde. Hem de Terör denilebilecek kadar sert tutumla.

      Kaybolan son çocuk olan "İlyas Çobanoğlu"nun evinde ise yas ve gözyaşı vardı, diğer kayıp çocukların evleri gibi...
"İnsanlığın en büyük trajedilerinden biri ahlakın din tarafından ele geçirilmesidir." Sir Arthur Charles Clark

Çevrimdışı Gunslingers

  • **
  • 83
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Anchilea - Kutsal Kalkan
« Yanıtla #31 : 21 Aralık 2015, 11:35:49 »
Üstat, hikaye tıkandımı yoksa yazacak vakitmi bulamıyorsun :)
10 gün oldu son bölümü paylaştığından bu yana..
KA bir tekerlektir, daima döner...

Çevrimdışı azizhayri

  • ***
  • 581
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: Anchilea - Kutsal Kalkan
« Yanıtla #32 : 21 Aralık 2015, 13:04:43 »
Üstat, hikaye tıkandımı yoksa yazacak vakitmi bulamıyorsun :)
10 gün oldu son bölümü paylaştığından bu yana..
Merhaba:
Uzun zamandır gönderiyordum ve kendim çalıyor kendim oynuyor gibi oluyordu. Bu nedenle yazınız hoşuma gitti. Teşekkür ederim.
"İnsanlığın en büyük trajedilerinden biri ahlakın din tarafından ele geçirilmesidir." Sir Arthur Charles Clark

Çevrimdışı azizhayri

  • ***
  • 581
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: Anchilea - Kutsal Kalkan
« Yanıtla #33 : 21 Aralık 2015, 13:05:17 »
       B Ö L Ü M   Y İ R M İ   Y E D İ

     Kaymakamlık binasında her olaydan sonra yapılması alışkanlık haline gelen toplantılardan biri daha yapılmıştı. Tek fark her olaydan sonra katılanların sayısında ve makamlarında bir artış oluyordu. O sabahta bir gün önce olan olay tüm detaylarınla gözden geçirilmişti. Olayın hemen peşinden -bir refleks gibi- yapılan denetimlerin artırılarak sürdürülmesi söz konusuydu. Yine de başta İlçe Kaymakamı olmak üzere toplantıya katılan herkes zeki bir suçluyla karşı karşıya olduklarını biliyorlardı. Ne olaylar nede olayların faili diğerlerine benzemiyordu. Daha kötüsü ülkemizde bu tür olaylara sık rastlanmadığı için bu konuları bilen deneyimli birilerini bulamıyordunuz. Bu nedenle yapılan denetimlerde yasadışı siyasi hareketlere ve bölücü örgütlere üye yada sempatizan kişiler ele geçiriliyordu. Birde sıranın ne zaman kendilerine geleceğini bilerek bekleyen adi suçlular vardı. Yani hırsızlar, adam yaralamadan, olay çıkarmadan vb. nedenlerle aranan kişiler ele geçiriliyorlardı. Durumu bu yönden değerlendirirseniz bu aramaların yararlı olduğunu bile söyleyebilirdiniz.
      Toplantıdan çıkan tek somut karar ise Komiser Ali Rüzgarlı’nın araştırma ve soruşturmada tam yetkili olmasıydı. Var olan gayri resmi yetkileri bir kere daha onanmış olmuştu. Toplantı sonunda yapılan basın açıklamasını çok istediği halde İlçe Emniyet müdürü yapamamıştı. Bu görev doğal olarak toplantıya başkanlık yapan Kaymakam Beyin olmuştu. Kendini ülke çapında tanıtma fırsatı baş komiser Abdullah Beye değil Kaymakam Enver Palazlı beye nasip olmuştu. Akşam haberlerinde kocasını izlemek zevki Ayşegül hanımındı. Emniyet Müdürünün züğürt tesellisi ise yaklaşık bir dakika süren haber boyunca Kaymakam beyin yanında bir manken gibi boy göstermek olmuştu. Uzun bir açıklama diye nitelendiriyordu Enver Bey açıklamasını. Kendi başına verilen bir demeçmiş gibi görünse de olaydan Müsteşar beyinde haberi vardı.
      “Lütfen paniğe neden olabilecek söz ve davranışlara girmeyin ve bu olayı bir an önce aydınlatın" uyarısını almıştı. Aslında Kaymakam beyin söyledikleri özetle  "Devletin bütün olanaklarının bu işin çözümü için seferber edildiği kahraman polisimizin bu kişilerin ensesinde olduğu ve gece gündüz demeden uğraşıldığı, suçlu yada suçluların yakalanmasının an meselesi" olduğuydu.
      Özel kanallarda ise ilginç ama sıradan bir haber olarak geçmişti. Olaya magazin boyutu da katılınca sanki bir gurup suçlu ile bir kaç çocuk saklambaç oynuyorlarmış gibi verilmişti. En çok vakit ayıran "Kanal N" ise tanınmış spiker Mehpare Hanım’ın ağzından yüz seksen saniye vermişti olayı. Mehpare Üçgül o güzel Türkçesiyle "Dileğimiz kayıp çocukların sağ ve esen olarak bir an önce bulunmasıdır" diyerek Çin’deki nesli tükenmeye yüz tutan Pandaların yavrulamasıyla ilgili haber bandına geçmişlerdi.
      Kamil Aksu başka bir kanalda haberi, İlçenin kendi çektiği görüntüleri arasında telefon kaydıyla vermişti. Mutluydu çünkü haberi pek çok ulusal kanalda geçmişti. Bir tanesinde ise kendi sesiyle aktarmıştı. Üstelik ekranda adı geçiyordu. Lütfü Yurttaş izlediğinde bu olaya sinirlenmiş "kendi adını vereceğine -Haber Gazetesi- adını verseydin daha iyi olurdu" demişti.

      İşletmede ise öğleye doğru çalışanlar toplantıya çağrılmışlardı. En geniş odada yani Ahmet Oker'in odasında toplanmışlardı. Toplantının nedeni ise Komiser Ali Beyin resmi toplantı isteğiydi. Kapıda duran Cavit dayı bile toplantıya katılmıştı. Yerine genç bir polis memuru bakıyordu.
      Ali Rüzgarlı bir kaç nezaket sözcüğünden sonra basit bir yoklama yaptı. Amerikalıların dışında herkesin orada olduğu tespit edildi. Nerede olabileceklerini sorusunu da İkinci Müdür;  “Dünden beridir yoklar" diye yanıtladı. Komiser Ali sözü fazla dağıtmadan “Olayı az çok biliyorsunuz" diye konuya girdi. "Yaklaşık beş aydır kız çocukları kayboluyor. Eğer Selçuklu’daki olayı da bu parantezde değerlendirirsek beş kız çocuğunun kaybolduğunu biliyoruz." Komiser ses tonunun etkileyici olduğunu biliyordu. Buna dinleyenlerle arasındaki göz temasını da eklerseniz odadan bulunanlara doğrudan ulaştığını anlardınız. Hemen herkesin gözlerine bakarak konuşmasını bir gün önce vuku bulan olaya getirdi. Mustafa Ali söze girdi
      “Sedirli ve olayların geçtiği diğer yerlerin çoğu bu ilçeye ait değil" dedi. Aklına aniden gelmiş gibi ekledi. "Üstelik Selçuklu’da İzmir'de"
      “Evet arkadaşım İyi bir noktaya değindin. Olaylar civarda ama özellikle antik kalıntıların olduğu yerlerde oluyor. Ephesos, Miletos, Prien, Dydima ve Panionion; İlçemizde bu antik yerleşmelerin merkezi konumunda." Komiser antik kentlerin adını söylemekte zorlanmamıştı. Bu da onun dersini iyi çalıştığını gösteriyordu.
      “Bunca yıllık meslek deneyimime dayanarak söylüyorum ki o kişi ya da kişiler bu ilçeden. Bu nedenle kurum ve kuruluşları dolaşarak araştırmalar yapıyorum" dedi. Odadakileri rahatlıkla görebileceği şekilde oturmuş olduğu sandalyeden kalktı. Bir zaman odada dolaştıktan sonra, “Herkesin, bu konuda bilgisi olan herkesi görüşlerine ihtiyacım var" diyerek sözlerini bağladı.
      Başta müdür bey olmak üzere toplantıya katılan herkes suskunluk içindeydi. Kimi elindeki anahtarlarla, tespihle oynuyor kimi de elindeki kalemle bir şeyler karalıyordu. Bir kaç dakikalık sessizlikten sonra Ahmet Bey söz aldı.
      “Bu ahlaki çöküşün ifadesidir Komiser Bey" dedi. "İnsanlarda var olan Allah korkusunun kalplerden silinmesiyle başlamış, günümüzde yaşanan hayasızlığın ve..." Mustafa Ali bey araya girmeseydi vaaz uzayıp gidecek gibiydi.
      “Ahmet Bey, komiser bey daha somut bilgilerden söz ediyor" dedi Mehmet Bayram ise normal zamanlarda karşı çıktığı müdür yardımcısına destek olma gereği duymuştu.
      “Mustafa Ali bey, sizce on onbeş yıl önce bu tür olaylar oluyor muydu?  Ahir zaman alametleri bunlar, ahir zaman alametleri." Rüzgar Ali "tamda yerine düşmüş olmalıyım" diye aklından geçiriyorken anlamlı bir öksürük sesi duyuldu.
      Besim’di öksüren. Geldiğinden bu yana az bir zaman geçmiş olmasına rağmen disipliniyle davranışlarıyla kendini çok iyi tanıtmıştı Komiser Ali Rüzgarlı. Zaten bu tür insanların söylentileri kendisinde çok önce varırdı gideceği yere Bu nedenle herkes Rüzgar Aliyi tanıyordu ama Rüzgar Ali henüz herkesi tanıyacak zaman bulamamıştı.
      “Buyurun" diyerek sözü öksürüğün sahibine verdi.
      “Farkında mısınız bilmiyorum ama bütün bunlar İlçemize yabancıların gelmesiyle başladı." dedi. Konuşurken önüne bakıyordu. “Kimseyi suçlamak istemiyorum ama -şimdi kafasını kaldırmış iki kişi solunda oturan Yüksel hanıma bakıyordu- olaylar yabancıların gelmesiyle başladı." Evet, Rüzgar Ali başka yerlerde kulağına gelen dedikoduları ilk kez birinden duyuyordu, hem de aleni bir şekilde. Odadan söylediklerini teyit edercesine mırıldanmalar yükseldi. Mırıldanmaları kendi sözlerine verilen destek sayıyor olmalıydı ki Besim daha yüksek sesle konuşmasına devam etti.
      “Önce iki Amerikalı geldi, neymiş efendim uluslararası anlaşmalar gereğiymiş. Sonra Genç ve güzel bir hanım. En son olarak ta yıllardır ilçesinin yolunu unutmuş biri çıkıp geldi. Sözleri maksadını aşmış suçlar biçime girmişti. Sözlerini odadakilere teyit ettirmek ister gibi; Öyle değil mi arkadaşlar? deyince kafalar belli belirsiz şekilde sözleri onaylarcasına sallanıyordu. İlk itiraz Yüksel hanımdan geldi
      “Ne demek istiyorsunuz Besim Bey, daha açık konuşur musunuz?" Yanıtı ise Besim beyin yerine Doğan verdi.
      “Sizi kastettiğini sanmıyorum. Sözlerin muhatabı ben olmalıyım." Besime döndü
      “Yanılıyor muyum?" dedi. Bir zaman önce toplum baskısıyla gömülen savaş baltaları tekrar çıkarılmıştı. Kaşlar çatılmış, yumruklar sıkılmıştı, dövüşmeye hazır iki horoz gibiydiler.
      “Bu adam geçmişinde yaşadığı bazı olayların nedeni olarak beni görüyor." deyince Besim oturduğu sandalyeden kalktı. Doğrudan Doğanın üzerine yürüyordu.
      “Geçmişteki kişileri bu işe karıştırma." Araya diğerleri girmeseydi iki yetişkin çocuklar gibi kavga edeceklerdi. Serkan, Doğan’ın koluna girip odadan çıkardı. İçerdekilerde Besimi yatıştırmaya çalışıyorlardı.
      Ali Rüzgarlı, yılların komiseri olabilecekleri tahmin ediyordu ama bu kadar tepki beklemiyordu, toplantıyı yaptığına pişman olmuştu. Yine de sezgileri olayın merkezinde bu Fabrikanın olduğunu söylüyordu. Selçuklu’da ilk kaybolan kızdan sonra depoda bulunan kemik kalıntılarının bulunduğunu öğreneli bir saat olmamıştı ama bu son gelişmeyle sezgilerinde yanılmadığını anlamıştı. Bu nedenlerle bu toplantıyı verimli geçmiş sayılabilirdi. En azından personeli daha yakından tanımıştı. Tanık oldukları ise doğru iz üzerinde olduğunu söylüyordu kendi diliyle. Yumuşak ses tonuyla tekrar söze başladı.
      “Lütfen arkadaşlar, bir kanıt olmadan kimse kimseyi suçlayamaz. Olayın ne olduğunu ve gerçek boyutlarını bilmiyoruz. Belki bir cinsi sapıkla uğraşıyoruz. Belki de uluslararası bir şebekenin peşindeyiz. Önemli olan o yavrucukların sağ salim evlerine dönmesidir. Aklıma getirmek istemiyorum ama ..."  komiser durdu, üzüntüsü sesinden okunuyordu. Öldülerse yada öldürdülerse cesetlerinin huzura kavuşması." Başını pencereden dışarı çevirdi. Hissettirmemeye çalışsa da göz pınarlarındaki yaş damlacıklarını yakınında olanlar gördü.
      Bir kaç dakika sonra Doğan, Serkan’la içeri girmişti. Belki Serkan Beyin etkisiyle belki de başka nedenlerden Besim’den özür dilemişti. Besim bey de özrünü karşılıksız bırakmamıştı. Ali Rüzgarlı kaldığı yerden devam etti. "Bir kaç zamandır göze batan siyah arabadan söz etti. Dün benzincinin anlattığı araba yıkama olayını ve kılık değiştiren Noel babayı anlattı. Olayların merkezine ister istemez Amerikalıların oturduğunu söyledi. Sözlerini  "O iki arkadaş için düşünceleriniz nedir, öğrenmek istiyorum" diye sona erdirdi.
      Birol Bey meselenin özünü anlattı. Bu kişilerin Uluslararası Kooperatifler Birliğinin değişim programı sonucu geldiklerini söyledi. Yüksel hanım iki arkadaşının iyi birer insan olduklarını onların böyle bir şey yapacaklarına ihtimal vermediğini söyledi. Komiserin kafasında uyanan şüpheler yatışmaya başlamıştı ki Mehmet Bayram söze girdi.
     “Biliyor musunuz Komiserim Amerikalılardan biri Rum asıllı. Dedesi civar köylerden birinde doğmuşmuş." dedi. Besim sözlerini tamamladı Memurun
      “George Nicolas Smart." Özellikle vurgulama gereği duydu “Nicolas. Yani Niko" Bütün ilçe bu dedikoduyla çalkalanıyordu zaten. "Sözde dedesinin hazinelerini arıyormuş". Hatta Ajan diyenler olmuştu. "Gezdikleri yıkıntıların yakınındaki askeri tesislerin fotoğraflarını çekiyorlarmış gizlice" diyenler olmuştu. Rüzgar Alinin daha önceden duyduklarını odada bulunanlar birbirinin sözlerini tamamlarcasına söylüyorlardı. Amerikalıları savunmak gene Yüksele kalmıştı.
      “Birahanelerde kahvehanelerde vakit öldürmek suç değil de eski eserleri tarihi kalıntıları gezip dolaşmak suç öyle mi?" dedi. Mehmet Bayram araya girdi.
      “Peki Yüksel Hanım ne ile geziyorlarmış" dedi. Mustafa Ali Kırmaz sözün ucunun kendisine geleceğini anlamıştı. Araya girdi “Ben onlara bir araba alıverdim diye suç ortağı olmam değil mi?  Komiser bey" dedi. Komiser karşısında tedirgin duran adama bakıp gülümsüyordu
      “Hiç olur mu öyle şey?" dedi. Sonraki sözleri toplantıyı bağlar nitelikteydi. "Bu olayın çözümlenmesi konusunda sizlerin yardımına ihtiyacımın olduğunu bilmenizi istiyorum" dedi. Artık toplantının sonuna gelindiği anlaşılıyordu. Müdür bey
      “Bu konuda içiniz rahat olsun" dedi. "Ben ve arkadaşlarımın bu konuda sizlere yardımcı olacağımıza emin olmanızı isteriz" dedi. Kurduğu diplomatik cümle hoşuna gitmişti İşletme müdürünün. Belli olan bir kibirle gülümsedi. Müdür beyin sözleri o konudaki son sözler olmuştu. Odayı bir anda sessizlik kapladı. Bu sessizlik toplantının fiilen bittiğini gösteriyordu.
      “Komiserim başka konuşmak istediğiniz bir şeyler yoksa işimize bakabilir miyiz?" Birol bey toplantıyı kendi bitirmek istiyordu anlaşılan. Rüzgar Ali, İki Amerikalı arkadaşı görürseniz Merkeze kadar gelip beni görmeleri gerektiğini söyler misiniz." dedi. Sonraki kelimeler ise teşekkür içindi.

      Yüksel toplantıdan çıktıktan sonra Komiser Ali’yle görüşmeye çalıştı. Müdür beyin kapısında yakalamasına ve çıkışta görüşme sözü almasına rağmen görüşemedi. Ali Rüzgarlı ya unutmuştu yada Birol beyin telkinleriyle Yüksel’le görüşmeden gitmişti. O gün akşamı zor etti Yüksel. Neredeyse her saat başı müdür beyin odasına gidip durumda gelişme olup olmadığını, Amerikalıların arayıp aramadığını soruyordu. Aklına komiser beyin Amerikalılardan gerçekten kuşkulanıyor olması geldi. Acaba iki yabancı bu işleri yapmış olabilirler miydi?

      İki arkadaşın telefonları kapalıydı, o gün akşama kadar haber bekledi. Gelmeye cesaret edemeyeceklerini biliyordu ama hiç olmazsa bir telefon ederler diye ümit ediyordu. Vakit ilerledikçe umutsuzluk içini kaplıyordu. Bir kaç telefon görüşmesi yaptı. “Bu gün hiç aramadılar" yada "çoktandır buralara gelmiyorlar" şeklinde yanıtlar aldı. Bir ara Doğanın ağzını yokladı. Onun diğerleriyle aynı düşüncede olmadığını bilmek içini biraz olsun rahatlattı.

    Akşam üzeri Besim, genç muhasebeciye "eve bırakmayı" teklif ettiğinde aldığı yanıt olumsuzdu. "Ne yüzle bana böyle bir öneriyle gelebiliyorsunuz. Ortak dostlarımız olan kişilerle yaşadığımız güzel günleri bir günde silip onları potansiyel katil ilan ettiniz. Hatta beni bile örtülüde olsa suçladınız ve şimdi yüzsüzce karşıma geçmiş "isterseniz sizi evinize bırakabilirim" diyorsunuz" demedi. Dilinin ucuna geldiği halde diyemedi. Sadece “Teşekkür ederim, ben daha sonra çıkacağım" dedi. Besimin kızgınlığını dışarı vuran tavırlarla gitmesinden on onbeş dakika sonra Doğan beyle birlikte çıktılar.

      Önce gazeteye gittiler. Eğer onlar İşletmede iken olaylarda bir gelişme olduysa gazetedekilerin mutlaka bilgileri olurdu. Turan’ı enderde olsa matbaa tezgahlarının başında yakaladılar. Üzerinde lacivert önlüğü bizzat çalışıyordu. Onların geldiklerini görünce önlüğü çıkardığı gibi soluğu yazıhanede aldı. Gündüz Kaymakam beyin sekreteriyle görüştüğünü, en son olayın resmi tutanaklarına bir göz atma fırsatı bulduğunu söyledi. Dahası uzun bir araştırma sonucu ilçedeki aynı marka ve modeldeki olabilecek diğer araçları trafikten araştırdığını anlattı.
      “Aynı modelde iki Chevrolet var. İkisi de taksi olarak çalışıyor" dedi Turan. "Biri Alpi amcada." Alpi amcanın kim olduğunu anımsadı Doğan. “Ziraat odasının önündeki durakta çalışan babacan bir ihtiyar" diye açıkladı Yüksele. Tekrar Turana dönüp “Ya diğeri" dedi. “Diğeri de Şoförler odası başkanının özel arabası. Taksi olarak tescilli ama adam özel arabası olarak kullanıyormuş" dedi. Evet yine başa dönmüşlerdi. Koca ilçede dört Chevrolet İmpala vardı. İkisi bilenen ve tanınan kişilerde, biri Amerikalıların kullandığı siyah araba, birde görgü tanıklarının tanımladığı siyah arabaydı.
Turan son gelişmeleri aktarabilmek için fırsat yaratmaya çalıştı. “Yeni denediğim baskı yöntemini göstereyim" diyerek Doğanı içeriye Atölyeye götürdü. Orada Gümüşlü dağlarındaki kulübeye gittiğini ve adamlarının oraya varmış olabileceğine dair bir kanıt bulamadığını söyledi.
      “Tıpkı James Bond gibi kapının pencerenin belli noktalarına belirsiz işaretler bırakmıştım. İşaretler bıraktığım gibi duruyordu. Demek ki adamımız kulübeye henüz gitmedi" dedi. Doğanın söyledikleri ise o ana kadar taşıdığı kendinden emin olma duygusunu bir anda kuşkuya dönüştürmüştü.
      “Ya adam senin koyduğun gizli işaretleri gördüyse ve işini bitirdikten sonra işaretleri aynı şekilde bıraktıysa." Acaba kapı eşiğiyle kapı arasına konulan o küçücük kibrit çöpünü adam farketmiş olabilir miydi?  Beklemekten başka yapacakları bir şey kalmamıştı. Gazetede fazla kalmayıp çıktılar. Doğanın "Adada bir akşam yemeği yiyelim" önerisini çok istediği halde “Bakarsın akşam bir telefon gelir evde beklemeliyim" diyerek geri çevirdi. "Olaylar yatıştıktan sonra aynı öneriyle gelirseniz tekrar düşünürüm" demeyi de unutmamıştı.

      Cephane Sokağının tam girişinde bırakmıştı genç kızı. Sonra geniş bir yay çizip aynı sokağa döndü. Cephane sokağın üst başındaki girişe vardı. Kafasındaki hesaba göre genç kız eve varmış olmalıydı. Arabayı bir arka sokak ta bırakıp yürüyerek aşağı inmeye başladı.
      Ev yine karanlıktı. Çekilmiş kalın perdelerin arkasında ışık dalgalanmaları yine oluyordu. Tatsız bir sürpriz olmaması için hızlı adımlarla sokaktan geçip caddeye çıktı. Karşı köşedeki markete girdi, yanılmamıştı. Market sahibi yine televizyonundaki parazitlerle boğuşuyordu, eli istem dışı cep telefonuna gitti, çekmiyordu. Bir paket sigara alıp geri döndü. Tekrar hızlı adımlarla bu defa sokağın yukarısına doğru yürümeye başladı. Evin önünde sanki sigarasını yakacakmış gibi durdu. Bir sigara yakımı kadar sürede evi incelemeye çalıştı. Göz ucuyla gördüğü kadarıyla ışık gölgeleri devam ediyordu.
      Geldiği yoldan geri döndü. Bir kaç dakika sonra bej renkli Doğan marka otomobil cephane sokağının köşesindeki markette durduğunda televizyonun görüntüsü düzelmişti. Koşar adımlarla karşıya geçip iki katlı o eve tekrar baktığında evin salon ışıklarının yandığını görmüştü. Saatine baktı Doğan, henüz sekiz olmuştu, vakit erkendi. Direksiyonu hafif sağa kırıp önündeki sokağa girdi. Geniş bir "U" dönüşü yapıp laflamak için Cumhuriyet taksi durağına gidiyordu.

   Taksi durağının hemen arka sokağında bıraktı arabasını. Durağa vardığında ise ilkokuldan arkadaşı olan Kerimi bulamamıştı. "İşe çıktı birazdan gelir" dediler. Uzun süre gurbette kaldığı için kendisini tanıyan olmasa da kapı önü muhabbetine katılmıştı bir kaç dakika içinde. İlçe futbol takımının son maçının durumundan sonra bir küçük laf oyunuyla konuyu "kayıp çocuklar" konusuna getirmişti. O zaman bir kere daha anladı halkın iki yabancıya karşı olan nefretini.
      “Yapmayın arkadaşlar" dedi. "Bizim yurttaşlarımız da oralarda. Yıllardır yapılan bir uygulama" dese de inandıramamıştı duraktakileri. Kim olduğunu bilmediği biri,
      “Yapar o Yunan tohumu" dedi sanki Nicolas Smart'ı yıllardır tanıyormuş gibi. Bir başkası, “Siyah arabalarıyla aylarca oradan oraya dolaştılar. Hiç bir gizlimiz saklımız kalmadı." dedi. Hatta akşam çayı getiren çaycı bile “Organ mafyasının ajanlarıymış, yakalanacaklarını anlayınca memleketlerine dönmüşler" diyordu. Doğanın “Ya adamlar masumsa, ya birisi kendi sapıklığının suçunu iki garibana yüklemeye çalışıyorsa" dediyse de dinletememişti. Yunan tohumu benzetmesi yapan orta yaşlı Şoför
   “Ya hoca "dedi ukalaca. "Her olayda onların parmağı var. Üstelik geçen ki olayda benzinci bile adamı tanımış. Zenci demiş ya."
      “Suçlu değillerse neden kaçtılar peki" dedi bir başkası. Doğan samimi olmadığı bu kişilerle tartışmayı gereksiz buluyordu.  “Kerim geldiğinde aradığımı söylersiniz" dedi ve "İyi akşamlar" deyip çıktı.
      Eve dönerken yol boyu hep düşündü. Acaba halk doğru mu? düşünüyordu. Bu adamlar tarihi yerleri geziyoruz diye sapıkça planlar mı yapıyorlardı. George’un Yunan asıllı olması onda da bizimkiler gibi bilinçaltı düşmanlıklar mı yaratmıştı. O da tüm Türkleri düşman olarak mı görüyordu? "Umarım öyle değildir" dedi kendi kendine.

      Eve vardığında annesini bekler buldu. Yaşlı kadın yıllarca kocasının denizden dönmesini beklemişti. Şimdi beklenilme sırası babasından kendisine geçmiş olmalıydı. "Oğlumla karşılıklı çay içmek istiyorum" ısrarına dayanamadı. Konunun "yaşının ilerlediği, artık evlenip bir yuva kurmasının zamanının geldiği" konusuna geleceğini biliyordu. Yanılmamıştı. Daha ikinci bardak çay dolduruluyorken yengesinin uzak akrabası gündeme gelmişti bile. O anda gelen kurtuluş çaresini üzerinde fazla düşünmeden uyguladı.     
   “Allah nasip ederse pazar günü kahvaltıya çok özel konuk getirebilirim" dedi. Kimbilir belki de annesinin bu ısrarı sayesinde Yüksel’le yakınlığının artmasına neden olabilirdi.

      İşletmede ortalık sakindi. Çırçır atölyesinin uğuldayan gürültüsü kesilmişti. Kamyonların homurtuları da yoktu artık, yükleme yapan vincin cırıltısı da. Yalnızca mekanik atölyeden çekiç sesleri geliyordu. Bir gurup işçi ellerinde tohum çuvalları ilaçlanmış çekirdek çuvallarını depoya taşıyorlardı. Gelecek sene için tohumluklar hazırlanıyordu. Eee nede olsa ekim zamanı yaklaşıyordu. Doğan sağa sola selam vererek bazen de bir iki laflayarak yönetim binasına girdi.

      Doğrudan Müdür beyin yanına çıktı. Müdür bey yardımcısı Ahmet Oker’i masa başında buldu. Ellerinde dosyalar durum değerlendirmesi yapıyor gibiydiler. Gelişmeler konusunda bir kaç soru sorunca Birol Bey; “Kusura bakmayın ama şu an meşgulüz. İsterseniz az önce aynı soruları sormuş olan Muhasebeci Hanımdan ayrıntılı bilgileri alabilirsiniz" demişti. Bir an fırçalandığını düşündü Doğan ama Müdürünün yüzünde gülümseme görünce rahatladı.

      Yüksel, odasında yalnız değildi. Çoğu zaman Muhasebe odasına girdiğinizde karşınıza çıkan genel manzara Besimin boş oturup Yüksel hanımın kağıtlarla evraklarla boğuşuyor olmasıydı. Bu defa tam tersiydi. Besim masasının üzerindeki dosyalara gömülmüş bir haldeydi. Kah dosyadaki evraklara açık olan defterler bakıyor kah hesap makinesiyle hesaplamalar yapıyordu. Yükselse ellerini ensesinde kenetlemiş gözlerini tavana dikmiş düşünüyordu.
      İşler ters gidiyor olmalıydı. Çünkü Doğan içeri girer girmez Besim ayağa kalkmış arkadaşından özür dilemişti. Bir gün öncesini anımsayan Doğan çok daha sert bir tavır en azından bakış beklerken gülümseme hatta kucaklaşma bulmuştu. Şaşırmıştı ama şaşkınlığı kısa sürmüş aynı şekilde karşılık vermeyi akıl etmişti. Bu kucaklaşma yapay bile olsa havadaki elektriği deşarj etmişti.
      “Gece aradılar mı?" diye sordu Doğan kısa bir hal hatırdan sonra. Yanıt olumsuzdu. Yüksel “Gece onların birer kız arkadaşları olduğu aklıma geldi ama arayabileceğim bir telefon numarası olmadığı için arayamadım" dedi.
      “Evet anımsadım galiba İzmir de Nato tesislerinde çalışıyorlardı." Söze giren masasında oturan Besim’di. Yaptığı işi bırakıp ayağa kalktı.
      “Cumhuriyet Balosunda tanışmıştık değil mi?" Besim doğru anımsıyordu Yanlarına geldiğinde “İsterseniz bir ara İzmir’e gider araştırırız" dedi. Bir anlık sessizlikten sonra
      “İzmir’de tanıdıklarım var" diye ekledi. Yükselin ağzından yanıt olarak yalnızca bir "olabilir" çıkmıştı. Doğan ise yine geç kaldığını düşünüyordu. Bir kaç gün öncede benzer çıkışını yapmıştı Besim. Amerikalıların evlerine Yüksel’i yine o götürmüştü. O gün öğleden sonra herkes cuma namazındayken gelen telefona kadar önemli bir şey olmamıştı.   
"İnsanlığın en büyük trajedilerinden biri ahlakın din tarafından ele geçirilmesidir." Sir Arthur Charles Clark

Çevrimdışı Gunslingers

  • **
  • 83
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Anchilea - Kutsal Kalkan
« Yanıtla #34 : 22 Aralık 2015, 11:49:53 »
Üstat, hikaye tıkandımı yoksa yazacak vakitmi bulamıyorsun :)
10 gün oldu son bölümü paylaştığından bu yana..
Merhaba:
Uzun zamandır gönderiyordum ve kendim çalıyor kendim oynuyor gibi oluyordu. Bu nedenle yazınız hoşuma gitti. Teşekkür ederim.

üstat yorum gelmediğinin bende farkındayım ancak görüntüleme sayısına bakınca insanların hikayeni anlatışını bölmemek için yorum yapmadığı şeklinde bir pozitif görüşü benimsedim :)
KA bir tekerlektir, daima döner...

Çevrimdışı azizhayri

  • ***
  • 581
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Anchilea - Bölüm Yirmi Sekiz
« Yanıtla #35 : 23 Aralık 2015, 12:43:28 »
B Ö L Ü M    Y İ R M İ  S E K İ Z

      Bütün erkekler cuma namazına gitmişti. Haftalardır mazereti olup kalan yoksa Yüksel Pekcan işletmede nöbetçi memur olarak kalıyordu. Besim bazen kalıyor olsa da oda cuma namazını kılmaya sıklıkla gidiyordu. Yüksel, herkesin cuma için camide olduğu bir anda yemek sonrası kahvesini içerken telefonu çaldı. Daha eli telefona gider gitmez numarayı tanıdı. Yanılmamıştı, arayanlar iki gündür haber alamadıkları, telefonları kapalı olan Amerikalı dostlarıydı. Ne olduğunu anlamadan telefon kesildi. Görüşme yapmaya çalıştıkları yer belli ki sapa bir yerdi. Sözü fazla uzatmadan yerlerini öğrendi. “Birazdan oradayız" deyip kendisi gelesiye kadar oradan ayrılmamalarını ve ortalıkta görünmemeleri gerektiğini sıkı sıkıya tembihledi.
İşlerin yoğun olduğu günlerde dışarıya yol kenarındaki park yerine bırakılan otomobiller artık rahatlıkla avluya bırakılabiliyordu. Koridorda cuma namazının dağılmasını bekleyen Yüksel sundurmanın altındaki araçları inceliyordu. Beyaz opel ile bej renkli Doğan yan yana gelmişti. Onlarında sağında ve solunda diğer personelin arabaları vardı. İçlerinde en iyi ve en yeni olan Besimin Opeliydi. Doğan beyin doğanından daha eski olan ise Bekçinin almış olduğu mavi Anadol kamyonetti. O koridorda durmuş araçlar ile sahipleri arasında benzerlikler kurmaya çalışırken dış kapıda Memur Mehmet göründü, peşinden diğerleri de dönmeye başlamıştı.
      Cuma öğleden sonralarının rutiniydi kısa selamlaşmalardan sonra ikinci müdürün odasında toplanmak. İşler yavaşladığından beridir çay içmeler ve muhabbetler artmıştı. İmamın vaazı ve hutbe konusunu tartışmaya başlamışlardı bile. Yüksel diğerleriyle birlikte gelen Doğan’a belli belirsiz bir işaret vermeye çalışmıştı. Diğerlerinin tepkilerini bilemeyeceği için açıkça söyleyemezdi. Önce işaretini anlamadığını zannetmişti ama bir iki dakika sonra yanına geldiğini görünce arkadaşının hakkında yanlış düşündüğünü anlamıştı. Beş dakika sonra ise boyasıyla aynı renklerde macun lekeleri olan bej renkli araç Tuzadası yolundaydı.
      Doğan önce Yüksel’i ikna etmişti teslim olma fikrine. Yükselin görüşü ise halkın kararını çoktan vermiş olduğu yargıçlarında etkilenerek bu yönde hareket edeceği şeklindeydi.
      “Nasıl olsa bunlar yabancı biz yardım edersek rahatlıkla ülkelerine dönerler. Bir zaman sonrada her şey unutulur gider" diyordu. Devletin bu işin peşini bırakmayacağını kaçmanın bir nevi suçu kabullenmek demek olduğunu söyledi Doğan’da
      “Tam bu nedenle onları kendi ellerimizle yasalara teslim etmeliyiz" demişti. Tuzadası’nda kuytu bir kafeden telefon etmişlerdi korku içindeki iki yabancı. Sokak arası sayılabilecek kafede dipte mutfak kapısının hemen yanındaki masada oturur buldular iki genci. İkisinin de sırtları kapıya dönüktü. İçeri girenleri karşılarındaki vitrinin camından izliyorlardı. Şaşkınlardı, korkmuşlardı. İlk söyledikleri de,
“Bizi havaalanına götürür müsünüz" olmuştu. Bir ara ilçeye dönmek istemişler bu nedenle İşletmeye telefon etmişlerdi. Karşılarına çıkan kişi -kim olduğunu anlayamamışlardı- "dönmemeleri gerektiğini polisin ve jandarmanın onları aradığını söylemiş miş. Doğan teslim olmaları gerektiğini söylediğinde George Nicolas "Midnight Ekspres" demişti. Yüksel, onlar konuşurken kafenin sahibini gözlüyordu. Konuşmalarının arasına girip artık dışarı çıkmaları gerektiğini söyledi. Hesabı ödeyip çıktılar.

      Arabalarını şehrin yazlıkçı mahallelerinin birine çıkmaz sokağın birinde yola az bir çıkıntılık yapan evin arkasına bırakmışlardı. Gizlenmesi zor olsa da koca araba ilk bakışta görünmeyecek yerdeydi. Bir kaç gün sonra toz toprak içinde tamamen anlaşılmaz bir hale gelecekti. bej lekeli araba İzmir’e değil de İlçeye doğru yönelince arkada oturan iki gençten itiraz sesleri yükseldi. Dönüş yolunda bir kaç yüz metre gittikten sonra sağa çekip durdu.
      Doğan bir taraftan, Yüksel bir taraftan Amerikalıları ikna etmeye çalışıyorlardı. Türk insanının "Gece Yarısı ekspresi"deki gibi olmadığını söylediler. Gerçek suçluların başkaları olduğuna inandıklarını, eğer giderlerse bu gidişin suçu kabul etmek anlamına geleceğini söylediler. Terletecek kadar zor konuşmalardan sonra iki genç teslim olmaya ikna olmuştu. O zaman biraz olsun ohh dediler.

      Amerikalılar önce fabrikaya gitmek istediler. Aylardır birlikte çalıştıkları arkadaşlarına meslektaşlarına suçsuz olduklarını anlattıktan sonra resmi bir karar olmasa da polise gidip teslim olacaklardı. Araç avluya girdi. İki gencin arabada olduklarını görenler dışarı çıkıyorlardı Yönetim binasının ana kapısında bekler buldukları Birol Bey onları içeriye almak istemedi. Yüzlerine karşı, “Bizim sapıklarla işimiz yok" diyordu. Sağında ve solunda duran Ahmet Oker ve Mustafa Ali Kırmaz bedenleriyle içeriye girmelerini engellemeye çalışıyordu.
      “Burası namuslu bir İşletme, çocuk katillerine yer yok" “Bizler onurlu insanlarız" diyorlardı. Nicolas yarım Türkçesiyle bir şeyler anlatmaya çalıştıysa da girişimleri sonuçsuz kalmıştı. Zorunlu olarak gerisini geri Doğan’ın arabasına döndüler. Dört arkadaş ne yapabileceklerini konuşurlarken uzaktan polis sirenleri duyulmaya başlamıştı. Siren seslerini duyunca George ve Pietro bir an paniklediler. Yol boyu konuştukları boşunaydı. Onca rahatlatıcı sakinleştirici söz bir anda unutulmuştu.

      Hem Yüksel hem de Doğan panik yapmamalarını söylerken polis arabası İşletmenin avlusuna girmişti bile. Beyaz renkli resmi arabadan Rüzgar Ali henüz inmişti ki ardından ikinci araba geldi. Peşinden de üçüncüsü. Amerikalıların endişelerini haklı çıkaracak şekilde kollarına yapışıvermişlerdi.
      “Hakların da tutuklama kararı var" diyerek iki genci birer bileklerinden birbirlerine kelepçelemişti Rüzgar Ali. Daha, ne oluyor" diyemeden soğuk polis arabalarına itilmişlerdi bile.
      Yol boyunca suçsuz olduklarını haykırmıştı iki genç. Özellikle daha iri yapılı olan Pietro zor zapt edilmişti. İki memur iki kolundan zor tutuyordu.  Yükselin ve Doğanın,    “Bir yanlışlık yapıyorsunuz, diplomatik bir skandala neden olacaksınız" şeklindeki uyarılarına “Derdinizi merkezde Baş komisere anlatırsınız" yanıtını almışlardı. Ama Hükümet binasının birinci katında bulunan merkez karakoluna varmak hiçte kolay olmayacaktı.

      Resmi törenlerin yapıldığı meydanlığın bir ucundaydı hükümet binası, betonarme ve dört katlıydı. İlden gelen ve Tuzadası’ndan gelen kent içi yollarının kesiştiği yerdeydi. Yurttaşlar işlerini görmek için ana kapıyı kullanırdı ama memurların ve diğer çalışanların ara sokağa açılan arka kapıyı kullanmaları gerekiyordu. Tuzadası yolu üzerinden girilen bu sokağın bir yanında sıra dükkanlar vardı. Diğer yanını ise Hükümet binasının duvarı ve Jandarma Merkez Karakolu boydan boya kaplıyordu. Bu duvarın büyük bir bölümü ise atermitlerle kaplanarak otopark haline getirilmişti. Özelliklede makam araçları ve resmi araçlar buraya park edilirdi. İşte kayıp çocukların katil zanlıları denilen dört kişiyi getiren araçlar doğrudan bu otoparka geleceklerdi.

      Ara sokağa dönmeleri gereken küçük döner kavşağı döndüklerinde karşılaştıkları manzara hepsini hayrete düşürmüştü. Daha döner kavşağa yaklaşırken bir olağanüstülük olduğunu anlamaları gerekiyordu. Herhangi bir resmi yada özel tören olmadığı halde insanlar sokak girişinde toplanmışlardı. Öndeki polis arabasının sürücüsü olayı ilk anladığında geri dönmeyi denedi ama dönemedi Kalabalık bir an açılmış kendilerini aralarına aldıktan sonra kapanmıştı. Nereden çıktığı ve ne zaman haber alıp toplandığı belli olmayan sayısız insan sokağı doldurmuştu. Arabanın plakasının yazılı olduğu park yerine varması imkansız hale gelmişti. Bir ara sürücünün hemen yanında oturan komiser Ali Rüzgarlı arkada oturan iki gençle göz göze geldi. Çok geç olsa da hatasını anlamıştı.

      Hükümet Binasıyla aynı parkı paylaşan Jandarma Merkez Karakolunda görev yapan genç Teğmen duyduğu uğultuyu pek önemsememişti. Peşinden gelen araç kornasının ısrarla çalması ve korna ile birlikte uğultu sesinin bağırışlara sloganlara dönüşmesi cama koşmasına neden olmuştu. Yalnızca o değil binada bütün personel pencerelere koşmuşlardı. Kalabalığın arasında sıkışıp kalan üç polis aracını görünce olayı kavradı. Beklemeğe yada olanı biteni anlamaya çalışacak zamanı yoktu. Koşar adımlarla koridordan geçti. Aşağı inerken aklına hazır kıta geldi. Ön kapı nöbetçisi ne "hazır kıtayı arka sokağa hemen göndermesini" söyledi. Kendisi bir kaç saniye sonra olay yerindeydi.
      Polis araçlarının hemen arkasından yola çıkmalarına rağmen bej yamalı otomobil geride kalmıştı, ne de olsa onların geçiş üstünlükleri vardı. Bir ara dikiz aynasında beyaz opeli görür gibi olmuştu. Anlaşılan Besim’de arkalarından geliyordu Hükümet binasının arkasındaki  dar  sokağa vardıklarında kalabalığı gördü. Sokağa arabasıyla giremeyeceğini anlayınca sağa çekti. Arkasında "dur gitme, bir şey yapamazsın" diyen Yüksel’e aldırış etmeden kalabalığın arasına daldı.

      En öndeki araçta bulunan Komiser Ali ne yapacağını bilemez haldeydi. Arka koltukta bekleyen ve birer elleriyle birbirine kelepçelenmiş durumda olan iki genç korkuyla büzülmüşler, koltukların arasına sinmişlerdi.
      Dışarıdaki kudurmuş kalabalık tartakladıkları aracın resmi araç içindekilerin Polis memuru olduklarına aldırış etmiyorlardı bile. Kimi kaportayı yumrukluyor kimi tekmeler atıyordu. Otomobillere uzanamayacak kadar uzakta olanlar ise bağırıp çağırıyor, ağza alınmayacak küfürler ediyorlardı. Komiser Ali bir ara çıkmayı denedi ama ne mümkün. Etrafını saranların baskısı inanılmazdı, araçları adeta bir beşikmiş gibi sallanıyordu.
      “Bas gaza" dedi öfkeyle, yanında oturan ve en az Amerikalılar kadar korkmuş olan genç polis memuru şaşkınlıkla yüzüne baktı. Rüzgar Ali bir anda fikir değiştirdi, genci kendisine doğru hızla çekti. Birbirinin üzerinden geçerek yer değiştirmeye çalışıyorlardı. O an dışarıdan gelen silah seslerini duydular.

      Jandarma binasındaki genç teğmen koşarak arka kapıya varmıştı. Sokağı dolduran insan yığınlarını gördüğünde bir an ürperdi. Okul yıllarında ders konusu olarak gördükleri bazen televizyondan izlediği "Linç" olaylarından biriyle karşı karşıyaydı. Elinde nereden eline geçtiğini bilmediği bir düdük vardı. Nefesinin yettiği kadar üfledi. Düdüğün keskin sesi kulaklarında uğuldamıştı ama kalabalık zerre kadar etkilenmemişti. Tekrar ön kapıya koştu. Nizamiye nöbetçisinin elindeki G-3 makineli tüfeğini kaptı. Nöbetçinin itirazları fayda etmemişti. Sürgülü kapının arkasında durup namluyu havaya dikti, bir kere çekti tetiği. Kalabalık bir an durdu, başlar sesin geldiği yöne döndü. Sonra kalabalığın hareketliliği ve uğultusu daha da çoğaldı. Teğmen öfke ile şarjördeki tüm mermileri havaya boşalttı.

      Bütün gücüyle kalabalığı yarmaya çalışan Doğan bir el silah sesini duyunca aklına Komiserin beylik silahını ateşlediği geldi. İnsanların bir anlık durgunluğundan yararlanıp kendine daha fazla yol açmaya çalıştı. Kimine omuz atıyor kimini itiyordu. Kafası ise halkın nefretinin nasıl bu noktaya gelmiş olabileceğini düşünüyordu. Bir anda haberin yayılması ve bunca insanın toplanması kendiliğinden olabilecek bir şey değildi. İşin en garip yönüyse bir taraftan kendine yol açmaya çalışırken diğer taraftan bütün bunları düşünmesiydi.
      Bir el silah sesinin peşinden gelen bir seri mermi sesi kala balığın paniklemesine yol açmıştı. İnsanlar ya sağa sola kaçışıyor yada kendini yere atıyordu. Bağırışlar çığırışlar korkuyu korku da paniği arttırıyordu. Komiser Ali silah seslerini duyunca birilerinin kendisine yardım etmeye çalıştığını anlamıştı. Aracın kapısını yıldırım hızıyla açtı. Hemen arka kapıyı da açıp iki Amerikalıyı sürüklercesine dışarı çıkardı, şimdi mantık değil hız önemliydi.
      Silah sesleriyle bir an çalkalandıktan sonra durulmaya ve dağılmaya başlayan insan denizinin arasından Hükümet Binasının kapısına doğru yürümeye başladı. Kendine yakın olan zencinin elini yakaladı. Sürüklercesine kalabalığı yarmaya başladılar.

      Yurttaşının sol bileğinden kendi sağ bileğine kelepçelenmiş durumda olan George önünde yürüyenleri izlemeye çalışıyordu. Bir an birinin sol elini yakaladığını farketti. Korktu. Silah seslerinin oluşturduğu panik dağılmış insanlar neden orada olduğunu yeniden anımsamış gibiydi. Refleks hareketiyle elini silkeledi, kurtulmaya çalıştı. Elini yakalayan el daha sıkı kavramıştı. Kurtulmak istedikçe elini tutan el daha sıkı kavrıyordu. Kim olduğunu anlayabilmek için başını çevirince Doğanı gördü. Tanıdık birini yanında görmek içini bir an olsun rahatlatmıştı.
      Üzerinde iki yıldızlı üniforması olduğu halde Rüzgar Ali dayak yemekten kurtulamıyordu. Karşısındakileri boşta kalan eliyle bertaraf ediyordu ama yanlardan gelen yumruklara ve tekmelere karşı bir şey yapamıyordu. Geriden gelenlerse adam akıllı dayak yiyorlardı. Binada görevli bir kaç memur yardım için yanlarına geldiler. Onların sayesinde giriş kapısına varmaları biraz daha rahat olmuştu. Onlar içeri girer girmez bir gurup polis kapının önüne dizildi. Etten duvar kalabalığın taşkın dalgasını kesmeye yetmişti. Jandarma karakolundan gelen bir manga askerin de yardımıyla kalabalıktaki dalgalanmalar azaldı. Uğultular bir an olsun durulunca kalabalığın arasından yükselen davudi bir ses.
      “İki Amerikan piçini bize verin" diye bağırdı. Bir başkası “verinde kaybolan yavrularımızın hesaplarını soralım" diye diğerinin cümlesini tamamladı. Az önce havaya ateş açan teğmenin sesi megafonla çoğalmış halde duyuldu.
      “Çapraz tutuş." Kalabalık arasında duyulan kışkırtıcı seslerle megafonda duyulan ses arasında bir rekabet başlamıştı sanki. Bazen artık tanıdık sayılabilecek ama kendini göstermeyen o davudi ses bazen de ona uyan kişilerin sesi meydanda yankılanıyordu. Megafondan gelen ses ise askeri otoritenin tüm ağırlığını hissettiriyordu.

