Kayıt Ol

Anchilea - Kutsal Kalkan

Çevrimdışı azizhayri

  • ***
  • 581
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Anchilea - Kutsal Kalkan
« : 22 Eylül 2015, 17:45:30 »
                                G İ R İ Ş

      Dünyamız Milattan sonra 1054 yılında evrimini tamamlayan büyük kütleli bir yıldızın patlamasına tanık oldu. O zamanlar Çin de hüküm süren "Sung" hanedanının tarihçisi  Sung-Shih şöyle yazıyordu.

      “Chig-Ho egemenliğinin birinci yılının beşinci ayında  Thien-Kuan'nın güney doğusunda bir konuk yıldız belirdi. Bir yıldan fazla bir süre orada kaldıktan sonra yok oldu"

      Aynı olay o yıllarda Konstantiniye Polis'te yaşayan Bağdatlı İbni Butlan tarafından da kaydedilmiştir. Ayrıca bu olay Kızılderili'ler tarafından Kuzey Amerika'da Chako kanyonundaki kayalara da işlenmiştir.
      Yukarıda yazılı tarihi bilgiler dışında bir başka gerçek olayı on dördüncü yüzyılda yaşamış ünlü Gezgin-tarihçi İbni Batuta anlatmaktadır.

      “Yine bir toplantı sırasında bey bana; "Hiç gökten inen taş gördün mü?" diye sormuş, bende; "Ne gördüm ne işittim" cevabını vermiştim. Bunun üzerine Birgi dışında böyle bir taşın düşmüş olduğunu söyleyip adamlarını çağırttı. Onlara söz konusu taşın getirilmesi emrini verdi.
      Bu adamlar simsiyah, sert ve kaypak bir kayayı alıp getirdiler. Ağırlığı zannıma göre bir kantar çekmekte idi. Bey bu defa taşçıları çağırttı. Bunlardan dört usta gelip divan durdular. Taşın parçalanmasını emredince ellerindeki balyozlarla dörder kere vurdularsa da bir şey olmadı. Buna şaştım kaldım. Bey bu denemeden sonra taşın götürülüp eski yerine konmasını buyurdu."



                           B İ R İ N C İ B Ö L Ü M  

   Adamın bir dediği iki olmuyordu. Çevresi ipeklerle kuşatılmıştı, yattığı yatak, başını koyduğu kuştüyü yastıklar, içinde bulunduğu odanın duvarları rengarenk kumaşlarla kaplanmıştı. Zeminde uzun tüylü bir halı vardı, parmakları halının havları arasında kayboluyordu. Ömrünce görmediği göremeyeceği bir rahatlıktaydı. Kolunda, genç, etine dolgun, beyaz tenli ve güzel bir kadın vardı. Kösnül hareketleri ile adamı büyülemişti sanki. Uzaktan gelen seslere uyan bedeni, yuvarlak kalçaları hiç boş durmuyor kıvranıyordu. Kocaman göğüslerini adamın ağzına sokacak gibi uzatıyor adam onları öpmek ister gibi yaklaşınca, kıvrak hareketlerle kendini geri çekiyordu. Bir başka güzel az ötede, sabırsızlıkla sırasını bekliyor gibiydi. Sadece iki kişi değillerdi, başka güzeller çevresinde dört dönüyorlardı. Gencecik delikanlılar yarı çıplak bedenlerinle hem adama hem de diğer kadınlara hizmet etmek için bir görünüyor bir kayboluyorlardı. Kadehi hiç boş durmuyor o içtikçe çevresinde dönüp duran gençlerden biri gelip kadehini tekrar dolduruyordu. Önündeki sehpada tadını bilmediği meyvelerle dolu tabaklar vardı. Dilberler bir parça ondan bir parça ötekinden uzatıp tattırıyordu. Uzaklardan gelen tatlı bir melodi içine işliyordu.
   Birden bir gürültü koptu, dünya karardı. Zifiri karanlık çevrelerini bir ağ gibi kaplamıştı. Müziğin insanın içine işleyen yumuşak nağmeleri, davulların zillerin çaldığı çılgınlığa dönüştü. Uzaktan duyulan koro, acı haykırışlarla bağrışıyordu şimdi. Adamın kadehindeki tatlı şarap, kızıl kana dönüşmüştü, kanın ılıklığını dudaklarında hissetti. Kucağında kendisini öpen koklayan güzel kadın, bir anda yaşlı ve çirkin bir cadıya dönüştü. Çevresinde dönen delikanlılar ellerindeki keskin bıçaklarla üzerine gelmeye başladılar. Tanrının verdiği güç ile üzerindeki ucube varlığı itti. Bir yandan aksak ayağının engellemesine rağmen kaçmaya çalışıyor, bir yandan da içinden gelen kusma isteğini durdurmaya gayret ediyordu. O anda, dostları, silah arkadaşları yanında belirdi. İşler tersine dönmüş bu kere kaçma sırası çirkin cadıya gelmişti.
      Cadı kaçarken, Bir gün geri döneceğim! Sizlerden intikam alacağım!!" diye bağırıyordu. Derisi kemiklerine yapışmış titrek cadı birden beliren sislerin arasında kayboldu. Önce bir gölge haline geldi sonra tamamen kayboldu. Kayboldu ama cırtlak sesi sislerin içerisinden duyuluyordu. "Hekate, sizlerden bunların hesabını soracak" diyordu. Adam, Kaçma! Dur kaçma derken kan ter içinde uyandı. Tiz kahkahalar kulaklarında çınlıyordu. Gecelerdir kendisini rahatsız eden kabuslardan birini daha görmüştü. Birkaç dakika geçmemişti ki çadırının kapısı aralandı. Genç ulaklardan birinin kafası kapıda göründü.
   -Bey sizi çağırıyor" dedi. Yaşlı adam sözleri onaylamak için başını sallarken gördüğü kabusun etkisindeydi hala.


      Yattığı yerde, belki onuncu belki yüzüncü kez ve bir kere daha döndü. Esmer tenli hafif toplu genç gezgini, başını saman yastığa koyalı saatler olduğu halde bir türlü uyku tutmuyordu. Akşamüzeri Birgi Beyinin gösterdiği taşın sırrını çözmeden uyku tutmazdı da. Taşı bulup getirdiği söylenilen "Topal Memet" namlı kişi ile görüşebilmek için haber salmıştı. "Topal Memet ovada anca yarın gelir" dediklerinde gecenin uykusuz geçeceğini biliyordu.
      Uyandığında ise uykusuzluğundan eser kalmamıştı. Güneş ortalığı aydınlatmaya başlayalı bir hayli zaman geçmişti. Daha iyi daha yumuşak yataklarda da yatmıştı ama batı rumelinin yoksul beyliğinde bulabileceği rahatlık bu kadar olmalıydı, gerneşerek yerinden doğruldu. Gezginliğin en güzel yönlerinden biride kaçta uyanırsan uyan kahvaltını hazır buluyordun. Hem de öyle böyle değil, mükellef bir kahvaltı. Aylardır yollardaydı, artık iyice öğrenmişti ki konukluğun hakkı üç gündür. Uyandığı bu sabah ise üçüncü günün sabahıydı. Konukluğunu daha uzatırsa böylesi zengin ikramların azalacağını bir zaman sonra ise hiç bulamayacağını biliyordu. İşte bu yüzden yol boyu dinlediği öykülerin ilginçlerinden biri olan bu "Gökten inen taş" öyküsünü dinleyip tekrar yollara düşmeliydi.
     Topal Memet kapıda belirdiğinde kahvaltısını yeni bitirmiş kahvesini yudumluyordu. Kapıda durup içeri girmek için destur bekleyen yaşça kendisinden büyük kişi öyle bir kantar ağırlığı kaldırıp taşıyabilecek birine benzemiyordu. Orta boylu ufak tefek yapıdaydı. Zayıf bir bedeni vardı ama çelimsiz biri gibi de durmuyordu.
    “Beni emretmişsin Gezgin Bey" dediğinde kapıda çakı gibi dineliyordu. Kahvesinden bir yudum daha alan Gezgin ayakta dikilen adama göz ucuyla baktı. Ayakta duruyorken topallığı belli olmuyordu.  "Gel" anlamında bir işarette bulunarak yanına çağırdı kapıdaki adamı. Adam hafif aksayarak yürüdü, gezginin oturduğu sedirin karşına yere bağdaş kurdu. Gezgin, saniyeler geçtiği halde söze nasıl gireceğini bilemiyordu. Onun bu sıkıntısını anlayan Topal Memet söze başladı.
     “Beni Karataş için aradığınızı söylediler" dedi. Akşam gezi defterine "Gökten inen taş" diye yazmıştı ama Topal Memet "Karataş" diyerek merakını daha kısa ve öz olarak anlatmıştı. "Karataş." Oda bundan sonra kısaca "Karataş" diyecekti.
     “Evet yiğidim, Karataşın öyküsünü senin yaşadığını söyledilerdi. Merak ettim anlatır mısın" dedi. Aslında Topal Memet bu konu üzerinde daha fazla durmak istemiyordu. Kendi anlattıklarının değiştirilerek ve abartılarak anlatıla geldiğini biliyordu. Odada sedirin köşesinde bağdaş kurup oturan esmer derili kırçıl sakallı genç gezgine öylece baktı. Buraya bu odaya gelmeden önce uğradığı Beyi istememiş olsaydı anlatmayı düşünmezdi. Beyinin hatırı için bir kere daha anlatacaktı.
     Topal Memet boyundan umulmayacak kahramanlıklar yapmış bir yiğitti. Yıllarca karada ve denizde küffarla savaşmıştı. Bir kaç yıl önce bir gaza esnasında ayağından oklandığı için yürüyüşü aksamaya başlamıştı. Üstelik yaşlanıyordu da, gençlerin arasında kılıç kullanma zamanı geçiyordu. Mehmet Ağa bu olaydan sonra da kaldığı yerden devam etmek istemişti ama Süleyman Bey onu geriye çekmişti. "Bunca zamandır cenk ettiğin yetti. Artık yanımda kal bizlere yiğitler yetiştir." demişti. İstese de istemese de bu emre uyacaktı. Aldığı eğitim ve disiplin bunu gerektiriyordu.    
   Yaşlı adam bir an durdu. Gözlerini karşısında oturan genç gezginin arkasındaki duvara dikti. Duvarların çok ötesini görüyor gibiydi. Gezgin ise bakışlarını yere eğmiş sabırla bekliyordu. Duyduklarının doğrusunu öğrenebilmesi için karşısındaki Gazi'nin gönlünün olması gerektiğini biliyordu. Yerinden yavaşça doğruldu. Parmaklarının üzerinde yürüyerek kapıya çıktı. Kapının hemen önünde beklemekte olan hizmetkâra "Kendilerine iki soğuk şerbet getirmesini" söyledi. Yerine tekrar oturduğunda savaşçı anlatmaya başlamıştı. Kelimeler ağzından dökülüyordu ama kendisi orada değildi sanki.



     “Ayağımdan oklandığımda yaramı önemsememiştim. Gazadan dönünce ulu caminin imamına gösterdim. Mümin hoca eskilerdendir. Medresede okuduğu için bilgisi derindir. Okun ayağımda kalan bölümünü çıkardı. Şifalı otlarla tımar etti. Zamanla yara iyileşti ama eskisi gibide olmadı. İşte o zaman Süleyman Bey, beni yanına aldı. Özel ulağı oldum. Talimcilik yapmaya başladım. Bilirsin kılıç kalkan, ok atma gibi savaş sanatlarını elimden geldiğince yeni yetmelere öğretmeye çalışıyordum. Bir gün beyin beni istettiğini söylediler. Yanına vardığımda bana özel görevler vereceğini söyledi. Dağ köylerine kaybolan kız çocukları olduğunu, oralarda gizlenen putperestlerden kuşkulandıklarını ekledi. Çocukları bulmamı, putperestler hakkında sağlam bilgiler, kanıtlar edinmemi" istedi. "Bu iş sandığımızdan daha ciddi olabilir bu nedenle, git ve bizi unut" dedi.
Hayatımda bir hareket yoktu. Her ne kadar yeni yetmelere bir şeyler öğretmek cazip görünse de benim gibi biri için çok zordu. Belki yaşamım biraz hareketlenir diye umutlanmıştım. Lakin oralara öyle elimi kolumu sallayarak gidemezdim. Bir oyunbozanlık gerekiyordu. Onu da ben bulmuştum"

Onlar konuşurlarken odaya hizmetkâr elinde tepsiyle girmişti. Maşrapaların içindeki karlar yenice eriyordu. Elinde tepsiyi hafifçe titreyerek tutan yaşlı adam  "Size Bozdağ’ın karlarıyla şerbet yaptım" dedi. Tepsideki bardaklarda kırmızı renkli karlar vardı. Kışın toplanan karlar serin mağaralarda, derin kuyularda bekletiliyor, yazın içecekler bu kar suyu ile yapılıyordu. Hizmetkar geldiği gibi sessizce çıktı. Oda da yalnız kalasıya kadar sessizce bekleyen Topal Ağa kapının kapanması ile tekrar anlatmaya başladı. Sanki anlatmıyordu da olayları yeniden yaşıyordu.


      Güneşin ufka yaklaştığı saatlerde yaşlı sayılabilecek ufak tefek bir adam kuytulardan, gölgelerden ilerliyordu. Hem yürüyor hem de kendi kendine konuşuyordu.
      “Yeteri kadar hoşgörü gösterdik" diyordu. "Daha dün geldiler bizleri baba toprağımızdan atmaya çalıştılar." Konuşan dili değildi sadece, gözü kaşı, eli, kolu konuşmasına eşlik ediyordu. "Yalnız Asya’nın içlerinden gelen Yörükler değil, Hıristiyan dönekleri de aynı. Biz onların ne ezanlarına ne çanlarına bir şey demiyoruz.  Peki, onlar neden bizlerle uğraşıyorlar. Ne istiyorlar bizlerden, bizim inançlarımızla ne alıp veremedikleri var.
     Bizler, yani akşam güneşinde yürüyen yaşlı adam ve birazdan aralarına katılacağı gurup; ve onlar, kendilerinden olmayanlar. Yani gücü yetermiş gibi tek bir tanrıya inananlar, İsa'ya, Musa'ya, Muhammet'e inananlar. Kafasını batıya çevirince güneşin ufka iyice yaklaştığını farketti, söylene söylene adımlarını hızlandırdı. Güneş, çam ormanlarıyla kaplı tepeyi aşmadan kendisi aşmalıydı. Üstelik daha öteye de çok yolu vardı.      
   Hıristiyan Rum köyünde doğmuştu. Köyün kilisesinde Mavro baba tarafından vaftiz edilmişti. Dini bilgilerini, İsa'yı, İncili hep Mavro Babadan öğrenmişti. O Mavro Baba ki kendi babasını da vaftiz etmişti. Köylerinde hiç müslüman yoktu. Köylerinde yoktu ama civarda Müslüman köyleri çoğalmıştı. Kendi çocukluğu da hemen yakınlarına konan göçebe Yörükleri anımsadı. Kendilerinden farklı yaşıyorlardı. Giyimleri, adetleri, ibadetleri, yaşantıları çok farklıydı. Büyükleri köy yakınlarında yerleşmelerini istemeyince karşı yamaca yerleşmişlerdi. İlk geldikleri gibi kalmamışlar sonradan gelenlerle çoğalmışlar, kocaman bir köy olmuşlardı.
     Yorgun bacakları yaşlı bedenini taşıyamaz olmuştu. Bütün gün evinin arka bahçesinde çapa yaptıktan sonra bu yürüyüş hiç mi hiç çekilmiyordu. "Önemli" denilmeseydi "Uzaklardan konuklar gelecek" denilmeseydi gitmezdi ya...
      Evlenme çağına geldiği günleri anımsadı. Bıyıkları yeni terlemeye başlayan bir delikanlı olduğu yıllarda köylerine bir adam gelmişti. O günlerde şimdi yaşadığı yılları yaşayan bir adam. Uzun ve kırçıllı sakalları vardı. Adının "Aiptos" olduğunu sonradan öğrendiği bu adam köylerinde kaldığı müddetçe hiç sevilmemişti. Sevilmemişti ama kimsede hakkında kötü bir söz söylememişti. Ahali, Aiptos'a korku ve korkudan kaynaklanan saygı duyuyorlardı.
     Günün aydınlığı yerini akşamın alacasına bırakmıştı. Yine de yaşlı adam olası meraklı gözlere görünmemek için yol kenarından, gölgelerden yürümeye devam ediyordu. Allah'tan boyu fazla uzun değildi. Bazen kasıtlı yolunu değiştiriyor, ağaçların arasına girip çıkıyordu. Bir yandan da bu kadar korkmasının gereksiz olduğunu kendi kendine telkin ediyordu. Türkler askerlikten fırsat bulup buralara çıkmazdı. Kendi soyundan olanlar ise daha çok ticaretle uğraştıkları için çok sevdikleri iş yerlerini bırakıp uzaklaşamazlardı.
    Bu düşüncelerle yürürken yolun üç yüz dört yüz metre ilerisinde aksayarak yürüyen gölgeyi fark etti. Durdu, her dakika daha da koyulaşan gölgelerden ayırt edebilsin diye gözlerini kısarak dikkatlice baktı. Tahmininde yanılmamıştı, önünde yürüyen "Topal Memet"ti. Birader diyecekti, yutkundu, tedbirli olmakta yarar var diye düşündüğü için bağırmaktan vazgeçti. Çıkmakla bitiremediği yokuşta bacaklarına kuvvet vermek için elleriyle dizlerine bastırmaya başladı. Hızını biraz olsun arttırmıştı. Önünde giden yolcuyu yakalayabilirdi çünkü Mehmet ağa topaldı.
     “Merhaba" dedi soluk soluğa. Sesi başkalarınca duyulamayacak kadar yakına gelince seslenmişti.      
    “Merhaba" diyerek selamını aldı Topal Memet. Selamı vereni tanımak için bir an durdu. Akşamın alacasında Aksak Gazi Memet’in kendine selam veren adamı tanımaması mümkün değildi. Arkasından geldiğini uzun zaman önce fark ettiği bu adam, O'na kapısını açan adamdı. Soluklarını düzenleyebilmek için kendini zorlayan, zayıf keçi sakallı yüzü bir süre süzdü. Beyiyle kavga edip kovulduğunda dağların güney yamacındaki köylere kaçmıştı. Tanrı misafirini sorgusuzca kabul edenlerden biri olmuştu yüzüne baktığı nalbant Yorgo.
     “Seni de mi çağırdılar Turko" dedi kuşkulu bir şekilde ve zorla gülümseyerek Aslında kendi milletinde kovularak aralarına sonradan katılmış birinin çağrılmasına hayret etmişti. Topal alıngan bir sesle,
     “Turko değil" dedi. Üzerine basarmış gibi "Birader" diye sözlerini tamamladı. Peşinden de zorda olsa gülümseyerek “Ne zamandır sizlerleyim hala mı "Turko" dedi sitemle. Mehmet Ağa'nın zayıf yüzü durgunlaşmıştı bu sözleri söylerken.
     Bu Topalı kim çağırmıştı bilmiyordu ama çağırıldığı iyi de olmuştu. Ne de olsa kendisinde daha genç ve daha kuvvetliydi. Yorgo'nun düşünceleri doğruydu. Kendisi gelmeden çok zaman önce namı gelmişti birlikte yürümeye başladıkları adamın. Komşusunun karısına mı, kızına mı göz dikmiş denilmişti. Dayaktan neredeyse öldürülmek üzereyken dağlara kaçmışmış. Uzun zamandır bu civarda oturuyor olsalar da bu toprakların sahipleriymiş gibi davransalar da henüz dağlara dağ köylerine hakim değildi Türkler. Köy de kıstırdıkları topal adamı bir hayli hırpaladıkları, kaçıp gelen adamın halinden belliydi ama kendisini dağların eteklerine kadar kovaladıktan sonra peşini bırakmışlardı.
     Köylerine geldiğinde köyün ileri gelenleri kabul etmemişlerdi Topalı. Köylüsünün tavrı ortadayken Yorgo'da barındıramazdı doğal olarak. Yine de gizlice bir kaç günlüğüne de olsa yatacak yer vermişti. Bir zaman sonra kendisinin de üyesi olduğu guruptaki etkili kişilerin yanına göndermişti. Uzun süren sessiz bir yürüyüşten sonra Yorgo kafasındaki soruyu yanında yürüyen arkadaşına sordu.
        “Senide mi çağırdılar?" Memetin verilen her işi yaparak gurupta tanınıp sevildiğini ve bu nedenle sorusunun gereksizliğini biliyordu.
     “Önemli bir toplantı olacak, eski, yeni her birader mutlaka gelecek denildi" Bir kaç saniyelik duraklamadan sonrada "Her yöreden konuklar gelecek denildi. Teos Ephesos, Sisamos..." sözleri Yorgo devam ettirdi.
        “Khios, Fokhia." Yorgo’nun içi rahat etmişti. Topal kendisine verilen ve karşı taraftan aranması istenilen şifreleri tam ve sırayla vermişti. İçi rahat edince de  "İstersen şurada biraz soluklanalım" Ama Mehmet Ağa ise kafasını olumsuzca salladı.
     “Oyalanmaya gelmez" dedi. “Bizleri bekleyen yemekleri, şarapları düşün." Onun sözlerini dinlemeden devrilmiş bir ağaç gövdesine oturmuş olan yaşlı nalbant yutkundu. "O kadar uzaktan gelenler olacaksa mutlaka güzel kızlarda vardır." Yorgo’nun yutkunması iyice belirginleşmişti. İstemeyerek yerinden doğruldu.
     Tepenin en yukarısına varmışlardı. Bundan sonrası daha kolay olacaktı. Yokuş çıkmaya alışmış olan kasları daha rahat hareket ediyorlardı. Bu rahatlık yürüyüş hızlarını da arttırmıştı Topal ağa bir ara yol arkadaşından yavaşlamasını istemeyi düşündü ama hemen vazgeçti. Şarap ve kızlar" sözcükleri geçince adam bir hayli hızlanmıştı. Hatta utanmasa koşacaklardı.
     Bazen sessiz bazen konuşarak geçen uzun bir yürüyüşten sonra aşağılarda bir yerlerde zayıf ve soluk bir ışık gördüler. Mehmet ağa bu yöreyi iyi tanımasa da aşağıda parıldayan ışığın varmak istedikleri yer olduğunu anlamıştı. Yine de,
     “Şu aşağıdaki düzlük mü varacağımız yer" Yorgo bir ara durdu. Nefes nefeseydi. Dudaklarından belli belirsiz bir "Hıı" döküldü.
     “Ben daha ışıklı daha hareketli bir yer bekliyordum" deyince Yorgo yığılırcasına yol kenarındaki irice bir kayaya oturdu. Bir kaç defa soluk alıp verdikten sonra “Güvenlik için" diyebildi. Sonra inmeye devam ettiler.
      İndikleri meydan kendi köylülerinin Yazı diyebilecek kadar genişti. Düzlüğü çevreleyen ağaçlar sanki özellikle seçilmiş gibi yüksektiler. Işık yukarıdan göründüğünden daha fazlaydı. Meydanı aydınlatan meşaleler uzaktan seçilmesinler diye yere yakın ve dağınık yerleştirilmişti. Ne zaman, kimler tarafından yaptırıldığı belli olmayan ama yüzyıllardan geriye sadece yıkıntılarının kaldığı bir kentteydiler.
   Sağa sola biraz daha dikkatli bakınınca nasıl bir yerde bulunduklarını anlamıştı Topal ağa. Koca meydanı dolduran yıkıntıların meşaleler ışığında dans eden gölgeleri arasında koşuşturanlar vardı. Mehmet Ağa ertesi gün güneş ışığı altında aynı düzlüğü gördüğün de ise gecenin kendisini ne kadar yanılttığını anlayacaktı.
     Yorgo, içinde bulunduğu ortamda iyice rahatlamıştı, belli ki sıkça gelip gidiyordu böyle topluluklara. Etrafı sarıp sarmalayan irili ufaklı ağaçlar, çalılar, otlar doğal halleriyle bırakılıyor olmalıydılar. Bu sayede yabancıların bu gizli tapınağı bulmaları zorlaştırılmış oluyordu. Rastlantısal olarak bulanlarsa asırlar önce terk edilmiş olan bu yerleri önemsemiyor olmalıydılar. Kim bilir belki bu yüzden ardından iki büyük din doğmuş olsa da bu adamlar hala atalarından gördüğü eski inançlarını yaşıyorlardı.
     Gözleri çevreye alıştıktan sonra Mehmet Ağa yıkıntıların arasındaki mermer koltuğun farkına vardı. Bulundukları yerin çaprazında karşılarında duruyordu. Kolçakları aslan figürleriyle süslenmiş oturan kişinin neredeyse iki katı büyüklüğünde görkemli bir koltuktu. Öyle kuytularda değil de ortada bir yerde duruyor olsaydı büyüklüğüyle hemen fark edilebilirdi. Ufak tefek kırıkları olsa da bu onun görkeminden bir şey eksiltmiyordu.
     Koltukta, hiç kıpırdamadan oturan kişi ise bunların farkında değilmiş gibiydi. Haketmediği bir büyüklüğün altında ezilmemek için tüm çabasını gösteriyormuş ama yine de eziliyormuş gibiydi. Kendisine duruşuyla bakışlarıyla, yüzyıllardan geriye kalan en görkemli nesne kendisiymiş havası veriyordu. Yorgo, Topalın kulağına eğilerek
     “Bu rahip Zethos, İkiz kardeşi Amphion ile töreni yönetmek için buradalar" Vakit gece yarısına yaklaşıyor olmalıydı. Yorgo ve Mehmet ağa meydanın bir ucuna kalın bir ağaç köküne oturmuşlar kendilerine gelmeye çalışıyorlardı. Tepeden baktıklarında hemen şurası zannettikleri yere varmaları saatlerini almıştı. Kah koşarak kah yuvarlanarak inebilmişlerdi yokuşu, enerjilerini düşmemek ve kaymamak için harcamışlardı. Her ikisinin de elleri yaralanmıştı düşmemek için can havliyle sarıldıkları dikenleri ve çalıları tutmaktan.
      Mehmet Ağanın canı, ellerinin acımasından, orasının burasının çizilmesinden çok Yorgo’nun "Zeus aşkına, Rehea aşkına" diye sıkça şikayet etmesine sıkılmıştı. Kimdi bu "Zeus, kimdi bu Rehea" şimdiye kadar adını pek duymamıştı. Bir peygamber, bir ermiş miydi? Ne zaman ve nerede yaşamıştı? Yoksa hala yaşıyorlar mıydı? Kafasının içi soru işaretleriyle doluydu ve o sorulara yanıt bulabilmesi için sabretmesi gerekiyordu. Bir ara gözleri yanan meşalelerin ışığında dans eden ağacın dallarına takıldı. Muhteşem bir ağaçtı dayandığı ağaç. O tanımadığı sık olarak adı geçen kişileri tanıyabileceği onlar kadar eski olabileceği aklına geldi. Bu dayandığı ağacın ve diğer ulu çam ağaçlarının buraları gizlemek için dikilmiş olabilecekleri aklına geldi. Hemen yakınındaki ağaca dayanmış olan Yorgonun sözleri Onu daldığı düşüncelerden sıyırdı.

     “Birazdan ziyafet başlar. Topal Ağanın  "Daha acıkmadım" demesi gerekiyordu ama midesinden gelen sesleri bastıramıyordu. Karşıdan meydanın ötesinden gelen tok ses daha da uzayacak gibi görünen konuşmayı kesti. Bu sesi ise belirgin bir hareketlilik izledi.
     Rahip Zethos'tu konuşan, saatlerdir heykel gibi kıpırdamadan oturduğu mermer koltuktan kalkmıştı. Elinde kocaman bir asa vardı. Önceden hazırlanan kürsüde konuşuyordu, konuşmasını yaptığı kürsüde en az taht kadar eski ve yıpranmış görünüyordu. Kürsü, yapıldığı zamandan bu güne kadar geçen süre azametinden bir şeyler götürmemiş gibiydi. Kara cübbeli Rahip ise kürsüde ve kürsüyü aydınlatan, diğerlerinden daha güçlü meşalelerin ışığında olduğunda heybetli görünüyordu.
     “Önce kaos vardı. Her şeyin alt üst olduğu, Tanrıların dünyayı henüz yaratmadığı dönemdi Kaos. Ardından, Kaostan Evren doğdu. Titanlar, doğan evrenin sahipleriydiler." Zethos, o zayıf bedeninden umulmayacak gürlükte bir ses tonuyla konuşuyordu. Sesi, sanki büyülemiş gibi insanları kendisine çekiyordu. Vurgusu, gitgide artan dinleyicilerini sarıp sarmalıyordu. Bazen bağırıp çağırıyor, bazen de çığlıklar atıyordu, Meydanı dolduran insanlar Zethos'la birlikte hareket ediyordu.
“Zeus" dedi konuşmasında sıkça. "Rehea, Hekate" dedi. Topal Memet ise öğrendiğini sandığı yerli dilini şimdi anlamıyordu. Anlamadığı yalnızca konuşma arasında geçen yabancı isimler değildi tabii. Topal Mehmet, bu topraklarda doğmuştu. Babası Gündoğusunda "Anayurt"ta doğmuş olsa da küçükken bu topraklara geldiklerini söylerdi.  
   “Ben eski yurdu bilmem" derdi babası. Yalnızca dedesinden duymuştu geniş uçsuz bucaksız ovaları olan eski yurdu. Yıllarca süren ve nedenini tam olarak bilmediği göçten sonra buraları yurt tutmuşlardı. Gün doğusundan geldikleri bu yeni yurtlarında yaşayanlar olduğunu görmüşler ve geldikleri bu yerlerin yerlileriyle iyi geçinmeye çalışmışlardı. Güzel dostlukların kurulmuştu, komşuluklar gelişmişti zamanla İşte Mehmet Ağa ve diğerleri o bağlamda öğrenmişti Rumca'yı. Yani az öncesine kadar öğrendiğini zannediyordu.
     Aslında Topal Ağa kendisine haksızlık ediyordu. Başrahibin konuştuğu her ne kadar Rumca olsa da yüzyıllar öncesinin Rumca'sıydı. Kullanılmadığı için çok kelimesi unutulmuş olan kadim bir dil. Dinleyenlerin büyük bir bölümü de kendisi gibiydi heyecanla söylenenlerden bir şey anlamıyorlardı.
     “Atalarımız" dedi Zethos. Her usta konuşmacının yaptığını yaptı; Durdu, karşısında kendisini dinlemek için gelmiş olan insanların yüzlerine baktı. Sonra bakışları hemen sağında ve solunda duran gençlere kaydı. Üçü bir yanında, üçü diğer yanında dikilen altı yarı çıplak genç vardı. Altı gencinde kucaklarında birer köpek yavrusu masumca duruyordu. Başrahip yanındaki toy gençlerden çok karşısında duran ve O konuştukça heyecanlanan kitlesini düşünüyordu. Bir kaç saniye süren bu bekleyiş istediği etkiyi yapmış kalabalığın ilgisini daha çok kendi üzerine toplamıştı. Sesini biraz daha yükselterek sürdürdü konuşmasını.
      “Atalarımız yüce bir Tanrıya inanıyordu. Tanrıların Tanrısı yüce Zeus'a... O Zeus ki Kahramandı ve Titanları yendi. Dünyayı Atlas’ın sırtında taşıdığı dünyayı kendisine kul yaptı. Kendine, kendi kadar etkili ve güzel bir Tanrıça buldu... Soyunu kurdu, dünyayı onlarla paylaştı... Adaletle yönetti. Sonra, bizler, faniler çoğalınca dünyadan elini ayağını çekip Olimpos'a döndü. Bizlere, armağan olarak "Hekate"yi bıraktı. Koruyucu Tanrıça Yüce Hekate'yi..." Hekate adı geçince Başrahibi dinleyenler anlaşılmaz hareketlere ve mırıltılara başlamışlardı. Görünmeyen iplerle birbirine bağlanmış kuklalar gibiydiler. Mırıltıları acemi bir koroyu andırıyordu
   Mermer tahtta oturan adam tekrar konuşmaya başladığında koroyla birlikte nereden çalındıkları belli olmayan ziller ve davullarda onlara katıldı. Koro adamdan adam korodan destek alır gibiydi Başrahip bağırıyordu artık.      
   “Sonra dinsizler geldi. Kendini Tanrının oğlu olduğunu iddia eden bir adama inanan Hıristiyanlar geldi. Benim atalarımı sizin atalarınızı inandıkları o yüce Tanrısından, Tanrılar Tanrısı Zeus'tan vazgeçirmeye çalıştılar. Bazen bir yılan gibi tatlı dille bazen de barbarlar gibi kuvvet ve zor kullanarak. Zavallıların pek çoğu onların isteklerine evet demek zorunda kaldılar, hıristiyanlaştılar. Nerede olduğu belli olmayan aslında varlığı ve yokluğu arasında hiçbir fark bulunmayan bir Tanrı’ya inanmaya başladılar. Zeus'un evlatları Herkül’ün, Ares’in ya da Artemis’in yerine İsa'ya tapınmaya başladılar.
      Sonra Müslümanlar geldi. Arapların Tanrısına ve peygamberine inanmamızı istediler." Yaşlı adam durdu. Bekledi. Meydandaki kalabalığın çoğalıp çoğalmadığını kontrol eder gibiydi. Dudaklarındaki memnuniyet gülümsemesi bütün yüzüne yayıldı. Toplanan kalabalıktan tahmininden çok olmalıydı. Yine de kendisinin bir davetiyle gelen bunca insanın yorgun olduklarını bildiği için sözünü bağlamaya karar vermişti. Asıl söylemek istediklerini ertesi güne bırakmalıydı. O an aklına geleni uygulamaya karar verdi. Hemen yanında duran genç çömezlere dönerek
        “Bana Yüce Rahip Amphion'u bulun" dedi. Bütün bu işleri planlayan kardeşine jest yapacaktı. Kalabalığın arasında alçak gönüllü bir şekilde dikiliyordu Amphion. İkiz olmalarına rağmen kardeşinden en az on yaş yaşlı gösteriyordu. İki kardeş birbirine taban tabana zıt karakterdeydiler. Zethos, ne kadar kendini düşünen olaylardan ve durumlardan kendine pay çıkaran biriyse Amphion'da o kadar içine kapanık ve duygusal biriydi. Birbirlerine fiziksel olarak ta duygusal olarak ta benzemiyorlardı.
“Amphion...Yüce Amphion... Prienli Amphion... Meydanı dolduranlar şimdi Başrahibin kardeşinin adını haykırıyorlardı. Amphion ise yüzü kızarmış bir halde olduğu yerde donup kalmıştı Sanki orada değildi, olduğu yere çömeldi kaldı. Kalabalığın uğultusu ona gördüğü rüyaları anımsatmıştı, uzun zamandır sürekli gördüğü rüyaları.
     Saniyeler sonra birileri çömeldiği yerden koltuk altlarına yapıştı. Kendini bir anda omuzlarda buldu, bir saniye sonrasındaysa kürsüdeydi. Kendine gelir gibi olunca sağ elini yukarı kaldırdı, ondan bu hareketi beklermiş gibi ziller ve davullar sustu. Zillerle birlikte de kalabalığın uğultusu da kesilmişti. Kardeşinin sesiyle kıyaslandığında cılız kalan bir sesle konuşmaya başladı.
      “Kardeşlerim..." Ama cümlesini tamamlayamadan sözleri mermer kürsüden konuşan kardeşi tarafından kesildi. Lidersin ama benim kadar değil havası açıkça belli olmuştu.
      “Aziz Amphion'un yol göstermesiyle kutsal törenimiz yarın başlayacak. Şimdi yiyebildiğiniz kadar yiyin, içebildiğiniz kadar için, dinlenin. Güçlü yakışıklı delikanlılar, güzel kadınlar sizlere hizmet edecekler. Tanrıçamız Hekate'nin sizlere sunduğu bu güzel armağanları alın, tadını çıkarın
      Sözlerinin sona ermesiyle zillerden ve davullardan oluşan garip müzik tekrar duyuldu. Uşaklar, genç rahipler, ellerinde tepsilerle ağaçların arasından çıkmaya başladılar. Nereden ve ne zaman geldiği anlaşılmayan meyveler ve içkiler dağılmaya başladı. Zethos, kürsüden indi, kalabalığın arasına karışıp kardeşini kucakladı. Müritlerine ve mürit adaylarına ne kadar içten ve ne kadar yakın olduklarını kanıtlamak ister gibiydi. Çekingen Amphion ise kardeşinin çok iyi tanıdığı yapmacıklığına tepki vermedi. Yine de kucakladı kardeşini. İki el birleşerek havaya kalktı. Kalabalık bu birliği kutsar gibi çılgınca alkışladı. Zethos, vakur adımlarla meydanı geçip kendine ait olan mermer koltuğa oturdu.
      Zethos'un koltuğuna oturması ile önce ziller ve davullar sustu. Ortada yalnızca bir uğultu kalmıştı, sesi havayı titreştiren kuvvetli gong sesi uğultuyu bıçak gibi kesti. Tahtın sağından ve solundan altı genç rahip çıktı. Kasıklarını örten yaprak kümesinden ve kucaklarındaki köpek yavrularından başka üzerlerinde hiç bir şey yoktu. Onlar meydanı dolduran insanların arasına girdikçe kalabalık geri çekiliyordu. Üçerli iki gurup geniş bir yay çizerek Zethos'un önünü boşalttılar. Kucaklarındaki enikleri, yavaşça Başrahibin az önce konuşma yaptığı mermer kürsünün üzerine bıraktılar.
      Onların sevimli yavruları kürsü üzerine bırakması ile birlikte zil ve davul sesleri duyulmaya başladı. Davullar ve ziller fersahlarca ve yüzyıllarca uzakta çalıyor gibiydi. Genç adamlar ritmik hareketlerle kürsünün önünde dansa başladılar. Gerilerden duyulan ilahi korosunun sesi çömezlerin hareketlerine yön veriyordu.
      Ağır bir tempoda başlayan dansın ritmi dakikalar ilerledikçe müzik sesi ile birlikte artıyordu. Çömezlerin kendilerinden geçmiş hareketleri gözle fark edilemeyecek kadar hızlanmıştı. Heyecan ve ritmin en üst düzeye ulaştığı bir an davulların ve zillerin sustuğu bir an çömezlerin ellerinde bıçaklar belirdi. Bıçakların görünmesiyle bir an susan davullar ve ziller tekrar çalmaya başlamıştı. Bu defa bıçakların meşaleler altındaki pırıltısı tempoyu daha da artmıştı. Çömezler, meşalelerin ışığında parıldayan bıçakları bedenlerinin bir parçası, ellerinin doğal uzantısıymış gibi dans ediyorlardı. Ziller davulların, davullar ilahilerin, ilahiler çömezlerin hızını arttırdı. Bu durum az önce töreni başlatan gongun sesiyle son bulduğunda altı çömez oldukları yere yığılmışlardı.
      Bir kaç saniyelik bu ölüm sessizliğinden hemen sonra altı genç yerlerinden yavaşça doğruldular. Ellerindeki bıçakları az önce kürsü üzerine bıraktıkları köpek yavrularının yanlarına önceden çalışıldığı belli olan bir şekilde bıraktılar. Başından beri olan biteni yol arkadaşı Yorgo’nun yanında izleyen Topal Ağa o zaman masa üzerinde yatan köpek eniklerinin usulcacık soluk alıp verdiklerini fark etti. Hayvancıklar yaşıyordu ama tören için uyutulmuş olmalıydılar.
      Ziller tekrar duyuldu. Bu defa iyice ağır bir tempoda çalıyordu. Anlaşılan tören henüz sona ermemişti. Altı çömez bellerindeki son örtü olan yaprak yumaklarını da çıkardılar. Dallardan ve yapraklardan oluşan yumaklar be defa yavru köpeklerin üzerlerine örtüldü. Zilleri temposu gene arttı, davulların sesleri, zillerin ince seslerini bastırdı. Tempo yükseldi, yükseldi. Üçüncü kere çalan gong sesiyle aniden durdu. Zethos ayağa kalkmıştı. Elindeki kadehi havaya kaldırdı...
     “Hekate aşkına ! "  Uzaklardaki koro yanıt verdi.
     “Hekate aşkına !! "  Kalabalık koroyu izledi.
     “Hekate aşkına  "
      Zethos, sol elindeki asayı yere vurdu Kadeh tutan eliyle birlikte yamakların ellerinde ve havaya kalkmış olan bıçaklar indi. Bir dakika sürmemişti ki bıçakların uçlarında köpek yavrularının başları duruyordu. Kalabalıkta korkunç bir bağırış koptu. Zethos yerine oturduğunda kalabalık az önce çömezlerin durumuna düşmüştü. Çılgınlar gibi bağırıyor, haykırıyor çığlıklar atıyordu. Bir kaç dakika sonrasında, altı minik kafa bıçakların ucunda, bıçaklarda birer sırığın ucunda olmak üzere meydanın çevresine dikilmişti. Başsız gövdeler ise çarçabuk yüzülmüş ateşte çevriliyordu. Yanık et kokusu, havadaki kesif ter ve içki kokusunu bastırmıştı.
      Topal Memet, gördükleri karşısında dona kalmıştı. Yıllardır cenklere katılmış, sayısız kereler kopan, kesilen kollar bacaklar hatta kelleler görmüştü. Hiç biri onu şu dakikaya kadar yaşadıkları kadar iğrendirmemişti kendisini. Yine de tepkisini hemen yanında oturan Yorgo’dan gizlemeye çalışıyordu. Çünkü yanındaki yaşlı nalbant olan biten karşısın da memnundu, neredeyse göbek atacaktı. Allah'tan bu yaşadıkları fazla uzun sürmedi. Yiyip içmeler çoğaldı, neşeli kahkahalar tüm meydanı kapladı. Birkaç saat sonrasında törene katılanlar içkiye dayanamamış birer ikişer sağa sola sızmaya başlamışlardı.
      Ortalık iyice sessizleşmiş olsa da yattığı yerde uyumayan iki kişi vardı. Topal Mehmet ve Amphion. Topalın kafasına "acaba benden başka Türkmen var mı?" sorusu takılmıştı. Gördüklerinin karşısında bir tanıdık yüz aramak bile aklına gelmemişti. "Yarın gündüz gözüyle araştırırım" kararına varınca biraz olsun rahatlamıştı. Az sonra yanında horuldayan Yorgo'ya katıldı.
      Amphion ise gözlerini ağaç dallarının arasından ışıldayan yıldızlara dikmiş düşünüyordu. Uzun zamandır bir tehlikenin yaklaştığını hissediyordu. Gökyüzünden gelecek olan bir tehlike gün gün saat saat yaklaşıyordu. Anlamadığı, bilemediği bir nesne kendilerine doğru ilerliyordu. Kendilerine yakınlaşanın kötü olduğunu  zarar vereceğini biliyordu, yüreğinde hissediyordu korkuyu, aklına geldikçe titreme alıyordu bedenini, saç diplerinden terler fışkırıyordu. Truvalı prenses Kassandranın laneti kendisinde de vardı. Neler olabileceğini biliyor ama bildiklerine kimseyi inandıramıyordu. iliyordu.
   Rüyalarına giren, kocaman gümüş rengi bir nesneydi. İlk başta görmeye başladığı rüyaları ve hissettiklerini kardeşine anlattığında ikizi kendisine inanmamıştı. Sonra ne olduysa düşüncesini değiştirmiş bu töreni planlamıştı. Zethos, her ne kadar onu ciddiye almasa hatta kullanmaya çalışsa da kendisi iyice yakınlaşan o nesnenin kutsiyetine inanıyordu. Geceyi pırıltılı bir yorgan gibi sarmalayan yıldızların arasından çıkıp gelecek olana inanıyordu.
      “Anchilie" dedi usulca. “Tanrıların kalkanı... Biliyorum geleceksin ama gelişin felaketimiz olmaz umarım" Kendi kendine konuşmakta olduğunu fark edince bir an çevresine bakındı. Son zamanlarda bu alışkanlığı artmıştı. Tekrar düşüncelere daldı. Bu defa konuşmamaya özen gösteriyordu "Zethos söylediklerinde haklıydı. Dedelerinin yaşadığı o altın çağda yaşamak isterdi doğrusu. Ya o kitapta okudukları, Halikarnosos'lu ünlü gezginin yazdıkları. Pers imparatorluğuna karşı gelebilen, büyük cihangir Aleksandr'a direnen soylu ataları. Zenginlik ve ihtişam dolu yıllar.
      Sonra... Sonra bir gerileme ve çöküş, yokluk, yoksulluk. Her şeyi yakıp yıkan persler, ellerinde ne var ne yoksa alıp götüren Latinler, Romalılar, Bizanslılar, Cenevizliler Venedikliler en son gelen Türkmenler. Şehrinin ve kadim dine inananların yaşadığı acılar ve bu acılardan kurtulma kurtulma düşüncesi, bütün bu öğrendikleri Amphion'u o altın çağın dinine yöneltmişti. Gençlik yıllarında tanıdığı gizli dinin, gizli ama güçlü ilahesine tapmaya başlamıştı. O Din ki; eski mutlu ve güzel günleri vaat ediyordu, kendisine güç ve kuvvet veriyordu. Veriyordu ama şimdi uyuması gerekiyordu, sabaha az bir zaman kalmış olsa da uyumalıydı ne de olsa yarın büyük bir gün olacaktı.
      Topal Memet uyandığında güneş çoktan tepelerine varmıştı. O meş'um kazadan sonra evde yatmaya alıştığı için toprakta uyumak her tarafını ağrımıştı. Doğrulmak istedi ama yanı başında hala horuldayan Yorgo' yu görünce vazgeçti. Gecenin davulları kulaklarındaydı hala.  Kendini tekrar toprağın sert kollarına bıraktı. Yattığı yerden hareketlenmenin başlamasını, seslerin çoğalmasını izledi. Saatlerdir henüz yaş sayılabilecek bir toprakta uyuduğu için bedeninin bütün uzuvları ağrımıştı. Yattığı yerden çevresini incelemeye başladı.
      Alçak hatta çukur sayılabilecek bir yerde uyumuşlardı. Sağı solu yıkılmış mermer bloklarla çevrelenmişti. "Allah korumuş ya biri üzerimize devrilseydi" diye düşündü. Ayağa kalktı. Kollarını açtı gerindi. Bulundukları yer bayır aşağıydı. Yalnızca yıkıntıların çevrelediği düzlük vardı. Yukarı doğru baktığında çalılar, ağaççıklar ve ağaçlardan oluşan bir orman tepelere kadar uzanıyordu. Aşağıya doğru baktığında da aynı ormanlık arazi vardı ama tek fark dalların ve yaprakların arasından görünen mavi pırıltılardı. "Deniz" diye mırıldandı Mehmet Ağa. Çok ötelerde ise karşı sahilde yükselen dağlar vardı. Aynı dudaklar bu kere de "Samos Adası" diye mırıldandı.
     Gece, köşeye bucağa yerleştirilen meşalelerin ışığında hak etmediği kadar azametli görünen açıklık, güneş ışığında eski alçak gönüllü haline bürünmüştü. Her yönde göze görünen bir hareketlilik vardı. Dün gece ayinde çıldıran, sonra verilen ziyafette tıkınıp zıkkımlanan, kendinden geçen insanlar, sızdığı çalı diplerinden, ağaç arkalarından, yıkılmış irili ufaklı mermer blokların çevresinden birer ikişer çıkıyorlardı. Çevreye bakınırken gözü mermer tahta takıldı Topalın. Zethos bütün kibirliliğiyle oturmaktaydı. Bütün bu dağı, denizi ve adayı o yaratmış ve yarattığı dünyayı seyrediyor zannederdiniz.
      Etrafına belli etmemeye çalışsa da bir hayli heyecanlıydı Zethos. Uzun zaman düşünmüş çok ince ayarlı planlar yapmıştı. Yaptığı planlardan dolayı kendi zekasıyla gurur duyuyordu. Khios'taki arkadaşları yanılmıyorsa, bugün tüm insanları kendisine bağlayacaktı. Yaşlı bunak Pitteus'un söyledikleri ile kardeşinin anlattığı rüyalar üst üste çakışıyordu. Üstelik bütün bunlar "Kanlı Günler"e denk geliyordu. Tanrılar böyle olmasını istedikleri için bu olsa olsa ilahi bir rastlantıydı. Gerçekleşirse Ben yaptım diyecekti. Belki bir Aziz, peygamber olacaktı. Kafasının içindeki hoş düşünceler dudaklarına hafif bir gülümseme olarak yayıldı. O gülümsemeyi ise ellerini eteklerini öpmeye çalışanlar Başrahibin bir lütfu olarak yorumluyorlardı.
      Pitteus, kuzeyde denizin karşısında bir ada olan Khios'un dağlarında kendi halinde yaşayan bir bilgeydi. Toplumdan uzaklaşıp kendisine bilime vermişti. Halktan uzak yalnız yaşıyor olması O'na deli, bunak, kaçık gibi unvanlar kazandırmıştı. Zethos geçen yıl tarikat arkadaşı saydığı bu adama ziyarete gittiğinde önemli bilgiler edinmişti. Adamın gerçekten kaçık olduğuna karar vermişti okuduğu o kocaman defterleri kitapları gördüğünde. O zaman Pitteus bu günü işaret ederek
      “Yaptığım hesaplamalara göre gelecek yıl baharda" demişti yaşlı bilge. "kanlı günlerin başlangıcında gündüz vakti gece olacak" demişti. Zethos daha o cümleleri duyduğunda neler yapması gerektiğini planlamaya başlamıştı. Neyin nasıl olacağını öğrenmek için arkadaşını ısrarla sorgulamış ama "öğleden sonra" dan daha ayrıntılı bilgi alamamıştı.

      Mehmet ağanın başı müthiş ağrıyordu. Bir gece önce ister istemez ortama uymuştu. Gençliğinde pek sevdiği, ama sonradan bıraktığı mereti içmeyi reddetmemişti. Hoş böyle bir şeyi yapsaydı çevresinde kuşku uyandırırdı da. Yani bir nevi görev saymıştı içmeyi, üstelik tanık olduklarını, yaşadıklarını ancak içki hazmettirebilirdi.
       Sağa sola ilgisizce bakınırken meydanın gün batımı yönünde yapılan hummalı çalışmayı fark etti. Fazla meraklı olamayacağını ve çok soru soramayacağını biliyordu. Kaçamak bakışlarla bir süre olanları anlamaya çalıştıysa da bir zaman sonra ayakları dibinde horuldayan yol arkadaşına kaydı. Yaşlı nalbant rüyasında kimbilir hangi hurilerin koynunda dün gece bıraktığı gibi horuldamaya devam ediyordu.
        “Yorgo!...Yorgo !..."
      Sesine bir yanıt alamadı, ayaklarının dibinde ki yağ külçesi öylesine bir kıpırdandı sonra gene öylece kaldı. Mehmet ağa bir kere daha seslendikten sonra üstelemedi. Sağda solda Yorgo gibi çok kişi vardı horuldayan. "Demek ki henüz uyanma vakti gelmedi" diye düşünüyordu. Aklına Süleyman Ağasının sözü geldi. "Oraya vardığında ağzını sıkı tut ama gözünü ve kulağını iyice aç" demişti. Oturabileceği bir yer arandı, düz bir taşa iğreti bir şekilde oturdu.
      Bir gurup çömez çalışıyorlardı, başlarındaki yaşlı kişi işi idare ediyordu. Neler olup bittiğini oturduğu yerden tam olarak göremiyordu. Görebildiği gençlerin aynı boydaki uzun ağaç dallarıyla uğraşmasıydı. Uzun ve düzgün dallar birlerine birleştirilmeye çalışılıyordu. Önce bir parmaklık veya hapishane yapıldığını düşündü. Biraz ötelerde benzer faaliyetler olduğunu görünce, neler olup bittiğini anlayabilmek için biraz daha zaman geçmesi gerektiğini anlamıştı.
     Ağaç dallarından parmaklık yapılmaya çalışılan yerin az ötesine de basamaklarla çıkılan yüksekçe bir yer yapılıyordu. Her şey ağaç dallarından ve kütüklerden yapılmaya çalışılıyordu. Kütükler ve dallar usta eller tarafından bir birlerine sarmaşıklarla bağlanıyordu. Dört ayak üzerine bir oda inşa ediliyordu sanki. Bir zaman sonra ise beri yanda yapılan parmaklık benzeri ağaç nesne odanın tavanı olacak şekilde birbiri üzerine konuldu. Mehmet Ağa ne yapıldığını anlamaya başlamış gibiydi.
      “Nerelere bakıyorsun vre Topal" Ses daldığı düşüncelerden uyandırmıştı Mehmet Ağayı. Bir an sıçradı, kendini çabucak toparladı.
      “Ne zaman yemek yiyeceğiz, acıktım" dedi. Adama fırsat bırakmadan önce kendisi konuşmaya başlamıştı. “Karnım gurulduyor, çevrede yiyecekle ilgili hiç bir hareketlenme yok, üstelik kafam kazan gibi" dedi. "Deminden beridir bakınıyorum ama bir kişi bile bir ihtiyacı var mı? diye sormadı. Sözü daha da uzatmasına gerek kalmamıştı. Adam koca bedeni zorlukla taşıyan bacaklarını elleriyle destekleyerek yerinden doğruldu. Kalkar kalkmaz karşısında Rahibi görünce durdu. Gözlerinden bir korku bulutu geçmiş gibiydi. Mermer koltukla birlikte yontulmuş gibi oturan Zethos'u başıyla selamladıktan sonra alçak bir sesle
      “Çalışmalar erkenden başlamış" dedi. Başının belli belirsiz hareketiyle ötelerdeki çalışmaları gösteriyordu. Topalın aradığı fırsat doğmuştu.
      Bende fark ettim ama bir anlam veremedim. ilgisiz görünmeye çalışıyor, fazla sorularla kuşku uyandırmak istemiyordu. Yoldaşı uzun süre bir tepki vermeden olanları izledi. Topal Ağa sabırla bekledi. Adamdan bir yanıt, bir açıklama gelmeyince tekrar sormak zorunda kalmıştı.
     “Orada ne yapmaktalar ki?" dedi. Yanıt isteksiz bir şekilde geldi yoldaşından
      “Herhalde bu günkü törenin sunağını hazırlıyorlar" "Tabii ya bu bir sunak olmalı?" diye düşündü. Dün gece ki köpek yavruları aklına gelmişti. Bu caniler kurban edeceklerdi acaba.
      “Bu gün martın yirmi biri, yani "Kanlı Günler"in sonu. Topalın yüzündeki aptalca ifadeyi görünce gülmeye başladı.
      “Kanlı Günler bizim kadim dinimizde büyük törenlerin yapıldığı bir bayramdır. Kurban edilen altı yaşında bir boğa ile başlar." Mehmet Ağa belli etmeden bir oh çekti. Hiç olmazsa bu kere doğru dürüst bir kurban olacaktı kesilen. Kanlı Günler boyunca yenilir içilir, ibadetler ve eğlenceler iç içedir. Kanlı günlerin sonunda ise çömez rahipler kutsanarak Rahip; Rahipler ise Başrahip olur" dedi.
      Ne ile kutsanma. Yine kanla mı? Yorgo, çevresinden utanmasa kahkaha atacaktı.
      Çömezler kendilerinden bir parçayı keserek Yüce Hekate adına kurban ederler. Elleriyle cinsel organını işaret ediyordu. Mehmet Ağa irkildi. Az kalsın,  Sen o nedenle mi evlenmedin? deyiverecekti. Çünkü ilk tanıştıkları günlerde, Yorgonun hiç evlenmediğini öğrenmişti. Adam ciddi bir ses tonuyla anlatmaya devam ediyordu.
     “Gençliklerini, cinselliklerini Hekate için ve O' nun aşığı Adonis için kurban ederler. Ulu bir çam ağacının dibine gömerler Bu defa Mehmet Ağanın elleri istem dışı bacaklarının arasına gitmişti. Yorgo, kendini tutamayıp basmıştı kahkahasını.
      Korkma Birader. Sen hem genç değilsin hem de sünnetlisin. Seninkinden kurban olmaz. Arkadaşının tepkisi hoşuna gitmişti, bir zaman gülmeye devam etti.
      O çömezler kendi istekleri ile hadım oluyorlar, onları bu konuda zorlayan yok. Üstelik bizim dinimizde rahip olmak kolay değil" dedi. Bir an ciddileşti. Yeni bir konuya girecek gibiydi. Mehmet Ağa bunu sezinleyince şakaya devam etti.
“Kesilen parçaları yemeklere katmıyorlar değil mi?" Bu şakasına karşısındaki adam hiç gülmedi.
      “Bak Turko birader" diye söze başladı. Sanki biraz önce kahkahalar atan kendisi değildi  "Bizler gençliğimizi, ömrümüzü Yüce Tanrıça için veririz. Çünkü O'na aşığız, çünkü hepimiz birer Adonis' iz. Tıpkı yüzyıllar önce yaşamış Adonis gibi kendimizden bir parçayı severek O'na veririz. Sizlerin yaptığı gibi sembolik olarak değil. Onları bir çam ağacının dibine gömeriz mor menekşelere dönüşsünler diye. Senin zannettiğin gibi yemeklerimize katmayız." dedi. Topal şakayı yaptığına yapacağına pişman olmuştu. Konuşmalar tehlikeli bölgelere kayıyordu. Aklına durumu toparlayabileceği konu olarak içki ve yemek geldi.
      Dün geceki ziyafet çok güzeldi. Kanlı Günlerde hep böyle mi oluyor" Karşısında ki adam anlamamıştı. O'na fırsat vermeden ekledi. Sahi bize ne zaman yemek verecekler, kurt gibi acıktım da." Olabildiğince sevimli olmaya çalışarak Yorgo’nun yüzüne gülümsüyordu. Gülümsemesi uzun süre karşılıksız kalmadı. Bir kaç saniye sonra adam da gülümsedi. Ağzından neredeyse salyalar akacak gibi
      “İçki, yemek ve kadınlar istersen delikanlılar olacak tabi. Ama önce tören bitmeli ki yeni rahip olacakları ve Başrahibi kutsamış olalım. Hele bir Zethos ve biraderi Amphion Başrahip olsun da." dedi.
      “Zethos Başrahip değil mi?"
      “Bir tek başrahibimiz var. Benim bu dini bulmama yardımcı olan Bilge Aiptos, törenler tamamlanınca da Zethos ve Amphion. Yorgo mırıldanır gibi devam etti.  Güçlü Tanrılar bilir Aiptos kaç yaşında." Bakışları daldı. "Ben yeniyetmeyken bile Aiptos yaşlı bir bilgeydi." Bakışlarını az önce göz göze geldiği Zethos'a çevirdi. Bir anlık sessizlikten sonra
      “Bakalım kan banyosundan sonrada böyle oturabilecek mi?" Topalın bir şey demesine fırsat bırakmadan devam etti. Açlığımızı yatıştırabilecek bir iki lokma araştırayım" dedi. Yerinden doğruldu. Topal sesini ardından yetiştirebilmek ister gibi acele ile konuştu.
      “Ya kadınlar, kızlar" Şişman beden bir kaç adım sonra geri dönüp; Kadınlar en sona sevgili dostum" dedi. Kahkahalar atarak gittikçe artan kalabalığa karıştı. Bu Topal Mehmet Ağanın Nalbant Yorgo'yu son görüşü olmuştu.

      Sabahın erken saatlerinde uyanmıştı Zethos. Oturduğu yerden poposunun uyuşma pahasına kıpırdamadan çalışmaları izliyordu. Gözü bir gün önce yerleştirdiği güneş saatindeydi. Pitteus' tan almış ve nasıl kurulacağını iyice öğrenmişti. Güneş tepelerinde ilerledikçe, saatin ortasındaki metal çubuk, işaretli yere yaklaştıkça heyecanı artıyordu. Çevresine bakındı, insanlar meydanı doldurmaya başlamıştı. Onlarında  yemek yemediğini, hatta kahvaltı bile yapmadığını tahmin ediyordu. İzleyicilerinin aç olmaları doğrusu işine de geliyordu. Açlık, bekleyişi ve ilgiyi diri tutardı. Üstelik metal çubuğun gölgesinin ilk işarete gelmesine az bir zaman kalmıştı.
      Meydanı dolaşanların ilk anda fark edemeyecekleri bir yerden çıktı gerçek Başrahip Aiptos. Aniden belirivermiş gibi. Zethos bile bazen imrendiği bazen kıskandığı hocasının aniden ortaya çıkıvermesine şaşırmıştı. Kalablıktaki uğultu kesilmiş derin bir saygıyla iki yana açılmıştı. Yaşlı Başrahip, asasına dayanarak ağır adımlarla meydanın ortasına doğru yürüdü. Kalabalığın arasında adı bir efsaneden bahsediliyormuş gibi yankılanıyordu. Meydanın diğer ucundan da Amphion'da yürümeye başlamıştı tahtında oturan Zethos'a doğru.
      Üç bilgenin de meydanda olduğunu görenler sağdan soldan geliyor, meydanı dolduruyordu. Fısıltılar aleni konuşmalara dönmüştü. Bir kaç dakika sonra mermer tahtın önündeki güneş saatinin çevresinde içeride üç rahip dışarıda çömezler onunda dışında kalabalığın olduğu halkalar oluşmuştu.
      Zethos, yaşadıklarından memnundu, belki de yaşamının fırsatını yakalamıştı. Kafasını kaldırdı, güneşe baktı. Gökyüzünde parıldayan güneş onu endişelendirdi. "Acaba bunak Pitteus yanılmış mıydı?" Bakışlarını usulca önünde dikili bakır çubuğa ve çubuğun dikilmiş olduğu mermer bloğa baktı. Çevresinde halka olmuş bakışların kendisini izlediğini biliyordu. Hareketlerine bir esrar bir gizem vermeye çalışıyordu. Ağır hareketlerle eğilerek yanında duran yaşlı bilgenin eteklerini öptü, zamanı iyi ayarlamalıydı. Kendisini gören kardeşi de diz çökmüş durumdaydı. Herkesin duyabileceği bir sesle
      “Dualarını bizlerden esirgeme yüce Aiptos" dedi. Yaşlı başrahip, asırlık bedeninden umulmayacak gürlükte bir ses tonuyla eski ve az bilinen bir duaya başladı. Sesi titriyor, dalgalanıyordu. Çevreden çıt çıkmadığı için sesi meydandaki herkes tarafından duyuluyordu. Kenti ilk kuranların önemsediği akustik özellikler yıkıntılar arasında hala hissediliyordu. Arada sırada iki kardeş, pirlerinin dualarına yüksek sesle katılıyorlardı. Çömez rahiplerin ellerinde birer buhurdanlık belirmişti, dua eden Rahiplerini ve sessiz kalabalığı kutsuyorlardı.
      Zethos, belli etmemeye çalışsa da durumdan hoşlanmamıştı. O'na göre yaşlı bunak ne yapmış ne etmiş törenin inisiyatifini ele geçirmişti. Bakır çubuğun gölgesi ikinci işarete yaklaşmaya başlayınca elindeki asayı yukarı kaldırdı. Kalabalığın dışında bekleyen görevlilerden biri işareti görmüştü. Tüm duaları ve ilahileri bastıran gong sesi duyuldu. Gong sesi Zethos'un sesinin tekrar duyulmasına neden olmuştu. İkinci plana düşmüş olan yaşlı Başrahibin duaları sürüyordu. Zethos’un elindeki asa bir kere daha kalktı ve indi. Peşinden gongun sesi tekrar dağlarda yankılandı. İkinci Gong Aiptos' un dualarını kesmesine neden olmuştu.
      “Önce boğa kurban edilecek, çömezlerim boğanın kanı ile yıkanacak. Ardından kutsal kanın arındırdığı bedenler, en önemli uzuvlarını Hekate'ye kurban edecekler. Eğer Yüce Hekate, Altın çağın Tanrıçası sunulanları kabul ederse, yeryüzü güpegündüz geceyi yaşayacak."
      Zethos, iyi bir konuşmacıydı, nerede sesini yükselteceğini, veya fısıltı havasına büründüreceğini, nerede duracağını ve nasıl konuşacağını iyi biliyordu. Kitlesi ona harfiyen uyuyordu, bir sözü ile çılgınlar gibi bağırıyor bir hareketi ile süt dökmüş kedilere dönüyorlardı.
      “Gündüzün içinde yaşanacak gecede gerçek kurbanların kanları Hekate için akacak. O küçük kalplerden akacak tertemiz kanlar bizlere hayat bahşedecek. O kanlar, sizlere zaferler getirecek, Hekate, düşmanlarımızı kahredecek. Yine sustu. Kalabalığın bağırışları istediği etkiyi oluşturduğunun göstergesiydi. "Gerçek kurbanlar…Küçük kalpler…"

      Kalabalığın içinde olan biteni anlamaya çalışan Topal Memet Ağanın kafasında bir kıvılcım çakmıştı. "Gerçek kurbanlar" Bir an Beyinin sözleri aklına geldi. Koca Mikal dağının öte yanındaki köyü ve köyünden bir zaman önce kaybolan küçük çocuk aklına geldi. Silah arkadaşının arkadaşının kızıydı. Bir gün evinin önünde oynarken annesinin ve komşularının gözleri önünde kaybolmuştu. Hani "kaşla göz arasında" dedikleri türden bir olaydı. Uzun süre arandıktan sonra bulamamışlar, kurda kuşa yem olmuştur diyerek aranmaktan vazgeçmişlerdi.

      “O kanlar benim liderliğimi, benim önderliğimi sizlere kabul ettirecektir. Yalnızca siz dostlarıma değil düşmanlarıma da. Bizleri Ulu Hekate'nin yolundan döndürmeye çalışanları kahredecektir. O altın geçmiş, mutlu bir gelecek olarak bizlere geri dönecektir".Zethos bir yandan konuşuyordu ama diğer yandan bakışları ara sıra saate kayıyordu. Mermer bloğun üzerindeki gölge dairesel bir hareketle son işarete yaklaşıyordu.
      Üç dört kişinin güçlükle zapt edebildiği bir boğa hazırlanan ızgaranın üzerine çıkarıldı. Yamacın eğiminin fazla olduğu bir yerde sunağın hazırlanmış olması işlerini kolaylamıştı. Boğanın sunağa çıkarılması ile birlikte bir gece önce köpek yavrularını boğazlayan altı çömez belirdi. Üzerlerinde beyaz bir entari vardı. En azından sunağa çevrilmiş ağaç dallarının altına giresiye kadar beyazdı.
      Aiptos’un sesi tekrar duyulmaya başlamış, meydanı dolduran kalabalığın seslerini bastırmıştı. Dualar, ilahiler peş peşe okunuyordu. Dua bilmeyenler ise aralarda, sallanıyor, kendince bir şeyler okuyorlardı. Bir önceki gece sabahlara kadar çalınan davullar ziller gene başlamıştı. Zethos, hem Aiptos u izliyor hem de güneşi takip ediyordu. Bir an gözleri parıldadı, hava kararıyor muydu ne?

      Mehmet Ağa gözlerini iyice açmıştı, olan bitenin dışında kalmak istemiyordu. Altı yaşında olduğunu öğrendiği boğa, ite kaka tahta ızgaranın üzerine çıkarılmış, yere yatırılmıştı. Hayvanın her hareketiyle bir gün önce yapılan ağaç sunak çatırdıyordu. Boğanın yanı başında, ızgaranın altında duran altı çömez gibi giyinmiş biri vardı. Kasap veya cellat olmalı diye düşündü Mehmet Ağa. Dikkatini kurban törenine yoğunlaştırmak istiyordu ama istediğini bir türlü gerçekleştiremiyordu. Olaylar gözlerinin önünde hızla yaşanıyordu ve şimdi de hava kararmaya başlamıştı. Acaba başrahip kılıklı o sevimsiz adam doğru mu? söylüyordu. Davul ve zil seslerinin arasına dua ve ilahi okuyanların sesleri karışıyordu. Kalabalığın içinden birinin bağırtısı işitildi.
      “Bakın... Bakın gece oluyor." İnsan denizinde bir dalgalanma oldu. Gerçekten de hava belirgin bir şekilde kararmaya başlamıştı. Bütün başlar gökyüzüne çevrildi, güneş gökyüzünde parıldamaya devam ediyordu. Vakit öğle saatlerini henüz geçtiği halde akşam olmak üzereymiş gibi hava kararıyordu. Bir gong sesi daha duyuldu, ses ile birlikte meydanlık derin bir sessizliğe büründü. Onbeş yirmi saniye geçmemişti ki yamacın aşağısından, ağaçların çok ötesinden bir gong sesi karşılık verdi. Bu denizin karşısından gelen bir yanıt olmalıydı.
      Gong seslerini, Zethos'un sessiz işareti izledi. Yukarıdan aşağı inen el ile birlikte koca boğanında boynuna bıçak inmişti. Hayvan debelenmeye başladı. Sunak çatırdıyor ama sağlamlığını da belli ediyordu. Izgaraya, ızgaranın altına kanlar akmaya başladı. Altta duran altı genç üzerlerindeki tek parça elbiseleri çıkarmışlardı. Üryandılar, yalnızca ince bir sarmaşık ve ucunda sallanan bıçak kalmıştı elbise niyetine. Damlalar önce minicik kırmızı lekeler oluşturdu beyaz tenlerde, sonra kırmızı lekeler birleşti, çoğaldı. Olay tam anlamıyla bir kan banyosuna dönüşmüştü. Çömezler bir damla kanı bile ziyan etmemek için birbirleriyle boğuşuyorlardı adeta.
      On iki İon'ya kenti bizimle. Zethos'un gür sesi yeniden duyulmaya başlamıştı. “Karşıda Samos ta da benzer törenler yapılıyor. Fokhia da Prien de Myus ta uyanık. Tüm İonların yürekleri birlikte atıyor. Tüm İonların yürekleri Hekate için atıyor" diyordu. O konuştukça hava kararmaya devam ediyordu. Zayıf bir ses daha duyuldu. Aiptos sunağın altındaki kan revan içindeki gençlerin yanına gelmişti.
      Yaşayan tek Başrahipleri yanına vardığında gençler üzerlerindeki tek giysi olan sarmaşık kemerde asılı küçük bıçakları çıkardılar. Bir gece önce köpek yavrularını kestikleri bıçaklar, alaca karanlıkta ışıldadı. Alt dalları sunağa değen ulu çam ağacının gövdesinin önünde diz çöktüler. Bu törenin çalışmasını yaptıkları uyumlu hareket etmelerinden anlaşılıyordu. Ağızlarından küçük birer çığlık çıktı. Ağacın dibinden çıkan bir kaç kişi bir yandan yaralı çömezlerle uğraşıyor diğer yandan toprağı eşeliyorlardı. Çömezler kendilerinden kestikleri parçalarını Tanrıçalarına sunmuş, artık birer Rahip olmuşlardı.
      Amphion’un rüyalarının ve Pitteus'un kehanetinin doğru olup olmadığını anlamak için çok az bir zaman kalmıştı. Zethos'un gözü tekrar ortadaki güneş saatine kaydı. Alaca karanlıkta saatin ortasındaki çubuğu zorlukla seçebilmişti. Şu dakikadan sonra saate de gereksinimi yoktu. Saniyeler geçtikçe Khios’lu Aziz Pitteus'unda, ikiz kardeşi Amphion'unda haklılığı anlaşılır olmuştu. Yine de zamana ihtiyacı vardı.
      “Dua edin kardeşlerim... Yakarın Tanrılara." diyerek tekrar bağırmaya başladı. Bir ara kaçırdığını zannettiği kontrolü tekrar ele geçirmişti.
      “Gündüzün içinde gece yaratan Hekate için dua edin. Yüce Tanrıça'mızın tüm düşmanlarımızı kahretmesi için yalvarın. Gündüzün içinde yaşanacak geceden bizi koruması için yakarın. Bizleri geceden kurtarsın ama düşmanlarımızın hepsi gecenin karanlığında boğulsun diye yakarın."
      Mehmet Ağaya kalabalık sanki çoğalmış gibi gelmişti. Az önce katledilen boğanın ölü bedeni ızgaranın üzerinde kalakalmıştı. Gözleri sunağın altındaki genç çömezlere kaydı, altı genç sarhoş gibi olmuşlardı. Ne yapacağını bilemez durumdaydılar, belli ki ilaç verilmişti kendilerine. Düşününce, bu çılgın kalabalığa karşı yapacak bir şey bulamıyordu, beklemeye devam edecekti çaresizce.
      Zethos, ağır hareketlerle oturduğu yerden kalktı. Etrafını çevreleyen insanları yararak sunağın altına doğru yürümeye başladı. İşin havasına çoktan girmişti bile. Çevresindeki kişiler bedenine ellerini sürsün, elbisesini öpebilsin diye yarışır olmuşlardı. Beklediği son gonga az bir süre kalmıştı. Sunağın altına vardığında yukarıdan ızgaradan hala kanlar damlıyordu.
      Sunağın altına vardığında sağ dizini yere koydu, o anda Gong sesi duyuldu. İnsanlar alışmışlardı her gong sesinden sonra sessizliğe bürünüyorlardı. Kendisini izleyenlerin şaşkın bakışları altında belindeki kemeri çözdü. Sırtındaki elbise sıyrılıp yere düşünce pörsümüş etleri meydana çıkmıştı. Kafasını öne eğip bir heykel gibi öylece kalakalmıştı.
      Sunağın arkasından aynı giysiyi giymiş altı kişi çıktı, altısının da ellerinde birer meşale vardı. Meşalelerin ışıltıları, havanın bir hayli karardığını belli ediyordu. Altı meşaleli adam, yolun sağına ve soluna yerleşti. Peşlerinden altı kişi daha belirdi, kucaklarında süslü örtülerle gizlenmiş bir şeyler taşıyorlardı. Düzenli adımlarla sunağa çıktılar. Eşgüdümlü hareketlerle ellerindeki kurbanları önceden hazırlanmış yerlere bıraktılar. Aşağı baktıklarında donmuş gibi hareketsizce duran Zethos'u görmüşlerdi.
      Amphion şaşırmıştı, töreni çömezlerin Hekate'ye kendilerinden birer parça sunmasıyla bitti sanırken yukarıya altı kişi çıkmıştı. Kardeşinin, kendi kafasına bir şeyler planladığını tahmin ediyordu. Aklına gelen olasılıkla belli belirsiz ürperdi. Zethos, yasaklanan asırlardır uygulanmayan bölümü mü uygulayacaktı?
      Sunağın üzerine yatırılmış kurbanlardan biri hafifçe kıpırdadı, veya bulunduğu yerden Topal Ağa öyle sanmıştı. Gölgeler varlığıyla gündüzü iyice geceye çevirmişlerdi. Diyardan diyara gezen, tüm dünyayı tanıdığını sanan Topal, tanık olduklarına inanamıyordu. Yaşadıklarının gerçek olmaması için dua ediyordu.
     Dakikalardır öylece duran Zethos bir ara başını kaldırdı. Yanı başına kadar gelen, gelişmeler karşısında öylece kalan kardeşine seslendi.
Hadi başlat töreni. Bu defa yasak tören yapılacak ve ben Başrahipler rahibi olacağım" dedi. Kardeşi hala donmuş gibi duruyordu. Bu törenin tamamlanması için mutlaka onun yardımına ihtiyacı vardı. Tekrar seslendi.
     “Böyle bir fırsat bir daha gelmez. Bırak çocuklara acımayı da töreni başlat. Ses tonu iyiden iyiye emrediciydi. Amphion olduğu yerde titremeye başladı. Köpek yavrularını anlamıştı, domuzları da, boğayı da anlamıştı, ya minik yavrular... Gözleri bir ara ikizinin gözlerine takıldı. Kan denizinde yüzen göz bebeklerini görünce kendisi bile korktu. Hırs dolu gözlerde, halkının kavuşmak için beklediği o mutlu geçmişten veya geçmek istedikleri zengin gelecekten eser yoktu.
      Zaman geçiyordu; “Sersem herif! Ne bekliyorsun başlat töreni." Gözlerin birbirleriyle teması devam ediyordu. Zethos, tıpkı avını sokmak için bekleyen yılanın tıslaması gibi konuş konuşmasını sürdürdü
      “Eğer sen yapmayacaksan yapacak birileri var nasıl olsa." Kimleri kastettiği belli olsun diye bakışlarını yanı başında duran genç çömezlere çevirmişti. "O zaman senide asi diye kurban ederler Hekate'ye, Hekate’nin ihaneti asla affetmediğini de biliyorsun." Son kelimeler üzerine basarak söylenmişti. Amphion, umutsuzca başını yukarı kaldırdı, gündüzün ortasındaki karanlık iyice çevreye iyice çökmüştü.
      “Diz çökün kardeşlerim...! Yüce Hekate'nin önünde diz çökün!  Önceleri titreyen ses konuştukça açılıyordu. "Kadim ve Kâbir Tanrılarımıza ve onların babası Zeus'a dua edin. Kendileri dünyamızı terk ettikten, vatanları Olimpos'a çekildikten sonra biz zavallı kullarına koruyucu olarak bıraktıkları kızları Hekate'ye dua edin. Kalbinizle yalvarın... Dilinizle yalvarın... Bedeninizle yalvarın. Yalvarın ki bizlere acısın, gündüzün ortasında yarattığı geceden kurtarsın. O mutlu geçmişin parlak günlerine çıkarsın."
      Topal Ağa bir an korktu. Ortada deli gibi dönerek bağıran adamın sesiyle herkes diz çöküverince O ortada sipsivri kalmıştı. Allahtan şaşkınlığı çabucak geçmiş kendisi de diz çökmüştü. Mehmet Ağa' da yalvarıyordu ama diğerleri gibi bir sürü Tanrıya değil. Bir olan Allah'ına yalvarıyordu. O'nun son peygamberi olan Muhammet'e yalvarıyordu. Dili sessizce kelime-i şahadet getirirken zihninin bir köşesi de kendilerini daha neler beklediğini anlamaya çalışıyordu.
       Zethos, kardeşi konuşurken başını yere eğmiş hafifçe sallanıyordu. Sanki transa geçmiş gibiydi ama bir yandan da düşünüyordu. İşlerin yolunda gitmesini umuyordu ama işler umduğundan çok daha iyi gidiyordu. Bir ara başını belli belirsiz kaldırdı. Denizin ötesindeki Samos adası sis ve duman içerisindeydi. Biraz daha dikkatli bakınca dumanın kaynağı olan ateşi gördü. Başını öte yana çevirince kendi yakalarında da benzer bir ateşin yakıldığını fark etmişti. Yamacın yukarılarında bir yerlerde alevler karanlığı yırtarcasına gökyüzüne çıkıyordu. Kıyaslama yapabilmek için başını tekrar karşı sahile çevirince, denizdeki hareketlenme dikkatini çekti. İçinde bir umut dalgası kıpırdandı, yoksa beklediği, kahinlerin müjdesini verdiği gelişmeler mi oluyordu.
1.bölümün devamı var...
      
"İnsanlığın en büyük trajedilerinden biri ahlakın din tarafından ele geçirilmesidir." Sir Arthur Charles Clark

Çevrimdışı azizhayri

  • ***
  • 581
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: Anchilea-bölüm 1
« Yanıtla #1 : 28 Eylül 2015, 10:19:33 »
1. bölümün devamı
      Amphion, iyice açılmıştı. Yılların birikimini vermek insanları hoşnut etmek için bağırıyor, yalvarıyor sonra tekrar haykırıyordu. Sözleri duadan çok beddua sözleriydi. Bedduaların hedefi ise Romalılardı, Bizanslılardı, Cenevizlilerdi. En çokta Türklerdi. Bir an kalabalığın sükuneti bozuldu. İnsanlar arasında yamacın aşağılarından başlayan ve dalgalarla yukarılara yansıyan bir hareketlenme başlamıştı. Mırıltılar seslere sesler şaşkınlık ifade eden bağırışlara dönüşmüştü. Amphion, bunların hiç birini görmeden dualarına ve beddualarına devam ediyordu.
      Birden sert bir rüzgar çıktı. Sunağın altında çıplak bedeniyle sıranın kendisine gelmesini bekleyen Zethos ürperdi. Karanlık çevrelerini kara bir örtü gibi sarmıştı. İnsanların huzursuzluğunu gördü. Belli ki olanlardan korkuyorlardı, bu kendisine gizli bir zevk vermişti ama bu zevk içindeki sıkıntıyı bastırmaya yetmiyordu. Başını bir ara yukarı kaldırdı. Izgaranın üzerindeki adamlara baktı, töreni başlatmaları için bağırdı. Bağırdı ama şiddetli rüzgar sesini onlardan çok uzaklara götürmüştü. Üstelik yukarıdakilerin onu görecek durumları yoktu. Ahalinin içinden biri bağırdı.
      “Gökyüzüne bakın, bir şey güneşi yutuyor!" Yerde diz çökmüş bir vaziyette duranlar ızgaranın üzerinden gelen sesle başlarını yukarı çevirdiler. Güneş görünmeyen bir nesnenin arkasında kaybolmuştu. Gökyüzünde ise yıldızlar ışıldıyordu, insanlar deniz gibi bir kere daha çalkalandı.
      Zethos yaşlı Pitteus'a bir kere daha hayran oldu, bunaktı munaktı ama dedikleri bir bir çıkmıştı. Şimdi bütün iş, papazlarca yasaklanan törenin gerçekleşmesindeydi .
      “Aleko ! Aleko ! Hadi " dedi. Aleko yukarıda sunağın üzerinde kendisinden gelecek emirleri bekleyen gizli yardımcısıydı. Altı cellat küçücük bedenleri örten örtüleri sıyırdı. İlaçla uyutulan çocuklar masum bir şekilde uyuyorlardı. Uzun sivri bıçaklar çıkarıldı. Zethos hemen altlarında acele etmelerini söylüyordu. Bir yandan da Pitteus'un söylediklerini düşünüyordu. Karanlık çok uzun sürmez, ne yapacaksan o kısa sürede yapmalısın demişti. Kafasını bir kere daha kaldırdı.
      Aleko, hadi... Ödülün hazır üstelik Hekate seni onurlandıracak Biraz korku biraz vaat, bütün cahiller bu iki duyguyla rahatlıkla yönetilebilirlerdi. Hekatenin armağanları bir ödüldü sıra korkuya gelmişti. Güneşi geri getirmemiz lazım, başla artık. Sunağın üzerinde adamlar hafiften korkmaya devam ediyorlardı. Onları cesaretlendirmek ve nelerin beklediğini anımsatmak gerekiyordu. "Tören bitince seni bekleyen armağanları düşün. Kızları düşün, şarapları, eğlenceyi düşün."
      Mehmet Ağa bir şeyler yapması gerektiğini düşünüyordu. Keşke yanında bir kaç yoldaşı olsaydı. Ayağa kalktı, diz çöken insanları yararak ilerlemeye başladı. Bir kaç adım attıktan sonra tekrar diz çöktü. Çizmesinin içerisinde sakladığı küçük ama keskin bıçağını çıkardı, yine ayağa kalktı. Aksamasına aldırmadan törenin yapıldığı sunağa ulaşmaya çalışıyordu.
      Sunağın üzerinde altı bıçak havaya kalkmıştı, onları izleyen insanların yüzlerinde biraz korku biraz merak vardı. Rüzgar duyuluyordu sadece, rüzgar ve Amphion'un zayıflayan ilahileri. Bıçakları havada tutan bilekler ne kadar korkuyor olsalar da aşağıdan gelecek "Amin" sesini bekliyorlardı. Ama o "Amin" hiç gelmedi. Nereden geldiği belli olmayan bir çığlık her şeyi altüst etmeye yetmişti.
      Gökyüzüne bakın!. Söylenen sanki mutlaka uyulması gereken bir komutmuş gibi bütün başlar aynı anda gökyüzüne çevrilmişti. Gökyüzünde yıldızların arasında büyük ve parlak bir nesne kendilerine hızla yaklaşıyordu. Güneyden Samos un göğünden gelir gibiydi. Belli ki yıldızlardan veya görkemli Olimpos dağından geliyordu. Yüzler de beliren korku, uçan nesne kendilerine yakınlaştıkça çığlıklara ve paniğe dönüşüyordu. Korku zinciri, bulaşıcı hastalıkmış gibi bir anda meydanı dolduran herkese yayılmıştı.
      Amphion'un dudakları dualarla kımıldarken gözleri bütün başların baktığı yöne kaydı. Bir an kendini kerelerce gördüğü rüyalarının birinde zannetti. Karanlığın yıldızlarla bezediği gökyüzünden bir parlak cisim başlarının üzerinden akıp gidiyordu. Bir anda gördüğü rüyanın sonu aklına geldi, düşündü, bedeninde taşıdığı bütün tüyler istem dışı dikilmişlerdi.  "Kan... Kan... Kan..." "Anchilie" deyip yere kapandı.
      “Anchilie; Efsanelerin gökten düşen kalkanı. Kutsal Romanın Kurtuluşunu sağlayan kutsal kalkan Anchilie." Zethos bir an yerlere kapanmış olan kardeşine baktı. Mucize gerçekleşmişti, aklını oynatmış gibi bağırmaya başladı.
      “Ulu Hekate, bizlere kutsal kalkanını gönderdi, yerlere kapanın ey kardeşlerim, mucize gerçekleşti." Bakışları kendisi kan ile yıkayıp Başrahip ilan edecek Aiptosu aradı, göremedi. Çevresindeki herkes yerlere kapanmış korku içinde bekleşiyorlardı. O anda ayaklarını sürüyerek kendine yaklaşmaya çalışan adamı, Topal Memeti gördü.
     “Aleko ! Aleko !! Kanlar aksın artık."
      Mehmet Ağa sunağın yakınına varmıştı ama çevresinde kendisini tutan eller vardı şimdi. Bir yandan onlardan kurtulmaya çalışıyor diğer yandan bağırıyordu.
      “Uyanın bre gafiller! Görmez misiniz burada cinayet işlenecek. İnsanların kafaları karışmıştı. "Ufacık bedenlerden medet uman bir din olur muymuş" diyordu. Deli gibi esen rüzgar ağaçlar ve ağaçların dalları arasında uğulduyor sesini boğuyordu.
      Yere kapanmış olan Amphion, rüzgarın uğultusundan çok daha farklı bir vınlamayı işitmeye başlamıştı. Her şey rüyalarındaki gibi gerçekleşmeye devam ediyordu. Korkarak kafasını kaldırdı, koca kalkan başlarının üzerinde, yüzlerce metre yukarıda çakılıp kalmıştı sanki. Kalkanın efendisi, kalkanın içinden kölelerinin kendisine nasıl kulluk ettiğini iyice görmek istiyor gibiydi. Yıllar kadar uzun süren bir kaç saniye sonra Anchilie, geldiğinin tam aksi yöne kuzeye yöneldi. Yaşlı adamın ve diğerlerinin bakışları arasında Mikal dağının ardında kayboldu.  Dağın arkasında ışıklı bir yol çizer gibi kaybolmuştu ama ardında bıraktığı ses devam ediyordu.
      Törene katılanlar arasında Anchilie'nin adını önceden duyan üç kişi vardı. Bu üç kişiden en yaşlı olan Aiptos, ikiz kardeşlere daha çömezlik zamanlarında öğretmişti kutsal kalkanı. Şimdi ise yıllar önce yasak kitaplardan öğrendiği nesnenin, kafalarının üzerinden uçtuğunu ve dağın ardında kaybolduğunu görmüştü. Mikal dağının güney yamacında bir yerlere inmiş olmalıydı. Saatler boyu sürmüş gibi olsa da her şey bir kaç saniye içersinde olup bitmişti. Yalnız olsaydı yaşlı zihninin bir oyunu derdi ama meydanı dolduran onca kişi olanların canlı tanığıydı.
      Kargaşalık bir an doruğa çıktıktan sonra durulmaya başlamıştı ki düzlüğün bitip yamacın tekrar başladığı yerden ikinci bir telaş dalgası başladı. Bu seferki daha somut ve daha gerçekti. Doğrudan doğruya acı ile korku ile bağrışan seslerdi.
      “Türkler geliyor! Türkler geliyor kaçın!! " Topal Ağa Rabbine şükürler etmeye başlamıştı bile. Gönül rahatlığı ile harekete başlayabilirdi artık...