      Uğultuyu daha henüz anlamamıştı kaymakam bey peşinden silah sesleri duymuştu. Şimdi megafonla kalabalığın seslerini duyuyordu. Neler olup bittiğini anlamak için dışarı çıktığında oda dehşete kapılmıştı. Ali Rüzgarlı olan biteni kısaca anlatmıştı kendisine. Bir Şoför Zeynel’i bulmalarını emretti. Zeynel’in kulağına bir şeyler söyledikten sonra Teğmenin elindeki megafonu aldı, insanlarla konuşmayı denedi. Genç teğmenin otoriter sesinin yerine ricacı tarzda konuşan birini gördüklerinde kalabalık bir an dalgalandı. Kapının önünde dizilen polis ve jandarmalara doğru bir defa daha yüklendiler Megafondan yükselen  "Doldur! -kapa! -emniyete al!!" komutunu duyunca bir an duruldular. On G-3 hafif makineli tüfeğinin mekanizmasının şakırtısı duyulunca kalabalıkta bir durulma oldu. Bu işin şakasının olmadığı anlaşılmıştı sanki.
      “Üç adım ileri marş" komutuyla da gerilemek zorunda kalmışlardı. Ardından bir kere daha   "Üç adım ileri marş" denildi aynı sert ve otoriter tonda. Bir kere daha tabii...

      Hükümet binasının zemin katındaki danışma odasında bir bayan memur elinde ecza çantası dışarıdan gelenlerin sıyrıklarına yaralarına bakmaya çalışıyordu. Eğer Teğmen yetişmemiş olsaydı çok daha ağır yaralar alabileceklerdi. En ciddi darbeleriyse en geriden gelen Doğan ve George yemişti. Pietro ise hemen önündeki komiser Ali’nin şemsiyesi sayesinde az hırpalanmıştı. Onlar içeride durum değerlendirmesi yapmaya çalışıyorlarken dışarıdaki kalabalık sloganlar atmaya başlamıştı.
     “Katillere ölüm"      “Gerçek adalet halk adaletidir." diyorlardı. Arada Atatürk ün vecizelerini de söylemeyi ihmal etmiyorlardı. "Ne Mutlu Türküm Diyene." "Bir Türk Dünyaya Bedeldir."
      Biraz dikkatli dinleyince kalabalığın içersinde gür sesli ama yaşlı bir kadının titrek sesi duyuluyordu. Ardından yığınlar tekrarlıyordu söylenen sloganı. Komiser Ali biraz soluklandıktan sonra kalabalığı dağıtmaya çalışan Teğmenin ve Kaymakam beyin yanına çıktı. Binanın bütün çalışanları pencerelere toplanmış aşağıda olan biteni seyrediyordu. Kaymakam bey elinde megafon kalabalığa dağılmalarını dağılmadıkları takdirde alaydan gelen takviye kuvvetlerle sokağı dolduran herkesin tutuklanacağını söylüyordu.

      Rüzgar Ali bir ara biraz ötesindeki polis memurunu yanına çağırdı. Kalabalığın arasındaki sesi duyulan yaşlı bir kadını işaret etti. İkisi birden insan denizine girmeyi denediler. Rüzgar Ali’nin kışkırtıcılardan biri olduğunu tahmin ettiği o kişiyi getireceklerdi. Kalabalıksa ortak bir bilinçle hareket eder gibi onların ne yapmak istediğini anlamıştı. Polislerin ve jandarma erlerinin kesmekte zorlandığı bir dalga ile karşılık vermişlerdi.

      Bir saate yakın bir süre kalabalık sokakta slogan atarak bekledi. Kaymakam beyin Şoförü Zeynel’e söylemesiyle Zeynel Alaya telefon etmiş Albaydan takviye kuvvetleri istemişti. İşte  "İçi asker dolu üç kamyon geliyor" ve "İlden Panzerler de geliyormuş" söylentileri ile kalabalık dağılmaya başlamıştı. Haki renkli üç askeri araç göründüğünde ise sokakta kimseler kalmamıştı. Sadece kalabalığın dağılmaya başladığını anlamalarıyla kapı önündeki polislerin yakaladığı beş on kişi nezarete alınabilmişti. Ali Komiserin yanına memur çağırıp kışkırtıcı olabilir diyerek yakalamaya birlikte gitmelerini teklif ettikleri adamı boşuna aradı. Adam kalabalığın arasında çoktan kaybolmuştu.
      Doğan “Geçmiş olsun" diyen Albay Emin Işık'a teşekkür ederken az önce Pietro’nun kendisine sorduğu soruyu sordu.
    “Tekrar gelirler mi?" Albayın yanıtı ise yuvarlak laflardan oluşuyordu. “Sanmıyorum ama yine de biz gerekli tedbirleri alacağız. Zanlıları daha güvenli bir yere nakledeceğiz" dedi. O arada Yüksel koşarak geldi Doğan’ın boynuna sarıldı. Boynuna sarılan bir çift kol ile buralara Yüksel’le birlikte geldikleri Doğan’ın aklına gelmişti.
      “Bu güzel kız beni deli gibi seviyor" diye aklından geçirdi. Odada bulunanlarda aynı kanaatteydiler zaten.

      Doğan ve Yüksel işler yoluna giresiye kadar beklediler. Genç adam ara sıra dışarı çıkıyor meydanı ve arka sokağı inceliyordu. Bir saat öncesinin aksine meydanda kimseler yoktu. Komiser Ali ise Kaymakam beyle görüşmüş haklarında gözaltına alınmalarına dair yazı olan iki gencin askeriye ye ait nezarette kalmalarını sağlamaya çalışıyordu. Bir ara Albay Emin, Komiser Ali ve Doğan içeri girdiler bir on onbeş dakika özel kalem müdürünün odasında baş başa kaldılar. Dışarı çıktıklarında Rüzgar Alinin Amerikalılara karşı olan tavrı yumuşamış gibiydi. Yüksel
      “O kadar süre içeride ne konuştunuz" diye sorduğunda Doğan “Albayı ve Komiseri dostlarımızın masumiyeti konusunda inandırmak zor oldu" demişti Doğan. Yüksel’in yanına gelip "İsterseniz gidelim artık" dediğinde hava kararmak üzereydi. Ali Rüzgarlı’yla vedalaşıp ayrıldılar.

      Yol boyunca hiç konuşmadılar. Doğan oturduğu sürücü koltuğunda zorunlu olarak yaptığı her harekette vücudunun ağrıdığını hissediyordu. Yanındaki genç kıza belli etmese de bir hayli tartaklanmıştı. Hatta buna "adam akıllı dayak" bile denilebilirdi. Gidiş yönü genç kızın evine doğruydu ve arkalarından gelen araçlardan birinin beyaz opel olduğunu bir çift far ışığından anlayamazdı. Beş dakika sonra arabaları sağa, Cephane sokağa doğru dönünce arkalarından gelen beyaz araba yoluna devam etti.
      Yüksel ve Doğan arabadan indiler. Böylesine yoğun geçen bir günün ardından ayaküzeri vedalaşamazlardı. “Hadi gelin dün akşamdan ne kaldıysa birlikte yiyelim" dedi genç kız. Genç adamın o eve girmek o dalgalı ışıkların nedenini anlamak için can attığını bilemezdi tabii. Yine de nazikçe reddetti daveti.
      “Teşekkür ederim. Gelmeyeyim" dedi isteksizce. Önlerinde ve arkalarında sıralanmış evlerin camlarında meraklı bakışların olabileceğini biliyordu. Nede olsa burası bir ilçeydi ve böyle bir ilçede bu tür davranışlar hoş karşılanmazdı.

      “Hadi hadi beni ikinci defa reddetmeyin." Adamın anlamadığını fark edince ekledi. “Anımsarsanız bir akşam benim yemek davetime de gelmemiştiniz" dedi.  Gülümseyerek  “Merak etmeyin yemeklerimden zehirlenmezsiniz. Meraklı bakışlara da gidişinizi duyururuz" dedi. Doğan için dedikleri o kadar önemli değildi, yüzüne gülümsemişti ya o yeterliydi.
      “Sadece bir yemek ama" dedi. Onlar içeri girmenin pazarlığını sokak ortasında yaparlarken cadde ağzında bir beyaz araba durmuş alacakaranlıkta onları seyrediyordu. Sürücü   "Yine aynı şeyi yapıyorsun Doğan" dedi mırıltılı bir sesle. “Yıllar önce karımı elimden almaya çalışmıştın şimdi de bu kızı almaya çalışıyorsun." Sokak ortasında konuşan iki kişi içeriye yönelince arabasının camını kapattı. Sinirli hareketlerle kontağı açtı, güçlü motoruna direnemeyen araç hızla fırladı yerinden.
       Akşam bir garip geçmişti. Yiyecek yemek yoktu evde."Benim mutfakla pek aram yoktur" dedi genç kız durumu açıklayabilmek için.  "Haftada bir yardımcı geliyor" diye ekledi. Yemekten vazgeçtiler. Çay ve çayın yanındaki aperatiflerle bir şeyler atıştırmış oldular. Bir zaman sonra izin isteyip kalktı. Bu kere kız "biraz daha kal" falan da demedi.

      Dönüş için arabaya bindiğinde dayak yemişliğinin verdiği acıları bir kere daha hissetti. Arabasının o yumuşak koltuğunda bile oturmakta zorlanıyordu. Bir ara annesine verdiği söz aklına geldi. "Keşke kızı bu hafta sonu davet etseydim diye hayıflandı. Ama bu keşke geç kalmış bir keşkeydi. Bütün olan bitenlere rağmen günü iyi geçmişti. Tahmin ettiği gibi annesinden beklediği soru geldi, beyaz yalanlardan birini söyledi.
      “Tamam ama bu hafta değil önümüzdeki hafta sonu geliyor" dedi. Bu sözü verirken kafasından geçen "gelecek hafta sonuna kadar nasıl olsa söylerim" düşüncesiydi. Annesi yüzünde gözünde olan morlukları görüp de çok soru sormaması için erkenden yattı.
      Eğer Doğan erkenden yatmayıp biraz televizyon izlemiş olsaydı gece haberlerinde İlçede olanların verildiğini öğrenecekti. Haber kaynağı olarak Kamil Aksu adının geçtiğini bilecekti. Televizyonu izleseydi bile "Haber" gazetesinin büyük patronu Lütfü Yurttaş’ın  gece haberlerini izlerken keyifle gülümsediğini ve "Haber bulamıyorsan sen yarat" diye mırıldandığını bilmeyecekti.
"İnsanlığın en büyük trajedilerinden biri ahlakın din tarafından ele geçirilmesidir." Sir Arthur Charles Clark

Çevrimdışı azizhayri

  • ***
  • 581
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Anchilea - Bölüm Yirmidokuz
« Yanıtla #36 : 29 Aralık 2015, 12:27:11 »
                 B Ö L Ü M    Y İ R M İ  D O K U Z

        Cumartesi günü ilçede konuşulan tek konu linç denemesiydi. Evlerde işyerlerinde, kahvehanelerde birahanelerde hep bu konu konuşuluyordu. Kimi “Ben de aralarındaydım en az beş bin kişi vardık" derken kimi de daha alçak gönüllü konuşuyordu
      “Tesadüfen oradan geçiyordum bir kaç yüz kişi kadar toplanmışlardı" diyordu. Bir ara
      “Askerlerin ateş açmasıyla şu kadar kişi ölmüş" gibisinden şeyler de söylenmişti ama bunları kimse ciddiye almamıştı. Kaymakam Enver Palazlı ilçenin özel televizyonunda bir açıklama yayınlama gereği duymuştu. Biraz bu konuşmanın etkisiyle biraz da suçluların yakalanmış olması insanları rahatlatmıştı. Hoş onlar için yakalananların gerçek suçlu olup olmadıkları önemli değildi. Belki de toplumun bilinçaltı yaptığının bir suç olduğunu kabul etmişti. O nedenle İlçede bir durgunluk yaşanıyordu. Serkan Beyin dediği gibi "halk nice zamandır içinde biriktirdiği baskıyı dışa vurmuştu. Eh nede olsa onlar kendi dininden ve kendi milletinden değillerdi. Buharın fazlası dışarı atılmış kazan basıncı normale düşmüştü.
      Ekspres gazetesi olaya sağduyu ile yaklaşmış “Kayıp çocuklar olayının faili olarak aranan kişiler teslim oldu" diye başlık yapmıştı. Haber gazetesi ise "Sapıklar Yakalandı" diye başlık atmıştı. Başlığın üzerindeyse "Türk polisinin elinden bir şey kurtulamaz" diyordu. Turanın kalfası Kamil üst üste birkaç gün Ulusal televizyonlara canlı yayınlara çıkınca havasından yanına varılmaz olmuştu.
      Son gelişmelere en çok sevinen ise gizli patron büyük ortak Lütfü Yurttaştı. Gazetesinin satışları neredeyse ikiye katlamıştı. Yeni aboneler kaydediyorlardı. Reklam verenlerde artmıştı. Üstelik bütün bu gelişmeler kendi hesaplarının ötesinde oluyordu. Olay yargıya intikal ettiği için daha fazla yazamazlardı. Bir kaç gün ön sayfada vermeye devam ederler sonra iç sayfalara kaydırırlardı bu konudaki haberleri.

      Doğan cumartesi günü ilk iş olarak annesinin çağrısını iletti Yüksele. Kafasında kuşku kırıntıları olsa da kahvaltı daveti kabul edilince belli etmemeye çalışıyordu ama yüzü gülücükler saçıyordu. Akşamüzeri tekrar anımsatınca “O zaman sabah beni siz alırsınız" demişti Yüksel.
      Pazar sabahı çok iyi bir kahvaltı sofrası bekliyordu onları. Doğanın annesi gelin adayını çok güzel buldu. Oğlunun yıllar önce tanıdığı ve sevdiğini tahmin ettiği kızı -Necla'yı- hiç görmemişti. Bir kere çok merak ettiğinden çalıştığı hastaneye bir mazeret bulup gitmek nasip olabilmişti. O günde sadece uzaktan görebilmişti. Eğer yakından tanıma fırsatı bulabilseydi Yüksel’in rahmetli Necla’ya çok benzediğini söylerdi oğluna.
      Kahvaltı esnasında ne kayıp çocuklardan nede Amerikalılardan söz açılmadı. Her anne gibi Emine Hanım da çocuklarını hep övdü. Özellikle de en küçüklerini. Doğan’ını. O sabah öğrenmişti Yüksel Hanım beraber çalıştığı arkadaşının lisans üstü eğitim gördüğünü. Bu bir sevgili olarak yaklaştığı erkek arkadaşı hakkında öğrendiği ilk özel bilgiydi. Bir kaç gün sonra ise Doğan hakkında öğrendiklerine daha çok şaşıracaktı. Anlattıklarıyla ise Doğanı şaşırtacaktı.

      Hafta başında yani pazartesi günü çalışmaya başlamak zor gelmişti Doğan’a. Çırçır atölyesi işlenecek pamuk geldikçe ve makinelerin açılmasına değecek kadar çoğalınca çalıştırılıyordu. Normal zamanlarda ise tohum ilaç gübre satışları yapılıyordu. Çalışanlar yıllık izinlerini kullanmaya başlamışlardı. Ogün İşletmede gayri resmi bir toplantı yapıldı ve izin programı kararlaştırıldı. Ardından izin dilekçeleri verildi. İlk sıraya ise Birol Bey kendi adını yazdırmıştı. İznini yaklaşan bayramla birleştirmek istiyordu. Bu nedenle izin dilekçesini hemen işleme koydurttu.
      Mevsim, ilkbaharın tüm özelliklerini gösteriyordu. Tarlasını sürüp kirizma yaptıranlar için bereket demek olan yağmurlar başlamıştı. Özellikle denize daha yakın olan toprak sahipleri bu yağmurları çok seviyorlardı. Çünkü yağmur suyu topraktaki tuzu derinlere süzüyordu. Toprağın çoraklığı azalıyor verimi artıyordu.
      Yağmurlu havayı seven sadece çiftçiler değildi. Kahvehane sahipleri de yağmuru çok seviyordu, birahane sahipleri de. Yağmur nedeniyle tarlaya gidemeyen çiftçi soluğu ya kahvede yada birahanede alıyordu. Bu da onların kazancı demekti. Serbest meslek erbabının yağmurla ilgisi en alt düzeydeydi. Onlar için havanın güneşli veya yağmurlu olması o kadar önemli değildi. Avukatlar, doktorlar, eczacılar ve gazeteciler için. Yalnızca bazı gazeteciler yağmurlu havalarda motosikletini güçlükle kullanıyordu. Bu yüzden araştırmalarına kendi motosikletleriyle değil de minibüsle devam etmek zorunda kalıyorlardı.

      Turan, yağan yağmurlara aldırmadan araştırmalarına devam ediyordu. Yakın demiyor uzak demiyor iz, işaret yada ipucu bulabileceği her yere gidiyordu. En son Yenikale’ye gitmiş Chevrolet sahibiyle görüşmüştü. Yaşlı adamın yanıtı olumsuzdu tabii.
      Adam zamanının en iyisi olan bu arabaları öve öve bitirememişti. Yıllar öncesinden kalma birçok Chevrolet sahibi kişi saydı. Hemen hepsi de kendi yaşıtıydı saydıklarının. Pek çoğu ebediyete intikal etmiş olan birçok isim. Arabaları ise ya satılmış yada çürümüştür diyordu. “Ben" diyerek söze başlayıp devam ettirdiği cümle unutulacak gibi değildi zaten
   “Bir daire sattım da aldım bu Sarı yılanı. Ama şimdi bedava versem pek çok kimse dönüp bakmaz bile" demişti. En son olayın belleği taze olan tanığıyla -Benzinciyle- görüşmüştü. Adam yemin billah ederek bütün bildiklerini polislere anlattığını söylemişti. Olayın geçtiği gün Tülay’la birlikte oynayan çocukları bulmuş hepsiyle konuşmuştu. Çocuklar Noel baba fikrinde ısrar ediyorlardı.
      Araştırmalarının bir kısır döngüde dönüp durduğuna inandığı bir gün masasında oturmuş düşünüyordu. Az önce Yakup usta kızmış söylenmişti. Kurt gazeteciye hak vermiyor da değildi hani. Bu işin peşine düştüğünden beri gerçek görevlerini unutmuştu. Spor karşılaşmalarına bile gidemez, ilçe futbol takımının üçüncü kümedeki maçlarını izleyemez olmuştu. Gazetedeki kendi adıyla çıkan yazıları ustası yazıyordu. Masasında oturup elindeki kalemi parmakları arasında çevirdiği bir gün
      “Sen elindeki kalemle oyna ben bu yaşımla makinelerin arasında boğuşayım" demişti. Yazıhaneyi matbaa bölümünden ayıran camekan sesi kesiyor olsa bile Yakup ustanın mimikleri ne demek istediğini gayet iyi anlatıyordu. Turan yerinden doğrulup kafasını içeriye doğru uzatıp
      “Anlamadım usta "deyince sunturlu bir argo kelime gelmişti. "Kazma"  Uzun zamandan beridir ilk kez ustası küfürle hitap ediyordu Turan’a. Yıllar önce öğrenciyken çok duyardı benzer sözleri. Öyle ciddiye alınacak küfürler yada argolar değildi ama yine argoydu, küfürdü. Yakup usta eğer kızdıysa "Eşek" derdi. "Eşşoğlu eşşek" derdi daha da kızdıysa. Lugatı iki kelimeyle sınırlı değildi tabii. Günün modası olan kelimeleri iyi yakalıyordu. Şimdileri "Kazma" kelimesine iyi alışmıştı. Turan işi şakaya vurmaya ustasının gönlünü almaya çalışıyordu.
      “Ne dediğini anlamadım usta" dedi. Yakup usta başını kaldırdı, alnında terler boncuk boncuk birikmişti.
     “Eşşoğlu eşşek diyeceğim ama babanı çok severdim." Sesinde öfke vardı
     “ -Kazma- dedim anladın mı Kazma." Bir an yaptığı işe döndü aniden aklına gelmiş gibi elindeki iki ağızlı anahtarı yere bıraktı.
“Amerikalılarla gezmekten dilini unutmuş gibisin sana harflerle kodlamalıydım. "Başladı az önce kullandığı kelimeyi kodlamaya  "Konya, Adana, Zonguldak, Manisa, Afyon." Turanın gözleri birden parladı, aradığı zihin kıvılcımı kafasında çakmıştı.
      “Ne olursun ustacığım bir daha tekrar et" dedi. Dedi ama yaşlı adamın elinde duran yağdanlık bir anda ayaklarının dibine düştü. "Bak birde dalga geçiyor yezit. Defol gözüm görmesin seni." Turan ustasını öpmemek için kendini zor tutuyordu.

      Gündelik olarak karaladığı üzerinde onlarca karalanmış figür olan beyaz kağıdı önüne çekti. Kaybolan kızların isimlerini alt alta yazdı. Emine, Kadriye, Tülay, Ayla. E.K.A.T. Anlamı olmayan bir kelimeydi. En azından Türkçe kelimelerden biri olarak bir anlam veremiyordu. Harflerin yerlerini değiştirdi. "K.A.T.E" Olmadı. Tekrar değiştirdi. "T.E.K.A" Yine olmadı. Olabilecek değişik şekildeki yazılışları denedi ama bir sonuca varamıyordu. Aklına aylar önce Müze Müdürünün söyledikleri geldi.
      “Eskiden var olan ve geçen yıllar içinde varlıklarını sürdürmeyi başarmış gizli bir örgütün yada tarikatın işine benziyor" demişti. Yerinden sevinçle doğruldu. Doğru iz üzerin de olduğunu hissediyordu. Bu fikri verdiği için ustasını öpmeye tekrar niyetlendi. Camekanın arkasında makineyle yaptığı karşılaşmayı hala bitirememiş ustasına baktı. Savurduğu argolar, küfürler duyuluyordu. Öpmek eyleminden yine vazgeçti
      “Usta ben kütüphaneye gidebilir miyim?" dedi. Sesi korkusunu yansıtıyordu. Yakup usta sesin geldiği yöne baktı. Yazıhanede oturan kalfasının söylediğini anlamamıştı. Elindeki anahtarı yere bıraktı. Yağlı ellerini üstüpüye silerek içeri yazıhaneye girdi
      “Hangi cehenneme gideceksen git" dedi. ”Zaten sabahtan beri bir b.ka yaramıyorsun bari gözümün önünde durma da beni sinirlendirme" kapıyı göstererek sözlerini tamamladı. Turan şaka yapılacak durum olmadığını anlamıştı.

      Beş dakika sonrasında ilçenin tek kütüphanesindeydi. Ödevlerini hazırlamak için gelmiş birçok öğrencinin arasında tek yetişkin olarak kendisi vardı. Kendisi öğrencilik yıllarından beridir kütüphaneye sıkça gidip geldiği için durumunu yadırgamıyordu. Zaten kütüphane görevlileri de kendisini iyi tanıyorlardı.
      Ne aradığını tam olarak bilmediği için "hangi konuyu araştırıyorsunuz" sorusuna tam olarak yanıt verememişti. Bu yüzden "030 Genel Ansiklopedik" raflarına yakın bir masaya oturmuştu. Kayıp çocukların baş harfleriyle oluşturabildiği dört harfli bütün kelimeleri tarıyordu.
      Bir saatten daha fazla bir süre raflardaki ansiklopedileri taradı. En yeni Laourusse'lardan yıllar öncesine ait ansiklopedilere kadar bütün ciltler elinden geçmişti. Sonuç ise olumsuzdu. Düşündüğü yada olabilir diyebileceği bir sözcük bulamamıştı. Konak yavrusundan bozma kütüphane binasının okuma salonunu dolduran lise ve ortaokullu öğrenciler kendi çalışmalarını bırakmış gazeteciyi izliyorlardı. Bir şey bulamamanın sıkıntısıyla dışarı bahçeye çıktı.
      İlçenin en zengin ve köklü ailelerinden birinin Kütüphane olması koşuluyla bağışladığı iki katlı yüksek tavanlı kocaman köşkün çok güzel bir bahçesi vardı. Sokağa bakan bölümü yüksek duvarla çevrildiği için dışarıdan yalnızca ağaçların üst dalları görülebiliyordu. Binanın içinden geçilebilen bahçedeki bankların birine oturdu Turan. Bir yerlerde yanlış yapıyor olmalıydı. Eksik olan bir nokta vardı, var olmalıydı. Yoksa bir yöntem hatası işliyor demekti ki bu işi daha da çıkmaza sokacak demekti. Bu nedenle oturduğu çam ağaçlarının altında her şeyi en başından toparlamaya, düşüncelerini düzene sokmaya çalışıyordu.
      "Ben böyle bir işe kalkışacak olsaydım sırasıyla yapardım" diye düşündü. O zaman ilk çocuk Polat köylü Emine den daha önce bir çocuğun kaybolduğunu duymuş olduğu aklına geldi. Uzun süren bir düşünme sürecinden sonra kızın adının Halime olduğunu anımsadı. Eksik parçayı bulmuş olabilirdi. Kapının girişinde ki memurun şaşkın bakışlarına aldırmadan içeri girdi. İlk açtığı ciltteki sayfaların arasında aradığını bulmuştu.

      "Hekate ; cehennem ve büyü tanrıçası." Okumaya devam etti.  "Ay Dolun halindeyken mezarlıklarda, ıssız yollarda dolaşan ürkünç Tanrı. Zeus'un Tanrıça Demeter’den olan kızı. Turan neredeyse Arşimet gibi "buldum, buldum" diye bağıracaktı. Okudukları yakılan, külleşen hayvanları açıklıyordu. Dayısının köpeği Lindayı, Mehmet çavuşun bulduğu daha sonra domuz olduğu anlaşılan kalıntıları açıklıyordu. Yerinden kalktı, salon görevlisi hanıma yaklaşıp bir şeyler söyledi. İkisi birlikte hole çıkıp her biri kitaplarla dolu olan odaların birine girdiler.
      Girdiği odadan ancak bir saat sonra çıkabilmişti. Mitolojiye, Yunan mitolojisine girdiğine pişman olmuştu. Hekate'ye ulaşabilmek, onu tanıyabilmek için Zeus’u, Demeter’i, Kybele’yi tanıması gerekiyordu. Onun girdiği odadan çıkmasını sağlayan bir saat önce neyi nerede bulması gerektiğini söyleyen memure olmuştu.
      “Turan bey artık kitapları yerine yerleştirmemiz lazım" dediğinde ortalığı ne kadar dağıttığını farketmişti.

      “Yerini tutabilecek bir kaynak var mı?"diye sorduğunda
      “Evet öyle bir kitabımız vardı ama uzun zaman önce bir üye tarafından götürülmüş olmalı" yanıtını almıştı. Kim olduğunu sorduğunda ise kadın anımsayamadığını söyledi. "Kendileriyle ilgilenmediğini, gazete olarak sorunlarına eğilmediklerini yıllardır iki personelle bütün bu işlerle boğuştuklarını" sitemkâr bir tavırla söylemişti. Turan biraz düşününce kadına hak vermek zorunda kalmıştı.  "Tamam, elimdeki işi sonlandırınca hemen bu konu ile ilgileneceğim" dedi. Yine de kitabı kimin aldığını öğrenememişti.

      Turan gazeteye döndüğünde Doğan beyi kendisini bekler bulmuştu. Sabahtan beri olan biteni, zamanını nerede geçirdiğini söyledi. Ustası hala kendisine kızıyordu ama bıraktığı şekilde değildi. Saatlerce kaldığı kütüphanede aklına gelmeyeni eksik noktayı Doğan bulmuştu.
      “Dediklerini doğru kabul edersek bu adam yada adamlar bir kurban daha alacaklar" deyince Doğan bir çığlık attı.
      “Evvet !!" “Bu nasıl oldu da benim aklıma gelmedi" dedi. Düşünüyor muydu? yoksa kendi kendine konuşuyor muydu? anlaşılmamıştı.
      “Bir Emel, bir Emine veya Esin sırada olmalı" dedi. Yakup usta yanlarına geldi. O da olayın çocukça bir oyun olmadığını yada birilerinin şaka yapmadığını düşünüyordu.  “Fanatik ve eski inançlara eski dinlere özlem duyan bir manyak var karşımızda" dedi.
      Üçü kafa kafaya verip saatlerce konuştular. Amerikalıların bu işte parmağı olup olmadığını tartıştılar. Eğer eskiye bir özlem bir takıntı varsa bunun bu topraklarda doğan birinin torunu tarafından olabilmesi mümkündü. Ama Doğan Yakup ustanın bu fikrini hoş karşılamadı. Tanıyorum o çocuklar olamaz diyordu. Bu konudaki son sözü ise  "Eğer bu iki yabancı bu işi yaptılarsa yeni kurban diye bir şey olmayacaktır. Ama onlar içerideyken tekrarlanırsa o iki gencin masum olduğu anlaşılır" dedi. Yakup usta coştu.
      “Ulan" diye söze başladı. “Sen bu olayı çözersen romanını yazmayı da hak etmişsin demektir dedi ve ekledi “Eğer yazarsan da ben bastıracağım" “Eğer yazarsan Bu konu ötekiler gibi hayal ürünü de olmaz" diye sözlerini tamamladı. Böylelikle Doğan, yıllar öncesinden anımsadığı sümüklü çocuğun bir yazar adayı olduğunu da öğrenmişti.

      İşi şansa bırakamazlardı. Eğer bir tarikattan söz ediliyorsa yeni kurbanlarda söz konusu demekti. Yeni kurbanın kim ya da kim olabileceği konusunda fikir yürütüyorlardı. Kim olabileceği aşağı yukarı belliydi. Altı yaşlarında bir kız çocuğu. Adı "E" harfi ile başlayan biri, dolunay gecelerinin kurban adayı. Daha zamanları vardı dolunaya kadar. Sistemli bir şekilde çalışırlarsa belki de kurban adaylarını tespit edebilirler velilerini uyarabilirlerdi. Düşüncelere daldıklarından zamanı unutmuşlardı. Artık konu Yakup ustanın da ilgisini çeker olmuştu. Vaktin geç olduğunu söyleyip ayrılmaya niyetlendiklerinde Yakup usta
     “Gelişmelerden benimde haberim olsun" demişti
      Doğan ve Turan gazeteden birlikte çıktıklarında gündüzün çoktan geceye döndüğünü anlamışlardı. Doğan Turan'a   
   "Yanlış anlamazsan senden bir şey rica edeceğim" dedi. Turanın  "Estağfurullah ne demek" demesinden sonra söylemek istediklerini ekledi.
     “Sen gazetecisin diye daha rahat hareket edersin. Bir araştır bakalım bu kaybolan çocukların ortak özellikleri neler. Aynı yerde mi yada aynı tarihte mi doğmuşlar." Bir an düşündü “Bir ara komşu olmuşlar mı? Yani bu çocukları bulanların izlediği metot ne onu öğrenebilirsek daha rahat hareket ederiz" dedi. "Yerine düşünmek" Evet Turan doğru söylüyordu, katil yada katillerin yerine düşünmeye çalışıyorlardı. Doğan çocukların doğum tarihlerinin aynı olabileceğini umut ediyordu. Madem bu adamların takıntıları "eski Yunan" üzerineydi o zaman "Astroloji" ilgilerini çekiyor olmalıydı. Eğer doğum tarihlerinin yada burçlarının aynı olduğunu öğrenirlerse arayacakları kurban adayları listesi bir hayli kısalmış olacaktı.

      Günler acımasızca geçiyordu. Halikarnas Balıkçısının dediği gibi "Zaman Tanrısı Kronos her şeyi yiyip yutuyordu". Turan, ulaşabildiği bütün polis kayıtlarını incelemiş kayıp çocuklarla ortak sayılabilecek yön bulamamıştı. Ne doğum tarihleri ne de burçları aynı değildi. Aileler bir zamanlar bir yerlerde komşu falanda olmamıştı. Hatta en son kaybolan çocuk Tülay ağustos doğumluydu. Ortak yönleri sadece altı yaşında ve kız çocuğu olmalarıydı.
      Araştırması sırasında Turanın eline geçen eski bir kitap çocukluğu üç devreye ayırmıştı. Birinci devre bebeklik devresiydi. Doğumdan süt dişleri çıkasıya kadar geçen süreydi. Bu devre ortalama iki buçuk yılı buluyordu. İkinci devre ise süt dişlerinin dökülüp yerine kalıcı dişlerin çıkasıya kadar süren devreydi. Bu devre ise yaklaşık altı yaşına kadar sürüyordu. En son devre ise kalıcı dişlerin çıkmasından ergenliğe kadar geçen devreydi.
      Turanın okuduğu kitaba kalırsa ikinci devre ile üçüncü devre arasında değişen sadece dişler değildi. Eski sayılabilecek kitap, "Bu konuda kesin yargıya varılmış olmamakla birlikte araştırmalar sürüyor" diyordu. O zaman bu adamların inançları bu yönde olmalıydı bir şey bildiklerinden falan değil. Yoksa niçin bu bebelerin peşine düşüyor olabilirlerdi ki.
      Doğan ve Turan defalarca tartışmışlardı "bildiklerimizi polisle paylaşalım mı" diye. Turan, olmaz diyordu. "Eğer polis bilirse diğerleri de bilirler" mantığını güdüyordu. Doğan "Diğerleri kim" diye sorduğunda ise "Haber Gazetesi" demişti. "Bu olay benim meslek kariyerimde bir dönüm noktası olacak" diyordu.

      Günler geçiyordu. Geçiyordu geçmesine de Doğan içinde Besim içinde iyi olmuyordu. Her ikisi de -bakan herkesin rahatlıkla anlayabileceği- açık bir rekabetin içersine girmişlerdi. Konuşulan, yarışılan duygular sevgi miydi? Aşk mıydı? Yoksa kıskançlık mıydı.? Herhalde Doğan da Besim de bunu farkedecek durumda değillerdi. Etraflarına ise daha çok "sahiplenme" duygusu olarak yansıyordu. En çokta Yüksel böyle anlıyordu. Besimi severdi, sayardı ama bu sevgi ve saygı Onun kendisine gösterdiği ilgi ve yaklaşımın yanıtı niteliğindeydi daha çok. Doğanı ise çekici ve uyumlu buluyordu. Her ikisinin ortak noktaları ise takıldıkları kişinin geçmişlerinde bir numara olan kıza benziyor olmasıydı. Bu yüzden Yüksel Pekcan yaptıkları tercihin çok isabetli olduğunu ve bir o kadar da yanlış olduğunu düşünüyordu. En kötüsü ise dertleşebileceği derdini anlatabileceği kimselerin olmayışıydı. Arkadaş ve dostları o kadar uzaktaydı ki.
 
     Şubatın son gününü yaşıyorlardı. Bir gün sonrası ise mart ayıydı. Mart ayı bahar ayı kabul edilse de havaya ve suya cemre düşse de kış gitmemekte inatla direniyordu. Kim bilir cemre kardeşlerin üçüncüsünün havaya düşmesini bekliyordu belki de. Muhasebe odasında Besim hiç ilgisi yokken
      “Yüksel Hanım bu akşam sizi yemeğe götürebilir miyim?" dedi. Yanıt hemen çekincesizce geldi.
      “Kusura bakmayın ama mümkün değil." Besim ısrarcıydı.
      “Hemen yanıt vermeyin. Tuzadası yolunda güzel bir kebapçı açıldığını duymuştum" dedi. Genç kız işine bakıyor görünüyordu. Uzun sayılabilecek sessizlikten sonra
        “Hadi akşam yemeğinden vazgeçelim. Bari öğle yemeği için bana söz verin" dedi. Yüksel, bakışlarını masasındaki dosyadan kaldırdı. Karşısındaki adamın yıllar öncesinden tanıdığı o gülümsemeyle karşısındaki adama baktı.
      “Zaten birlikte yemiyor muyuz?" dedi. Besimde ise ciddiyet devam ediyordu.
      “Bu defa itiraz kabul etmiyorum. Madem akşam yemeği için bana güvenmiyorsunuz o halde öyle yemeği isteğimi kırmayın." Sözlerinin bundan sonrası ise tamamen bir emrivakidi.
      “Öğlen saat tam on ikide gelir sizi alırım" dedi. Önerisi reddedilebilir diyerek olmalı ki genç kızın bir yanıt vermesine vakit bırakmadan odadan dışarı çıktı.
      Yüksel, ne yapmasını gerektiğini bilemez durumda arkasından bakakaldı. Besim dışarı çıkınca elindeki işi bıraktı. Beklediği gerçekleşiyordu. Allah biliyor ya yemek davetinin bugün olacağını Besim söze ilk başladığında anlamıştı. Belirtiler sabah işletmeye ilk geldiklerinde görülmeye başlamıştı. Besim -genç kız onu tanıdığından beri- şık giyiniyordu ama bu sabah daha bir şık gelmişti. Masasının üzerindeki meneviş rengindeki tek güllük vazoya çok güzel bir gül getirmişti. Yemekte olabilecekleri de tahmin edebiliyordu.  "Hadi hayırlısı" deyip yaptığı işe döndü.

      Restorantnın kapısına yanaşan beyaz opel otomobili görünce garsonlar kapıda karşılamıştı kendilerini. Hele içinde şık giyimli bir bayan ve bay inince şef garson bile gelmişti kapıya. Hoş o şekilde değil de daha sıradan bir giysi ve otomobille gelmiş olsalardı bile garsonlar benzer tepkiyi gösterirlerdi. Ne de olsa Besim Kalden İlçenin zengin ve köklü ailelerinden birinin oğluydu ve herkes tarafından seviliyor ve sayılıyordu. Yine herkes bilirdi ki Besim Kalden'in çalışmaya ihtiyacı yoktu. Serpil gölü kıyısındaki çiftlik ve dekarlarca arazi bile O'na ömrü boyunca yeterdi.
   İncecik porselen tabaklar, tertemiz masa, lezzetli yemekler ve kusursuz servis geceyi muhteşem hale getirmişti. Yine de masada oturan Besim’in konuya nasıl gireceğini bilmediği alnındaki terden belli oluyordu. Bir kaç defa niyetlendi. Karşı taraftan destekleyici bir söz bir davranış gelmeyince konuyu başka yerlere çekmişti. Dakikalar ilerliyor tabaklardaki yemekler yenilip yutuluyordu. Zaman ilerledikçe Besimin alnındaki terler çoğalıyordu. Olayı sezen Yüksel’se gereksiz konuları açıyor karşısındaki genç adama fırsat vermiyordu. Bunu o kadar ustalıkla ve masumane bir şekilde yapıyordu ki adam Onun sözünü kesmeye kıyamıyordu.
      Yemekleri bitmiş kahvelerini içerlerken Yüksel konuşuyordu ama Besim dışarı bakıyordu. Konuşmasını bağlayıp Daldınız Besim Bey" deyince aldığı yanıt damdan düşer gibi olmuştu.
   “Benimle evlenir misiniz" dedi adam pat diye. Yükselse söylediğine söyleyeceğine pişman olmuştu. Besim günlerdir kafasındaki soruyu dile getirdikten sonra derin bir "Ohh" çekmişti. Sırtından yük kalkmış gibi rahatlamış vereceği yanıtın stresi Yükseli sarmıştı.
      Saniyeler dakikalara dönüştükçe Besimin beklediği yanıt gelmiyordu. Sorusunu bitirdikten sonra genç kızın boynuna sarılıp sevinç gözyaşları için de;  “Evet, evet, binlerce kere evet" demesini bekliyordu. Süre uzadıkça beklediği sevinç sesleri gelmiyordu. Bir dakika sonrasında ise sevinçten vazgeçmiş sadece bir "evet" e razı hale gelmişti. Dakika üzerine saniyeler eklenmeye devam ediyordu. Besim suskunluğun "Düşünmem için bana izin verir misiniz" le bitmesine bile hazırlamıştı kendisini. Ve özlemle beklediği o dudaklar hafifçe aralandı. Besimin daha sonra "hiç başlamasaydı keşke" diyeceği kelimeler o dudaklardan dökülmeye başlamıştı
      “Kusura bakmayın" diye başlayınca devamını duymasına gerek bile yoktu ama yine de kibarlık gereği dinlemek zorundaydı. Dinledi de.
      “Siz çok iyi birisiniz ama..." diyerek başladı ve "Yanıtım hayır olacak" diye bitmişti. Besimin söyleyecek sözü kalmamıştı.
      “Yoksa başka biri mi?" diyecek oldu ama aldığı yanıt çok sertti. “Size olan saygı mı yitirmek istemiyorum. Lütfen beni İşletmeye bırakır mısınız?" Sonrasında ne restoran ta nede yolda aralarında konuşma geçmedi.

   Müdür vekili olan Ahmet beyin şiddetli muhalefetine rağmen Besim yıllık izne ayrıldı. Hem de o gün, öğleden sonra hemen. Ahmet Bey vekaleten de olsa geçtiği makamın havasında bilgiççe “Bir iki gün bekleyin Birol Bey dönecek" demişti ama Besim isteğinde ısrarlıydı.  “Eğer siz izin vermezseniz bende rapor almak zorunda kalacağım" deyince izin formunu doldurdu ve imzaladı. Biliyordu ki karşısındaki zengin adamın iyi bir çevresi vardı ve istediği zaman istediği kadar rapor alabilirdi."Erkeklik bende kalsın" mantığıyla formu imzaladı. Besim bey hiç beklemediği çok büyük hayal kırıklığına uğramıştı. Çalışma arkadaşlarıyla doğru dürüst vedalaşmadan ayrıldı Fabrikadan. Kapıda Bekçi Cavit dayı
      “Hayırdır Besim Bey demin geldiniz, şimdi gidiyorsunuz" deyince “Bana hayır denilen yerde kalmak istemem. Aldığım - Hayır- yanıtını içime sindirmem gerekiyor" demişti. Bu söz Cavit dayı tarafından İşletmeye yayılınca Besimin Yüksel hanıma evlenme teklif ettiği" anlaşılmıştı. Besim ayrıldıktan çok sonra ise Rıza baba Doğana “Hadi evlat meydan sana kaldı" demişti. Ama “Dikkatli ol benzer sözleri sende duyabilirsin" demeyi de unutmamıştı.
"İnsanlığın en büyük trajedilerinden biri ahlakın din tarafından ele geçirilmesidir." Sir Arthur Charles Clark

Çevrimdışı azizhayri

  • ***
  • 581
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Anchilea -Bölüm Yirmidokuz
« Yanıtla #37 : 30 Aralık 2015, 08:02:59 »
B Ö L Ü M   O T U Z

      Turan, gazetedeki işlerini iyice boşlamıştı, varsa yoksa Mitolojiydi, Hekate'ydi onun için. Üstelik yalnızca Hekate'de değildi. Konunun üzerine düştükçe kelime dağarcığı zenginleşmişti. Empusa’yı, Mormo’yu ve Lamia’yı öğrenmişti. Uzak zamanlardan kalma isimler günlerini dolduruyordu. Kah kütüphanede kah müzelerde, harabelerde vaktinin çoğunu geçirir olmuştu. Vespası yağmurda olsa soğukta olsa onu her yere taşıyordu. Gazeteye ise ancak akşamları dönebiliyordu. Yakup ustada elemanının durumunu biliyor ona hak veriyordu. Yine de çoğu kere oklarını ona yöneltmeden duramıyordu. En son uyardığında
      “Usta bana ayın onbeşine kadar izin ver, son "E" nin kim olduğunu bulmaya çalışayım. Eğer başarırsam diğerleri olmasa bile bir çocuğun yaşamını kurtarmış oluruz. Hem bu "Ekspres" içinde iyi reklam olur değil mi?" demişti. Ustasının gülümseyen yüzünü görünce
     “Üstelik, eğer yazabilirsem romanımı sana ithaf edeceğim" diye eklemişti.

      Polisin durumu da pek farklı değildi. Bir çok zanlı yakalamışlardı, özelliklede iki Amerikalıyı. Bütün öykü onların üzerine yıkılıyor gibiydi ve bütün kanıtların aleyhinde olduğu bir zamanda onları serbest bırakamazdı. Bu neden tutuklamıştı onları hem de linç edilme pahasına. "Ya biri kasıtlı olarak iki genci suçlamaya kalkışıyorsa" kuşkusu kafasının içindeydi. Daha da kötüsü ya olaylar bir kere daha yinelenirse korkusuydu. Teyakkuzda beklemekten başka yapabilecekleri bir şey yoktu, sadece bekliyorlardı.

      “Bayram yaklaşıyor, düğünler başlar yakında, gelsin davetiyeler" Yaşlı adam eğildiği makineden kafasını hafifçe kaldırdı. Karşısındaki gence gözlüklerinin üzerinden baktı.
      “Oooo İşyerimiz için ne saadet, ne mutluluk... Beyimiz bizleri ziyarete gelmiş olmalı dedi.
      “Yapma be usta sende diğerleri gibi kaytardığımı düşünmüyorsun değil mi?" derken elleriyle öteki makinelerde çalışan arkadaşlarını gösteriyordu. Yakup usta alaycılığını daha da belli ederek
      “Bakın hele Meğer arkadaşınızın onuru da varmış" dedi. Sözlerin hedefi Turan olsa da söyleniş doğrudan Turanın arkadaşlarınaydı. Atölyedeki üç kişi elindeki işlerini bırakmış Yakup ustanın yanına gelmişti. Turan üzerindeki montu çıkardı. Kaçışın olmadığını anlamıştı.
      “Emrinizdeyim Lordum" dedi referans yaparak. Az sonra Turan üzerinde mavi önlüğü elinde iki ağız anahtarlar makinelerin ayarlarıyla uğraşıyordu. Yakup ustanın mutluluğu fazla uzun sürmedi. Turan öğleden sonra gelmişti matbaaya. Akşam üzeri olduğunda ise kapıda bej rengi araba parketti.
      “Geç bile kaldın" dedi sinirli bir şekilde. İşlerin sıkışık olduğu bu bayram öncesinde yardıma gerçekten ihtiyaç vardı. Doğan içeri girip selamını verdiğinde Turan’ı göremedi. Kapıda motosikletini gördüğü için yadırgadı. Çünkü ne Doğan nede bir başkası Turan ve Vespayı ayrı olarak düşünemezdi. Kısa bir hal hatır sormadan sonra genç gazeteciyi sordu. Yanıt içeriye atölyenin dip tarafını gösteren bir el olmuştu. Turan elin uzandığı yerdeki eski tezgahta uğraşıyordu. Yakup usta ile göz göze geldiklerinde yaşlı adamın ne demek istediğini anlamıştı. Yine de adam ne olur ne olmaz gibisine
        "Bayram üzeri işlerimiz biraz sıkışıkta" açıklamasında bulunmuştu. Doğana da   "Zaten bende geçerken uğramıştım. Siz sadece aradığımı söylersiniz" demek düşmüştü.