      “İşte böyle Gezgin" diyerek sözlerini tamamladı Topal Ağa .O anlattıkça genç adam hiç konuşmadan dinlemişti anlatılanları. Bir an bir sessizlik yaşandı. Kendi kendine konuşur gibi anlatmaya devam etti
      “Aylarca aralarında dolaştım. Niyetim belli olmasın diye günah içinde yüzdüm." Bir an duraladı."Yine de değdi doğrusu, Putperest kafirlerin hemen tamamı telef oldu" dedi.
      “Üzülme Tanrı senin ne için günah işlediğini biliyor. Seni affeder Tanca’lı gezgin yıllardır yollardaydı ve yüzlerce öykü duymuştu. Ama bu işittikleri gibi olanı o kadar azdı ki.
      “Başrahip, ikiz rahipler çömezler yakalandı mı ki? " Konuşmaktan bir zaman önce yaşadıklarını anlatmaktan yorulmuş olan Topal Mehmet "Yeter artık" derce sine adamın yüzüne baktı.
      “Kimi direndi, orada öldürüldü; Kimi de teslim oldu. Yargılanmak üzere Subaşı'na teslim edildi. Yaşlı Başrahip o hengame de ezilerek ölmüş. Zethos canisini de o haliyle ben yakaladım. Kurban edilmek üzere ailelerinden kaçırılan çocuklar sağ salim teslim edildi.
     “Ya Amphion, diğer ikiz kardeş."
     “Maalesef hiç bir haber yok. Günlerce izini sürdük. En son Latmos körfezinin güneyindeki dağlarda kıstırmıştık ama kaybettik. O diğerleri gibi değildi, insancıldı, babacandı ve halkı tarafından seviliyordu. Bu yüzden yerli Hıristiyanlar saklıyor olmalı." Bir kere daha sessizlik oldu. Mehmet Ağa karşısında duran esmer tenli adamın kafasından geçenleri tahmin ediyor gibiydi. Açıklamalarına devam etti.
     “Civar köylülerde bu durumdan rahatsız olmalıydı ki hem Süleyman Beyimize hem de kendi beylerine haber yollamışlar. Çünkü benim haber iletecek zamanım olmamıştı. Donanmamız denizden piyadelerimiz karadan kuşatmışlar dinsizleri. O gün şövalyelerde bizimle birlikte hareket ediyorlardı, güneş tutulması başlayınca baskın için fırsat bellemişler bu tutulmayı.
      “Küsuf” diye mırıldandı Gezgin. Güpegündüz gece olmasının nedeni küsuf yani güneş tutulması olabilirdi. “Bulabileceğimi bilsem o Amphion denilen adamı aramak istedim" dedi. Gezginin sözü henüz bitmişti ki Topal atıldı
      “Aman ha !! Süleyman Beyimizin yanında o konudan hiç bahsetme. Aklına geldikçe sinirleniyor hala. "Nasıl kaçırdık o kefere başını" deyip duruyor. Gezgin biraz daha düşündü, sorulması gereken bir sorusu kalmıştı.
      “O şeyi bulabildiniz mi? Neydi adı An..."
      “Anchilie. Doğru onu da bulamadık. Yer yarıldı da yerin içine girdi sanki." Tancalı "acaba bir hayal mi gördüler " diye düşünüyordu. Ama o kadar kişi hayal göremezdi ki. Üstelik gördüğü o koca parlak kaya parçası da vardı. Yinede sormadan edemedi.
      “Gerçekten öyle bir şey var mıydı? Yani diyorum ki havada süzülerek uçan "Kalkan" gibi bir şey. Bu sözler Topal Ağanın kızması için yeterli olmuştu.
      “Kafamdan uydurduğumu düşünmüyorsun değil mi Gezgin Birader" Derin bir nefes aldı. “Kocaman karataşı gördün, huzuruna dört kişi zorla getirdi. Öyküsünü merak ettin, ben de anlattım." Yerinden doğruldu, kapıya yöneldi. Gezgin söylediğine söyleyeceğine pişman olmuştu. Adamın tepkisi anlattıklarının doğrululuğunun işaretiydi. İkna olmuştu, yerinden doğruldu. Aksayan adımlarla yenice kapıya varmış olan Mehmet Ağayı yakaladı. Elini dostça Yaşlı Gazinin omzuna koydu.
      “Ağa kusura bakma ama inanılması çok zor şeyler anlattın, üstelik beni yanlışta anladın. Ben sadece kocaman kalkanın havada nasıl uçabileceğini merak etmiştim." dedi.
      “Bulamadık Gezgin, ne rahip Amphion'u ne de kutsal kalkanı yalnız sende haklısın, inanılması çok güç şeyler bunlar." deyip kapıdan çıktı. Gezgin kapı eşiğinde bir an durdu. On günden fazla olmuştu buralarda konukluğu. Yıllardır yollarda olmuş olmanın deneyimiyle biliyordu ki gitmenin vakti gelmişti. Süleyman beyin konukseverliğini daha fazla sınamaya gerek yoktu. Kendi kendine "Bu kadar yayla havası yeter" diyerek içeri girdi. Eşyalarını toplamaya başladı. Yeni konak yeri ise yerli halkın ayasulug dediği "Tire" olacaktı.
"İnsanlığın en büyük trajedilerinden biri ahlakın din tarafından ele geçirilmesidir." Sir Arthur Charles Clark

Çevrimdışı azizhayri

  • ***
  • 581
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Anchilea - Bölüm 2
« Yanıtla #2 : 29 Eylül 2015, 12:14:33 »
                            ANCHİLEA - B Ö L Ü M   İ K İ

      Dalyanda bir kaç arkadaş içmişlerdi. Neşeli bir gecenin ardından defalarca aynı masayı paylaşan arkadaşları ukalalıklarını yapmadan duramamışlardı. Neymiş efendim "Artık içmemeliymiş, Zaten yeteri kadar içmişmiş." Arabasına kadar bu tür uyarılara devam etmişlerdi. Aslında arkadaşlarına hak veriyordu. Örneğin; Onu arkadaşlarından biri evine bırakabilirdi. Yahut ta bir taksi çağırabilirlerdi. Yine de kararım karar deyip otomobilinin direksiyonuna geçmişti. Üstelik böyle bir şey ilk defa başına gelmiyordu Sadece arkadaşlarının, birlikte içtiklerinde kendisine bir çocukmuş gibi davranmalarına içerliyordu.

      Ne kadar yol aldığını bilemiyordu. Çakırkeyif kafasının üzerine arkadaşlarının o çokbilmiş tutumlarına olan öfkesi eklenmişti. Meleke haline gelen davranışlarla aracını kullanıyordu. Kızgınlığı bir nebze azalınca dikkatini yoldan taraf yoğunlaştırabilmişti. Asfalt yol boyunca otomobilinin uzun far huzmelerinden başka bir ışık görünmüyordu. Yolun bir sağına bir soluna yönelen far ışıklarını görünce ölçüyü bir hayli kaçırmış olduğunu anladı. İyi ki geç saatlere kadar içmişti de bu saatlerde yol boştu. Gaz pedalı üzerindeki ayağının baskısını biraz azalttı.

      Bunları düşünürken az önce geçtiği üç yol ağzını fark etti. Çataldan sola yönelmesi gerekiyorken sağa sapmıştı. Yolun iki tarafında sulama kanalları olduğu için manevra yapıp dönebileceği boşluk yoktu. Gündüz vakti ve ayık olduğu bir zamanda olsaydı belki dönebilirdi belki ama şimdi macera aramaya gerek yoktu. Yolunun on-onbeş kilometre uzayacak olmasına aldırmadı yoluna devam etti çaresiz.

      Belki üç dakika, belki de bir saat geçmişti, göz kapaklarının iyice ağırlaştığını hissetti. Başka bir zaman olsa yoluna devam ederdi ama geride bıraktığı masa arkadaşlarının "Biz dememiş miydik? Ne olurdu bir kere de bizi dinleseydin..." dediklerini duyar gibi oldu. Arabayı yolun kenarına yol boyunca uzayıp giden kanalların yanına çekti. Kontağı kapattı Sönen farlarla birlikte arabasının etrafını koyu bir karanlık sardı sarmaladı. Karanlık, içki ve yorgunluk usulca bedenine uyku olarak girdi.

      Bir ses, uzaklardan, derinlerden gelen garip bir ses adamı daldığı uykudan uyandırdı. Sanki bir inilti, bir çığlıktı, bağırmak isteyip te sesi çıkmayan birinin feryadı gibi. Bir an kim olduğunu nerede olduğunu anımsamaya çalıştı. Fena halde terlemişti, bir otomobil koltuğunda uygun olmayan bir şekilde uyuya kaldığı için her tarafı tutulmuştu. Terden ve sıkıntıdan kurtulmak için kendini bir an önce dışarı atmalıydı.

      Otomobilinin kapısını güçlükle açtı, geceyi dinledi. Havanın serinlemiş olduğunu fark etti. Civarda ses seda yoktu, oturduğu koltuğun altına elini uzattı, gizlide bir yedeği olacaktı. Bir süre karanlıkta arandıktan sonra dolu teneke kutuyu kolayca buldu; sevindi. Ne de olsa içkiler onunla yakın dosttu. Beklemeden kutuyu açtı, başına dikti. Nefes alabilmek için durduğunda teneke kutunun yarıdan çoğu boşalmıştı. İkinci yudumdan sonra etrafına bakmak aklına geldi.

      Ovanın ortasında ilçeden kilometrelerce uzaktaydı. Az önceki zifiri karanlık yoktu sanki. Gökyüzünde ışıldayan yıldızlar gecenin koyu karanlığını tatlı bir loşluğa dönüştürmüştü. Neredeyse yıldızlar kadar uzakta ovanın bitip dağların başladığı yerde, İlçenin ışıkları gökyüzündeki yıldızlar gibi yanıp sönüyordu. Bir an yabancı bir yerde olmadığını hissetti.

      Bulunduğu yer belleğine tanıdık geliyordu. Gecenin sessizliğini, böceklerin kurbağaların sesleri bozuyor, uzaklardan gelen dalga seslerini duymak içinse insanın kendisini geceye biraz daha vermesi gerekiyordu. Gerçek mi? yoksa beyninin bir oyunumu olduğunu tam olarak bilemediği dalga seslerine doğru yürümeye başladı. O zaman bir asfaltta değil de şose yolda olduğunu fark etti. Yürüdükçe su sesini daha iyi duymaya başlamıştı. Önünde yükselen toprak seti aşınca hafif rüzgarda çırpınan suları gördü. Elindeki kutuda kalan son birayı da içti, boş kutuyu sulara fırlattı. Karanlık sular, kutuyu kısa bir tereddütten sonra kabul etti. Gök kubbeyi kaplayan binlerce yıldızın sularda yansımasıyla oluşan yakamoz bir saniye süren bu buluşmayı ışıltılarıyla taçlandırdı. Adam bütün bunları görmedi bile, kafasını çevirip setin üzerinde sallanarak yürümeye başlamıştı.

      Karanlıkta dakikalarca yürüdü, kafası henüz dağılmamıştı ama yürüdüğü yolun nereye varacağını biliyordu. Alkolün sisleri arasında olsa da attığı her adım belleğini biraz daha yerine getirdiğini biliyordu.  Sonunda eski ama sağlam bir evin olduğu patikaya girdiğinde eksik parçalar yerine oturmaya başlamıştı. Evin büyüklüğüyle orantılı, yılların izlerini taşıdığı her halinden belli olan bir kapının önünde durduğunda yapbozun parçaları yerine oturmuş, belleği yerine gelmişti. Yıllardır uğramıyordu ama bina da kapısı da hiç değişmemişti, nasıl bıraktıysa öylece duruyordu.

      Elleri istem dışı kapının önünde duran kocaman mermer taşa gitti. Kim bilir tarihin hangi döneminden kalan taş eşik taşı olarak yıllardır orada öylece duruyordu. Biraz zorlanmasına rağmen taşı hafifçe kaldırmayı başardı. Eli taşın altına gidince metal anahtarın nemli soğukluğunu hissetti. Uzun zaman kullanılmamanın verdiği güçlüğe rağmen bir iki zorlamayla anahtar yuvasında döndü. Peş peşe duyulan iki tıkırtıyla kapı esnedi, hafif bir itme ile de gıcırtıyla açıldı.

      Az önce, arabasının koltuğundayken duyduğu, inlemeyi andıran sesi bir kere daha duydu. Acı çeken birinin inlemesi gibi gelmişti Ona. Ensesin deki tüyler dikilmişti. Aklına, en yakın köyden bile çok uzaklarda olduğu geldi. Bir ara bu sesin eski evin döşemelerinden, kapısından ya da penceresinden gelebileceğini düşündü. Ama basbayağı insan sesiydi. "İnşallah sesi duyan olmamıştır" diye kendi kendine telkinde bulundu. Bir kaç saniye süren sessiz bekleyişten sonra o tanıdık evin tanıdık kapısından içeriye karanlığa süzüldü. Kocaman kapı menteşelerinin sonuna kadar açıldı. Ve açıldığı gibi gıcırtıyla kapandı. Birden zifiri bir karanlığın içinde buldu kendisini.

      Kapı kapandığında çocukluğunun bir Bölümünü geçirdiği bu evde yalnızdı. Zifiri karanlıktaydı ama korkmuyordu. Elini cebine attı. Çakmağını çıkardı. Çakmak alevinin solgun ve titreyen ışığında girişin sağındaki merdivenlere yöneldi. Ev yıllardır kullanılmıyordu ama sanki dün biri yada birileri gelip ilgilenmiş gibi tertemizdi. Her adımında geçmiş yılların birikimiyle inleyen merdiveni, içine sindirerek ağır adımlarla çıktı. İlk bir kaç basamakta çakmağını söndürdü. Geçmişin aydınlığı sarmıştı bütün evi. Yolu bulabilmek için ışığa gereksinimi yoktu. Alışkanlıkla Üst kattaki koridorun sonuna yöneldi. Ayakları yüzlerce, binlerce kere gidip geldiği bu koridorda yabancılık çekmiyordu. Koridorun sonundaki odanın kapısı dış kapının aksine usulca açıldı, kapı, kolunu tutan eli çok iyi tanıyordu.

Küçük pencereden vuran yıldızların zayıf ışığında odayı inceledi, içerisi hiç değişmemiş gibiydi. Her şey ama her şey yerli yerinde duruyordu. Kapının iki yanına konulmuş tahta divanlara baktı. Divanların üzerindeki tanıdık örtüler davet ediyordu adamı, direnemedi bu davete. Elbiseleriyle öylece uzandı, gözlerini kapatır kapatmaz geçmişini tekrardan yaşamaya başladı.


Yazları gelirlerdi bu eve, bir annesi, bir babası bir de küçük kardeşi vardı anımsadığı. Sert ve otoriter bir baba, babanın sertliğini yumuşatmak için yaratılmış bir anne ve kendisinden çok daha fazla sevildiğine inandığı bir küçük kardeş. Çocuklara hep sorulduğu gibi "anneni mi çok seviyorsun yoksa babanı mı?" sorusuna herkes gibi "ikisini de" diye yanıt veriyordu. İnsanlara verdiği bu yanıtın doğru olmadığını biliyordu. Yine biliyordu ki bu yanıt annesini çok sevmesine engel değildi.

      Küçük kardeşini pek sevmezdi, kıskanırdı. Kıskançlığının temelinde sevimli kardeşin daha çok sevildiği şüphesi vardı. Kendi ne kadar yaramazsa kardeşi o kadar uysaldı; Kendi ne kadar asi ise kardeşi o kadar söz dinlerdi. Ne zaman kardeşiyle tartışsalar veya çocukça kavga etseler suçlu hep kendisi çıkardı. "Sen büyüksün, sen abisin" gibisinden cümleleri hep duyardı. Tabii cezalandırılanda kendisi olurdu her keresinde. Kardeşi annesiyle bahçede otururken veya koca çam ağacının dallarına asılan salıncakta sallanırken, kendisi girişi mutfakta olan bodruma kapatılıyordu.

      Her defasında olduğu gibi haksız nedenlerle ceza aldığı bir gün, bodrum sorununa bir çare bulmuştu. Kapatıldığı o hapishaneden bir tünel kazarak kaçacaktı. Bu fikir, kapatıldığı bodrumun tabanını amaçsızca eşelediği bir gün aklına gelmişti. Toprağın girip çıktıkları kısımları iyice sertleşmişti ama duvarlara yakın olan yerler yumuşacıktı, neredeyse elleriyle, tırnaklarıyla bile kazabilirdi. Planı çok basitti, önce biraz derine inecekti, sonra bahçeyi geçip dışarı çıkacaktı. Akıllı babası, oğlunu cezalandırdığını düşünürken o özgürlüğünün keyfini sürecekti. Her cezaya çarptırıldığında çalışacak cezasının bitmesine yakın zamanlarda ise bir bahane bulup geri, bodruma dönecekti.

      Yine cezalandırıldığı bir günde, düşüncelerini eyleme dönüştürmeye karar verdi. Eski, küçük, soba küreğini bodruma götürdü. Kazacağı tünelin yönünü hesaplayarak kazmaya başladı, arka bahçe bu iş için daha uygundu. Bodrum duvarıyla bahçenin dış duvarı arasında çok mesafe vardı. Toprağın yumuşak olması işini kolaylaştırıyordu. İşin en güzel yönü ise bahçe duvarının dış tarafı çalılarla kaplıydı, bu sayede çıkışı belli olmayacaktı. Hesaplamadığı sorun ise ilk kürekte karşısına çıktı, çıkan toprağı ne yapacaktı. O soruna da hemencecik çözüm bulmuştu. Karşıya, bodrumun dip duvarının önüne yayacaktı, anne ve babasının olmadığı zamanlarda da fazlalık toprağı dışarı atacaktı.


      Yattığı yatakta bunları, çocukken yaşadıklarını düşünüyordu adam, O günlerde oldukça akıllıymışım diye mırıldandı. Yıllar acımasızca geçmiş olsa da bazı şeyleri silememişti. Yakın zamanda olup biten pek çok şeyi anımsamakta zorlanıyordu ama yıllar öncesi ne ait akılda kalması mümkün olmayacak küçücük ayrıntıları bile kolayca anımsıyordu. Sanki dünmüş gibi, babasının ona genelde çok kızdığını da anımsıyordu. Kimbilir belki de büyük oğlunun aptal olduğunu düşünüyordu. Muhtemelen, babasına olan sevgisizliğinin nedeni de bu, oğlunu hor gören küçümseyen tutumuydu. Babası ne düşünürse düşünsün o kendi zekasıyla övünç duyuyordu. Yarı uykulu uzandığı divanın da anılarının denizinde yüzmeye devam etti.

      Projesi güzelce işlerken en büyük derdin farkına sonradan vardı. Yumuşacık toprak rahatlıkla kazılıyordu, çıkanları da bodrumun dibine döküyor sonrada üzerini çiğniyordu. Zeminin bozuk olması tünelden çıkanları gizlemek için uygundu. Bir zaman sonra bodrumun duvarını zorlanmadan geçmişti. Adından da anlaşılacağı gibi bodrum, evin en altındaydı. Bu yüzden daha fazla derine inmeden yatay ilerlemeye başladı, ilerledi, ilerledi. Tünelin ucunda hesap olmayan bir duvara rastlayınca karşılaştığı problemi anladı; Bahçedeki kör kuyu.

      Kendinle övünüyordu yaşını bile anımsamakta zorlandığı yıllarda, uzun vadeli bir plan yapmıştı ve planı kurulmuş bir saat gibi işliyordu. Taa kör kuyuyu fark edinceye kadar. Kuyunun derinliği fazlaydı o nedenle altından geçemezdi. Mecburen kuyuyu çepeçevre saran kocaman kesme taşların etrafından dolaşacaktı. Kuyu duvarına rastladığında aklına gelen vazgeçme fikrinden çabuk caydı. Sonuna kadar devam edecekti. Uzun cezalandırılma dönemleri kendisi için daha cazip geliyordu. Bodrumda ne kadar çok kalırsa çalışmaları o kadar hızlı ilerliyordu.

      Tüneli ilerledikçe içi içine sığmıyordu. Babasının yüzünde göreceği şaşkınlıktan çok annesinin dudaklarında göreceği belli belirsiz gülümsemesi büyük ödülü olacaktı. Hem babasını alt etmiş olacaktı hem de annesini mutlu edecekti.

      Bir zaman sonra babası ve annesi ondaki değişiklikleri fark etmişlerdi. Ama bu değişikliklere bir anlam veremiyorlardı. Bir keresinde babasıyla annesinin ona bakarak fısıldadıklarını görmüştü. Onlara görünmeden yaklaşabildiği kadar yaklaşmıştı. Tam olarak ne konuştuklarını anlayamamıştı ama konunun kendisi olduğunu anlamıştı. Babası "Mahsus yapıyor biliyorum yine de bekleyelim bakalım arkasından neler çıkacak" demişti,  tüm duyabildiği buydu.

      Yıllar sonra, bir gece vakti düşündüğünde bütün yaptıklarının öne çıkma, göze batma, takdir görme ve sevilme isteği yüzünden olduğunu biliyordu.  Tüm yaramazlıkları, günler boyu o karanlık bodrumda kalıp tozla toprakla boğuşması hoşa gitme isteği yüzündendi. İlginin, özellikle annesinin ilgisinin o sümüklü kardeşine değil de kendisi yönelmesini istiyordu. Mutsuz olduğuna inandığı annesini mutlu etmek istiyordu. Anneciğini bir an şaşırtmak, mahzun yüzünde minicik bir gülücük yakalamak istiyordu.

      Yattığı yerden birden doğruldu, beyninin içinde yine o ses yankılanmıştı. Bunların üst üste gelmesi hayra alamet değildi. Ses bir acı çeken birinin çıkarabileceği iniltiyi andırıyordu. İçkiyi her zamankinden bile çok fazla kaçırdığını düşündü, meret şişede durduğu gibi durmuyordu. Bu yüzden, gecenin bilmem kaçında gaipten sesler duyuyordu. Yine de kendisine toz kondurmadı, yaşananları yorgunluğuna vermek istedi. Anılarıyla baş başa kalmak onu bir kere daha sarhoş etmişti besbelli. Yatağına tekrar uzandı. Daha başını yastığa koymamıştı ki aynı çığlık tekrar duyuldu. Bu kere daha net duyulmuştu. O dakika sesin kaynağını bulmadan rahat edemeyeceğini anlamıştı, ayaklarının ucuna basarak dışarı çıktı.

      Ses çıkarmamaya çalışarak yürürken aklına o ana kadar gelmeyen bir düşünce geldi. Ya evi sarhoşlar berduşlar mesken tutmuşsa, durdu, etrafına bakındı. Karanlıkta bile evdeki temizlik ve düzen belli oluyordu. Evde hiç öyle keşhane havası yoktu. Merdivenlerden aşağı indi, kendine söylemeye cesaret edemese de ayaklarının Onu bodruma götürdüğünü biliyordu.


      Herkesten saklamıştı keşfini. "Bulgum" diyordu çünkü kendi bulmuştu. Tünel kazma fikri nasıl ona aitse bulduğu da o nesne de kendisine aitti. Ayakları yere dikkatle basıyorken zihni de boş durmuyordu.

      Yine bir öğle sonrasıydı. Kasıtlı yaptığı bir yaramazlıktan sonra cezasını çekmek için bodruma kapatılmıştı. Babası eliyle bodrum yönünü gösterirken büyük oğlunun duyabileceği şekilde, Oğlumuza yeni bir cezalandırma şekli bulmanın zamanı geldi" demişti. Beyefendi, bodruma kapatılmayı ödül olarak görmeye başladı artık" diye de eklemişti. Başkalarınca söylenen o kibar kelime babasının dudaklarından çıktığında küçümseme halini alıyordu. O hakaretten çok yakalanmaktan açık olmaktan korkuyordu. Eyvah ki hem de ne eyvah, bütün çabaları boşa mı gidecekti yoksa. Alnından, kazdığı toprağa terlerinin damladığı o dar yerde annesinin şaşkın ve mutlu halini hayal ederek çalışıyordu. O güzelim final sahnesi hiç gerçekleşmeyecekti yoksa. O gülümseme, bir saniye sürecek olsa bile tüm emeklerine değecek olan gülüş hiç gerçekleşmeyecek miydi yoksa?

      Mutfaktaydı şimdi, uzaklarda öten horozların sesi duyulmaya başlamıştı. Kolundaki saate bakmaya çalıştığında karanlıkta yürüdüğünü farketti. Evin içi hala karanlıktı ve o bu karanlığa aldırmadan çok rahat yürüyordu Elini bir an cebine attı, çakmağını çıkarmaya niyetlendi, vazgeçti. Yıllardır yaşamadığı duyguları yaşıyordu. Ve çakmağın titreyen alevi bu büyüyü bozabilirdi. Ne saatin çok ilerlemiş olması ne de ötelerde horozların herkesi uyandırmaya çalışması onu yaptıklarından vazgeçirmemeliydi.

      Mutfaktan bodruma yönelen yoldaki ara kapının önündeydi şimdi. Bu kocaman evde hiç mi hiç yabancılık çekmiyordu ama şimdi çakmağın ışığına ihtiyacı vardı. Bir eli çakmağında diğer eli kapının mandalındaydı. Başparmağını mandala bastırdığında o çok iyi tanıdığı "şırrak" sesini duydu, dar kapıyı araladı. üç yada dört basamak olmalıydı aşağı inen. O indikçe zayıf titrek ışık bir sonraki basamağı ancak aydınlatıyordu.

      İçeri girince, kafasının sağa çevirdi başını, yanılmamıştı,  pencerede aynen duruyordu. Karanlıkta gülümsedi, evde hiç bir şey değişmemişti ki pencere değişmiş olsun. Aslında pencere bile sayılmazdı ya. Bina yapılırken bırakılmış bir kedinin bile zorlukla geçebileceği bir boşluğa takılmış çerçeve ve camdan ibaretti pencere dediği. Dışarıdan bakıldığında toprağın hemen üzerinde kalıyordu. İçeride ise nerede bodrumun tavanındaydı. Alçak ve küçük olmasına rağmen görevini iyi yapıyordu. Pencere sayesinde bodrum koridordan daha aydınlıktı.
      Tahta parçaları, eski koltuklar, eski eşyalar soba boruları bir yığın halinde pencerenin altında köşelerini bekliyorlardı. İşte burada, yukarıda var olan düzen ve temizlik yoktu. Bodrumun ve bodrumdaki eşyaların keyfini süren örümceklerdi, ağlardan imzaları, karanlıkta bile sihirli iplikçiklermiş gibi belli oluyordu.

      Eve girdiğinden beri ilk defa eli elektrik düğmesi aradı. Ayılıyorum galiba, diye düşündü. Eli eski tip dönerek çalışan düğmenin üzerindeyken vazgeçti. O an bodruma inme nedeni bir kere daha aklına geldi. Öyle ya ikidir duyduğu sesin ne olduğunu anlayabilmek için buralara gelmişti. Eve girdiğinden beridir hatta arabasına bindiği andan beridir mantığıyla düşünerek hareket ediyordu. Artık nerede olduğunun, ne yapmakta olduğunun bilincindeydi. Yine de başladığı işi tamamlayacaktı, elini elektriğin düğmesinden çekti, karanlık olması onun lehineydi.

      Tünelinin girişindeki ıvır zıvır da yerindeydi. O zamanlar babasının bodrumu sıklıkla kontrol ettiğini biliyordu. Bulamayışının nedeni girişin önündeki bu şeylerdi. Sırtını nemli duvara verdi, yavaşça toprak zemine oturdu. Toprağın soğukluğunu tüm hücreleriyle hissetti. Soğuktu ve nemliydi, yaşlanıyorum galiba diye mırıldandı. Eli, cebindeki sigara paketine gitti. Az sonra sigarasının dumanı pencereden vuran zayıf ışıkta dağılırken O, Yaş yere oturmaması gerektiğini bilerek geceyi dinliyordu.

      Eli toprağın üzerindeki bir katı cisme değdi, kırmızı ciltli bir kitaptı. Karanlıkta cildin rengini görerek değil anımsayarak bildiğini düşündü. O zaman aklına son duyduklarından sonra ceza yerine giderken yanına kitap aldığı geldi, sararmış ve nemden kabarmış kitabın sayfalarını karıştırdı. Bu kitap nedeniyle hem babasına yaranmış oluyordu hem de yaptığı işi kamufle etmiş oluyordu. Bu kitap sayesinde buralara daha kolay girip çıkmıştı. Kitabını bir kenara koyup tünelin girişini örten eski eşyalara yöneldi. Eskileri yavaşça kenara çekmeye başladı, belleğinin derin kuyularından neler çıkabileceğini bilmediğinden endişesini biraz olsun dağıtabilmek için ara sıra sigarasından bir nefes alıyordu.


      O gün çok korkmuştu, minik küreği boşluğa çıktığında korkmuştu. Şaşkınlık değil de boşluk duygusuydu, hiç beklemediğiniz bir anda boşluğun karşınıza çıkıvermesinin yarattığı korkuydu bu. Küreğini salladığında, tünelin sağ yanında, tabana yakın, yumruk kadar bir boşluk açılmıştı. Delik, dizinin o kısma dayanması nedeniyle bir anda genişlemişti. Düşeceği yerin bir kuyu olabileceği ve o kuyuda öleceğinin düşünüp korkmuştu. Can havliyle kendini geri atmış, heyecanı geçtikten sonra açılan deliğe sürünerek yaklaşıp incelemeye başlamıştı. Kafasının anca girebileceği bir delikten gördüğü manzara onu hayretlere düşürmüştü.
      Baktığı, küçük ama tavanı yüksek bir odaydı. O an fark ettiği ilk şeylerden biri odanın hiç penceresinin olmadığıydı. En azından gördüğü kadarıyla pencere yoktu. Korkusu kısa bir zaman sonra sevince dönüşmüştü; define bulmuştu. İçinden gelen coşkuyu güçlükle bastırabilmişti. Tünelden çıkmış keşfi anlaşılmasın diye tünelin girişini daha özenli örtmüştü.

      Bir dakika sonra ise “Sıkıştım, altıma edeceğim " diye bağırdığını anımsıyordu. Anılarıyla arasındaki son parçayı kenarı çektiğinde bir nefes daha aldı bitmek üzere olan sigarasından. Yemin ettirmişti kardeşine, hem de en az kendisinin sevdiği kadar çok sevdiğine inandığı annesinin ölüsü üzerine. Annemin ölüsünü öpeyim ki kimseciklere söylemeyeceğim" dedirtmişti. Ondan sonra anlatmıştı olanları.

        Kardeşi inanmamıştı anlattıklarına doğal olarak, ancak elinden tutup gösterince inanmıştı. Tünelini ilk gördüğünde hayret etmişti. Gizli odasını -define odasını- görünce hayreti daha da artmıştı. Kardeşinin sürünerek yaklaşıp odayı görünce attığı ıslık aklına geldi, bir kere daha gülümsedi çocukluk hayallerinin sımsıcak ışığında. O gün aklına gelenler şimdi şu an aklına gelmeye başlamıştı. Evet, tünel karanlıktı ama tünelin altında ki penceresiz odanın daha karanlık olması gerekmiyor muydu? Açılan o küçük delikten tünele zayıf ve yeşilimsi bir ışık yayılıyordu. Tünele öylece bakarken arabaya ilk bindiği anda ki durumundan, ne sarhoşluğundan eser kalmıştı nede uykusundan. Üstelik bu gece, babasına veya başka birine yakalanma korkusu yoktu.

      Çocuk bedeniyle yıllar önce rahatlıkla girdiği eğimli deliğe zorlanarak girdi. Aslında bu zorlama bile vazgeçmesi için başlı başına bir nedendi. Vazgeçmekten vazgeçti, yarım kalan bir iş vardı ve o işi şimdi tamamlamalıydı.

      Önce kardeşiyle birlikte sağlam bir ip bulmuşlardı. Sonra babalarının ava giderken kullandığı cep fenerini de yanlarına almışlardı. Aşağıdaki Odaya vardıklarında ise feneri kullanmaya gerek olmadığını anlamışlardı. Nedeni ise hem gözlerinin karanlığa alışması hem de oda da artık kendilerine tanıdık gelen koyu yeşil tatlı ve loş bir ışığın var olmasıydı.

      Aptalca çevrelerine bakınmışlardı aşağıya indiklerinde. Oda içinde bir kaç eşya olmasına rağmen boş sayılabilirdi. Üstelik de yukarıdan göründüğü kadar büyük değildi. Bir küçük ağaç masa, kaba bir sandalye görünen eşyaların belli başlılarıydı. Bir de masanın hemen yanında duran -odayı define odası diye adlandırmasına neden olan sandık vardı. Büyüklüğü masa ile karşılaştırıldığın da aşağı yukarı aynı boyda sayılabilirlerdi. Küçükken ne kadar da büyük görünmüştü gözlerine bu oda ve odadaki her şey.

      İki kardeş odanın ortasında dikilmişler sadece gözleriyle inceliyorlardı. Çünkü kardeşi kendi aklına gelmeyen fikri söylemişti.
Korsanlar eşyaları zehirlemiş olabilir, demişti. Ellerindeki kışlık yün eldivenleriyle masanın yanındaki sandığa yaklaşmıştı. Kardeşi ise doğrudan karşı duvarı inceliyordu. Kardeşinin ne yaptığına bir an baktıktan sonra ilgisini tekrar sandığa yöneltti.

      Sandık, büyük ölçüde çürümüştü. Dikkatlice tutarak kapağını kaldırdı, kilitli değildi. Sandığın içindekileri görünce hayal kırıklığına uğradı, işe yaramaz çoğu paslanmış bir sürü ıvır zıvır doluydu sandığın içi, parıldayan altına benzeyen bir tek nesne bile yoktu. İçindekileri epey karıştırdıktan sonra sandıktan umudunu kesti, masa ile ilgilenmeye başlamıştı.

      Masa sandıktan biraz büyüktü, kaba saba ağaçtan yapılmış, eski, sıradan bir masaydı işte. Ne bir oyması ne bir çekmecesi ne de başka bir özelliği yoktu. Masanın her yönüne bakındı, ilginç bir şey bulamadı. Masanın üzerinde ise yarısı erimiş kocaman bir mum vardı. İri bir dal kalınlığında çocuk karışıyla iki karış uzunluğunda ve garip şekilli bir mumdu. Mumun önünde ise kalın ve deri ciltli bir kitap vardı, kitap küçük masanın üzerinde kocamanmış gibi duruyordu.

      Yıllar önce iki küçük kafanın baktığı yerden bakıyordu, aşağıdaki hücre boyutlarındaki odada her şey yerli yerindeydi. Kullandıkları keten ip bile bıraktıkları gibi duruyordu. Adam yavaşça delikten aşağı süzüldü. Ayakları az sonra hücrenin tabanına bastığında içerideki koku ağırlaşmıştı.

      Belleğinde bu koku yoktu, çocukluğunda kokudan bu kadar etkilenmediklerini düşündü. Sadece rutubet ve yıllardır değişmediği için ağırlaşan havanın kokusu değildi burnunun hissettiği. Farketmemişti ama tünele girdiği andan itibaren bu koku gelmeye başlamıştı burnuna. Belki de klostrofobiden kaynaklanıyordu kokudan bu kadar çok etkilenmesinin nedeni. Yine de yetişkin bir insanın tecrübesiyle şu an duyduğu koku sanki bir çürümüşlüğün kokusuydu. Gerçek nedeni ise birazdan anlayacaktı.

      Kardeşinin incelediği duvara baktı, yumuşak yeşil ışık duvardan geliyordu. Yıllar önce kardeşiyle birlikte girdiklerinde aydınlık bu kadar çok değildi. Geri döndü, masa, sandık aynen indiği pencereden gördüğü gibi duruyordu; Niçin değişecek ki diye mırıldandı. Bu gizli yeri iki kişi biliyordu, kendi ve küçük kardeşi. Birden ensesinde ürperti duydu. Her şey yerli yerindeyse "O" da bıraktıkları gibi duruyor olmalıydı. Her yerini ter basmıştı, usulca topuklarının üzerinde döndü. Yıllar öncesinden kalan korku ve endişeyi yine karşısında görünce çığlık atmamak için kendini zor tuttu.

      Dudakları kıpır kıpırdı. Kendine, artık on iki yaşında değilim... On iki yaşında değilim..." diye telkinde bulunuyordu. Kafasını kaldırdı, bir kaç adım ötesinde bir iskelet vardı. Amerikan filmlerinde görülen materyallere benziyordu. Aralarındaki tek fark aşağıda duvara oyularak oluşturulan mezar-ranza şeklindeki yatakta yatan nesnenin gerçek olduğuydu. Dizleri titriyordu ne yapacağını bilemez halde ayakta dineliyordu.

      İki kardeş o gün hücreden kaçar gibi çıkmışlar akşama kadar kimselerle konuşmamışlardı, birbirleriyle bile. Akşam yemeğinden sonra bir köşede olup bitenleri konuşabilmişlerdi. Kim olabileceği ne zaman önce ölmüş olabileceği konusun- da bir fikir ileri sürememişlerdi. Çocukça korku kendi kendilerine ‘ancak hayal görmüş olmalıyız’  fikrine inanmalarını sağlamıştı.

      O gece, ölülerin uyandırılmaması gerektiği kararına varmışlardı. Tünelin kapatılacağı, oraya ne olursa olsun girmemeleri gerektiği konusunda birbirlerine söz vermişlerdi. Kardeşi, aşağıya inmek için bir neden yok zaten orada hazine mazine yok" demişti. Haklıydı, tekrar inmenin de anlamı yoktu. Ertesi gün gizlice bodruma girmişler tünelin girişini ağır eşyalarla örtmüşlerdi, iskelet tekrar canlanacak olursa dışarı çıkamasın diye.

      Gözlerini kapadı, soluklarını düzenlemeye çalıştı. Birkaç saniye sonra biraz olsun sakinleşmişti, en azından dizleri titremiyordu artık. Toprak duvarın içine ancak bir insanın sıkışmadan yatabileceği ölçülerde oyulmuş kovuğa eğildi. Dokunmak istedi iskelete, vazgeçti, uzaktan inceledi. Kemikler orta boylu birine aitti. Ölüm kendisini uykuda yakalamış olmalıydı ya da bir çeşit intihar. Sağını solunu araştırdı yatağın, bir kelepçe ya da zincir yoktu. Belli ki rahmetli kendi iradesiyle bu hücreye girmişti. Yıllar süren inziva hayatından sonra kendi yaptığı hücrede, kendi yaptığı mezarda ölmüştü.

      Masanın olduğu yere döndü. Mum ve kitap üzerindeydi.  Kalın kaplı kitabı açarken, kardeşinin söyledikleri aklına geldi. Korsanlar eşyaları zehirlemiş olabilir; gülümsedi. Duvarın içindeki oyukta uyuyan kişinin böyle bir şey yapmış olabileceğine ihtimal vermedi. Kapağını yavaşça açınca masa üzerindeki ciltli kitabın bir kitap değil de bir defter olduğunu fark etti. Sayfaları sararmış, yazıları kırmızı mürekkeple yazılmış bir defterdi. Yazılanlara bir göz attı ama bir şey anlamadı, hangi dilde yazılmıştı. Dikkatini defterde yazılanlara yoğunlaştırınca başının ağrıdığını hissetti. O zaman tere boğulduğunu ve kusmak üzere olduğunu fark etti. Bir an önce çıkmalıydı bu berbat yerden.