      O akşam uzun süre dolaştı Doğan. Akşamın karanlığıyla birlikte başlayan soğuğa aldırmıyordu. Bir ara açık olan pidecilerin birine girip akşam yemeğini de yemişti. Pidecinin yakınındaki birahanenin kapısından döndü. Ne kadar karşı koymaya çalışsa da ayakları Cephane sokağına doğru gidiyordu.
      Bir zaman kendinle mücadele etti gitmemek için. Son günlerde o kadar çok gitmişti ki o yöne, meraklı birinin dikkatini çekebilirdi. Mahalleden birisi, "Kardeşim sen buralarda ne arıyorsun" diyebilirdi. Daha kötüsü Yüksel hanımla yüz yüze gelebilirdi. Sonunda mantığının tüm itirazları sonuçsuz kalmıştı. Cephane sokağına gitmek isteyen ayaklarını dinlemek zorunda kalmıştı. Sokağın karşısındaki büfenin önünde mantığı bir kere daha sözünü geçirmişti ayaklarına.
      “Ne yapıyorum ben" dedi kendi kendine. Eğer duydukları doğruysa yani Besim genç kıza evlenme teklifinde bulunmuşsa kendisinin üzerine gitmesi uygun olmazdı, ters etki bile yaratabilirdi. Kaldırımda amaçsızca dikildiği müddetçe etrafından geçip kendisine bakanları görmemişti. "Hiç olmazsa yaklaşan bayramın geçmesini bekleyeyim" dediğinde farkına vardı, enikonu kendi kendine konuşuyordu. Çevresinde O'na bakarak gülümseyenleri görünce utandı. Hızlı adımlarla arabayı bıraktığı pide salonuna doğru yürümeye başladı. Akşamını annesine ayırmaya karar vermişti.

      Yüksel’in tüm öğleden sonrası berbat olmuştu. Besimin yersiz davranışı kafasına takılmıştı. Gerçi ondanda Doğandan da bu teklifi bekliyordu ama yine de o olasılığı kafasından uzak tutmaya çalışıyor olmalıydı ki adam akıllı hayal kırıklığı yaşamıştı. Akşam eve geldiğinde de kafasının dağınıklığı devam ediyordu. Ne yediği yemekten bir şey anlamıştı nede şu an içtiği çaydan yada izlediği televizyondan. Taa en başın da hata yapmışlardı. Yanlış kişi seçmişlerdi bu görev için. Bu yanlışlığın farkına vardığın da ise yapacak bir şey yoktu.
      Belki ortada bir hata vardı ama kendisi bu hatayı düzeltmeliydi. Bundan sonra ne Besim’le nede Doğan’la samimi olmayacaktı, aradaki resmiyeti koruyacaktı. Olayın en iyi tarafı ise Besim’in onurlu davranış sayılabilecek bir davranışta bulunup yıllık iznine ayrılmasıydı. Bu da en azından bir ay rahatsız etmeyeceği anlamına gelebilirdi. Kimbilir belki de bu bir ay içinde buralardaki işi biter kendi yurduna dönerdi.
      İçindeki can sıkıntısını atabilmek için bir ara televizyonu açtı. Her gece benzerlerini izlediği programları görünce tekrar kapatmıştı. Sonra müzik dinlemeye karar vermişti. Doğanın çok merak ettiği müzik sesini açmış pek bilinmeyen türde parçalar dinliyordu. Aslında dinlemede sayılmayabilirdi. Çünkü müzik setinin üzerindeki renkli ışıklar yanıp sönüyordu ama çalınan melodileri dikkat ederseniz duyabilirdiniz. Yine de müziği tüm bedeninizde hissederdiniz. Hoş zayıf sesle duyulan seslere müzik denilebilir miydi? Sanki doğal seslerin oluşturduğu bir senfoni çalınıyordu müzik setinde. Kuşlar dalga sesleri, çırçır böcekleri ancak bu kadar ahenkli sesler çıkarıyor olabilirlerdi. Kendini dinlediklerinin kollarına bıraktı.
      Birden odanın içinde bir ses duyuldu. Genç kız daldığı büyülü ortamdan uyandı. Elinde ki cihaz yardımıyla seti kapattı. O an az önce duyulan ses tekrar duyuldu hem de biraz daha güçlü olarak. Kapı zili çalınıyordu. Yerinden doğruldu. Balkon kapısını açıp aşağıya baktı. Kapıda tanımadığı bir genç delikanlı duruyor yukarı balkona bakıp gülümsüyordu. Aşağı inip kapıyı açtığında karşısındaki genç hala gülümsüyordu.
     “İyi akşamlar. Yüksel hanımefendi mi?" diye sorduğunda gencin elinde ona doğru uzattığı paketi fark etmişti. Kocaman ve parlak kağıtlarla kaplanmış paketten gözlerini alamıyordu. Dudaklarından  "Evet benim" kelimeleri zorla dökülmüştü.
      “Buyrun bu paket size" deyip tek eliyle uzattığında içindekinin hafifliği konusunda haklı olduğunu düşünüyordu. Dikkatini paketten getirene döndürmüştü ki delikanlının motosiklete binip “İyi akşamlar" dilediğini gördü. Sormak istediği “içindeki nedir?  yada kim gönderdi?" sorularını sormaya fırsat bulamadan delikanlı ana caddeye çıkmıştı bile.
      Çocuğa soramadığı soruları masanın üzerine koyduğu paketin karşısında kendi kendine soruyordu. "Kim gönderdi acaba?" içindekinin ne olabileceğinden ziyade kimin gönderdiği sorusu daha çok zihnini meşgul ediyordu. Böyle cicili bicili kağıtlara sarılıp üzerinde kocaman fiyonk olan paketin içinde güzel şeylerin olacağını düşünüyor olmalıydı.
      Aklına Besim geldi, gündüz olanlardan dolayı özür dilemeye mi çalışıyordu acaba. Bir zaman düşündükten sonra niyetinin ciddi olduğunu göstermek için, aradaki bağları koparmamak için bu armağanı göndermiş olmalıydı. Eğildi masanın üzerini işgal etmiş gibi duran kocaman paketin sağına soluna baktı, bir not, gönderenin kartvizitini aradı. Bulamadı. Kısa bir tereddütten sonra elini paketin kendi kadar renkli fiyonguna uzattı.
      Elini atar atmaz fiyonk çözülmüştü. Bir taraftan yalnızca fiyonga güvenmeden bantlarla tutturulmuş olan parlak renkli kağıtları açmaya diğer yandan da kafasının içinde biçim değiştiren soruyu yanıtlamaya çalışıyordu. "Acaba içinde ne vardı." Parlak kağıtları yırtar gibi açtı, altta kalın mukavvadan koli göründü. Kolinin kapaklarını aralayınca bir zamandır duyumsayıp önemsemediği koku iyice kendini hissettirmeye başlamıştı. Ağır ve kötü bir kokuydu. Kapakları tam olarak açtığında ise burnunu tutma gereği duyacak kadar ağırlaşmıştı koku. Evet, tam olarak tanımlayamıyordu ama iğrenç ve dayanılmaz bir koku olduğunu biliyordu artık.
      Kolinin içindekinin ne olduğunu anlamak için başını uzattı. Masanın üzerinde neredeyse göğsü hizasında olan kutunun içindekileri görmek için parmaklarının üzerinde yükseldi. Kutuyu açtığından beri bünyesini altüst eden koku dayanılmaz hal almıştı. Öğürtüler sanki olacakların haberci siydiler. Kutunun içindekileri görünce eli refleksle ağzına gitti. Öğürtüler kusmaya dönmüştü. Artık içinden gelenleri tutamıyordu, lavaboya zor yetişti.

        Gece ilerlememişti henüz. Eve geldiğinden beridir sakin bir akşam yaşıyordu Doğan. Akşam yemeğini annesiyle birlikte yemişti, sonra Emine Hanım ta rahmetli babasının sağlığından beri yaptığı gibi eline şişlerini almış bir köşeye çekilmişti. Hep bir şeyler bulurdu örecek, bir kazak yada bir yelek. Babası için, kardeşleri için kendi için defalarca çalışmıştı o parmaklar. Bir ara "şimdi ne örüyorsun" dediğinde "torunuma süveter" demişti annesi başını hiç kaldırmadan. Annesi şişleri çalıştırdıkça Doğan elindeki uzaktan kumandanın tuşlarına basıp duruyordu.
      “Gelinimle aran nasıl" demeyi düşündü yaşlı kadın bir ara. Elleri şişlerde mihaniki hareketlerle gidip geliyordu. Elleri gibi zihnide boş durmuyordu kadının. Yıllar önce oğlunun çektiği acıları bildiği için üzerine varmak istemiyordu. Yine uzun yıllardan beridir gurbette gezen oğlunun mürüvvetini görmek son arzusuydu.
      “Doğanım dönsene az önceki Türk filmine" deyince Doğan annesinin varlığını anımsadı. Televizyonda beliren tanıdık yüzlere boş boş bakmaya devam ediyordu. Telefon çalınca Emine Kadın "hayırdır inşallah" diyerek yerinden doğruldu. Televizyon kabininin alt gözünde duran eski model telefonun ahizesini kaldırdı ve kısa bir görüşmeden sonra telefonu oğluna uzattı. Yaşlı kadın, uzaktan kumandayı kullanmasını hala öğrenememişti. Az önce istediği sinema yıldızlarının konuşmaları şimdi oğlunun kiminle konuş tuğunu anlamasına engel oluyordu. Oturduğu yerden sorduğu
      “O kız kimdi oğlum sorusuna bir yanıt alamamıştı. Bu kez alışkanlığını bırakıp sorduğu soruyu ikiledi. Telefonu yerine bırakan Doğan annesinin yanına varıp yanaklarını öperken yanıtladı sorusunu
      “Yüksel hanımdı anne" dedi. Belli etmemeğe çalışsa da telaşı ele veriyordu kendini. Dışarı hole astığı montunu giyerken “Gitmem gerekiyor" demişti. Başı dertte olmalı Yaşlı kadın ne olup bittiğini anlamamıştı.
      “Ne gitmesi, ne derdi" dediğinde dış kapının çarpma sesini duyulmuştu. Emine hanım yıllardır olduğu gibi evde yalnız kalmıştı. Yine de telefonu açtığında evlerine kadar gelen kızın kendisinin hatırını sormamasına içerlemişti doğrusu.

      Boydere’den Yüksel’in evine varması çok sürmedi. Gece vakti caddeler boş olduğu için çabucak varmıştı Cephane sokağa. Zaten Boydere köyü ilçenin bir mahallesi sayılıyordu. Zili çalıp içeri merdivenlere girdiğinde kokuyu fark etmişti. İkinci kattaki daire kapısı açıldığında ise koku dayanılmaz bir hal almıştı. Kapının ağzında Doğanı bekleyen Yüksel, genç adamı görür görmez hıçkırıklara boğuldu. Elinden geldiğince kızı sakinleştirmeye çalışıyordu. Salona girdiklerinde kokunun kaynağını masanın üzerindeki koliyi görünce anlamıştı. Camları açtı, genç kızı pencere önündeki koltuğa oturttu.
      Masaya yaklaştı. Kutunun içindekileri gördüğünde her ne kadar kendini frenlemeye çalışsa da yediklerinin ağzına geldiğini hissetti. Bir kaç saniye sonra kendini iyice toparlayıp tekrar kutunun üzerine eğildi. O güzelim paketin içerisinde yanmış yakılmış kemik parçaları vardı. Üstelik uzun zamandır beklemiş olmalıydı ki bu kadar ağır kokuyordu. Birden aklına bir kaç gün önce kaybolan çocuk geldi. O yaştaki çocuktan bu kadar kemik mi kalmıştı, ürperdi.
      Dikkatli bakınca kutuda başka bir nesne olduğunu fark etti, elini uzattı. Elinde kutuya sonradan konduğu anlaşılan bir tasma geldi. Tasma eline gelince içinden bir "oh" çekti. Kemikler bir köpekten kalmış olmalıydı ama deri tasma yepyeni duruyordu. Tasmanın üzerinde küçük pirinç bir plakette adı yazıyordu hayvanın. Tasmanın süslü olmasına bakılırsa ölen sevimli küçük köpek türlerinden biri olmalıydı. "ELVİS" Zengin bir ailenin köpeği olmalıydı.
      “Tanıdık birinin köpeği miydi yoksa." Doğan, pakete ve içindekilere vermişken kendini yanına yaklaşan genç kızı fark etmemişti. Onlar paketi ve içindekileri, kimin getirdiğini konuşurlarken zilin sesi duyuldu.
      “Senin peşinden komiser beyi de aramıştım" dedi genç kız ağlamaklı sesle. Yüksel kapı çalınmadan az önce Doğanın sorduğu soruya Komiser Ali beyin şahsında yanıt veriyordu.
      “Tam olarak göremedim ama genç bir delikanlıydı, hatta çocuk bile sayılırdı" dedi. Doğan kutunun içerisinden çıkardığı tasmayı Komiserin eline verdiğinde Rüzgar Ali neredeyse kekeleyecekti.
      “Fakat bu... Bu..."Elindeki tasmayla biraz daha oynadı. Olana bitene inanamıyor gibiydi. "Kaymakam Beyin köpeğinin tasması." Koliye bir kere daha eğildi baktı.  "Elvis onun köpeğinin adıydı."
      “Kayıp mıydı peki" bu defa soruyu ev sahibi soruyordu.
      “Bilmiyorum. Daha doğrusu kaybolduğunu duymadım" dedi. Komiserin kafasından "eğer doğruysa bu Ayşegül Hanıma nasıl anlatacağım" düşüncesi vardı. Sonra kolundaki saate baktı vakit henüz geç sayılmazdı. Eli cep telefonuna gitti.

      Doğan Yükseli teselliye çalışıyordu. Sapık yada sapıklar korkusuzca hareket etmeye başlamışlardı. Kız korkmakta tamamen haklıydı. Doğansa kıza bir şeyler demesi gerektiğini biliyordu ama yanlış anlaşılırım endişesiyle elini omzuna bile koyamıyordu. Bu duygular kendisine yabancıda sayılmazdı. Yıllar önce benzerini yaşamıştı. Koca bir öğleden sonra birlikte olmuş ama samimi bir arkadaş gibi yada sevgili gibi elini tutamamıştı Necla’nın. Yüksel’de eve ilk geldiği gibi değildi, biraz sakinleşmişti. Komiserin içeriye girmesiyle rahatladı.
      “Evet, Kaymakam beyin köpeği öğleden sonra kaybolmuş dedi yan yana oturan iki gence bakarak. Dakikalarca süren sessizlikten sonra Yüksel ilk konuşan kişiydi.
      “Sizce aynı kişi yada kişiler mi?" dedi.
      “Evet" dedi Rüzgar Ali. Dahası bizlere meydan okuyor Odada olan diğer ikisi kafalarını sallamakla yetindi. Komiserle aynı kanaatteydiler. Yine sessizlik kaplamıştı odayı. Bir kaç saniye süren sessizlikten sonra Rüzgar Ali ayağa kalktı.
      “Ben izninizi almak istiyorum" dedi. Kısa bir rahatsızlık özründen sonra Komiser merdivenlerden iniyordu. Aniden aklına bir şey gelmiş gibi birden durdu.
      “Yüksel Hanım" dedi ilgisiz olmaya çalışan bir ses tonuyla "Paketi getiren kişiyi tekrar görürseniz tanıyabilir misiniz?" Genç kız Komiserin gözlerinin içine bakarak gülümsedi
      “Ne önemi var" dedi.”İşi yapan kişi kendi getirecek kadar saf değildir değil mi?" Rüzgar Ali Komiser Kolombo havasında kafasını kaşıdı.
       “Haklısınız" dedi. Merdivenlerin alt başında hala kafasını kaşıyorken "İyi akşamlar" diyerek gözden kayboldu.

      Polis ertesi gün paketi getiren kişiyi bulmuştu. Üniversiteye hazırlanan lise son sınıf öğrencisiydi. Hiç itiraz etmeden kabul etmişti. “Yaşlı bir kadın verdi" dedi Merkez karakoluna getirildiğinde karşısındaki Komisere.
      “Kızıma doğum günü için bir sürpriz hazırladım" dediğini söylemişti. Çevresindeki polislerin tüm bunaltıcı sorularına aynı yanıtı veriyordu. İki saatte çıkamamıştı karakoldan. Çocuğun ailesi ve okul çevresi kefil olunca salıverilmişti “Eğer sözlerinde yalan varsa biz nasıl olsa seni buluruz" tehdidiyle. Delikanlı kendini almaya gelen müdür yardımcısıyla dışarı çıktıktan bir zaman sonra geri dönüp öykünün eksik kalan bölümünü tamamlamayı düşündü. Anında vazgeçti. Nasıl diyebilirdi ki   "Paketi bana veren yaşlı, çirkin kadının bir ayağı metaldendi". "İnandıramazdı ne komiseri nede bir başkasını. Sırrını kendine saklayacaktı. Ya da akşam ailesinden gizli gideceği birahanede arkadaşlarına anlatacaktı.  Nefesi iğrenç kokan yürüdüğünde "Tak...Tak sesler çıkaran birine kim inanırdı ki...
"İnsanlığın en büyük trajedilerinden biri ahlakın din tarafından ele geçirilmesidir." Sir Arthur Charles Clark

Çevrimdışı azizhayri

  • ***
  • 581
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Anchilea - Bölüm Otuz Bir
« Yanıtla #38 : 31 Aralık 2015, 13:34:33 »
                        B Ö L Ü M   O T U Z  B İ R

      Yüksel, etrafına bakındı, hava kararıyordu. Hükümet meydanın da iki kişiydiler; kendisi ve Turan. Meydanın tam ortasında duran ve diğerlerinden daha uzun iki direğin ışıkları iyice seçilmeye başlamıştı. Kuru soğuk kendini hissettiriyordu, genç kız ellerini birbirine sürtüp kabanının ceplerine soktu
      “Bizi buradan alacağına emin misin" dedi yanında dikilen gazeteciye. Turanda durduğu yerde durmuyordu soğuktan Ayaklarını sıkça yere vuruyordu. Eğer yanındaki uzun boylu genç kız sorsaydı "ısınmak için derdi ama gerçek neden tedirginliğiydi.
      “Kesinlikle" dedi kararlı bir sesle. “Gecikecek olursam merak etmeyin" de demişti aniden aklına gelmiş gibi. Aslında Turan’da merak ediyordu. Telefonda “Yüksel Hanımı fabrikadan al, Hükümet meydanında buluşuruz" demişti. Demişti ama telefonla görüştüklerinden beri bir saatten fazla süre geçtiği halde ortalıklarda yoktu. Bu sürenin yarım saati de meydanda Yüksel Hanımın sorularına kaçamak yanıtlar vermekle geçmişti. Dahası artık uydurabileceği mazereti de kalmamıştı.
      “Arabası arızalanmış olmalı" dedi. Genç kız gerçekten zor durumdaydı. Havanın soğukluğu bir yana sokak lambalarının aydınlattığı bir meydanda -yanında bir erkek olsa da- bir genç kızın beklemesi çevre tarafından hoş karşılanmazdı. Kendine bir iki dakika daha verdi Turan. Eğer bu iki dakika içerisinde Doğan gelmezse kızdan özür dileyecek ve Onu evine bırakacaktı. Birden bir "dıt...dıt..." sesi duyuldu. Sanki kurulmuş bir saat çalıyordu. Doğan etrafına bakındı. Ses nereden gelmiş olabilirdi. "dıt... dıt... dıt..."Evet ses tekrar duyuluyordu. Bu defa sürekli çalıyordu ve çok yakından geliyordu. Sesin sahibini uzaklarda aramasına gerek kalmamıştı.
      Ses, ilk duyulduğu anda Yüksel Hanım elini kaldırmış saatine belli belirsiz bakmıştı. İkinci kez duyulduğunda ise belirgin bir şekilde kolunu kaldırmış kolundaki saate bakmıştı. Sporcuların kullandıklarını hatırlatan bir saatti bu. Bir düğmesine basıp hızla meydanın karşısına doğru yürümeye başladı. Turan bir an genç kızın arkasından baktıktan sonra hızla meydanın karşısına doğru yürüyen kıza yetişmek için koştu. Yanına vardığında nefes nefeseydi.
      “Nereye gidiyorsunuz, ya Doğan abi gelirse" dedi. O zaman Yükselin aklına yanındaki arkadaşı gelmişti. “Kusura bakma, acil gitmem gerekiyor" dedi ve aynı hızla yürümeye devam etti. Yanı başında kendisine yetişmeye çalışan Turana baktı bir an. Genç adam bu bakışı fırsat bilip tekrar sordu.
      “Bu hızın çalan saatinizle ilgisi var mı?" deyince Yüksel belli belirsiz kafasını salladı.
      “Bir çeşit uyarı" dedi.”Sanıyorum evimde hırsız var" Turan seslerin anlamını çözmüştü.

      Cephane sokak Hükümet Meydanına fazla uzak değildi. Hele Yüksel hanımın telaşlı yürüyüşüyle üç dakikalarını almamıştı evlerine varmaları. Gidecekleri yönü öğrendikten sonra Turan, Yüksel Hanımın hemen yanında yürüyordu. Bahçe kapısını açması için yol verdi. Yükselin elindeki bir acayip nesne görmüştü. Nesnenin ne olduğunu anlayabilmesi için bir kaç saniye daha geçmesi gerekiyordu.
      Binanın ana girişini yavaşça açtı Yüksel sol eliyle. El feneri görevini gören aletin aydınlattığı karanlık koridora girdiler. Turanın tüm dikkati şimdi Yükselin elindeki nesnedeydi. Bir tabancayı andırıyordu. Daha doğrusu bilim kurgu filmlerinde kullanılan aksesuarlara benziyordu. Işığı ise bazen dağınık bazen de belli bir noktaya odaklanıyordu sanki. Fenerin ışığı söndüğünde karanlık koridorda kala kalmışlardı. Turan gözleri alışasıya kadar merdivenlerde bir kaç kere tökezlediği halde önünde yürüyen Yüksel’e yetişemiyordu.
      “Lütfen daha yavaş" dedi. Sesi düşük tondaydı ama karanlık merdiven boşluğunda yankılanınca önünde yürüyen Yükselin uyarıcı sesi duyuldu.
      “Şisshh" İkinci kattaki tek dairenin önüne geldiklerinde kapının altından sızan zayıf ışığı fark ettiler, içeride biri vardı. Genç kız kendinden umulmayacak cesarette davranışlar gösteriyordu. Başka biri olsa ya polis çağırır yada bağırıp çağırmaya başlardı. Bağırırdı ki içerideki hırsız kaçsın diye. Yüksel ise elini yavaşça cebine soktu anahtarını çıkardı. Sağ elindeki el fenerini sol eline aldı ve yavaşça kapıyı açmaya başladı. Kapı henüz beş on santim aralanmıştı ki holün ortasında dikilen kişi duyduğu sese döndü. O andan sonra Yükselin hareketleri hızlanmıştı.
   Yavaşça araladığı dış kapıyı aniden ardına kadar açtı. Elindeki nesneyi odadaki adama doğrultmasıyla ani bir ışık dalgasının adama çarpması bir oldu. Turan içeri girdiğinde ise adam holün ortasında yatıyordu.
      “Ne... Ne oldu. Adama ne yaptın" dedi Turan şaşkınlık içinde. İkisi birden odanın ortasında yatan bedene yaklaşıyorlardı.
      “Korkma sadece bayıldı" Yükselin sesinde garip bir sakinlik vardı. Yüzü üzeri baygın yatan badeni çevirdiklerinde ikisi birden çığlık atmıştı. Üç beş dakika sonra içeride buldukları kişi ayılıyordu, gözlerini zorla aralayınca başucunda duranları gördü. Elini başına götürüp şakaklarına masaj yapmaya başladı. Bu az önce bedenine çarpan kısa ışığın verdiği ızdırabı dindirmeye yetmemişti. Daha önemlisi nasıl bir açıklama yapacağını bilemiyor gibiydi. Eller önce şakaklarda sonra saçlarda gezindi. Belli ki ilk konuşanların Onu yakalayanlar olmasını bekliyordu. Gözlerini kapadı.
      “Doğrusu karşımda hırsız olarak görmek dünyada aklıma gelmezdi Doğan Bey" dedi. Üçlü koltukta boylu boyunca uzanan Doğan gözlerini açtı.
      “Geçiyordum uğradım dersem" bir an başında duran iki kişiye baktı. Yüz hatlarında her hangi bir değişiklik olmadığını görünce esprinin yavan kaldığını anlamıştı.
      “İnanmayacağınızı biliyorum" dedi. Doğan gerçekten bir bataktaydı sanki. Yerinden doğrulmaya niyetlendi ama hareketi yarım kalmıştı. Yüksel elleriyle omuzlarını bastırmış
      “Biraz daha uzanın" dedi. Yüzünde muzip bir gülümseme belirdi.”Evimde ne aradığınızın açıklamasını daha sonra yaparsınız" dedi. Bu gülümseme affedilmiş olduğunu mu belirtiyordu. Yüksel içeri mutfağa doğru gidince Turan “Eh be Doğan abi madem böyle bir niyetin vardı neden bana çıtlatmadın" dedi. Doğan yattığı yerden yavaşça doğruldu
      “Bir şey anlatmadın değil mi?" dedi yanıt olarak. Bir iki dakika sonra Yüksel mutfağa giden koridorda tekrar gördüğünde elinde bir tepsi ve tepsiye dizilmiş bardaklar vardı. Doğan dişlerinin arasından yalnızca yanı başındaki Turanın duyabileceği bir sesle
      “Çayını içince bizi yalnız bırakırsın değil mi?" dedi.

      Yarım saat sonra Turan, gecenin karanlığında yürüyordu. Olan bitene bir anlam veremiyordu. Tadı damağında kalan sıcak çayı bırakmış soğuk sokaklarda amaçsızca yürüyordu. Doğan ağabeyi aradığını bulmuş gibiydi. Kendisi dışarı çıktıktan sonra ne yapacaklarını kestirebiliyordu. Yüksek sayılabilecek bir sesle "Ahh Behiye" dedi. Kendi yalnızlığına lanet etti bir kere daha. Cephane sokaktan ilk çıktığında niyeti eve gitmekti ama şimdi ayakları Onu birahaneye doğru taşıyordu. Her zaman gittiği yeri gözüne kestiremediği için yakın bulduğu bir yere girdi.

      Turanın çıkmasından sonra Doğan ve Yüksel uzun bir süre konuşmadılar. Biri tavana, evdeki eşyalara bakıyordu. Diğeri ise bardakları toplamakla meşgul görünüyordu. Doğan yıllar öncesini düşünüyor olmalıydı, yıllar öncesinde kendisine gelen Necla'sını. Yükseli ilk zamanlar ne kadar da çok benzetmişti. Kendisi de diğer arkadaşları da benzetiyorlardı. Şimdilerde ise Yüksel, Necla’nın etkisinden kurtulmuştu sanki. Mutfaktan döner dönmez rasgele bir giriş yapıp duygularını anlatmayı düşünüyordu. Düşünüyordu ama Yüksel Hanım mutfaktan döner dönmez az önceki konuya girivermişti.
      “Evet Doğan Bey" dedi yarı alaycı bir tonda.-Açıklamalarınızı bekliyorum"

      Turanın adımları üzerinde kocaman bir ışıklı Yunus resmi olan bir yerde son bulmuştu. Burası İlçenin en son açılan ve en lüks birahanesiydi. Böyle lüks yerlerde içmek alışkanlığı yoktu. Hoş alışkanlık denilebilecek kadar da içiyor sayılmazdı. Bazen arkadaşlarla gelir otururdu bazen de bu gece olduğu gibi canı çok sıkkın olduğunda. Kapıdan içeri adımını atar atmaz kesif bir sigara dumanı ve malt kokusu karşılamıştı kendisini. Tanıdık birilerini görebilir miyim diye etrafa bakındı. Evet, solda üç masa ileride üç kişilik bir gurup vardı tanıdığı, uzaktan seslenerek yanlarına yaklaştı.

      Çaylar çoktan içilmiş bardaklar bile soğumuştu. Doğan uzandığı koltuktan doğrulmuş kaçamak bakışlarla genç kızı süzüyordu. Yükselse, odanın diğer ucunda elinde uzaktan kumandası televizyon izler gibiydi. Televizyon ekranında sürekli program değişmeleri vardı. Odada televizyondan gelen farklı seslerden başka bir ses duyulmuyordu. Uzun zamandır süren suskunluğu ilk bozan Doğan olmuştu. Aniden ayağa kalktı kararlı adımlarla odayı geçti. Genç kızın elinde ki sürekli oynadığı uzaktan kumanda aletini yanındaki sehpaya bıraktı.

      “Sizi sorgulamam lazım ama ben size ancak aşkımı ilan edecek durumdayım şu anda." Bir an durdu. Bakışlarını başka yöne çevirerek
      “Sizi seviyorum" dedi. Yanına yaklaşması elin deki uzaktan kumandayı kenara koyması olacakların habercisiydi ama yinede söyleyişi damdan düşer gibi olmuştu. Genç kız sadece
     “Anlamadım" diyebilmişti.  "Anlamadım ne sorgusu ne sevmesi" Doğan bakışlarını karşısındaki genç kıza çevirmişti şimdi.
      “Turanın anlattığını sanıyordum" dedi. Yüksel, Doğan gibi bakışlarını kaçırmaya çalışmadan doğrudan karşısındaki adamın yüzüne bakıyordu. Bakışlarından acilen bir yanıt beklediği anlaşılıyordu. Doğanınsa kaçacak yeri kalmamıştı. Küçük bir araştırma yapmak istemiş, kızın evinde adi bir hırsız gibi yakalanmıştı. Hem de herhangi bir hata yapmadığını bildiği halde. Deşifre olmak üzereydi. Gerçi bu noktadan sonra kimliğinin yada görevinin bilinmesinin de bir önemi yoktu. Elini cebine attı, bir sigara çıkardı. İçmediğini bildiği halde bir tanede genç kıza uzattı. Sigarasından bir nefes çekti.
      “En iyisi size her şeyi kısaca anlatmak galiba" dedi. "Sosyoloji eğitimi aldım. Kriminoloji üzerine uzmanlaştım. Bir gün benim doğduğum yerlerde garip olayların olduğunu söylediler. Görev teklif edildiğinde ise kabul ettim." Gülümseyerek  “Az önce gördüğünüz gibi araştırma esnasında bir hırsız gibi yakalandım" sözlerini tamamladı.
      “Öncelikle beni de kuşkulular listesine aldığınız için teessüf ederim dedi sitemkâr bir sesle. “Ne bulmayı ümit ediyordunuz bilemiyorum ama aradığınızı bulabildiniz mi bari" Yükselin sesinde bu defa alaycılık vardı
      “Evet, hayatımın gerçeğini bir kere daha buldum" dedi Doğan. Tekrar başa dönmek istemiyordu bu yüzden konuşmayı doğrudan doğruya romantizme kaydırmıştı.  “İlk zamanlar çok özel birine benzediğin için sana ilgi duyuyordum.  Sırf anıların hatırı için yaklaşmaya çalışıyordum ama..."
      “Ama..." Yüksel kendini biraz daha yaklaştırdı.
      “Evet ama..."
   “Ama artık mazide kalmış birine benzediğin için değil seni sen olarak sevdiğim için sana yaklaşmaya çalışıyorum." dedi. Yanıt çok içten gelmişti
    “İnanabilir miyim?" Bir yanıt vermesi gerekiyordu Doğanın. Söyleyeceği kelimeler neredeyse dudaktan dudağa temas yoluyla gidecekti. Bir saniye sonra diğer soru fısıldandı odada.
      “Doğan" Sesi de ılık nefesi de yakıyordu genç adamın tüm benliğini.
   “Beni tam olarak tanımıyorsun bile. Kim olduğu mu nereden geldiğimi biliyor musun? Ya ailemi tanıyor musun? Evli miyim? Eşim var mı? Çocuklarım var mı? Hiç sordun mu? Senin gibi biri tanımadan bilmeden birini sever mi? Peki bir insan tanımadığı birini sevebilir mi? Ve sen bütün bunlara rağmen senin "beni sevdiğine" inanmamı bekliyorsun öyle mi?"
      Aslında bunlar Doğanın en başından beri merak ettiği yanıt bulmakta zorlandığı sorulardı. Ankara'ya defalarca sorduğu halde bir yanıt alamamıştı. Üniversitede okuyan bir Yüksel Pekcan vardı ama İlkokulda ortaokulda lisede okumamıştı. Doğrudan üniversiteye başlamıştı, daha önceki yıllara ait hiç bir kayıt görünmüyordu. Türkiye Cumhuriyetinin böyle bir vatandaşı hiç doğmamıştı, sanki doğrudan doğruya Üniversiteye kayıt olmuştu.
      Yine de şu an duyguları mantığından ağır basıyordu. Yükselin eski arkadaşı Necla'ya benziyor olması yeterliydi onun için. Sonrasında olaylar kendiliğinden gelişmişti. Bütün bunların kafasının içinden geçmesi bir kaç saniye sürmüştü. Vermeyi düşündüğü yanıt yalan da sayılmazdı. Kimbilir böylece görevini daha rahat yapabilirdi. Dudaklarına uzanan dudaklara bir küçük öpücük kondurdu.
      “Eğer duygularımı dinleyecek olursam seni geçmişimden geçmişimi de senden ayıramıyorum" dedi. Bir küçük öpücük daha kondurdu kendisini dinleyen dudaklara. "Seni Seviyorum" cümlesi iki çift dudağın birbirlerine kenetlenmeden önce konuştuğu son cümle olmuştu.

      Gece, vakit iyice ilerlemişti, ana cadde üzerinde bile insan görünmüyordu. Gece ve soğuk ilçe sakinlerini çoktan evlerine göndertmişti. Başköprü’den başlayıp uzayıp giden cadde boyunca seçilen bir iki kişi ya meyhaneden çıkan sarhoşlar yada bizzat meyhane çalışanlarıydı. Sokak lambalarının ışıkları ve dükkanların vitrin ışıkları İlçenin en önemli caddelerinden birini karma karışık aydınlatıyordu. Genç adam sokak lambasının altında bir an durdu. Kolundaki saate baktı, kendi kendine
      “Bu kadar geçe kalmamalıydım" dedi. Önünde durduğu galerinin yan sokağına saptı. Alkollü olduğu yürüyüşünden belli oluyordu. Yan sokak ana caddeden daha karanlıktı. Ne cadde üzerindeki gibi sık sokak lambası vardı ne de sokağın aydınlanmasına yardımcı olacak dükkanlar ve dükkanların aydınlık vitrinleri. Yüz metre kadar yürüdükten sonra yine sağa saptı. Evlerine varabilmesi için bu dar ve uzun sokaktan da geçmesi gerekiyordu tüm karanlığına rağmen. Sokağa döndüğü anda kendi kendine kızmıştı. Daha uzun olsa da aydınlık olan öbür yolu -caddeyi- kullanmalıydı. Söylenerek karanlık sokakta yürümeye başladı.
      Alkolün ve karanlığın verdiği tedirginlikle zor yürüyordu. Bu olumsuzluklara bozuk zemini de eklerseniz yürümenin ne kadar zor olduğunu tahmin edebilirdiniz. Sokağa gireli bir kaç saniye olmuştu ki Turan birden durdu. Çevresini dinledi, peşinden gelen ayak sesleri duyar gibiydi. Uzakta uluyan köpek sesleri vardı, bir de gecenin doğal sesleri. Bunların dışında herhangi bir ses seda yoktu. Yürümeye devam etti, bir kaç adım sonra tekrar durmak zorunda kaldı. Sarhoş kafası bir sigara yakıyor numarasını akıl edebilmişti. Ayakta sallnıyor, sigarasını çakmağını sessizce çıkarmaya çalışıyordu, tüm dikkatini kulaklarına vermesine rağmen herhangi bir ses duymamıştı.
      Çaresiz tekrar yürüdü, ilk adımlarını atar atmaz ayak seslerini tekrar duydu. Gecenin bu kadar ileri saati olmasa arkadaşlarının şaka yaptıklarını düşünebilirdi. Sokağın ortalarına varmıştı ama ardından gelen ayak sesleri iyice belirginleşmişti. Dahası duyulan iki sesten biri metalik bir sesti. Bir demir yada pirinç boru yere vuruyormuş gibi. Aklına az önce masa arkadaşı Rüstem’in anlattıkları geldi. Çocukluk arkadaşı Rüstem, berber kalfası olarak çalıştığı için kulağı delikti.
      “İlçede bir takım esrarengiz olaylar yaşanıyor " demişti. Turan konunun kayıp çocuklara geleceğini tahmin ediyordu ama öyle olmamıştı.
      “Herkes geceleri garip ayak sesleri duyduğunu söylüyor" demişti. "İlçeyi hayaletler bastı" demişti. O ve masada oturup eğlenen diğerleri dalga geçmişlerdi. Berber Rüstem’le ama Turan arkasından gelen ayak seslerini belirgin bir şekilde duymaya başlayınca
      Acaba demeye başlamıştı, Rüstem’in söyledikleri doğru muydu yoksa." Adımlarını olabildiğince hızlandırdı. Ardından gelen metalik seslerde hızlanmıştı. Bir filimden anımsadığı numarayı tekrarlamaya karar vermişti. Tüm cesaretini topladı, adımlarını daha da sıklaştırdı. Bir yada iki ev sonra bu dar ara sokaktan çıkıp kendi sokaklarına gelecekti. Neredeyse koşmak üzereyken birden durdu, durduğu gibi ardına baktı. Gene boşunaydı tabii. O halde arkadaşları değildi peşinden gelen, onların hazırladıkları soğuk şakalardan biri olamazdı. Arkasında uzanan dar uzun sokak boyunca kendinden başka bir canlı yoktu. Ne kadar usta olurlarsa olsunlar bu kadar çabuk saklanamazlardı. Karanlık gölgeler ve zihni kendi ne bir oyun oynuyor olmalıydı. İçtiği biraların bu oyunda önemli bir rolü olduğu da yadsınamazdı.
      Pencere yada perde arkasından bir gören var mıydı acaba diye bir an çevresine bakındı. Camlar karanlıkta parıldıyordu ama hiç birinde bir hareket yoktu. Eğer kazara uyku tutmayan biri perdenin arkasından sokağa bakıyorsa Zeynep’in küçük oğlunun delirdiğini düşünebilirdi. Yürümeye bu lanetli sokaktan bir an önce kurtulmaya çalıştı.
      Zihni, gece boyunca anlatılanlara isyan ediyordu. Rüstem, Ali, İhsan, Talat hep bu tür korku hikayeleri anlatmışlardı. Üç harflilerden, perilerden, hayaletlerden bahsedip durmuşlardı Rüstem’in konuyu açmasından hemen sonra. Çoğu hayal ürünü olan bu hikayelerden kendi de anlatmıştı korktu dedirtmemek için, şimdi ise yaşıyordu. Ayak seslerinin yanında hemen ensesinde nefes hırıltısı duyar mıydı? Birden irkildi, arkasında hemen ensesinde biri soluk alıp veriyordu. Değil soluğunun hırıltılı sesini neredeyse iğrenç ağız kokusunu duyuyordu. Bir daha geriye dönüp bakmaya cesareti yoktu, bütün kuvvetiyle koşmaya başladı.
      Babasının evini bu kadar özleyeceği dünyada aklına gelmezdi. Üç adım sonra, iki adım sonra derken o dünyanın en güzel sığınağı olan kapı aralığını gördü. Kalbi, dayanılmaz bir tempoda atıyordu. Birden kapının kilitli olabileceği olasılığı aklına geldi. Annesinin alışkanlıkla kilitlememiş olması için Tanrıya yakarıyordu. Sokaktan bir kaç metre içeride olan minik boşluğun rahmetli dedesinin traktörünü koyabilmek için yaptırdığını biliyordu. Boşluğa girdi, kapıyı yokladı açamadı. Korkuyla etrafına bakındı, çöp varili olarak kullanılan karpit bidonunun arkasına saklandı. Nefesini tutmaya çalıştı. Kendi ayak seslerinin susmasıyla birlikte sokak sessizliğe bürünmüştü. Yüreğinin gümbürtüsünden başka evrende duyulan tek bir ses yoktu.
      Bir saniye, beş saniye on saniye, yeri belli olmasın diye soluğunu düzenlemek zorunda hissetti kendini. Elinden gelse yüreğinin atışlarını bile durduracaktı varlığı anlaşılmasın diye. Az önceki sessizlik yerini uzaklardan gelen köpek ulumaları ve baykuş seslerine bırakmıştı. İleride sokağın girişindeki lamba ışığının kırıntıları Turanın gizlendiği yere anca ulaştırabiliyordu. Zayıf ışık önce uzun bir gölge ile bölündü. Kara, kara kapkara bir gölge kendisine yaklaşıyordu. Adımlarını duyuyordu yaklaşan kara gölgenin. Bir belirgin sert vuruş peşinden yumuşak vuruş. Topal yada takma ayaklı biri gibi. Köpekler ve baykuşlar bağırışlarını arttırmışlardı. Onu kendisine an be an yaklaşan Kara gölgeyi –efendilerini- selamlıyorlardı.
       Adımlar yaklaştıkça terliyordu Turan. Gecenin ayazında bir bidonunun arkasında değil de bir saunadaymış gibi çalışıyordu ter bezleri. Yüreğinin gümbürtüsü sokakta yankılanır gibiydi. Beyninin tüm hücreleri ise diğerlerinden çok daha fazla çalışıyor bir kurtuluş yolu bulmak için çabalıyordu.
      Arkasına çevirdi kafasını yaklaşan gölgeye baktı, yerinden usulca doğruldu. Duvardan atlayıp içeri girecekti. Elini uzatınca anca yakalayabileceği yükseklikteki duvara uzandı. Yıllar önce ağabeyiyle birlikte döşedikleri duvarın üzerindeki cam kırıklarına aldırmıyordu. Duvarı aştı, merak duygusu arkada ne olduğunu öğrenmek istiyordu. Gözünü kapının kalın tahtalarının aralıklarına yapıştırdı. Tam karşısında sokağın orta yerinde dinelen gölgeyi gördü. Bir an kıpkırmızı gözler parıldadı gecenin karanlığında. Gözlerin yedi sekiz santimetre altında açılan kocaman kanlı boşluktan inanılmayacak tizlikte bir kahkaha koptu. Dişlerin arasından kan damlıyordu sanki.
      “Empusa" dedi kara bir çuvalı elbise diye üzerine geçiren gölge. Sesi bir yılan gibi tıslıyordu. "Ben Empusayım, Senin için gene geleceğim" dedi. Turan Kara gölgenin kapının ardında saklanıyor olduğunu bildiğini düşünüyordu. Hava buz gibi soğumuştu. Kapının ardındaki gölge kahkahalar içinde
      “O zaman kaçabilecek kapı arkası bulamayacaksın" dedi. Birkaç adım daha yaklaştı tahta kapıya. Turan oyunda yakalanmış çocuk gibiydi. Birkaç adım geri gitti. Gölge içi karanlıkla doldurulmuş bir çuval gibi yaklaşan bölge kapının bir metre önünde durdu.Bir kahkaha daha attı. Ardından geldiği gibi ayaklarını vurarak kayboldu. İğrenç kahkahaları köpeklerin ulumalarına karışıyordu. Turan kapının arkasına yığılıp kalmıştı.

      Sabah güneş doğduktan bir hayli sonra uyandı. Bir an nerede olduğunu anımsamaya çalıştı. Çevreyi dinledi, içeriden sesler geliyordu. Nerede olduğu ve kiminle olduğunu anımsamıştı. Yüksel, kendinden daha önce kalkmış kahvaltıyı hazırlıyor olmalıydı. Vakit bir hayli ilerlediği için acıkmıştı. Yorganı başının üzerine çekti, geceyi anımsadı. O güzellikleri tekrar yaşamaya çalışıyordu. Duygularında yanılmamıştı, yüksel hissettiklerine kayıtsız kalmamış aynen yanıt vermişti. Sayısız geçici ilişkileri olmuştu, bazen bir gecelik bazen de bir kaç aylık süren. Bunlara arayış da diyebilirdiniz ama hiç birinden bu akşam yaşadıkları doyumu alamamıştı. Birlikte karlı dağların zirvelerine çıkmış, okyanusların derinliklerine inmişlerdi. Bir ara uzayın başka bir bölgesinde, bambaşka güneşlerin altında olduklarını bile düşünmüştü. Yorganın dışından gelen sesle uyandı.
      “Hadi bakalım tembel adam uyan artık." Acaba bu bir rüya mıydı? Cesaret edip gözlerini açamıyordu.
      “Bu gün iş günü unuttun mu?" Yorganı açtığında her şeyin bıraktığı gibi devam ettiğini mi? görecekti. Kafasını çıkarınca karşısında gülümseyen bir yüz gördü. “Allahım yoksa ben öldüm mü? "Hanımefendi siz cennetimin en güzel hurisi olmalısınız" diye ekledi yataktan kalkarken.

      Yarım saat kadar sonra mutfakta masanın başında çaylarını içiyorlardı Doğan birden sordu. “Kimsin sen ?" Okulda görmüşlerdi. Birine sorulan ilgisiz gibi görünen ani sorulara verilen yanıtlar karşıdaki kişinin gerçek düşüncelerini ele verirdi. Şaşırması gerekiyordu ama Yüksel Pekcan hiç şaşırmamış gibi duruyordu. Saniyeler geçti, Doğan tekrar sordu
      “Nereden geliyorsun. Buralarda işin ne?" Yine saniyeler geçti. Olumlu yada olumsuz bir yanıt alamadığı halde Doğan sorularına devam ediyordu.
      “Salonda duran bana müzik seti dediğin cihaz nedir?" Yüksel bambaşka biri olmuştu. Yüzünde ki az önce var olan gülümseme donmuş öylece bakıyordu Gözlerini diktiği yerde kocaman bir duvar olduğu halde O duvarın ötesine boşluğa bakıyor gibiydi. Can alıcı son soru gelesiye kadar boş bakışlar devam etti.
      “Kayıp çocuklarla ilgin nedir?" Dalgın bakışlar birden canlandı. Gözler doğrudan doğruya soruları soran yüze bakıyordu. Bir saniye sonra iki çift göz birbirine bakıyordu. Yüksel, Doğanın sorularına bir soruyla karşılık verdi.
      “Beni seviyor musun?" Doğan beklediğinden çok farklı bir yanıt almasına rağmen kafasını salladı.
      “Yanıtlamanı istediğim sorularla bir ilgisi var mı? bilmiyorum ama Seni seviyorum" dedi yarı fısıldar bir sesle. Kız gülümsedi.
      “O halde lütfen bana güven, zamanı geldiğinde kim olduğumu, nereden geldiğimi öğreneceksin." Genç adamın bakışlarındaki durgunluğu görmüştü. "İnan bana ben O kast ettiğin kişi değilim" dedi. Sanki aralarında bir gerginlik ya da soğukluk yaşanmamış gibi sıcacık bir sesle “Çayını tazeliyeyim mi?" dedi.