Küçük bir zıplama ile yukarıdaki deliği yakaladı, güçlükle de olsa kendini yukarı çekti. Boylu boyunca uzandığı tünelinden odaya bir kere daha baktı. Evet, içerideki ışık karşı duvardan, duvarın en alt bölümünden, ilk bakışta fark edilmeyen boşluktan yayılıyordu. Bir daha inip tekrar bakmayı düşündü. Duyduğu mide bulantısı onu bu fikrinden vazgeçirdi.

      Tünelinden dışarı doğru süzülürken bir daha gelmek için yıllarca beklemeyeceğini düşünüyordu. İçinden gelen bir ses bir duygu,  gitme,  diyordu. O ise, yakında tekrar döneceğini çok iyi " biliyordu. Şimdi acil gereksinimi ciğerlerini dolduracağı temiz havaydı, tünelin çıkışına doğru sürünmeye devam etti.
"İnsanlığın en büyük trajedilerinden biri ahlakın din tarafından ele geçirilmesidir." Sir Arthur Charles Clark

Çevrimdışı azizhayri

  • ***
  • 581
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Anchilea - Bölüm 3
« Yanıtla #3 : 06 Ekim 2015, 12:18:01 »
                         Ü Ç Ü N C Ü   B Ö L Ü M 

“Ooo Beyefendi günaydın" diyerek içeri girdi. Bıraktığı kapı gürültüyle kapandı. İçeride iki kişi vardı ama derinden gelen "Ooooo!" ünlemi içerdekilerin genç olanınaydı.

      “Yapmayın Ahmet Bey, duyanda hiç erken gelmiyorum sanacak" dedi daha erken gelen genç. İçeri giren adam kapının yanındaki dolaba yöneldi. Profil demirden yapılmış ayaklarıyla yerden bir karış yukarıda duran dişbudak kaplama bir eşya doladıydı. Personel için hazırlanmış, göz göz yapılmış ve hemen her resmi dairede bulunabilecek bir dolaptı. Koltuğunun altında hep taşıdığı fermuarlı el çantasını en üstteki kendine ait göze yerleştirdi. Ahmet Bey "Apartman" derdi yan yana iki üst üste beş olmak üzere toplam on bölümü olan bu dolaba. Diğerlerine de kendi takmış olduğu bu "Apartman" sözcüğünü kabul ettirebilmek için sıkça kullanırdı. En üstteki sağ göze de ‘benim daire’ derdi. Dolabını özellikle seçmişti. Ne de olsa Ahmet Oker müdür yardımcısıydı.

      -Rıza Bey, diye seslendi yaşça kendinden bir hayli büyük olan odacıya. Yılların odacısı yılların verdiği alışkanlıkla oturduğu yerden doğruldu.

     “Buyrun, Ahmet Bey".

     “Ben, bir açık çay içeceğim" bir saniye durduktan sonra odadaki üçüncü kişiye dönerek;  Besim Bey siz de içer misiniz? Besim Bey teklife kuşkuyla baktığından olsa gerek yanıt vermedi. Besim beyin vermediği yanıtı yine Ahmet Bey vermişti. "Besim Beye de bir çay... Rıza Bey kendinize de söyleyin.” Rıza Bey koridorda kaybolur kaybolmaz peşinden seğirtti, kapıdan çıkmak üzereyken yakaladı, içeriden duyulmayacak kadar bir sesle

      “Besim Bey gerçekten erkenden mi geldi?" Rıza Bey meraklı mesai arkadaşının yüzüne bakıp bıyık altından gülerek yanıtladı.

      “Evet, neredeyse birlikte açtık kapıyı." Ahmet Beyin yüzündeki şaşkınlık ifadesini görünce gülümsemesi yüzüne yayıldı. Mutfağa doğru gitmek üzere kapıdan çıktı.

      Rıza Aslan, fabrikanın demirbaşlarındandı ve her patronun çalıştırmak isteyeceği işçilerden biriydi. Yirmi yılı aşmıştı fabrika kurulalı ve yirmi yılı aşan süredir bu fabrikada çalışıyordu. Askerden dönüşün uzun süre iş aramış, bir zaman orada bir zaman şurada çalışmıştı. İlçeye bir çırçır fabrikası kurulacağını duyunca hemen başvurmuştu. Dürüstlüğü ve çalışkanlığı sayesinde daha fabrika kurulma aşamasındayken iş başı yapmıştı. İnşaat aşamasından başlayarak her biriminde çalışmıştı fabrikanın. Bir kaç yıl öncede "artık yaşlandığını" ileri sürerek daha hafif iş rica etmiş, odacı olmuştu.

      Kasabalı çok istemişti bir fabrikaları olsun diye. Ulusal Kooperatifler Birliğinin bir fabrika yaptıracağı duyulunca diğer kasabalarla aralarında korkunç bir rekabet başlamıştı. Siyasi partiler, Milletvekilleri, Devlet büyükleri devreye sokulmaya çalışılmıştı. Her ilçe potansiyel adaydı, her ilçe fabrikanın kendi topraklarında kurulmasını istiyordu ve her ilçeden heyetler toplanıyor Ankara'ya taşınıyordu. Uzun çabalar, Ankaraya gidip gelmeler sonucu heyet savaşlarını kendi kasabaları kazandı. Hem de hak ederek, bir başkasının lütfu olarak değil.

      Rıza Aslan bir köyünde doğup merkezinde büyüdüğü ilçesine büyüklerinden duyup geldiği şekilde "Kasaba" diyordu. İlçe ise "kasaba" olduğu yılları çoktan geride bırakmıştı. Yine de Rıza Bey kâh yaşının büyük olduğunu ima etmek için kâh ağız alışkanlığıyla İlin merkezden sonra ikinci büyük ilçesi olmasına rağmen hala ilçelerinden bahsederken kasaba diyordu.

      İlçe, verimli bir ovanın hemen kıyıcığında kurulmuştu. Yıllardan beridir de başat ürün olarak pamuk ekilirdi. Civardaki en yüksek pamuk rekoltesini çıkarırdı. Bazılarına göre dünyanın en iyi pamuğu daha alçak gönüllülere göre Bergama’dan sonra dünyanın en iyi pamuğu bu topraklarda yetişirdi. Dolayısıyla kurulacak çırçır fabrikası ilçelerinin hakkıydı. Hatta dönemin belediye başkanının girişimleriyle fabrikanın kurulmasına ön ayak olan milletvekilinin adı ilçenin bir caddesine bile verilmişti jest olarak. Fabrika sahası olarak yıllardır Kooperatifler birliğinin alım sahası olarak kullandığı geniş arazi seçilmişti. İşte bu sayede pamuklar, kilometrelerce ötelere götürülmüyordu. Dahası Rıza Aslan gibi pek çok kişi bu fabrikadan ekmek yemeye, ailesini geçindirmeye başlamıştı.

      Fabrikanın açılışında ilçe de bayram vardı sanki. Muhteşem bir tesis olarak bir benzerinin anca İzmir'de veya Adana'da olabileceği söyleniliyordu. Yıllar geçtikçe ufak tefek benzerleri kuruldu. Mevcut potansiyel yeni çırçır atölyelerini gerektiriyordu. İlçe de adeta bir iş kolu doğmuştu. Şimdileri benzerleri olsa da ilçe halkının gözünde Fabrikaları hala bir numaraydı. Belki kapasite olarak geliştirilmediyse de depolama bölümleri -hem açık alan hem de kapalı alan- olarak İl de bile benzeri yoktu.

      Ana yol üzerindeki fabrika kabaca üç bölümden oluşuyordu. İlk kurulduğunda, yurt dışından getirtilen altmış çırçır tezgahının bulunduğu asıl fabrika bölümü, üstü galvanizli saçlarla kapatılan ve bir Bölümü da açık olarak kullanılan depolar ve yönetim binası. İlk yapılan yönetim binasına eklenen tamir-bakım Atölyesi, soyunma odaları ve yemekhanede yönetim binasına dahil edilmişti. İhtiyaç olarak akla gelebilecek her bölüm vardı. Öyle ki yapılırken bir revir bile düşünülmüştü. Hoş revir şimdi başka amaçlarla kullanılıyordu ama o günlerde düşünülmüştü.

      Pamuk toplama alanları ilçenin dışarısındaydı. Fabrikada doğal olarak ilçe dışında kurulmuştu. Geçen yıllar içerisinde ilçe büyüdükçe yerleşim alanları genişlemişti. Yeni mahalleler, fabrikaya yakın olması bir avantaj olarak düşünülen toplu konutlar, fabrikanın artık ilçe içerisinde kalmasına neden olmuştu. Kurulduğu ilk yıllarda bir toprak yolla ulaşılan işletmeye zamanla asfalt yol yapılmıştı. Bu gün ise işletmenin önünden köylülerin deyimiyle "uçak inebilecek" genişlikte ve iki yanı devasa Okaliptüs ağaçlarıyla kaplanmış geniş bir cadde geçiyordu. Eski, İzmir yolu yerini bu yeni yola bırakmıştı.

      İşletmenin -fabrika adı sonra ki yıllarda işe başlamış eğitimli kişilerce İşletme’ye dönüşmüştü- ana girişi cadde üzerindeydi. İki kapısı vardı. Geniş ve sürgülü olan kamyon ve traktörler için yapılmıştı. Özellikle sonbahar aylarında tepeleme balya yükleriyle gelen araçlar içindi. Ana giriş kapısını geçince geniş bir meydanlığa ulaşıyordunuz. Meydanın solunda "Çekirdek Deposu" vardı. Çekirdek deposunun bitişiğinde de Çırçır Atölyesi.

      Üretimin yapıldığı asıl fabrika bu "çırçır Atölyesi." idi. Toplanan pamuk liflerindeki çekirdekleri ayıran atmış çırçır tezgahı bu Atölye içindeydi. Daha ötelerde ise derinlemesine olarak prese bölümü ve her biri hangar büyüklüğünde olan kapalı depolar vardı.

      Ana girişin hemen sağındaki kapı ise biraz daha küçüktü. Küçük kapıdan geçerek doğrudan Yönetim Binasına giriyordunuz. Atölyeler ve yönetim binası birbirinin simetriği sayılabilirdi. Yönetim binası biraz daha küçük ölçekle yapılmıştı. Küçük kapı yalnızca kişilerin geçebileceği genişlikteydi, genellikle de yönetim bölümünde çalışanlar kullanırdı. Bu nedenle adı halk arasında Memur Kapısına çıkmıştı. Memur kapısından girince bir küçük bahçeye geliyordunuz. Bu bahçe Ana meydandan Rıza Aslanın çabalarıyla ayrılmıştı ve Rıza Aslanın sayesinde çiçekler içinde bir bahçeye dönüşmüştü meydanın bu yönü.

      Cadde ile yönetim binası arasındaki bu bahçe dillere destandı. Güller, sardunyalar, ağaççıklar hep Rıza Beyin elinden çıkmıştı. Eylül ayının ortalarına gelmelerine rağmen rengarenk güller hala açıyordu. Bütün bahçeyi inceleseniz de bir tane yabancı ot bulamazdınız. Bahçenin yola yakın bölümü ise deneme bahçesiydi. Ovada ki pamuğun ne boyda olması gerektiğini bu bahçedeki Rıza Aslanın pamuklarından anlayabilirdiniz.

      Rıza Bey, Ahmet Oker'in ve Besim Beyin çaylarını getirdiğinde diğer personelde yavaş yavaş gelmeye başlamıştı. Önce Ahmet beyin çayını verdi, ne de olsa Ahmet Bey Müdür yardımcısıydı. Ahmet Bey, etrafındakilere Müdür yardımcısı olduğunu ima etmeden duramazdı. Bu nedenle Rıza Bey önce Müdür Yardımcısının çayını verir daha sonra normal servisini yapardı.

      Dışarıdan gelen çalışanlar önce elindekileri Ahmet Beyin apartman dediği dolabın üzerine bırakıyorlar daha sonra mutfağa gidiyorlardı. Mutfak fabrikanın en önemli sosyal birimlerinden biriydi. Bazen mutfak oluyordu, bazen de yemekhane ama çoğu zaman çayhane oluyordu. Salonun bir Bölümü paravanla bölünmüş bir mutfağa dönüştürülmüştü. Pamuk sezonu açılınca düzenli yemek çıkıyordu bu bölümde. Bahar ve yaz aylarında ise basit ve kolay yapılabilen yemekler tercih ediliyordu.

      Mutfağın patronu ise Lütfiye Bacıydı. Aşçı, bulaşıkçı, temizlikçi balyacı Lütfiye Akçiçek. Salonun mutfak olarak ayrılan yerinin dışında kalan bölümü de öğle saatlerinde yemekhane, kalan vakitlerde de kantin gibi kabul ediliyordu. Salon ile mutfağı ayıran paravanın hemen önündeki büyük masa bir çeşit protokol masasıydı. İşletme müdürü başta olmak üzere yönetici takımı bu diğerlerinden büyük olan masanın devamlı kullanıcılarıydı. Gerçi bu konuda herhangi bir yazılı kural falan yoktu ama yılların verdiği alışkanlıkla kolay değiştirilemeyecek bir kanun olmuştu sanki.
 
     Yemekhane girişinde oturan üç dört kişilik guruptan iriyarı sayılabilecek biri seslendi. Yılmaz nerede kaldı bizim kahveler. Yılmaz diye seslenilen genç paravanın arkasından elinde askıyla çıktı.

      -Kahveler geliyor. Yılmaz işletmenin en genç elemanlarından biriydi. Fabrika da iş bulmanın mutluluğunu yakalamış ender kişiler biriydi. Yılmaz, uzun boylu sayılabilecek esmer tenli bir delikanlıydı. Askerden sonra günlerce iş aramış bulamamıştı. Ülke genelinde var olan işsizlik iç göç nedeniyle baskısını iyice arttırdığı günlerde çalmadığı kapı kalmamıştı. İçgöçü yoğun olarak yaşayan batı bölgelerinin her yerleşim bölgesi gibi ilçeleri de bu işsizlik olgusunu tüm bireyleriyle yaşıyordu. Aylar sonra İşletmede "çaycı ve ayakçı" aranıyor diye duyduğunda ne yapmış ne etmiş İşletmeye kapağı atarak geleceğini güvence altına alabilmişti.

      Genç çaycı, elinde taşıdığı askıdaki çayları ve kahveleri dağıtasıya kadar Rıza Bey elinde bir bez ile içeri girmişti. Masada oturan kendi akranı sayılabilecek biri
     “Rıza gel bir sabah kahvesi de sen iç" diye seslendi. Rıza Aslan çağıranlara bakıp gülümsedi ama tekliflerini her zaman ki alçak gönüllüğüyle reddetti.

      “Sağol Cavit, işleri bitireyim öyle. Bunları söylerken elindeki -neredeyse bütün gün taşıdığı- toz bezini gösteriyordu. Sözünü bitirince koridora açılan kapıya yöneldi. Onun gidişini izleyen masadakiler adam kapıda kaybolur kaybolmaz konuşmaya başladılar.

      “Bazen şu Rıza babanın fazla titizlendiğini düşünüyorum" dedi az önce "nerede kaldı bizim kahveler" diyen seslenen kişi. Rıza babaya laf atan masadaki kişilerden Bekçi Cavit cevap verdi.

      “İyidir bizim Rıza iyidir. O’nun için –yağcı, yalaka, işgüzar- gibisinden düşünmeyesin Serkan Bey" dedi. Bunları söylerken her zaman yaptığı gibi kırlaşmış ama sigaradan sararmış bıyıklarını buruyordu. Serkan Güler’in verebileceği başka bir yanıt yoktu.

      “Rızanın aşırı ciddi görünen davranışları tamamen iyi niyetle yapılan davranışlardır." Adam demin arkadaşının söylediği sözlerden etkilenmişe benziyordu. Doğrudan doğruya Rıza Aslan'ı savunmaya girişmişti.

      “Rıza’nın birine yaltaklandığı kimse görmemiştir, duymamıştır. O sadece işini yapar, hem de en iyi şekilde." Masada oturan birkaç kişide yaşlı bekçinin söylediklerini başlarıyla onayladılar. Kısa bir süre sessizlik yaşandı. Bir çeşit ahlak çatışması yaşanmış gibiydi masada oturanlar arasında. Yardımcı personelden oturanlar vardı masada. Fabrikanın bekçisi Cavit Pekal, Hamalbaşı Muammer Alkaşlı ve Şoför Enişte Hüseyin Soylucan. Bu üç kişiye Odacı Rıza Aslan ve Ustabaşı Ali Gedikli’yi eklediğinizde İşletmenin en kıdemli ve en yaşlı beşlisini elde ederdiniz. Ancak Ali Usta’nın kızının bir gece önce düğünü olduğu için O ve yardımcısı ve adaşı 'Yağcı Ali' henüz gelememişti.

      Oturanların -yaşı kırklara yaklaşsa da- en genç olanı pamuk eksperi Serkan Güler az önce yaptığı çıkışı düzeltmekten ziyade konuyu değiştirmek için sözü akşamki düğüne getirdi. Her zamanki doğal İçanadolu şivesiyle Hamalbaşına sordu.

      "Muammer usta dün akşam ölçüyü kaçırdın. Hep bu kadar çok mu içersin?" Hamalbaşının esmer yüzü hafifçe kızardı. Torunu doğduğundan beri dünyevi zevklerden elini ayağını çektiğini, kendini dine verdiğini söyler dururdu. Bu yüzden sakal bırakmış, namaza başlamıştı. Muammer ustanın gençliğini bilenler onun bu yönünü dikkate almıyordu. Teni biraz esmer olduğu ve oturduğu mahalleden dolayı gıyabında veya kızdıklarında "Çingene Muammer" derlerdi.

      "Yok be Serkan Bey" dedi. O kadar aşırıya gittiğimi zannetmiyorum. Şeytana uyduk bir kere. Birden aklına gelmiş gibi elini cebine attı, tespihini çıkardı. Tövbe estağfurullah... Tövbe estağfurullah..." O anda masadan yükselen korkunç kahkaha sesi tüm yemekhaneyi çınlattı. Kahkahalar biraz durulunca Bekçi Cavit sözde arkadaşını savunmaya başladı

      "Bizim Muammer içmezdi, içmezdi ama gel gör ki düğün sahibinin hatırı vardı." Bir an Hamalbaşına baktı. Hamalbaşının ironiyi farkedecek durumu yoktu. Söze balıklama atıldı.

      Öyle ya köpeğin hatırı yoksa sahibinin hatırı var. O yörede yıllardır gelenek haline gelmişti. Pamuk sezonun da -işlerin yoğun olduğu sonbahar aylarında-  düğün dernek işleri yapılmazdı. Kızı biliyordu ama damadı çok ısrarcı olunca düğün yapılmıştı. Nede olsa karı koca aynı bankada memurdular. Allahtan sezon henüz başlamamıştı da düğüne katılım yüksek olmuştu.

      “Düğün kalabalıktı." Masada bir an durulma olunca hava iyice soğumasın diye Şoför Enişte söze girmişti.

      “Sezon ha girdi ha girecek ama yine de Ali Gedikli Ustamın çok seveni varmış." Eksperin sözünü diğerleri de onayladı. Serkan Bey sözü başka kanallara çekmeye çalışıyordu ama Bekçi Cavit ve diğerleri Hamalbaşına yüklenmek için gene içki içmeğe getirmeye çabalıyorlardı.
 
     “Ali ustamın da arkadaşları kendi gibiymiş. Neydi o içki tüketimi." deyince Bekçi sözün gene Hamalbaşına geleceğini anlamıştı.

      “Hele bizim masaya gelenlerin haddi hesabı yoktu." deyiverince Muammer usta kendiliğinden savunmaya geçti.

      “Etmeyin beyler, eylemeyin. İçtiklerimin hepsini toplasan bir otuz beşlik etmezdi. Hem bizim masada içki içmeyen yoktu. Bütün şişeleri ben devirmedim ya." Kendine söz atan diğerlerinden çok Bekçiyi kendine hasım seçmişti.

      “Cavit Efendi!... Sen benim kadehlerimi sayacağına kendi içtiklerine baksana." Bir an durdu. Önemli bir şeyler söyleyecekmişçesine etrafındakilere bakındı.

     “Gondol... Kendi zıkkımlandıklarını bana mı sayıyorsun yoksa?" Masada ikinci bir kahkaha tufanı kopmuştu. Muratlarına ermişler Hamalbaşına o kelimeyi söyletmişlerdi. Bekçi Cavit cevap verirken seyrek dişlerini göstererek güldü.

      “Benim ne kadar içtiğimi herkes biliyor." Omzunu umursuzca silkti.

“Senin gibi münafıklık yapmıyorum ki ben." Bırakılsa bu neşeli muhabbet sürüp gidecekti. Serkan Güler kalkmak için hareketlendi. Elini cebine attı. Cebinden biraz bozuk para çıkardı. Masanın üzerine bırakıyorken diğerleri itiraz etmeye kalkıştılar.

      “Tamam, bu defa da ben vereyim, bir daha ki sefere sıra sizde." O da diğerleri de "bir daha ki seferin" gelmeyeceğini biliyorlardı. Masaya doğru hafifçe eğildi. Alçak sesle bir şeyler söyleyeceğini tahmin eden ötekiler ona doğru eğildi.

      “Birisi gelip uyarmadan işime döneyim" dedi. Ayağa kalktı. Normal ses tonuyla "dün gece özel bir geceydi. Gördünüz ben bile içtim." Kinayi söylenen "ben bile" kelimesi masadakiler tarafından tebessümle karşılandı.
      “Herkes hayatından memnundu. Eğer memnun olmasaydık İşrete Dalyan’da devam etmezdik, içeriye yöneldi. İki üç adım sonra durup; Türkiye'nin içki tüketiminde dereceye girebilecek ilde oturmak kolay değil dedi, gülümseyerek yürüdü gitti.

      Serkan Bey, yemekhaneden çıkıp kantar odasına geçti. Onca muhabbet ile vakit geçirmelerine rağmen kantar odasına hala gelen giden yoktu. Oradan muhasebe bölümüne geçti, orası da boştu. Koridor boyunca odalara hep baktı. Sırada Müdür yardımcısı Ahmet Oker'in odası vardı. Kapıyı tıklatıp kafasını içeri doğru uzatınca gülümsedi, aradığını bulmuştu.

      “Günaydın baylar" deyip içeri girdi. Ahmet Oker, kapının tam karşısındaki, genişliği Müdür Beyin masasıyla yarışan makamında oturuyordu. Odanın diğer duvarında ise iki masa daha vardı. Birinde erken geldiği olay olan Besim Kalden, diğerinde boyuyla posuyla Serkan Beyden aşağı kalmayan genç biri oturuyordu. Eksper beden ölçüleri kendine yakın ama yaşça daha genç olan arkadaşın yanına vardı.

      “Mustafa Ali Bey, dünkü halinizi gördükten sonra bugün işbaşı yapabileceğiniz konusunda kuşkuluydum doğrusu."  Mustafa Ali Kırmaz, İşletmenin Ziraat teknisyeni, uzun boyluydu. Uzun boylu ve kilolu bedeni her yerde kendisini belli edecek cesamete sahipti. Boyunun uzun olması kilolarını gizliyordu. Üç dört yıldır fabrikada çalışıyordu. Yaşı otuz civarında olmasına rağmen ilk görenler onun daha yaşlı olduğu fikrine kapılıyorlardı, fazla kiloları yüzünden tabii. Kocaman ağzında çevirdiği elindeki simidin parçasını yuttuktan sonra yanıt verdi.

      “Oda bir şey mi. Sen beni gençliğimde görmeliydin." Sigaradan sararmış dişlerini göstererek güldü. “Hele içkiler bedava olursa" sağ elinin parmaklarını birleştirip dudaklarına götürdü, değme keyfime. Serkan Bey masaların karşısındaki, gelen vatandaşlar işleri görülesiye kadar otursunlar diye duvar boyuna dizilen sandalyelerin birine oturdu. Uygun bir cümle yakaladığını düşünerek

      “Coni'ler de Türk düğünü nasıl olurmuş gördüler." Dedi.  Sözlerine bir yanıt beklediği ve bir kaç saniye içinde konuşan olmadığı için söze tekrar kendi devam etti. Güzel bir tören oldu. Gene sözlerine cevap alamadı. Ahmet Oker, büyük bir ciddiyet içerisinde önündeki dosya ile ilgileniyordu. Mustafa Ali Bey de elindeki simidini bitirmeye çalışıyordu. Onu dinliyor görünen odadaki tek kişi olan Besim Beye dönerek

      “Sizi göremedim dün gece Besim Bey" dedi.

      “Oradaydım, büyük ustanın kızının düğününe katılmamak olur mu hiç. Üstelik, kızı Saniye benim arkadaşım sayılır." Yanlış anlaşılmaması için açıklama gereği duydu. Saniye, benim kardeşim gibidir demek istemiştim. Ahmet Oker söze girdi.

      “Oradaydı. Birlikteydik. Hatta beraber ayrıldık. Sanki Besim beyle oradan ayrılmak bir suçmuş gibi etrafına bakındı. Gerekçesini ekledi.
 
     “Bizim oğlan biraz rahatsızdı da." Orada bulunanlar hiç de inanmış gibi durmuyorlardı. Biliyorlardı ki Ahmet beyin ayrılmasının gerçek nedeni çocuğunun hastalığı değil İçki içmemesi ve içkili ortamlardan uzak kalmaya çalışmasıydı. Bu yetişme tarzından ve inançlarından kaynaklanan bir şeydi. Kimsede bunun aksini Ahmet Oker'in yüzüne söyleyemezdi. Öyle ya ne de olsa İşletmenin ikinci müdürüydü. Serkan Aktaş bütün bunları bildiği için Ahmet Oker'e bir şey demedi. Yalnızca küçük sataşmalar içeren sözlerle konuşmasını sürdürdü.

      “Peki, siz neden erken kalktınız Besim Bey, sizin de mi çocuğunuz rahatsızlandı?" Umduğu gibi taş yerine ulaşmıştı. Müdür yardımcısı başını eğilmiş olduğu dosyadan şöyle bir kaldırdı. Serkan Bey ise başına gelecekleri bildiği için başını çoktan başka yerlere çevirmiş, bıyık altından gülüyordu.

      “Benim kız hasta ol..." Besim bey cümlesini yarıda kesmişti. Geçte olsa ironiyi anlamıştı. "...madı. Bir gurup arkadaşa sözüde vardı." Diğerleri anlamıştı, yine de Besim Bey sözünü tamamladı.

      “Arkadaşlara önceden verilmiş bir sözdü. Anlarsınız işte." Anlamışlardı. Daha fazla açıklamaya gerek yoktu. Besim beyle, Ahmet beyin ortak tarafı ikisinin de "dul" olmalarıydı.

       Besim Kalden, İşletmenin muhasebecisiydi. Eşini altı yıl kadar önce kaybetmişti. Bir kızı vardı, dedesi ve ananesiyle kalıyordu. Ahmet Bey ise eşinden ayrılmıştı. İki çocuk yapacak kadar evli kaldıktan sonra ayrı yaşamaya başlamışlar, geçen yılda da resmen boşanmışlardı. Bu iki kişinin eş durumu benzerliğinden başka aralarında pek benzerlikte yoktu. Kapı hafifçe çalındı, Rıza Babanın başı kapı aralığından gözüktü.

      “Besim Bey, Müdür bey daha gelmedi mi?" Soru kapıya yakın oturan Muhasebeciye sorulmuş olsa da yanıtı karşı masadan geldi.

      “Birol Bey tarlaya incelemeye gitti" İncelemeye gitmek, İşletme de sık rastlanılan durumların başında geliyordu Her saat, her gün hatta her mevsim tarlalara incelemeye gidilebilirdi. Bunun dışında tarlaya incelemeye gitmek bir sürü olumsuzluğun yasal gerekçesi olabiliyordu. Örneğin İlde oturan müdürün sabah gecikmelerinin ya da akşam erken gitmelerinin adı oluyordu.

      Rıza babanın kafası kapı aralığında henüz kaybolmuştu ki kapı yeniden çalındı." Ahmet Oker, Yine ne var Rıza dedi. Eğer kapı çalındığında kapıyı açan kişi Rıza Aslan olsaydı, müdür yardımcısının hitap tarzına çok bozulurdu. Aralarında on-on iki yıl yaş farkı vardı. Müdür yardımcısından on-oniki yıl büyüktü. Ve amiri olması o şekilde bir hitap hakkını ona vermezdi, üstelik fabrikada çalışan herkes Rıza babanın bu konudaki hassasiyetini bilirdi. Rıza bey, Rıza efendi diyebilirdi. Hatta Bekçinin sık şekilde kullandığı ve samimiyete dayanan Rıza babaya bile razıydı. Neyse ki kapıyı ikinci defa açan Rıza Aslan değildi.

      Kapıda, önce kısa boylu, zayıf ama sanki sıtmalıymış gibi koca göbekli bir vücut göründü. Vücudun üzerindeki incecik boynun taşıdığı kafanın iki yanındaki saçlar seyrelmiş ve beyazlamıştı. Bu vücudun sahibi işletmenin neredeyse tüm yazışmalarını yapan ve takip eden Mehmet Bayram’dı  Onu kapıda ilk gören, kendine yeni bir av bulmuş avcı gibi gözlerinin içi gülen Serkan Beydi, ötekilere fırsat bırakmadan lafa girdi.
 
     “Oooo Mehmet Bey uyanabildiniz mi?" dedi. Kapıda beliren yüzde bir an gülümseme göründü ve kayboldu. Yüz hatlarıyla istediği gibi oynuyordu, ilahiyat eğitimi yerine konservatuar eğitimi görseydi çok daha başarılı olacağı belli olacak biriydi. Yıllarca çeşitli illerin köylerinde imamlık yaptıktan sonra kendi memleketine dönmek istemişti. İmam olarak atanması yapılamayınca kurum değiştirmiş, memur kadrosuna geçmişti. Mimiklerini kullanmayı da imamlık yıllarında, özellikle vaaz verirken geliştirmişti. O yüzden belli belirsiz gülümseyerek, yanıt hakkımı saklı tutuyorum demek istemişti. Daha sonra taşı gediğine mutlaka koyardı.


      Adının Yüksel Pekcan olduğunu söyleyen birisi sizinle görüşmek istiyor" dedi. Odanın hakimi durumundaki müdür yardımcısı astlarına fırsat bırakmadan yanıt verdi
      “Adamı bekletmeyin Mehmet Bey, lütfen içeri çağırın" Genelde yaptığı gibi lütfen sesin sahibinin ne kadar kibar olduğu belli olsun diye yüksek tonda söylenmişti. Mehmet Bayram, açıktan açığa adeta sırıtarak geri çekildi, bir iki saniye sonra tekrar içeri girdiğinde yalnız değildi. Ahmet Oker ve diğerleri donup kalmışlardı. Mustafa Ali ağındaki simidin son lokmasını yutamadı, içtiği çaysa çenesinden sızıyordu.

      Bir kaç gün önce hakkındaki atama kararnamesi İşletmeye gelmişti; o günden beridir işletmede adı geçen, Yüksel Pekcan kapıda dikilip duruyordu. Kimdi, kimlerdendi, ne zaman gelecekti hep gıyabında konuşuluyor hatta gelip gelmeyeceği bile tartışılıyordu. İşte o adı geçen Muhasebe şefi kapıda durmuş içeriye davet edilmesini bekliyordu. Genç olduğunu tahmin etmişlerdi doğum tarihini okuduklarında. Gelen kararnamede fotoğraf olmadığı için nasıl birisinin geleceğini doğal olarak bilemiyorlardı. En azından karşılarında manken ajansından gelen birini beklemiyorlardı. Şaşkınlığı geçip de ilk konuşan Serkan Güler’di. Karşısında duran dar siyah eteği dizlerinin üzerinde alımlı genç bayana;

      “Hanımefendi kusurumuza bakmayın" diyebildi. Kapının yanında duran genç hanım adımlarını odanın için de değil de odadakilerin beyninde atıyormuş gibi tok ayak sesleriyle kendine gösterilen sandalyeye yürüdü. Odaya giren muhasebe şefi, uzun boylu, uzun bacaklı, güzel bir bayandı, yalnızca odadakileri değil tüm erkekleri aptalla çevirecek biriydi. Şaşkınlıkları geçtikten saniyeler sonra ancak Ahmet Oker konuşabildi. Ya nasıl olur arkadaş, Yüksel, erkek adı" diyebildi Bütün gözler - bazen ilgisiz görünüyormuş gibi olsa da yeni gelen konuktaydı. Karşılıklı incelemelerle geçen ilk dakikadan sonra konuşan kızıla yakın sarışın güzel oldu.

      “Ben, yeni Muhasebe şefi Yüksel Pekcan " dedi. Diğerlerinin ağızları hala açıktı. Bir "memnun olduk " mırıltısı dudaklarda gezindi ama içinde bulundukları şaşkınlık yüzünden kimsenin pek tanışacak hali yoktu.  Suskunlukla geçen bir süreden sonra tekrar konuşan konuktu.

      “Ben, Birol Tekin Beyle görüşmek istiyorum" deyince o zaman hemen karşısındaki masada oturan Müdür yardımcısı yanıt verebildi.
 
     “Kendisi burada değil." Peşinden diğerlerinin artık ezberlemiş olduğu cümlesi geldi. ”Ben ikinci müdür Ahmet Oker, size nasıl yardımcı olabilirim. Dindar sayılabilecek birisiydi ikinci müdür, normal koşullarda böyle vücut hatlarını ortaya çıkaracak şekilde giyinen birine bakmazdı. En azından bakmadığını söylerdi. Arkadaşları takıldığında ise
      “Bizden geçti artık" derdi Ne de olsa orta yaşı geride bırakan biriydi. Sonuçta arkadaşları ayağında dar siyah eteği göğüslerinin dikliğini ortaya çıkaran bluzu ile karşısında bacak bacak üstüne atarak oturan, kendisinden bir hayli genç bir bayana olan ilgisini yadırgamışlardı.
      “Sizi şaşırtmak istemezdim" dedi genç kız. Allah için güzeldi, güzelliğini ortaya çıkaracak giysileri seçecek kadar zevkli ve cesur biriydi. Hakkımdaki yazı gelmiştir diye tahmin ediyordum" diye sözünü tamamladı. Odada bulunanlardan en çok şaşıranı ise Besim Kalden'di. Durumu toparlamak için söze girdi. Bir an önce yeni gelen arkadaşla tanışmak ister gibiydi. Arkadaşlarını tanıttı. Tanışma töreninden sonra hava biraz daha normalleşmişti. Yeni mesai arkadaşlarına yardımcı olmak konusunda bir yarış bile başladı. Mehmet Bayram
     “Kahvaltı ettiniz mi?" diye sorunca diğerleri de peşinden sorularını sıralamaya başlamışlardı.
      Yeni mi? Geldiniz
      Nereden geldiniz ?
      Bu sabah mı geldiniz.? Genç hanım soruları “Arkadaşlar lütfen" diyerek sertçe kesti. Kısa bir duraklama ile odanın havası az önceki gergin haline döndü. Eksper Serkan altın dişini göstererek
      Bir sabah çayı içer misiniz? deyince genç bayan çıkışının sert olduğunu fark ederek, çatık kaşlarının altında sadece dudaklarda beliren bir küçük gülümseme ile yanıt verdi.
      Evet, Öyle bir evetti ki adeta "ortamı ben belirlerim" der gibiydi. Çay söylemek için Besim Bey kalktı. Diğerleri ise başka şeylerle meşgul oluyormuş gibi davransalar da kaçamak bakışlarla gözlerini karşılarında oturan kişiden ayıramıyorlardı. Besim Bey kapının eşiğindeyken ikinci müdür gene yapacağını yapmıştı.

      “Besim Bey, Yılmaz Beye çayları özel bardaklarda getirmesini söyler misiniz?" dedi. Çay söylemeye Besim beyin gitmesinden memnun olmuşa benziyordu. Ne de olsa Besim Kalden işletmenin yönetim personelindeki yalnız kişilerinden biriydi Kendi rakibi olabilecek biri.

    Her akşam olduğu gibi birlikte mutfaktaydılar. Akşam yemeğini birlikte hazırlıyorlardı. İçeri odadan sesi olağandan fazla açılmış televizyonun sesi geliyordu. Diğer bir odadan yayılan radyo mu? CD mi? olduğu belli olmayan bir müzik sesi de vardı. Evliliklerinin beşinci yılını geçen ay kutlamışlardı. Beş yıllık evli olmalarına rağmen konuşulacak konuları kalmamış gibiydi. Bu yüzden evdeki sessizliği yenmek için olacak bütün cihazlar açılıyordu. Bir zaman cihazlardan gelen sesler duyuldu sadece. Bir zaman sonra evin hanımının konuşacak konusu olmalıydı. Mutfağa daha yakın olan odaya gidip kocaman müzik setini kapattı. Yalnızca televizyonun sesi duyuluyordu artık.     

 Mustafa Ali Bey anlattıklarınız dün gece geç gelmenizle ilgili değil" dedi. Bey kelimesi beş yıllık evliliğe yakışmasa da durumun ciddiyetini vurgulamak için özellikle seçilmişti. ”Ev de sizi bekleyen genç bir eşin varlığını unutuyorsunuz.  İşletmenin iriyarı teknisyeni az önce söylediklerini tekrarladı.
      Arkadaşları kıramadım hayatım. Düğün evinden sonra bir yerlere gidelim dediklerinde hayır diyemedim." Bir an düşündü, sigaranın sapsarı imzasını attığı dişlerini göstererek gülümsedi. "Eşinin 'Kılıbık' diye anılmasını istemezsin değil mi?" Vurucu cümleyi bulduğunu düşünüyordu. Evin hanımı, ilkokul öğretmeniydi. Günleri ve geceleri gizli bir pişmanlık içinde geçiyordu. Altı yıl önce kendisini isteyen ziraat teknisyenine evet dediği için pişmanlık duyuyordu ama elden ne gelirdi ki.
      Kendi kendine defalarca sormuştu Niçin diye. Fazla kilolar mı? yoksa iri yarı çarpık beden mi? Hayır Pişmanlığın asıl nedeni ne fazla kilolardı ne de bakımsız sayılabilecek bir bedendi. Sıkıntı, kocasının her sıkıştığında yalana başvurmasıydı. Beş yıldır kocasının yalan söylediğine defalarca tanık olmuştu. Önceleri masum yalanlardı söyledikleri ama sonradan o kadar sık ve o kadar rahat yalan söyler olmuştu ki. Durumu anlamak için onlarca yazı okumuş adeta yalan konusunda uzman olmuştu.
      Dün gece düğünden sonra mesai arkadaşlarıyla Dalyana gittiklerini biliyordu. Kocasının kazak erkek havalarıyla hayır diyemeyeceğini de biliyordu. Sadece karısının onun peşinde olduğunu bilsin istiyordu. Bu yöntemi de fabrika müdürünün eşi Semiha hanımdan öğrenmişti.
      Konunun fazla uzadığını düşünen Mustafa Ali havayı yumuşatmak için başka bir konuya geçmesi gerektiğini düşündü. Birden aklına sabah olanlar geldi.

      “Yüksel Pekcan bugün işbaşı yaptı dedi, beklediği ilgi uyanmadı. Yanıt tek kelimeden ibaretti. "Hayırlısı olsun’du." Çorbayı karıştırmakta olan karısı bıraktığı konudaydı hala. “Bu dün gece sabaha karşı gelmenin açıklaması değil. Sana gitme diyen olmadı Mustafa Ali Bey İstediğim sadece basit bir telefon görüşmesi." Ses tonundaki resmiyet karşısındakine ister istemez yanıt verme mecburiyeti doğuruyordu sanki. Beş yıl insanların birbirlerini tanıması için yeterliydi ve evin hanımı bu tanışmışlığı çok iyi kullanıyordu. Devamını Mustafa Ali getirdi.
      “Haklısın benim güzel karıcığım. Sana bir 'Alo' demem yeterdi. Karısının yumuşayacağını biliyordu. Konuyu Tekrar Yüksel Pekcan'a döndürmeliydi. "Bir görsen o kadar genç ki." Elindeki domatesleri yanındaki tabağa koydu. Belki yirmisinde bile değildir." Konuşmaya başladıklarından beri ocaktaki tencereyi karıştıran karısının başını ondan taraf çevirdiğini fark etti. Başarıyordu.
 
     “Yeni mezun olmalı" dedi Öğretmen Nurten Kırmaz. "Evvet" dedi içinden ziraat teknisyeni. Karısının ilgisini başka yönlere çekmeyi başarmıştı. Şimdi planının ikinci aşamasına geçebilirdi.

      “Dosyada yirmi dört gözüküyor" Bombayı daha patlatmamıştı. Evliliklerinin ilk aylarındaki gibi kıskandırabilecek miydi acaba karısını?

      “Uzun boylu, kızıla yakın sarışın, iri ela gözlü. Uzun kirpikleri gözlerinin rengini biraz koyulaştırsa da yüzüne ayrı bir hava veriyor. Yüzüne yakışan minicik bir burnu var, hele o gözleri... Hafif çıkık elmacık kemikleri gözlerini daha çok ortaya çıkarıyor, gözlerde güzelliğini daha çok ortaya koyuyor. Neredeyse omuzlarına değecek kadar olan saçları pencereden vuran ışığın altında alev gibi. Zarafeti her adım atışında asaletini dışarı vuruyor... " Saydığı sıfatlara kendi de hayret etmişti. Eğer karısı müdahale etmeseydi devam edecekti.