      Turan uyandığında ise vakit neredeyse öğle olacaktı. Gece yarısı gürültüyle eve girdiğinde zaten uyumamış olan annesi yattığı yerden doğrulmuştu. Yanın da horuldamakta olan kocasını dürtüp “Tevfik bir bak istersen" dediğinde alenen terslenmişti.
      “Oğlun kazık kadar oldu, bazı şeyleri görmememiz lazım" demişti. Ana yüreği dayanamamış kapısına kadar gitmeyi düşünmüştü. Kocasının söyledikleri aklına gelince vazgeçmişti. Bir zaman oğlunun nefes alıp verişini yattığı yerden dinledi. Sanki koridorun öte ucunda ki küçük odada değil de hemen yanı başlarında nefes alıyormuş gibiydi. Tekrar başını yastığa koymuştu yaşlı kadın

      Oğlunun içeriden gelen seslerini duyan Zeynep kadın geceden beridir sormayı düşündüğü soruyu sormanın zamanının geldiğini düşünüyordu. Mutfakta bir şeyler atıştıran oğlunun yanına gitti.
      “Neydi o geceki halin A oğul" dedi. Turan, annesinin uyanık olmasına bir an şaşırdı. “Siz uyumuyor muydunuz yoksa" dedi. Annesi ise sadece gülümsedi yanıt olarak. Turanın sarf edeceği sözleri bekliyordu. Bir kaç saniye süren sessizlikten sonra annesinin huyunu iyi bilen Turan

      “Arkadaşlar bir eşek şakası yaptılar da ondan" dedi. Eğer bir yanıt vermezse annesinin o yanıtı alasıya kadar bekleyeceğini iyi biliyordu. Annesinin suskunluğu geçmeyince sözü biraz daha açması gerektiğini anlamıştı.”Yeni açılan birahanede muhabbete daldık, zamanı unuttuk. Dönüşte de bizim Rüstem’in şaka yapacağı tuttu." dedi. İçinden de "İnşallah öyledir" diyordu. Yaşlı kadın oğlunun anlattıklarından ikna olmuştu, Rüstem’i yıllardır tanıyordu, aklı bir karış havada olsa da iyi çocuktu. Belirgin bir "Ohh" çektikten sonra
      “Bir an Firdevs teyzenin anlattıkların anlatacaksın sandım" dedi. Turan ağzındaki lokmayı yutmakta zorlanmıştı.
   "Ne anlattı Firdevs teyzem" dedi sesine ilgisiz bir ton vermeye çalışarak .
   "Bir akşam, namazdan sonra sokakta bir cadı gördüğünü söylemişti" dedi. Oğlunun meraklandığını biliyordu yaşlı kadın. Merakla beklenmenin hazzını duyarak anlatmaya başladı.
      “Sözde namazdan sonra tespih çekmek için balkona çıkmış. Bir gören olmasın diye balkon lambasının da ışığını açmamışmış. Sokağın karanlığında süpürge saçlı pırasa gibi zayıf kuru bir kadın sokağın köşesinde duruyormuş. Bir müddet Firdevs teyzenin balkonuna baktıktan sonra parmağını ona doğru uzatarak
       “Seni görüyorum yaşlı bunak" demiş. Sonra tiz bir kahkaha atarak karanlıkta kaybolmuş." Annesi anlattıkça Turan renkten renge giriyordu. Zeynep kadın “Firdevs hanım iyice yaşlandı. Artık hayaller görmeye başladı diyerek konuyu bağlamıştı.

      Gazeteye vardığında konuşulan konuları duyduğunda iyice aptallaşmıştı Konuşulan konu aynıydı. Anlaşılan kendi yaşadıkları tek değildi. Rüstem’in anlattıkları, Firdevs teyzenin gördüğünü iddia ettikleri, burada konuşulanlar. İlçesinde neler oluyordu. Eğer biraz zayıf iradeli olsa duyduklarına ve dün gece yaşadıklarına inanırdı. Bütün bu olan bitenler alkollü beyinlerin yada yaşlı zihinlerin işi olduğunu söylemek kolaycılık olurdu.   Hortlaklar, cadılar, büyücüler, cinler periler. Yüzyıllar öncesinin inanılanları masal kahramanları bu çağda nasıl var olabilirdi. Bu soruların yanıtını bulması gerekiyordu. Yakup ustanın ertesi günkü ön sayfa taslağını görünce şaşkınlığı iyice artmıştı.
 
                 “İLÇEMİZDE NELER OLUYOR"     

Çok ciddi biçimde aynı soruyu ustasına sorduğunda aldığı yanıt ters olmuştu. “Ulan gazeteci olan sensin, gitte araştır" demişti Yakup usta. Gideceği yeri iyi biliyordu. Turan tam kapıdan çıkmak üzereyken “Bir soru sorabilir miyim?" dedi. Küfürü duymamak içinde atölyeden dışarı fırladı. Büro masasındaki telefonu aldı ve elektrik arızasının numarasını çevirdi.
      Elektrik işletmesi verdiği adresteki hatta bütün semtteki sokak lambalarının değiştirildiğini, tek tek kontrol edildiğini söylemişti.  “İki gündür bu konuda o kadar çok şikayet aldıklarını, İlçenin pek çok sokağının karanlıkta kaldığını, bu yüzden ellerindeki ampul stoklarının tükendiğini" eklemişti telefonda görüştüğü yetkili. “Sanki birisi bütün lambaların ampullerini kırmış gibiydi" dedi. "İlden beklediğimiz yedekler gelir gelmez tekrar ilgileneceğiz" demeyi de unutmamıştı.
      Telefondan sonra Yakup ustayı güçlükle ikna etmişti ön sayfanın yeniden düzenlenmesi konusunda. Ekspres'in sayfası değişmişti ama ya Haber gazetesi.                 
"İnsanlığın en büyük trajedilerinden biri ahlakın din tarafından ele geçirilmesidir." Sir Arthur Charles Clark

Çevrimdışı azizhayri

  • ***
  • 581
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Anchilea - Bölüm Otuziki
« Yanıtla #39 : 04 Ocak 2016, 08:57:10 »
B Ö L Ü M    O T U Z İ K İ

      İzmir üzerinden İlçeye gidiyorsanız geçeceğiniz son belde "Nazlı" olacaktır. Yada İlçeden İle, İzmir'e gidecekseniz içinden geçmekte zorunda kalacağınız ilk belde de Nazlı olacaktır. Eskiden kendi halinde bir köy olan Nazlıköy son yıllarda kurulan fabrikaları ile bir sanayi merkezi olmaya başlamıştı. Beldenin arazisi tarıma uygun olmadığı için halkı önceleri hayvancılık yapıyorken orantısal olarak daha ucuz ve yol üzeri olan Nazlıköy'de büyük imalathaneler kurulmaya başlamıştı. Büyük imalathaneler zamanla fabrikalar dönüştü. Köy halkı bir işe yaramadığını düşündüğü topraklarını girişimcilere satmaya başlayınca da kurulan işyerlerinde işçilik yapmaya başlamışlardı.
      Gelişmeler artarak sürünce Nazlıköy on onbeş yıl önce belde olmuştu. Yeni adıyla "Nazlı Beldesi" büyümeye İlçeye doğru olduğu için zamanla İlçenin sanayi mahallesi durumuna düşmüştü. Kurulan işletmelerin sağladığı iş olanaklarına iklimin yumuşaklığını da ekleyince beldenin bir göç cenneti olduğunu söylemeye gerek yoktu tabii. Bu nedenlerden dolayı İlçenin kentler arası garajında bu yüzden her saat elinde çuvala tıkılmış battaniyesiyle, yıllar öncesinden kaldığı her halinden belli olan bavuluyla iş arayan birilerini görebilirdiniz.

      İlçe Garajının giriş kulübesinde oturan iki zabıta memurunda daha yaşlı olanı genç arkadaşına bilmişçesine  "Bak görüyor musun, bir tane daha" dedi Eliyle garaj bekleme salonunda plastik sandalyede oturup şaşkınca etrafına bakınan bir genci gösteriyordu. Sözlerine bilmem kaçıncı defa kendi Başkanını överek devam etti.
      “Daha ne İstanbul ne de İzmir belediye başkanların aklına "vize" gelmezken Beyefendi "İç göç için vize koyalım demişti' dedi. Doğruydu söylediği zabıta memurunun Beyefendi diye hitap ettiği belediye başkanları "İç göçü önleyebilmek için Vize koymalıyız" demişti.  Hem de Bütün kentlerin belediye başkanlarından çok önce. Genç zabıta memuru sözün devamında ne geleceğini bildiği için "yiğitlik bende kalsın" mantığıyla olsa gerek
      “Hadi o zaman amirim gereğini yapalım" dedi. İkisi birden yerlerinden doğruldular. Onlar ağır adımlarla kulübelerinden çıkıp bekleme salonuna yürürlerken salonun terminale bakan yönde dışarıda oturan adam kalkmış garajın öte tarafına köy minibüslerinin kalktığı yere doğru yürümeye başlamıştı. Yaşlı olan genç yardımcısına
      “Malik beni oralara kadar yorma, sen ilgileniver " demişti. Genç adam bozulmuştu ama hiç bir yanıt vermeden köy minibüslerine doğru adımlarını sıklaştırdı. Amiri arkasından seslendi, “Biliyorsun en tehlikeli insan işsiz insandır" dedi. Oracıkta konuşacak birilerini bulmakta zorlanmamıştı garaj Amiri.
      Beş yada on dakika sonra yine sıcacık bekçi kulübesindeydiler. Zabıta Memuru Malik bu olayı da vukuatsız atlatmıştı Karşısında ki vatandaşa “Kimsin, nereden geliyorsun, çok kalacak mısın?" diye sorular sormak zoruna gidiyordu. Belediyeye babasının zoruyla girdiği için derdini bir kaç kere babasına anlatmış babası da ona
      “Oralarda biraz piş sonra seni daha iyi bir yerlere aldırırım" diye oğlunu teselli etmişti. Çok şükür ki bu kere de yumuşak huylu misafire rastlamıştı. Gençlik yıllarından orta yaşa yönelen yabancı kibar sayılabilecek bir dille sorularını yanıtlamıştı.
      “İzmir'den bir akrabasının düğünü için gelmiş iki gün sonra dönecekmiş dedi. Karşısında ki amirinin soru sormak için hazırlandığını görünce “Adama dikkatlice baktım bir kere daha görsem tanıyabilirim" dedi. Aslında Amirinin huyunu bilmese ve alıcı gözüyle bakmasa bile az önce konuştuğu deri montlu adamı kolay unutmazdı. Genç memur Malik adamın yanından hemen ayrılmayıp adamını bir iki dakika gözle izleseydi karşısında kişinin yalan söylediğini anlayabilirdi Yabancı zabıta memuru yanından ayrıldıktan sonra garajın yüz metre ilerisindeki otele girmişti.
      Gün ve gecenin devir teslim yaptığı dakikalardı. Hava kararmaya başlayınca sokak lambaları görevlerini yapıyorlardı. İnsanlar evlerine gitmek için olabildiğince acele eder gibiydiler. Ne de olsa koca bir gün çalışmışlar dinlenmeyi hak etmişlerdi, üstelik bu haftanın son günüydü.

      Kalabalığın arasında genç bir kadın bir elinden tuttuğu çocuğu sürüklercesine yürüyordu. Belli ki onunda diğer hemşehrileri gibi acelesi vardı. Bir taraftan acele ediyor hızlıca yürüyordu ama bir yandan da konuşuyordu. Kendi kendine mi, yoksa yanında sürüklediği çocukla mı konuştuğu anlaşılmıyordu. Çevresindeki kendi gibi onlarca insanı hiç görmüyor gibiydi.

      “Babacığın eve gelmeden varalım bari" dedi. Aslında ne kendiyle ne de yanında taşıdığı çocukla konuşmuyordu. Yüzünde ki acemice yapılmış abartılı makyajla gizlemeye çalıştığı morlukların sahibiyle konuşuyordu. Kurduğu cümleler kafasından geçen düşüncelerin dışa vurumu olmalıydı.
      “Ananem hasta dersin" dedi yanındaki çocuğuna. Belli ki kendi de inanmamıştı söylediğine “Yoksa teyzen çağırdı mı desen" dedi. Yine hoşuna gitmemiş olmalıydı. “En iyisi elektrik faturasının son günüymüş. Onu yatırmaya gittim diyelim" dedi. Bu son fikir hoşuna gitmişti.
      Minibüs durağına varmıştı. İlk gelen minibüse biner evine daha çabuk varırdı. Evleri yüksek blokların arkasında ki gecekondulardan biriydi. Aniden aklına gelen bir fikirle gülümsedi, alacağı bir küçük rakı izin belgesi yerine geçebilirdi. Bütün gününü geçirdiği annesinin yaşlı gözlerle kızına uzattığı banknotu aldığı için mutluydu. Yanında ki çocuğu köşedeki elektrik direğinin dibine oturttu. Elindeki pazar çantasını andıran naylon çantayı yanına bıraktı.
      “Nazife, sen burada otur. Anne babaya rakı alsın gelsin." dedi. Küçük çocuk bu türlü davranışlara alışkın olmalıydı ki annesinin gösterdiği yere çömeldi. Genç kadın kavşağın sarı ışıklarının altında arabaların arasında kayboldu. Yolun ilk bölümünü kazasız geçmişti. Geriye dönüp kocaman direğin dibine bıraktığı kızını görmeye çalıştı. Çocuk mahzun çevresine bakınıyordu. Göremeyeceğini bilerek kızına el salladı. Sonra ikinci hamleyi yapıp karşıya vardı. İlk girdiği dükkanda rakı bulamadı. Biraz ilerisindeki ikinci büfeye yürürken kendisinde var olan değişiklikleri düşünüyordu.
      İlk zamanlar ne kadar zor geliyordu marketlerden büfelerden rakı almak. İçmesini bilen ama almaya gelince tutucu kesilen çevresinden çekinen kocasının rakısını almak kendisine düşüyordu. İlk günler kendisine ne kadar zor geliyordu bu istek. Market sahibinin hakkında ne düşüneceğini hissedince üzülüyordu. Zamanla işi yüzsüzlüğe vurmuş ekmek veya makarna alır gibi rahatlıkla “bir ufak rakı” demeye alışmıştı. Kağıda sarılmış şişeyi koltuğunun altına sıkıştırdı. Direğin dibinde kendisini bekleyen kızına sakız almayı unutmamıştı. Az sonra minibüse binecek evlerine varacaktı. Eğer kocası eve henüz varmamışsa şişeyi uygun bir yere saklar ileride sıkışık olduğu bir gün kullanırdı. Eğer kocası evde akşam ezanlarına kadar gezinen " karısını bekliyorsa kullanacaktı.
      Tekrar karşıya geçmek için azgın bir ırmak gibi akan yola baktı. Karşıya varmak, kızına kavuşmak için acele ediyordu. Karşıya vardığında direğin dibinde kendisini beklemesi gereken çocuğunu Nazife’sini göremedi. İçini bir korku kaplamıştı. Kalabalık yüzündendir diye düşünmeye çalışıyordu, direğe yaklaştıkça yüreğinin atışı hızlanıyordu.
      “Allah’ım yok" diye mırıldandı önce.”Nazife yavrum" dedi. Direğin dibinde çantası bıraktığı gibi duruyordu. Sayıklar gibi, "Nazife yavrum...  Nazife yavrum" diyor durakta döneliyordu ama küçük kızını göremiyordu.  Durağı oluşturan kaldırım boyunca deli gibi bir sağa bir sola koşturmamaya başlamıştı. “Nazife!!!" Bağırış akşamın tüm gürültüsünü bastırdı. Geniş ve uzun bekleşenler öylece kaldırıma yığılan bir kadın görebilmişlerdi sadece.

        Haber Turana ulaştığında saat dokuza geliyordu. Annesinin ısrarını kıramamış, eşofmanlarını giymişti. Minik kuşlarım dediği haber kaynaklarından biri aradığında televizyon izliyordu. Apar topar giyindi. Vespasını çıkardı. Cep telefonunu kapatalı üç dakika olmamıştı ki Turan motosiklet üzerinde Merkez karakoluna doğru yol alıyordu.
      Hükümet binasının ilk katındaki Merkez karakoluna vardığında olay hakkındaki ilk bilgileri kapıdaki nöbetçi polis memurundan alıyordu. "İlginç" dedi olayı dinlediğinde. Nöbetçi polis anlamamıştı.
      “Anlayamadım" dediğinde ise “Diğer olaylara pek benzemiyor" dedi ve içeri doğru yürümeye başladı. İçerisi pek kalabalık sayılmazdı. Girişte parklardan sökülüp getirilmiş gibi duran bankların birinde oturan yaşlı bir çift vardı. Kapıyı tıklatıp içeri Baş komiserin odasına girdi.
      “Merhaba Ali Komiserim" derken bir an içeridekileri süzdü. Komiserin masasının önünde  anne ve baba olduklarını tahmin ettiği iki genç duruyordu. Biri uzun boylu zayıf bir erkek, diğeri ise saçı başı karmakarışık bir genç kadındı. Erkeğin üzerindeki takım elbise ne kadar özenli duruyorsa anne olduğunu tahmin ettiği genç kadında da pazen elbisesi o kadar eğreti bir şekilde duruyordu. Erkeğin saçları briyantinliymiş gibi taralıydı ama kadının saçları darmadağınıktı. Ağlamaktan gözleri şişmiş bir halde başı önünde yığılmış gibi koltukta oturuyordu.
      “Ooo" dedi masada oturan Rüzgar Ali. "Ben sen daha önce bekliyordum." Sesindeki alaycı ton odadaki gerginliği yumuşatmak içindi.
      “Kızımı bulacaksınız değil mi?" genç kadın kafasını kaldırınca yüzündeki çürükler ortaya çıkmıştı.
      “Yüzünü bu hale bu adam mı getirdi?" diye sordu Baş komiser. Kadın göz ucuyla karşısında oturan adama korku dolu gözlerle baktı. Adamın bakışları kin ve nefret doluydu.
      “Yok komiser abi" dedi ağlamaklı bir sesle. ”Evden aceleyle çıkarken kapıya çarptım." Aynen kocasının öğrettiği gibi söylemişti. Turan bir ara ne yapacağına karar verememiş gibi ortada kaldı.
      “Ben sonra geleyim" diyebildi. Komiser eliyle duvar dibindeki sandalyeyi işaret etti. Karşısında oturan kadına teselli olsun diye sesini olabildiğince şefkat perdesine sararak konuşmaya başladı.
      “Biz kızınızı mutlaka bulacağız. Siz evinize gidin." dedi. Adam ayağa kalktı. Karısının koluna girdi. Ağır adımlarla dışarı çıktılar.
      “Dövmüş değil mi?" Doğan asıl olayı unutmuş önünde az önce odada gördüklerini soruyordu. “Maalesef" Komiser başını sallamakla yetinmişti. Bir ara dahili zili çalıp nöbetçi memura kocayı geri çağırtmayı ona iyi bir fırça atmayı düşündü. Yapamazdı, eğer yapacak olursa evde acısı misliyle çıkarırdı karısının üzerinden.
      “Adamın taktik değiştirdi galiba." Uzun süren bir sessizlikten sonra ilk konuşan Ali Rüzgarlı olmuştu. Turan, karşısında ki orta yaşların sonuna yaklaşan komisere baktı. Karadeniz insanının karakteristik yapısı vardı yüzünde.
      “Niçin benim adamım oluyormuş ki" dedi sitemle. Rüzgar Ali az önce çıkanlardan utanmayacak olsa kahkaha atacaktı bu tepkiye.
    “Yok yok " diye düzeltti sözlerini. "Senin bu olayın peşinde koştuğunu bildiğim için öyle dedim" dedi. Komiser karşısında yanıt vermeye hazırlanan genç adama baktı "Sözün gelişi yani" dedi.
      Komiser karşısında oturan delikanlıya baktı. Sevimli sayılabilecek bir yüzü vardı. İşine bağlıydı ve ciddiye alıyordu.  "Ben senin bu olayı çözmeyi çok istediğini düşünüyorum" dedi. Gülümseyerek  "Hatta bu olayın çözümünde Uğur Dündar veya Savaş Ay olma isteği ve çabası görüyorum" dedi. Yanılmadığını bir kere daha anlamıştı. Turanın yüzü kıpkırmızıydı, bu da Onu öbür yalaka heriften ayırıyordu.
      “Ters olan bir şeyler var" dedi Turan duyduğu örtülü övgüleri sindirdikten sonra. Yanıt ise bir kelimeden ibaretti. Evet. Komiser masasından kalktı, odada bir tur attı. "Kaçırılan kızın yaşı bir hayli küçük.
"Annesinin dediğine göre dört yaşına yeni girmiş." Turan Komiserin sözlerini tamamladı. 
“Üstelik ilk defa İlçe merkezinde böyle bir işe kalkışıyorlar" dedi. Birden aklına gelmiş gibi sordu.
”Hiç görgü tanığı var mı?" Odayı adımlayan adamın dudakları büzüştü.
        “Akşamın alaca karanlığında İlçenin en kalabalık merkezinde olay meydana geliyor ve kimse ne olduğunu bilmiyor" dedi. Sayıklar gibi devam etti. "Paran yoksa kefil ol, işin yoksa tanık ol" Komiser duvar kenarında sandalyede oturan gazeteciye yaklaştı.

      “İlçede gene arama ve taramalar yapılıyor. Jandarma gene bize yardımcı oluyor ama ben yine de umutsuzum" dedi. Dokunsalar ağlayacakmış gibiydi. "Geceleri uykularım kaçıyor. Kim yada kimler yapıyor, bu yaştaki çocuklardan ne istiyorlar. Daha da önemli bu işler daha ne kadar sürecek. Daha kaç ana baba ağlayacak. Toplumumuz bir acayip oldu, biz farketmedik ama küçük Amerika olduk galiba" dedi. Turan karşısında ki adamın içtenliğinden etkilenmişti. Sandalyeden kalktı.
      “Bende biraz araştırayım" dedi. Tam kapıdan çıkarken  “Bir haber alırsam sizi mutlaka arayacağım" dedi.

      Turan olayı Doğan’a haber vermeyi düşünüyordu. Haber vermesi ve Doğanın yanına varması onikiyi bulmuştu. Önce karı koca ile konuşmuştu, girişte görememişti kayıp çocuğun ebeveynini. Merdivenlerden bahçeye inince kuytuda bir bankta oturduklarını farketmişti. Yanlarına yaklaştıkça konuşmalarından -özelliklede kadının yüzünden- mutlu bir çift olmadıklarını anlamıştı. Onlardan bir şey öğrenemeyince olay yerine gitmişti. Çevre dükkanlardan kadını yada çocuğu anımsayan yoktu. Kadının rakıyı aldığı büfeci bile anımsamıyordu müşterisinin yüzünü. Yalnızca meydanlığın karşısındaki taksi durağından bir Şoförünün olayı gördüğünü duymuştu. Adamı izbe kahvelerin birinde bulmuş ağzından söz alabilmek için akla karayı seçmişti.
      “Bir elin de eski bir çanta öbür elinde sürekli ağlayan bir çocuk olduğu halde yanlarından yürüyüp giden birini anımsıyordu.  “Adamı arkasından gördüm. İstediği alınmamış bir çocuktur" diye önemsemedim" dedi. Turan   "Olsun siz anlatın" deyince taksi Şoförü argo zengini Türkçesiyle anlatmaya devam etti.
      “Adamın kahverengi montu vardı" bir an durdu. Peşinden “Eski kürk yakalı montlardan." diye ekledi. Turan yaşlı şoförün anlattıklarına ne kadar güveneceğini bilemiyordu. Çocuk annenin tanımına uyuyordu. Zaman da olayın geçtiği zamandı. Yine de adamla konuştuğu yer ve adamın tavırları güven vermiyordu. Şoförün tanımı kendi kuşkulandığı kişiye uyuyordu Özellikle de tanımladığı montu daha önce kimin sırtında gördüğünü biliyordu. Bir an polise gidip gitmeme tereddüdü yaşadı.

      Kapıdan çıkarken Rüzgar Ali'ye verdiği söz aklına gelince istikametini Hükümet binasına çevirmişti. Olayı anlatmış haberi kimden aldığını söylememişti. Ne de olsa düşman kazanmak istemiyordu. Doğanı bulması içinde motosikletinin çok kilometre yapması gerekiyordu.
      Önce evlerine gitmişti. Ev karanlıklar içinde olunca yönünü Hasan abilerine çevirmişti. Allah’tan Hasan abisinin evi Doğanın evine uzak değildi. Sokağa girince lekeli bej arabayı gördü. Yüzüne bir gülümseme yayıldı. Ayaküzeri olan biteni anlattı.
      Doğanda kendisi yada Rüzgar Alinin düşündüğü gibi düşünüyordu. Ya taktiksel bir değişme vardı olay yeni bir boyut kazanıyordu. Ya da bu olayın diğer olaylarla bir bağlantısı yoktu. Turan ayrılmak üzereyken içindeki kuşkulardan söz etti. Taksi Şoförünün tanımladığı kişi ile kendi listesinin başındaki kişi uyuyordu.
      “Yarın orayı bir kere daha ziyaret edeceğim" deyince Doğan birlikte gitmeyi önermişti.
      “Beraber gidersek sürpriz olur" demişti. Evet, Turan Doğandan sürpriz kelimesini duymuştu ama bunun "suçüstü" anlamına geldiğini biliyordu. Sabah buluşmak üzere sözleşerek ayrıldılar.

      Sabah Doğan uyandığında duvardaki fosforlu saat beşi gösteriyordu. Yatağından doğrulup giyinmeye başlamıştı ki dışarıda kulağına artık tanıdık gelen motor sesini duydu. Annesi ağabeylerinde kalmıştı. Abisinin ve yengesinin bütün ısrarlarına rağmen onlarda kalmamıştı. "Sabah erkenden Turan’la tavşana gideceğiz" demişti.


      Hava aydınlanmaya başladığında onlar çoktan Gümüşlü çayının köprüsünü geçmişlerdi. Bu yol geçen hafta Turanın vespasıyla tırmandığı Gümüşlü dağının patikasından daha genişti. Gene patika gibiydi ama bu yolu keçilerden başka traktörlerde kullandığı için biraz daha genişlemişti. Genişti ama bir o kadar da bozuktu. Çoğu odunla yada zeytin çuvallarıyla dolu traktörler yolu bozmuşlardı. Geniş çukurlar su doluydu.
      Asfalt yoldan içeriye doğru dört beş kilometre gittiler. Önceleri sıkça bağ evlerine rastlıyorlardı. Sonra aradaki yüksek düzlüğü geçip Gümüşlü dağına yaklaştılar. Karşılarındaki kulübeyi görünce arkada oturan Turan sol eliyle işaret ederek “Şu görünen mi?" dedi. Turan başını olumsuzca salladı. İki dakika sonra ise motosikletini kenara çekip,
      “Buradan sonrasını yayan gideceğiz" dedi. Vespayı geçen hafta bıraktığının benzeri bir yere bıraktılar. Aceleyle yapılabilecek gizliliği sağlamayı unutmamışlardı. Beş yüz metre kadar yürüdükten sonra Turan yukarı tırmanacaklarını söyledi. Doğan hiç itiraz etmedi Nede olsa Turan bu işi iyi biliyordu. Zeytin ağaçlarının arasından yürümeye beş on dakika daha devam ettikten sonra Turan ileride bulundukları yerden kolay seçilemeyen ağaçların arasında kaybolmuş kulübeyi gösterdi. Kulübe yüz metre kadar ileride aşağıdaydı.
      “Mavi Mobileti görebiliyor musun?" Turan havaya girmiş fısıltıyla konuşuyordu. Doğan tüm dikkatini vererek baktı.
      “Yok" dedi. O da havaya girmiş gibiydi. ”Henüz gelmemiş olmalı." Dikkatli bir şekilde yürüyerek kulübeye yaklaştılar. Yoldan değil de yamaçtan yürümeye devam ediyorlardı. Yeterince yaklaştıklarına kani olunca Doğan,
      “Ben çevreyi kontrol edeceğim. Sen burada bekle" dedi. Genç gazetecinin itiraz etmeye niyetlendiğini görünce
      “Birinin burada kalması iyi olur" dedi. Doğan önündeki ağaca tutunarak inmeye başlamıştı ki uzaktan duyulan motor sesi onu duraklattı, hemen geri tırmandı. "Adamımız geliyor galiba" dedi. Bulundukları yerden onları kimsenin göremeyeceklerini bildikleri halde toprağa biraz daha yapıştılar. Sessizliği yalnızca yaklaştıkça artan motor sesi bozuyordu. Bekledikleri kişi tahminlerinden daha uzun bir süre gözükmedi. Dakikalar sonra geldikleri yön belirdi. Evet, bekledikleri konuktu motosikletin üzerindeki. Gelmekte gecikmesinin nedeni ise bacaklarının arasında sıkıştırarak taşıdığı çuval olmalıydı. Adam bacaklarının arasında kocaman bir çuval taşıyordu. İki genç tam siper yattıkları ağaçta birbirlerine baktılar. Hiç bir şey söylemeseler de aralarında ki iletişim sağlamdı, Turan haklıydı galiba.
      Güçlükle içeri aldı motosikletini aşağıdaki adam. Önce taşıdığı çuvalı güçlükle yere bıraktı. O zaman kendisini izleyen iki çift göz gördükleri karşısında ürperdi. Çuvalda taşınan her ne ise kıpırdıyordu, canlıydı. Adamın üzerinde ki kahverengi yakası kürklü mont taksicinin tanımladığı mont olmalıydı. Turan Doğana baktı.
      “Ne zaman harekete geçeceğiz" deyince
      “Biraz daha" dedi Doğan. ”Olacaksa tam bir suç üstü olsun" diye sözlerini tamamladı. Yine de boş durmuyorlar, yattıkları yerden kayar gibi kulübeye yaklaşıyorlardı.
      Adam mobiletini bıraktıktan sonra çuvalı kucakladı. Kulübenin kapısına yöneldi. Yukarıda bekleyenler onu göremez olmuşlardı. Bir dakika geçmemişti ki adam tekrar bahçede göründü. Ortalıkta bıraktığı mobileti aldı. İçeri sundurmanın altına çekti.

     Yamaçtaki iki adamın hareketleri hızlanmıştı. Doğan, kendisinden umulmayacak çeviklikte yamaçtan aşağı iniyordu. Turan, yetişmekte zorlanıyordu. Doğan ne kadar sessiz hareket ediyorsa Turan o kadar taş yuvarlıyor, dal kırıyordu. Durdular, kulübenin arka duvarı tam aşağılarındaydı. Doğan geri dönüp bakınca Turanın elinde küçücük bir makine farketti.
      “Daha ne bekliyoruz, ben hazırım" demişti. Doğan konuşmadan sağ elinin işaret parmağını dudaklarına götürdü.  "Adam biraz soluk alsın ne yapmayı düşünüyorsa hazırlan sın hele" dedi. Dedi ama Turan dengesini bir an kaybetmiş düşmemek için uzandığı dal büyük bir çıtırtıyla kırılmıştı. Ovada yankılanan çıtırtı harekete geçmelerine neden olmuştu. Ok yaydan çıkmıştı artık. Yuvarlanır gibi aşağı gürültüyle indiler. Sessizlik kuralı çiğnendikten sonra çabukluk gerekiyordu.

      Bir iki saniye sonra ağır ağaç kapının önündeydiler. Adamları kendi hapishanesinde gibiydi. O dar pencereden, kalın demirlerden yapılmış parmaklıklardan çıkması mümkün değildi. Tek sorun ise çuvalda duran çocuktu. Çocuğu sağ salim geri almaktan başka bir düşünceleri yoktu. Diğer çocukların gömüldükleri yerleri nasıl olsa öğrenirlerdi. Doğan bu düşüncelerle kapıda dikilirken nefes nefese Turan yanına geldi.
      Elindeki profesyonel fotoğraf makinesini hazırlamıştı. Gazeteci olduğuna göre bu fotoğraflar onun hakkıydı. Bu olay için çok emek vermişti, aralarındaki sessiz işaretleşmeden sonra Doğan kapıya bastı tekmeyi ve o an Turanın elindeki makinenin flaşı peş peşe patlamaya başladı.
      Yüzü ilk kızaran Doğan mıydı yoksa fotoğraf makinesinin objektifi ile gören Turan mıydı? Eğer birbirlerinin yüzlerine bakıyor olsalardı gördüklerinden dolayı yüzlerinin kıpkırmızı olduğunu fark edeceklerdi. İçeride çırılçıplak bir adam vardı. Bir de olan bitenden habersiz keçi. Doğanın kafasında uzun yıllar önce öğrendiği bir kavram belirdi. Zoofili

      Sonrası tam bir dramdı. İsterseniz olayı özetlemek için kara mizah kavramını da kullanabilirdiniz. Müdür Yardımcısı Ahmet Oker, bir anlık şaşkınlığı geçince odanın bir yanındaki bıçağa seğirtmiş intihara kalkışmıştı. Sonra kahkahalarla gülmeye başlamıştı, ardından de hüngür hüngür ağlıyordu. Geçici bir cinnet, delilik yaşıyordu. Olayı, kayıp çocuğu unutmuşlar Ahmet Oker'i yatıştırmaya çalışıyorlardı.

      Doğan bu suçun insanlık tarihi kadar eski olduğunu söyledi. Olayın burada bu kulübede kalacağını söylediler. Samimiyetlerinin kanıtı olarak makinedeki filmi çekip çıkarmışlardı. Biraz sakinleştikten sonra Ahmet Bey ağlayarak anlatmaya başladı.
      “Bu alışkanlık doğrudan bu şekilde başlamadı. O zamanlar gazeteler bu kadar cüretkâr değildi. Bir çift bacak için yada mayolu bir resim için gazete aldığımı biliyorum. Sonra porno dergileri ve porno filmleri tanıdım. Düzenli olarak dergiler alıyordum" dedi. Odanın köşesindeki masaya yöneldi. Yavaş hareketlerle masanın altından bir tahta sandık çıkardı. Ne olur ne olmaz diye Doğan ileri atıldı.
      “Merak etmeyin" dedi Ahmet Bey. ”Ben kendi halinde bir sapığım cani yada katil değilim" dedi. Yüzünde acı bir gülümseme vardı. "Pek çok şeyden fedakarlık edip bütün bunları alıyordum" dedi ve sandıktan çıkardığı dergileri odanın ortasına fırlatmaya başladı. Bir anda odanın ortası renkli büyüklü küçüklü dergilerle dolmuştu. Onlarca çıplak kızla kadınla dolu dergi odanın ortasındaydı. Turanın oturduğu divanın altına elini uzattı. Oradan da bir karton kutu çıkardı. Onda da dergiler kitaplar vardı. Duvarda ki rafa el attı. Büyük kocaman bir sarı zarf vardı rafta. Zarfın içinden de benzer resimler çıkmıştı.
      Adam, gençliğinde yasaklardan kurtulmak için rahatlamak için pornoyu seçmişti. İleri yaşlarda kurtulamamıştı alışkanlıklarından. Belki de bu yüzden yuvası dağılmıştı. Zamanla dergiler kesmez olmuştu ama karşı cinsle sağlıklı ilişkiler kuramamış geneleve gitme cesareti gösterememişti. Bir gün zoofili dergisi eline geçince bu yol daha kolay gelmişti.  Ahmet Bey “Benim ki kimseye zarar vermeyen bir alışkanlık" diye sözünü bağlamak istedi. Doğan odanın bir kenarında duran masum keçiyi gösterdi. Adam başını öne eğmek zorunda kalmıştı.
      Doğan, bir süre odanın ortasına saçılan dergileri süzdü. Adamdan iğrendi.İçinde korkunç bir kusma isteğini zorlukla bastırdı. Bakışlarını dergilerin üzerinden çekip karşısında duran olduğundan çok yaşlı görünen adama çevirdi. 
“Çakmak nerede peki?" Ahmet bey utangaç bakışlarını Doğana çevirdi. Bakışlar ayaklarından başlayıp yukarılara çıktı ama yüzün alt bölümüne takıldı kaldı. Göz göze gelebilecek cesaret yoktu.
       “Anlamadım... Ne çakmağından söz ediyorsunuz." Yanıt sertti.
“Bir yüzünde "I.C.A." diğer yüzünde "20. YIL" yazan çakmak" dedi. Ahmet beyin bakışları tekrar yere döndü. Fısıldar gibi
“Onu da duydunuz demek" dedi. Bir anlık suskunluktan sonra  "O fabrikada emeğim çok benim, aylarımı yıllarımı verdim. Ama teşekkür belgesini, ödülü alan başkalarıydı. Beğenmiştim o çakmağı ve hakkım olduğunu düşünerek almıştım." Bir iki saniye durduktan sonra devamında gelebilecek soruyu tahmin ediyor olmalıydı ki anlatmaya devam etti.
     “Ben aldıktan bir kaç gün sonra benden de aldılar" dedi. Doğan cebinden çakmağı çıkardı. İki parmağının arasında yazılar okunacak şekilde adama uzattı. "Bu O çakmak mı?" Kafa belli belirsiz sallandı. "Sanırım" dedi yalnızca. Bu yanıtın evet olduğu belliydi.
     “Ne zaman" Doğan sorunun eksik olduğunu fark etmişti. “Yani ne zaman kayboldu" diye düzeltti.
     “Bende fazla durmadı. Bir iki gün sonra benden de aldılar " dedi. Bu konuda ki en son soru ise yanıtsız kalmıştı. "Sizce kim almış olabilir." Yanıt utanan boş bakışlar ve suskunluktu.

    Bir saat sonra hayal kırıklığı içindeki iki kişi ilçeye dönüyorlardı. Bu defa vespayı Doğan kullanıyordu. Geride yanan bir kulübe kalmıştı. Doğanın ve Turanın bütün itirazlarına rağmen Ahmet Oker, günah yuvası diye adlandırdığı kulübeyi ateşe vermişti. Turan arkasında oturduğu Doğana bağırarak
    “Doğru mu yaptık?" dedi. Doğan yanıtını veresiye kadar araç bir hayli yol almıştı. "Emin değilim ama üzerine biraz daha gitseydik intihara kalkışırdı" dedi sesini duyurmak için bağırarak. Turanda öyle düşünüyordu. Birlik İşletmesinin ikinci müdürü Ahmet Oker bir sapıktı. Kendi deyimiyle "kimseye zararı olmayan bir sapıktı." Yine de hem Doğanın hem de Turanın kafasında soru işareti kalmıştı. Acaba söylediklerinde içten miydi? Acaba bastırılmış duygular hep böyle yavaş mı ortaya çıkardı. Uzaktan asfaltta motor sesleri duyulmaya başlamıştı.

      İlçeye vardıklarında ikisi de Şoke olmuşlardı. Sapık yakalanmıştı. Hem de kaldığı yerde, otel odasında. Otel sahibi sabah geldiğinde gece gelen konukların listesine bakmış kuşkulu gördüğü ismi polise bildirmişti. Polis sessizce gelmiş tüm kurallarıyla bir baskın düzenleyerek adamı kıskıvrak ele geçirmişlerdi. Baskını düzenleyen Rüzgar Aliydi. İki polis otelin kapılarını tutmuş Rüzgar Ali ve güvendiği üç-dört genç polis baskını düzenlemişti.
      Baskına katılıp görevli olmayan bir kişi vardı. "Haber Gazetesi" muhabiri Kamil Aksu. Kapıyı vurmuşlar içeriden gelen soruyu -tıpkı Amerikan filmlerindeki gibi- "oda servisi" diye yanıtlamışlardı. Bütün bu olan bitenleri daha sonra otel sahibinden öğrenmişti Turan.

       Gazeteye döndüğünde Yakup usta burnundan soluyordu. Nereden getirildiği bilinmeyen küçük ekran bir televizyonu izliyordu. Üstelik hiç yapmadığı bir şeyi yapıyordu. Elinde bir uzaktan kumanda kanaldan kanala dolaşıp duruyordu. Belli ki aradığı özel bir şey vardı. Star Tv. ve Show Tv. haberi ikinci yada üçüncü haber olarak vermişlerdi. A Tv ise bültenin sonlarına doğru yayınlamıştı. Ne onlar ne de haberi paket olarak onlara verenler basit ayrıntıları düşünmüyorlardı.
      “Eğer sapık yakalanan kişi ise linç edilmeye çalışılan Amerikalı iki genç masum muydu? Diğer çocuklardan olumlu veya olumsuz hiç bir haber yoktu Haber kuşağı geçtikten Yakup Usta televizyonu kapattı. Televizyonun sesi kesilince gazetenin yazıhanesine bir sessizlik çöktü. Kimsenin dili bir şey söylemeye varmıyordu. Bir kaç dakika sonra



     “Hadi bakalım herkes evine" dedi. Başka bir gün olsa çalışanlar sevinçle hareket ederlerdi ama bu akşam kimsenin gitmeye gönlü yoktu. Turan ustasına bir şey diyecek oldu ama daha kelimeler ağzından çıkmadan yaşlı ustanın sert sözleri sadece yutkunmasını sağladı.
      “Evet Turan bey bu iş bitmiştir." Masasına oturdu. “Adam haber hazırlıyor ve hazırladığı haberi ana akım televizyonlara, ulusal basına satıyor." Sesi kendi kendine konuşuyormuş gibiydi. "Bizim hızlı gazetecimiz ise dağlarda geziyor." Bu şartlar altında Turanın söyleyebileceği hiç bir söz yoktu. Tam kalkıp gitmek üzereyken öldürücü cümle geldi.
     “Yarın sabah Sigortaya emeklilik dilekçemi göndereceğim dedi. Durum gerçekten umutsuz olmalıydı, elini yavaşça kapıya attı. Kapı hafif aralandığında Yakup ustanın son cümlesi geldi. "Aklında olsun, gazetemiz satılık" dedi. Ustası şaka yapıyor olamazdı. Söylenilenlerin şakaya benzer yönü de yoktu.
"İnsanlığın en büyük trajedilerinden biri ahlakın din tarafından ele geçirilmesidir." Sir Arthur Charles Clark

Çevrimdışı azizhayri

  • ***
  • 581
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Anchilea - Bölüm Otuz üç
« Yanıtla #40 : 05 Ocak 2016, 08:38:12 »
B Ö L Ü M   O T U Z Ü Ç

      Bir kaç sokak ötede Haber gazetesinde de benzer bir toplantı yapılıyordu. Gazetenin resmi sahibi, gerçek sahibi ve genel yayın müdürü konforlu sayılabilecek yazıhanede oturmuşlar kutlama yapıyorlardı. Aylardan beri ilk kez atlatma bir haber yakalamışlardı. Dahası bu haberi Ulusal yazılı ve görsel basına satmışlardı.
    “Teşekkür ederim arkadaşlar" dedi odadaki en geniş masada oturan gerçek patron. "Bu gazetemiz için gerçek bir devrim demektir" dedi. Elindeki kristal kadehi kaldırarak  "Haber Gazetesinin şerefine" dedi Odadaki diğer iki kişide patronlarını izledi.

    Gecenin ilerleyen saatlerinde İlçenin dışı sayılabilecek sitelerden birine büyük bir araba giriyordu. Bu site, zengin kişilerin yaşadığı, yüksek duvarlarla çevrili, kapısında görevli güvenliği bulunan, süper lüks dubleks binaların oluşturduğu modern siteydi. Elit sitesi, yüzme havuzundan tenis kortuna kadar her bir ayrıntının düşünüldüğü, her binaya en az iki otoluk park yerinin ayrıldığı üyelerinin bile seçilerek alındığı siteydi. Lütfü Yurttaş’ta bu sitenin kurulacağını duyunca başvurmuş, ilk üyelerden biri olmuştu. Üstelik bitişik iki daireyi birden satın almıştı. Birini kendine diğerini de oğluna almıştı, sonra dairelerin içinde değişiklikler yaptırarak tek daire durumuna getirmişlerdi.         
     Aracını kapıdaki bekçinin bakışları arasında içeri aldı. Bekçi dikkat ediyordu çünkü Lütfü Beyin bahşişinin bol olduğunu biliyordu. Evi bekçi kulübesine yakın olduğu için koşarak arabayı izledi. Kocaman kırmızı araba yerinde henüz park etmişti ki bekçi kapının kolunu yakalamıştı. Ne kadar yalakalık diye nitelendirilse de hoşuna gidiyordu. Her zaman olduğu gibi kasketi elinde bekleyen bekçinin eline kağıt parayı tutuşturdu. Eh ne de olsa kendi özel bekçim dediği adama bakmak zorundaydı. İki eli önünde birbirine kenetli bekleyen adama dönüp “Ben biraz geceyi dinleyeceğim" dedi. Bu "hadi sen git demekti.
      Her blok için ayrı düşünülmüş geniş yeşil alana, karısının modern sanat diyerek bir avuç para dökerek satın alıp yerleştirdiği banka çöker gibi oturdu. Bankın soğukluğu ile bir an ürperse de keyfini bozmak istemediği için aldırmamaya çalıştı. Cebinden gümüş sigara tablasını çıkardı. Havada hafif bir sis vardı, bir sigara yakıp hava yıldızlara doğru üfledi. Yorgun olduğunu hissediyordu ama en azından sigarası bitesiye kadar bu keyfi bozmamaya kararlıydı.