      “Dur bakalım Mustafa,  dur, dur. Kızıl saçlar, ela gözler, her adım atışta bir asalet, bütün bunlar neyin nesi." Baştan beri ilgisiz görünmeye çalışan hanımı elindeki tahta kaşığı kenara bırakmış, kocasının yanına gelmişti bile. Kimden söz ediyorsun sen.
     “Bu sabah işbaşı yapan Muhasebe şefimizden bahsediyorum tabii."
      O gece, İlkokul öğretmeni Nurten Hanım yattığı yerde gözlerini tavana dikmiş düşünüyordu. Yanında horuldayan şişman bedene baktı. Kafasına yeni işe başlayan Muhasebe Şefini takmıştı. Kıskanmıştı. Beş yıl öncesi evlerine gelen uzun boylu yakışıklı sayılabilecek adam aklına gelmişti. O zamanlar bu kadar kilolu değildi, boylu bosluydu. Uzun boyu çarpık sayılabilecek bedeni örtüyor, daha ötesi alçakgönüllü bir azamet bir veriyordu. O zamanlar adaleli bile sayılırdı kocası.
      Bu kadar güzel birimi yeni gelen" diye sorduğunda kocası pek düşünmeden Çok güzel demişti. Karısını kıskandırmak istediğini biliyordu kocasının. Kocası ise muradına ermişti. Her ikisi de biliyordu bunu "Güzel ama senin kadar değil" dese de inandırıcı olmamıştı.
      Kendi de çok güzel hatta güzel biri bile değildi. Beş yıl önce evlerine onu istetmeye gelen kişi o güne kadar ki taliplerinin en iyisiydi. Evlendikten sonra belki isteyerek, belki de bilinçaltından gelen davranışlarla o uzun boylu adamı kendisine benzetmeye çalışmıştı. Kilolu olmasına razıydı yeter ki başkalarının dikkatini çekmesin. O adam bu konuda istemeden de olsa kendine çok yardım etmişti. Evlendikten bir süre sonra salıvermişti kendini. Şişmanlamış adaleler birer yağ torbası haline gelmişti, dişleri sigaradan sararmıştı. Bu sayede kocasını kıskanmaz olmuştu.
      Seviyor muydu kocasını, evet seviyordu. Aldığı eğitim, terbiye aksini düşünmesine engel oluyordu ama düşünmeye de gerek yoktu ki. Tam istediği gibi bir kocası olmuştu. Ah, bir de yalan söylemese. Eğildi yatağında debelenen iri ve yağlı vücudun omuzlarını öptü. Evet, seviyordu kocasını ve yıllardan beri ilk defa bu akşam kıskanmıştı. Hoşuna da gitmişti, kıskanmak güzel bir duyguydu.
      Yemeklerini yerlerken de konu kendiliğinden yeni muhasebe şefine gelmişti. Aralarında geçen son konuşma "Ne yaparsan yap ama dönüp dolaşıp geleceğin yer bu ev" demişti. Biri televizyona diğeri dantel işine dönmeden önce aralarında son geçen cümlede Nurten hanımın söylediği "Sakın unutma Mustafa Ali Kırmaz, Tapun ben de" cümlesiydi.

      Bir sağa bir sola dönüyor ama gözü uyku tutmuyordu. Evet, bir karara varmıştı, karar vermenin huzurunu duyuyordu. Yine de ters giden bir şeyler vardı. Bilinçaltını sürekli meşgul eden şu dakika aklına gelmeyen bir şey, karanlığın içinde gözlerini tavana dikmiş düşünürken evliliklerinin aksayan asıl nedeni aklına gelmişti; Çocuk. Çocukları olmamıştı, beş yıl geçmesine rağmen. Eğer bir çocukları olursa kocası yuvasına daha çok bağlanabilirdi. Sabah uyandığında geceden aklında kalan son şey, Çocuk sorununu çözmek için daha ciddi düşünmesi gerektiği" olacaktı.

      Sabah saat çaldığında Nurten Hanım bir kere daha şaşırmıştı. Kocası, o tembel, on kere seslenmeden başını yorganın altından çıkarmayan kocası, erkenden kalkmış, çayı demlemiş, tıraşını oluyordu. Akşamki konuşmaları aklına gelince acaba özür mü diliyor? diye düşünmüştü. Oturma odasına çıkarılan takım elbiseyi görünce fikrini değiştirdi. Dilinin ucuna gelen iltifatlar kızgınlıkla ve ancak birbirlerini uzun zamandır tanıyanların çözebileceği gizlilikte söylenen
      “Ne o takım elbiseni çıkartmışsın"a dönüşmüştü. Kocası ise gülümseyerek “Günaydın benim güzel karıcığım" dedi. "Çayı demledim şimdi gidip sıcak ekmek alacağım fırından" deyince Nurten hanım "Bu tıraşın dışarı çıkartılan bu takım elbisenin nedeni Muhasebe şefiyse Allah cezanı versin" diyemedi, diyemezdi. "Teşekkür ederim kocacığım" diyebildi tüm yalan becerisini kullanarak.

      Mustafa Ali Kırmaz son gelişmelerden memnundu. Bir gece önce eve sabaha karşı gelmenin hesabını vermekten kurtulmuştu. Daha güzeli, ilk gördüğünde beğendiği "işte benim karım olacak kişi" dediği karısı yıllardan beridir ilk defa onu kıskanmıştı. Evliliklerinin ilk aylarında -hani o daha zayıf ve daha yakışıklı olduğu günlerde- olduğu gibi kıskanmıştı.

      Uyandıktan sonra kahvaltıyı hazırlarken ve uzun süredir kullanmadığı takım elbisesini gardıroptan çıkarırken, aklından sadece karısını kıskandırmak geçmiyordu. Kendinden bir hayli yaşlı olan, Hoca Ahmet Oker bile yeni gelen taze için umutlanmıştı. Kim bilir belki de yollu biridir de bizde neşemizi buluruz diye düşünmüştü. O mini etek, o dar bluz gözlerinin önüne geldi, neredeyse göğüslerinin uçları belli olacaktı. İçinde dün yaşadığı kıpırtılar tekrar canlandı. Erkeklerin çoğunlukta olduğu bir işyerine o kıyafetle gelinir miydi hiç? O sabah ayna karşısına geçtiğinde biraz daha yanlı ama biraz daha dikkatli bakmıştı, kendini yakışıklı bile bulmuştu. Biraz kilo fazlası vardı o kadar. Akşam eşinin kıskançlığı kendisini umutlandırmıştı. Haklı olmasaydı karısı onu bu kadar kıskanır mıydı? Evli olmak bile bazı koşullarda avantaj kabul edilebilirdi.

      Bir taşla pek çok kuş vuracağını düşünüyordu ziraat teknisyeni o cicili takım elbiselerini giyerken. Vuracağı kuşların en irisi ise çocuklarının olmamasından dolayı hakkında konuşulan dedikoduların çürütülmesiydi. Nasıl bir erkek olduğunun canlı tanığı olacaktı. Hem de mankenlik okulunu yeni bitirmiş gibi güzel bir tanık.
"İnsanlığın en büyük trajedilerinden biri ahlakın din tarafından ele geçirilmesidir." Sir Arthur Charles Clark

Çevrimdışı mit

  • *
  • 5536
  • Rom: 96
  • Kronik Anakronik
    • Profili Görüntüle
    • Yorgun Savaşçı'nın Günlüğü
Ynt: Anchilea-bölüm 1
« Yanıtla #4 : 06 Ekim 2015, 14:06:53 »
Aynı hikayenin farklı bölümlerine ayrı ayrı konu açmak forumumuzun kurallarına aykırı sevgili azizhayri :) Hem gereksiz yere başlık fazlalığı oluyor hem de okurların hikayenin devamını bulmasında zorluk yaşanıyor. Konular birleştirildi. İyi forumlar :)
Jackal knows who you are,
Jackal knows where you are.
Try to hide if you dare.
Do your best, i don't care.

Çevrimdışı azizhayri

  • ***
  • 581
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: Anchilea - Kutsal Kalkan
« Yanıtla #5 : 09 Ekim 2015, 13:09:34 »
            D Ö R D Ü N C Ü     B Ö L Ü M

    “Maşşallah, Maşşallah. İşyerinde ikinci gününüz olmasına rağmen işi kavramış gibisiniz." Genç muhasebe şefinin sesin sahibini tanımak için pek çaba göstermesine gerek yoktu. Evet, fabrikada ikinci günüydü ama bu insanları tanımak için o kadar çok zamana ihtiyacı yoktu. Üstelik izinsiz, kapı çalmadan içeri girme cesaretini gösterebilecek kişi ancak yetkili biridir. Belki de müdürdür diye düşünüyordu.

     Yakın olacağım diye, sevimli olacağım diye hepsi etrafında pervane oluyorlardı. Az önce kendince kompliman yaptığını sanan İşletme müdürü en önde geliyordu. Tipik bir evli Türk erkeğiydi Birol Tekin Bey. Gülümsemesi gerçek niyetini gizliyordu. İşletmede ikinci günüydü ama Müdürü belki onuncu kere yanına girip çıkmıştı. Demek evrenin her yerinde erkekler aynı özellikleri taşıyormuş diye mırıldandı. Zayıf olması nedeniyle olduğundan daha uzun boylu gözüken kurum müdürü yeni gelen elemanının ne dediğini anlamamıştı.
 
    “Efendim" deyince genç bayan
     “Sizlerin yardımları sayesinde efendim" diye yanıt vermişti. Oda işlerin nasıl yürüdüğünü öğrenmiş gibiydi. Elindeki kağıda elle yazılmış metni klavyenin tuşlarına vurmaya devam etti. Arada sırada hesap makinesiyle, kağıttan bazı rakamları tekrar hesaplıyor sonra yazmaya devam ediyordu. Yüzünü göremese de yakınında duran, saçları ve bıyıkları ağarmaya başlamış adamın gülümsediğini biliyordu.
      Koskoca adam, Bilgisayarın başında yazı yazmaya çalışan güzel yeni muhasebecisinin başında duruyor onun adeta filmini çekiyordu. Özellikle bedeninin giymiş olduğu giysisinin dışında kalan bölümlerini görmeye çalışıyordu. Başını daktilosundan kaldırdığında yanılmadığını anladı, dayanamadı

      “Rahatsızsınız galiba müdür bey" dedi. Müdür yaptığının utancını bir an yüzünde hissetti. "Aslında ben sizi öğle yemeğine davet etmek için gelmiştim" diyebildi. Muhasebe şefi, Siz buyurun "dedi. Zavallı İşletme müdürü tekrar çağıracak gibi olunca daha sert bir tonda "Siz buyurun ben elimdeki işi kolaylayayım hemen geleceğim" diye kestirip attı. Artık orta yaşı geride bırakmış olan müdür bey odadan çıkarken bir yandan işine devam ediyor, bir yandan da düşünüyordu. "Acaba ileri mi gitmişti?" Az önce terslediği kişi, işletme Müdürüydü ama geldiğinden beri yaşadıklarını anımsayınca araya belli bir mesafe koyması gerektiğine karar verdi. Onların bu mesafeyi koyacağı yoktu, bu nedenle az önceki çıkışı çok yerinde bir çıkıştı.

      O sabah, İşletmenin tüm idari personeli takım elbiselerini giyip gelmişlerdi. Dün yaptıkları bir yana, bugün iltifat edeceğim diye adeta bir yarış içindeydiler. Hatır sormalar, çay, kahve ısmarlamalar, övgüler, komplimanlar. Belki iyi niyetle yapılıyor olabilirlerdi ama bu onlara laubalilik derecesinde ileri gitme hakkı vermezdi. Kızgınlığı henüz geçmeye başlamıştı ki kapı tekrar tıkırdadı. Kapının ağzında beliren yüzü anımsamaya çalıştı. Evet, dün geldiğin de bir kere görmüştü, sonra diğerlerini defalarca görmüş olmasına rağmen şimdi kapı aralığından bakan adamı ikinci kere görüyordu.

      “Buyrun, Besim Bey" deyince kapının aralığında duran otuz yaşlarındaki esmer tenli adam bir an duraladı. Dün sabah bir kere görüşmüşlerdi. Basit bir hoş geldiniz töreninden İşletmeden çekip gitmişti. Ve o kişi yani yeni şefi kendisini anımsıyordu, şaşkınlığı geçince

      “Şey..." diye kekeledi. “Ben sizin mesai yani oda arkadaşınızım." diyebildi. Yeni şef kapıda dikilip duran adama cesaret vermesi gerektiğini düşündü.
İçeri gelin dedi. Burası sizin makamınız, hem işlere adapte olabilmem için yardımlarınıza gereksinim var." Adam bir iki gün öncesine kadar tek çalışanı olduğunu bildiği odaya, kendi odasına ürkek adımlarla girdi. Genç hanımın oturduğu masanın karşısındaki sandalyeye ilişti. Oda da birbirine dik gelecek şekilde konulmuş iki masa vardı. Kapının girişindeki saç masada Besim Bey çalışıyordu. Karşıdaki daha büyük görünen ağaç masa ise boş duruyordu. Bir kaç gün önce yeni birinin geleceği dedikodusu İşletmeye yayılınca İşletme Müdürü, odacıya boş masayı temizletip hazırlatmıştı.

      “Sizin diğer masada çalışabileceğinizi söylediler. Üstelik bu masada yeni gelecek arkadaşınmış." Omuzlarını hafifçe silkti. ”Rıza Efendi öyle söyledi" Bir an yanı başında oturan adamın yüzüne baktı, temiz yüzlüydü. Ötekilerden tek farkı ise ne tıraş olmuştu, ne de üzerinde takım elbise vardı.

      “Beni yanlış anladınız. Buraya masaları paylaşmak için gelmedim." Bir an sustu. Az önce gördüğü müdürünün sözleri aklına geldi. Cesaretini toplayıp; Buyrun yemeğe gidelim demeğe geldim. Belli belirsiz bir "oh" çekti. Yeni, güzel ve genç amirinden olumlu bir yanıt gelmesi için dua ediyordu.

      “Tamam, Besim Bey siz biraz bekleyin isterseniz" eliyle kapıyı gösteriyordu ben hazırlanıp geliyorum. Başka bir şey söylemesine gerek kalmadan Besim ağır adımlarla kapının yolunu tuttu.

      Ayıp olmasın diye kapının biraz uzağında, neredeyse koridorun köşesinde bekliyordu. Dün sabah yeni şefini ilk gördüğünde aklına gelmişti. Kendi kendine, Allahım, ne kadar benziyor" demişti. O yüzden oradan hemen kaçmıştı. Pamuk alım sezonunun yaklaştığı şu günlerde aranacağını bilerek kaçmıştı. Gerekçe mi yoktu. Borsa, vergi dairesi, S.S.K. ya da postane hiç fark etmezdi onun için. Bir öğleden sonra ve gece hep düşünmüştü acaba gerçek olabilir mi? diye.

      Bu sabahta, öğleye kadar gene yoktu, yarım saat önce gelmişti fabrikaya. Bahçe de Rıza Baba ile karşılaşmıştı. Daha doğrusu Rıza baba sanki onu bekliyormuş gibi gelmişti kendisine. Rıza Babaya daha günaydın demeden; yeni gelen Muhasebe şefini gördün mü?" diye sormuştu kıdemli odacı. Soruş maksadını ise içeri girebilecek cesareti bulduğunda ve o yüzü tekrar gördüğünde anlamıştı. Evet, ne Rıza baba yanılmıştı ne de kendisi.

      Adı ister yemekhane olsun ister mutfak, isterse de çay ocağı önemli değildi, önemi adından çok o salonun işlevindeydi. Fabrikanın yönetim binasının en geniş bölümüydü. Zavallı salon bir joker gibi kullanılıyordu ve eğer bir kişiliği olsaydı kimlik bunalımı yaşardı. Hem yemekhane hem mutfak hem de çay salonu, hatta bazen bir toplantı salonu olarak bile kullanıldığı oluyordu.

      Yemekhaneye koridoru geçip gireceğiniz kantar odasından sonra varıyordunuz. Salonun aşağı yukarı bir çeyreklik bölümü paravanlarla bölünmüştü. Paravanın arkasında bir yarı profesyonel bir fırın bir banko ve bankonun ucunda da çift musluklu bir evye vardı. Fırının üzerindeki altılı ocağın bir gözünde sürekli kaynayan çelik çaydanlık takımı vardı. İşte Lütfiye Bacı mucizelerini salonun bu bölünmüş Bölümünde gerçekleştiriyordu.

      Yüksel Hanım önde Besim Bey arkada yemek salonuna girdiğinde yemek yiyen pek kimse kalmamıştı. Paravanın hemen önündeki masada -bu masa bir çeşit protokol masası sayılıyordu- Müdür yardımcısı ve Ziraat teknisyeni vardı. Diğer dört masada ise tek tük işçiler yemeklerini yiyorlardı. Sezon açıldığında geçici işçiler işbaşı yaptığından masalar yetmez oluyordu. O zamanlarda bile yönetim masasında diğer çalışanlardan kimse oturamıyordu.    Yönetim personelden tasarruf edilebilmek için selfservis sistemini benimsemişti. Yemeklerini alıp yerlerine geçerlerken büyük masada oturan Ahmet Bey, buyur demişti. Önde yürüyen Yüksel Hanım, sadece, afiyet olsun deyip yanlarından geçmiş girişteki masaya yönelmişti. Genç amirinin peşinden giden Besim Bey de masada onlara bakakalan Ahmet Beye şaşkınlıkla gülümsemişti.

      Yanlarına oturdukları Rıza Aslanda, Ali ustada şaşırmışlardı. Dün gelen Muhasebe şefi mesai arkadaşlarını es geçip doğrudan yanlarına gelip oturmuştu. Yüzlerinde şaşkınlıkla beraber gizli bir memnuniyette vardı. Lordlar kamarasını geçip Avam kamarasında yemeğini yemek isteyen biri için ayağa kalkılırdı doğrusu. Onlar oturduklarında ise az önce davet ettikleri masada oturanlar kalkmış yemek salonundan çıkıyorlardı.

      Bir zaman masada sadece tepsiye sürten çatal ve kaşık sesleri duyuldu. Söze başlayan Ali usta "Avam kamarasına hoş geldin kızım" dedi. Sonra kronik muhalefet yapısını ortaya koyacak şekilde konuşmaya başladı

      “Bu fabrikada iki türlü yurttaş vardır. Birincisi onlar" eliyle az önce kalkıp gidenleri gösteriyordu. "Diğerleri bizler." Araya Rıza Aslan girmemiş olsa uzayıp gidecekti konuşması.

      “Tamam Ali usta, siyasi fikirlerini misafirimize daha sonra anlatırsın." Yüksel Pekcan'a dönerek  "Bizim koca ustanın oğulları zamanında siyasetle çok uğraşmışlardı. Keratalar babalarını da epey etkilemişler görüyorsunuz" demişti. Ali usta tekrar araya girdi,

      “Haksız mıyım hanım kızım sen söyle." Yüksel hanım yüzlerine karşısında oturan yaşlı adamların yüzlerine bakıp "demek istediğinizi anlıyorum"  der gibi gülümsedi. Bir şey demeden yemeğine devam etti. Beklediği ilgiyi çekmediğini gören Ali usta "afiyet olsun" diyerek masadan kalktı. Rıza Bey de peşinden.

      “Biliyor musunuz" dedi neden sonra Besim." Çevrenizdekileri etkilemeyi çok iyi başarıyorsunuz." Yüksel Pekcan’ın kaşlarının çatılmıştı.

     “Sizde mi Besim Bey?" dedi. Besim, Yanlış anladınız. Rıza baba ve Koca ustayı kastettim. Onlarla yemek yemeniz çok hoşlarına gitti." deyince çatılan kaşlar yumuşadı. Yemeği biten Yüksel hanımın kıpırdandığını görünce ev sahipliği yapması gerektiğini anlamıştı. Besim yemek yediği çelik tepsiyi tüm avam kamarasında yemek yiyenlerin yaptığı gibi aldı. Çıkıştaki bulaşıkların yığıldığı yere yöneldi. Dar sayılabilecek pantolonu ve dekolte bluzuyla da genç amiri peşinden geliyordu.

      Müdür Beyin diğer odalardan daha küçük ama daha lüks döşenmiş odasında kahveler içiliyordu. Az önce başına gelenlerin dedikodusu yapılıyordu hafiften. Odanın boyutları yanında dev gibi kalan masasında oturan Birol Tekin arkadaşlarının beklediği yanıtı vermekte gecikmedi

      “Bak şu saçı uzun aklı kısanın yaptığına." Biraz alaycılık var gibi görünse de sözleriyle yardımcısını onore etmek istiyor gibiydi. "Sen kalk Birlik Çırçır İşletmesinin koskoca Müdür Yardımcısını ve ziraat teknisyenini çiğne de Yağcı ustasının, odacının masasına otur."  Aslında pek birbirlerini sevmezlerdi müdür ve yardımcısı. Bunda İşletmenin müdürünün kendi istediği adamlarla çalışmamasının etkisi büyüktü. Ahmet Oker'i birilerinin torpiliyle geldiği için sevmezdi. Dindar oluşu mutaassıp düşünceleri ve saygıda kusur etmeyen davranışları yüzünden gelmişti o makama. Birol beye kalsa yanına çoktan Mustafa Ali Kırmaz'ı almıştı. Ama ziraat mühendisi dururken ziraat teknisyenini göreve getiremeyeceğini bildiğinden şimdiki yardımcısına katlanıyordu.

      “Her zaman dediğim gibi" diyerek sözüne devam etti, Hakkının hakkını Hakkı'ya vermek lazım. Bu defa sen haklısın Ahmet Bey deyip kahvesinden kocaman bir yudum aldı. Keyifliydi, keyfi aldığı yudumda höpürtü olarak odada yankılanıyordu. Şu yeni gelen fıstığı sevmeye başlıyorum galiba, diye düşündü. Ne de olsa içtiği bu acı kahve o güzel tarafından geliyor sayılırdı. Eğer dertleşme veya teselli bulma gereksinimi duymasaydı şu cimri para babası kolayca bir şey ısmarlamazdı.

      Mustafa Ali'de, sabah benzer tafrayı bana da yaptı" dedi. Başların merakla kendilerine döndüğünü görünce biraz abartarak “Beni odasından kovdu" dedi. Doğru sabah günaydın deyip muhasebeye gitmiş dakikalarca muhabbet etmeye çalışmıştı. Kız yüz vermiyordu ama o ısrarla havadan sudan bahanelerle ortamı ısıtmaya çalışıyordu. Genç kızda dayanamamış

      Sizin yapılacak işleriniz vardır, diyerek kapıyı göstermişti. Müdür bey her iki elemanını da tanıyordu. Ortalama bir yol tutmaya çalışıyordu. Hele vatandaşa biraz zaman verin bakalım" dedi. Belki halledemediği yada halledemeyeceği sorunları vardır." Ahmet Oker söze girdi.
      “Sadece onun mu sorunları var" demişti ki Teknisyen aralarındaki var olan ve kolayca su üzerine çıkmayan gerginliği dışa vururcasına söze karışma gereği duydu.
      “Tamam tamam biliyoruz Ahmet Bey eşinizden ayrıldınız, iki çocuk başınızda, ev sahibiyle problemleriniz var ve siz bunları işinize yansıtmıyorsunuz." Sitem olsun diye başladığı sözlerini düpedüz alayla tamamlamıştı. Ses tonuna ve hızla konuşmasına ikisi de bir anlam veremedi. Aslında Mustafa Alinin kendisi de anlamamıştı. Ayağa kalktı. Elindeki fincanı sehpanın üzerine bırakırken

      “İzninizle müdür bey deyip odadan çıktı. Birol bey bir an ikircikli kaldı. Teknisyeninin arkasından gitmeli miydi? Vazgeçti, yıllardır uyguladığı denge politikasına devam edecekti. Oturduğu koltuğa iyice yayıldı, keratanın burnu biraz sürtülsün diye düşündü. Bir dakika sonra ise koltuğun da düşüncelere dalıp gitmiş odasında oturmaya devam eden Ahmet Oker'i bile unutmuştu. Aklına yıllar öncesi yaşadıkları geldi.

      Bir kız vardı anımsadığı, Ispartalı veya Antalyalı. Ziraat fakültesinin son sınıfında tanışmışlardı. Gözleri kapadığı anlarda -özellikle hayatın bunalttığı, karısının bunalttığı anlarda-  aklına gelirdi. Dün sabah ilden geç geldiğinde odasında oturuyor bulduğu genç kız  "Ben yeni muhasebe şefiyim"  diye kendini tanıttığı zaman hemen taparcasına sevdiği o kız aklına gelmişti. Yılların külleri arasında kalan korlar tekrar parıldamaya başlamıştı. Ve arkasından da içinde bulunduğu durumun tek nedeni olarak düşündüğü babasına içinden sunturlu bir küfür savurmuştu. Eğer babası kabul etseydi şimdi o yeşil gözlü kızla evli olacaklardı. Çocuklarının annesi görücülerin görüp beğendikleri Semiha Hanım değil O olacaktı.

    Belleğinin anılar denizinde su üzerine çıkan adı oldu önce. Canının çok sıkkın olduğu anlarda dudaklarından dökülen o isim tekrarlanmıştı. "Kezban" İsmin dudaklarının arasından çıktığını korkuyla fark etti. Kezban demişti gerçekten.  Bir an karşısında oturan uyuklayan adama baktı. Yardımcısının eline koz vermek istemezdi doğrusu. Dudaklarından derinden gelen bir feryat gibi dökülen ismin ancak kendi duyabileceği kadar bir fısıltı olduğunu anladı. Yüreğinin derinliklerinde yankı bulan bir fısıltı. Ahmet Oker'in düşüncelerle koltukta oturduğunu görünce bir "Ohh" çekti içinden.     

   Tekrar koltuğuna yaslandı. Geçmişe döndü. O yıllarda esmer tenli, yeşil gözlü kızla birbirlerini sevmişlerdi. Kız, beni istet demişti. Ama babası yok mu? o babası. İstememişti oğlunun istediği kızı. "Ben oğluma tanımadığım birini değil bildiğimiz, dengimiz olan bir ailenin kızını alacağım" demişti de başka bir şey dememişti. İşte o yüzden sevdiği kızla değil babasının ve annesinin beğendiği kızla evlenmişti.

      Masasının üzerindeki çerçeveye gözü takıldı. Karısı ve iki oğlu çerçeveden ona gülümsüyorlardı, gerçek hayata döndü. Yeni gelen personelinde geçmişini bulduğunu biliyordu. Biliyordu ama önemli olan bugündü, Semiha hanımla evliydi ve iki oğlu vardı.  "Ailemi seviyorum" diye mırıldandı. Her ne kadar "aşk" veya "sevda" düzeyinde olmasa da ailesini seviyordu, ailesine bağlıydı. Babasının annesinin bulduğu, uzak akraba oldukları Semiha hanımı seviyordu. Kendisine evliliklerinin bir armağanı olarak vermiş olduğu oğulları Kazımı ve Salih'i seviyordu. Gençliğinin fırtınalı denizlerinin yıprattığı gönül teknesi ailesinin dingin limanında huzur içindeydi. Düşündüklerinin ve yaptıklarının hata olduğunu kabul etti. Yüksel Pekcan'dan kendini uzak tutmalıydı, tutacaktı. Eli masanın üzerindeki telefona uzandı. Kendini Hanımına karşı suç işlemiş gibi görüyordu ve bunu affettirmeliydi. En azından vicdanını rahatlatmalıydı, tuşlara basarken karşısındaki koltukta uyuklayan yardımcısına dönüp
 
     “izin verirseniz bir telefon görüşmesi yapacağım" dedi. Ahmet bey söylenmeye çalışılanı anlamıştı. Lakayt bir tavırla gerneşerek odadan çıktı.

        İki oda ileride Muhasebe odasında Besim Bey ve Yüksel hanım samimiyeti ilerletiyordu. Yüksel hanım, Besimin diğerlerinden daha farklı olabileceğini düşünmeye başlamıştı, akran bile sayılabilirlerdi. En azından Besim bir Mustafa Ali yada Ahmet Oker gibi şirinlik gösterisi yapmaya çalışmıyordu. Konuştukları konular ise genelde iş konularıydı. Defterler faturalar, dosyalar. Besimde yeni amiriyle anlaşabileceğini düşünüyordu. Bir üst olarak astına gayet iyi davranıyordu. İşletmede geçer akçe olan "diploma" kompleksi yoktu. İşler daha düzenli olarak yürüyecekti.

      Karşısında masada oturup elindeki dosyaları inceleyen kişiye alıcı gözle bir kere daha baktı. "O"na o kadar çok benziyordu ki. Bir an, odadan çıkıp gitmeyi, bir daha dönmemeyi düşündü ama vazgeçti. Bir gün önce yaptığı kabalığı bugün yapmamalıydı. Besim de az önce müdürünün verdiği kararın benzerini verdi. "O" geçmişte kalmıştı. Kendisi günahının diyetini ağır ödemişti. Bu ödemeye tanıyanlar tanıktı, tanısın tanımasın bütün ilçe tanıktı.

      Bir ara konuyu açmayı düşündü. Eskiden beridir "siz filanca kişiyi tanıyor musunuz?" yada "falanca yerde bulundunuz mu?" diye başlayan cümleleri çok itici bulduğu için vazgeçti. Şimdi de kendisi itici olmak istemiyordu. İnsan insana benzer diye düşünerek bazı şeyleri zamana bırakmaya karar verdi. Ayağa kalktı. Karşı duvardaki çelik dolaplardan birine yöneldi. Dolabın iki kanadını birden açtı.

       “Az önce sorduğunuz sorunun yanıtı burada" dedi. Dolap klasörlerle tepelemesine doluydu. Kalın ince, karton plastik, sayısız klasör dolaptaydı. Adam arkasını dönüp dolabın durumu için geçerli mazeretlerini ileri sürecekti ki eğreti duran dosyalardan bir bölümü devrildi.

      Genç kız oturduğu yerde bir an tereddüt yaşadı. Yerinde kalıp karşısındaki adamın klasörlerle boğuşmasını izleyebilirdi. Belki de gülünebilecek birkaç öğede çıkabilirdi bu durumdan. Ama o yerinden kalkıp daha fazla dosyalar dökülmesin diye bir eliyle dolabı tutup diğer eliyle dışarıdakileri toparlamaya çalışan adama yardımcı olmaya karar verdi. Bir kaç dakikalık uğraşmadan sonra ancak dolabın kapakları kapanabilmişti.

   Güçlükle kapatılabilen dolabın başında Besim bir an yutkundu. Belliydi ki bir şeyler söylemek istiyordu. Gerek dolabın yaptığı kabalık -Amirinin önünde yıkılıveren dolabın davranışı başka türlü adlandırılamazdı- gerekse genç ve güzel biriyle bu kadar yakın olmak terletmişti Besimi.
 
     “Size bir şey söylemek istiyorum ama..." Yüksel hanım öylece yüzüne bakıyor "ama" nın peşinden ne geleceğini merak ediyordu.

      “Giysileriniz diyecektim." Peşinden gelebilecek kelimeleri bilebilmek için özel bir yetenek gerekmezdi.

      “Kıyafetimin buralara uygun olmadığını anladım" dedi genç kız. Karşısındaki adamın yüzünün kızardığını gördü. Yeteri kadar samimiyetin doğduğunu biliyordu. Resmiyetin tekrar kurulması gerektiğini düşünmüş olacaktı ki karşısında ki adamı günah keçisi gibi görüp, giydiğim kıyafetler için bu yaştan sonra kimseden izin alacak değilim" diye neredeyse bağırırcasına yanıt verdi. Zaten söylediğine, söyleyeceğine pişman olan Besim hiç ağzını açmadan dışarı çıktı. Yine de girişiminin olumlu sonuç verdiğini ancak ertesi gün anlayacaktı.

       Besimin odadan çıkmasının ardından içeriye geldiğinden beri ilk defa karşılaşmış olacakları biri tarafından açıldı."Merhaba" dediği zaman gelen kişinin konuşmasından yabancı uyruklu olduğunu anlamıştı. Peşinden ikinci yüz belirdi kapıda. İçeri giren ikinci kişinin yabancı olduğunu anlayabilmeniz için konuşmasını beklemeye de gerek yoktu, derisinin renginden hemen anlayabilirdiniz. Siyaha yakın kahverengi derisi, kıvırcık saçları, sevimli yüzü ile gülümsüyordu. Bunlar fabrikada geçici görev yapan iki Amerikalıydı. Genç Muhasebeci ikisini de içeri davet etti. İlk giren kumral sarışın genç kendini tanıttı önce.

      “Benim adı George... George Nicolas Smart" dedi ince uzun parmaklı elini karşısındaki güzel bayana uzattı. O anda kapı tekrar tıkladı. Besim tekrar içeri girmek için izin bekliyor gibiydi.  Ondan önce davranan Yüksel hanım kurtarıcısına atıldı

      “Gelin Besim Bey beni arkadaşlarla tanıştırın." Besim az önceki çıkışın peşinden bu yakınlığın doğmasına neden olan Amerikalılara minnetle baktı.

   “Bu arkadaşlar Amerikalı, 'Dünya Tarım Kooperatifleri Birliğinin' özel eğitim planı çerçevesinde buradalar. Bilmem kaç kişi gelmişler Türkiye'ye. Bir o kadarı da bizden oralara gitmiş olmalı." Karşılarında dikilip duran iki uzun boylu yabancıya bakıp gülümsedi. "Biz onlara turist adını takmıştık. Yaklaşık bir aydır ilçedeler" deyince az önce kendini tanıtan beyaz Amerikalı düzeltti.

      “Yirmi iki gün" dedi. Ardından Odaya girdiğinden beri suskun olan elini uzattı  "Ben de Pietro Wilkes. Savannah- Georgia." Zenci delikanlı daha önceden tanıdığı Besime dönüp

      “Who is that Girl" deyince Yüksel hanım tanışmanın eksik olduğunu anımsadı. “My name is Yüksel. Yüksel Pekcan" dedi. Besim sözlerini tamamladı Yüksel hanımın.
 
     “Yeni Muhasebe şefimiz." Amerikalı gençlerin Yüksel hanıma bakışlarını gören Besim bir an genç kızı kıskandı. Her halde ilçeye geldiklerinden beri gördükleri en rahat kız Yüksel hanımdı. Onca yıl yabancı dil eğitimi almasına rağmen Besim Amerikalılarla iletişimi rahatlıkla kuramıyordu. Yalnızca Besim değil diğerleri de aynı dertten muzdariptiler. Adına tarzanca denilebilecek, Türkçe ve İngilizce karışı mı özelliklede elle kolla anlatılan bir dildi aralarında kullandıkları. Şu an okuldan yeni mezun olmuş genç bayan onlarla o kadar rahat konuşuyordu ki imrendi. Yüksel Pekcan sanki onlardan biriydi.
 
      Bir gün daha, geride kalan binlerce günlerden biri gibi bitmişti. Rıza Aslan kimsenin kalmadığı fabrikada temizliğini tamamlamaya çalışıyordu. Odaları süpürmüş sıra koridorlara paspas çekmeye gelmişti. Birazdan da sağı solu kontrol edip çıkacaktı. Yönetim binasını kilitleyip anahtarı bekçi Cavite teslim edecekti. Toz alma işlemi ise sabah gelince yapılıyordu. Paspasın işi bittikten sonra yıkamış tuvaletlerdeki yıllardır bıraktığı yere bırakıyordu ki arkasından gelen sesle irkildi. Dönüp karşısında Besim beyi görünce biraz şaşkınlıkla biraz korkuyla

      “Besim Bey" diyebildi. Derin bir soluk aldıktan sonra da Geldiğinizi duyamadım" diye ekledi. Kantar odasının hemen yanı başındaki tuvaletin önündeydiler. Genç adam yere bakıyordu,  Belli ki söylemek isteyip söyleyemediği bir şeyler vardı, yılların hizmetlisi kantar odasındaki masayı gösterdi.

    “Ellerimi yıkayayım geliyorum" deyince Besim omuzlarında çok büyük bir yük varmış gibi çökercesine sandalyeye oturdu. Rıza bey ellerini duvardaki el kadar havlu ile kurularken masanın yanındaki sandalyede oturan genç adama baktı, sorun yeni gelen muhasebe şefi değil mi?" dedi. Besim elinde anahtarlığı bakışlarını sürekli oynadığı anahtarlığından yavaşça kaldırıp önünde duran yaşlı adama baktı. Kafasını öylece salladı.

      “Sabah ön bahçede söylediklerim için geldim." dedi. Rıza Aslan oğlu gibi severdi Besimi. Şimdileri pek çok kişinin kullandığı "Baba" unvanını kendisine o vermişti. Çevresindekiler tarafından sevilmediği hatta nefret edildiği günlerde destek olmuştu Besim Kalden'e. Bu Rıza Aslan'ın deyimiyle tamamen "kader"di. Bu antipati biraz daha genç olduğu yıllar da savunduğu siyasi fikirlerinden dolayı başlamıştı. Besim Beyin Komünist olduğunu -günahları boynuna- ateist bile olduğunu söyleyenler bile çıkmıştı. Birazda doğasında var olan sert ve ciddi görünüşünden çekiniyorlardı. Kantar odasının diğer tarafındaki sandalyeyi çekti, Besimin yanına oturdu.

      “Başka birine sözün yoksa bu akşam bize gidelim. Hanımının Besimi sevmediğini biliyordu. Getirdiği için kızacağını ve surat yapacağını biliyordu. Yine de "Yengen akşamlık ne hazırladıysa, Allah ne verdiyse birlikte yeriz" diye ekledi. Besim ise Rıza Babanın söylediklerini duymuyor gibi,     

   “O'na çok benziyor değil mi? Rıza Baba." Rıza bey ne kadar uzak tutmaya çalışsa da konu dönüp dolaşıp "O" na geliyordu. Rıza bey susma sırası kendindeymiş gibi sustu. Besim bu kez bakışlarını karşısındaki yaşlı adam dikmişti.

      “Sende benzettin değil mi?" sesi gitgide daha fazla titremeye başlamıştı Kafasını hafifçe çevirdi, kantarın içerdeki uzantısına baktı. Parmakları ilgisizce ayar çubuklarında geziniyordu.

      “İlk gördüğümde delirdiğimi zannetmiştim. Yılların ardından çıkıp geldiğini düşünmüştüm. Vicdanım bana oyun oynuyor zannetmiştim. Kafasını çevirdi yanında sessizce oturan adama baktı. Yüzüne bakıldığını hisseden Rıza beyde bakışlarını kaldırdı.

      “Rıza baba deliriyor muyum sence." Yaşlı adam karşısındaki gencin ağzından yayılan anason kokusunu duydu, Besim gene içmişti. "Ben bedelini ödediğimi düşünüyorum Rıza baba" dediği zaman gözpınarları ıslanmaya başlamıştı. Rıza baba hem üzülüyor hem de önünde ağlayan genç için ne yapması gerektiğini düşünüyordu. "Hem de fazlasıyla ödedim. Buna sen de tanıksın başkaları da" dediğinde boğazında hıçkırıklar vardı.
 
     Bir saat sonra Rıza baba evinin yolunu tutmuştu. Besim bey onu az önce, sokağının alt başında indirmişti arabasından. Israrlarına rağmen akşam yemeğini birlikte yiyelim teklifini kabul ettirememişti.

      “Allah biliyor ya önce senden korkuya varım ağızla davet etmiştim" diyecekti gece olanları hanımına anlatırken. Karısı iyi etmişsinde ısrar etmemişsin dediğinde ise halini görseydin yüreğin dayanamazdı" diyecekti. Her zamankinden geç kaldığı halde yokuşu çıkarken acele etmiyordu Yıllardır edindiği alışkanlıkla bu uzun yokuşu ağır adımlarla çıkarken gününü daha rahat değerlendiriyordu. Mahalle camisinin imamının dediği gibi vicdan muhasebesi yapıyordu. Bugün ise vicdan muhasebesi için her zamankinden daha geniş süreye gereksinimi vardı.

      Besim beyinin değişmeye başladığını hissediyordu iki gündür. Meyhanelerin, birahanelerin abonesi olan Besim Bey değişiyordu. Doğal olarak bunun yeni gelen kişiyle ilgisi vardı. Gerçi bu akşam da zıkkımlanmıştı. Belki şimdi bile bir yerlerde içiyordu ama davranışlarında değişiklikler vardı. Bir ara durdu gülümsedi. Kimlerde değişiklik yoktu ki. Bütün yönetim personeli takım elbiselerle giymiş, en iyi kokuları sürünmüştü. Müdürü ve Müdür Yardımcısı kekeme Ahmet de buna dahildi.

      Ağır adımlarla olsa da evinin önüne gelmişti. Cebinden anahtarını çıkardı. Yeni gelen muhasebe şefi fabrikada epey değişiklikler yapacak gibiydi. Farkında olmadan "haydi hayırlısı" dedi. İkinci "Hadi hayırlısı" ise anahtar tıkırtılarına gelip kapıyı o anahtarını bulamadan açan eşine söylenmişti. Günlük işlerle yorgun kadın ise kapıda ne olduğunu anlamayan bakışlarla kocasının yüzüne bakıyordu.
                     
"İnsanlığın en büyük trajedilerinden biri ahlakın din tarafından ele geçirilmesidir." Sir Arthur Charles Clark

Çevrimdışı azizhayri

  • ***
  • 581
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: Anchilea - Kutsal Kalkan
« Yanıtla #6 : 12 Ekim 2015, 08:05:59 »
B E Ş İ N C İ     B Ö L Ü M

Geçen geceki gibi aşırı alkollü değildi sadece alıştığı üzere yalnızca bir iki tek atmıştı. Yine de kulakları çınlıyordu, tıpkı o gece duyduğu çığlığa benzeyen sesler duyuyordu. İlgisiz olmaya çalıştıysa da kısa süreli aralıklarla çağrıyı andıran ses devam ediyordu. Ne yaptıysa da o sesi kesemediği için gecenin bir yarısında kalkmış buralara gelmişti.

      "Garip" diye düşündü. Sen yıllarca önce bir tünel kaz tünelde bir iskelet bul. Belki bilinçaltına yerleşmiş korkuyla unut. Sonra bir kaç gün arayla tekrar gel. Masanın yanındaki tabureye oturmayı düşündü. Kaç yıllık olduğunu bilmediği taburenin ağırlığını taşıyamayacağı aklına  gelince vazgeçti. Ayakta, odayı incelemeye devam etti.

    Cebinden sigara paketini çıkardı, bir sigara yaktı. İskeletten de pek korkmuyordu artık o yüzden iskeletin karşı duvarına dayandı yere oturdu. Bilmiyordu ama duyduğu yada duyduğunu sandığı sesle buranın bir ilgisi vardı ve bu gece bu ilgiyi çözmeye gelmişti. Sigarasında derin bir nefes daha çekti. Etrafında mutlak bir sessizlik, hani elini uzatsa tutacak kadar yoğun bir sessizlik sarmıştı.
 