     Uzun yıllar önce -dokuz on yaşlarında olmalıydı- bu ilçeye ilk kez gelmişti. Çalışkanlığı disiplini ama özellikle kurnazlığı sayesinde bu duruma yükselmişti. Gerçi bu duruma gelesiye -yani Irgat Rıfkı’nın oğlu sümüklü Lütfü’nün Lütfü Beyefendi olmasına kadar yani- çok çileler çekmişti. Bir an kafasını çevirdi. Geriye evine doğru baktı. Yukarıda yatak odasında yanan ışıkları görünce derin bir nefes daha çekti sigarasından. Keyfi biraz bozulmuştu ama o derin bir nefes daha aldı sigarasından çünkü içeri girince başlayacaktı gene çilesi.
    Her işe, her boyaya girip çıkmıştı; ırgatlık, hamallık, şoförlük, kahyalık, simsarlık. Bir gün yanında çalıştığı patronun kızının kendisine farklı baktığını görünce kurtuluş reçetesini görür gibi olmuştu. Aralarında bir aşktan veya sevgiden söz edilmemesine rağmen mutlu bir evlilik yapmıştı. Mantık evliliği diye başlayan evlilikten zamanla hoşlanmaya bile başlamıştı, kayınbabası ölünceye, kaynanası yanlarına taşınıncaya kadar yani. Sonrasında Allah yürü ya kulum demişti. Kayın babasından bir evin bir kızına kalan malı beşe ona katlamıştı. Şimdi ise oturduğu bu bilmem kaç yüz metre karelik lüks daire başta olmak üzere en az on daire sahibiydi. Ayrıca dükkanları, yazlıkları, dekarlarca tarlaları, zeytin, incir bahçeleri vardı. En çok hoşuna giden mülkü -yada son oyuncağı- gazetesiydi.
      Lütfü Yurttaş, Amerikan tarzı bir hayat yaşıyordu. Geniş bahçe içersinde bir evi, kocaman bir arabası vardı. Kendini Dallas'ın "JR" ına benzetirdi sık sık. Dallas’ı elinde tutan gözünü budaktan sakınmayan Jr Ewing hayranlık duyduğu kahramanıydı. En son yaptığı numarayı Jr bile düşünemez diye düşünüyordu. En güzel oyuncağı olan Haber Gazetesini yerel gazete olmanın dışına çıkarıp önce bölgesel sonra ulusal gazete yapmayı hedefliyordu. İşte bu yüzden cin fikrine bayılmıştı, bulamadıkları haberi kendileri yaratmışlardı. Böyle bir işle bizzat kendisi ilgilenmiş, taa İzmir'e kadar gitmişti. Ağzı sıkı iki adam bulmuştu. "Bir şaka, bir oyun demişti adamları inandırabilmek için. İkna oldukları an ise Lütfü beyin yazdığı bol sıfırlı çeki ellerine aldıkları andı
     “Eğer yakalanacak olursanız beni kesinlikle tanımıyorsunuz" demeyi de unutmamıştı Doğrusu işsiz iki aktörün rollerinin hakkını fazlasıyla vermişti. Bir hafta içinde kimse görmediği halde hayaletlerin varlığına herkes inanmıştı. Gerçi kendisi hiç bir zaman onları görmedi ama gazetede şehir kulübünde kahvede duydukları adamların işlerini çok iyi yaptığını gösteriyordu. Kimi yaşlı bir kadın -bir cadı- gördüğünü iddia ediyordu. Kimi de tiz kahkahalardan ve yere vurulduğu tahmin edilen metal sesten söz ediyordu. Yaşlı adam yerinden doğrulurken
      “Adamlar işlerini çok iyi yaptılar aldıkları paraya helal olsun" demişti.
       Ayağa kalkınca poposunun üşüdüğünü fark etmişti. O an havadaki garip kokuyu duyumsadı. "İçtiğim sigaradan olmalı" diye düşündü. Bir sigara içimi sürede ne çok şeyler düşünmüştü. Ağır adımlarla geniş çim alanı ikiye bölüp giriş kapısına uzanan yolu yürümeye başladı. Mutluydu ve dudaklarında rahmetli kayın babasının çok sevdiği zeybek türküsü vardı. Bir iki dakika sonra başlayacak olan “Damat nerede kaldın, gül gibi kızımı ve beni bu süslü hapishaneye mahkum ettin" teranesine kadar mutluluğu uzasın istiyordu. Bir an durdu. Sol kolunu hafifçe sıyırarak saati okumaya çalıştı. Dikkatini saate verince arkasında bir ses duyduğunu sandı, aklına bekçi geldi. Bazen yağcılığını ilerletir gecenin bir yarısında
      “Bir ihtiyacınız var mı? Sorem dediydim" diye kapılarını çalardı. Özelliklede kırmızı Amerikan arabası kapıdaysa yapardı. Aniden döndü, geride kimse yoktu. Az önce yanan şatafatlı bahçe lambaları sönmüştü. İştahı kaçtığı için türkü söylemeyi bıraktı, aynı sesleri tekrar duydu. Metalik bir cisim yere vuruyordu sanki. Adımlarını sıklaştırdı. O yürüdükçe evinin önündeki bahçe uzuyor ev uzaklaşıyor gibiydi. Cesaretini topladı, geriye tekrar baktı. Az önce oturduğu bankın yakınlarında bir gölge duruyordu, seslendi.
      “Sen misin Yusuf Efendi" Gölgeden bir yanıt gelmedi. Aksine orada dikilip duran kara gölge o seslendikten sonra yaklaşmaya başladı. İşte o zaman metalik sesin nereden geldiğini anlamıştı. Donup kalmış, yaklaşan gölgeyi izliyordu.
      Gecenin karanlığında yaklaşan gölgenin bir ayağı belirgin bir şekilde takmaydı. Karanlıkta ışıldayan sarı metaldendi ve her adım atışında tınlıyordu. Kiraladığı iki gencin adını anımsamaya çalıştı. Hiçte önemsememişti isimlerini, ne de olsa onlar kendisi için kiralık iki adamdan başka bir şey değildi.
     “Beyler” dedi korku dolu bir sesle “İşiniz bitti, anlaşma sona erdi hakkınızı da fazlasıyla aldınız." Üzerinde yırtık giysileri olan hayal yaklaşmaya devam ediyordu. Üstelik ayak seslerine arkasında hayvanlardan bir ordu varmış gibi baykuş sesleri, köpek ulumaları destek veriyor gibiydi.
      “Beyefendi" dedi sesini biraz daha kibarlaştırarak. "Şaka bitti artık, üstelik burası benim evim." Tüyleri diken diken edebilecek tizlikte bir kahkaha duyuldu artık iyice seçilebilecek kadar yaklaşan gölgeden. Lütfü Bey karşısındakinin bir kadın olduğunu üstelik yaşlı ve çirkin bir kadın olduğunu anladığında aklı başına geldi. Geri geri yürüyen adımlarını sıklaştırdı. Bir yandan da elleri cebinde anahtarını bulmaya çalışıyordu, lanet olası anahtarlar yanında yoktu.
      Acele ettikçe eli ayağı daha çok karışıyordu. Döndü, gördüklerinin bir hayal olduğunu düşünmeyeçalıştı. Büroda viskiyi fazla kaçırmış olmalıydı ama ensesinde soğuk nefes bütün bunları yalanlıyordu. Bin yıllık bir mezar açılmış gibi ağır bir rutubet kokusu duyuyordu.  Şimdi tam olarak kapının önündeydi, zili çalmaya çalıştı. Bu kere zili bulamıyordu, yakası açılmadık küfürlerinden birini savurdu modern desenli çlık kapıya karşı. Ne karısı nede kaynanası dışarıdan gelen sesleri, bağırışları duymuyorlar mıydı? Titreyen elleri zilin yerini güç bela buldu. Dokunduğu anda içeriden “ding-dong" sesi geldi. Ama o muhteşem kaynanası buraya da yetişmiş zil sesinden rahatsız olmasınlar diye en düşük sesli ve en pahalı zili taktırtmışlardı. Hemen arkasında bir kahkaha daha duydu. Parmakları zilin üzerinde sürekli duruyor ev sanki o kibar “Ding-Dong" sesleriyle yıkılıyordu.
      Birden yanı başında üzerinde yalnızca deri bulunan kuru kemik gibi bir yüz belirdi. Başında kukuletası ağzındaki seyrek dişleri gösterircesine gülüyordu. Nefesi kusmuk kokuyordu bu defa cadının, ağzını bir kere daha açtı ve Lütfü beyin bilinç altına yer edecek o cümleyi söyledi.  “Empusa' ile dalga geçme." O saniye kapı açıldı, Lütfü Yurttaş kapıyı açanın kim olduğunu göremeden yere yığıldı.

      Israrla çalınan kapıyı sözleşmelere aykırı olduğu halde evin hizmetçisi açmıştı. Akşam yemeğinin bitmesinden sonra görevi bitiyordu. Dakikalarca çalınan kapıyı açan olmayınca mecburen kendisi gitmişti. Açmadan önce kapı üzerindeki mercekten Beyefendi’yi görmüştü. Kapıyı açtığında ise adam yığılıp kalmıştı. Orta yaştaki hizmetçi bir an korkuyla çevreye bakınmıştı. Yaşlı adamı tutmaya çalıştı olmadı, içeri çekmeye çalıştı, beceremedi. Korkuyla bağırmaya hanımına seslenmeye başladı. O an büyük hanımın merdivenlerde olduğunu fark etmişti.

      Bir telefon ile oğlu koşup gelmişti. Babası, oğlunun gecenin geç vakitlerine kadar çalıştığını zannediyordu. Aslında genç adam babasının kendisine taktığı unvana göre veliaht prens çoğu akşam babasının sayısını bilmediği dairelerden birine gidiyordu. Yanında ise muhtemelen küçük ortak Kamil Aksu’nun bulduğu bir hanım arkadaş oluyordu. İşte "Anneciği aradığında o babasının unuttuğu dairedeydi. Yanındaki bir kaç keredir beraber olduğu arkadaşı vardı. Her şeyi olduğu gibi bırakıp koşmuştu.
      Yarım saat sonra Lütfü Yurttaş salondaki üçlü koltuğun üzerinde kendine geliyordu. Büyükhanımın peşinden eşi de uyanmıştı. Son zamanlarda araları soğuk olsa da seviyordu kocasını. Hizmetçi ile birlikte adamı yarı taşıyarak yarı sürükleyerek içeri koltuğa yatırabilmişlerdi. Rukiye Hanım hemen oğlunu arayarak acele gelmesini sağlamıştı. Sonrada aile doktorlarını çağırmışlardı.

      Lütfü bey kendine geldikten sonra olanlar hakkında hiç bir şey söylememişti. Doktorun tüm ısrarlarına rağmen kalkmış ön kapıya gitmişti. Eve geldiğinden beri kafasının içerisinde hissettiği eksikliğin ne olduğunu anlamıştı. Sendeleyerek dışarı çıktı.
     Dışarıya çok sevdiği hep kendi gibi olmasını istediği oğluyla çıkmıştı. Bu arada kaynana, her zaman olduğu gibi belli bir saatten sonra bahçe ışıklarını söndürttüğünü söylemişti. Evin bütün ışıkları yakıldı. Bahçe aydınlatmaları -evde bir davet varmışçasına- yakılmıştı. Doktoru istirahat önerisini kabul etmediği için zorunlu olarak yanlarındaydı. Birlikte çıktıkları iyide olmuştu. Yoksa kalbi ikinci bir şoka dayanamazdı.

      Lütfü Yurttaş’ın ev halkından saydığı ama eşinin ve kayın validesinin bir türlü kabullenemediği bir köpeği vardı. İçinde oturdukları kooperatife taşındıkları ilk günlerde Sivas'tan getirtmişti. Sevimli bir yavru iken bile sevmemişti ne eşi nede kaynanası. O nedenle şık bir kulübe yaptırarak Ceyar ının tüm rahatlığını düşünmüştü. Kapısının üzerine pirinç plakaya adını yazdırmıştı."Ceyar" Eşinin, Görgüsüzlük demesine aldırmamış okunduğu gibi yazdırtmıştı. Lütfü Yurttaş gözlerini açıp yaşadıklarını anımsamaya başlamasından sonra aklına ilk Ceyar’ı gelmişti. Beyninin içindeki eksikliğin ne olduğunu anlamıştı, bütün o olayları yaşarken Ceyar'ının sesini duymamıştı. Nerede olduklarını bilemeyeceği birçok köpek havlamış, ulumuştu ama Kendi köpeğinden bir inilti dahi gelmemişti.

      Bir iki dakika sonra üç kişi ellerinde fenerler olduğu halde arka bahçeye doğru yürüyorlardı. Lütfü Yurttaşın zihni az önce yaşadıkları ile meşguldü. Yaşadıklarının aşırı yorgunluktan kaynaklanan kabus olduğunu düşünmeye başlamıştı ki köpeğinin halini gördü. O an bir kere daha olduğu yere yığıldı. O çok sevdiği iri yarı köpek et yığını olarak kulübesinin içinde yatıyordu. Hemen yanında tüten dumanlarsa siteye ilk geldiğinde fark ettiği - "içtiğim sigaradandır" diye düşündüğü kokunun gerçek nedenini açıklıyordu.

      Olay polise intikal etmedi.  Yalnızca Haber gazetesi olayı ilk sayfadan verdi.   "İlçemizin tanınmış ve sevilen simalarından Lütfü Yurttaş evinde geçirdiği kalp krizinden dolayı Özel sağlık hastanesine kaldırıldı..." şeklinde devam ediyordu. Aslında olay polise intikal etmemişti ama ertesi gün İlçede Lütfü Yurttaş’ın yaşadıkları konuşuluyordu. Hem de tüm dedikodularda aksamadan yürüyen kurallarla; bire bin katarak. Cadı, İlçenin dedikodu gündeminin ana konusu olmuştu. Pırasa saçlı, kırmızı gözlü, uzun burunlu, seyrek dişli ve lime lime elbise giyen bir cadı yediden yetmişe herkesin dilindeydi. Doğal olarak İşletmede de.
   Doğan, Yükselin odasına girip de "Günaydın" deyince aldığı yanıt  “Lütfü Yurttaş Empusa' yı görmüş" olmuştu. Doğan olaya nasıl bakması gerektiğini şaşırmıştı. Onu bu odaya getiren duygularıydı ama mantığı doğru yolda olduğunu söylüyordu. Günden güne yakınlaştıkları bu kız olayların içindeymiş gibiydi. Hatta belki de olayların merkezindeydi. Yine de gizini korumasını çok biliyordu. Koca bir gece birlikte olmuşlardı ama kızın ağzından bir kelime bile öğrenememişti. Salonda duran, markasını ve modelini hiç görmediği Google dan yaptığı araştırmalardan bile bir sonuca ulaşamadığı müzik setinin gerçek işlevini bile.

      Birde yakalanan adam vardı. Olay açıkça düzmece kokuyordu, bir masum kız çocuğu kaçırılıyor ve ertesi sabah sağ salim bulunuyordu. Sanki eliyle konulmuş gibi. Üstelik bu olayı polise bildirende doğrudan baskına katılan gazetecinin ta kendisiydi. Turanın gelip kendisini bulmasından ve Yakup Ustanın kararını öğrenmesinden sonra Gazeteye birlikte gitmişler olan biteni Yakup ustaya anlatmışlardı. Adam belli etmemeye çalışsa da ikna olmuştu. Yüzünün yumuşamasını gören Turan "karşı atağa geçmeyi" önermişti. Yılların gazetecisi böyle bir girişimin basın ahlakıyla bağdaşamayacağını söyleyerek konuyu daha başında reddetmişti.

     Konu hakkında biraz görüştükten sonra Doğan ikinci müdürün gelip gelmediğini sordu.

     “Anlamıyorum" dedi Yüksel yanıt olarak. "Son zamanlarda herkes benden kaçıyor gibi. Ahmet beyde izin almak için çabalayıp duruyor." Biraz düşündü.  “Müdür vekili olduğu için izin almakta zorlandığını duydum" dedi. "Hem de bir kaç aylık izin peşindeymiş dediler." Birden aklına gelmiş gibi ekledi
      “Sahi neden sordunuz. Bir adam durduk yerden izine ayrılmayı neden düşünsün. Hem de altı aylık -gerekirse ücretsiz izin istesin." Doğan dağdaki kulübede verdiği söz aklında olduğu için bu soruyu yanlış kişiye sorduğunu düşünüyordu. Sesine umursamaz bir hava vererek  “Kimbilir..." dedi.
      Yüksel Hanım yanılmıyordu. Bir martta pamuk sezonu resmen kapanınca çalışanlar izin yarışına girmişlerdi. Birol Bey ve Besim yıllık izinlerini kullanıyorlardı. Serkan Güler’se bayram tatilini fırsat bilmiş Ankara'ya ailesinin yanına gitmişti. Yasal iznine bir kaç günde “Beni idare ediverin" türünden ekleme yapmıştı. Amerikalılar hakkında ise kesinleşen bir bilgi yoktu. Kimi Ülkelerine döndüler diyordu. Kimi ise İzmir'de Natonun tesislerinde zorunlu oturma görevi verildiğini söylüyordu. Yönetim personelinden geriye az kişi kalmıştı. İşletme yıllık bakıma girecekti ama Müdür beyin gelmesini bekliyorlardı. Muhasebe odasındaki sessizliği Doğan bozdu.
      “Biliyor musunuz kayıp çakmak Ahmet Oker’de de yokmuş" dedi. Kız üzerinde çalıştığı belgelerden başını kaldırdı.
      “Gerçekten mi?" dedi hayretle. Ardından ikinci soru geldi “Nereden biliyorsunuz."
      “Dün kendisi söyledi. Kıskançlıktan dolayı almış ama bir iki gün ancak koruyabilmiş. Sonra ondan da almışlar."
      “Siz de inandınız öyle mi?" Doğan bir an "çok mu iyimser davranıyoruz acaba" diye düşündü. Ya adam gerçekten yalan söylüyorsa. Ya hesaplarını yanlış yapıyorlarsa" Doğanın kafası karışmıştı. O anda kapı çalındı, Besim kapıda gülümsüyordu. Gülümsemesi Doğanı göresiye kadar sürdü.
      “Merhaba" dedi dudaklarındaki donuk gülümsemeyle. Ardından alaycı bir cümle daha geldi.
      “Umarım rahatsız etmiyorumdur." Genç kız Doğandan önce tepkisini vermişti.
“Ne demek istiyorsunuz Besim Bey" dedi. Alaycı ses devam ediyordu. “Yo, yo gene yanlış anladınız çalışmalarınızı kastediyorum. Kızım için bir sevk kağıdı alacaktım da size de bir uğrayayım dedim" dedi. Odaya girmiş sayılmazdı. Geriye iki adım attı, kapıya ulaşmıştı. Tam kapı aralığında "İyi çalışmalar" dedi ve kayboldu.

       İlçede yaşayanlar yakalanan zanlı ile olayların son bulduğuna inanıyorlardı. Ya da en azından böyle olmasını temenni ediyorlardı. Bir sapık yakalanmıştı. Polise ifade veriyordu. Siyah büyük arabalarıyla çevreden dolaşan Amerikalılarda yakalanmıştı. Bu iki neden onlar için yeterli olmalıydı. Diğer çocuklar hakkında ise fikir yürüten yoktu. İfadeyi başkasına bırakmadan kendi alan Rüzgar Ali dışında.
      Sabah ihbar yapılıp adam yakalandığından beri vaktinin tamamını adamın yanında geçirmişti. Üzerinde çıkan kimlikte adının "Tuncer Özler" olduğu yazılıydı. Yine aynı kimliğe göre ilçe doğumluydu. Kendisini tanıyan kimse çıkmamıştı, garajda görüp konuşan zabıtalardan başka.
      Yirmi yedi yaşında Üniversitenin felsefe bölümünden terk biriydi. İleri sayılabilecek yaşına rağmen bekardı. Yani bunları adamın kendisi söylüyordu. Suçunu inkar ediyordu hatta  ortada bir suç olmadığını söylüyordu.
      “Köşede ağlayan bir çocuk gördüm, alıp otele götürdüm. Sabah da size getirecektim" diyordu. Ne üzerinde ne de kaldığı otel odasında ne delici ne kesici ne de başka bir silah yada benzeri bir nesne bulunmamıştı. Adamın üzerinde tırnak çakısı bile yoktu. Yalnızca çanta dolusu kitap vardı. Adamın aradıkları adam olmadığı açıkça belliydi. Yine de ortada bir suç vardı. O nedenle adamı bir kaç gün içeride tutabilirlerdi, öyle de yapacaktı zaten.

      Yüksel ve Doğan birlikte çıktılar fabrikadan. Çoğu akşam yaptığı gibi Doğan, arabasıyla genç kızı sokağının başına kadar bırakmıştı Bir davet beklemiş ama beklediği davet gelmeyince kendi akşam yemeği önerisinde" bulunmuştu. Yanıt olumsuz olunca da evlenme teklifi planlarının bir kere daha erteleneceğini anlamıştı. Söylediği önemli işin ne olduğunu merak ediyordu doğrusu. Yanıp sönen renkli ışıklarla salonda duran müzik seti benzeri cihazla bir ilgisinin olduğuna da emindi. Emin olması da gerekiyordu. Bu da bahçesi dev kaktüslerle dolu evi ve Cephane sokağını bu gece sık sık kontrol edeceği anlamına geliyordu.
      Çarşı içinde akşam yemeğini yedikten sonra geniş bir tur attı. Kahvehanelerin birine girip bir iki çay içti. Zamanın yeterince geçmiş olduğuna inanınca arabasıyla yukarı girişten Cephane sokağa girdi. Otomobilini park ettiği yerden Yüksel’in evini görebiliyordu. Beklediğine erişmek için fazla beklememişti, salonun ışıkları söndü.
     Yine o garip ışık dalgaları başladı. Doğan torpido gözünden bir gösterge çıkardı. Eski pilli radyoların büyüklüğündeki aletin yarısı ekrandı. Doğanın elindeki cihazın ekranında sinüs eğrileri belirdi. Havadaki dalgaları ekrana yansıtmak için geliştirilmiş osilaskop benzeri bir cihazdı. Yalnız şu an sinüs eğrileri belli yada bilinen bir düzende değil de karmaşık bir şekilde hareket ediyorlardı. Arada bir salon camına bakıyor elindeki cihazın küçük ekranında görünen ile salonun perdesine yansıyanlar arasında benzerlik kurmaya çalışıyordu. Elektronik bilgisinin bu kadar az olmasından dolayı kendine kızıyordu. Emin olduğu bir tek şey vardı ki içeride olanlar bir televizyonun renkli ışıklarının yansıması değildi.

      Bir saat sonra Doğan yine yollardaydı. O evde olanlar her zamankinden daha uzun sürmüştü bu defa. Sokağın aşağısına varınca son günlerde sıkça uğradığı büfeye gitti. Bu kere adam kendisini tanımıştı. Havadan sudan konuştukları bir kaç cümleden sonra televizyonunun görüntüsünü sordu şişman büfeciye. Adam gayet iyi olduğunu söyledi. Beş dakika öncesini ısrarla sormuş olsa da aldığı yanıt hep aynıydı. Üstelik adam ne televizyonunda nede anten düzeneğinde bir değişiklik yapmadığını söylüyordu. Bundan iki sonuç çıkarılabilirdi. Ya başından beri parazitlerin kaynağını yanlış yerde aramıştı. Yada genç kız cihazının etkilerini farketmiş gerekli ayarları ve düzenlemeleri yapmıştı. O salonda duran nesnenin ne olduğunu anlaması gerekiyordu.
"İnsanlığın en büyük trajedilerinden biri ahlakın din tarafından ele geçirilmesidir." Sir Arthur Charles Clark

Çevrimdışı azizhayri

  • ***
  • 581
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Anchilea - Bölüm Otuz dört
« Yanıtla #41 : 06 Ocak 2016, 08:09:15 »
B Ö L Ü M  O T U Z  D Ö R T


       O gece Doğan sayısız kabuslar gördü. Yıllar öncesinden gördüklerinin benzerlerini. Necla’yı, yüreğinde sakladığı çocukluk aşkını görüyordu. O gencecik bedenin çevresi tanımlayamadığı yaratıklarla dolu oluyordu rüyasında. Korkuyordu onları uzaktan gördüğünde. Bir de cadı vardı, hani o İlçede anlatılanlara benzeyen bir cadı. Zayıf kuru bir bedeni örten beyaz çuvalı ile boylu boyunca uzanmış yatan biricik aşkının çevresinde dönüp duruyordu Elinde uzun bir değnek çığlıklar, kahkahalar atıyordu. Sonra Necla’nın, Necla’sının elem dolu yüzü sakinleşiyordu. Yüzünde acının etkisiyle beliren çizgiler yerini huzura, mutluluğa bırakıyordu. Uyur gibi yattığı yerden gülümsemeye başlıyordu Platonik aşkı. Doğan sanki cam bir bölmenin arkasındaymış gibi olanları sadece izliyordu. Ne sesini duyurabiliyor ne de bir yardımı dokunuyordu. En zoru buydu, görmek ve hiç bir şey yapamamak. Önceleri her akşam bir önceki rüyanın sonunu bilemeden bu ızdırabı yaşıyordu. Zamanın her ölenin geride bıraktıklarına yaptığı gibi duyduğu hüzün azalmış, görülen rüyalar seyrelmiş, zamanla da unutulmuştu.
      Doğan, yıllardan sonra ilk defa aynı kabusu görmüştü. Ama bu diğerleri gibi mutlu bitmiyordu. Sevdiği kız acı içindeydi Yüzündeki ifade acısının fiziksel değil duygusal olduğunu anlatıyordu. O korkunç cadı yıllar önce olduğu gibi etrafında dönüp duruyordu. Yıllar öncesinde cadı ile aralarında var olan o garip yaratıklar şimdi yoktu. O yaratıkların yerine çocukluk aşkının çevresinde minik bedenler vardı. Cadı onların çevresinde gene dönüp duruyor bağırıyor, çığlıklar atıyordu. Kendisi ise aradaki cam duvara vuruyor vuruyordu. İşte o çaresizlik içinde cam duvarı yumruklarken uyandı. Daha doğrusu annesinin sarsmasıyla uyanmıştı. Uyandığında kan ter içindeydi.
      Zavallı anneciği ise oğlunun hala o kızı unutmamasına, unutamamasına hayıflanıyordu. O kız yüzünden, oğlunun, kendisini deliler gibi sevdiğini bile bile en yakın arkadaşıyla evlenen o kız yüzünden gözbebeğinin hala evlenmediğini biliyordu. Oğlunu bu hallere düşüren kızı takdir mi etmeliydi yoksa kınamalı mıydı? Bilmiyordu ama bildiği oğlunun o kızı hala unutmadığı ve asla unutmayacağıydı.

      Doğan gün boyu unutamadı o rüyayı. Yıllar öncesinde olduğu gibi gene hiç kimselere söylemedi. Bir şeyler sezinleyen annesine bile. Yürüyüşünde konuşmalarında davranışlarında rüyanın etkisi vardı. Fabrikaya her zamankinden daha erken vardı. Gece gördüklerini unutabilmek için kapıdan başlayarak herkesle şakalaştı. Cavit dayı gece nöbetini bitirmiş yılların verdiği alışkanlıkla fabrikanın çevresinde tur atıyordu. Sezon bitmişti, depolar boşalmıştı ama yine de dolaşmakta kontrol etmekte yarar vardı. Cavit dayının "yaptığının gereksiz olduğunu" yada "aşırı kuşkucu davrandığını söyleyenlere söylediği bir söz vardı. "Eşeğini sağlam kazığa bağla, çözemezsen ağla."
      Kantar odasına vardığında Serkan Güler’i gördü. Uzattığı bayram izninden dönmüş olmalıydı. Kısa bir hoş beşten sonra Serkan Bey İlçede olan bitenleri sordu. Doğan bey kaybolan en son çocuğu ve yakalanan sapığı anlattı. Serkan Güler in tepkisi her mantıklı insanın yapacağı şekildeydi. Yalnızca olayları biraz farklı görüyordu.
     “Polis suçlamalardan kurtulabilmek için birini yakalamıştır" dedi. Kısa bir sessizlikten sonra  "Sende ki gelişmelerden ne haber" dedi. Doğan neyin kastedildiğini anlamıştı ama yine de anlamamazlıktan geldi.

     “Ne 'ne haberi', sevmeye başlamıştı Serkan beyi. İri ve şişman vücudunun her yanını oynatarak gülüyordu Serkan. Herkesle oturur kalkar, kimseye büyüklük taslamazdı. Yedi yaşındaki çocukla da yetmiş yaşındaki yaşlıyla da paylaşacak konuşacak bir şeyleri olurdu. Hem de öyle ayak üzeri değil. Saatlerce otursa konuşsa bıkmazdı, tam bir halk adamıydı Serkan bey.
      “Hadi hadi anlamamış gibi davranma" dedi gülümsemesini sürdürerek. Doğanın yüzü kızardı. Anlaşılan çevresine karşı çok açık veriyordu.
        “Sabah yanına uğradın da öyle geldin yanıma değil mi?" 
"Ne dediğini anlayamıyorum" dese de Doğan inandırıcı olmadığını biliyordu. Koca adam Doğanın koluna girdi. Adeta sürüklercesine götürmeye başladı genç adamı. Muhasebenin kapısına varınca kapıyı açtı. İtercesine içeri soktu. Peşinden de kendi girdi. Neler olup bittiğini anlamaya çalışan Yüksel hanıma
     “Bu sabah kırk yıllık bir hatır şansı verelim istedikte" dedi gülerek.  Ardında da  "Siz kahveleri söyleyin ben hemen geliyorum" dedi ve dışarı çıktı. Doğan odanın ortasında kalakalmıştı. Şaşkınlığı geçince Serkan beyin ısrarla istediği Günaydını dedi önce. Kızın gülümsemesini görünce yumuşadı. Tıpkı eski günler de olduğu gibi içi ısındı. Gece gördüğü rüyadan olsa gerek Yüksel’i Necla’ya benzetmişti masada onu gülerken gördüğünde. Yıllar öncesinin ortaokul öğrencisi geldi aklına.
   Soğuk yatakhaneden çıkıp okula gelesiye kadar üşürdü. Görünüşü bile buz gibi olan taş binanın koridorlarını geçip sınıfa girdiğinde o güleç yüzü görürdü. İşte o zaman bütün üşümesi geçer içi ısınırdı, tıpkı bu sabah olduğu gibi. Duvarın dibine vatandaş için dizilmiş olan sandalyelerden birine ilişiverdi
      O güleç yüzün sahibi onu orada oturtmadı. Yandaki Besimin masasına oturttu. Doğan bir gün önce olanları bildiği için oturmak istemiyordu ama genç kızın ısrarıyla oturmak zorunda kalmıştı. Bir dakika sonrasında ise ısrar sonucu da olsa oturduğuna pişman olacaktı.
     Henüz hal hatır sorma aşamasındaydılar ki kapı açıldı. Besim gelmişti. Doğan bir anda suçlu durumuna düşmüştü. Yerinden doğrularak açıklama yapmaya çalışıyordu ama Besim gülümseyerek sözünü kesti.
     “Otur arkadaş otur" dedi. Yumuşak ses tonu içtenliğini yansıtıyor gibiydi. Doğanda, Yükselde inanıp inanamayacaklarını bilemiyorlardı. Besimin davranışı içten miydi?. Bir saniye sonra Doğan masadan kalmış az önceki yerine sandalyeye geçmişti. Besim gülümsemesini sürdürerek konuşmaya başladı.
      “Sigorta bildirgelerinin " diyerek söze başladı. Dün olanlar hiç olmamış gibiydi. Teklifsizce Yükselin masasına yaklaştı. Doğan sandalyede oturmasının da hata olduğunu düşünmeye başlamıştı. Hazır ikisi masanın üzerinde konuşuyorlarken odayı sessizce terk etti. Böylesi daha iyi olacaktı. Hem dünden aklında kalan işi yapabilecekti hem de Besime ve Yüksele bir şans daha vermiş olacaktı. "Böylesi daha adil" diye mırıldandı. Eğer aralarında özel bir şeyler geçmezse kafasındakileri uygulamaya geçebilecekti.

      Müdür yardımcısının odasında rafları karıştıran Mehmet Bey üfleyip püflüyordu. Nasıl üflemesin ki bazı zamanlarda tartışsalar da hiç bir zaman Ahmet Bey kendisine karşı bu kadar sert olmamıştı. Hem de geldiğinden beri ne kendisinin ne de Ahmet beyin sevmediği biri için. Üstelik kural dışı hatta hatta bir başka bakış açısından suç sayılabilecek bir iş yüzünden. Gizli sayılan ve Müdür ve daha yüksek makamdaki kişilerin bakabileceği sicil dosyalarına bakmak için.
      “Adam pat diye içeri girmiş ve sadece anahtarı iki kişide olan çelik dolaptaki dosyalara bakmak istemişti. Kendisi doğru bildiğini yapmış anahtarı vermeyi reddetmişti. O zamana kadar masasında oturan telefonla konuşan Ahmet Bey bağırmış ve hiç itiraz edemeyeceği bir tonda anahtarları vermesini emretmişti. Evet "emretmişti." Ses tonu ve kullandığı kelimeler emredici nitelikteydi. Emirleri yazılı olarak veriniz demeye hazırlanmıştı bir ara ama Ahmet Oker
      “İsterseniz yazılı olarak da verebilirim bu emri" deyince anahtarları doğrudan Doğan beyin eline vermek zorunda kalmıştı.

Doğan, yıllardır İşletmede çalışan bütün personelin dosyalarını  incelemişti. Dakikalarca Çelik dolabın önünde dikilmiş dosyaların birini almış diğerini bırakmıştı. Sonra hiç bir şey demeden, bir teşekkür bile etmeden dolabı kapatmış, dışarı çıkmıştı. Oradan kantar odasına gitmiş daha sakin olan odadan delikanlının cebini aramıştı. Gazetecinincebi kapalı olmalıydı ulaşılamıyor diye mesaj geliyordu. Fabrikanın telefonundan gazeteyi aradı. Yakup usta "Turanın orada olmadığını, sabahtan beridir hiç gelmediğini" söyleyince akşamki telefon görüşmesi aklına gelmişti. Yakup ustaya  "Turan gazeteye gelir gelmez acele Fabrikayı arayabilir mi?" demişti.

   Turan o sabah ustasına haber vermeden İzmir'e gitmişti. Genç gazeteci rakiplerinin yalan söylediklerine, hatta düzmece haber yaptıklarına inanıyordu. Nasıl yapacağını bilemiyordu ama Haber Gazetesinin yalanını ortaya çıkarmaya gitmişti. Üstelik bütün bunlardan tabii ki Yakup ustanın haberi yoktu.
      Mehmet Bayram, Doğan odadan çıktıktan sonra Ahmet beyin masasına yanaştı. Ahmet Oker başı ellerinin arasında düşünüyordu. Aralarını yumuşatması gerektiğini düşündüğü için bir şeyler söylemesi alttan alması gerekiyordu. Sesine yumuşak bir ton vermeye çalışarak
     “Ahmet Bey" dedi. İlk yoklaması sonucu adam kafasını kaldırdı. Yüzü karmakarışıktı. "Şu an Kurumun en yetkilisi sizsiniz." Ahmet beyin yüzünde bir parçada olsa yumuşama görünce devam etti. "Yani diyorum ki İşletmede sizden daha yukarıda kimse yok. Neden daha dün gelen birine bu hakkı verdiniz." dedi. Yanlış anlaşılır düşüncesiyle toparladı.
      “Yani isteseydiniz O adamı odanızdan kovardınız demek istiyorum" dedi. Ahmet beyin dudakları aralandı. Acı bir gülümseme belirdi. Karşısında dikilip kendince özür dilemeye çalışan adamı süzdü. Her ne kadar sevmese de memurunun amirini savunması hoşuna gitmişti.
     “O dün gelen adam var ya" dedi ve sustu. Devamını getirmeli miydi acaba.  Mehmet Bey ikinci müdürün sözünün bir noktasında duraklayınca iyice meraklanmıştı.
      “Ayıp ediyorsunuz Ahmet bey" dedi. "Biz sır tutmasını biliriz." Sözün yarısı çıktıktan sonra devamını getirmek şart olmuştu.
      “Doğan Denizci Ankara’dan gönderilmiş bir sivil memur. Kimliğini gizleyen bir denetçi" ileri gittiğini düşünmüş olmalıydı. Sözlerini düzeltti, Gizli müfettiş. Karşısındaki geleneksel rakibinin şaşkınlığı hoşuna gitmişti, Mehmet Bayram ağzı açık kalmıştı.
      “Tam yetkili bir uzman, üzerinde doğrudan İçişleri bakanı tarafından imzalanmış bir izin yazısı var" diyerek sözlerini bağladı. Mehmet Bey içinse yapabilecek başka bir şey kalmamıştı. Odadan çıkarken "İnşallah geçmişte adama karşı kaba bir harekette bulunmamışımdır" diye düşünüyordu.

      Doğanı Fabrikadan çıkarken en son gören kişi giriş kulübesinde oturan Bekçi Cavit olmuştu. Arabasının sağ camını açmış, koltuğa uzandıktan sonra kulübenin camını açarak kendisini dinlemeye çalışan Cavit Pekal’a
      “Acele işim çıktı" dedi. "Eğer yeğenin beni arayacak olursa Komiser Rüzgar Alinin yanındayım" dedi. Açtığı camı bile kapatmadan fırladı gitti. Yol boyunca kendi kendine tekrarladığı cümleyi Rüzgar Alinin yanında Yüksek sesle söylemişti

      Ana kapıdan girişte bir problem çıkmamıştı. Ali Rüzgarlı’nın odasına girerken kapıdaki memurenin seslenmesine aldırmamıştı. Amirini seven memure hanım komiserinin odasına hışımla giren adamın peşinde içeri dalmıştı. Bir dakika geçmeden kapıda kat nöbetçisi görünmüştü. Doğan daha içeri girerken kadın çağırma ziline basmış olmalıydı. Zavallı kadın neler olup bittiğini anlayamadan iki adam kol kola dışarı çıktılar. Nöbetçinin bakışlarına Rüzgar Ali gülerek yanıt vermişti.
     “Korkmayın, bey bizden, aynı dosya üzerinde çalışıyoruz ve şimdi beraber çıkıyoruz" demişti. Merdivenlerden aşağı Hükümet binasının arka kapısına giderlerken belli belirsiz bir hareketle koltuk altındaki silahını kontrol etmişti Rüzgar Ali. Beş altı dakika sonrasında ise lekeli bej renkli Doğan İlçeden Sedirli ye giden dolambaçlı yolda ilerliyordu. Komiser
      “Nereye gidiyoruz" diye sorduğunda “Son kayıp çocuğun evine" dedi Doğan. Komiser Aracı yol gereği dikkatle kullanmaya çalışan adama baktı. Sağa sola fazla virajlı olan yolda hızlı gidiyorlardı. Otomobil bir o yana bir bu yana savruluyordu.
     “Sen daha orada mısın Doğan bey" dedi yarı alaylı bir sesle. Arabanın içersinde sıkı bir tartışma havası doğacak gibiydi.
     “Peki, siz yakaladığınız o adamın gerçekten suçlu olabileceğine mi inanıyorsunuz" dedi. Doğan bir ara göz ucuyla yanındaki kendinden yaşça büyük komisere baktı. Yolun sağında doğal bir girinti halini almış boşluğa girdi. Kontağı kapattı, uzun bir söyleve hazırlanıyordu.
     Konuşmaya başladığında aracı kenarı çekerken belli ettiği sinirlilik kaybolmuştu. Olayları en başından başlayarak ama sözü fazla uzatmadan anlattı. Kendi bulgularını, Turanın kişisel gayretlerini unutmamaya çalışıyordu. Turanın kendi geliştirdiği ve şu an en kuvvetli olasılık olan "Hekate"yi anlattı. En son kaçırılma olayının düzmece olduğunu, yakalanan kişinin ne olabileceğini söylemeyi unutmamıştı.
      Sözlerini bitirdiğinde Komiser derin düşüncelere dalmıştı. Dakikalarca hiç bir şey söylemeden oturdu Ali Rüzgarlı. Olaylara Doğan Bey ve genç gazeteci gibi bakınca haklı olabilecekleri kararına vardı. Kendileri yanılmış olabilirdi. Zaten yakalanan ve sorguladığı felsefe öğrencisinde bir yapaylık sezinlemişti ama birini bir zanlıyı yakalamanın huzuru ve başarı duygusu hoşuna gitmişti. Bu sayede topluma da biraz olsun güven verilebilmişti, ortalık sakinleşmişti. Acı da olsa gerçeği kabullendi. En azından Doğan beyin dediği gibi “kaybedecek bir şeyleri yoktu ama çok şeyler kazanabilirlerdi." Doğan beyin tezini doğru kabul edecek olursa tabii.


      Onbeş dakika sonra Sedirli Beldesine varmışlardı. Komiser bey daha önce bir kaç kere gidip geldiği için kayıp çocuğun ailesini bulmaları zor olmamıştı. Baba ile pansiyonun altında ki markette görüştüler. Rüzgar Aliyi görür görmez adamın gözleri parlamıştı. Bir haber bir müjde getirdiklerini zannetmiş olmalıydı. Doğan bu tepkiyi beklemiyordu ama Allah’tan Komiser bu konuda deneyim sahibiydi.
      “Suçlunun peşlerinde olduklarını yakalamalarının an meselesi olduğunu" falan söyledi. Nede olsa “Ümit fakirin ekmeği, ye Memet ye demişler" diye düşünüyordu. Komiserin geldiğini duyan anne İsminaz Hanımda sevinçle gelmişti dükkana. O zaman komiser -belki daha inandırıcı olur diye Doğan’ı gerçek kimliğiyle tanıttı.
      “Arkadaş bu tür kayıp olaylarının uzmanıdır" dedi Doğanın kaş göz oynatmalarına aldırmadan. Daha sonra
     “Niye böyle yaptın" diyen Doğan’a  "Artık gizlemenin bir anlamı yok. Nasıl olsa işin sonuna geldik" dedi.  Yanlışta değildi söyledikleri. Doğan babaya Çocuğun kimliği yanında mı? diye sorunca, çoktan gözyaşlarını koyuvermiş olan anne koynundan pembe bir kimlik çıkarmıştı.
      Doğum tarihini görünce Doğan bir anlık hayal kırıklığı yaşadı."03 Nisan 20.." vardı nüfus kağıdındaki doğum tarihi yazan boşluğun karşısında. Komiserin sorusu duruma açıklık getirmişti.
      “Peki, kızınızın gerçek doğum tarihi mi?" deyince adam
      “Kimliğini daha sonra çıkarttık." dedi. Kadın  "O zaman zor kurtulmuştum." dedi yüzü kızararak. O anda adamın gözleri parıldadı.  "Evet, ilçe hastanesine zor yetiştirmiştik. Tülay’ımız sezaryenle doğmuştu." dedi. Yaşı genç kabul edilebilecek kadın bir kere daha mahcup bir şekilde başını eğmişti.

      İlçe girişinde görev bölümünü teklif etti Ali Rüzgarlı. "Dostum sen hastaneye git istersen ben de merkeze bir uğrayayım" dediğinde Doğanın itirazıyla karşılaşmıştı.
     “Hastaneye beraber gidelim. Oradan ben seni merkeze bırakırım" dedi. Sonra gülümseyerek “Ne de olsa üniformalı olmanın havası daha bir başka" dedi.

      Doğrudan başhekime gittiler. Başhekimi odasında yalnız yakalamışlardı. Gizlilik konusunda bir giriş yaptıktan sonra durumu özetlediler. Doğal olarak Başhekim Tülay Çobanoğlu’nun doğum tarihini anımsayamıyordu. O yıllarda K.B.B. uzmanı olarak çalışıyordu hastanede ama yardımcı olması için çenesi kuvvetli bir hemşire vermişti yanlarına.

      Altı yıl öncesinin kayıtlarını bulmak için bodrumdaki tozlu odaya girerlerken Komiser hastanenin önündeki ekibin arabasıyla merkezin yolunu tutmuştu bile. Eğer güleç yüzlü hemşire yardım etmemiş olsaydı Doğan gece yarılarına kadar bu işin altından kalkamazdı. Çünkü zaman olmuş doğumhaneye bir akın olmuş zaman olmuş tek tük başvurular yaşanmıştı. Bir de sık memur değişimi olunca kayıtlar iyice düzensiz bir hal almıştı.  Arşivinde sorumlusu olmayınca defterler ve raflar karmakarışık duruyordu. Kocaman hasta kayıt defterleri arasından yıla ait olanı bulmaları zaman almıştı. İki saat sonra önündeki defterde Tülay Çobanoğlu’nun doğum tarihini okuyunca emeklerine değdiğini görmüştü.
      Uzun sayılabilecek bir listeydi. Günlük ortalamanın üzerinde bir doğum olmuştu o gece. Küçük Tülay’dan başka beş kız ismi daha vardı. Bu isimlerden ikisini tanıyorlardı. Ortak bir noktaları doğum tarihleriydi. O sayfadaki bütün çocuklar 21 / Mart 20... tarihinde doğmuşlardı. Tanımadıkları üç ismi aldı. Güzelce not etti. Hemşireye teşekkür ettikten sonra ayrıldı.
      Sapık yada sapıklar çocuklara ait adresleri hastane kayıtlarından alıyorlardı demek ki. Yalnız henüz doğrulanmayan bir şey daha vardı ki oda iki kurbanın nasıl seçildiği. Büyük bir olasılıkla Selçuklu ve Yeni kale hastanelerinden seçilmiş olmalıydılar. Bu nedenle o iki çocuğun ailelerinle görüşmek gerekiyordu. Bu işi de en iyi Komiser yaptırtabilirdi.

      Bej renkli Doğan yönünü çoktan Hükümet binasına çevirmişti. Yol boyu Doğanın zihnini meşgul eden bir nokta daha vardı. Acaba bu sapık yada sapıklar hastane personelinden olabilirler miydi? Eğer Doktor, hemşire veya hasta bakıcı değillerse kim yada kimlerdi. Bu soruya Komiserde yanıt bulamadı. Zaten yanıt bulunmuş olsa çocuklar da bulunacaktı. Bildiklerini, aklına gelenleri anlattı Rüzgar Aliye.
      Olay tamamen kurban etme olayı gibi görünüyordu. Bin yıllarca önce yaşamış antik çağ Tanrıçalarından biri için. Turanın son zamanlarda adını sıklıkla tekrarladığı Tanrıça Hekate için kurban kesilecekti. Belki çocuklar kaçırıldıktan hemen sonra kurban ediliyorlardı ama küçükte olsa sağ olma ve hep birlikte kurban edilme olasılıkları vardı. Bu yüzden ellerini çabuk tutmak zorundaydılar. Antik çağda yapılan törenlerin gününe az bir zaman kalmıştı. 21 Mart doğumlu çocuklar 21 Martta topluca kurban edilecek olabilirlerdi.
      Eleman yokluğundan dert yandı. Rüzgar Ali. Sözün nereye geleceğini tahmin ettiği için Doğan da konu ile bizzat ilgileneceğini söylemek zorunda kalmıştı. Aralarında görev bölümü yaptılar. Rüzgar Ali Doğandaki üç ismi aldı. Doğanın söylemesine gerek kalmadan
     “Büyük bir gizlilik içinde çocukların şimdiki adreslerini bulacağını söyledi. Doğanda Selçuklu yada Yenikale arasında bir tercih yapıp içlerinden birine gidecekti. Akşamüzeri fabrikada buluşmak için sözleşip ayrıldılar.

     Doğan, önce Gazeteye vardı. Vardığı da iyi olmuştu hani. Turan İzmir’den dönmüştü. Kendi anlatmaya başlamadan önce delikanlının anlattıklarını dinlemeye karar verdi.
     “Nerelerdesin" deyince
     “İzmir’e o sahtekarları bulmaya gittim" demişti Turan yorgun bir sesle. Doğanın sormasına gerek kalmadan anlatmaya devam etti. “Gittim ama bulamadım" yarı pişmanlık dolu sesi birden gürleşti sunturlu bir küfür salladıktan sonra
     “İğnenin deliğinde olsalar bile bulup çıkaracağım onları" dedi. Sözleri bittikten sonra ustası araya girdi.
      “Boş ver be aslanım" dedi. Elemanının hareketi hoşuna gitmiş olmalıydı ki öğüt verir gibi devam etti. "Böyle alevere dalevere ile bu iş yapılmaz. Gazetecilik güven işidir. Onların iplikleri bir gün pazara çıkacaktır" dedi. Doğan göz ucuyla Turana baktı. Ustasından iltifat alan Turanın gözlerinin içi gülüyordu.
      “Biliyor musunuz Lütfü Yurttaş hayalet gördüğü için kalp krizi geçirmiş diye duydum" dedi doğan yazıhanede oluşan duygusal havayı dağıtmayı düşünerek.
      “Oh olsun kerataya" dedi gülümseyerek Yakup usta. "Desenize kendi kazdığı çukura düştü." Doğan’da Yakup ustada gülmeye başlamışlardı. Turansa hiç gülmüyordu, bir kaç gece önce yaşadıkları aklına gelmişti. Bu neşeli ortam bir kaç dakika daha sürdü sonra Doğan Turana gizli bir işaret gönderirken Yakup ustaya yakalandı. Son zamanlardaki durumu bilen yaşlı adam Doğana
      “Öyle gizli saklı işaretler yapmadan da benden izin alabilirdiniz" dedi yarı şaka yarı sitem dolu sesle.

      Komiser elinde az önce Doğan beyden aldığı kağıt düşünüp duruyordu. Bu iş için kimlere güvenebilir, kimleri görevlendirebilir kafasından ölçüp biçiyordu. Üç isim vardı listede Soğanlı köyünden Leyla Askıcı, Muradiyeli Esin Dayıoğlu ve Atatürk mahallesinden Mürüvvet Dilek Ceylan. İş bitirici üç polis memuru gerekiyordu. Üstelik bu isimlerin ailelerine bile bir şey hissettirmeyecek kadar ağzı sıkı üç memur gerekiyordu. Masasında uzun süre düşündükten sonra dışarı çıktı. Aklına bir iki isim geliyordu. Memure hanıma
      “Bana işini seven istekli birinin adını verebilir misin" deyince gençlik yıllarını geride bırakmaya başlayan bayan hiç düşünmeden
     “Memur Hasan" dedi. Evet, Ali Rüzgarlı kafasındaki ekibi tamamlamıştı. Masada oturmaya devam eden memuresinin gözlerinin içine bakarak
     “Teşekkür ederim" dedi. ”İkinci ve daha iyi bir teşekkürü alabilmek içinde lütfen bana Memur Hasan Tırpan ile birlikte Uğur Tamsun ve Kenan Özgül ü bulur musun". Tam kapıdan içeri girecekti ki birden aklına gelmiş gibi geri dönerek “Her nerede olurlarsa ve ne işle uğraşıyorlarsa da hemen bırakıp odama gelsinler" dedi.