     Bir zaman sonra sigarası bitmiş yanık filtre kokusu daracık hücreyi doldurmuştu. Bekliyordu, bekliyordu ama son gelişmelerden sonra yapmayı düşündüğü başka işleri vardı ve O hala bu mahzende bekliyordu. Biraz tedirgin hatta korkuyor olsa da bekliyordu. Biliyordu, içine doğuyordu beklediği her neyse yaşamını, kaderini değiştirecekti. O nedenle gece ıssız yollardan buraya gelirken, bu karanlık tünele girerken duyduğu korku içinde yoktu. Üstelik buraya, daha sık geleceğini biliyordu. Böyle olacağını benliğinde hissediyordu.
 
     Dakikalar ilerledikçe tedirginliği anlamlandıramadığı bir huzura dönüştü. O zaman karşısında yatan kişinin bir ulu kişi belki de bir evliya olabileceği aklına geldi. Yıllar yılı tünelinin sırrını kimseye demediği gibi bulduğu bu gizli -adını koymakta zorlandığı yeri de -belki bir tapınak, belki bir türbe- kimseye söylemeyecekti.

    Dakikalar sonra aklına masanın üzerindeki kitap geldi. Geçen geldiğinde öyle bir bakmış yazılanları anlayamamıştı. Yerinden doğruldu. Buranın ne olduğunu yatan kişinin kim olduğunu o kitaptan anlayabilirdi. Elini eski kalın kitaba attı, bir an düşündü. Bu büyü, bu huzur bozulur muydu acaba? Bir an öylece kaldıktan sonra merak duygusu yaşadığı huzurdan daha baskın çıktı. Kitabı sanki bir kutsal kitabı alıyormuşçasına hassasiyetle aldı. Az önce oturduğu yere oturdu, kalın kapağı yavaşça çevirdi.

      Hiçte tahmin ettiği şekilde olmadı, garip bir şekilde anlamsız şekillerin oluşturduğu, bilinmeyen belki de çağlar öncesinde kalan bir alfabeyle yazılan defteri rahatlıkla okuyabiliyordu. Karakterlere tek tek baktığında anlamıyordu belki ama bir bütün olarak baktığında satırları çözüyor ve okuduğunu anlıyordu. Bu durumun nedenini ve niçinini düşünmeden ilk satırları okumaya başladı.


      “Ben Amphion, Prienli Amphion. Zeus ile Demeter in kızı gecelerin ve ölülerin efendisi Yüce Hekate'nin hizmetkarı Amphion." Bir daha yazılanlara göz attı. Yalnızca harflere işaretlere, baktığında bir anlam veremiyordu. İçine bir ürperti geldi. Nasıl oluyor da ilk defa gördüğü bir lisanı rahatlıkla okuyor, okuduklarını anlıyordu...

      "Yüce Hekate'nin gönderdiği Anchilie'nin gizleyicisi ve bekçisi. Öyle bir gizleme ki bir gün bir başrahip gelecek ve Hekate dirilecek. İşte o zaman Yüce Tanrıçamın dini tüm dünyaya egemen olacak." Bir an gülmek istedi ama satırların devamını okuyunca gülümseme oluşmadan dudaklarında dondu.

      “Toplumu tarafından sevilmeyen, istenmeyen, lanetlenmiş biri, belki bir çocuk bu gizli mabedi bulacak ve yıllar sonra Hekate'nin maiyeti Empusa’nın çığlıkları ve Lamia nın ulumaları onu bize bir ‘Başefendi’ olarak geri getirecek. Başefendinin getireceği kurbanlar, o kurbanların kanı Hekate'nin tekrar canlanmasını sağlayacak."

       Şaşkınlıkla durdu, okudukları kendisine ne kadarda uyuyordu. Bizzat kendi bulmasa ve bu yerin gizliliğinden bu kadar emin olmasa birilerinin kendisiyle dalga geçtiğini bile düşünebilirdi. Sarhoş gibi olmuştu, kafasını duvara dayadı. Dışarıda pencerenin hemen dışındaymış gibi olan ulumaları dinledi. Gece kuşları ve köpekler, uzaklarda belki de kurtlar bir koro gibiydiler. Dikkatini tekrar kitaba yöneltti, Gözleri titriyormuş gibi duran satırları izlerken kitapta yazılanları okumasına gerek kalmadığını düşünmeye başladı. Bir efsun veya sihir kendisini içine çekmiş gibiydi ve yaşlı bir adam kafasının içinde konuşuyordu. Onun yazdığı kelimeler ve satırlar beyninin içinde yankılanıyordu.

      İçine girdiği durum sonucu kendisini transa geçmiş gibi hissediyordu. Kafasını kitaptan kaldırsa yaşadığı dünyaya döneceğini bilmesine rağmen okumaya devam etti. Kargaşa içinde insanların bağrışıp kaçıştıkları bir günü yeniden yaşıyordu. Gözlerini kapadı.
   İnsanlar kargaşa içersinde kaçışıyorlardı, içinde bulundukları karanlık olanları daha korkutucu hale getiriyordu. Bütün yüzlerde korku ve dehşet okunuyordu. Yıldızların ışıldadığı gökyüzünden yere doğru bir nesne yaklaşmaktaydı. Bir adam meydanın ortasında durmuş avazının çıktığı kadar bağırıyordu.

      “Anchilie !!  Anchilie !!!"  Başlar gökyüzüne çevrilmişti. Havada bir uğultu, bir vınlama sesi vardı. Gökyüzünden gelen sesler ve meydandaki adamın bağırışları kalabalığı doğrudan etkiliyordu. Uçan nesne yere doğru yaklaştıkça uğultu kulakların zarını yırtacakmışçasına artıyordu. Öyle bir an geldi ki dünya ve evren sadece bir uğultudan ibaretti. Koca bir mermer bloğun üzerindeki adam kaçışan insanlara seslenmeye başlamıştı.

      “Tanrıların önünde yere kapanın ey faniler!" Koşuşanların sesin etkisinde kaldı ve durdu, bütün bu olanlara neden olduğunu düşündükleri ve artık ölesiye korktukları adamın sözlerini dinleyerek yere kapandılar. Gökyüzünden gelen Tanrıların öfkesi dinsin diye sessizce ve çaresizce secde ediyorlardı.

   Sadece bir kaç saniye sürmüştü "Anchilie" nin gökyüzünde belirmesi ve kaybolması. Bir kuşun bir kaç kanat çırpması veya iyi gerilmiş bir yaydan salıverilen okun hedefini bulmasına kadar bir süre.

      Meydanın ortasındaki yaşlı adamın dudakları o yıllar kadar uzun gelen süre içerisinde kıpır kıpırdı. Zeus'a, Hekate’ye ve bildiği, bilmediği tüm Tanrılarına dualar ediyordu. İnsanlar ise etrafında secdeye kapanmışlar kendisine yalvarıyorlardı. Onca uğultu ve vınlama arasında duyabiliyordu seslerini.

      “Bizi geceden, gecenin karanlığında gelen Anchilie'nin gazabından koru Yüce Amphion" diye dualar ediyorlardı."Bize güneşimizi, gündüzümüzü geri ver Amphion" diyorlardı. Başka zaman olsa belki hoşuna giderdi bu yakarışlar ama şimdi kendide korkuyordu. Titriyordu korkusundan.

      Bir an kısacık bir an karanlıkta ışıklar saçan garip araç başlarının üzerinde kaldı. Sonra güneye döndü, bir kuş gibi süzülmeye başladı. Mikal dağlarının ardında, kendi şehri yönünde Myus yönünde gözden kayboldu. Işıktan oluşan bir çizgi onu izledi. Parlak çizgi meydandaki insanların yarı korku yarı hayranlık dolu bakışları arasında bir zaman gökyüzünde asılı kaldı. Herkes meydanın ortasında taş kesilmişti.

      Ne Amphion ne de diğerleri nasıl davranması gerektiğini bilemiyordu. Tanrılar ona kutsal kalkanını göndermişti. Şekli biraz farklı olsa da ardından ışıklı bir yol bırakarak kaybolan şey "Anchilie" değil miydi yoksa. Bu olanları iyiye yormalı mıydı?  yoksa kötüye işaret miydi?  Daha önemlisi çevresini saran kalabalığa ne söylemesi gerekiyordu.

      Aslında hiç bir açıklama yapmasına gerek kalmamıştı. Kutsal kalkan daha dağın arkasında henüz kaybolmuştu ki gökyüzünden taşlar ve oklar yağmaya başlamıştı. Anchilie'nin uğultusu kulaklarındayken yakınına düşen taşla irkildi. Kocaman simsiyah bir taştı. Siyahının koyuluğu, parlaklığı ve yüzeyinin pürüzsüzlüğü bir an ilgisini çekti. Eğilip dokunacak, inceleyecek fırsat bulamadı. Çünkü çevresinde daha büyük bir kargaşa yaşanmaya başlanmıştı. Az önce yaşadıklarından daha somut ve daha büyük bir panikti.

      Onlar, yani Korybant ayinine katılanlar büyük bir baskın yemişlerdi. Düne kadar birbirleriyle savaşan Müslümanlar ve Hıristiyanlar birleşerek kendilerine baskın yapmışlardı. Gündüzün içindeki karanlığa kendilerini o kadar çok kaptırmışlardı ki yaklaşan tehlikeyi fark edememişlerdi. Mikal boğazından yaklaşan Türkler ve Venedikliler karaya asker çıkarmış olmalıydılar. İki eski düşman, birbirleriyle olan düşmanlıklarını unutmuşlar kendilerine saldırıyorlardı. Hem de hiç acımadan. Mancınıklardan atılan taşlar yağmur gibi yağıyordu. Taşlardan kurtulabilenler ise oklar ve kılıçlarla doğranıyordu. Kaçabilenlerse... Acaba kaçabilen var mıydı ki...

      Zavallı yandaşları, zavallı paganlar savaşmayı hiç bilmiyorlardı. Dindaşlarının ve kendilerine bağlanmak için gelenlerin pek çoğu ya çiftçiydi ya da çoban. Bütün istedikleri atalarının dinine bağlı kalmak ve bağımsız İonya birliğini kurmaktı. Belki o hırslı ikizi Zethos'un gizli siyasi düşünceleri, saklı emelleri olabilirdi ama kendisi sadece Tanrıça Hekate'ye bağlanmak ve yaşamının sonuna kadar bağlı kalmak istiyordu.

      Amphion, yaşayan tek Başrahip olan Aiptos’un meydanda öldüğünü görmüştü. Yaşlı adamın bedenini önce oklamışlar sonra kılıçlamışlardı. Ardından gelen Hıristiyan papazı cesedi yanında taşıdığı kutsal su ile takdis etmişti. Belki daha sonra içinde ki şeytanı çıkarmak için yakacaklardı. Kardeşi Zethos’uda en son Türk akıncıları tarafından yaka paça götürülürken görmüştü. Kutsal kan banyosu yapmaya hazırlanan çıplak bedenini itip kakıyorlardı.

      O kargaşada nasıl kaçtığını bilememişti. Havanın tekrar aydınlanmasına az bir süre kaldığını biliyordu. Yaşlı bedeninin tüm gücünü kullanarak diğerlerinin aksine olarak önce Scalanova ya doğru kaçmış daha sonra güneye yönelmişti. Diğerlerine yokuş aşağı koşmak kolay gelmişti. Bu nedenle hepsi baskıncıların kucağına düşmüştü, O ise yukarı tepelere yönelmişti.

      Adam makilerin ve çalıların her tarafını yırtmasına aldırmadan koşuyordu. Ya kardeşi Zethos gibi çırılçıplak soyunup sunağın altına girmiş olsaydı. Az önce dayak yiyen kardeşi gözünün önüne geldi, ürperdi. Bir ara arkasında bir gürültü koptu, kısa bir süre durdu. Geride olanlara baktı. Bir gece önce genç rahiplerin bedenlerinden birer parça kesip Hekate’ye sundukları o koca çam ağacı büyük bir gürültüyle devrilmişti. Anlaşılan baskıncılar geride put niyetine hiç bir şey bırakmayacaklardı. Her zaman birbirini yiyen iki düşman halk nasılda birlik oluvermişlerdi kendilerine karşı. Kaybedecek vakti kalmamıştı, her adımda uzaklaştığını hissettiği bağırışlara aldırmadan deli gibi dağa tırmanmaya nefesinin kesilmesine rağmen devam ediyordu.

      Güneş artık saklandığı yerden çıkmıştı, yahut kardeşinin dediği gibi güneşi yutan nesne artık onu geri kusuyordu. Bir kaç dakika sonra güneş eskiden olduğu gibi dünyayı ısıtmaya ve aydınlatmaya başlamıştı. Yüksek bir kayanın ardında durdu, nefesini tutup çevreyi dinledi. Korku nelere kadirdi, bacakları gençliğinde olduğu gibi kendisini olay yerinden çok ötelere taşımış, feryatlar iyice uzaklarda kalmıştı.

      Adam saklandığı yerde ayrıntıları anımsıyordu. Kalabalıktan gelen uyarıdan sonra o da diğerleri gibi kafasını gökyüzüne kaldırmıştı. Kutsal Kalkan neredeyse dimdik tam da üzerlerine düşüyordu, sanki onları ezmek istiyordu. Başlarının üzerinde çok yukarılarda bir an durmuş sonra güneye yönelmişti. Ya Taurus’un boynuzundan gelmişti ya da Poseidon’un oğlunun –Avcı’nın- kalkanından. Umut diye bağlandıkları Anchilie'nin Kutsal Kalkannın düşmanlarına fırsat vereceği akıllarına gelmemişti.

      Soluk alıp vermesi biraz normalleşince çevresini bir kere daha dinledi. Yoluna devam etmeliydi, saklanmalıydı. Ne Türkler nede Hıristiyanlar bu işin peşini bırakmazlardı. Eğer Umur Bey "şeytanın uşağı" önceden haberliyse Prien’de de baskın vardı. Yalnız Prien’de değil Miletos’ta, Myus’ta kısaca ellerinin uzanabileceği her yere baskın düzenlemişlerdir diye düşündü. O zaman evine dönemezdi, vücuduna bir baktı, her tarafı çizik içindeydi. Her çizikten de kan sızıyordu, yine de duramazdı.

      Bir süre sonra kan-ter içinde tepelere varmıştı. Uzaklarda çok uzaklarda ayin yaptıkları yerden dumanlar yükseliyordu. Kaya ve çalıların doğal bir gizlenme yeri oluşturduğu yere uzandı. Çalıların bedenini yırtmasına aldırmadan kendini olabildiğince derine gizlemeye çalıştı. Yattığı bu yerde gizlenecek ve dinlenecekti. Çünkü tehlikeyi atlatmış gibi görünse de yollara çıkarılan devriyelere yakalanma olasılığı vardı. Yakalanırsa kellesi giderdi, hiç bir şey olmasa bile kılık kıyafeti ele verirdi kendini.

      Uyandığında gün çoktan batmış gece olmuş, gökyüzünde yıldızlar parıldıyordu. Bildiklerini seçmeye çalıştı. İşte Büyükayı oradaydı, küçük ayının kuyruğunda dönüp duruyordu. Peşinden Aslanı buldu, gündüz olanlar aklına geldi. Canını kurtardığına mı sevinmeliydi yoksa yakalanan kardeşine, ölen dindaşlarına mı üzülmeliydi bilemiyordu. Yattığı yerden doğruldu, ağrıyan bedenine aldırmadan saklandığı yerden dışarı çıktı. Çalıların bedeninde çizikler koyu kırmızı derin çizgilere dönüşmüştü. Acıkmıştı ve bir karara varması gerekiyordu Çünkü o bir kaçaktı artık, bir kaçağı ne kendi halkı kabul ederdi ne de Müslümanlar. O halde Anchilie nin gittiği yöne gidecek ve onu bulacaktı. Madem ki bu dünyada bir umudu kalmamıştı; Anchilie onun yegane umudu olmalıydı. Olacaktı.

      Yerinden yavaşça doğruldu. Olay yerinden iyice uzaklaşasıya kadar gündüzleri uyuyacak geceleri yol alacaktı. Gece yarısına doğru kendi kasabasına yaklaştı. Uzaktan görkemli geçmişin izlerini taşıyan kasabasına baktı. Gecenin bir yarısında yıldızların ışığında mermer binalar, sütunlar pırıl pırıldı. Fakirliğin ve yoksulluğun izlerini siyah bir pelerin gibi örtüyordu gece. Geriye sadece yıldızların ışığından yansıyan güzellikler kalıyordu. Gece yarısına yakın saatlerde bile gidip gelen meşaleler olağan üstü bir şeylerin olduğunun işaretini taşıyordu. Kasabasına giremez ailesiyle vedalaşamazdı

      Aşağıda yıldızların ışığında parıldayan sulara baktı. Bir gün öncesini düşündü."Anchilie" kutsal kalkan bu sular da yitmiş olamazdı. O halde denizi aşıp karşıya varmalıydı. Tanrıların izini Herkül’ün doğduğu topraklarda, Çoban Edimion'un dolaştığı dağlarda aramalıydı. Latmos körfezini geçmesi için iki yolu vardı. Ya bir sandalla geçecekti veya doğuya yönelip kıyıyı izleyecekti. İleride denizle ırmağın birleştiği bir yerlerde bir köprü bulabilirdi. Köprü yolu daha uzun ve daha zor bir yoldu. Bu nedenle bir sandal bulması ve sandalla geçmesi daha mantıklıydı. Sahile indi, civarda yaşayan pek çok balıkçı olmalıydı ve birine rastlama olasılığı yüksekti.

      Tanrıların sevgili kuluymuş ki önüne küreklerini rahatlıkla çekebileceği bir sandal çıktı. Burnu kuma kadar çekilmiş olsa da var gücüyle iterek onu tekrar ait olduğu denize ulaştırmıştı, beline kadar ıslandığını fark etmedi bile. Dalgaların ruhunu uyandırmadan denize açıldı.

      Biraz kürek çekerek birazda Tanrıça Hekate'nin himmetine bırakarak yol aldı. Tan ağarırken sandalı karşı sahile varmıştı. Gökyüzünde Selena’nın gülümsemesi olmadığı için tepelerden bakanlar onu görmüş olamazlardı. Üstelik gün ışımağa başladığında sandalın köşesinde ağların altında giysiler bulunduğunu da fark etmişti.  Her halde balıkçı arkadaşın yedek giysileriydi. Bulduğu giysilerden biraz umutlanmış sağı solu biraz daha kurcalayınca bir kaç parça yiyecek bile bulmuştu. Evet, Hekate ona yardım ediyordu, nede olsa Yüce Hekate denizcilerin ve balıkçıların koruyucusuydu.

      Alelacele giysileri giydi. Üzerine biraz büyük gelmişlerdi ama iyice parçalanmış eski giysilerinden daha iyiydi. Ne olur ne olmaz diye sandalı denize koyverdi. Onu izleyen birileri varsa ardında iz bırakmamalıydı. Yapması gereken tek bir şey kalmıştı, Geceyi bekleyeceği bir kuytu bulmak. Öyle bir yer bulmak için kıyıdan tepelere doğru yürümeye başladı. Bu defa yönü Anchilie'nin gittiğini sandığı yöne doğru Latmos dağlarına doğruydu. Güneş biraz yükselmeye başlayınca önü çalılarla kaplı mağaracık buldu.

      Bir gece daha yürüyerek geçti. Olabildiğince patikaları kullanmamaya çalışıyordu. Gölgelerden ağaç ve çalı diplerinden yürüyordu. Sandalda bulduğu yiyeceklerin bir bölümünü hemen yemişti uyumadan önce, kalanlarını ise uyandığında tüketmişti. Bütün bir gece süren yürüyüş ise midesinde var olan son besin kırıntılarını da bacaklarına vermişti. Bir ara durdu, geriye dönüp aştığı yola baktı. Deniz çok aşağılarda koyu lacivert rengi ile yıldızların ışığını yansıtıyordu.

      Denizin karşı kıyısında yükselen Mikal dağı ufkun önünde bir duvar gibi yükseliyordu. Öyle bir duvar ki bir gün önceki Başrahip adaylığıyla, bir gün sonra kaçak olması arasında örülmüş kaderini değiştiren bir duvardı. Bir gün önce kadim kültürle kendilerine yön vereceği toplumunun lideriydi, şimdi ise basit bir kaçak. Hem kendi toplumundan hem de Türkler tarafından aranan bir kaçak. Hem yürüyüp hem düşündüğü saatler boyunca Anchilie’nin inmiş olabileceği yerler hakkında ve kendisine yardımcı olabilecek isimler için kafa yormuştu. Aklına gelen isimleri düşünmüş değerlendirmişti. Neredeyse hepsini çeşitli nedenlerden dolayı elemişti. Bir tek Orestes kalmıştı. Eski dost Orestes.

      Hesaplarına göre Orestes'in yaşadığı yer olan Heraklia’ya az bir yolu kalmış olmalıydı. Tırmanmaya çalıştığı Latmos dağının üzerindeki bulutlar kırmızılaşmaya başlamışlardı. Adımlarını sıklaştırdı, hava iyice aydınlanmadan Heraklia'nın ulu sütunlarını görmeli Miletos'lu bilge Orestes'i bulmalıydı.

      Sütunlar güneyde göründüğü zaman güneş gökyüzünde bir hayli yükselmişti. Çevresine bakınınca, saklanıp akşamı edebileceği sayısız yer bulabilirdi. Kimselere görünmeden saklanabileceği yerler. Karnının açlığı ona bu fikirden uzak olmasını öğütlüyordu. Aynı açlık duygusu Orestes'i bulursa pek çok sorunun çözüleceğini de söylüyordu. Her ne kadar tarikatlarından ayrılmış olsa da eski günlerin anısına günlerce kendisini saklayabilirdi. Üstelik Türklerin eli henüz buralara ulaşmamıştı.

      Zaman değirmeninin güçlü dişleri eskinin görkemli kentini bir viraneye çevirmişti. Yıllar, yüzyıllar öncesinde binlerce insanı barındıran bu kent şimdi önemini yitirmiş, eski güzel günlerin anısını yaşamaya çalışan yaşlıların sığınağı olmuştu. O güzel günleri bilmeyen, yaşadıkları bu dağ başından sıkılıp aşağıya denize ve ovaya inen gençler, kolay beri geriye dönmüyorlardı. Nede olsa onlar gençti ve harekete neşeye gereksinimleri vardı. O hareket ve enerji merkezleri aşağıya ovaya ve sahile kaymıştı. İçinde yıllar yılı ailelerin oturduğu mutlu insanların yaşadığı muazzam mermer binalar bakımsızlıktan yıkıntı haline dönüşmüştü.

      Pan’ın etkisi içine korku ve telaş olarak işlemiş olmalıydı. Kasabanın girişinde kurulu ilk evin bahçesinde duvar dibine çömelmiş kendinden bir hayli yaşlı kadına Orestes'i bu korku ve endişe ile sordu. Evin sağ kalan tek sahibesi olduğunu söyleyen kadın onu görünce yerinden doğruldu. Yüzüne bakıp gülümsedi, kendi insanını tanımış olmalıydı.

      “Evladım" dedi titreyen sesiyle. “Buralara gelip giden o kadar az kişi olur ki" Gülümsemeye devam ediyordu. Bir aydır buralara gelen ilk yabancı sensin. Belli ki yanlış anlamıştı.

      “Ana" dedi "Bir yabancıyı değil sizin buralarda oturan birini soruyorum. Bir ara Miletos’ta dersler veren yaşlanınca buraya yerleşip inzivaya çekilen birinin, bir bilgenin evini soruyorum. Orestes... Miletos’lu Orestes" Yaşlı kadın başını kaşıdı.

      “Bilemedim evlat" dedi. Köy meydanının öbür yakasında önüne bir kaç hayvan katmış dağlara giden birini gösterdi. Çoban Vacatis'e sor o mutlaka bilir. Sonra sanki sesini duyurabilecekmiş gibi titreyen sesiyle bağırmaya başladı.

      “Vacatis!!...Vacatis!!... Allah’tan çoban güttüğü keçilerinin hızında ağır ağır gidiyordu. Sayıları beşi altıyı geçmeyen keçilerinin otlamasını bekliyor hayvanlarının karnı doyduğunda yola devam ediyordu. O sayede çobanı yakalayabilmişti. Kırk yaşlarında olan çoban Bilge Orestes'i tanımıştı. Orestes adından bahsederken biraz korku ve çokça da saygı vardı ses tonunda.

      Ayaküzeri yaptıkları konuşmadan çobanın eski bir balıkçı olduğunu bir çarpışmada baldırından yaralandığını daha sonra köyüne gelip evlendiğini öğrenmişti. Asıl öğrenmek istediği Orestes'inde yıllar önce Heraklia'yı da terk edip dağlarda yaşadığını da öğrenmişti. İşin en güzel tarafı ise çobanın o tarafa doğru gidecek olmasıydı. Yolu sormasına gerek yoktu.

      Karnının gurultusunu bastırmakta güçlük çeken Amphion çobana yiyecek bir şeyler sorduğunda "köylerinin yoksul bir köy olduğunu, günlük yiyeceklerini ancak temin ettiklerini" söylemişti çoban. Yine de "erzak torbasındakilerini paylaşabileceklerini" eklemişti.

      Bir süre sonra Latmos dağının güney yamaçlarından yukarılara doğru tırmanmaya başlamışlardı. Yukarılara çıktıkça arazideki kayalar çoğalmış ve keskinleşmişti. Amphion yürürken çobana yaklaştı. Yakınlık kurmaya çalışıyordu. Öğle yemeği için durdukları düz bir kayanın üzerindeyken sabahtan beridir sormayı planladığı soruyu sordu.

      “Vacatis bir kaç gün önce buralarda olağanüstü bir şeyler oldu mu?" Çoban uzandığı yerden doğruldu. Elleriyle istem dışı istavroz işareti yaptı. Daha ne olsun güpegündüz gece oldu. O gecenin ortasında -tekrar haç işareti yaptı elleri- gökyüzü çöktü. O günkü korku sesinde yankı buluyordu. Şeytanın silahı yanarak tepemize düştü." Kendi yorumunu ekledi.

      “Şeytan güneşimizi yutmaya çalışıyordu ama İsa onu cezalandırdı ve Latmos’un içine gömdü." Derin bir soluk aldı topal çoban eliyle ıstavroz çıkardıktan sonra “Yüce İsa bize güneşimizi geri verdi."



      Denizin çırpıntıları arasında bir yelkenli pupa yelken gidiyordu. İki adam teknenin güvertesinde durup hafifçe dalgalanan denizi izliyorlardı. Gözleri yalnızca gövdenin su ile birleştiği yerleri değil uzakları da taramaktaydı. Kah ellerini gözünün üzerine götürüp siper yaparak kah gözlerini iyice kısarak her yöne bakmaya çalışıyorlardı. Bir zaman sonra ayağını küpeşteye dayamış olan kendisinden daha yaşlı diğerine dönerek

      “Kafirlerin bir ayin düzenleyeceklerini uzun zaman beridir biliyorduk.  Aralarına kattığı has adamımız Topal Mehmet Ağanın uçurduğu bilgiler doğrultusunda baskını gerçekleştirdik. Onun sayesinde uzun zaman arayıp bulamadıkları minik yavrular sağ salim ailelerine teslim edilmişti. Putperestlerin elebaşıları dahil olmak üzere hemen hepsini ölü yada diri ele geçirdik. Ehad Subaşının yargılayıp astığı adamın ikizi hariç." Adam sustuğunda yanındaki genç sordu

      “Şimdi hem o kaçağı hem de gözleriyle görmese dünyada inanmayacağı o "şey"i aramaktayız öyle mi." Az önce konuşan kişi kafasını onaylarcasına salladı. "Putperestlerin Kutsal Kalkan dedikleri koca şeyi aramaktayız.

      “Allah'tan parlak siyah taşı ele geçirdik de o sayede babamı inandırabildik" dedi genç adam

      Yaşlı adam tekrar geçmişine döndü. Anadolu’ya dedeleri geldiğinde ilk defa denizi görmüşler ama ötesine gitmeyi düşünmemişlerdi. Zaten yıllar süren göçlerle buralara kadar ancak gelebilen kişilerden daha ötelere gitmelerini bekleyemezlerdi de. Kendi akranlarıysa ayaklarının dibinde çırpınıp duran denizle anlaşmaya oynaşmaya başlamışlardı. Yıllar sonra ise adına Ege dedikleri bu koca denizdeki adaları ele geçirmeye başlamışlardı. Baskından sonra donanması Tuzadası’nın bulunduğu Scalanova’da bekliyordu kendilerini. Onlara;

      “Bizler gelinceye kadar iyice dinlenin sonra Gaza var demişti. Üç hafif tekne Dilek burnunu geçmiş Latmos körfezine gelmişlerdi. İki gündür arıyorlardı adamı ve o şeyi. Olan bitenden korkan halk ya kiliselere ya da camilere kapanmıştı. Herkes kendi Allah'ına dua ediyordu. Hele baskının duyulmasından sonra dışarılarda gezen kimse kalmamıştı. Üstelik Hıristiyanlar arasında yıllarca yaşayan bu ikiyüzlüleri gerçek Hıristiyanlarda sevmiyorlardı. Bu sebeple baskına şövalyelerde katılmışlardı.

      Cuma namazını eski bir Rum köyü olan "Doğanbey" köyünde kılacaklardı. Adamları, Amphion denilen kaçağı ararlarken O ve maiyeti köye adını veren babasının has adamı Doğan Bey’in konuğu olacaklardı. Gerek namazdan önce gerek namazdan sonra yaptıkları araştırmalarda soruşturmalarda hiç bir işaret, iz bulamadılar. Köylüler putperestlerden canilerden korkuyorlardı. Kimseden olumlu ya da olumsuz yanıt alamamışlardı. Köyden ayrıldıktan sonra adamlarının bir Bölümünü dağlarda bırakmıştı. Mikal dağının kuzeyine yürüyerek yahut at satın alarak geleceklerdi. Kendileri ise o ‘şey’in denize düşmüş olabileceğini hesaplayarak karşı sahili de araştıracaklardı. Öyle ya basit bir nedenle bile bir tekne, bir sandal batsa bile tahta parçaları veya teknedeki ıvır zıvır su üzerinde kalırdı. Araştıracaklardı. Yabancı bir nesne bulmaya çalışacaklardı.

      Güneş battıktan sonra bu araştırmadan ümitlerini iyice kestiler. Üç Karamürsel cumadan hemen sonra, önce doğuya gitmişti. Deniz bitip ırmağın içlerine kadar girmişlerdi. Sazlıklar ve bataklıklar dahil olmak üzere suyun üzeri tamamen araştırılmıştı. Sonra askeri düzende aralarında belli açıklık bırakarak geriye dönmüş neredeyse tüm Latmos körfezini taramışlardı. Sonuç kocaman bir sıfırdı. Gökten düşen o nesneden hiç bir iz yoktu, sanki yer yarılmışta yerin içine girmişti.

      Güneşin battığı aydınlığın alaca karanlığa döndüğü şu saatlerde Karamürsellerin burunlarını batıya çevirmiş, leventlerinin kürek gücüyle körfezden çıkacaklardı. Sonra Kuzeye yelken açacaklar dönüp donanmaya katılacaklardı. Ne de olsa "Gâzâ" beklemezdi.


      İki yaşlı adam ufukta denizin ortasında seyreden üç tekneyi alacakaranlıkta gözden kaybolasıya dek konuşmadan izlediler. İki kişiden daha genç olanı bu üç teknenin kendisini aradığını biliyordu. Kuzeye yönelmeleri acaba aramaktan vazgeçtikleri anlamına mı geliyordu? Önce yanı başında oturan kendinden bir hayli yaşlı adama sormayı düşündü. O sırada yaşlı adam konuşmaya başlayınca düşüncelerinden sıyrılıp Onu dinlemeye koyuldu.

      “Bak evlat" dedi sakallarındaki beyazları siyahtan daha çok olan adam. "İnsan hep savaşmıştır. Mücadele etmek yok etmek onun doğasında var. Adem babamız önce şeytanla savaşmış. Sonra cennetten kovulup dünyaya gönderilince, oğulları birbiriyle savaşmış. Hayvanlarla, doğayla ve özellikle kendi türüyle savaşmış. İhtiyar anlattıkça anlatıyordu.

      Amphion gerek kendinden çok üstün biri olduğuna inandığı gerekse şu zor günlerde evini açıp kendisini himaye ettiği için adamın sözünü kesmeden dinliyordu. Yanı başında konuşan şu bilge yıllar önce Khios'ta kardeşi Zethos la birlikte ders aldığı Pitteus kadar bilgili biriydi. Kim bilir belki de Pitteus’tan daha bilgilidir. Sabırsızlığı ise konunun bir an önce "Anchilie"ye gelmesini istemesindendi.

      Peki, dedi yaşlı adamın sözünü bitirdiğinde. O gökyüzünden düşen nesneyi gördün mü?" Yaşlı adam uzun süredir oturduğu şeklini değiştirdi. “Basit bir doğa olayı cahillerin nasılda korkulu kabusu oldu. Sen ve kardeşin bu olaydan kendinize pay çıkarttınız." Amphion konunun geldiğine sevinmişti. Önce günler öncesinden başlayan rüyalarını anlattı, sonra iki gün önce yaşadıklarını. Sözlerini rüyasına giren o şeyi bulmak istediğini söyleyerek bitirdi. "Gerekirse hayatımın kalan bölümünü bu yola harcayacağım" diyerek sözlerini noktaladı.

      “Amphion, Prienli Amphion, belki sen bir mucize bekliyorsun göklerden. İnsanın kendinde var olanı ortaya çıkarması gerektiğine inanmıyorsun. Tanrı veya Tanrılar insanları yeryüzünde yalnız bıraktılar. Senin Anchilie dediğin eski Roma'da bir krala -Kral Numa’ya- savaş kazandıran bir kalkandı. Her demirci ustasının yapabileceği sıradan bir kalkandı o kalkan. Zaferi getirense o kalkanı tutan bilek, bileğe olan inançtır. Senin iyi niyetini anlıyorum, bir şeyler yapmak istemeni takdir ediyorum. Yine de senin için endişeleniyorum. Vazgeç o nesnenin peşinden gitmekten." Amphion olmaz dercesine başını salladı.

      “Yüce Orestes, senin umut dediğini ben iki gözümle gördüm." Bir an durdu.  "Yalnız ben değil orada olan herkes gördü." Eliyle az önce ufukta kaybolan teknelerin olduğu yeri işaret ederek "Türklerin yalnızca beni aramak için mi saatlerce Latmos’ta dolaştıklarını sanıyorsun" deyince yaşlı adam yerinden kalktı. İyice çöken karanlıkta güneye döndü. Ağır adımlarla yürüyordu.

      Hiç konuşmadan yarım saatten fazla bir süre yürüdüler. Yaşlı adam önde kendinden biraz daha genç olan arkada, ağaçların ve çalıların arasında bir anıt heybetiyle duran bir kayanın üzerine çıktılar. Aşağıda ayaklarının altında, Latmos körfezi geniş bir koy halinde doğuya uzanıyordu. Buraya geliş nedenini tahmin edebiliyordu Amphion. İlgisiz bir soru sorup soluklanmak için zaman kazanmak istedi.

      “Kaç yaşındasın saygıdeğer Orestes." Yaşlı adam neredeyse göbeğine değecek aksakalını sıvazladı

      “Yetmişlere kadar saydım. Şimdi seksen mi doksan mı?  bilemem. Bir zaman durdu düşündü. “Zaten bir yaştan sonra ne doğan, batan güneşin önemi kalıyor ne de dönen mevsimlerin." Bulundukları ortama bir süre daha sessizlik hakim olduktan sonra konuşan yine Bilge Orestes’ti

      “Benim doğduğum yıllarda Sultan Alaattin ölmüş. Çok sevinmişler kurtulduk diye. Latinler sözde bizleri kurtarmak için geldiğinde ben çömezdim. Bu defa Latinler başlamış zulme. Moğolların gün doğusundan yaklaştıklarını duyduklarında insanlarımız sevinmişlerdi Latinlerden kurtuluruz diye. Çok kalmamış Moğollar, zalim valiler bırakarak geldikleri gibi gitmişler. Onların ardından da Selçuklular sıraya girmiş. Karamanlıları ve Menteşelileri, Aydın oğullarını unutmayalım." Amphion yaşlı adamın bilgeliğine bir kere daha şaşırmıştı. Adam yaşadıklarını anlatmaya devam ediyordu. Sözleri bitince eliyle aşağıda bir yerleri gösterdi.

      “Bak evlat, parmağımın ucuna doğru bak. Amphion yaşlı bilgenin titreyen parmağının ucuna doğru baktı, bir şey göremedi. Gösterdiği yerlerde denizin kara ile birleştiği yerlerde sazlıklar vardı. “İyice bak" deyince dikkatini hafifçe titreyen parmağın ucuna yoğunlaştırmaya çalıştı, baktığı noktada gölgeler, yıkıntılar vardı.

      “kastettiğin yıkıntılarsa görüyorum" diyebildi. Orestes’in parmakları hala aynı yönü gösteriyordu. “Bakışlarını biraz daha sola kaydır" deyince gözlerini biraz daha kıstı. Zayıf bir ışık gördü uzaklarda, tepeden anca fark edilebilen zayıf ve koyu yeşil bir ışık. Bir yakamoz ışığı gibi yanıp sönüyordu sanki.

      “Ne dersin aradığın -Anchilie- bu mu?" Bir anlık sessizlik oldu.

      “Bu noktadan başka bir yerden gözükmüyor" dedi Orestes. "Dün gece biraz daha parlaktı." Aradığını bulmuştu, Amphion ışığın parladığı yeri belleğine iyice yerleştirmeye çalıştı.. Daha bozgunu yaşadıkları ilk anlarda almış olduğu kararı uygulayacaktı. Orada yıkıntılar arasında yaşayacak gökten inen o nesnenin "Anchilie’nin hizmetkarı olacaktı. Onu, kendisine zarar verebilecek insanlardan gizleyecek ve koruyacaktı. İstediğini elde etmişti. Artık yaşlı arkadaşıyla gönül rahatlığıyla saatlerce konuşabilirdi.


      Gazi Umur Bey neler olup bittiğini Alaattin beyden öğrenmişti. Alaattin beyin anlattıkları her şeyi açıklamasa da olayların büyük bir bölümünü aydınlatıyordu. O anlattıkça Umur Bey cahilliğine esef ediyordu.

     “Bir güneş tutulması" demişti Alaattin. "Biliyorsun" demişti "Ay dünya etrafında dönüyor Dünyada güneş çevresinde. Ayın gölgesi güneşin üzerine düşünce Güneş görünmez olur. Güpegündüz gece yaşanır." Eklemişti. "Husuf ve Küsuf namazlarını bu nedenle kılarız." Savaşmaktan ve beyliğini idare etmekten bunları öğrenmeye zaman bulamamıştı ki Koca Umur Bey.

      “Sonuç" dedi açıklarını kapatmak istercesine Gazi Umur sert bir tonda.

      “Sonuç olarak beyim ne o garip nesneyi bulabildik ne de o kaçık adamı." Bir an durdu. Beyinin karşısında saygısızlık etmek istemiyordu. Özür diler gibi konuşmasına devam etti. Yalnızca, benim ve benim soyumdan olanların o garip nesneyi aramaya devam edeceğimizi, O'na karşı kendimizi hazırlıklı tutacağımızı bilesiniz isterim" dedi. Beyinin başka bir şey söylemesine zaman bırakmadan makamından çıktı.
"İnsanlığın en büyük trajedilerinden biri ahlakın din tarafından ele geçirilmesidir." Sir Arthur Charles Clark

Çevrimdışı azizhayri

  • ***
  • 581
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: Anchilea - Kutsal Kalkan
« Yanıtla #7 : 19 Ekim 2015, 08:18:56 »
  B Ö L Ü M    A L T I


        Sözleştikleri gibi sabahın erken saatlerinde istasyonda buluşmuşlardı. Birinin babası hamalbaşı, ötekinin şofördü, üçüncüsü ise presecinin oğluydu. İyi arkadaştılar ve ortak noktaları babaları aynı fabrikada çalışıyor olmasıydı. Çok önceden yapmayı planladıklarını ancak bu gün gerçekleştireceklerdi. Bugün, bir değişiklik yapıp okulu asacaklar, kafalarına göre takılacaklardı. Babalarının Birlik Çırçır fabrikasında çalışıyor olması tanışmalarında ve dostluklarının başlangıcında etkili olmuştu. Zamanla arkadaşlıkları ilerlemiş babalarının arkadaşlığı önemini yitirmişti. Aralarındaki görünen tek fark ise okudukları okuldu. Daha doğrusu okumadıkları ve okuyamadıkları okullardı.

      Hamalbaşı Muammerin oğlu Fethi ile Necmi -Necmi Şoför eniştenin oğluydu- sanayide oto tamirhanesinde, aynı sokakta ve komşu sayılabilecek dükkanlarda çalışıyorlardı. Fethi dizel kamyon tamircisi olacaktı. Necmi ise özel Tofaş servisinde çalışıyordu. Üçüncü kafadar Menderes ise Preseci İzzet’tin oğluydu. Preseci, aynı fabrikanın çalışanlarıydı, üç arkadaşın babalarının yaşça en küçük olmasına rağmen grupta yaşı en büyük olanlarıydı Menderes. Aralarında ki bir başka fark ise Menderesin Endüstri Meslek Lisesinde okuyor olmasıydı. Hoş diğer ikisi de okuyorlardı ama Çıraklık Okulunda. Yani haftada bir gün okula gidiyorlardı. Yani bugün okulu ektikleri gün okula gitmeleri gereken gündü.

      “Haberleri olmaz değil mi?" dedi Necmi. Belli ki korkuyordu üstelik korkmakta haklıydı da. Babasının sert tutumundan kocaman delikanlı olmasına rağmen- azarlamasından, bazen de tartaklamasından korkuyordu. Küçükken çok dayağını yemişti ama delikanlı olmaya başladığında iş dayaktan korkutmaya azarlama geçmişti. Necminin korkması gereken sadece babası değildi, aznavur gibi ustası da vardı. Eğer okula değil de gezmeye gittiğini öğrenirse babasının öğrenmesine gerek kalmadan çıra gibi yakardı elemanını. İşi organize eden Menderes yanıtladı.

      “Yok be oğlum okul açılalı ne kadar oldu ki, daha dün bir bu gün iki." Bilmişçesine sırıtarak devam etti. “İzin verin de ben korkayım. Sizin okulda sınıf listeleri bile yapılmamıştır daha." "Allah Kahretsin. Yine haklı Menderes" diye düşündü esmer delikanlı. Yüksek sesle

      “Benim babamın adı da Muammer Alkaşlı olsaydı bende korkmazdım" deyince diğer ikisi bastı kahkahayı. Trenin upuzun çalan düdüğünü duyunca kahkahalarını yarıda kesip istasyona yanaşan trene bindiler.

      Son durak sayılan İlçeden günde, toplam üç tren seferi vardı. Sabah ilk olan İzmir'e öğle ve öğleden sonra olan ikisi İle. İzmir de işi olanları resmi mesai başlamadan yetiştirebilmek için İzmir treni çok erken kalkıyordu. Biletlerini önceden alan üç genç bir tanıdık görüp babalarına veya ustalarına yetiştirmesin diye bekledikleri kuytudan çıkıp alelacele trene bindiler. Sağa sola bakınmadan vagonun en ücra köşesine gittiler. İlgisiz hava yaratmaya çalışsalar da birilerinin kendilerini görmelerini istemedikleri belli oluyordu.

      “Hangi uyanığın fikriydi bu" dedi Necmi. Akşam evde oturuyorken geçerken uğradım diye Necmi’ye uğramıştı diğer ikisi. Menderes, kibar davranıp oğluyla kapıya çıkan Necmi’nin annesi Sabriye teyzesinin hatırını sorup gönlünü aldıktan sonra punduna getirerek Necmi’nin kulağına fısıldayabilmişti

      “Benim" dedi Menderes sırıtarak.
 
     “Peki niye Selçuklu oğlum." Menderes zayıf bedenini titreterek gülmeye devam ederek yanıtladı.

      “İzmir’e kadar gitmeye gerek yok oğlum. Her istediğimizi Selçuklu'da bulabiliriz. Üstelik orada bizi tanıyan da olmaz. İstediğimiz kadar rahat davranabiliriz. Fethi araya girdi

      “Ne yapıcan İzmir'de, kaybolmaya mı gideceğiz İzmirlere." Sağ elinin baş ve işaret parmağını birbirine sürterek “Hani o kadar sıpali" dedi. Aklına aniden gelmiş gibi devam etti.

      “Selçuklu İzmir’in ilçesi değil mi zaten, orası da bir yerde İzmir sayılır." Tren çoktan kalkmış her virajda vagonlarını sağa sola savurarak yol alıyordu. Üç genç paylaştıkları İkili koltukta ve ters yönde yolculuk etmelerine aldırmadan çoktan geceden kalan uykularını tamamlamaya başlamışlardı.

      Gecenin karanlığında başlayan yolculukları Nazlı beldesini geçtiklerinde hala sürüyordu. Ahmetli köyü arkalarında kaldığında hava biraz aydınlanmıştı. Yollarının yarısı demek olan Kurtuluş'da ancak gündüz olmuştu. Tren İlleriyle İzmir'i birbirinden Gümüşlü Dağlar’ın en yüksek bölgesinde kurulan "Ardıçlı" köyüne geldiklerinde üç kafadar uyanmışlardı. Trenin kalabalık olmasına aldırmadan Menderes aşağı inmiş üç simitle dönmüştü. Onlar simitlerini uzun çiğnemelerle yerken Gümüşlü Dağları'nı nefes nefese tırmanan lokomotifleri şimdi yokuş aşağı uçarcasına koşuyordu.

      “Ya sinema, aradığımız gibi bir sinema bulabilecek miyiz?" dedi Necmi ortalarında oturan Menderesin kulağına. Menderes neredeyse kulaklarına varacak gülümsemesiyle güldü

      “Ne sineması oğlum, kız görmek için sinemaya mı gitmek gerekir Selçuklu gibi bir yerde. Sonbaharın gelmesine aldırmayan bir sürü turist kız vardır oralarda."

      “Bize ne fayda turistlerden" dedi bu defa Menderesin öte tarafında oturan Fethi. ”Sanki turistler kendilerini öptürtmek için sıraya girmişlerde bizi bekliyorlarmış gibi konuşuyorsun."

      “Yavrularım benim" Menderes hem sağında hem solunda oturan arkadaşlarının yanaklarından birer kesme aldı. "Az sonra Menderes abinizin muazzam İngilizcesine tanık olacaksınız." Önce trenin tiz düdüğü ardından tepelerden gelen yankısı duyuldu. Trene ilk bindiklerinde biletlerini kontrol eden memurun sesi öteki vagondan duyuldu.

      “Selçuklu!  Selçuklu’da inecekler!" Üç arkadaş birbirlerine bazen ters bazen karşılıklı konulmuş olan tahta sıralar arasından kapıya doğru yürürken Menderes hayal kırıklığına uğrayan arkadaşlarını teselliye çalışıyordu.

      “Tavladığım Turist kızlarla sizleri de tanıştırmam için bana yalvaracaksınız. Ayaklarıma kapanacaksınız."

      Menderes kısmen de olsa sözünü tutmuştu. Yeni evli veya taze sevgili oldukları belli olan ama kendinden bir hayli büyük turist çiftle tanışmıştı. Tanıştırılacağı umuduyla arkalarından yürüyen iki arkadaşını unutmuş onlarla çat pat sohbete dalmıştı. Necmi ve Fethi bir zaman önlerinde yürüyen gurubu izlemişler arkadaşlarının kendilerini sattığını anladıklarında kendi başlarının çaresine bakmaya karar vermişlerdi. Allahtan ki önceden daha trene binmeden "Eğer birbirimizi kaybedecek olursak İlçeye dönen son trende buluşuruz" diye sözleşmişlerdi.



      Necmi ve Fethi sabah arkadaşlarının kendilerini ektiği İstasyon parkında oturuyorlardı. Yorulmuşlardı ama akıllarından geçen pek çok şeyi yapmışlardı. Epey dolaştıktan sonra aradıkları gibi bir "o tür filimler oynatan" bir sinema bulmuşlardı. Sinemadan sonra sigaralarını yakalanma korkusu olmadan cadde ve sokaklarda özgürce içmişlerdi. Bayiden aldıkları biralarını büyüklerinin yaptıkları gibi teneke kutularda ve kağıda sararak içmişlerdi. Turist kızların arkalarından gitmiş gözlerine kestirdiklerine güzel bulduklarına laf atmışlardı. Onların verdikleri tepkileri kah ciddiye almış kah kahkahalarla gülmüşlerdi. Kısaca kendi ilçelerinde yapamayacakları pek çok taşkınlığı gönüllerince yapmışlardı. Şimdi ise sadece yol paraları kaldığından gelecek İzmir trenini ve arkadaşları Menderesi bekliyorlardı.

      Saat ilerliyordu, trenin gelmesine bir hayli zaman vardı. Vardı ama Menderes hala ortalıklarda görünmüyordu. Parkın ulu ağaçlarının altında yorgun argın otururlarken Necmi  

      “Eşşoğlusu" dedi ve yarı alıngan yarı kırgın sesle ekledi. "Madem bizi ektin bari vaktinde gel." Necmi babasından haklı olarak korkuyordu.

      “Eğer tren daha önce gelirse ne yapacağız" diye sordu başı arkada uyuklayan arkadaşına. Fethi yanıt vermedi. Uyuyor gibiydi. "O son birayı içmeyecektin Fethi" dedi ama Fethi çoktan ermişti.

      Trenin gelme vakti yaklaştıkça Necmi’nin sıkıntısı artıyordu. Nasıl artmasın ki. Arkadaşının biri, bir bira ile çarpılmıştı. Diğeri ise sabahtan beri ortalarda yoktu. Yanında uyuklayan arkadaşını dürttü. “Sen buradan ayrılma da ben Menderese bakayım geleyim"  Sanki kanepede uyuklayan Fethinin parmağını kıpırdatacak hali varmış gibi.

      Parkın yüzyıllık ağaçları arasından yürüyüp ara sokaklara çıktı. Bilmediği bu yerde arkadaşını arayıp bulamayacağını biliyordu. Yine de oturup beklemek zor geldiği için dolaşmak daha iyiydi. Sıkça kolundaki saatine bakıyordu. Bir taraftan da akşama babasına vereceği yanıtı düşünüyordu.

      Uzun süren yürüyüşten sonra istasyondan bir hayli uzaklaştığını farketti. Ara sıra uğradığı ve az bildiği bir ilçenin hiç bilmediği sokaklarına gelmişti. Saatine tekrar baktı, az önce baktığından çokta farklı değildi. Zaman geçmiyordu, yapacak bir şey olmadığından geri dönecekti ki karşısında gülümseyen küçük kızı farketti.

    Diğerlerinden daha geniş sokak ile belki de şehir planında cadde olarak görünüyordu o sokak onu dik kesen ara sokak köşesindeki bahçeli bir evin duvarında oturuyordu. Masum görünüşü vardı, gülümsemesiyse sevimliydi. Belki tırmanmak zorunda kalarak oturabildiği duvarın üzerinden ayaklarını sarkıtmış öylesine sallıyordu. Çapraz sayılabilecek bir noktadaydı Necmi. Sesini duyamıyordu ama kıpırdanan dudaklarından şarkı söylediğini tahmin ediyordu. Nerede olduğunu unutmuş gibiydi. Bulunduğu evin köşesindeki iri bir taşın üzerine oturup kız çocuğunu seyretmeye daldı. Kimbilir o sempatik yüzde kendi yaşayamadığı çocukluğunu buluyordu.

      Sonbahar kendini iyice hissettirmeye başlamıştı. Gündüzleri yakan güneş öğleden sonra yerini tatlı bir serinliğe bırakıyordu. Bir kaç hafta sonra ise serinlik öğle saatlerine kadar yayılacaktı. İşte bu yüzden yazın sıcak günlerin de denize girip akşamüzeri pansiyonlarına dönen turistlerle kaynayan caddeler ve sokaklar tenhalaşıyordu. Bu tenha yolda siyah önlüğü ve beyaz yakasıyla evine dönen küçük çocuk ve yanı başında yürüyen tıknaz bir bayan vardı. Tıknaz bayan hep konuşuyordu ama çocuğun kafasında öğretmeninin kendisine verdiği ödev vardı.

      “Turistler göçmen kuşlar gibidir. Sürekli göç ederler ama yönleri farklıdır. Yazın sıcak ülkelere giderler, gezip eğlenirler. Kışın kendi memleketleri olan soğuk ülkelere dönerler." Çocuk yanı başında yürüyen ve boyunun kısalığı nedeniyle kiloları hemen belli olan öğretmenine sordu.

      “Öğretmenim ödevimi kime sorayım, kim açıklar bu sözleri" deyince orta yaşlı hanım   “Büyüklerinden öğrenebilirsin" diye yuvarlak bir yanıt verip konuşmasına devam etti. Adımlarını çabuk atmaya çalışıyordu, çoğu zaman olduğu gibi dersten geç çıkmıştı. Tahtadaki ödevlerini defterine çekesiye kadar sınıf boşalmıştı. İstese hızlı yazabiliyordu ama o zaman çok yanlış yapıyordu. O nedenle ağır ama düzgün olarak yazmış, aradaki gecikmeyi hızlı yürüyerek kapatmaya çalışıyordu.

      Okul, yeni bir okuldu ama evlerden biraz uzaktaydı. Bu yüzden geç kaldığında şişman olan öğretmeniyle yürüyordu. Hızlı yürümeye alıştığı için bazen öğretmeninden bile hızlı yürüyebiliyordu. İlçenin dışındaki boş arsaları geçtikten sonra iki yanı ağaçlı uzun bir yol kalıyordu geçecekleri. İlk önce öğretmeninin evine varıyorlardı sonra bir iki sokak kendisini bekleyen küçük kardeşiyle buluşuyordu. Bütün bir öğleden sonra abisini özleyen kardeşiyle eve kadar güle oynaya gidiyorlardı. Eve varasıya kadar geçen bir kaç dakikadan sonra kavgaları başlardı.

      Severdi öğretmenini çocuk  “Bu kadar yaşlı olmasa biraz da zayıf olsa tam da annem" demişti bir gün babasına. Baharın ve yazın yeşil yapraklarının altında yürüdüğü dut ağaçları sararmış yapraklarını dökmeye başlamıştı. Karşıda uzun ağaçlı yolun sonunda öğretmeninin evine giden yol ayrımı gözükmüştü. Hoca hanım az önce çocuğun sorduğu soruyla ilgisi olmayan bir şey sordu öğrencisine.

      “Mehmet annen bu yaz tarhana yaptı mı?" Küçük öğrencisinin gözleri parıldadı.

      “Yaptık öğretmenim" öğretmeninin devamını sormasına gerek yoktu. “Hem de çok fazla yaptı. Size de getirebilirim." Öğretmeniyle birlikte yürüdükleri yolun sonuna gelmişlerdi. Kadın evine giden sokağın köşesinde durdu.

      “İyi akşamlar Mehmet" dedi "Sağda solda oyalanmadan doğru eve." Her zaman yaptığı uyarılardan birini yapıp ayrılacaktı ki az önce konuştukları aklına geldi. ”Annene eğer fazla varsa tarhanasından satın almak istediğimi söyle" diye ekledi. Satın almak fiilini özellikle vurgulamıştı. Çünkü Mehmet in ailesi okulun en yoksul ve en kalabalık ailelerinden birisiydi.    

Okulunu çok seviyordu ve hiç ayrılmak istemiyordu Mehmet. Nasıl sevmesin ki, ev de bütün işler okuldan gelecek Mehmet’i bekliyordu. Bakkaldan ekmek alınacak, anneye yardım edilecek, abilerin verdiği işler noksansız yapılacaktı. O'na iş buyurmayan sadece kardeşi vardı. Belki de küçük kardeşini o yüzden çok seviyordu. Kardeşi aklına gelince yüzüne tatlı bir gülümseme yayıldı. Şimdi yürüdüğü sokağın üst başında her zaman oturduğu o büyük evin bahçesinin duvarında bekliyor olmalıydı kendisini.

      Minicik adımlar büyük eve yaklaştıkça içine o küçücük yüreğiyle tanımlaması güç bir hüzün çökmüştü. Büyük eve iyice yaklaşmıştı ve kardeşi Halime’yi hala göremiyordu. Evin bahçesinden ait olduğu kaldırımı dallarıyla kaplayan kocaman ağacın gölgesinde oturması gereken kardeşi yoktu. Adımlarını biraz ağırlaştırdı. Hem yürüyor hem de sağı solu araştırıyordu. Nafileydi bakınmaları. Sokakta kimsecikler yoktu kendinden başka.  "acaba annem mi izin vermedi" diye aklından geçirdi. Bir an kardeşinin olması gerektiği köşede durdu. İşte o zaman karşıdan yürüdüğü sokağın ilerisinden dönmekte olan büyük siyah arabayı gördü.

      Sokak ileride iki yüz metre sonra bitiyordu. Şimdi minik öğrencinin olduğu yerde düz olan sokak ileride gittikçe artan bir eğimle tepeye doğru çıkıyordu. Son evle birlikte yol bitiyor zeytinlikler başlıyordu. Zeytinliklerin ardında ise İlçeye adını veren Selçuklu kalesi vardı. İşte küçük çocuğun gördüğü siyah araba çıkmaz sokağın sonundaki zeytinliklerden dönmüş hızını arttırarak geliyordu.

     Kardeşini göremeyen çocuk ilgisini bir an o civarda pek görmediği siyah arabaya yöneltti. Buralarda yaz boyu oynamıştı üstelik kendi mahallesi sayılırdı. Ve hiç böyle siyah böyle kocaman bir araba gördüğünü anımsamıyordu. Köşeye tam köşeye dikildi. Siyah araba yaklaştıkça kalbi daha hızlı atıyordu sanki. Köşe başına yaklaştığına aldırmadan hızlanıyordu araba. Boyası gibi ön camı da simsiyahtı ve sanki içinde arabayı kullanan kimse yoktu.

      Mehmet bir an korktu, kardeşi için korktu, kendisi için korktu. Kendini arabadan uzağa kardeşinin her zaman oturduğu duvarın arkasına zor attı. Karanlık araba solun yanına yaklaştı neredeyse kaldırıma çıkmak üzereydi, sanki siyah araba onu ezmek için üzerine doğru geliyormuş gibiydi. Kendini duvar dibine atmasıyla yıldırım gibi geçti araba yanından.

      Mehmet bir an arabanın arka koltuğunda küçük bir kız çocuğu gördüğünü sandı. Avazı çıktığı kadar bağıran ama kalın siyah camların arkasında sesini duyuramayan kardeşini gördüğünü sandı. Bir de arabanın motor gürültüsünde kaybolan bir çığlık duymuştu. Ya da duyduğunu sanmıştı.

      “Mehmet abi!!" İçindeki korku büyüyordu. Bir siyah araba yaşlı nenesinin anlattığı masallardaki büyük siyah "Alıcı Kuşlar"gibi kardeşini alıp götürmüştü.

      Araba uzaklaşınca sokağın karşı köşesinde ayak sesleri duydu, biri koşuyordu. Kim olduğunu göremediği biri koşarak uzaklaşıyordu. Bir an çok kısa bir an ne yapacağını şaşırdı. O minicik kafası fıldır çalışıyordu. Arabanın arkasından gidemezdi. "Simsiyah araba çoktan İzmir yoluna çıkmıştır" diye düşündü. Koşarak kaçan kişiyi de yakalayamazdı." O da kim bilir nerelere varmıştır" vazgeçti. Mantığı ve içindeki korku koşacağı bir tek gösteriyordu kendisine. Yolların tozuna toprağına aldırmadan evlerine doğru koşmaya başladı.


      Fethi istasyona vardığında soluk soluğaydı. Menderes hala uyuklayan arkadaşının yanında oturuyordu. Fethinin uzaktan deli gibi koşarak geldiğini görünce Necmi’yi dürterek uyandırdı. Fethi bankta oturan arkadaşlarının kollarına yapışarak çekiştirmeye başladı.

      “Gidelim" diyordu da başka bir şey demiyordu. Mecburen İzmir asfaltına çıktılar. Bir kaç dakika sonrasında ise bir otobüsün arka beşli koltuğunda ilçelerine doğru yol alıyorlardı. Ne kadar ısrar ettilerse de Fethi arkadaşlarına, canciğerlerine olan biteni anlatmadı. Öyle ya “Bir siyah araba geldi gözlerimin önünde küçük esmer bir kız çocuğunu kaçırdı" diyemezdi. Sadece "Şahane bir gacının peşine takıldım durumu çakozlayan babası ve abileri de benim peşime takıldılar" demekle yetindi. Arkadaşlarının gülüşmelerinden verdiği yanıtın hoşlarına gittiğini anlamıştı.

      Mehmet eve geldiğinde nefes nefeseydi. Kapıyı açan annesine “Halime" diyebilmişti yalnızca. Annesinin üzüleceği aklına gelince evde kocaman bir tur atmıştı annesinin şaşkın bakışları altında. Kimseleri göremeyince  "Abilerim gelmedi mi? daha" deyip evden fırlayıp çıkmıştı. Annesinin arkasından bağırmasına aldırış etmeden az önce çıktığı tozlu yokuşu inmeye başlamıştı bile.

      Gece boyunca belki beşinci kere gitmişlerdi karakola belkide altıncı. Her seferinde aldıkları yanıt aynıydı. "Henüz bir haber yok. Araştırıyoruz." Evleri ölü evine dönmüştü sanki. Odadaki tek divanda geçmiş olsun demeye gelenler oturmuşlardı. Anaları ise bir köşede başına sıkma bağlamış oturuyordu. Artık sesli ağlamıyordu. Sanki gizli bir dinin ayinini yapar gibi sallanıyor ve hıçkırıyordu. İçeriye evin en büyük oğlu girdiğinde şöyle bir başını kaldırdı. Kapı sesi ile gözlerinde başlayan parıltı oğlunu yalnız görünce hemen söndü. Soru sormasına ya da oğlundan bir açıklama beklemesine gerek yoktu. Oturduğu yerde sessizce ağlamaya devam etti.

      En büyük ağabey kapının yanı başında oturan bir küçük kardeşinin yanına çöktü. Akşam inşaattan yemek vaktine kadar geçecek sürede arkadaşları ile mahalle kahvesinde oyun oynarken kardeşi yanına gelip durumu anlatmıştı. O andan beridir belki yirminci defa sormuştu.

      “Arabada olan Halime miymiş?" Yirminci defada aynı yanıtı almıştı; "Halime’ymiş" diye. Köşede divanın kenarında uyuya kalan Mehmet i gösterdi.
      “Mehmet görmüş abi." Büyük abi kalktı Uyandırmak için küçük Mehmet’in yanına varınca odanın öbür tarafında oturan baba seslendi.

      “Çocuğun bir kabahati yok. Elleşmeyin." Otorite kesindi ve çiğnenemezdi, ağabey babaya bir şey diyemedi. Kardeşine, kalk gidelim bir kere daha arayalım sokakları" dedi. Onları duyunca daha küçük olanda yerinden doğruldu. Hiç umutları olmadığı halde dışarı çıktılar. Selçuklu’nun sokaklarını tekrar arayacaklardı, belki Halime’nin siyah büyük arabayla ilgisi yoktur diye. Belki bir köşede uyuyup kalmıştır da geceleyin ağlayarak uyanır, yanında kimseyi göremeyince  korkar diye.

      Gözü yaşlı anne dışarı çıkan evlatlarının arkasından bir şey demeye niyetlendi önce. Sonra vazgeçti. Nasıl diyebilirdi ki "evladım üşümüştür, yanınıza ceketini alın" diye. Beş erkek çocuktan sonra bulduğu kızını "Halime" sini kaybetmek istemiyordu. Kızının yaşadığına inanıyordu, yaşadığına ve şu an serin belki de soğuk bir yerde üşüdüğüne. Gözü duvardaki resmine ilişti. Geçen kurban bayramında Resul ağabeyi -dayısı- çekmişti. Yerinden kalktı, divanın altındaki karton kutuyu çekti. Dibinden fotoğraftaki puanlı elbiseyi çıkardı. Odadaki tüm üzgün bakışların altında elbiseye sarılıp ağlamaya başladı. Az önce oğullarına bağıran baba sert ama teselli veren bir sesle
      “Yeter kadın bırak ağlamayı" dedi. "Bulacaklar kızını" gözlerindeki minicik damlayı elinin tersiyle sildi.

      Sabah verilen çay molasının saatiydi. Normal zamanlarda özel bir çay molası olmazdı. Ama işletmenin Çırçır atölyesi çalışmaya başlayınca çalışma düzeninin bozulmaması için gün de iki kere çay molası verilmeye başlamıştı. Çalışanlar atölyenin tümden durmaması için iki gurup halinde çay içmeye gelirlerdi. Tabii bu kural daha çok çırçır atölyesinde çalışanlar için konulmuş bir kuraldı ve yönetim bölümünü pek bağlamazdı.

      Bekçi, Odacı, Ustabaşı kendini gerek yaşları gerekse işleri gereği kendilerini yönetim ile Çırçır atölyesinde çalışanlar arasında görürlerdi. Ama yönetime daha yakın olarak tabii. Hatta ustabaşı Ali Gedikli daha ileri gidip "Bizler bu fabrikanın direkleriyiz" bile derdi. Aslında pek haksızda sayılmazdı. Çalışanlar, teknisyenler, eksperler değişebiliyordu ama Bekçi, Odacı ve ustabaşı kolay değişmiyordu. İşletmenin hamaliyesi de pamuk sezonu başında ihaleye açılırdı. Yıllardır da bu ihaleyi Muammer Alkaşlı alırdı. O yüzden Hamalbaşı da kendini fabrikanın direklerinden sayar olmuştu.
      Bekçi Cavit kapıyı birilerine emanet etmiş "Şurada bir iki laf çevirmek istemişti. Muammer de aynı masadaydı. Yılmaz, taze çayın işaretini verince çay salonuna gelmişti. Masada oturan Rıza babanın da şu an işi yok olmalıydı ki diğerlerinle rahatlıkla çay içebiliyordu. Eğer yapılacak bir işi varsa o işletmede hiç kimse ona çay içiremezdi. Yan masada oturan Şoför Hüseyin gurubun toplandığını görünce sandalyesini almış onlara katılmıştı. Bedford’u yüklenince nasıl olsa brandayı örtmesi için çağırırlardı. Masaya oturur oturmaz Bekçinin elindeki gazeteyi gördü.

      “Hele bir ver okuyalım" deyince Bekçi istemeden de olsa elindeki gazeteyi uzatmıştı. Uzatırken, Henüz okumadım demeyi unutmamıştı. Haklıydı, gece herkes gittikten sonra canının sıkıntısını giderecek bir şeydi gazete. Zaten Bekçi Cavit’in aldığı gazetelerin dışında İşletmeye -özellikle sezon da gazete girmesine izin verilmezdi.

      “Beyler dinleyin" Hüseyin Soylucan'ın sesi konuşmalarını böldü masadakilerin. Bir an dikkatler Şoföre ve onun elindeki gazeteye yöneldi." İzmir in Selçuklu ilçesinde altı yaşında bir kız çocuğu kayboldu." Bir anlık duraklamasını fırsat bilen
      “Hüseyin sende hep bu tür haberleri bulursun" diyen Muammerin sesini diğerlerinin "şşşşşş"leri bastırdı. Şoför Hüseyin istediği ilgiyi yakalamıştı.
      “Selçuklu da oturan inşaat ustasının en küçük kızından üç gündür haber alınamıyor. Gazetemiz muhabir...." Üçüncü sayfanın neredeyse yarısını kaplayan haberi sonuna kadar okudu. Sonra gazeteyi bir iki defa katlayıp büyük renkli resmin iyice görünmesini sağladı.

      Kerata pekte sevimliymiş, dedi Rıza Aslan gazetedeki resmi göstererek. Resimde gerçekten gözleri yaşlı annenin kucağında kızının çerçeveli resmi vardı. Diğerlerinin dudak bükmesine üzüldü Rıza baba. Kız çocuğu gerçekten sevimliydi. Eşiyle birlikte bir kızlarının olmasını ne kadar çok istediklerini arkadaşları bilemezdi. Severek anlaşarak evlenmişlerdi, mutlu bir evlilikleri vardı. Ama çok sevdiği karısının çok istediği kız evlat içlerinde bir uhde olmuştu.

      Bekçi Cavit kendince bir mantık örgüsü kurdu. “Baksanıza herif inşaat işçisiymiş." Genellikle o konuşurken duyulan gülüşmelerin olmadığını anlayınca sesli düşünür gibi devam etti. "İnşaat işçileri genellikle nereli olurlar. Güneydoğulu, Güneydoğu insanın da ise ne vardır; Kan davası. Tamam olay çözüldü arkadaşlar, adamın kanlıları gelip kızını kaçırmıştır." Diğerleri bastı kahkahayı. Gülmeyen sadece elindeki gazeteyi düzeltmeye çalışan Şoför Hüseyin’di. Arkadaşlarına kızdığı gözlerinden anlaşılıyordu.

      “Kan davası bir töredir. Yerine gelmelidir ama kan davası bir erkek işidir" dedi. Hüseyin Soylucan Muş’luydu. Askerliğini İlçe Jandarma Komutanlığında yaptıktan sonra memleketine dönmemişti. Dağ köylerinden birinden bir kız almış İlçeli olmuştu. Yine de aslını adetlerini unutmamıştı.

      “Kadınlar ve kızlar kan davasına karıştırılmazlar. Hele altı yaşındaki kız çocukları bu işlere hiç mi hiç karıştırılmazlar" deyip elini cebine attı, kızgınlığı gözlerinden okunuyordu. Yerinden doğrulduğunda elinde içmiş olduğu çayların parası vardı. Onun ayağa kalktığını gören Yılmaz paravanın olduğu yerden yetişti.

      “Bunlar İşletmenin çayları enişte" dedi. Masadakiler Hüseyin’in niçin kızdığını anlayamamışlardı. Gereksiz duygusal tepki vermişti. Peşinden gitmeye niyetlenen Bekçiyi Ali usta durdurdu. "Acele etme Cavit, Hüseyin’in canı başka şeylere sıkkın olmalı" deyip durdurdu.

      Gece yarısı olmuş el ayak çoktan çekilmişti. İki odalı bir evde bu kadar insan kalırsa olacağı bu olurdu. Salondaki çekyatı açmış çarşafını seriyordu Fethi. Diğerleri çoktan yattıkları için salondaki ışığı kendisinin kapatması gerekiyordu. Önce televizyonun açık kalması için uğraşmıştı. İçeriden itirazlar yükselince kapatmak zorunda kalmıştı. Üç gecedir bu böyleydi. Üç gecedir Fethi uyumaya çalışıyor ama bir türlü uyuyamıyordu.

      Üç gece önce başını yastığa koyar koymaz uyumuştu. Bütün bir gün Selçuklu da dolaşan beden uykuyu hemen kabul etmişti. Ama uykusunun en tatlı yerinde gördüğü kabus ile uyanmıştı. O gece ve o geceden sonraki her gece.

      Her tamirci çırağının görmeyi isteyebileceği bir rüya gibi başlamıştı rüyası. Geniş bir Amerikan arabası -atölyelerinin duvarlarını süsleyenler gibi- görmüştü. Üzerinde tek bir çizik dahi olmayan metalik siyah boyanmıştı ve yeni nikelajdan çıkmış gibi parıldayan tamponları vardı. Uzun ve geniş simsiyah bir arabaydı, camları o kadar siyahtı ki içinde arabayı kullanan kişi bile görünmüyordu. Araba hızla gelmiş aniden ayaklarının dibinde durmuştu, ne bir fren sesi, ne bir fren izi vardı. Yavaşça açılmıştı kapısı hayalet arabanın. Siyah takım elbise giymiş siyah gözlükler takan biri çıkmıştı içinden, nikah töreninden çıkmış gelmiş bir damat gibiydi.

      Sonra Genç delikanlının bakışları arabadan inen adamın ayaklarına doğru kayıyordu. Ayaklarında ayakkabı yoktu artist gibi giyinen adamın. Üstelik ayaklarının biri sarı metalden yapılmıştı, diğeri ise tezekten. Bir an kısacık bir an bulunduğu duvar dibinden siyah arabadan inen adamla göz göze geliyordu. Daha doğrusu kara gözlüklerin ardındaki gözleri hissediyordu. Topallayarak ve metal borudan ayağını yere vurarak yürüyordu siyahlı adam. Topallıyordu ama hızlı yürüyordu siyahlı gözlüklü ve siyah takım elbiseli adam.

      Yolun hemen karşısında gözlerinin önünde sevimli bir çocuk kucaklanıp arabaya bindiriliyordu. Çocuğun korkan gözleriyle o minicik gözlerle göz göze geliyordu. Çocuğun yardım isteyen ve yalvaran bakışları içini delip geçiyordu. Siyahlı adamsa tiz bir kahkaha atıyordu duvarın dibinde korkuyla bekleyen genci görünce. Uzun köpek dişlerini ve kanlar içindeki ağzını göstererek gülüyordu. Kanlı dil kan içindeki ağızda dolanarak bir kelimeyi söylemişti yalnızca, şimdi, anımsamadığı tek bir kelime.

      Donmuş gibi yerinden kıpırdayamıyordu. Sonra o siyah araba ileriden dönüp tekrar önünden geçiyordu. Arabanın arkasından ise bir çığlık duyuluyordu. Önce bir çocuk çığlığı sanmıştı, sonra bir hayvan çığlığına benzetmişti duyduğu sesi. Tanıdığı hayvanların hiç birine benzemeyen bir çığlıktı bu. Ardından çığlık, bir erkek çocuğu sesine dönüşüyordu. Fethi, hemen her gece aynı rüyayı görüyor ve kan ter içinde kulaklarında çığlıklarla uyanıyordu.
"İnsanlığın en büyük trajedilerinden biri ahlakın din tarafından ele geçirilmesidir." Sir Arthur Charles Clark

Çevrimdışı Gunslingers

  • **
  • 83
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Anchilea - Kutsal Kalkan
« Yanıtla #8 : 21 Ekim 2015, 13:46:43 »
Azizhayri, eline diline sağlık...
Güzel bir kurgu olmuş, sürükleyici bir hikaye.
KA bir tekerlektir, daima döner...

Çevrimdışı azizhayri

  • ***
  • 581
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: Anchilea - Kutsal Kalkan
« Yanıtla #9 : 27 Ekim 2015, 12:17:02 »
B Ö L Ü M    Y E D İ


      Yüksel Pekcan hayatından memnun bir şekilde gülümsüyordu, ne de olsa kendini İşletmeye kabul ettirebilmişti. Etrafındakiler kendinden çekiniyor ve saygı gösteriyorlardı. İlk zamanlar yapmış olduğu gereksiz çıkışlara, şimdileri kendi bile pişman olmuştu. Kırıcı olduğunu düşünmüştü ama o çıkışları olmasaydı Yüksel Pekcan’ı çok güzel biri olmaktan öte görmeyeceklerdi. Bu sayede bilgi ve yetenekleriyle ön plana çıkmıştı. Zaten yaptığı ve yapması gereken işlerinin de öyle zor bir yanı yoktu.

      Gelmesiyle yerinden ettiğini düşündüğü Besim Kalden’de durumu kabullenmiş gibiydi. Etrafında dolaşıyor, yardımcı olmaya çalışıyordu. Besim Beyin namını ilk geldiği günlerde duymuştu, yalnızca adresi belli olsun diye çalışanlardandı. İşlerin yürüyüp yürümediği onu pek ilgilendirmiyordu. Bir gün birileri istatistik yapılabilseydi sonuçta Besim Kalden’in işe gitmediği günler işe gittiği günlerden fazla çıkardı. Yüksel Hanım işe başladıktan sonraysa durum tersine dönmüş gibiydi.
   İlk geldiği günlerde Besim Bey ile ilgili duyduklarının yanlış yada yanlı olduğunu düşünmeye başlamıştı. Öyle devamsızlık, işten kaytarma yapmıyor, her gün İşletmeye düzenli geliyordu. Aynı odayı paylaşıyorlar birlikte çalışıyorlardı, hatta Besim daha fazlasını yapıyor kızın etrafında pervane oluyordu. İlk zamanlar olağan karşılasa da sonradan adamın belli belirsiz kur yapmaya başladığını bile düşünür olmuştu. Hoşuna gidiyordu. Besim Bey, ilk duyduklarının aksine saygılı, iyi giyinen, sevimli sayılabilecek biriydi. Kendisine bakmasını biliyordu. Boyu posu da yerindeydi, eli ayağı da düzgündü, iyi konuşuyor ve görgü kuralların biliyordu. Sonuçta fabrikanın muhasebecisi, evlenmeyi düşünen pek çok kızın evlenmek isteyebileceği tipte biriydi.
     Yalnız Besim değildi yeni gelen muhasebecinin çevresinde dönen. Bekar, evli yada dul, İşletmedeki neredeyse tüm personel bu listeye dahil edilebilirdi. Doğal olarak İşletmedeki tüm erkekleri aynı kategoriye sokmak hata olurdu. Saf iyilikle ve de yardım duygusuyla yaklaşanlarda vardı. Sonuçta güzel muhasebeci işbaşı yaptığı günden bu yana İşletmenin göz bebeği olmuştu.
      Yüksel, önceleri ilçe Öğretmen evinde kalmıştı. Pahalı olması bir yana rahat da sayılmazdı. İşletmede yaşadıklarının benzerini öğretmen evinde yaşıyordu. Besimin uyarısından sonra kıyafetlerini değiştirmişti. Kendine yeni giysiler almış, ilk günlerde giydiği mini etekleri, askılı bluzları giymez olmuştu. Hanım hanımcık elbiseler giyiyordu artık. Harita üzerinde ülkenin batısında olsa da tutucu bir Anadolu ilçesinde görev yaptığının bilincine varmıştı. Bütün bu özenine rağmen yine de öğretmen evinde ilgiden ve çevresindeki erkeklerden rahatsızlık duyuyordu. Bir pazar günü oda görevlisinin söylediği söz durumu gayet iyi açıklıyordu.
      “Siz kalmaya başladığınızdan beri öğretmen evinin devamlıları çoğaldı" demişti oda görevlisi yaşlı kadın. İşletme müdürü Birol Beyin hanımı onu bu sıkıntıdan kurtarmıştı. Bir küçük daire bulmuştu kendisine. Sahipleri işleri gereği İzmir'e göçmüşler evlerini olduğu gibi bırakmışlardı. Semiha hanımın arkadaşı olan ev sahibesi, onun ricası üzerine genç muhasebecinin evlerini kiralamasına lütfen- izin vermişlerdi. Bulunma tarzı pek hoşuna gitmese de rahata kavuşacağını düşündüğü için kabul etmişti evi kiralamayı. Kira bedeli yüksekti ama ev dayalı döşeliydi, masrafı biraz artmış olsa da artık başı dinçti Yüksel Pekcan’ın     
   Bu sabahta diğer günler gibi erkenden gelmişti. Genellikle diğer çalışanlar gelmeden gelir masasının başına geçer, o gün yapılacak işlerin bir listesini yapardı. Kazandığı saygıda sergilediği iş disiplininin etkisi büyüktü. Ne kadar erken gelirse gelsin Rıza baba -oda Besim ve diğerleri gibi Rıza Aslan'a "Rıza Baba" demeyi öğrenmişti- odasını temizlemiş masasının tozunu almış olurdu. Bu sabahta işe vaktinde gelmiş yatırılması gereken aylık sigorta pirim bildirgelerini hazırlıyordu.
      Kapıda bekçi Cavit Pekal güler yüzle karşılamıştı, ne de olsa muhteşem beşli severdi Yüksel Hanımı. Bekçi, Odacı, Ustabaşı, Hamalbaşı ve Şoför; Bu beş kişiye Eksper Serkan bey Muhteşem beşli adını vermişti. Belki yaşlarının diğerlerinden fazla olması, belki de İşletmede çalışan en kıdemli elemanlar olmalarından dolayı birbirleriyle çok iyi anlaşıyorlardı. Oturduğu yerde muhteşem beşliyi gözlerinin önüne getirmeye çalıştı Yüksel Hanım. Hepsi sempatik ve iyi insanlardı, hepsi işlerinin erbabıydılar. Ne zaman görseler hatırını sorarlar, bir ihtiyacı olup olmadığını öğrenmeye çalışırlardı. O yüzden Yüksel Pekcan diğerlerinden ayrı tutardı bu beş kişiyi.