      Yarım saat sonra üç genç polis memuru Komiser Ali Rüzgarlı’nın odasında hazırdılar. Rüzgar Ali karşısında duran üç genç memura elinde tuttuğu dörde katlanmış yarım dosya kağıtlarını uzatıyordu. Gençler sırayla aldılar. Bir taraftan da hem birbirlerine hem de karşılarında duran ve hiç konuşmayan komiserlerine sorular soruyorlardı.
      “Garcia’nın hikayesini bilirsiniz" diye söze başladı Rüzgar Ali. Elinizde ki kağıtlarda adları ve altı yıl önceki adresleri yazılı isimleri bulmanızı istiyorum" dedi. Söyledikleri kısa ve özdü.
     “Bu çok gizli bir görevdir. Sivil giyineceksiniz ve ne yaptığınızı kimseye belli etmeyeceksiniz" dedi. Bir anlık sessizlikten sonra da  "Özellikle de çocukların ailelerinin haberleri olmayacak" diye sözlerini bağladı.
      Gençler ellerindeki kağıtları açtılar. Gerçekten de kağıtlar da çok az bilgi vardı. Safça birbirlerine bakarlarken Komiser sözlerine son noktayı koydu “Akşam saat tam yedide sizlerden bu odada ayrıntılı bilgi alacağım" dedi. Sözleşmişler gibi üç genç birden sol kollarını sıyırıp saatlerine baktı. Üç buçuk saatten biraz fazla süreleri vardı Komiserlerini selamlayıp dışarı çıktılar.

      Selçukludan geri dönerlerken hiç konuşmamışlardı. Yol boyu işleri ters gitmişti, sürekli kırmızı ışığa yakalanmışlardı. Aceleleri yüzünden kazanın eşiğine gelmişlerdi. Hastaneye varınca da aksilikler devam etmişti. Önce başhekimi bulamamışlardı. Muayenehanesinde olduğunu duydukları için adamı görmeye muayenehaneye kadar gitmişlerdi. Yaşlı ve aksi olan adam onlara inanmamış, değil yardımcı olmak aksine olabildiğince işlerini zora sokmaya çalışmıştı. Doğan, Turanı bir nedenle dışarı yolladıktan sonra adamı ikna etmişti. Turan içeri girdiğinde yaşlı başhekim hastaneye telefon ediyordu. Telefonun üzerine tek katlı prefabrik hastaneye vardıklarında istedikleri tüm bilgileri almışlardı. Maalesef aradıklarını bulamamışlardı. Bunun üzerine Turan, Doğanı kaçırılan çocuğun abisine götürmüştü. Simitçilik yapan ağabey baştan aksi gibi davransa da sonradan istedikleri bilgileri vermişti.
      Hamarat ailesi Selçukludan önce İzmir de oturmuşlarmış. En küçük kardeş Halime Konak doğumhanesinde dünyaya gelmişmiş. Bu da teorilerinin haklılığını gösteren bir kanıttı, sonuçta ilk kurban da hastane doğumluydu.

      Dönüş yolunda Doğan, tüm dikkatini otomobiline vermiş gibi görünse de kafasının içi karmakarışıktı. Gözleri yolda olsa da beyni bilgisayar gibi geri planda çalışıyordu, birden irkildi. Sabah gördüğü sonradan unuttuğu Besimin kızı aklına gelmişti. Besimin dosyasında takılı duran bir gün önce aldığı vizite kağıdını görmüştü.  “Emel Kalden 21 Mart 20... doğumlu diyordu.
      Besimin kızının yani yıllar öncesinden belleğinin bir kenarında kalan Platonik aşkı Necla’sının kızı da aynı tarihte doğmuştu. Kayıtlarda yoktu ama. Niçin. Nasıl öğrenebilirdi acaba. Dahası bütün bu olan bitenlerden Besimin haberi var mıydı? Aylardır ilçede yaşananlardan haberdar mıydı? Televizyon seyrediyor gazete okuyor muydu?  Olaylar arasında ve olaylarla kendi kızı arasında bir bağıntı kuruyor muydu? Turan, hiç konuşmadan duran Doğana baktı. Aklından geçenleri tahmin etmeye çalıştı. Dışarıya bakmayı, başka şeylerle ilgilenmeyi denedi. Beceremedi. Konuşmak zorunda kaldı.
      “Besim Beyi mi düşünüyorsun? Dedi. Doğan, Turanın sesiyle kendine geldi.” Yok" dedi “öylesine düşünüyorum." Bir an "Yoksa Turan zihinden geçenleri okuyabiliyor mu? diye düşündü. Kendini suçüstü yakalanmış gibi hissetti. Birden ilgisiz bir soru sordu. En azından konuştuklarıyla karşılaştırıldığında ilgisizmiş gibi görünen bir soruydu bu
      “Yarın ayın kaçı?" dedi Turan hemen yanıtladı.
      “Martın yirmisi
      “Dananın kuyruğu yarın ya da öbür gün kopacak gibi" dedi Bu duruma sen ne diyorsun" diye eklemeyi unutmadı. Cevap coğrafya kokan tek kelimeden ibaretti.
Ekinoks
"İnsanlığın en büyük trajedilerinden biri ahlakın din tarafından ele geçirilmesidir." Sir Arthur Charles Clark

Çevrimdışı azizhayri

  • ***
  • 581
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Anchilea - Bölüm Otuz Beş
« Yanıtla #42 : 08 Ocak 2016, 08:11:23 »
       B Ö L Ü M   O T U Z  B E Ş

       Akşam saat sekizi geçiyordu ama onlar anca toplanabilmişlerdi. Hükümet binasının o kattaki yanan tek elektrik ışığı Komiser beyin odasının ışığıydı. Odadaki bütün sandalyelerde oturan vardı. Üç genç polis memuru yan yana oturmuşlar, uslu çocuklar gibi amirlerinden gelecek emirleri bekliyorlardı. Hemen yanlarında da yaş olarak onlardan farklı olmayan ve sadece kıyafeti farklı Turan oturuyordu.
     Rüzgar Alinin tüm ısrarlarına rağmen Doğan makam koltuğuna oturmayı kabul etmemişti. Dolayısıyla toplantıyı yöneten yine Rüzgar Aliydi. Dakikalar sonra ilk konuşan sıranın en başında duran ve diğerlerine göre uzun sayılabilecek saçlı olan memur memurdu.
      “Adreste bulamadım adı geçen kişileri" dedi. Odada bulunanların kendisini dinlediklerine emin olunca devam etti. "Geçen yıl evlerini satıp babasının evine göçtüğünü söylediler. Emriniz olduğu üzere araştırmamı olabildiği kadar sessizlikle yürüttüm. Kız anaokuluna gidiyormuş, bir kardeşi daha varmış. Baba ise şu ara işsiz ve çoğunlukla evde ailesinin yanında bulunuyor. O nedenle "aday A" güvende sayılabilir." dedi. Aday A dediği listenin ilk sırasında var olan "Leyla Askıcı" adındaki çocuktu. Anaokuluna gidiyor olması ve babasının işsiz olup ailesinin yanında evde oturması artı puan olarak kabul edilebilirdi.
      Sıranın kendisinde olduğunu anlayan çocukların adreslerini araştırmakla görevli memurlardan ikincisi arkadaşının sözünün bittiğini anlayınca kendisi anlatmaya başladı.
      “Aday B aynı adresinde oturmaya devam ediyor." diye söze başladı Polis memuru Kenan Özgül. “Babası bakkal, kızının doğumundan sonra işlerini ilerletmiş. Daha merkezi bir yerde süper market açmış; Dilek Süper market. Tahmin ettiğiniz gibi kızının adını işyerine vermiş. Aday B içinde rahat olabiliriz. Büyük aile olarak oturuyorlar. Yani bahçe içinde müstakil evde dede ve nine ile oturuyorlar. Bu nedenle Aday B’yi de güvende kabul edebiliriz. Günün hemen her saatinde yanında birileri oluyor." dedi.
      Bir kaç saniyelik sessizlikten sonra devam etti. Bugün evlerinde boya ve badana işleri başladı. Boyacı tanıdık olduğu için yanına yardımcı olarak işe alındım" dedi. Doğan araya girmek zorunda hissetmişti kendini.
      “Umarım olay deşifre olmadı" dedi. Polis Kenan gülümsedi. “Bu benim için ilk defa olmuyor sayın..." Sözünü bir an nasıl bağlayacağını bilemedi. Rüzgar Ali hatasını anlamıştı.
      “Arkadaşlar Doğan Bey Ankara’dan bu konuda bize yardımcı olmak üzere geldi" dedi. Genç polis kaldığı yerden devam edebilirdi artık.
“O boyacı benim kayınbabam oluyor, bazen ona yardıma gittiğim oluyor efendim" dedi. Doğan konuşan genç memura bir kere daha bu defa alıcı gözüyle baktı. Kendisinin evlenmekte çok geç kaldığını düşünüyordu.
      İki arkadaşından daha kısa olan üçüncü memur; Memur Hasan Tırpan odada bir sessizlik olunca sıranın kendisin de olduğunu anlamıştı. Arkadaşlarına bakarak.
      “Sanıyorum aranızda ki en sanşsız kişi ben olmalıyım" dedi. Benim eleman Aday C taa dağ başında oturuyormuş. Esin Dayıoğlu hanımefendi hazretleri Muradiye köyünde oturuyormuş" dedi. Rüzgar Ali anlamamıştı ama Doğan az önce kullanılan "taa" uzatmasının yerinde olduğunu biliyordu. Yolun olmadığı Başparmak dağlarının başında bir köydü Muradiye köyü.
      “Peki, nasıl olmuş da İlçede doğmuş" dedi Komiser en son konuşan memuruna.  "Tam olarak bilmiyorum ama sanıyorum erken doğum olayı. Konukluğa geldiklerinde anne sancılanınca hastaneye kaldırmışlar. Bu da Esin adının menşeini açıklıyor sanıyorum" dedi. Diğerleri de köyde kullanılan adlardan daha farklı olan Esin adının ebenin ya da hemşirenin adı olabileceğini tahmin etmişlerdi.
     Polis memurları aldıkları görevlere sevinmişlerdi. Genç, kanı kaynayan kişilerin küçük bir İlçede basit büro görevleriyle yada devriyelerle vakit geçirmeleri zor oluyordu. Bu nedenle aldıkları görevler hoşlarına gitmişti. Özelliklede Hasan Tırpan’nın.

     Bir köylü çocuğuydu Hasan Tırpan. Liseden sonra sağda solda çalışmış bir dikiş tutturamayınca polis okuluna yazılmıştı. Okul için yaptığı başvuru dilekçesinde gerekçe olarak
      “İdealim polislik olduğu için" demişti. Demişti ama ataması yapıldığı günden bu yana geçen üç yıl boyunca aradığı heyecanı ideali bulamamıştı. İlçenin kimseyi rahatsız etmeyen huzurlu ortamı onu rahatsız etmeye başlamıştı. Yaşanan en heyecanlı olay ya düğün kavgaları yada basit sayılabilecek hırsızlık vakalarıydı. Bu yüzden üç yıl dayanabilmiş bu yaz İstanbul'a veya İzmir'e atanmasını istemişti. Kaybolan çocuk olaylarını ilk duyduğu zamanlarda ilgilenmiş, görev istemişti. Ama Onun bu ilgisini dikkate alan olmamıştı. İşte bu gerekçelerden dolayı verilen görevi sevinerek kabul etmişti. Hele araştırması gereken çocuğun İlçeden kilometrelerce uzakta bir dağ köyünde ikamet ettiğini öğrenince sevincinden havalara uçmuştu.
       Baba adamdı Komiseri. Köyün yolu uzak olduğu için bir araç teminine çalışmış, bulamayınca istemeyerek de olsa kendi arabasını vermişti. 1983 model taksiden bozma bir dizel Renaulttu. Broadway’lerden önce ithal edilmiş bir Renault 9, eski ama sağlam ve ekonomik bir arabaydı. Sağından solundan rüzgar üflese de, her tarafından ses gelse de Rüzgar Ali'nin işini görüyordu. En azından yazları akaryakıt masrafını düşünmeden rahatlıkla Karadeniz'e -baba ocağına-götürüp getirebiliyordu.
     Kenan Özgül, çok istediği halde Muradiye köyündeki görevi alamamıştı. Ona şans olarak minibüs son duraklarındaki marketin üzeri düşmüştü. Bir zaman Ailenin haberi olmadan nasıl ilgilenebilirim diye düşünmüştü. İlçenin en işlek yerinde okul yakınlarında bekleyebilirdiniz. En azından gündüzleri göze batmazdınız ama ya gece ne yapacaktınız. Uzun süren düşüncelerden sonra İlçeye yakın İllerden gelip giden pazar esnafını örnek alarak bir pazar arabası temin ettirmişti. Arkası camlı bir minibüs bozması arabaydı. Yanına da arkadaş olarak Rızayı almıştı.
      Rıza sabahtan öğleye kadar simitçi yada başka herhangi bir seyyar satıcı kılığında minibüs son durağında takılacaktı. Öğleden sonra kendi nöbeti devir alacaktı. Bu sayede sabahçı olan çocuğu anaokulunda da kontrol edebilmiş olacaklardı. Akşam ise gerekli hazırlıkları tamamlayıp pazarcı minibüsünün içinde sabahlayacaklardı.
      İşi en rahat olan üçlü gurubun en yaşlısı Uğur Tamsun’du. Kenan'dan ve Hasan’dan bir kaç yaş büyüktü yalnızca. Evli olması üstelik bir kızının olması kendisine diğer arkadaşlarından daha yaşlı havası veriyordu. Uğur Tamsun idareden izin almış görünüyordu. Çünkü operasyon varsayımlar üzerine kurulduğu için görev alanların ve amir konumundaki Emniyet müdürünün ve Kaymakam beyin dışında kalan kişiler tarafından bilinmiyordu. İzin almış kayın babasına yardıma gitmişti. Bütün gün Aday A çevresinde dönüp durmuştu. Gece olduğunda ise O' da camları koyulaştırılmış -terkedilmiş havasındaki- bir arabanın içerisinde muhtemelen yakın bir arkadaşı ile bekleyecekti.
      İşte Memur Hasanın diğer iki arkadaşından daha avantajlı durumda olmasının nedeni buydu. Geceyi hurda bir arabanın içinde geyik muhabbeti ile geçirmek yerine havadar bir köyde geçirecekti.

      Genç polis memurları yanlarından ayrıldıktan sonra odada baş başa kalan üç kişi bir zaman sessiz kaldılar. Neden sonra Komiser; “Sizce doğru yolda mıyız?" diye sordu. Soru sorulan kişi açıkça belli olmasa da sorunun muhatabının Doğan olduğu anlaşılıyordu.
      “Ben doğru olduğuna inanıyorum ama yine de bir kumar oynadığımızı düşünebilirsiniz" dedi Doğan. Turan’da başıyla Doğan ağabeyinin sözlerini onayladı. Söylediği yanlış değildi, bir kumar oynuyorlardı. Kazanırlarsa en az bir en çok altı kız çocuğu hakkında bilgi sahibi olacaklardı. Kaybederlerse boşuna uğraştıklarıyla kalacaklardı.

      Üç genç memurda gece mi yoksa sabah mı? göreve başlamaları gerektiği konusunda ikircikli kalmışlardı. Hükümet binasının girişinde bir araya gelmişler ne yapacaklarsa ortak olarak hareket etmeleri gerektiği kararına varmışlardı. Ne de olsa aynı planın parçası sayılırlardı. Üçünün de anladığı operasyonun -operasyon kelimesini Kenan Özgül özellikle kullanmaya çalışıyordu- yarın başlayacağıydı. Sabah gün doğarken gene aynı yerde buluşmaya karar vererek ayrıldılar.

      Sabah hepsinin kullanacağı materyaller temin edilmişti. Erken sayılabilecek saatlerde görevlerinin başındaydılar. Biri hiç olmadık zaman olmasına rağmen izin almış kayınbabasının yanında boya işlerine başlamıştı. Uğur Tamsun, kurban olabilir dedikleri Leyla'nın anaokulu önünde simit satıyordu. Bir tanıyan olmasın diye gerekli değişiklikleri yapmayı unutmamıştı tabii. Komiser bey pazar arabasını işini de ayarlamıştı, ilden yada İzmir den gelecek diyordu. Memur Hasan ise Komiserinin arabasının bakımını üstün körü yaptırdıktan sonra depoyu doldurtmuştu. Kaymakam beyin temin ettiği bir cep telefonuyla öğleye doğru yola çıkmıştı.
      Yola çıkalı bir saate yakın olmuştu. Yarım saat kadar ana yolda gittikten sonra sola, köy yoluna sapmıştı. Komiserinin talimatı üzerine köy yolunda bir kaç yüz metre gittikten sonra İlçeyi aramış rahatlıkla konuşmuştu. Ova köylerini geçtikten sonra Sarı kavak beldesine gelmişti. Burada yol ikiye ayrılıyordu. Eğer sağa dönerseniz Serpil gölüne oradan da komşu İle varırdınız. Hasan Tırpan sola dönmüş Başparmak dağına tırmanmaya başlamıştı.
      Şimdi, asfaltın bitip şosenin başladığı noktadaydı. İlçeyi bir kere daha aradı. Bu araması yarım saat kadar önceki görüşmesi gibi rahat değildi. Telefonundan cırıltılar gelmeye başlamıştı. Yine de telefonu kendisine veren ve  “Dünyanın her yerinden istediğin yeri arayabilirsin" diyen teknisyen arkadaşıyla görüşebilmişti.
      "Komiserim yolların bu kadar kötü ve virajlı olduğunu bilseydi arabasını dünyada vermezdi" diye aklından geçirdi genç memur. Gerçekten yollar çok kötü durumdaydı. Hem zemini kötüydü hem de yokuş tırmandığı için sık virajlıydı. Genç memur kafasında bir senaryo hazırlamıştı. Özel bir okulun araştırmacı öğretmeniyim diye tanıtacaktı kendisini. Sivil toplum kuruluşlarından birinin adını verip okulun bu kuruluşa bağlı olduğunu bu nedenle gerçekten zeki olan ama ekonomik olanakları zayıf olan çocuklara yardım amacıyla dolaştığını söyleyecekti.
      “Bende benzer koşullar altında büyüdüğüm için bu işi parasından çok ideal uğruna yapıyorum" diyecekti. Hani sözünün bu bölümü yalanda sayılmazdı yani. Ailenin ekonomik durumuna göre ya burs önerecekti yada okulun yatılı bölümünde okuyabileceğini söyleyecekti.
      Uzun süredir ikinci, üçüncü viteste tırmandığı için aracının hararet göstergesi bir hayli yükselmişti hem de serin sayılabilecek mart ayında. Yolun iyice sağına çekti, daha ne kadar yolunun kaldığını da bilmiyordu. Bir sigara yaktı, kuzeye geldiği yollara bakınca ovanın öbür yakasında İlçenin öğle güneşi altında parıldayan siluetini gördü. O zaman bir hayli tırmanmış olduğunu anlamıştı. Okulda kendisine öğretilen mesafe tayin usullerini anımsadı. İlçe ile bulunduğu yer arasını ölçmeye çalıştı.
      Teoriyle pratiğin çok farklı şeyler olduğunu bir kere daha anlamıştı. Yaptığı ölçüme göre kırk yada elli kilometre vardı. Kendi, varyant toprak yolda döne döne geldiği için saatlerdir yollardaydı. Döndü gitmesi gereken yöne baktı. Uzaklardan tüm heybetiyle görünen Başparmak dağı şimdi elini uzatsa yakalayabilecek gibi yakınındaydı. Yola devam etmeden önce İlçeye bir kere daha telefon açtı. Bu defa telefona memure arkadaşı çıkmıştı. Gülay hanıma hala yolda olduğunu binbir güçlükle anlatabilmişti Bir önceki görüşmede var olan parazitler, cırıltılar iyice artmıştı.
      Gideceği köyden daha ileri de başka bir yerleşim merkezi olacağını sanmıyordu genç polis. Arazi yapısı iyice kayalık bir hal almıştı. Kayaların arasında zeytin ağaçları görünüyordu ama onların kayaların arasından kendiliğinden fışkırdığını düşünürdünüz. İlk evlerini görmeğe başladığı köy ahalisinin ne ile geçindiğini merak etmeye de başlamıştı. Kafasını daha da kaldırıp yukarılara doğru bakınca kayalar vardı yalnızca.
      Köyün girişin de yıllar öncesinden yerine yerleştirilmiş olduğu anlaşılan "Muradiye" yazısının altında bir daha durdu, İlçeyi göremiyordu. Çünkü yukarı tırmandıkça Başparmak dağının güneyine yamacına doğru dönmüştü. Güneş tepedeydi ama sağına doğru inmeye başlayacaktı. Ayaklarının altında aşağılarda İlçenin adını taşıyan o muazzam ova yerine mart güneşiyle ışıldayan Serpil gölü vardı. Merkezi aramayı denedi ama kulağına yalnızca parazit sesleri geliyordu. Cep telefonunu sanki elektronik aletlerle dolu bir ortamda kullanıyordu, çaresiz telefonu kapattı. Kendini bekleyen kaderine doğru direksiyon sallamaya devam etti.

      Komiser bey diğer işlerini bırakmış yalnızca bu olaya vermişti kendisini. Sabah Kaymakam beyin makamına çıkıp durumun gizliliğini ve önemini anlatmıştı. İşin en güzel tarafı ise Kaymakam Enver Palazlı kendisini anlıyor ve destekliyor olmasıydı. Daha sonra Leyla Askıcı’nın okuduğu okul olan Karagözoğlu ilkokulunda simit satan Uğur Tamsun’u dolaşmıştı. Genç memur sabah tıraşını olmamış birde bıyık bulmuştu kendisine, kafasındaki kasket önündeki beyaz önlüğü tanınmasını iyice güçleştiriyordu.
      Sonra bir vatandaş gibi şehir içi minibüslerinin son durağındaki "Dilek Bakkaliyesi" ne gitmiş alışveriş etmişti. Yılların alışkanlığıyla müşterilerini etkilemek için çok konuşan market sahibinden istediğini öğrenmişti. Her iki ziyaretinde de akşam ki gözetleme yerlerini de belirlemişti. Anlaşılan bu gece bir hayli hareketli geçecekti.

      Yaşlı adam, yirmi dakikadır duyduklarına inanamıyordu. Evinde gayet iyi bir şekilde otururken telefonları çalmış kendini merhum kızının eski bir arkadaşı olarak tanıtan biri özel görüşme talebinde bulunmuştu. Sesinden bu eski arkadaşı tanımamıştı ama buluştukları kahvede görünce hemen tanımıştı Eğer eşi görseydi kızının defalarca anlattığı kişiyi hemen tanırdı.
      Yirmi dakikadır bu büyük ve gürültülü kafe de konuşuyorlardı. Sözleştikleri yere geldiğinde kendisini bekleyen iki genç bulmuştu. Kısa bir hal hatır sorma işleminden sonra Doğan Bey hemen yaşlı adama torununu sormuştu. Önce yapılan bu direk girişe anlam verememişti ama öyküyü dinleyince şaşırıp kalmıştı. Bu gençlerin anlattıklarına bakılırsa Yıllarca görev yaptığı ve kızının başına gelen o talihsiz olaydan sonra ayrıldığı İlçede akıl almayacak şeyler oluyordu. Aylardır küçük kız çocukları kayboluyor, çocuklardan bir iz bulunamıyordu. Çocukları kaçıran sapık yada sapıklar yakalanamıyordu. Karşısında oturan ve oldukça aklı başında görünen iki genç, yıllarca oturdukları İlçede hayaletlerin dolaştığını söyleyenlerin çoğaldığını iddia ediyorlardı. Yine onların söylemesine bakılırsa pek çok kişi bu hayaletlere tanık olmuşmuş.
      “Bir ara -geçen aydı galiba- televizyonda izlemiştik, haberlerde olmalı. İlgimizi çekmişti. Yıllardır İzmir'de oturuyor olsak da bir ayağımız hala İlçede. Ne de olsa hanım köylü sayılırız." dedi. Masadaki diğer iki kişi birbirlerine bakıştılar. Geçen ay ana haber kuşağında yayınlanan haberden bahsettiğini anlamışlardı. Yaşlı adam sözlerine devam etti
      “Haber 'Ben Kamil Aksu  5.kanal ' diye haberi bitirmişti." Turan başından beri olayı sessizce izliyordu, sonunda konuşabileceği bir konu gelmişti.
     “İşte o adam benim kalfamdı. Hırs yüzünden işten ayrıldı Kendi gibi hırslı bir ortak bularak "Haber" gazetesini çıkarmaya başladılar. İlçede ki cadı ve hayalet masallarını da onlar düzenledi." Cümlesini Doğan düzeltti, yani biz öyle olabileceğini düşünüyoruz."
       Adam yaşlıydı ama kafası çalışıyordu hala. Bu iki genç açıktan açığa söylemeseler de torununu kastediyorlardı. Doğan, yaşlı adamın halinde ki rahatsızlığı fark etmişti. Konuyu fazla uzatmak istemiyordu.
      “Sonuç olarak efendim, sizden torununuza biraz daha dikkat etmenizi isteyeceğim" dedi. Turan “İsterseniz ben sizlerle birlikte kalabilirim" demeye niyetlendiği anda yaşlılığın dinçliğiyle Abidin Bey araya girdi.
      “Evlat" dedi. "Yaşlandık ama torunumuzu koruyamayacak kadar yaşlanmadık daha" dedi ve ekledi “Evimde kale gibidir yani" üçü de gülümsüyordu. Doğanın içi biraz olsun rahatlamıştı.

      Polis memuru köyde ilgi ile karşılanmıştı. Arabasının motor gürültüsünü duymuş yada arkasında bıraktığı toz bulutunu fark etmiş olmalıydılar. Anlaşılan uzun zamandan beridir köye ayak basan ilk yabancı kişi kendisiydi. Daha köyün ilk evlerine varmamıştı ki kendisini bir gurup köylü karşıladı. Başlarında kasketini elinde tutan biri vardı, halinden köy muhtarı olduğunu anlamıştı. Böyle içten karşılanacağını bilse çok önceden gelirdi bu köye. Onu doğrudan köy kahvesine götürdüler. Yaşlı, genç, çoluk çocuk bir anda çevresini sarmıştı. Şimdi iş rolünü iyi oynamaya kalıyordu.

      O gürültülü, kalabalık kafeden ayrıldılar. Doğan ve Turan bir yöne yaşlı adam öbür yöne doğru yürümeye başladı. İkisi de yaptıklarının boşuna olduğunu buralara boşu boşuna geldiklerini düşünerek yürüyorlardı. Henüz beş on adım atmışlardı ki Doğanın omzuna bir el dokundu. Yüzünde buruk bir gülümsemeyle Abidin Bey hemen arkalarındaydı
      “Kusura bakma evlat ama... Ben sana yalan söyledim" dedi İkisi de şaşırmışlardı. “Tam olarak tanımadığım, beni ne için aradığınızı bilmediğim için bazı şeyleri gizledim" dedi. Yılların izlerini taşıyan yüzdeki pişmanlık endişeye dönüşmüş gibiydi. "Eğer anlattıklarınız doğru ise torunum tehlikede olabilir." Birbirlerinin yüzlerine bakma sırası iki gençteydi. Adamın ağzından çıkacak sözcükleri merakla bekliyorlardı.
      “Dün torunumun babası geldi, elinde sevk kağıdı vardı. Emeli alıp götürdü, arasıra gelir kızıyla gezer. Bu sabah bir kere daha geldi ve baba kız gene hastaneye gittiler. Dün verdikleri tahlillerin sonuçlarını alacaklarmış" dedi. Doğan bir an ne diyeceğini bilemedi. Kız babasının yanındaydı ama önceki kurbanlar da ailelerinin gözleri önünde kaybolmamışlar mıydı? Turana baktı Genç gazeteci o bakışlarda "Bu gece sen küçük kızın yanında kal" anlamı olduğunu biliyordu. Abidin beyin koluna girdi.
      “Bu akşam benim yapacak bir işim yok kabul ederseniz konuğunuz olmak istiyorum" dedi. Abidin beyin kafasında bir an hayat arkadaşının tepkisi ne olacak sorusu belirdi. Münevver Hanım, bu türlü ani ve emrivaki konuklardan pek hoşlanmazdı. Ev her gün temizlense de, her akşam yemekler hazırlanıyor olsa da konuklara karşı mahcup olmaktan tedirgin hissederdi yaşlı kadın kendisini. Yine de bu genç adamı bir gece evlerinde ağırlayabilirlerdi, ne de olsa Tanrı misafiri sayılırdı.

      Masasında oturan memure Gülay Candan, belli bin defadır baktığı duvar saatine bir kere daha baktı. Ona duvarda duran tekerlek gibi saatin üç kolu zamanı taşıyorlarmış gibi gelirdi. Kısa kırmızı bir ibre vardı. Ona böyle vaktin geçmediği ve bolca hayal kurduğu dönemlerde bir ad takmıştı. "Küçük kız" Küçük kız yılmadan yorulmadan hep koşardı. Sabahtan akşama, akşamdan sabaha kadar döner dururdu. Birde babası vardı o küçük kızın. O biraz daha ağır başlıydı ama uzun süre baktığınızda hareket ettiğini görebilirdiniz. En ağırı ise zavallı dede idi. Bakışlarınızı dikip gözünüzü kırpmadan izlediğinizde hareket ettiğini göremezdiniz. Şimdi, Gülay Memure evine, çocuklarına kavuşabilmek için dedenin günde iki kez yanına vardığı "5" gelmesini bekliyordu. O duvardaki saate bakarken iç odanın kapısı açıldı.
      “Gülay Hanım, Hasan daha aramadı mı?" Gülay Hanım, duvardaki saate sanki saatlerdir bakmıyormuş gibi bir kere daha baktı.
      “Aramadı efendim" dedi. Son bir saat içinde beşinci defa bu olayı yaşıyordu. Komiser Rüzgar Ali bekleme salonu gibi döşenmiş odada bir tur attı Eli istem dışı cep telefonuna gitti. Arayan yoktu ve yüz defa aradığı memuruna ulaşamıyordu. Mecburen köyün kablolu telefonundan aramasını bekleyecekti. Masasında oturup onu izleyen memuresine daha önce dört beş kez duyduğu cümlesini söyledi içeri girdi.
     “Eğer arayacak olursa ben odamdayım." Gülay Hanım ne zaman asıldığını bile unuttuğu duvar saatine baktı. Küçük kız koşmaya devam ediyordu, tıpkı bu gün amirinin koştuğu gibi. Yavaşça toparlanmaya başladı. Dede günde iki kere geldiği 5 e iyice yaklaşmıştı.

      Hasan Tırpan yaşamından memnundu. Öğretmenlik numarası iyi tutmuştu. Manzarası çok güzel bir kahvede oturuyordu. Dağın bu amacına bahar oldukça yavaş geliyor olmalıydı. Çevresi yemyeşil otlarla çevriliydi ama ağaçlar hala kuru dallar gibiydi. Güneş ufka yaklaştıkça güzellikler artıyordu. Geldiği ilçeyi ve ovayı göremiyordu ama güneşin ışıkları altında elmas parçacıklarıymış gibi parıldayan Serpil gölünün muhteşemliği için söyleyecek bir söz bulamıyordu. Sadece o anı içine sindirmeye çalışıyordu. Bir an görevini ne için burada olduğunu unutacağını sandı ama kendisini toparladı.
      Kerelerce aradığı halde Merkeze ulaşamıyordu. Teknisyen arkadaşının özelliklerini ve öve bitiremediği cep telefonu burada çalışmıyordu. Sürekli cırıltılar parazitler vardı, çekmiyordu. Muhtara kullanabileceği bir telefon sorunca aldığı yanıt daha da ilginçti.
     “Çoktan beridir telefonlarımız çalışmıyor, ilçeye telefon idaresine haber verdiğimiz halde gelip bakmadılar" dedi. Sesindeki sitem hissediliyordu.
      Muhtar, neredeyse köyün tamamıyla tanıştırmıştı kendisini. İşinin en zor bölümü öğretmen hanımla tanıştığı bölümdü. Dağ başındaki bir köyde böyle bir kızla tanışacağına dünyada ihtimal vermezdi. Yaşamında ilk defa bekar olduğuna dua ediyordu. Kızı görür görmez
      “İşte beklediğim eş" demişti içinden. Gerçi o kadar güzel biri değildi köyün öğretmeni. Üstelik boyu bile kısa sayılırdı. Hasan Tırpan’ı o kıza çeken kızın çalışma azmi ve böyle dağ başlarında bile görev yapabilecek kadar idealist olmasıydı. Genç öğretmeni gördüğü anda bu görev biter bitmez tekrar gelmeyi ve bu kızla arkadaş olmayı düşünüyordu. Öyle liseli aşıklar gibi gönül eğlendirecek yaşı çoktan geçmişti bu yüzden evlenmek amacıyla arkadaş olacaktı. İşin zor bölümü ise kıza yalan söylemek zorunda kalmasıydı. Üstelik kızda durmadan sorular soruyordu.
      “Nereden mezun oldunuz, dönem arkadaşlarınız kimlerdi, nerelerde görev yaptınız, filancayı tanıyor musunuz?" Hasan Tırpan sorulara olabildiği kadar mantıklı yanıtlar vermeye çalışıyordu. İlk fırsatta gerçeği anlatmaya karar vermişti zaten. Bütün bu sorulardan polis memurunu muhtar kurtarmıştı
      “Öğretmen Bey, öğrencilerinizle tanışmak istiyor? Ne dersiniz bugün sizin çocuklarla tanışabilirler mi?" dedi. Ayşe öğretmen alışkın olmadığı belli olan kuru kahve sandalyesinde şöyle bir kıpırdandı.
      “Toplam yirmi yedi öğrencim var bir kısmıyla bu akşam bir kısmıyla." Birden aklına gelmişti. "Şey... Bu gece köyümüzde konuk olarak kalacaksınız değil mi?" dedi. Yaşı kemale eren muhtar bıyık altından gülümsedi.
      “Kalacak" dedi. Sonra genç adama döndü  "Kalacaksınız değil mi?" Hasan Tırpan’ın da Ayşe Zeyrek öğretmeninde başı mahcup bir şekilde önlerine eğildi  "İzniniz olursa" dedi mırıldanır gibi Polis memuru Hasan.

        Telefonun ikinci kere çalmasına meydan vermeden Rüzgar Ali ahizeyi kaldırmıştı. "Neredesin be aslanım" dedi ama karşıdan gelen sesi duyunca utandı. "Şey Yüksel Hanım ben başka bir telefon bekliyordum da dedi. Telefonla konuşan komiserini izleyen meraklı memur adamın yüzünün kızardığını fark etti.
      “Sağolun, bende çok iyiyim… Aramadı henüz... İzmir'e gittiğini zannediyorum...  Belki şarjı bitmiştir… Ararsa sizi aramasını söylerim... Size de iyi akşamlar diliyorum" dedi ve ahizeyi yerine koydu. Sokak ağzıyla
      “Kalıbımı basarım bu gacı Doğan Denizci’ye aşık" dedi. Yüz kızarma sırası masadaki memuredeydi. Ali Rüzgarlı içinden "Eh be kızım madem bu kadar narin birisisin o zaman neden karakolda görev yapıyorsun" diye içinden geçirdi. Yüksek sesle. “Tekrar Muradiye Köyünü arar mısınız?" dedi. Odada dolanıp duran amirinin gölgesinde Gülay hanım numarayı çevirdi  "Yanıt vermiyor efendim" dedi. Komiserinin peşinden neler söyleyeceğini bildiği için o daha konuşmadan.  "Civar köyleri de aramaya devam ediyorum ama hiç birine ulaşamıyorum efendim" dedi. Komiser iç kapının ağzında bir an durdu. "Yine de siz aramaya devam edin" dedi. Az önceki konuşmayı anımsayınca ekledi "Lütfen"

      Doğan, Turanı Abidin beylerle kalmaya ikna ettikten sonra yalnız olarak İlçeye dönüyordu. Yol boyu sürekli düşünmüştü, dünden beridir tempoları çok artmıştı. Hastane listesinde buldukları üç kişi Rüzgar Alinin görevlendirdiği seçme memurlar tarafından kontrol altına -en azından gözlemlemeye- alınmıştı. Dün sabah gördüğü ve listede olmadığı halde ne olur ne olmaz diye ailesinin yanlarına kadar gittikleri Besimin kızı -çok sevdiği Necla’sının kızı da Turan tarafından kontrol altına alınmıştı. Yol boyu "her şeyi unutup babasını uyarsa mıydım" diye düşünmüştü küçük Emel için. Abidin beyin söyledikleri aklına gelince Besime söylememekle iyi yaptıklarını düşünmüştü.
      “Kızım öldükten beridir o adam evime hiç gelmedi. Son zamanlarda sıklıkla gelmeye başladı. Gelmesin, Necla'dan kalan son anıyı alıp gitmesin" demişti. Bu hazırlıkların hepsi Turanın "Hekate Teorisi" doğrultusundaydı. Doğan bütün bunları düşünürken yolu çabucak kat etmişti. Düşüncelerinden sıyrıldığında kendini İşletmenin ana kapısında bulmuştu.

      Yüksel, kapıdan girer girmez, Doğanın boynuna sarılmıştı. Adamı bütün gün beklemiş, gündüzün geceye dönüşmesini pencerede an be an izlemişti.
     “O kadar aradım ama ulaşamadım, seni çok merak ettim sevgilim" dedi. Doğan, sarılmaya şaşırmıştı ama "sevgilim" kelimesine daha çok şaşırmıştı. Eli cep telefonuna gitti o zaman simsiyah ekranı gördü. Genç kız arkadaşını elleriyle odadaki en iyi koltuğa oturtmuştu Doğan bir kaç hal hatır cümlesinden sonra olan bitenleri anlattı. Kızı gerçekten endişeli görüyordu. Gülümseyerek “Korkma" dedi. “Acı patlıcanı kırağı çalmazmış. Yine de Yüksel Pekcan’ın kendisine bakışını daha girer girmez sarılışını hoş karşılamıştı.

      Güneş ortadan kaybolalı bir saate yakın süre geçmişti. Komiser, memurenin gözünü duvarda ki saatten ayırmamasından gitmek istediğini anlıyordu ama kendisinin de çıkıp bir dolaşması gerekiyordu. Odada boyuna bir kaç kere daha gidip geldikten sonra  "Gülay memure hadi sizi evinize bırakayım" dedi. Bu teklifin üzerine kadın ayağa kalktı. Çoktandır masanın üzerinde hazır tuttuğu çantasını boynuna astı.
      “Evim yakın kendim gidebilirim" dedi. Sesinde "hele şükür aklınıza gelebildik" havası vardı. Komiserin makamından birlikte çıktılar. Genç kadın daha merdivenleri inmeden kocasının
     “İyi akşamlar komiserim" diyen sesini duydu. Birlikte hızlı adımlarla kendi sokaklarına doğru yürüdüler. Rüzgar Ali merdivenlerde öylece durmuş ne yapması gerektiğini düşünüyordu.

      Doğan Yüksel hanımı evine bırakır bırakmaz Hükümet binasına koşmuştu. Genç kızdan ayrılması bir hayli zor olmuştu. Kendisinin de Yükselin yanından hiç ayrılası yoktu ama gitmek zorundaydı. Gitmek, durumu anlamak zorunda olduğuna önce kendisini sonra karşında neredeyse ağlayacakmış gibi duran genç kızı inandırmak zorunda kalmıştı. Binanın meydana bakan bölümüne akşam saati olduğundan dolayı arabasını rahatça bırakabilmişti. Karanlık parkı geçtikten sonra Hükümet binasının bahçesine girince merdivenlerin başında bulmuştu Komiseri.
      Rüzgar Ali avludan yanına doğru yaklaşan gölgenin Doğan Bey olduğunu fark edince sevinmişti. Onun daha merdivenlere varmasını beklemeden o aşağı indi. Kendinden hemen hemen on yaş genç olan adamın koluna girdi. Adeta sürüklercesine geldiği yöne götürmeye başladı. Doğanın sorularına  “Yolda anlatırım" diye yanıt veriyordu. İki samimi dost olmuşlardı artık.

      Muhtar, Hasan Tırpan’ı doğrudan evine götürdü. Masadan kalktıklarında "Ağalar hadi bize gidelim" deyince kahvenin önünde oturanların hepsi durumlarını düzelterek  "Size afiyet olsun" demişlerdi. Genç memur, gösterilen saygının muhtardan çok kendisine yapıldığını biliyordu. Yolda Muhtara yaklaşarak
      “Muhtar bey sizin köyde uydu kanalları çekmiyor mu? " dedi. Muhtar yanında yürüyen gence baktı.
     “Çekiyordu elbet ama geçen eylül ayından beridir köyümüze karabasanlar çöktü sanki" dedi. "Karabasanlar" sözcüğünün anlamını genç memur gecenin ilerleyen saatleri de daha iyi anlayacaktı.
      Doğan ve Rüzgar Ali önce Uğur Tamsun un olması gerektiği sokağa baktılar. Sokağın ilerisinde yetmişli yılların modeli kırmızı bir Ford minibüs duruyordu. Araba terk edilmiş uzun zamandır kimse ilgilenmemiş gibi dursa da ikisi de içerisinde görevlilerin olduğunu biliyorlardı. Sokağa girmeden geri döndüler. Minibüsün içindeki görevlilerin yanlarındaki cep telefonunu gerekmedikçe kullanmayacaklarını biliyorlardı.
      Şehir içi minibüslerinin son durağına gittiler orada da TM 25 BMC duruyordu.
      “Asayiş berkemal" dedi Rüzgar Ali. Söylemese de yönleri Hükümet binasıydı artık.
     Binaya girer girmez Rüzgar Ali telefona sarıldı. Önce Muradiye köyünü aramayı denedi, ulaşamadı. Peşinden nöbet bekleyen iki pazar aracını aradı. İkisinin de görev başında olduklarını ve nöbetlerinde vukuat olmadığını öğrendikten sonra tekrar üçüncü memurunu "Hasan Tırpan’ı" aradı. Yine ulaşamayınca sunturlu bir küfür salladı.
      “Öğlenden beridir bir türlü ulaşamıyorum" dedi. Doğanın aklına hemen Cephane sokaktaki parazitler geldi. Bir an düşündü, acaba Komisere bu konudan hiç bahsetmiş miydi? Aralarındaki bir kaç dakikalık sessizlikten sonra
      “Ben Yüksel hanımı bir dolaşayım. Siz bu arada köye ulaşmaya çalışın. Olmazsa bir mazeret uydurur birlikte gideriz" dedi. Bu cümlenin sarf edilmesindeki bir neden de oradaki kızın bir adının Esin olmasıydı. "Hatice Esin Dayıoğlu" Acaba Esin in "E" si ile "HEKATE" nin son "E" si aynı mıydı?

      Bir kaç dakika sonra Doğan arabasına doğru yürüyordu. Uğraması gereken birçok yer vardı. Turan'ın ailesine ve gazeteye haber verecekti ardından Yüksel’ine gidip bakacaktı. Her ne kadar olayların dışında kabul etmeye çalışsa da içinden gelen ses o genç kızın o güzel kızın bütün bu olan bitenin tam ortasında olduğunu söylüyordu.
"İnsanlığın en büyük trajedilerinden biri ahlakın din tarafından ele geçirilmesidir." Sir Arthur Charles Clark

Çevrimdışı azizhayri

  • ***
  • 581
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Anchilea - Bölüm Otuzaltı
« Yanıtla #43 : 11 Ocak 2016, 08:59:41 »
      B Ö L Ü M   O T U Z  A L T I

      Muradiye köyünde el ayak çok erken çekiliyordu. İşlerin yoğun olduğu dönemlerde bir tür zorunluluktu bu ama işlerin az olduğu gecelerde halk kültürünü kısmen de olsa yaşıyordu. Özellikle geleneklerin hükmünü sürdüğü, uygarlığın daha yavaş geldiği, bu dağ köyünde çok daha etkiliydi. Cep telefonu ve internet çıktıktan sonra bu etki azalmıştı özellikle yeni yetişen nesilde görülmüyordu. Ama televizyonların çalışmadığı, cep telefonlarının çekmediği şu günlerde - köye gelen konuğun etkisiyle de - eskinin o güzel gecelerinden birini yaşamışlardı.
      Yemekler yenildikten, çaylar içildikten sonra kadınlar bir odaya erkekler bir odaya çekilmişlerdi. Aradaki bağıntıyı ev sahibinin hanımı yani muhtarın eşi ve bu geceye özel Öğretmen Hanım sağlıyordu. Hasan, Ayşe öğretmenin erkeklerin yanına sıkça uğramasını kendine yapılmış bir ilgi olarak yorumluyordu. Yaşlıca bir köylü bağlamasıyla gelmişti, uzun süre çalıp söyledi. Hasan bu arada gördüğü çocuklara adlarını soruyordu. "Esin"i arıyordu. Hemen her baba oğlunu yanında getiriyor, ilçeden gelmiş öğretmene tanıtıyordu. Yalnız isimlerini söylemekle değildi tabi bu tanıtma işlemi. Meziyetleri, aklı, derslerinde ne kadar başarılı oldukları hep övülüyordu. Ortam iyiydi ama saatler ilerlediği halde Hasan Esin’le tanışamamıştı.
      Önce sazını çalıp türkülerini söyleyen yaşlı adam sustu. Sonra gizli bir işaret verilmiş gibi yavaşça kalabalık dağılmaya başladı. Bir saat sonra evde yabancı sayılabilecek kimse kalmamıştı. Muhtar en son komşusunu da yolcu ettikten sonra oturdukları geniş odaya döndü. Biraz sıkıntılı gibiydi, duvar dibindeki alçak sedire Memur Hasanın yanına oturdu. Genç polisin mesleki duyguları kabarmış gibiydi. Ortada bir olağanüstü durum olduğunu sezinliyordu. Dakikalarca süren sessizlikten sonra muhtar dayanamayıp anlatmaya başladı. Muhtarın anlattıklarını duyunca genç memur kendinle gurur duydu.
      “Bize niye yalan söyledin evlat" dedi. Hasan Tırpan, bir şeyler olduğunu sezmişti ama deşifre olacağı aklına gelmemişti. "Polis olduğunu bizden neden gizledin" dedi yaşlı adam sözüne devam ederek. Genç polis nerede hata yapmıştı onu düşünüyordu. Öğretmen olduğuna Ayşe hoca hanımı bile inandırmıştı. Hala ne diyeceğini düşünüyordu. Aklına gelen ilk fikir her şeyi olduğu gibi anlatmaktı. Yine de bir kaç dakika daha susmayı tercih etti. Ne ima edilmeye çalışıldığını anlamalı olay ortaya çıkmalıydı.
      “Gelenlerden biri benim yeğendi. Bana “seni hükümet binasında üniformayla gördüğünü" söyledi. Hasan Tırpan, inkara gitmediğinin iyi olduğunu düşünüyordu. Her gün yüzlerce kişinin girip çıktığı bir yerde görev yapıyordu. Bir kaç saniye sonra bütün her şeyi olduğu gibi anlatmaya karar verdi. Nede olsa bu saatten sonra yalanı yalanla savunmanın anlamı yoktu
      “Ben sizin köyde ki "Esin" adındaki bir kız çocuğunu korumak için geldim" dedi. Muhtar öylece yüzüne bakmaya devam ediyordu. İnanmamıştı.
      “Oğul kusura bakma ama gene yalan söylüyorsun" dedi. Hasan şaşırmıştı.
      “Na... nasıl olur" diye kekeledi. “21 Mart 20... tarihinde İlçe devlet hastanesinde doğan Esin Hatice Dayıoğlu bu köy de oturmuyor mu?" Muhtar belli belirsiz gülümsedi.
      “Hah şimdi oldu. Anlat bakalım derdin neymiş" Hasan, muhtarın yüzündeki o bir anlık gülümsemeyi yakalamıştı hala umut vardı ve yavaş yavaş işlerin yoluna girdiğini düşündü.
      “Bu anlatacaklarım herkesin bilmemesi gereken şeyler" diyerek anlatmaya başladı. Genç memur anlattıkça muhtar şaşkınlıkla bakıyordu karşısındaki gencin yüzüne. Çünkü kendisinin de anlatacakları vardı. Yalnız bir ara odanın kapısına doğru seslendi.
      “Muazzez... Kız Muazzez" Muhtarın yaşlı ve zayıf karısı kapıda belirdi.
      “Hele bize Dayıların Ali'sini çağır" dedi. Kadın uykulu gözlerle odanın karşı duvarında duran küçük büfeye büfenin üzerindeki saate baktı
      “Bu saatte... He mi?" Odadaki üç çift göz masa saatine takılmıştı. Saat neredeyse gece yarısı olacaktı.
      “Hemen şimdi." dedi. Kadın söylenerek odadan çıktı. Birazdan dış kapının çarpma sesi duyuldu.

      Bu gece çalan üçüncü telefondu. Kendinden başka kimse bakmasın diye telefonun yanına oturmuştu. Arayanlar gene hanımının yada kayınvalidesinin geveze arkadaşları olabilirlerdi az önce kapattığı telefon gibi. Ahizeyi kaldırıp karşıdaki kişinin sesini alınca gözlerinin içi gülümsemeye başlamıştı. Beklediği telefondu. Karşısında oturup elindeki tığ işleriyle uğraşan yaşlı kadın söylemeden duramadı
      “Damat gözün aydın"  Sağol, demedi. Bakışlarının keskinliği kadının kendini tekrar işine vermesine neden olmuştu. Elindeki gazeteyi katladı, telefonun yanına koydu. Paltosunu alıp dışarı koridora çıktı.
      Paltosunu giyerken dışarıya yeni döşettirdiği aydınlatma tesisinin düğmesini açtı. Bahçe süslü direklerin ışığıyla aydınlanmıştı. Hanımı ve kayınvalidesi koridorun bir ucunda bekliyorlardı. Cesaret edip soramadıkları sözü kinayi bir şekilde Lütfü Bey söyledi.
      “Ben işe çıkıyorum, biliyorsunuz işin saati, dakikası olmaz. Son cümle gözlerinin içine bakarak söylediği kayınvalidesine aitti. Hızlı adımlarla ama korktuğunu belli etmemeye çalışsa da bahçeyi ikiye bölüp sokak kapısına varan beton yolu geçti. Arabasına varıp kontağı açınca derin bir "Ohh" çekti. Farlarını açınca kafasını çevirip bahçeye baktı. Bahçe ışıklarını sönmüştü. Hoşuna gitti, sonunda o meş'um kayınvalidesine tasarruf etmeyi öğretmişti.
      Doğan Cephane sokağa vardığında vakit gece yarısına yaklaşıyordu. İkinci katın ışığı yanıyordu. Dikkatle bakınca o görmeye alıştığı ışıklar yine dalgalanıyorlardı. Yükselip alçalan mor, mavi ışıklar sımsıkı kapalı perdelere salonda yanan ışığa rağmen yansıyorlardı. Eve, on beş gün kadar önce girdiği yöntemle girmeyi düşündü, vazgeçti. Geçen sefer yakalandığında hırsız muamelesi görmemişti ama bu defa görebilirdi. Arabasından inip zili çalıncaya kadar devam eden ışıklar kesilmişti. Salonun sokağa bakan penceresi açıldı. Genç kızın yüzünü dolunayın ışığında görünce bir kere daha aşık olmuştu. Balkonda durup kendisine gülümseyen Yüksel değildi. Necla'nın kendisiydi, neredeyse
      “Kapıyı açar mısın Necla" diyecekti ki kendini toparladı. Kapıda, görmeyeli çok az bir süre geçtiği halde genç kızı özlediğini anlamıştı. Yine iş ile aşkı birbirine karıştırmaya başladığını düşündü. Hasretle öpüştüler. Bir kaç saat önce boynuna sarılan kız şimdi kendisini çılgınlar gibi öpüyordu. İşletme de duyduğu cümlenin aynısını duymuştu tekrar.
      “Seni çok merak ettim sevgilim" demişti. Bu kız onun için endişeleniyordu. Yoksa kendisinin bilmediği bir şeyler mi?  olacaktı.
      “Benim için endişelenmeni gerektirecek bir durum mu var?" dedi. Genç kızın yüzündeki kas oynamalarından hiç birini kaçırmak istemiyormuş gibi bakıyordu yüzüne.
“Yo" dedi sesine ilgisiz bir ton vermeye çalışarak.  "Öylesine söyledim" dedi. Bir yalanı gizlemek istermiş yada onun bir şey söylemesine fırsat vermemiş olmak için Doğanın dudaklarına tekrar yapışmıştı. Dakikalar geçmişti ama ikisi hala ayaktaydılar. Salona geçmek akıllarına neden sonra gelmişti. Salondaki üçlü koltuğa yan yana oturdular. Doğan başıyla salonun karşı duvarında duran müzik setini gösterdi.
      “Yine o aletle oynuyordun değil mi?" dedi. Yüksel bir anda çaresiz kaldığını hissetti. Doğan, yükselin dudaklarına küçük bir öpücük daha kondurdu. İyi yerden yakalamıştı
      “Hadi" dedi gülümseyerek “Bir şey söylememe engel olmak için beni öpmeyecek misin?" Genç kızın yüzü bir anda kızardı.
      “Ne demek istiyorsun" demişti ki sokaktan gelen ısrarlı korna sesi kendisini kurtarmıştı.
      “Komiser bey geldi" dedi. Israrla çalan korna sesini o zaman fark etmişti. Pencereden birlikte aşağı baktılar. Aşağıda kendi arabasının yanında bir Land Rover vardı. Sürücü koltuğunda oturan Komiser Ali kafasını dışarı çıkarmış Doğana sesleniyordu.
      -Birlikte bir dağ köyüne gidecektik de" dedi. Genç kız kendisine bir kere daha sarıldı.
      “Bu saatte mi? Gitme" dedi. Delikanlıya sımsıkı sarıldı, Doğan, genç kızın göğüslerinin diriliğini hissetti, ürperdi.  Düşündüklerinden bir an utandı ama bir şeyden iyice emindi, bu kız kendisini seviyordu. “Gitmemiz gerekiyor" dedi. Genç kızda ısrarlıydı, Doğan’ı, kulağının hemen altından öperken kulağına gitmemesini fısıldıyordu.
      “Lütfen bırak gideyim. Beni böyle öpmeye devam edersen her şeyi unutup sonsuza kadar burada kalacağım" dedi. Kendini sımsıkı saran kollar aşağıdan duyulan korna sesiyle çözüldü. Kapıda bir kere daha uyardı genç kız kendisini
      “Yalvarırım kendinize dikkat edin, gördüklerinize aldanmayın. Sakın korkmayın gördüklerinizden, korkunuz ve hırsınız O’nu besler" dedi. Doğan’ın aklı dışarıda kendisini bekleyen araçtaydı. Gecikmenin nedenini nasıl açıklayacağını düşünüyordu, genç kızın söylediklerini anlamamıştı.
      “Köyde kalan bir polis memurunu var, onu alıp geleceğiz" dedi. Ve genç kızın kendisini bir kere daha öpmesine fırsat bırakmadan dışarı çıktı. Birden dönüp genç kıza
     “Bu arada unuttuğumu sanma, sen bana hala o oyuncağın ne olduğunu söylemedin" dedi. Böyle ani soruların kişiyi şaşırtıp yalan söylemesine zaman bırakmadan kafasının içindekileri söyleyeceğini biliyordu. Yüksel hiç bir duraksama göstermeden sorusunu yanıtlamıştı.
      “Sana söz veriyorum geri gelince her şeyi anlatacağım" dedi. Land Rover gerisini geriye sokağa sağlı sollu park etmiş araçların arasından çıkarken Doğanın gözü ikinci katın balkonundaydı.

      Evin sahibesi kadın ayrıldıktan onbeş dakika sonra dış kapının sesi ancak duyuldu. O dakikaya kadar köy odasının incelenmemiş kenarı köşesi kalmamıştı delikanlı tarafından. İçeriye zayıf, kuru bir beden girdi. Hasan Tırpan, adamın şahsında tanıdığı tüm Muradiye köylülerini aklına getirdi. Yoksul bir köydü Muradiye, daha önce görev yaptığı Bitlis'in köylerinde farklı değildi. Yoksul bir köyden de şişman, tok bedenler beklemek gereksizdi. Arada tek tük varsa bile onlar sağlıklı şişmanlık değildi. Hamur işi yemeklerinin ağır bastığı bir mutfağın eserleri olmalıydılar. Adam, kasketi elinde içeri girdi. Haline bakılırsa Öğretmenim diye gelen konuğun polis olduğunu oda öğrenmişti.
     “Gel hemşerim" diye içeri çağırdı. Adamın yardımına gerçekten ihtiyacı vardı. Bir dakikalık işi ve gücü ile ilgili yumuşama konuşmasından sonra konuya girdi. “Esin senin kızın değil mi?" deyince  "Hatice Esin" diye düzeltti köylü. "Esin ebe hanımın taktığı bir isim" dedi.
      “Kızının ne zaman doğduğunu hatırlıyon mu?" soru bu defa muhtardan gelmişti. Adam süklüm püklüm yanıt verdi.
      “Ne bileyim a muhtar. O soruları benim Köroğluna sor sen" dedi. O dakika kapı aralandı İçerde oturan köylüden az toplu bir kadın içeri girdi, şalvarının arkasına saklanmaya çalışan bir çocukla birlikte. Genç memur bir an gördü küçük bedeni. Kadın içeri girer girmez Polis memuruna fırsat bırakmadan sorusunu sordu
      “A polis ağabey" sesinde titreme vardı. “Ta şeherler den gelip benim kızımı soruyon. Ne'tçen benim kızın doğumunu sen" dedi. "Eee Hasan Tırpan yanıtla bakalım" dedi kendi kendine genç polis. Durumu açıklamalıydı ama nasıl...

      Doğan ana caddeye çıktıklarında ancak şimdiki zamana dönmüştü. O zaman aracı kullananın bir başkası olduğunu anlamıştı. Hızla sokak lambalarının altından geçerlerken üçüncü kişinin kim olduğunu anlamaya çalışıyordu. Allahtan komiseri kendisini fazla üzmedi.
     “Teğmen Murat Aslantepe" dediğinde tanımıştı kendilerini ve Amerikalı dostlarını kalabalığın elinden kurtaran adamı. "Arkadaş kusura bakma" dedi.” Daha bir önce ki iyiliğinin teşekkürünü anca edebiliyorum." Sesinde gizli bir utangaçlık var gibiydi. Teğmen bir an başını çevirip arkada oturan Doğana gülümsedi.
      “Öyküyü Komiserim bana anlattı. Size hak veriyorum" dedi. Komiser araya girdi.
      “Kaymakama çıktım. Olayı fazla büyülttüğümüzü söyledi bir araç vermedi. Benim külüstürde Memur Hasan 'da Son çare Alay komutanına çıktım. Sağ olsun kendisi en iyi sürücülerinden biriyle birlikte yepyeni bir araç verdi" dedi. Bir yandan da yanında oturan Teğmeni gösteriyordu gülümseyerek

      Hasan Tırpan bu konuyu annelere kadar düşüremezdi. Kadına sert bir yanıt vermeye hazırlanıyordu ki kadının kocası Hasan Tırpan gerek bırakmadı.
      “Sizlerin aklı ermez. Önemli bir şey olmasa koskoca devlet memurunu buralara kadar gönderir mi?" dedi. Genç polis içinden bir "ohh" çekti. Kadın, az önceki çıkışından dolayı utanmıştı.
      “Şey... "dedi yutkunarak. "Hatice bende iken kız kardeşimlere gitmiştik. Sancım tuttuydu da, hastaneye zor yetiştirmişlerdi" diyebildi. Hasan gene sordu.
      “Ne zaman." Kadın eni konu terlemeye başlamıştı.
      “Galiba bu günlerdi. Ağaçların çiçeklerini açma vakti olmalı" dedi. Muhtar durumu ele almıştı.
      “Tamam tamam" dedi. Kadın dışarı çıktı, eteklerine yapışan çocukta. O kadar istediği halde Hasan Tırpan çocuğu görememişti.
      Kadın dışarı çıkar çıkmaz konuşmalar duyuldu. Sanki sınavdan çıkmış öğrenci arkadaşlarıyla sorular hakkında konuşuyor, tartışıyordu. Arada küçük bir çocuğun sesi de duyuluyordu. Polis memuru artık tanıdığı dış kapının sesini duydu önce. Ardından bulundukları odanın kapısı açıldı. Ev sahibesi kapıda göründü.

      “Muhtar gelsene biraz." Karısının çağırma tarzı muhtarın hoşuna gitmese de az önce gelenin kim olduğunu merak ediyor olmalıydı ki hanımı daha kapıda kaybolur kaybolmaz genç adama “Müsaadenizle" deyip çıktı. Polis memuru Hasan, odada yalnız kalınca dışarıdan gelen hayvan seslerinin farkına vardı. Bir düğmeye basılmış gibi köyün bütün hayvanları bağrışmaya başlamışlardı. Bir an deprem olduğunu düşündü ama odanın ortasında çatıdan sallanan yüz mumluk sarı ampul kıpırdamıyordu bile.
      Onbeş dakikadan fazla olmuştu Polis memuru odada yalnız kalalı. Dışarıdan gelen hayvan sesleri azalmıştı. Önce kümes hayvanlarının sesleri azalmıştı sonra koyunların melemeleri ve ineklerin  "Mooo" sesleri.  Yalnızca köpeklerin havlamaları sürüyordu. Birde uzaklardan geldiği anlaşılan ulumalar vardı. Genç adam saatine bir kere daha baktı. "Köye ya kurt yada tilki falan gelmiştir" diye düşünüyordu. Yine de içindeki merak öğrenmedikten sonra dinmeyecekti. Yerinden yavaşça doğruldu. Ne kadar özenli adım atmaya kalksa da oda zemininin ahşap tabanı kendini ele veriyordu. Kapıyı açtığında evin hanımı karşısındaydı.
      “Ayakyoluna gidecektim de" dedi. Muhtardan daha yaşlı gözüken kadının zayıf yüzünde bir gülümseme belirmişti. Bu gülümseme çok sürmedi. Yine aynı ciddi yüz ifadesiyle dış kapıyı gösterdi.
     “Bahçede." Hasan bahçeye çıkar çıkmaz tuvalete ne kadar ihtiyacı olduğunu anlamıştı. Saatlerdir çıkmıyordu. Kapının önünde çevresine bakındı, bahçe aydınlıktı. Kafasını kaldırıp bakınca dolunayın bir an bulutların arasından çıktığını gördü. Cebindeki telefonu çıkardı. Bir defa daha aramayı düşünüyordu merkezi. Maalesef yanıt gene olumsuzdu. Elinde tutup kulağına dayadığı aletin bir cep telefonu olduğunu belirtecek küçük bir işaret bile yoktu.
      Etrafına bakınınca bahçenin bir ucundaki barakayı fark etti. Hızlı adımlarla tuvalet olduğunu zannettiği barakaya yürümeye başladı. Az önce duyduğu ulumaları ve havlamaları daha yakından duyunca ister istemez ürperdi. Bir an önce işini görüp odaya dönmeyi düşünüyordu.

         Altlarındaki araç yeniydi ve askeriyenin diğer araçlarına göre bir hayli konforluydu. Yine de asfalttan Şoseye geçtiklerini üçü de anlamıştı. Az önce geçtikleri levhada "Kullar" yazıyordu. Komiser aracı kullanan Teğmene sordu.
      “Daha çok var mı?" Teğmen kısa bir süre yanında oturan Rüzgar Ali'ye bakıp gülümsedi. “Çoğu gitti, azı kaldı" dedi. Yolun sol tarafında bir kilometre kadar ilerilerinde bir grup ışık daha vardı. Murat Teğmen eliyle ileri ve yukarıdaki ışıkları gösterip
      “Orası Palaköy. Sonra tırmandığımız eğim iyice artacak. Kasaplar ve Muradiye, son durak." Doğan başını cama yasladı, yukarıları görmeye çalıştı. Başparmak dağı bir duvar gibi yükseliyordu. Karanlık kayalar, kayaların arasında kara gölgeler gibi serpiştirilmiş ağaçlar çalılar görünüyordu zaman zaman bulutların arasından çıkan mehtabın ışığında.

Otomobil kordon boyunda gezer gibi ağır ağır yol alıyordu. Sitenin içinden çıkasıya kadar aracının bütün ışıklarını yakmıştı. Koca sitede kendisinde başka çalışan araç gürültüsü duyulmuyordu. Siteden ana yola çıktı, biraz daha rahatlamıştı. Son başına gelen olaylardan sonra Lütfü Yurttaş tenha yerlerden iyice tedirgin oluyordu. Ana yolda gelip giden sayısız araç vardı, her zaman kızıp söylendiği trafiğin yoğunluğu hoşuna gitmişti.
      Bir kaç saniye içerisinde kendine güvenini tekrar kazandı. Altında bilmem kaç yüz beygirlik motoru olan araba vardı. Üçüncü, dördüncü, beşinci vites derken İlçenin içinden geçen çayın üzerine kurulmuş ilk köprüye gelmişti. Artık iyice rahattı, çünkü sağda solda dolaşan insanlar vardı. Daha da iyisi iki dakika sonra gazetesinin yazıhanesine varacaktı. Oğlu, küçük ortak Kamil ve bekledikleri konuk orada olacaktı. "Saygıda kusur etmeseler adamı gerektiği gibi ağırlasalar bari" diye düşündü. Eli arabasının konsoluna gitti. Parmağı teybin düğmesine basar basmaz ekolazerin renkli ışıkları yanıp sönmeye başladı. Arabanın içinde davul zurna eşliğinde çalan bir zeybek türküsü duyulmaya başladı.

       Ayşe öğretmen duyduklarına inanamıyordu. Konukları kendini öğretmen olarak tanıtmıştı. Üstelik zeki öğrencileri için bu dağ başına gelen idealist adamı sevimli bulmuştu. Gözleri ister istemez parmaklarına kaymıştı, her iki elinin parmaklarının boş olması hoşuna gitmişti. Bir yakınlık en azından bir ilgi gördüğünü düşünürken Muhtarın hanımı, konuklarının öğretmen değil de bir polis memuru olduğunu söylemişti. Haydi bunu da kabul edebilirdi. Ama deminden beri duyduklarına nasıl inanacağını bilemiyordu.
      Beğendiği, "tam aradığım erkek" dediği memur kaybolan çocuklardan, sapıklardan, İlçede dolaşan hayaletlerden, cadılardan söz ediyordu. Evet, bunları daha öncede duymuştu ama bu köyde duymuştu. Bu cahil ve çabucak etkilenen insanlar arasında duymuştu. Bütün bunları özellikle Küçük Esinin son kurban olarak seçilmesini aklı almıyordu. O bu düşüncelere dalmadan önce genç memur
      “Lütfen beni dinleyin ve o minik yavruyu yanınıza alın, birlikte güvenli bir yere gidin" demişti. "Güvenli bir yer" Dağ başındaki köyde güvenli bir yer.
      Onlar böyle konuşurlarken içeri köyün muhtarı ve Esinin babası girdi. Muhtarın “Siz isterseniz hanımların yanına gidin. Esin orada uyuyor" demesi genç öğretmenin zoruna gitmişti. Kendisini odadan atıyorlardı. İstese de istemese de dışarı çıktı. Hoca hanımın dışarı çıkmasıyla muhtar polis memurunun bir şey sormasına gerek kalmadan anlatmaya başladı.
      “Dışarıda komşunun köpeği kaybolmuş" dedi. Memur Hasanın yüzünde her hangi bir duygu ifadesi yoktu. Yalnızca Muhtar Alinin anlattıklarını dinliyordu. "Güzel bir köpekti. Güçlüydü, iri yarıydı. Az önceki bağrışmalar o nedenleydi." Muhtar Polisten yardım bekliyor gibiydi. Konuyu biraz daha açma gereği duymuş olmalıydı ki gerilere gitti.
      “Geçen eylül ayından beri neredeyse her ay bir köpeğimiz ölüyor, öldürülüyor. Kimin neden yaptığını bilmiyoruz ama sabah olunca hayvanın yanmış etlerini kemiklerini buluyoruz. O gece ve ertesi gün araştırıyoruz ama ne bir işaret ne de bir iz, hiç bir şey bulamıyoruz. Olayın geçtiği gece bütün hayvanlar senin az önce duyduğun gibi bağrışıyorlar. Uzaklardan baykuş sesleri, çakal, kurt ulumaları geliyor. Sonuç olarak bizler hiç bir şey yapamıyoruz." dedi. Sözleri bitince doğruldu; Şimdi de o işi yapanı aramaya gidiyoruz." deyince Hasan yerinden kalktı.
        “İzin varsa ben de geleyim dedi. Muhtar hiç itiraz etmedi. Yalnızca "Siz bilirsiniz" demekle yetindi. Kapının önüne çıktığında omuzlarında çifteler asılı beş altı kişi gördü. Hazırlıklar tamammış sadece köyde bir polisin olduğundan tedirginlermiş havası vardı. Onlar bahçede ne yapacaklarını, nasıl yapacaklarını konuşurlarken kapıda Öğretmen hanım belirdi. Polis memuruna
      “Hasan Bey, siz gerçekten delirmiş olmalısınız, hangi mantıkla bu adamlara uyuyorsunuz" dedi. Hasan, öğretmene yaklaştı, heyecanla alıp verdiği soluğu duyacak kadar yakınındaydı.
      “Her şeyin mantıklı bir açıklaması olduğuna inanıyorum ve ben şimdi bu açıklamayı öğrenmeye gidiyorum." Genç kızın yüzüne gülümsedi. Bu adamların bir çılgınlık yapmasını önleyecek biri gerekir değil mi?" dedi. Gözlüklerin üzerine oturduğu o kibar burnu öpmemek için kendini zor tuttu. Camların altındaki göz bebeklerinde kendisi için duyulan bir endişe okumuştu. O an dönünce bu kıza "evlenme teklif etmeye" karar vermişti.
      Erkekler dışarı çıkınca muhtarın evi kadınların toplandığı bir karargah gibi olmuştu. Ayşe öğretmen odaya girdi, köşede yatan Esin’in yanına oturdu. Küçük kızın yüzüne dökülen saçlarını eliyle kulağının arkasına topladı. Çocuğun, hafif yuvarlak, sevimli bir yüzü vardı. Onun r’leri söyleyemediği konuşmasını anımsadı. Gerçek olabilir miydi? Nasıl olurdu da bu yaşlarda beş kız çocuğu kaybolurdu. Kim ne isteyebilirdi bu küçücük bedenden. Duyduğu ses Onu daldığı düşüncelerden çıkardı.
“Ne düşünüyon hocaanım" sesin geldiği yöne bakınca kendi akranı sayılabilecek kadını gördü.   
"Öylesine Emine" dedi. Başkaları konuk üzerinde düşündüğünü zannetmiş olmalıydılar ki konuyu deşelemek için,
“Eee Hocaanımın evlenme çağı geldi de geçiyor" 
"Eh poliste yakışıklı adam Allah için." Genç öğretmenin yüzü kızardı. Çevresi ikisini birbirlerine yakıştırıyordu anlaşılan.

      Ay tekrar bulutların arkasına girmişti. Beş altı kişilik gurup köyün taşlı yollarında ilerliyordu. Muhtar, yanında yürüdüğü Polis memuruna dönerek.
      “Hasan bey oğlum sana bir hikaye anlatsam dinler misin dedi. Kalabalık gürültülü bir şekilde yürümeye devam ediyordu. Bazen bir yada iki kişi guruptan ayrılıyor bir ağacın altına yada bir duvarın arkasına bakıp geliyordu. Ama muhtardan başka konuşan yoktu. Hasan Tırpan, bir gece önceki monoton yaşantısını düşündü. Kendisini uzun süre idare edecek heyecan duygusu yaşıyordu şimdi. Yaşadığı her anı belleğine kazımak düşüncesindeydi.
      “Dinliyorum" dedi neden sonra.
      “Bu köyde İstiklal Harbinden önce Rumlar yaşarmış. Lozan anlaşması ile Yunanistan’a göçtükten sonra buraları Hükümet bizlere vermiş. Ben dedemden duymuştum, O’da köyde yaşayan Rumlardan duymuş. Uzun çok uzun yıllar önce buralarda bir keşiş yaşamış. Gökten düşen kutsal bir kalkandan söz edermiş. O keşişe göre kalkanın sahibi bir gün uykusundan uyanacak kötülüklerin İlahesi ile birleşecekmiş. Bu nedenle köyün eski sahipleri her sene mart ayında bir Domuz yada bir köpek kurban ederlermiş bu İlahe’ye. Üstelikte yakarlarmış bu kurbanı daha sonra. Bütün bunları giden Rum köylülerinden biri dedemlere söylemişmiş. 'Her sene martın yirmi birinde kurbanınızı verin' demiş. Ama bizimkiler böyle kafir işi şeylere pabuç bırakmamışlar tabii."
      Polis memuru tüm dikkatini vermiş Muhtarı dinliyordu. Neden sonra gurubun çok gerisinde kaldıklarını anladılar. Hasan Tırpan’ın kafası iyice karışmıştı. Çocukça bir düşünce olduğunu bildiği halde birden bunların bir rüya, bir karabasan olabileceği aklına geldi. Hayır, bu serin gece, bu sesler, bu ulumalar rüya olamazdı. Birden önlerinde yürüyen guruptan bağırışlar gelmeye başladı "İşte gerçek" diye düşündü.
      Bağrışmalarla birlikte havadaki yanık kokusunu da fark etmişti. Kötü hatta iğrenç bir kokuydu. Kalabalığın toplaştığı eski ev kalıntısına yaklaştıkça koku yoğunlaştı. Muhtar Ali kendi kendine konuşur gibi
     “Vay iblisin dölü, ne zaman geldi de ne zaman yaktı" dedi. Duvarın hemen arkasında toprak tepsi içinde etler, kemikler, post kalıntıları vardı. Kalabalıktan biri elindeki sopa ile yanıkları karıştırıyordu. Muhtar acı bir şekilde gülümseyerek polis memurunun kulağına eğildi.
      “Kendi köpeği olup olmadığını anlamaya çalışıyor" dedi. Polis havayı kokladı.
      “Böyle bir hayvan kendiliğinden yanmaz değil mi?  Hava da benzin, tiner kokusu da yok" dedi. Muhtar tam yanıt vermeye hazırlanıyordu ki geldikleri yönden acı bir çığlık sesi duydular. Daha ne olduğunu anlamamışlardı ki ikinci ve daha güçlü çığlık duyuldu. Peşinden bağırışlar çığırışlar geliyordu
    Şaşkınlığı üzerinden atıp geldikleri yöne doğru ilk koşmaya başlayan Hasan Tırpan olmuştu. Nede olsa resmi görevliydi o. İlk çığlık daha çok kahkahayı andırıyordu. Polisin aklına küçük Esin gelmişti. İkincisi ise öğretmen hanımdan gelmiş olmalıydı. Polis memuru elini koltuk altına attı, silahını çıkardı. Nefes nefese kalmıştı ama koşması gerektiğini biliyordu. Bir ara arkasına baktı, köyün gençlerinden bir ikisi hemen arkasındaydılar.
      Muhtarın evinin bahçe kapısına geldiğinde biraz durdu. Ardındaki gençlerde durmuştu. Duvarın dibine sindiler, içeriden ağlamalar geliyordu. Arkasındakilerden duyduğu soluk alış verişini kesmelerini işaret etti. Çevrede köpek ulumalarından başka bir ses yoktu, birde içeriden gelen boğuk ağlama sesleri. Dış kapıyı açıp içeri girdiğinde kadınları mutfağın köşesinde büzülmüş buldular. Görevi aklına geldi. Kadınlara

      “Esin nerede" dedi. Yüzüne korku ile bakmaya devam ettiklerini görünce anlamadıklarını düşündü. "Küçük kız, Hatice Esin nerede" dedi. Muhtarın hanımı kadınların birbirine sarılıp oluşturduğu yumaktan ayrıldı. İlk şoku atlatmış olmalıydı. İç odanın kapısını açtı, Ayşe öğretmen çocuğun üzerine kapanmış öylece duruyordu. Hasan Tırpan’ı görünce çocuğu kucakladığı gibi kapı ağzında dikilen adama koştu. Hem sarılıyor hem ağlıyordu.
      “Öyle iğrenç bir yüzü vardı ki" diye sayıklıyordu. "Kanlı dişleri ile bize bakıp gülüyordu." dedi. Dışarıdan taa aşağıda köyün altında duydukları tiz sesli kahkaha bir kez daha duyuldu. Dışarıda aniden patlamış fırtına vardı. Odanın dağ yamacına bakan küçük penceresi şiddetle açıldı. Ayşe öğretmenin sayıkladığı yüz karşılarındaydı. Ağzı kapkara bir kuyu gibi açılmıştı, kan içindeki dişlerinin tamamını gösterecek bir şekilde gülüyordu. Bir gölge bir hayalet gibi içeri süzülmeye hazırlanıyorken bir silah patladı. Kendilerine yetişmiş olan guruptan biri çiftesini ateşlemişti.
      Penceredeki gölge bir an şaşırdı. Hasan Tırpan çiftenin peşinden elindeki tabancayı ateşledi, ama pencerede kimse yoktu. Evin arkasında o uğursuz kahkaha duyuluyordu. Polis memuru kendisine sarılan iki bedeni içeride donmuş gibi duran Muhtarın karısına verdi. Ok gibi dışarı fırladı, az önce silahını ateşleyen köylüde peşindeydi.
      Evin arkasına dolandıklarında kaçan bir gölge görmüşlerdi sadece. Gölge bir saniye durmuş peşinden kovalayanların yaklaşmasını beklemişti.
      “HEKATE"yi öldüremezsiniz" dedikten sonra Başparmak dağlarına doğru koşmaya başlamıştı. Attığı kahkahalar dağlarda karanlık kayalıklarda yankılanıyordu. Hasan, gölgenin ardından koşmaya devam ediyordu. Birden önünde koşup duran gölge kaybolmuştu. Genç adam durdu, çevresine bakındı. Az önce uluyan kurtlar öten baykuşlar da duyulmaz olmuştu. İleride ağacın dibinde ağlayan biri vardı yalnızca. Genç adam afallamıştı, usulcacık yanına yaklaştı. Bulutların arasında çıkan dolunayın ışığında gölgeyi tanıdı.
      “Anam.. .Anacığım" Gölge adamın çok iyi tanıdığı bir sesle yanıt verdi
      “Gel benim minik kuzum. Gel benim kınalı kuzum" dedi. Polis memuru büyülenmiş gibi gölgeye yaklaşıyordu. Hemen karşısında durunca dökülmüş, kelleşmiş kafa derisini gördü. Yüzünün etleri çürümeye başlamıştı.
      “Anne ne yaptılar sana" dedi. Ses daha içten daha sevecen bir havaya bürünerek
      “Gel benim kuzucuğum annen seni kucaklasın" dedi. Tabancayı tutan eli düştü, bir adım attı. Ardından bir adım daha attı ve bir adım daha.  Birden arkasında duyduğu sesle irkildi kendine geldi.
      “Hasan kendine gel, O senin annen değil. Senin annen bir yıl önce öldü" Delikanlı o an geri döndü. Yirmi metre kadar gerisinde komiseri kendisine sesleniyordu. Komiserini tanımıştı ama ona
     “Yalan söylüyorsun O benim annem" diye bağırdı. Yüzünü tekrar annesine çevirdi. Yaşlı kadının gülümsemesi dudaklarında dondu. Önce o dudaklar sonra yüzünün diğer etleri çürüdü. Yüzünün iskeleti kaldı. İskeletin dişleri bir an kıpkırmızı kanla doldu, bir yılan ıslığı duyuldu. Islığın peşinden iğrenç kahkaha geldi.
      “Ölülerin Tanrıçası Hekate, istediğine tekrar can verir ve istediğini tekrar öldürür” dedi. Yerinden doğruldu, aptal gibi karşısında hareketsiz bir şekilde duran adama doğru yürümeye başladı. Komiser Rüzgar Ali ve yanındakiler genç memuru uyandırabilmek için olanca güçleriyle bağırıyorlardı. Birden Doğan ileri çıktı. Yaratık neredeyse kucaklamak üzereyken genç polisi çekti aldı.
      Gölge, avını kaçıran vahşi hayvan gibi bir çığlık daha attı, gözleri ateş gibi yanıyordu. Doğan, hızla polis memurunun yanına koşarken önce yavaşlamış sonrada olduğu yerde çakılıp kalmıştı. Hekate bu kere Polis memurunu kurtarmak için atılan Doğan’ı etkisi altına almıştı. Ne komiser ne teğmen nede diğerleri bir şey yapamıyorlardı. Hekate, yavaşça kurbanlarına doğru yaklaşıyordu. Köylülerden biri yerden irice bir taş aldı. Karanlığa doğru fırlattı. Taş sanki bir duvara vurmuş gibi bir kaç metre ilerilerinde geri düştü
      İşte o an havanın titreştiğini hissettiler. Kurbanlarına doğru yürüyen hayalet veya yaratık her ne ise birden bire donup kalmıştı. Dizleri büküldü, kafasını acı ile sağa sola sallamaya başladı. Gölgenin çığlığını ama bu defa canı yanmış gibi çıkan çığlığını fark eden Komiser İleri atıldı Peşinden de Teğmen. Her ikisi de bir arkadaşı kucakladılar. Gölge ise bir anda kayboldu, ne olduğunu yada nereye gittiğini hiç kimse görememişti.

      İlçede vakit gece yarısını geçtiği halde uyumayanlar vardı. Eğer Doğan Denizci, Muradiye köyüne gitmeyip sevdiğinin evinin önünde beklemiş olsaydı o her zaman gördüğü mavi-mor ışıkların daha da çoğaldığını görmüş olacaktı. Eğer vakit gece yarısından sonra olmasaydı çevre sakinleri çalışmayan cep telefonlarından kaybolan televizyon kanallarından şikayet edeceklerdi. Kilometrelerce ötedeki köyde ortalık biraz olsun durulduğu zaman Cephane sokaktaki evin ışıkları sönmüştü. Televizyon kanalları normalleşmiş telefonlar eskisi gibi çalışmaya başlamıştı.

      Hasan ve Doğan kendilerine gelmişlerdi. Geçirdikleri şoku çabuk atlatmışlardı. Başında toplanan kalabalıktan biri aşağıyı dönüp gelen yolun bir alt bölümünü göstererek bağırmaya başladı.
      “İşte, hayalet orada." Bütün başlar o yana döndü. Az önce geçirdiği şoku atlatan Doğan ve Hasan da. Toprak yoldan aşağı doğru beyaz bir gölge uçuyordu. Sanki dolunay ondan yana davranıyormuş gibi bulutların arkasındaydı. Gölgenin üzerindeki beyaz elbiseler görünüyordu yalnızca. Bu da Ona havada uçuyormuş süsü veriyordu. Gölge bir ağacın arkasında kayboldu. Bir saniye sonra kaybolduğu yerden bir çift far ışığı aydınlattı geceyi. Peşinden de bindiği otomobilin motor gürültüsü geldi. Belli ki hayalet aşağıda köyün altında sakladığı araba ile kaçacaktı.
      Murat Teğmen çok atik davrandı. Kilometrelerce araç kullanan kendisi değildi sanki. Bir koşuda köy meydanında bıraktıkları Land Rovere vardı. Önde giden arabanın farının ışıkları daha kaybolmamıştı ki aracın güçlü motor gürültüsü ve ani kalkışından dolayı oluşan patinaj sesleri duyuldu.
      Kalabalık mutluydu. Nede olsa aylardır köylerine dadanan adamı kaçırtmışlardı. Az önce fırlayıp giden teğmeni beklemekten başka yapacakları bir şey yoktu. Kalabalık yukarı köye doğru çıkmaya başladı. Sapığa -yada canavara- karşı ilk defa başarı elde etmişlerdi. Sonuç alamasalar da tahminlerinin doğru olduğunu öğrenmişlerdi. Bu adam yahut adamlar kendilerine insanüstü, doğaüstü bir hava veriyorlardı. Komiser topallayarak yürüyen memurunun yanına geldi.
      “Bir şeyin yok ya Hasan" dedi. Genç memur halinden memnun gözüküyordu. Az sonra evde öğretmen hanımdan yaptığı kahramanlığı duyunca memurunla bir kere daha gurur duyacaktı.
      “Siz de nereden çıktınız amirim" dedi Hasan yeni aklına gelmiş gibi.
"Senden bir ses seda çıkmayınca merak ettik geldik." Bir an durdu. "İyi ki de gelmişiz, yoksa ölmüş annene kavuşacaktın" dedi. Gülmeye başladılar.
      “Sahi annen miydi?" Soru Doğandan gelmişti. Hasan Tırpan bir an dalgınlaştı.  "Annemdi. Yoksa o hayalet annemin beni kuzum, kınalı kuzum diye sevdiğini nereden bilecek ki..."
      Muhtarın evine vardıklarında Küçük Esin'i sağ salim buldular. Yalnızca biraz korkmuştu. Muhtar, hanımına daha içeri girmeden
      “Get ocağa bir çay koo" dedi. Köylerde uzun yıllar boyu unutulmayacak bir hikaye yaşamışlardı. Rahmetli dedesinin Rumlardan duyup kendilerine anlattığı hayaleti hep birlikte kaçırtmışlardı. Bu hikayenin göbeğinde de kendi evleri vardı. Esinin annesi, kapıda beliren Hasanın ellerine yapıştı. "Allah senden razı olsun" diyor hıçkırıklarla ağlıyordu. Genç memurun kapıda sendelediğini görünce Ayşe öğretmen koştu koluna girdi. İçeriye yatırdılar. Şimdi olan bitenin gözden geçirileceği zamandı.

     Başı hala ağrıyordu, nefes nefese arabaya bindi. Arabası hiç sorun çıkarmadan çalışmıştı. Nasıl olduğunu anlamıyordu ama beynine saplanan yakıcı ağrı yüzünden ilk defa başarılı olamamıştı. Bu dakikadan sonra bu köyde yapabileceği bir şey kalmamıştı. Kaçmaktan, diğer olasılığı denemekten başka çaresi yoktu. Ve acele etmezse bütün uğraştıkları boşuna olacaktı. Bu köyü nereden bilmişlerdi, bu çocuğu nereden tanıyorlardı bilmiyordu ama diğer olasılıkları da biliyor olmalıydılar. Bu nedenle daha rahat hareket edebileceği diğer talihliye gidecekti. Onlar, kaçırdığı çocukları belki birer kurban olduklarını düşünüyor olabilirlerdi ama kendisi onların yüzyıllardır uyuyan bir Tanrıçayı uyandıracak melekler olduğunu biliyordu. O beş minik meleğin yanına altıncısı gelmezse bütün uğraşıları boşuna olacağını da biliyordu. Törenin tamamlanmasıyla kendisinin de Tanrıçasının birinci adamı, eşi belki de Tanrı olacağını biliyordu.
      Önce arabasının ibresine baktı, sonra gözü alışkanlıkla aynaya gitti. İşte o zaman peşinden gelen farları gördü. Faniler, inatlaşmaya devam ediyorlardı. Gaz pedalına biraz daha yüklendi ama arkadaki araçta hızlanmış olmalıydı ki aradaki mesafe açılacağına gittikçe kapanıyordu. Birden aklına eski yol geldi, arkadan gelen her kimse eski yolu biliyor olamazdı. Gaz pedalının sonuna kadar yüklendi. Döndüğü ilk virajdan yolun aksi yönüne, sola yöneldi. Yol üzerinde duruş mesafesi kadar gittikten sonra aracını yolun dışına oradaki bir ağacın altına çekti. Motoru ve araçtaki tüm ışıkları kapattı, beklemeye başladı.
      Dört yada beş saniye sonra ana yoldan diğer araç hızla geçti. Arkasındaki aracın biraz uzaklaşmasını bekledi. Sonra arabasının motorunu çalıştırdı. Çoktan unutulmuş eski yola çıktı. Hiç bir ışığını açmadan, motora fazla yüklenmeden sessizce yol almaya başlamıştı. Yıllardır kullanılmayan bu toprak yolda yolu iki tarafında örten ağaçlardan dolayı kimse göremezdi. Yolu epey uzamıştı ama İlçeye güvenle varacaktı.
     
Uzaktan yaklaşan motor sesi kapının önünde sustu. İki dakika sonra Teğmen Murat içerdeydi. “Yakalayamadım namussuzu" dedi öfke dolu sesiyle. Bende son model Land-Rover onda eski Amerikan vardı ama yine de elimden kaçtı dedi. Komiser Rüzgar Ali ve Doğan birlikte sordular
      “Siyah Chevrolet mi?" Teğmen şaşırdı. “Nereden biliyorsunuz." dedi. Rüzgar Ali Doğan’a dönerek “İki Amerikalının İzmir'de olduğunu bilmesem Onlar diyeceğim ama..." Doğan güldü.  “Yoksa siz hala oralarda mısınız Komiserim" dedi. Aralarındaki söz düellosunu Muhtar böldü
      “Tam olarak nerede yitirdiniz bey oğlum" dedi. Teğmen dilinin döndüğü kadar önünde giden aracı nerede kaybettiğini anlattı.
      “O, eski yola girmiş olmalı" dedi muhtar. Ovaya yenisi yapılmadan önce yolun yamaçlardan gittiğini ileride Uzun Kavak köyünden sonra ana yola döndüğünü söyledi. Teğmenin gözleri parladı.  “O halde elimizden kaçırmış sayılmayız. Hemen gidelim" dedi. Komiser birden tühlendi
      “Uğur Tamsun’la Kenan Özgül'ü tamamen unuttuk" dedi. Polis memurunu köyde bıraktılar. Muhtara adamın geri gelmeyeceğini ama yine de ne olur ne olmaz diye delikanlıların uyanık kalıp memurlarına yardım etmeleri gerektiğini söylediler. Rüzgar Ali’nin arabası gene Hasan Tırpan’a kalmıştı. Komiser küçük çocuğun babasını çağırtarak ertesi günü İlçeye gelmesini söyledi. Sonra dönüp babanın yanında Memuru Hasan'a
      “Sen, Hoca Hanım, kızın annesi, babası ve küçük kız yarın İlçeye geliyorsunuz" dedi. Kısa bir vedalaşmadan sonra köyden ayrıldılar.

   Siyah araba, Başparmak dağının eteklerinde kıvrılarak giden eski yolda bir kere daha durdu. Sürücüsü dışarı çıktı, bulutların arasından çıkan dolunaya döndü. Ayın yüzeyinde yüce Hekate’nin büyüklüğünü görüyordu. Birden yere kapandı, yaptığı davranış bir özür müydü yoksa bir şükür mü?  Bunu kendisi de bilmiyordu. Sadece aylardan beri kendini yöneten benliğine sızmış olan varlığa dua ediyordu. O varlık, her kanı akıtılan, yakılan kurbanda biraz daha içine işlemişti. Kaçırıp efendisine teslim ettiği her çocukta, içerisinde büyümüştü, gelişmişti. Şimdi Doğum anı yaklaşıyordu. Yeniden doğum, yeniden var olma. Kimbilir, belki de o varlık bizzat kendisiydi. Şimdi bu gece yaşadığı o başarısızlığı tekrar yaşamamak için yakarıyordu secde ettiği yerde. Tam efendisi için o faninin canını, ruhunu alacak iken beynini kavuran o korkunç acıyı bir daha yaşatmaması için yakarıyordu yüce efendisine.
      Dakikalar sonra secdesinden doğruldu. İçinde tekrar o küçük çocukları teslim ettiği anda duyduğu hazzı duyuyordu. Yavaşça arabasına bindi, Bu meditasyon sonucunda kendini yenilenmiş, güçlenmiş hissediyordu. Sonuca ulaşmak için gücüne güç katacak yeni canlara yeni hırslara ihtiyacı vardı.

Lüks otomobil gene yol alıyordu. Lütfü Yurttaş, beklediği konuğuyla görüşmüştü ama istediği şekilde değil. Herifçioğlu öyle havalıydı ki. Gazetelerinin adı ülkenin en saygın Tv kanallarından birinde geçecekti. Hem de öyle üstün körü değil. O programı bizzat oğlu sunsun istemişti ama adam "Benim programımı ancak ben sunarım" demiş başka bir şey dememişti. İstediği ücretin çok altına inmelerine rağmen adamı ikna edememişlerdi. Sonuçta program yayınlanacaktı ama gazetelerinin adı geçmeyecekti. “Senin oğlanı bir star yapacağım demişti ama söylediği gibi olmayacağını biliyordu. Oğlu, yalnızca bir iki yerde gözükecekti, figüran gibi. Düşükte olsa bir kârları vardı bu işten ve büyük gazete olmak için bir basamağı daha tırmanıyorlardı.
      Bunları düşünürken sitelerine vardığını anlamamıştı. Evlerinin önüne vardığında evin bütün ışıklarını sönmüş buldu. Yatmışlardı. "Keşke oğlumla birlikte dönseydim" dedi ama oğlu onu en zayıf yerinden vurmuştu.
     “Kamil abiyle bandı hazırlayalım" demişti. Bu işin içinde Kamil Aksu’nun oğluna bulduğu son fıstık olduğunu biliyordu ama sesini çıkaramamıştı. Dakikalarca motoru istop etmemişti. Hani duyarda hanımı, kaynanası kalkar diye. Ama boşuna evin dış görünüşünde hiç bir değişiklik olmamıştı, çaresiz motoru kapattı. Farları da söndürünce ortalık zifiri karanlığa büründü, kendine kızdı bahçenin ışıkları gene yanmıyordu.
      Yolun öbür ucunda siyah bir gölge gördü. Farlarını bir daha açtı. Uzun huzmelerin aydınlattığı yol boyunca hiç bir varlık yoktu. Farlarını kapattı, yüz metre ileride kocaman bir Chevrolet duruyordu. O an, istemediği karısını ne kadar çok sevdiğini anlamıştı. Şimdi o bütün yaptıklarına karşı sevgi dolu olan kollarda olmak için servetinin yarısını vermeye hazırdı. Diğer yarısını da şu kilometrelerce uzunluktaymış gibi görünen bahçeyi geçmek için verebilirdi. Kararını verdi dışarı çıkmayacaktı.
      Kendisi dışarı çıkmayacaktı ama karanlıkta beliren o büyük siyah arabadaki gölge çıktı. Hem de bir ayağı takmaymış gibi sakin adımlarla yürüyerek yaklaşmaya başladı. Lütfü bey, can havliyle bütün kapıları kilitledi. Kontağı çevirdi, son model arabasının marşı basmıyordu. Bir daha denedi, bir daha... Bir daha...O anahtarı çevirdikçe gölge yaklaşıyordu. Taşa vuran metalin sesi beyninin içinde ötüyordu. Birden pencereden bakan o iğrenç yüzü gördü. Kalın otomobil camının ardında ki varlık ağzını açtı. Kanlı dişlerinin arasındaki kızıl et parçası oynadı.
      “Hekate, hırsla beslenir" dedi. Adam kalın cama rağmen gölgenin tiksindirici ağız kokusunu duyuyordu. Bunlar gördüğü son yüz, duyduğu son ses, hissettiği son koku oldu. Bu defa kazanan Hekate olmuştu.

     İlçeye varır varmaz yaptıkları ilk iş diğer iki polis memurunu kontrol etmek olmuştu. Gerek Başparmak dağından inerken gerek ovaya indiklerinde defalarca aradıkları halde parazit seslerinden başka bir yanıt alamamışlardı. Ancak ilçeyi boydan boya geçen ışıklı ana caddeye vardıklarında telefonları çalışabilmişti. Aynı sokakta daha öncesi kerelerce kullandıkları far ışıkları yöntemiyle ve cep telefonlarıyla yaptıkları görüşmelerde asayişin tamam olduğunu öğrenmişlerdi. Yukarıda Başparmak dağında yaşanan hareketliliğin esamesi bile yoktu.
      Rüzgar Ali ve Doğan hükümet Binasına Teğmen ise Land-Roveri bırakmak için Alay Komutanlığına gitti. Daha sonra üçü Emniyet Müdürlüğünün dinlenme odasında istirahata çekildiler. Sabah olmasına az bir süre kalmasına rağmen bir kaç saat dahi olsa uyumalıydılar.
"İnsanlığın en büyük trajedilerinden biri ahlakın din tarafından ele geçirilmesidir." Sir Arthur Charles Clark

Çevrimdışı azizhayri

  • ***
  • 581
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Anchilea - Bölüm Otuz yedi
« Yanıtla #44 : 13 Ocak 2016, 09:05:03 »
B Ö L Ü M    O T U Z Y E D İ

       Onca yorgunluğun üzerine rahat bir uyku çekmişti. Beklediğinden çok daha fazlasını bulmuştu. İncelikle döşenmiş, zevk sahibi bir elden çıktığı her halinden belli olan rahat ve temiz bir odada, sakız gibi bembeyaz çarşafın serildiği bir yatakta uyumuştu. Birde bu şekilde uyanmak zorunda kalmasaydı.
      Akşam, bir gölge gibi çevresinde dönen yaşlı kadından bu tizlikte bir çığlığı kimse bekleyemezdi doğrusu. Uyandığında bir an nerede olduğunu anımsamaya çalışmıştı. Bir saniye süren bu tereddütten hemen sonra yataktan yıldırım gibi fırlamış üzerinde var olan konuk pijamalarına aldırmadan koridorda bulmuştu kendisini. Hem de kapı önünde evin reisiyle çarpışma pahasına Kadının çığlığı hıçkırıklarla dolu ağlamaya dönmüştü. Abidin Bey bile bunca yıllık eşinin ne dediğini anlamakta zorlanıyordu. Hıçkırıklar arasında eliyle işaret ettiği koridorun sonundaki odaya koştu genç adam. O zaman anladı ne demek istediğini. O küçük oda boştu...
      Bu çığlığın İlçeye uzanıp genç gazetecinin yakın arkadaşı Doğana ulaşması üç dakikayı bulmuştu. Daha uyuyalı bir iki saat olmamıştı telefona çağrıldığında. Turan Tunalı’nın söylediği sözler karşısında şaşırmamıştı. Sanki böyle bir haberi bekliyor gibiydi. Daha da garibi bir iki gün önce gördüğü kabusun bir benzerini görebileceğini düşünüyordu yatmadan önce Yol yorgunluğundan olsa gerek başını yastığa koyar koymaz deliksiz bir uykuya dalmıştı. Sanki biri O’nun başında nöbet tutuyormuş da rahat ve huzur içinde uyumasını temin ediyormuş gibiydi. Bir yatak, bir halı, bir komedin ve bir elbise dolabından ibaret misafirhanenin içinde elinde telefon kalakalmıştı. Ahizenin öbür ucunda Turan "ne yapması gerektiğini" sorup duruyordu. O saniye kararını vermişti.
      “O odaya kimsenin girmesine izin verme ve hiç bir şeyle oynama. Ben hemen yola çıkıyorum" dedi. Yatağın yanı başındaki ayakkabılarını giyip çıkması bir iki dakikasını almamıştı.
      Akşam arabasını bıraktığı yere yani Cephane sokağına varması yürüyerek üç-dört dakikasını almıştı. Çıkarken rastladığı Komisere durumu ayaküzeri özetlemiş, İzmir'e gitmesi gerektiğini söylemişti. Rüzgar Ali'nin Hükümet Konağının bahçesindeki ekip arabasıyla
      “Hiç olmazsa senin arabanın yanına kadar bırakalım" teklifini de reddetmişti. "Yürürsem uykum açılır" demişti. Asıl sürpriz ise Onu arabanın içinde bekliyordu.

      Cephane sokakta günün hemen her saati park yeri sorunu vardı. Dün gecede zorunluluk gereği otomobilini sokağın başı denebilecek bir yerde bırakmıştı. "İnşallah benden sonra birileri önümü, arkamı iyice kapatacak kadar yakına araç park etmemişlerdir" diye aklından geçiriyordu. Eğer kendisinden daha geç vakitte birileri bu yanlışı yaptılarsa günün aydınlanmasına saatler kala nereden bulurdu o kişiyi. Sokağın köşesine varmadan elini cebine atmış anahtarını çıkarmaya başlamıştı. Köşeye varıp otomobilini akşam bıraktığı gibi gördüğünde rahatladı.
      Arabasının sürücü kapısına geldiğinde anahtar elinde donup kalmıştı. Arka koltukta battaniyeye sarılmış biri vardı. Sokak lambasının ışığında kim olduğunu anlamaya çalıştı. Bulunduğu yerden tanımlayamayınca öbür yana döndü. Yüzünde hoş bir gülümseme ile uyuya kalmış Yüksel Hanımı görünce şaşırdı. Hem de gelen telefonda bile şaşırmadığı kadar şaşırmıştı. Ağır ve sessiz olmaya çalışarak arabaya girmeye çalışıyordu ama kapıya anahtarı takar takmaz arka koltukta uyuyan genç kız uyandı.
      “Senin geleceğini biliyordum ve benden habersiz gitmeyesin diye arabanda kaldım" demişti daha genç adam bir şey demeden. Doğanın aklı bir an "arabaya nasıl girdiği" sorusuna takılmıştı, hemen vazgeçti. Bu arabalar kolaylıkla açılabilecek kapılara sahipti. Hatta bir kaç kere anahtar yanında olmadığında kendisi bile açmıştı. Doğan Denizci bir an sevinmeli miydi yoksa üzülmeli miydi bilemedi. Ağzını açmasına fırsat kalmadan genç kız
      “İzmir'e mi gidiyorsun?" dedi. "Nereden biliyordu. Bir tahmin miydi?"
      “İzmir'e " dedi. "Nereden biliyorsun?" demedi "Bir tahmin mi?" demedi. Dudaklarının arasında bir evet döküldü. Bu evet in bir tepki olduğunu anlaması Yüksel için zor değildi.
     “Beni de götürür müsün?" Peşinden gelen ikinci soruya da bir yanıt gelmedi. Boyaları kısmen dökülmüş bej otomobil fazla sorun çıkarmadan çalıştı. Önce İlçeden çıktılar, sonra Nazlıköy ve Ahmetli. Kurtuluş kasabasına kadar hiç konuşmadılar. Doğan tüm ilgisini yola vermişti. Yol boyunca kendilerinden başka kimsenin olmadığı yollarda deli gibi yol alıyordu. Otomobilin kilometre ibresi en keskin virajlarda bile doksanın altına düşmüyordu. Bir tür kızgınlık ifadesi olmalıydı.
      İlk güneş ışıklarını Ortaköy' den Selçuklu ya çıktıkları uzun rampada gördüler. Tepeye varmadan kırmızı güneş kilometrelerce öteden dağların arkasından doğmaya başlamıştı. İlin koca ovasının sonu sayılabilecek dağların arasından kocaman kızıl bir güneş doğuyordu. Yarım saatten fazla bir süre sonra otomobilde ilk duyulan sözler Yüksel Hanıma aitti.
      “Biliyor musun binlerce yıl önce parıldayan benim güneşimde aynen böyleydi, büyük ve kırmızı. Doğan bir an yanlış işittiğini düşündü; Büyük ve kırmızı bir Güneş. Kafasını öylesine sağına çevirdi. Yanı başında oturmakta olan genç kızın kendisiyle alay ettiğini düşündü.
      “Hatta Güneşinizin buradan göründüğünden daha büyük görünüyordu benim gezegenimden."
      “Benim gezegenim mi? dedin" dedi. Birkaç saniye öylece kalakaldı direksiyon başında. "Benim Gezegenim" öyle mi? Elini öfkeyle direksiyon simidine vurdu. Genç kız yanı başındaki adamı ilk defa bu kadar sinirli görüyordu.
   “Şimdi de benimle dalga geçmeye mi başladınız küçük hanım”Ayağını gazdan çekti. Sağa yanaşıp durabileceği bir banket aradı, yoktu. Dikkatinin dağıldığını düşündüğü için yavaşlamıştı. Derin derin soluk almaya başladı. Kız sakin bir tonda anlatmaya devam ediyordu
      “Benim Gezegenim, yani Kuroth." Doğan aniden frene bastı. Genç kız eğer emniyet kemerini takmamış olsaydı kafasını cama vurabilecekti. Aylardır tanıdığı ve bir bölümünde samimi arkadaşlık kurduğu kızı anlamakta zorlanıyordu. Eğer öyle değilse aşırı yorgunluktan dolayı zihni kendisine oyun oynuyordu. Göz göze geldiler. Doğanın aklından geçen “Bir daha söyle" demekti ama hiç bir şey söylemedi. Karşısında duran yıllar öncesinden tanıdığı sevdiği o gözler yalan söylüyor, şaka yapıyor olamazdı. O halde... Tekrar gaza bastı. Yokuşun yukarısında ki Ardıçlı köyüne kadar tekrar sessizliğe daldılar. Yol kenarında ki köy kahvesine oturduklarında Doğan,
      “Seni dinliyorum" dedi.
      “Söze nasıl başlayacağımı bilemiyorum" dedi. Bir iki saniyelik sessizlik sonrasında sözlerine devam etti. "Beni deli diye nitelemeni istemiyorum o yüzden sözlerimi sonuna kadar dinlemeni beklerim." dedi. Ardıçlı köyünün köy kahvesinde kendilerinden başka bir orta yaşlı köylü vardı yalnızca, sabah erkenden gelip ocağı yakan, ortalığı toparlayan Ocakçı. Adamın çaylarını ağır ağır masaya bırakmasını konuşmadan izlediler. Doğan sevdiği genç kızın ağzından çıkacak sözleri bekliyordu.
      “Sizin Güneşiniz daha bebekken, henüz bir gaz ve toz bulutu iken benim yıldızım Galaksimizin Orion kolunda ışıldayıp duruyordu. Gezegenlerimiz, sizin Güneşiniz ışıldamaya başladığında yaşamla tanışmış olmalıydı. Uzaklarda, çok uzaklarda, aynı Galaksinin -ki siz buna samanyolu diyorsunuz- bir kolunda biz bir kolunda siz vardınız. Yıldızımız olan Odth kendi oğullarını ve kızlarını yaşama kavuşturmuştu. Sizin dünyanız, yaşamla kucaklaştığında bizler evrimimizi tanımlamak üzereydik. İlk atalarınız iki ayak üzerine kalkıp mağaralarda yaşamaya başlamışken bizler uzaya açılmış Odth yıldızının gezegenler sisteminde kolonileşmeye başlamıştık." dedi.
      Doğan aklına gelmeyen, gelmeyecek olan şeyler duymaya başlamıştı. Çaylarını içtiler, ara sıra etraflarına gelip giden ocakçıya "tazelemesini" söylediler. Yüksel hanım kendini konuşmaya kaptırmış anlatmaya devam ediyordu.

      Yıllar önce yüzyıllar, bin yıllar önce kendi uygarlığımız sorunlarını çözmüştü. Düşündü, yani pek çoğunu. Uzaya açıldık, gerek kendi galaksimiz, gerek dış galaksiler üzerinde araştırmalar yaptık. Galaksimizde yaşam olan, yaşam olabilecek bütün yıldızları, gezegenleri araştırmaya başladık. Galaksimizin sükunetini, evrenin barışını yaymaktı amacımız. Yüzyıllar önce sizin Dünyanızı da ziyaret etmiştik. Galaksi Birliğinin evrensel yasaları doğrultusunda kimse bir başka uygarlığı Yıldızlar arası uzay çağına geçinceye kadar rahatsız edemez. Kendi varlıkları konusunda bilgi veremez. Ancak bizim sizlere yaptığımız gibi küçük yardımlar olabilir." Asya’nın ortasında bozkırlarda yaşayan halklara bir kent kurabilmesi için yardımcı olduk. Basit etik yardımlardı bunlar. Onlarda jest olarak o kente bizim gezegenimizin adını verdiler. Bu konuda arkeologlarınız bilgi sahibi. Doğan aptallaşmıştı. Ne diyeceğini bilemiyordu. Genç kız yüzüne baktı. Yüksel bu bakışın anlamını tahmin edebiliyordu.
      “Bana inanmıyorsun değil mi?" "İnanıyor muydu?" Yüksel, yerinden doğruldu.

      “Hadi asıl görevimizi unutmayalım" dedi. Onun sözleri ile Doğan nereye gittiklerini anımsamıştı. "Öyle ya" dedi yüzündeki acı gülümseme ile.
      “Anlattıklarından dolayı neyin peşinde olduğumuzu bile unuttuk" dedi. Kahvenin kuytu köşesindeki ocağa yürüdü, hesabı ödedi. Dışarı çıkıp yürümeye başladılar, Yüksel, Doğanı tam araca binerlerken durdurdu.
     “Bana inanmadığını biliyorum, seni nasıl inandırabilirim dedi. Kendini inananlarına mucize göstermek zorunda olan peygamber gibi hissediyordu. Yönünü gün doğusuna çevirdi. Cebinden küçük silindirik bir alet çıkardı. İki santim çapında beş-altı santim uzunluğunda siyah bir boruydu. Silindirik parçayı güney ufkuna çevirip gökyüzüne bakmaya başladı. Doğan kızın ne yapmaya çalıştığını anlamaya gayret ediyordu. Bir iki saniye süren uğraşmadan sonra “hah" dedi belirgin bir sesle. Elindeki cihazı Doğana uzatarak
      “Ayar tamam. Geldiğimiz yeri bununla görebilirsin. Doğan elindeki aleti az önce arkadaşının baktığı yöne çevirdi.
      “Hani nerede" demek üzereydi ki genç kız atıldı  "Elini serbest bırak" dedi. Genç adam yanı başında dikilen arkadaşının söylediklerini yapınca elindeki alet kutbunu arayan pusula gibi kendiliğinden bir noktaya odaklandı. Silindirik borunun ucunda küçük bir uzay parçası vardı. Karanlık gökyüzü fonunda renkli gaz bulutu vardı sadece. Bir kaç saniye süren bu bakıştan sonra elindeki nesneyi genç kıza geri uzattı.
      “Nedir bu, bir tür sihir mi? yoksa bir film kamerası mı?" Yüksel, için için gülüyordu. “Bin arabaya da gidelim artık. Çok geç kalabiliriz." dedi. Selçuklu’ya inen uzun yokuştan inerken Doğan az önce sorduğu soruyu yineledi
      “Nedir o demin bana gösterdiğin nesne." Peşinden ekledi “Nereyi izlettirdin öyle." Yükselin yüzünde Doğanında, Besimin de çok iyi bildiği gülümseme vardı.
      “Önce birinci yanıt" Elini ceketinin cebine attı. Az önceki nesne tekrar elindeydi. "Bu bir pusula-teleskop" yada güdümlü teleskop. Görmek istediğin yere programlıyorsun ve bu nesnenin içindeki mini bilgisayar kendini o yıldıza veya gezegene programlıyor" dedi. Bunları söylerken nereden açıldığı belli olmayan bir kapağı açmış içindeki mini tuşları düğmeleri göstermişti. Birkaç santimetre kareye onlarca tuş sığdırılmış gibiydi.
      “Gelelim ikinci soruna..." Otomobil yokuşu inmiş ovaya varmıştı. Kırmızı renkli bir duman gördün değil mi?" dedi. Delikanlı gözünü yoldan ayırmamaya çalışarak başını salladı.
      “O benim sana anlatmaya çalıştığım yıldızımız olan "Odth" tan kalanlar" dedi. Doğanın kafasında lise yıllarından kalma bilgiler canlandı.  "Süpernova" diye fısıldadı.
      “O duman o gaz bulutunun içinde benim gezegenimden, benim yurdumdan geri kalanlar da var" dedi. Sesi belli belirsiz titriyordu. "Doğru" dedi genç kız kendi kendine konuşur gibi
      “Siz Süpernova diyorsunuz." Doğan ne diyeceğini bilemiyordu. Arabayı tekrar sağa çekti, kızın omuzlarını tuttu, hafifçe sarstı.
      “Sana inanıyorum... İnanmak istiyorum ama lütfen bana her şeyi başından anlat" dedi. Genç kız kendine bakmakta olan genç adamın başını ellerinin arasına aldı.
      “Lütfen konsantre ol ve benliğini bana ver" dedi.
   Önce kocaman zifiri karanlık bir boşluktan geçtiler. Sonsuz karanlık ve sonsuz genişlikte bir boşluktu bu. Uzaklarda parıldayan ışıklar vardı. Ancak bir dekor süsü havasından kurtulamayan beyaz, mavi, kırmızı noktalar halinde yıldızlar vardı. Işıktan bile hızlı yol aldılar. Işığın yıllarca, yüzyıllarca alabileceği yolu aşıyorlardı. Bir zaman sonra hedefleri belli olmuştu. Parlaklığı yaklaştıkça artan bir kırmızı noktaya doğru yol alıyorlardı.
      Nokta büyüdü, büyüdü. Işığıyla çevresini kırmızıya boyayacak şekilde büyüdü. O zaman kırmızı dev güneşin yakınlarında bir başka yıldızı fark etti. Etrafında dönen noktalarla kırmızı devin yanında minicik görünen sarı-beyaz yıldızı gördü.
      Küçüklü büyüklü dört, yok yok beş leke saydı yıldızın çevresinde. Zamanla lekelerde büyüdü. Özelliklede kendilerine hedef olarak seçtikleri en dıştaki leke büyüdü. Maviye çalan çelik renkte bir küre yaklaştıkça ayrıntılarını veriyordu. İyice yaklaştıklarında ise kürenin etrafında dönen doğal ve yapay uyduları fark etti.
      Doğan, bir yandan kendisine izletilenleri anlamaya çalışıyordu diğer yandan da olayların arka planını, gördükleri, gördüğünü sandığının ne olduğunu tartıyordu. İzledikleri, Doğanın yanı başında oturan genç kızın zihnindekiler olmalıydı. Bu bir düş, sanrı ya da illüzyon falan değildi. Hiç bir illüzyon bu kadar gerçek olamazdı.
      Muazzam bir uygarlık belirtisi olan uçaklar, uzay gemileri, sürekli gelip gidiyorlardı. Bulundukları yerden kendi güneşleri yerine uzaktaki kırmızı dev yıldız görünüyordu. Gezegenin etrafında var olan uzaklı yakınlı,  irili ufaklı onlarca, yüzlerce uydu vardı. Uzay gemileri gezegenden uydulara uydulardan dış uzaya, diğer gezegenlere gidip geliyorlardı.
      Hızla gezegenin atmosferine girdiler. Çelik renkli kürenin çok kalın katmanlı atmosferinden aşağı gezegenin yüzeyine süzüldüler. Kendi dünyasında hiç bir kimsenin hiç bir zaman göremeyeceği muhteşemlikte bir mimari yapı vardı. Yüzlerce binlerce bina geniş meydanlar,  parklar, kubbeler, kristal küreler Yüzlerce metre uzunlukta binalar, kuleler. Adam kendini bir masal dünyasında, Hollywood yönetmenlerinin pahalı bilim kurgu düşleri için kurduğu stüdyoların birinde gibi hissediyordu.

      Büyük bir salon gördü, cesameti ile diğer binalardan hemen ayrılıyordu. Binanın içine girdiler. Sanki bina sadece bir salondan ibaretmiş gibiydi.  Salonda ise dinleyici koltukları ve orta yerde kocaman bir masa vardı. Geniş kocaman bir masa etrafında toplananlar vardı ama ne kadar dikkat ettiyse de kimler yada neler olduğunu göremiyordu. Bir tür sansür yapılıyordu kendi için hazırlanan bilgi akışında. Anlamadığı bilmediği bir dilde konuşuyorlardı o salonda toplananlar.
      Sonra görüntü bina dışına, gezegen dışına oradan da sistemin merkezindeki sarı-beyaz yıldıza kaydı. Oradan da büyüklüklerle ölçüldüğünde çok ta uzak gibi durmayan dev yıldıza kaydı. Sanki kamera zumlarmış gibi.
      Kırmızı yıldızın yüzeyindeki lekelerde hareketlenmeler vardı. Küçük patlamalar, alevli fışkırmalar oluyordu. Alev topları inanılmaz yüksekliklere fırlıyorlar ve sonrasında aynı kütleye geri dönüyorlardı. Kamera geri çekildi. Dev yıldızın arkasından uzaktan seçilmeyen bir mini gezegen görünmeye başladı. Kırmızı dev Odth güneşinin yanında minicik bilye tanesi kadar kalıyordu, renksiz ve ışıksız bir bilye tanesi. Ana gezegenle karşılaştırıldığında terk edilmiş gibi duruyordu, sessiz ve karanlık.
      Odth güneşindeki patlamalar hızlandı, alev fışkırmaları daha yükseklere çıkmaya başlamıştı. Yıldızın yüzeyi fırtınadan kudurmuş denizlerin yüzeyi gibiydi. Görüntü geri çekilmeye başlamıştı. Önce sarı-beyaz komşu yıldıza kaydı, oradan da gezegene. Uygarlığın merkezindeki gezegende hareketlilik çoğalmıştı. Bütün uyduların dışarısında duran bir uydu üzerine yönelmişti gemilerin hepsi. Ana uydu yada ana gemi de hareketlenmişti.
      Gezegenin yüzeyi irili ufaklı gemilerle dolmuştu, belli ki gezegende bir panik bir kaçış yaşanıyordu. Kırmızı dev Odth güneşine çok uzak olsalar da olacaklardan korkuyor gibiydiler. Sonra yine geri gitmeye başladı kamera. Uzaklaştıkça kaçış konvoyu daha net belli oluyordu. Bir tren katarı gibi yıldızdan uzaklaşıyordu bilinmeyene doğru. O uzaklıktan dev kızıl yıldızın yüzeyinden saçılan alev topları daha açık belli oluyordu. Belli ki dev yıldız süper novaya dönüşmek üzereydi.
      Birden yanlarından bir nesne geçti, diğerleriyle karşılaştırıldığında daha küçük bir gemiydi. Şimdi bir çizgi halinde, tıpkı bir karınca katarıymış gibi uzayın karanlığına karışan konvoyun tam zıddı yönde hızla uzaklaşıyordu. Gerek konvoydaki araçlarda gerekse yanlarından geçip giden o küçük gemide bir kalkan, yelken havasında duran bir perde vardı. Görüntü hızla geri çekilmeye devam ediyordu. Çekildi, çekildi. Birden etrafı kayalıklarla dolu boş bir gezegene indi. Buradan gezegen sistemin merkezindeki kırmızı dev yıldız küçük bir para boyutunda görünüyordu.
      Sistemin dışında ama hemen yakınında ise Odth güneşi ise o mesafeden bile tüm heybetiyle ışıldıyordu. Kameranın aldığı son görüntüler ise uzaklarda çok uzaklarda bir yıldızın muazzam bir şekil de patlaması olmuştu. Uzayın derinlikleri bir anda muhteşem bir aydınlığa kavuştu. Bir renk cümbüşü sardı çevrelerini. Her ne kadar kendisi bir bayram kutlaması havasında düşündüyse de biten yok olan uygarlık söz konusu olmalıydı. Merkezde parıldayan kırmızı dev yıldız Süper novaya dönüşmüş sadece kendini değil komşu yıldızı da yok etmişti.

      Genç kız, ellerini Doğanın şakaklarından çekince adam kendisine geldi. Saatler sürmüş gibi gelen bu olayın sadece bir kaç dakika sürdüğünü tahmin ediyordu. Radyoda çalan şarkı sürüyordu hala. Bir kaç dakika içerisinde binlerce yıl ötelerdeki bir uygarlığın yok olmasına bir güneşin patlamasına tanık olmuştu. Bir gezegen sisteminin yok oluşunu izlemişti. Alnındaki terleri elinin tersiyle sildi. Oturduğu sürücü koltuğunda öylece kalakaldı. Bir hayli sonra mırıltılı bir sesle sordu.
      “Az önce söylediğin, güneşiniz miydi izlettirdiğin." Genç kız kafasını onaylar gibi salladı. 
      “Evet"
      “Bütün bunlar ne zaman oldu." Genç kız yanıtladı,
      “Sizin zaman ölçünüzle asırlar önce. Araştırmalarım esnasında sizin tarihinizin kayıtlarına girdiğini öğrendim" dedi. Doğan böyle bir olaya rastlamadığını anımsıyordu. Tabii bu tarihe geçmediği anlamına gelmezdi. Doğanın öğrendiklerini sindirebilmesi için bir süre daha geçmesi gerekmişti. Bir iki dakika sonra genç kız
      “Benim kullanmamı ister misin" deyince kendine geldi. Acele etmeleri gerektiğini anımsadı. Elini kontağa attı. Yola çıktıklarında hala kafası yaşadığı o iki dakika ile meşguldü. Bir zaman hiç konuşmadan yol aldılar, yol üzerine serpiştirilmiş gibi duran yerleşim birimlerini geçiyorlardı
      “O gördüğüm konvoy senin ırkındı değil mi?" dedi. Kafasını salladı genç kız.
      “Kurtuldular mı? bari."
      “Yalnızca konvoya katılabilenler. Büyük bir bölümümüz kurtulduk ama gördüğün gibi geriye çok az şey kaldı." Arabada bir an sessizlik oldu. Belki bir anı tazelemeye yetecek kadar. Yüksel, devam etti.
      “Bilim adamlarımız bunun böyle olacağını tahmin ediyordu. Kendi alçak gönüllü yıldızımızın uzak sayılamayacak yakınlarında yıldızlar arası tozlar birikmeye başladığı andan yani bir yıldızın doğumu olduğu andan itibaren bunun böyle olacağını biliyorduk. "Odth" güneşi bizim babamız, çocuğumuzdu bir anlamda. Benim atalarım uygarlıklarını kurmaya başladığın da yıldız parlamaya başlamıştı. O nedenle bizler Odth kültürü diye anılıyoruz. Kütlesinin çok büyük olmasından dolayı yakıtını çok çabuk tüketti. Kırmızı bir dev haline geldi. İzlediğin bölümlerin bir yerinde de bu konudaki tartışmalardan birine tanık oldun. Bu tür toplantılar sıkça yapıldı. Kırmızı devlerin sonunun ne olduğunu biliyorduk. Bizim anlamadığımız konu bu patlamanın beklediğimizden çok önceleri gerçekleşmiş olmasıydı." Yine bir an sessizlik oldu.
      “Bu konuda da -Tynark tan- kuşkulanıyoruz" dedi.
      “Tynark"
      “Evet Tynark, başımızın belası. O konvoyun ters yönünde giden bizlerden kaçan suçlu Tynark" dedi. Doğan göz ucuyla yanında oturan genç kıza baktı.
       “Şimdi de peşinde olduğumuz kişi aynı kişi değil mi?" dedi. 
       "Evet, Onun olmasında kuşkulanıyoruz. Sana izlettirdiğim o görüntülerde Güneşimiz Odth’a çok yakın bir gezegen vardı. Odth'un tek doğal gezegeni. İşte orası çok ender de olsa ırkımdan çıkan suçlular için bir sürgün yeriydi. Güneşimizin o muazzam kütle çekiminden dolayı hiç bir şeyin geri gelemediği sürgün gezegenimiz. İşte nasıl olduysa süper novadan da gezegenden de kaçtı, başımızın belası Tynark. Onlar konuşurlarken otomobilleri de İzmir'e gittikçe yaklaşıyordu.
     “Diyelim ki haklısınız. Aradığınız o yani Tynark. Ne yapacaksınız. Tutuklayıp başka bir gezegene mi hapsedeceksiniz?" Doğan sözlerinin beklediği ilgiyi çekmesini diliyordu. Şu dakika genç kızın söylediklerine inanmaktan başka yapabileceği bir şey yoktu. Bu nedenle ses tonunda belli belirsiz bir alay vardı.
      “Bu adam bizler için çok mu tehlikeli?" Genç kız güldü
      “Yasalarımızın emrettiğini yapacağız. Belki söyleyeceklerim size yalan gelecek ama yanında taşıdıklarıyla sadece sizin ilçenizi yada ülkenize değil gezegeninizin tümüne zarar verebilecek potansiyele sahip. Öyle sanıyoruz ki sizleri beyin gücüyle etkileyip burada yaşamaya çalışacak. İnsanlar ve bu gezegen onun için çok kolay lokma. Gücü artıyor ve zirveye ulaştığında durdurmak imkansız olacak. Tarihiniz de var olan zalim krallardan çok daha güçlü, çok daha etkili bir İmparator olmak amacında. Beyinlerinizi okuyor, korkularınızı ve zaaflarınızı iyi biliyor. Hırslarınızı besleyip kendine mal edebilir, beyinlerinizi etkileyerek istediklerini rahatlıkla yapabilir yaptırabilir." Genç kız bir an durdu.
        “Tabii bunun için fiziksel teması yada yakın olması gerekir. Kendine uşaklar, fedailer seçecektir. Gücü artıkça da bu fedailerden bir ordu bile kurabilir, özellikle kendi gibi hırslı gözü dönmüşlerden. Tarihinizdeki birini yakın olduğu kişinin beynindeki birine kendini dönüştürebilir." Doğan mırıldanmasıyla kızın sözlerini tamamladı.
      “Hekate. Gecelerin, yeraltının tanrıçası Hekate, büyücüler kraliçesi." Genç kız bütün bildiklerini anlatıyordu. Doğanın anlamadığı bilmediği pek çok şey söylüyordu. O anlattıkça parçalar yerlerine oturuyordu. Doğanada Yükselin anlattıklarına inanmaktan başka bir şey kalmıyordu. Hayal gücü ne kadar geniş olursa olsun, inandırıcılığı ne kadar kuvvetli olursa olsun bir insan bu kadar çok yalanı bir arada söyleyemezdi. Üstelik yadsıyamayacağı o görüntüler vardı. Genç kızın yanından hiç ayırmadığı o silindirik nesne vardı. Peşinde oldukları nesnenin bildiği özelliklerini de ekleyince bulmaca çözülüyordu. Yüksel hanımın -yada gerçek adı her ne ise- anlattıkları doğruydu.
     “Sahi kuzum sizin adınız ne, yaşınız kaç. Anladığım kadarıyla gerçek formunuz bu değil. Bana biraz kendinden söz etsenize." Genç kız için zor bir soruydu, bir zaman sessiz kaldı. Araçları otomatik pilottaymış gibi hedefine ilerliyorlardı. Sabahın köründe onları İzmir’e yönelten gerçek nedeni unutmuş gibiydiler. Yüksel hanımın yanıt vereceğini düşündüğü belliydi. Doğan o an Doğan kızın yalan söyleyebileceğini düşündü.
      “Yalan söyleyebileceğimi düşünüyorsun ama bir tarafın- da bana inanıyor dedi. "Aklımdan geçenleri okuyor. Bir türlü kendini bana kanıtlamaya çalışıyor" diye düşündü Doğan.
      “Benim kendimi sana kanıtlamam için bu tür "akıl okumalara falan" gereksinimim yok" dedi genç kız.
      “Bunu hep yapıyor musun?" Kız gülümsedi
      “Hayır... Yani bazı koşullar oluşmadan olamaz." Dudaklarındaki gülümseme devam ediyordu.
      “Kimbilir belki de sürekli yapıyorumdur." Doğan’ın yüzü birden ciddileşti. Şu ana kadar kızın yanında onun hakkında neler düşündüğünü anımsamaya çalışıyordu. Genç kız Onu biraz rahatlatmak ister gibi.
     “Sadece zorunlu kalınca demek istedim yani... Kendi aramızda bir sorun yok. Ama dış ve ilkel dünyalarda yasak, galaksi yasalarına göre yasak. Sizin hala yaşadığınız sömürge kuralları binlerce yıl önce yasaklanmıştı Galakside. Diğer Galaksilerde de aynı durumun söz konusu olduğunu düşünüyoruz. Herkes kendi beyin ve kas güçleriyle bir şeyler yapmalı. Böyle özel durumların dışında dış uzay bilgisine ulaşmamış, kendi iç sorunlarını çözememiş uygarlıklara müdahale kesinlikle yasaktır. Bu nedenle sizleri gözlemlemek serbest ama öyle yada böyle işinize karışmak ağır ceza gerektirecek bir suç." Durdu, düşündü. "Şimdi bile fazla ileri gitmiş olabilirim" dedi. Dudaklarında az önceki gülümseme tekrar belirdi.
      “Yine de şimdi anlatacaklarıma bir şey demezler umarım. Adım "Myra" laf aramızda sen bana Yüksel demeğe devam etmelisin. Seninle meslektaşız ve görünürde yaşıt sayılırız. Yani göreceli olarak demek istiyorum" dedi. Tam durumu kavramaya başlamışken delikanlının kafası tekrar karışmıştı; "Göreceli olarak" ne demek istemiş olabilirdi.
      “Acele etme. Zamanı gelince açıklayacağım. Hadi biz işimize bakalım." dedi. İzmir’in girişindeki toplu konutların yüksek binaları ufukta belirmişti.     
   “Aylardır aranızdayım ve içinde olduğum bu bedenin beni yorduğunu düşünüyorum. Çevremdeki kişiler arasında güvenebileceğim bir sen vardın. Sonradan da aynı işin peşinde olan birer meslektaş olduğumuzu öğrendim. Bu nedenle bunların çok gizli bilgiler olduğunu söylemeye gerek yok tabii" dedi. Doğan, yalnızca kafasını sallamakla yetindi.
      “Son bir soru. Bu adam, yaratık yada her ne ise" Genç kız tamamladı.
      “Tynark."
      “Evet Tynark yada her ne ise, nasıl durduracağız." Aniden aklına gelmiş gibi ekledi.
     “Bilmem kaç milyar uzaklıktan yerini öğren gel ama o uzaklıklara göre küçücük kalan Dünyamızda Tynark'ını bulama. Bu nasıl oluyor peki." dedi. Yüzünde karşısındaki konuşan kişinin açığını yakalamış kurnazların alaycı bir gülümsemesi belirmişti. Öğretmenini öğrenmek için değil de bir açığını yakalamak için dinleyen haylaz öğrenciler gibiydi. Havaalanının çevresinden geniş bir yay çizerek geçerlerken bir ara genç kızın yüzüne baktı. "Hadi bakalım Myra hanımefendi yanıtla" der gibiydi.
      “Yok olan güneşimiz Odth dünyanızdan sizin ölçülerinizle altı bin yıl standart hız uzaklıktaydı. Yani Odth’un son ışıkları dünyanıza ulaşıp bazı bilim adamlarınız tarafından kayıt edilesiye kadar Gezegeniniz Güneşinizin etrafında yaklaşık altı bin kere döndü." Doğanın kafası gene karışmıştı.
      “Dokuz yüz bilmem kaç yıl önce gökyüzünde gündüz bile seçilebilecek kadar büyük parlaklığa ulaşan Odth'un ölümünü senin ırkından bazı bilim adamları da farketti. Tynark sürgün gezegeninden nasıl kaçtı kesin olarak bilmiyoruz bildiğimiz ise Onun bizlerin üzerinde bile bir zekaya sahip olduğu. Bizde suçlular Sürgün gezegenin de kendi hallerine bırakılırlardı. Odth yıldızının çekim gücünü aşamayacakları düşünülürdü. Bizler onları orada sadece izlemekle yetinirdik. Öyle tahmin ediyoruz ki Tynark kendisine bizim bilmediğimiz bir sistemle çalışan bir kapsül yapmış olmalı. Çünkü Onları yani suçluları Sürgüne gönderen gemiler, kapsüller geri gelmiyordu. Onlara ilaç, yiyecek yada başka gereksinimlerini gönderdiğimiz araçlarda orada kalıyordu.
      Takdir edersin ki biz kendi yıldızımızdan komşu yıldızdaki olanları anlamaya çalışıyorduk. Tynark ise doğrudan doğruya Odth'un burnunun dibinde yaşıyordu zorunluda olsa. Odth' un süpernovaya dönüşeceğini bizlerden de önce tahmin edebilmiş olmalı ki bizlerden önce harekete geçmiş. Dış uzaya çıktıktan sonra kendini derin uyku durumuna getirmiş olmalı. İçinde bulunduğu geminin tüm sistemlerini yaşamsalının dışındakileri kapatmış olmalı diye düşünüyoruz. Bu nedenle uzun zaman ondan bir işaret bir iz alamadık.
      Bizler Galaksinin diğer kollarına geçmeyi oralarda kendimize uygun dünyalar, yıldızlar bulmayı düşünürken O gemisini içeriye Galaksi merkezine yönlendirmiş olmalı. Sonra nasıl olmuşsa güneşinizi ve gezegeninizi bulmuş ve inmiştir. Belki de zorunlu iniş yapmak zorunda kalmış olabilir. Bir başka olasılık yeniden programladığı geminin ana bilgisayarı Dünyayı çekici bulup bilerek inmiş olabilir. Yada aklımıza gelmeyen başka nedenlerde olabilir." Doğan kıza sorular soruyordu belli konularda içi rahat etsin diye ama kızın anlattıklarıyla kafası daha çok karışıyordu.
      “Nasıl yani." Yüksel gülümsedi. İzmir’e girmişlerdi. Yüksel Doğana sağından solundan akıp giden trafiği göstererek
     “İstersen bir yere yanaş. Yoksa ya birilerine çarpacağız yada birileri bize" dedi. Bir kaç yüz metre ötedeki benzinliğe yanaştılar. Arabayı benzinliğin kuytu bir köşesine çektiler.  “Sana şöyle anlatayım. Bir kaç saniye durdu düşündü. Söze nereden başlayacağını düşünür gibiydi. Kaba bir tanımlama olursa lütfen beni bağışla" dedikten sonra anlatmaya devam etti.
      “Benim ırkımla senin ırkın arasında ki fark ki beni - sözlerimden dolayı bağışlarsın umarım- erkek arılarla sizin aranızdaki fark kadar." Doğan şaşırmıştı. Sabahtan bu yana alışılmadık sözler duyuyordu ama şimdi duyduklarının çok ötesindeydi.
      “Tynark yada Tynark’ın bilgisayarı güzel bir bal peteği bulduğunu düşünüyor olabilir. Bu nedenle Gezegeninizi tercih etmiş olabilir. Derin uyku durumundan çıkmaya başlayınca yerini tespit ettik. Odth'un patlamasından sonra uzayda kaybolduğunu, yok olduğunu düşünüyorduk. Sonra belli belirsiz sinyaller almaya başladık. Sinyallerin yeri Güneş sisteminizi gösteriyordu. Tynark’ın kapsülü derin uykudan çıkma anına yakın harekete geçmiş olmalıydı. Tam uyanma gerçekleşince duruma bizim el atmamız gerekebilir diye düşünerek gezegeninize geldik.
      Gezegen sisteminizde uygun bir yere konuşlandıktan sonra uygarlığınızın oluşturduğu aşırı parazitleri ve atmosferinizde yığılıp duran ama sizi rahatsız etmeyen -yine deyimim için beni bağışla- arı kovanına girmemiz gerekti. İşte o zaman yerini uzaktan belirlediğimiz dev arı kovanının neresinde gizlendiğini bulmak kalmıştı. Tüm Gezegeni taradıktan sonra bu bölgede olabileceği hesapları yapmaya başladık. Ve ben aranıza karıştım, işletmede işbaşı yaptım. Tynark’ta boş durmuyordu. Sonucu görüyorsun." Bir anlık sessizlikten sonra
     “Beş kız çocuğu kayboldu. Niçin kız çocuğu yada niçin altı yaş deme bilmiyorum. Bu konuda yerel kültürden, yerel efsanelerden yararlanıyor olmalı" dedi. Evet, bu da Hekateyi, Empusa’yı, Mormo’yu açıklıyordu.
      “Biliyorum son sorular hiç bitmez ama son bir "son soru" sormak istiyorum" dedi Doğan. Kız elini Doğanın eline attı, kolundaki saate baktı, saat sekize geliyordu.
      “Bir hayli geç kaldığımızı düşünmüyor musun? Eğer Tynark altıncı kurbanı da kullanmaya başlarsa çember tamamlanır, gücünün en üst düzeyine ulaşmış olur. İşte o zaman gezegeniniz için yapabileceğimiz pek bir şey kalmaz."  dedi.
       Doğan bir kaç saat öncesinde bu iş biter bitmez evlenmeyi düşündüğü kızın bilmem kaç bin yıl önce yok olmuş bir uygarlığın temsilcisi olduğunu öğrenmişti. Dahası kendi ırkını kendi insanlarını -her ne kadar özür dilese de- bir arıya benzeten biri olduğunu öğrenmişti.
       “Nasıl yani..."
“Yani şöyle, Tynark, bizim azılı suçlumuz uzun süren bir uyku döneminden uyandı. Önce beyin faaliyetleriyle çevresinde kendine hizmetkarlar buldu. Yerel motifleri yerel korkuları işleyerek, hırsları, öfkeleri besleyerek o kişi yada kişileri kendi çıkarları için kullanmaya başladı. Ama kendisi taze besin bulamazsa ölür. Ve O besinlerden en iyi ama en yasak olanı elde etmeyi başardı." Doğan genç kızın yüzüne baktı
      “Taze et mi?" Karşısındaki genç kız olumsuzca kafa sallandı.
      “Taze kan. Bu birinci gün içindi. Uyku ne kadar derin olursa uyanmada o kadar dikkatli ve aşamalı olur, tıpkı derinliklerde uzun bir zaman kalan dalgıç gibi. İkinci gün derin uykudan biraz daha uyandı Tynark. Daha fazla enerjiye gereksinimi vardı. Hırslı hizmetkarı Ona ikinci kurbanı buldu. Üçüncü gün üçüncü kurban, dördüncü gün dördüncü kurban bulundu. Her aşamada daha da güçleniyordu Tynark. Her gün biraz daha kendine geliyordu. Hizmetkarı üzerindeki etkisini her kurbandan sonra arttırdı. Beşinci kurbandan sonra harekete geçmesi için bir aşaması kalmıştı; altıncı kurban. Şimdi onun peşinde. Eğer altıncı kurban da kendisine sunulursa, kurbanı kendi için kullanmaya başlarsa o zaman onu durduramayız. Hizmetkarıyla birleşirler, önce bölgenin sonra ülkenin en sonunda da gezegeninizin tek hakimi olur."
      “Sonra." Doğanın soruları bitmiyordu.
      “Sonra hepinizin gücünü, enerjisini kendinde toplar bir şekilde. O minik yavrulara yaptıklarını hepiniz için yapar. Bizlerde o zaman onu durduramayız. Yapılması gereken tek şeyi yapar amirlerim...  Galaksinin huzuru ve barışı adına..." Bunun ne demek olduğunu sormaya gerek duymadı Doğan.

      Kontak anahtarı tekrar çevrildi, benzinlikten çıkıp ana yola girdiler. Doğan "madem bu kadar beyinsel faaliyetleri vardı o zaman niye diğerlerini diğer insanları etkileyemiyordu." Aracının direksiyonunu kullanırken genç kızın sol eliyle yüzüne dokunduğunu hissetti.
     “Eğer yasalarımız izin verseydi " Doğan kafasının içinde hissediyordu yanında oturan kızın söylediklerini. “Bende Tynark’ın besiniyle beslenseydim şimdi bende onun gibi olurdum. Kendini bencil hissederdim." Doğanın gözleri sevinçle parladı.
     “Biliyorum, telepati bu" Yüksel elini Doğanın yüzünden çekti. Dudakları kıpırdadı tekrar.
      “Bende yapabiliyorum ve yapıyorum, yasalarımızın verdiği özel izinle tabii. İşlerimiz yolunda giderse buna sende tanık olacaksın ve inanıyorum ki çok sevineceksin. Bir ikincisi içinse ten teması şart" dedi. Sonra devam etti. "Tynark bir suçlu, bir asi ama bir deha aynı zamanda." Varyantın döne döne inen yolunda konuşmadılar. Doğan kafasının karışıklığını düzenlemeye çalışıyordu. Yalnız bir ara
      “Anlamadığımı zannetme" dedi. Yüksel neyi kastettiğini anlamamıştı bu defa.  "Demin ne demek istediğini anladım. Sizin bir gününüz bizim otuz üç !!!  günümüze eşit" kızın yüzüne kaçamak bir bakış gönderdi. Yüksel gülümsüyordu.
      “Evet yılımızda sizin dört yüz yirmi altı yılına eşit." Tam anlamaya başlıyordu ki Yüksel kafasının tekrar karışmasını sağlayacak bir şey söylüyordu “Yani sen benim akranım isen yaklaşık..." kafasında belli hesaplar yapıyor gibiydi. “12000 yaşındasın..."
      “Bravo yaklaştın, tam olarak 11928 yaşındayım sizin ölçünüzle. Bizim Gezegenimiz ve mütevazı yıldızımız Odth güneşinin etrafında bir tur dönesiye kadar sizin gezegeniniz Güneşinizin etrafına 426 defa dönüyor." Genç kızın hoşuna gidiyordu yanındaki arkadaşının şaşkın yüz ifadesi. Benim yok olan yıldızım sizin güneşinizin elli katı büyüklükteydi. Gezegenim Kuroth ise beş gezegenden oluşan sistemimizin en dışındaki gezegendi. Sizin en dışarıda dönüp duran Plüton’dan bile çok uzaklarda. Büyüklüğü ise Jüpiter'inizden bir buçuk kat daha büyüktü."

      Arabayı park edecek yer bulamadıkları için çok katlı otoparka bıraktılar. Yüksel kontağı kapatmak üzere hazırlanan Doğana  “Rakamlara aldanmanı istemem. Benim ırkımın yaşlılarına göre kıyaslarsan yaşım ancak bu yaşlarda." Elleriyle bedenini işaret ediyordu. Doğan bastı kahkahayı.
      “Gencim diyorsun yani." Yükselin yüzü al al olmuştu. Arabadan indiler, otoparkın hemen ikinci katında yer buldukları için inmeleri zor olmamıştı. Üstelik buradan Damlacık’a çıkmak zor değildi. Aşağı inerlerken Yüksel adama dönerek
      “Söylediklerimin gizliliği..." devamını Doğan getirdi.
      “Söylemene gerek yok. Biliyorum... Unutma meslektaşız" dedi. Koşar adımlarla otoparktan çıktılar. Yönleri varyantın solunda üst üste yığılmış gibi duran eski İzmir evleriydi.
"İnsanlığın en büyük trajedilerinden biri ahlakın din tarafından ele geçirilmesidir." Sir Arthur Charles Clark