       Doldurulması gereken sigorta bildirgeleri bir kenara bırakmış bunları düşünüyordu. Bir ayı geçmişti işe başlayalı, bir ay dile kolay. İşletmede işe ilk geldiği günlerdeki durgunluk yerini hummalı bir çalışmaya bırakmıştı. Ovada toplanmaya başlanılan pamuklar geliyordu fabrikaya, dev bir makineyi andıran fabrikanın çarkları dönmeye başlamıştı.
      Mayıs başında tohumlar tavlı topraklardaki yerlerini alırladı. Bir yaz boyu, kavurucu sıcağın etkisiyle büyüyen, olgunlaşan pamuklar eylül ayının ortalarına doğru tarlalar da toplanmaya başlıyordu. Eskiden olsa ilçenin ve civar köylerin kızları kadınları giderdi pamukları ellemeye. Gün boyu elle toplanan pamuklar içine rahatlıkla bir insanın girebileceği balyalara doldurulurdu. Dayı başının emrinde çalışan ve kadınların, kızların çoğunluğunu oluşturduğu gruplardaki erkekler, toplanan pamukları balyalara basıp hazırlarlardı. Balyalar ise ya geceden yada o gecenin sabahında erkenden çırçır fabrikalarına getirilirdi. Şimdileri kocaman pamuk toplama makinaları çıkmış insan gücü neredeyse sıfıra inmişti. Sonuçta Birlik Fabrikası da dahil olmak üzere irili ufaklı sayısız çırçır fabrikalarındaki çırçır tezgahlarının merdaneleri dönmeye başlamıştı.
   Römorklarla gelen "kütlü" pamuklar bu çırçır tezgahlarında işlenerek pamuk liflerinin içindeki çekirdekler ayrılıyordu. Yarı otomatik bir düzende, vakum sistemiyle depolardan çekilen beyaz yığınlar çekirdekleri bir yana, lifleri bir yana ayrılıyordu. Sonra ayrılmış olan çekirdekler yağ fabrikalarına satılmak üzere ayrı depolanıyordu. Çekirdeklerinden temizlenmiş pamuk lifleri ise fabrikanın diğer bir bölümüne "Prese” bölümüne yürüyen bantlarla gönderiliyordu. Prese bölümünde ağır hidrolik preslerle basılıp belli standart ağırlıklarda çelik şeritlerle bağlanıyordu. Böylece tarladan gelen kütlü çekirdekli pamuğun çırçır fabrikasındaki macerası Hüseyin Soylu’nun veya başka bir Şoför arkadaşın kamyonunun kasasında son buluyordu.
      Yüksel hanımın görevi ise bütün bu işlemlerin ve çalışanların hesabını kaydetmekti. İşbaşı yaptığı ilk günlerde çiftçiye pamukları toplayabileceği ekipman dağıtılmıştı. Sayıyla ve ödünç kabul edilerek, her çiftçiye ektiği dekar hesabına göre imza karşılığı verilmişti. Geri gelmeyenler çiftçinin hesabından düşülüyordu. O günler çiftçinin paraya ihtiyacı olduğu günlerdi ve isteyen gereksinimi olan çiftçilere avans dağıtılıyordu. Mayıs ayında ekimine başlanan pamuklar için sürekli masraf yapılıyordu, Tohum, ilaç, gübre, mazot parası, çapa gündeliği. Çiftçi kenarda tuttuğu parasını pamuğun her aşamasında kullanmak zorundaydı. Bir an geliyordu elde avuçta bir şey kalmıyordu. İşte o zaman avanslar gündeme geliyordu. Bunların hesabı da muhasebenin işiydi. Yüksel önceleri, sorumsuzca davrandığı söylenmiş olsa da Besimin bu işleri yürütmesini takdir etmeye başlamıştı, çünkü iş ağırdı ve izlenmesi zordu.
      Muhasebe müdürünün göreve başladığı ilk günlerden biriydi. Muhasebe odasında çalışırken derinden gelen bir uğultu başlamıştı aniden. Merak ve endişeyle, hızla dışarı çıkmış koridorda Rıza babadan öğrenmişti uğultunun nedenini. Çırçır Atölyesi çalışmaya başlamıştı. Altmış çırçır tezgahı birden çalışmaya başlayınca oluşan uğultu metrelerce öteden duyuluyordu. Bir gün Rıza babadan Çırçır Atölyesini gezdirmesini rica etmişti. O zaman işin güçlüğünü en azından bedensel olarak anlamıştı.
        Atölyeye ilk girdiğinde eli kulaklarına gitmişti ister istemez. Ali ustanın yaz boyu elden geçirdiği altmış makine, dev bir değirmenin dişleri gibi geniş borulardan gelen pamukları merdaneleri arasında öğütüyordu. Her zaman neşeli ve konuşkan olan Ali usta işinin başında bambaşka biriymiş gibi tezgahtan tezgaha koşturup duruyordu. Çünkü hassas ayar gerektiren merdaneler biraz sıkıştırılırsa çekirdekleri kırıyordu. Eğer boşluklu bırakılırsa çekirdekler liflerden ayrılmıyor, depoya giden çekirdeklerin üzerleri pamuk lifleriyle dolu oluyordu. Büyük ustanın yardımcısı durumunda ki adaşı ise Ali Gediklinin ardında elinde yağdanlık dolaşıp duruyordu. O sabah atölyeden kendini dışarı zor atmıştı Yüksel Pekcan. Olayın özünü, bir başka gün Eksper Serkan Bey kantar odasındaki çırçır tezgahının küçük bir örneğinde anlatmıştı.
      Sigortalı pirim bildirgelerini doldurmak zor bir iş değildi. Bir önceki aya göre yapılabilirdi ama zor olan yeni işe girişleri ayarlamaktı. İşin daha da zor yanı araya giren günlük acil işlere rağmen bunları aksatmadan yapmaktı. Bir yanda uzun kuyruklar oluşturan balya yüklü pamuk römorkları bir yanda mağlıç prese ve çekirdek hesapları. Kesilecek çekler yazılacak irsaliyeler, faturalar. Üstelik Besim Kalden hala ortalıklarda yoktu. Bu tür işlerin elemanı olamayacak kadar güzel bayan tekrar önündeki bildirgelere eğildi Bu gün sigorta işlerinin mutlaka bitmesi gerekiyordu. Çünkü ay çıkmadan yatırılmalıydılar. Kapı hafifçe tıkırdadı, aralanınca Yılmaz el tepsisindeki bir bardak çayla içeri girdi. İçerisini taze çay kokusu doldurdu. 
   “Gel bakalım Yılmaz." Yılmaz askerden geleli bir kaç ay olmasına rağmen alışkanlıklarını bırakamamış biriydi, içeri girdiğinde masanın tam karşısında hazırolda durdu. Belli ki üzerinden hala atamadığı asker disipliniyle amirinin -belki de komutanının- emirlerini bekliyordu. Genç hanım masasının çekmecesinden beyaz ambalaj kağıdına sarılmış bir yuvarlak paket çıkardı. Masa üzerindeki evrakı bir yana iterken Yılmaza da tepsideki çayı bırakmasını işaret ediyordu. Kağıttan çıkan simidin bir çeyreğini koparıp önünde hala hazır olda bekleyen gence uzattı. Yılmaz zorlamalı sayılabilecek kibarlıktaki teşekkür ederimle reddetti. Sesindeki titreşimler aslında karnının doymadığını simidi istediğini söylüyordu. Genç muhasebecinin ikinci, üçüncü ısrarı ile kabul etti.
      Taze çay ile çıtır simidin çok iyi bir ikili olduğunu burada öğrenmişti, insanların kendisine hayranlıkla bakmalarına neden olan beden ölçülerini muhafaza etmesini gerektiğini de. Bu yüzden Semiha hanımın dediğini uyguluyordu; ağzında çok çiğneyip öyle yutmak. Dışarıda, Bekçinin köpeğini çağıran sesi duyuluyordu  “Linda ! Linda! " Önceden yani çevreyi ve çalışanları bu kadar tanımadan önce bu sesi duysaydı belki İşletmede çalışan başka yabancılar var gibisinden düşünebilirdi ama o defa çağrılan Lindanın kim olduğunu biliyordu.
      Bir akşamüzeri tanımıştı Lindayla. Mesai bitiminde öğretmen evine giderken önüne çıkmıştı tüm uyanıklılığı ve heybetiyle. Sonraları ne zaman görse kapı dibinde uyukluyordu köpek ama o gün akşam saatlerinde, ilk gördüğünde ayakta, bekçinin yanı başındaydı. Hayvanda olsa görev anlayışı vardı, ne zaman uyunması ve ne zaman uyanık olması gerektiğini biliyordu. Çok sevildiği sahibi tarafından sanki bir insandan söz eder gibi tanıştırılmıştı. Linda, boz renkli, kangal kırması iri yapılı bir bekçi köpeğiydi. Onlar konuşurlarken sürekli yanlarında kalmış konuşmalarını anlarmış gibi kuyruğunu sallamıştı.
      “Bir işe yarıyor mu bari" deyince ilk tepki köpeğin havlaması olmuştu. Bekçi Cavit de doğal bir alınganlıkla köpeğini savunmuştu. “Biz ikimiz şu kapıdan kuş uçurtmayız" demişti. "Öyle gündüzleri miskince sağda solda uyukladığına bakmayın. Siz bizi birde gece görün" diye eklemişti kendine de pay çıkararak. "Yeryüzünde kaç insan varsa bir o kadar da ilginç öykü vardır" demiş düşünürlerden biri. Bekçi Cavit Pekal’ında bir öyküsü vardı. Bir gün muhasebe odasında Yüksel hanımın ısrarıyla çay içerlerken Rıza baba anlatmıştı Bekçinin öyküsünü Rıza Aslan doğma büyüme o İlçeden olduğu için İlçedeki hemen herkesi tanıyordu.
      “İyi çocuktur bizim Cavit" diye söze başlamıştı, sevdiğini belli eden bir tonda. Anlatmaya devam etti "Babaları ölünce kardeşlerine hem abilik hem de babalık yapmıştı. Yaşları peş peşe gelen dört kız kardeşi vardı. Bir çoban olan babaları geride hiç bir şey bırakmayınca iş bizim Cavite düştü, namuslarına bir halel getirmeden büyüttü bacılarını, kısmetleri çıkınca da evlendirdi. Her boyaya girip çıktı, çobanlık, ırgatlık, hamallık, şoförlük, kahyalık. Çalışkan olduğu, namuslu olduğu için gittiği her yerde rahatlıkla iş bulmuş çalışmıştı. En son kahyalığını yaptığı Süleyman ağa Cavit in ehliyet almasına aracı olmuş."
      Rıza baba bir an durdu. Konuşmasının beklediği ilgiyi yakalayıp yakalamadığını anlayabilmek için genç kızdan gelecek tepkiyi bekliyordu. Bir kaç saniye sonra Yüksel hanımın söylediği "Sonra..." kelimesi beklediği olumlu anahtardı. Anlatmaya devam etti.
      “Ehliyet deyip geçmeyin. Bizim Cavit ufaklığından beri motor, araba tepesindeydi ama ehliyeti yoktu. Ehliyet için gereken ilkokul diploması da yoktu. Sonrada İlçede açılacağı söylenilen fabrikanın kadrosuna aldırmış. Cavit en küçük kardeşini de evlendirdikten sonra sıranın Cavit e geldiğini bildiği için Süleyman ağası dağ köylerinden birini bulup kahyasını da evlendirmişti. Önceleri evlenmemekte direnen Cavit i girmeyi çok istediği Birlik fabrikasına bekar işçi almıyorlar tehdidiyle zorlamıştı, yine yanında çalıştığı Süleyman ağanın zoruyla tabii."
      Rıza Aslan arkadaşını anlatırken sözlerinde gizli bir hayranlık vardı. "Yönetim binasının üzerindeki lojmanda oturuyorlardı. Geç evlendiği için olacak hiç çocukları olmadı." Rıza beyin anlattıklarında buraya kadar bir şey yoktu. Genç kız kendisini pekte ilgilendirmeyen bir hikaye dinliyordu ama duydukları sayesinde İşletmede çalışanları tanımaya başlayacağını anlamıştı. Bir zaman sonra enişteleri Cavit’le geçinememeye başladılar. Yakışıksız dedikodular yaymaya başladılar Cavit hakkında." Yükselin kafası karışmaya başlamıştı. Rıza bey anlatmaya devam etti.
    “Cavit evlenesiye kadar kardeşlerine destek olmuştu. Evlendikten sonra doğal olarak kazandıklarını kendi ailesi için kullanmaya başladı. İşte o zaman "bizim kayınço sapık" lafları sağda solda duyulmaya başladı. İki yıl önce de hanımını kaybetti. Adamın etrafında kuyusunu kazanlar o zamanda "karısı bile adamın sapıklığına dayanamadı" demeğe başladılar.
      Yüksel sırtını dayadığı yerde günler önce yaptıkları konuşmaları düşünürken uzaktan Bekçinin sesi duyuluyordu.   “Linda!  Kızım. Linda!" Kapı birden açıldı. Kapıda sapsarı çarpık dişlerden oluşan bir yüz belirdi.
      “Günaydın" Mustafa Ali Bey tüm sevimliliğini takındığına inandığı bir yüz ifadesiyle karşısındaydı. Genç kız bir an "çok şanslıyım" diye aklından geçirdi. "Ya kapıda dikilip duran bu şişman kişi ziraat teknisyeni değil de muhasebe elemanı olsaydı. Nasılsınız diye yanıtladı "günaydın"ı tüm ciddiyetiyle. Karşıdan bu kere ciddi bir hatır sorma cümlesi gelince resmi bir diyalog yaşandı aralarında. Belli ki Mustafa Ali içeriye davet edilmeyi bekliyordu. Beklediği davet gelmeyince de “Bir isteğiniz, ihtiyacınız var mı yok mu? öğreneyim istedim dedi kapıdaki adam. Aldığı yanıt kısa ve netti.
      “Teşekkür ederim." kafasını masaya eğdi. Kapının kapandığını belirten "tık" sesinden sonra rahatladı. Az sonra Mustafa Alinin sesi koridordan gelmeye başlamıştı. İçeriye kadar duyurabilsin diye yüksek sesle ve kibarca işe gelen arkadaşlarını selamlıyordu. Bardakta kalan ve artık içilemeyecek kadar soğumuş olan son yudumunu da içti. Boş bardağı eline aldı. Dışarı çıkmaya çay ocağına gitmeye karar verdi. İki günlük kısa bir aradan sonra çırçır atölyesi birazdan çalışmaya başlardı.

      Pamukların gelmeye başladığı ilk günlerde tek vardiya çalışıyordu. Kar gibi beyaz ürünlerle dolu traktör ve römork kuyrukları uzamaya başlayınca geçici bir kaç eleman alıp iki vardiyaya çıkarmışlardı çalışma temposunu. Üç hafta gece gündüz demeden çalışmaya devam etmişler depolara biriken pamuk dağlarını eritmişlerdi. Tarladan hassa insan eli yerine makinanın soğuk uzantıları yoluyla kozalarından çıkarılan pamuklar, prese olarak üst üste istiflenmişti.  Hüseyin Soylucan’ı ve onun diğer arkadaşlarını bekliyordu ait olduğu yerlere gitmek için. Cuma gecesi Ali ustanın isteği üzerine verilen "makinelerin istirahatı" molası bitmişti. Kulağının alıştığı uğultu ha başladı ha başlayacaktı.
      Yüksel’de ne kadar kendini disipline etmeye çalışırsa çalışsın çevresine uymaya başlamıştı. SSK bildirgeleri hazırlanmak üzereydi ve o laflayacak birilerini bulmak için geldiği yemekhanede aradığını bulmuştu. Mehmet Bayram ile Serkan Güler birlikte oturuyorlardı. Bir bardak çayda onlarla içti. Önceden alışkanlığı olmadığı halde çayı bile sevmeye başlamıştı. Serkan Bey, sadece bir çay içecek kadar kalabilmişti orada, ne de olsa bekleyenleri vardı. Kantara çıkan römorklardan örnekler alacak, diğerlerinin yanında oyuncak gibi duran çırçır tezgahında çekirdeklerini çıkartıp verimini ölçecekti. Ve kantar ağırlığı ile verimi kantar fişine yazıp muhasebeye gönderecekti. Muhasebe de ağırlığı o günkü borsa kuru üzerinden hesaplayıp fiyat çıkarıp müdüriyete gönderecekti. Çiftçi alacağı parayı beğenirse pamuk depolara indiriliyordu. Beğenmezse, piyasaya, başka işletmelere gidiyordu. İşte bu yüzden Eksper işbaşı yapmak için kantar odasına giderse az sonra muhasebecinin de odasında olması gerekecek demekti.
      Serkan beyin ardından Yüksel de muhasebe odasına dönecekti ki kapıda Besim ile karşılaştı. Hem de ne karşılaşma. Utanmasa ıslık çalabilirdi. Besim Kalden'in üzerinde yepyeni bir takım elbise vardı. Neredeyse etiketleri üzerinden yeni sökülmüş denilebilecek bir takım. Bej ile kahverengi arasın da bir renkte belli belirsiz kareleri olan kumaştan dikilmişti. Açık kahvede diyebilirdiniz koyu bejde kumaşının rengine. Beyaz bir gömlek giymişti ceketin altına, birde ceketin renginden bir açık tonda kravat. Ayağında ise yine kahverengi rugan ayakkabılar vardı. Hafif sivri burunlu yumurta topuklu tek parça sayadan çıkarılmış ayakkabılar. Sanki az önce vitrinde duran manken canlanmışta içeri girmiş gibiydi. Karşısındakileri etkilemiş olmanın mutluluğu sadece dudaklarında değil gözlerinin bebeklerinde de okunuyordu.

      “Sabahın en güzeli sizlerin olsun Leydim." deyip ince bir referansla hanımefendiyi selamladı. Sanki 17.yüzyıldan çıkıp gelmiş Fransız asilzadesiydi Kıyafet ile çevre o kadar tezat oluşturmuştu ki böyle bir farklılığa ancak gülünürdü. Bu yüzden Yüksel gülmemek için kendini zor tutuyordu. Takındığı ciddiyetiyle
      “İki günlük tatil yetmedi galiba beyim" dedi. Besimin elinde beyaz bir gül vardı şimdi. “Eğer yüzümde bir parça parlaklık varsa affınızı rica ederim, bu kıymetli İşletmemizin kıymetli müdürü, ulu insan, Ziraat yüksek mühendisi, saygı değer Birol Tekin beyin atmış olduğu fırça sayesindedir" dedi Az önce kullandığı ağdalı dille devam etti. “Bu vesile ile Zat-ı alileriniz bana fırça atmakta geç kalmış bulunmaktasınız" deyip tekrar referans yaptı.
      Tamam. Tamam affınız kabul edildi. Sanki karşısındaki adam yüzüne daha sevimli gözükmeye başlamıştı. Yine de kendisine uzatılan beyaz gülü eli ile kibarca iterek “Yalnız gülünüzü kabul edemem.” 
      Ama... Ama... Niçin… Oynanan tiyatro devam ediyor gibiydi.
      “Bir astınızın geç kalma gerekçesi olarak size sunduğu bir gülü reddetmenin zavallı gül üzerinde bırakacağı moral etkisini de mi düşünmüyorsunuz" dedi. Besim, Yükselin yüzüne bakmaya çalışıyordu ama Yüksel gözlerini kaçırıyordu
      “Özel bir anlamı olduğu düşünülmesin diye beyaz bir gül getirdim." Etrafındaki kişilere baktı. Yönetim binasında ki neredeyse herkes yemekhaneye gelmiş, sahnelenen oyunu izliyorlardı. Genç kızın tutumun da ve bakış yönünde bir değişiklik olmadığı için biraz kızgın biraz sitem kâr bir sesle sözlerine devam etti
      “Bu, bir gün kapınızda kırmızı gülle olmayacağım anlamına gelmesin sakın." Yürüdü, yemekhaneden çıktı. Besim bir hayli sonra muhasebe bürosuna geldi. Gülünü kabul etmediği için genç kıza bir hayli kızmış olmalıydı. İçeri geldiğinde genç kızın odasında konukları vardı. Yüksel hanım, iki Amerikalı ile birlikte çay içiyorlardı. Besimin odaya girdiğinde ilk dikkatini çeken şey genç amirinin çok iyi bir yabancı dile sahip olmasıydı. Gerek zenciyle gerekse beyaz tenliyle o kadar rahat konuşuyordu ki bilmeyen odadakilerin üçü de yabancı derdi. Yükselin bir iki gönül alma girişimini terslemişti. "Bir iki gün içerisinde gönlünü alırım" diye düşünerek olayın üzerine fazla düşmedi.
      Besim içeri girdikten sonra Yüksel konuşmaya İngilizce devam edecekti ki Pietro araya girdi.
      “Yüksel hanim biz Türkçe konusalım" dedi yarım Türkçeleri ile. Besim oturduğu masadan atıldı.
      “Anlat bakalım Pietro neler yapıyorsunuz." Zenci bir an durdu. Besimin araya girmesine şaşırmış gibiydi. Çünkü iki ayı geçkin bir süredir bu ülkede,bu işletmede olmalarına rağmen kendilerine yakınlık göstermeyen kişilerden biriydi Besim.
      “Geziyorus" dedi. "Sizin memleket şağhane. Her tarafta var tarih, siz bilmiyo kıymet." Besimin yüzüne bir tebessüm yayıldı. Amerikalıların konuşma tarzları hoşuna gitmiş olmalıydı. “Bir araba satın aldı biz. Ucuz. Amerikan big car." Evet Yüksel anımsamıştı olayı...


      Bir akşamüzeriydi, saatlerin henüz geri alınmadığı günlerden biriydi. Uzaktan İlçenin en büyük fabrikası olan dokuma fabrikasının düdüğü duyuluyordu. Günde dört kere çalan düdük ilçede değişmez zaman ölçüsü kabul ediliyordu. Dokuma fabrikasıyla birlikte sanayi ve irili ufaklı pek çok işyeri işbaşı yapıyor veya paydos ediyordu, İlçenin çalar saatiydi bu düdük Amerikalı iki arkadaş düdük sesini duyduklarında ellerindeki işleri olduğu gibi bırakmışlar duşlara koşmuşlardı. On beş dakika sonra ise o yarım Türkçeleriyle "hoştcakalın" diyorlardı. İşte o akşam, fabrikada çalışan yabancılar gittikten sonra odasında oturmakta olan Mustafa Ali ve Müdür beyden bir hayli sitemkâr ve kıskançlık kokan sözler işitmişti. Odada bir bayan olmasaydı okkalı küfür bile ederlerdi.
      “Emekliliğim geliyor neredeyse daha geçen yıl eski kasa bir şahin alabildim" demişti Birol Bey. "Bu gavurlarsa benim ülkemde, benim binemediğim arabayla, benim gezemediğim yerleri geziyor" diye eklemişti. Bu sözler üzerine Mustafa Ali yerinden doğruldu. Odada bir sanki bir itirafta bulunacakmış da cesaret edemiyormuş gibi iki adım attıktan sonra
      “O arabayı onlara ben alıverdim" dedi. Denizli’nin uzak bir kazasında kayınçom bulmuş. Turistlerin ucuz araba aradıklarını duyunca getirtiverdik" bir an durdu. "Kaçırılır mı müdür bey...  Adamlarda para b.k gibi." Odada bayan olduğunu unutmuş gibiydi. “Sahibi 'elimde kaldı gemi gibi araba' diye üzülüyormuş. Yani alan razı satan razı." demiş o güzel!  Dişlerini göstererek gülmüştü.

      “Mis Pekcan...Mis Pekcan" Genç kız bir an irkildi. Düşüncelere kendisini koy vermiş gibiydi. “Yes" kendini toparladı. Besim bey de masasında oturuyordu.  “Buyrun Mr. Smart"
     “Bizim var iki arkadaş. İzmir’de Nato’da. Nasıl dersiniz girl Friend"  Kız arkadaş sözünü duyunca Besim belli etmemeğe çalışarak bir ohh çekti. Diğer arkadaşı devam etti sözlerine “Biz onları çağırdı Tuzadası. Biz istiyoğ sizde gelmek bisle" Mesele anlaşılmıştı. Üstelik Besim Kalden’in sevinci ikiye katlanmıştı. Odaya girdiğinde samimi bir şekil de İngilizce üstelik çok düzgün bir İngilizce ile konuştuğu iki yabancı kız arkadaşlarından bahsetmişti. Ve Tuzadasına davet ederken "siz" demiş Yüksel’le kendisini işaret etmişti.      Yüksel Pekcan da şaşırmıştı. Sadece "teşekkür ederim" diyebilmişti. Biraz daha lafladıktan sonra iki yabancı genç kalktılar. İzin isteyip dışarı işlerine döndüler. Ondan kapıdan çıktıktan bir iki saniye sonra kapı tekrar çalındı. Kıvırcık saçlı zenci yüz kapıda belirdi.
“Geliyoğsunuz değil mi?" deyince genç kızın yüzü allandı.
      “Daha sonra Pietro" diyebildi. Bir anlık sessizlikten sonra “Sonunda işimizle ilgilenebileceğiz" dedi odada kendisine bakmaya çekinen Besime. Bir iki dakika sonra ise ikisi de önlerindeki evraklara gömülmüş günlük işleri bitirmeye çalışıyordu.

      Daha doğrusu dönememişlerdi. Yapılması gereken günlük işler yüzünden haftalık ve aylık periyotlarda yapılması gerekenler ihmal edilmişlerdi. Buna Besimin çocuksu kaprislerini ve olağan kaytarmalarını da eklerseniz Yüksel hanımın çalışması gereken yüksek tempoyu daha iyi kavrayabilirdiniz Ama ilahi adalet bir şekilde tecelli ediyordu. Allah kaytarmayı seven muhasebe yardımcısına karşılık çalışkan bir memur vermişti Yüksel Pekcan'a. İşte geçen hafta yapılması ve yerine ulaştırılması gereken borsa tescilleri masasındaydı. Mehmet Bayram, kendisinin hazırladığı taslakların daktilo edilmiş nüshalarını şefinin masasına bırakmıştı.
      Raporlar incelenmek üzere masasındaydı ve genç muhasebe şefi eline alıp kontrol edecekti ki kapı bir kere daha çalındı.  Sert bir şekilde "Gel!" çıktı ağzından. Kapı açılmadı. İkinci kere söylenen "gel!!" ilkinden de yüksekti. Fakat kapı açılmıyordu. Genç kız kızgınlıkla bir kez daha seslenecekti ki kapı yavaşça açılmaya başladı. Duvarla araların da dik açı oluşturacak kadar açılınca kapının eşiğinde duran Bekçiyi gördüler. Titrek sesiyle
      “Kusura bakmayın, rahatsızlık veriyorum " diyebildi. Elinde kasketi zorla gülümsemeye çalışıyordu, sert ses tonundan etkilendiği her halinden belliydi.
      “Bir siz kaldınız sormadığım" diye devam etti kapının eşiğinde. Yüksel hanım hatasını anlamıştı, yerinden kalkıp kapı ağzındaki Cavit dayının yanına vardı. İçeri kadar getirdi. Bir kaç özür dileme cümlesinden sonra Bekçinin derdini öğrenince kahkahaları koy verdi.
      “Sabahtan beri bakmadığım yer kalmadı. Lindayı bulamıyorum siz gördünüz mü?" demişti. Utandı Bekçi, yüzü kızardı. O benim can yoldaşımdı, elim ayağımdı. Bulamıyorum. Sormadığım bir siz kalmıştınız" diyebildi başı önünde. Gülme krizi geçtikten sonra genç kız Bekçiden özür diledi bir kere daha.
      “Sabah işe geliyorsunuz. Çalışmak istiyorsunuz. Önce mesai arkadaşınız size "beyaz gül" veriyor". Beyaz gül kelimesini kinayi bir şekilde Besime bakarak söylemişti. “Sonra Amerikalılar geliyor ve sizi "mesai arkadaşınızla" partiye davet ediyor. Onlar gittikten sonra tekrar işinize dönmeye çalışıyorsunuz. Kapı tekrar çalınıyor ve bekçiniz sizden kayıp köpeğini soruyor." Muhasebe şefi cümlesini tamamlar tamamlamaz sandalye de oturan Bekçi "kusura bakmayın" diyerek başı önünde odadan çıkmıştı.

      Çırçır atölyesinin gürültülü ve tozlu havasında öğle yemeğinden beri çalışmakta olanların beklediği çay molasının vakti gelmişti. O an çalışanlar aralarında nasıl anlaşmışlarsa o şekilde iki guruba ayrılırdı. Bir gurup çay için yemekhaneye giderlerken diğer gurup makinelere göz kulak olurlardı. Tezgahların bir Bölümü kapatılırken bir Bölümü da düşük tempoda çalışmaya devam ederlerdi Çay molalarında Birol Tekin bazen içeri çay salonuna girerdi. Eğer bardağındaki çay bittiği halde hala oturan varsa onları uyarır işlerinin başına dönmelerini isterdi. Böyle bir durumla karşılaşmamak için çalışanların yapabileceği iki şey vardı. Ya çaylarını bitirdikten sonra hiç oyalanmadan işlerinin başına döneceklerdi veya bardaklarındaki çayın soğumasını göze alıp bardaklarını oturdukları müddetçe dolu tutacaklardı.
      O günde Besim Bey yanında -yanından hiç ayrılmayan- ziraat teknisyeniyle yemekhaneye girmişti. Yasal yardımcısı Ahmet Oker olduğu halde yanından ayrılmayan Mustafa Ali Bey içeride oturanları görünce
      “Hadi bakalım çayını bitirenler işlerinin başına" dedi. Her zamanki davranışını göstermişti ama Ali usta bu kez dayanamadı “Maaşını kemik olarak alıyor" dedi. Mustafa Ali söyleneni anlamadı ama arkasında yürüyen işletme müdürü duymuştu.
     “Anlayamadım Ali usta deyince
     “Bekçi Cavite köpeği bulup bulamadığını sormuştum" dedi. İşletmenin müdürü olan bitenden haberdar olduğunu belirtmek için “Ali usta sonra sizi odamda bekliyorum" demiş ve yemekhaneden çıkmıştı. Tam kapıdan çıkarken rastladığı şişman kadına da yanınıza yenilerden birini alın ve depodan yeni balyalar çıkarın Lütfiye bacı demişti.

      Yılların Ali Ustası yarım saat sonra, odasına geldiğinde yaptığının yanlış olduğunu ve gençlere kötü örnek olduğunu anlatan uzun bir söylev dinlemişti müdüründen. Tekrar arkadaşları arasına döndüğünde bir kahraman gibi karşılandığını söylemeye gerek yoktu tabi.

      “Yok yeni siparişler varmış. Yok elimizde hiç balya kalmamışmış" diye söylenerek fabrikanın içerisine doğru yürüyordu Lütfiye Bacı ve arkasındaki ufak tefek kız. “Fabrikada onca erkek varken niçin kadınlara verirler böyle işleri" diyordu. Söyleniyordu ve dipteki depoya doğru yürüyordu arkasında da Halide. Birden aklına gelmiş gibi durdu. Hemen arkasındaki genç kıza
      “Koş Halide Bekçi Cavit’i bul ve ondan bir el feneri istediğimi söyle" dedi. Kızın hızlı adımlarla geldikleri yöne yürüdüğünü görünce kenardaki preselerin altına konulan ızgaralardan birine oturdu beklemeye başladı. Az sonra Halide yanında Bekçi ile birlikte gelmişti.
      Bekçi Cavit’in hanımı ölünce başta fabrika müdürü olmak üzere çoğu kişi onu tekrar evlendirmeye çalışmışlardı. Yalnız bir bekçi işlerine gelmiyordu tabii. Uzun süren araştırmalardan sonra fabrikada çalışmakta olan Lütfiye bacıyla evlenmelerinin uygun olacağına karar vermişlerdi. Birinin kocası ölmüştü diğerinin karısı. Cavit Pekal’ın aklını çelmişler "siz birbiriniz için yaratılmışsınız " demişlerdi. Aradaki ufak fark ise Lütfiye Bacının Bekçi Cavit'ten bir hayli genç olmasıydı. İşletme müdürünün ve onun takımının Bekçinin kafasına "Lütfiye" meselesini sokmasından sonra Cavit dayı Lütfiye’nin yanından ayrılmaz olmuştu. İşte bu yüzden Halide el feneri sorunca Bekçi bunu bir çağrı kabul edip kendi gelmiş olmalıydı.
      “Allah beni kahretmesin. Bu herifin geleceğini tahmin etmeliydim" diye mırıldandı kendi kendine. Uzakta giriş kapısında duran Ali Gedikli olmalıydı ve Lütfiye onun kıkırdayarak güldüğüne emindi. Lütfiye, diğer kadınlar "Bekçi seni beğeniyormuş" dediklerinde "beğenmesi yerin dibine batsın" demişti. Bekçi Cavit’i kendisinden bir hayli büyük yaşta olan rahmetli olan eski kocasına benzetirdi. Rahmetlide çok içerdi Cavit’te çok içiyordu, rahmetli de kendisinden bir hayli yaşlıydı Cavit’te.
      Lütfiye kadının yedi çocuğu olmuştu eski kocasından ama üçü sağdı. Kendi boyuna gelen çocukları Bekçinin yaptıklarını duysalar maraza çıkarırlardı Lütfiye’ninse mevsimlikte olsa böyle bir işe ihtiyacı vardı. Çok şükür eli ayağı tutuyordu ve sürekli çocuklarının ellerine bakamazdı. Bu yüzden Bekçi Cavit’in ilgisini görmezlikten geliyordu, daha da acısı bazen bu ilgiyi kullanmak zorunda kalıyordu.
      Cavit dayı elindeki avcı fenerini yakıp söndürdü. Gölge de oldukları için fenerin ışığı önünü rahatlıkla aydınlatıyordu. Üç kişi beraberce fabrikanın içerisine doğru yürümeye başladılar. Devasa depoların önünden geçip en köşedeki, diğerlerinden daha küçük olan deponun içinden bir römorkun veya kamyonun rahatlıkla geçebileceği kapısının önünde durdular. Her deponun kapısında olduğu gibi küçük deponun kapısında da iki kapı vardı. Büyük olan sürmeliydi ve açılması için en az iki yetişkin gerekiyordu. Büyük kapının üzerine ise bir kişinin girebileceği boyutta küçük bir menteşeli kapı yapılmıştı.
      Elindeki gurup anahtardan uygun olanı seçmesi zamanını almıştı ama sonuçta doğru anahtarı bulabilmişti Bekçi. Gıcırtıyla dışarı doğru açılınca koyu bir karanlık gördüler, birde genizleri yakacak kadar ağır rutubet kokusu ve serinlik. Adı küçük depoydu ama Cavit dayının kocaman feneri karşı duvara ulaşmıyordu. Serinlik Lütfiye bacıda ve onun arkasında duran Halide de bir ürperti uyandırmıştı.
      Fenerin ışığı soldan sağa doğru taradı depoyu. Solda dipte üst üste istiflenmiş tohumluklar vardı. Geçen yıldan kalmış, tekrar ilaçlanması gereken önünden irili ufaklı birçok teneke kutulara istiflenmişti. Küçük boya kutularından tutun bidon sayılabilecek irilikte olanlarına kadar onlarcası rastgele bir şekilde duvar dibine sıralanmıştı. Fenerin ışığı sağa yönelince aradıkları balyaları tam karşılarında gördüler. Arkada yeni olanlar neredeyse tavana kadar yığılmıştı. Belki üç yıllık balya ihtiyaçlarını karşılardı bu stok. Yeni balya istiflerinin önündeyse daha düzensiz duran kullanılmış balya yığınları vardı. Fenerin sarı ışığı tam sağlarına dönünce gübre çuvalları vardı. Işık son olarak kapının üzerindeki ampule yöneldi.
      Ampul sağlam görünüyordu. Cavit dayı elini kapının sağındaki eski tip çevirmeli elektrik düğmesine attı. Bir kere döndürdü, ışık yanmadı. Bir kere daha, bir kere daha ama nafile lamba yanmıyordu. "Allah Kahretsin" dedi. Yanındaki kadına ve hemen arkasındaki kıza mahcup olmuştu.
      Pamuk depoları, içerisine kocaman ve yüklü kamyonların rahatlıkla girebileceği yüksekliklerde yapılırdı. Penceresi olmazdı bu binaların. Sadece tavanda bir yada iki havalandırma bacası olurdu. Ve her depo duvarlarla birbirinden ayrılırdı. Çünkü bir yangın olursa alevlerin diğer depolara sıçraması istenmezdi. Bu yüzden -havasızlıktan alevler boğulsun diye- pencere yapılmazdı. Bir tehlike anında ise havalandırma bacaları yukarıdan bina dışından hava sızdırmayacak şekilde kapatılırdı. Elektrik sistemi de sorun çıkarmasın diye depolarda çok basit yapılırdı. İki üç metrelik bir kablo, kablonun bir ucunda anahtar diğer ucunda bir düğme bulunurdu.
      “Ne o Bekçi Cavit elektrikler kesik galiba" Lütfiye bacı çevresinde dönüp duran adamı iyi tanımıştı. Zaten istediği yönde kullanması bu tanıma sayesinde oluyordu. Sesine verdiği alaycı tonla ve üzerine basarak söylediği "Bekçi" sıfatıyla karşısındakinin sosyal durumunu yüzüne vuruyordu kendince. Gerçekten saf bir yüreğe sahip olan Bekçi Cavit bunun farkına çoğu defa varmazdı. Bu defada öyle oldu.
      Yanmayan lambanın veya çalışmayan düğmenin suçu kendisindeymiş gibi “En son baktığımda yanıyordu" diyebildi yutkunarak.  "Hadi abla ne alacaksak alalım ben korkuyorum" yanlarındaki çocukluktan gençliğe yenice geçmeye başlayan Halide onlara bir anda niçin orada olduklarını anımsatmış oldu.
      “Bekçibaşı, yeni balya mı çıkaracağız eski mi?" Zavallı Bekçi Caviti çileden çıkarabilecek bir sözdü bu. Kapının ağzında iki kişi kavgaya tutuşmaya hazırlanıyor gibiydi.
      Bir çığlık duyuldu önce, sanki bir hayvan çığlığıydı. Bütün depo bu tiz çığlıkla inledi. Birbirleriyle kavgaya hazırlanan iki kişi bir an şaşırdı. Çığlığın peşinden korkunç bir haykırış geldi. Az önceki çığlığı bastıran bir haykırış. Lütfiye bacı sağına soluna baktı bir an
      “Halide" diyebildi. İçeriden gelen ayak sesleri bütün depoda yankılanıyordu. Kapıya doğru yaklaştıkça ayak sesleri küçüldü. O an depodan dışarıya bir gölge fırladı. Hem koşuyor hem de çığlıklar atıyordu. Deponun karanlığından dışarının loşluğuna çıktığında nefes nefeseydi, yüzü kireç gibi bembeyazdı.
      Depolardan gelen çığlıkları duyan bir kaç kişi neler olup bittiğini anlamak için koşarak yanlarına geliyordu. Bekçi ve Lütfiye bacı hazırlandıkları kavgayı bırakmışlar kızı sıkıştırıp ağzından laf almaya çalışıyorlardı ama nafile. Kızın dili tutulmuş gibi sadece kekeliyor eliyle içeriyi karanlığı işaret ediyordu.
      Bekçi elinde feneri tedirgin adımlarla içeri girdi. Bir yandan korkuyor bir yandan da kendi kendine cesaret vermeye çalışıyordu. Dışarıda konuşulanları duyduğunda kendi kendisine aynı kelimelerle telkinde bulunmaya başladı. "Belki iri bir fare görmüştür" diyordu. Elinde ki fenerin ışığı kah önünü aydınlatıyordu kah sağı solu. Önce içeriyi kuşatan yığınlara baktı. Elindeki feneri kapatıp bir kerede dışarıdan zayıf olarak gelen doğal ışıkta daha doğrusu karanlıkta baktı.
      Yığınlarda bir şeycikler görünmüyordu. Dışarıda hayal meyal duyduğu konuşmaların dediği gibi tohumlara gelen farelerdi mutlaka. Yine de içeri girmişken istiflerin arkasına bakma gereği hissetti. Az önce dışarı deli gibi fırlayan kızın çığlıklarından önce duyduğu, duyduğunu sandığı tiz haykırış aklına geldi. Ne gibi bir şey bir kız çocuğuna böyle korkunç çığlık attırmış olabilirdi. Kısa bir tereddütten sonra tohumların arkasından dar aralığa baktı.
      Özellikle tohum veya gübre gibi organik nesneleri depolarken duvarla istifler arasında bir kişinin rahatlıkla geçebileceği boşluk bırakırlardı. Bu boşluk hem hava sirkülasyonunu sağlıyordu hem de dışarıdaki rutubeti mallara vermiyordu. İşte yaşlı bekçi o ancak bir kişinin girebileceği boşluktan yavaşça araya süzüldü.
      Deponun kapısında başlayan rutubet kokusu içeride dayanılmaz hale geliyordu. Sadece rutubet değil çürümüşlük kokusu da havayı ağırlaştırıyordu. Bütün bu koku karışımı Bekçinin çok iyi bildiği kokulardı. Şu an içeride tanımlayamadığı başka bir koku daha vardı. Ne olduğunu ancak karşılaşınca anlayacaktı. Duvarla istiflerin arasındaki koridor boyunca ilerledi. Bir zaman sonra kapının tam karşısındaki balyaların arkasında bir boşluk görünce hayret etti, o boşluğu ne zaman bırakmışlardı anımsamıyordu.
      Kafasından geçen bir anlık soruya anında yanıt bulmuştu. Bunun gibi sayısız depo vardı ve hepsi birbirine benziyordu. Attığı her adımda boşluğa yaklaştıkça koku dayanılmaz bir hal alıyordu. Ayaklarının dibinden gelen tangırtılar dikkatini yere ayaklarının dibine yöneltmesine neden oldu. Elindeki feneri ayaklarının dibine yöneltti.
      Büyük bir toprak siniden geliyordu koku, yanmış kıl ve et kokusu. Bir an dondu kaldı. Kim neden buralarda böyle bir şey yapma gereği duysun diye düşünürken aklına "büyü" olayı geldi. Ürperti yayıldı bedenine. Yine de o küçük kızın buralara kadar gelecek cesareti olamayacağı aklına gelince aramaya devam etti. Duvardaki şekil dikkatini çekmişti ki dışarıdan kendisi çağıran Ali ustanın sesini duydu.
      “ Cavit dışarı gel eğlenme hadi..."Dönmek üzere feneri bir an aşağı ayaklarının dibine tuttu. O saniye ayakkabısının üzerine damlayan kanı farketti. Kanın nereden geliyor olabileceğini anlayabilmek için kafasını kaldırınca tavandan aşağı sarkmış et parçasını gördü. Derisi soyulmuş iri bir hayvan bedeni başucunda asılıydı. Üzerinde her hangi bir deri parçası olmasa bile tanımıştı. Sabahtan beridir yaptığı aramalar sona ermişti.
"İnsanlığın en büyük trajedilerinden biri ahlakın din tarafından ele geçirilmesidir." Sir Arthur Charles Clark

Çevrimdışı azizhayri

  • ***
  • 581
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: Anchilea - Kutsal Kalkan
« Yanıtla #10 : 30 Ekim 2015, 08:27:17 »
B Ö L Ü M   S E K İ Z


      “Ne iyi oldu değil mi" dedi Pietro tüm sevimliliğiyle. "Hem bizim arkadaşlar burada hem sizin Cumhuriyet bayram. Sizin bayram oldu hepimiz bayram. Zenci gencin sözlerine hep birlikte gülüştüler. Saat yemek yiyebilmek için bir hayli geç olmuştu. Diğer masalar boşalmış komiler oturdukları masadaki tabakları da kaldırmaya başlamışlardı. Neredeyse bir saattir masada boş oturuyorlardı, yaptıklarıysa tam bir geyik muhabbetiydi.
      Masada altı kişiydiler, sanki haremlik-selamlık gibi oturmuşlardı. Masanın bir tarafında erkekler oturmuşlardı, diğer tarafta ise bayanlar. Masadakilerin farklı dinler de ve farklı milletlerde olmaları dil sorunu oluşturmuyordu İki yabancı erkek neredeyse üç aydır bu ülkedeydiler. İki yabancı erkeğin tam karşılarında oturan iki yabancı bayansa üç yıldan fazla bir süreden beri Türkiye de olduklarını söylemişlerdi.
      Samantha Townes ve Betty Dartinge NATO tesislerinde görevli iki Amerikalı astsubaydı. Askerliği kendilerine meslek olarak seçmişlerdi. Türkiye ye ilk geldiklerinde Snoptaki dinleme üs komutanlığında görev yapmışlardı. Daha sonra İzmir deki Güney Deniz saha komutanlığına atanmışlardı. Besimin dediği gibi "aynı tertip" sayılırlardı. Dört yabancı Amerika’nın değişik yörelerinden olmalarına rağmen iyi iki çift olmuşlardı.
      “İzmir de Nato bünyesinde çalışan vatandaşlarımızın olabileceğini düşünmüştük. En azından yabancı bir ülkede çaresiz kalırsak bize yardımcı olabilecek dostlara ihtiyacımız vardı. Teknisyen Mustafa Ali'nin bize sattığı Chevrolet ile gezmeye gittik İzmir'e. Karşılarında gülümseyerek oturan iki bayana bakıp gülümsedi
      “O İmpala tavladı bu fıstıkları" dedi. Yanındaki Pietro hem gülüyor hem de arkadaşının cümlesine eklemeler yapıyordu.
      “Kara şimşek o. Kara şimşek." Yıllar öncesinin ünlü televizyon dizisine gönderme yapıyordu. Besim hesabı istedi, ne de olsa ev sahibi durumundalardı. Yüksel masaya doğru eğilip "paylaşalım" dediyse de hesabı Besim tek başına ödedi hem Yükselin hem de Amerikalıların itirazlarına rağmen, serde erkeklik vardı ya.
      Yavaşça kalkarlarken bayanlar muhabbete devam edebilecekleri bir yerlere gitmeyi istiyorlardı. İş yine Besime düşmüştü. Çünkü kendinden başka buraları doğru dürüst bilen yoktu. Kafasından geçen yerse bu turizm mevsiminin bitmiş olmasına rağmen açık olabilecek olan bir kaç yerden biri Odakule oteliydi. Yeni istikametleri belli olmuştu. Odakule oteli.
Odakule oteli Tuzadası'nın dışındaydı. Aralarında yaptıkları kısa "hangi araçla gidelim" tartışmasından "herkes kendi aracıyla gitsin" sonucu çıkmıştı. Besim önden yola çıkmış İzmir yönünde yol alırken Amerikalılar daha ilçeden çıkmadan yakalamıştı onları. Yaklaşık yedi sekiz dakikalık yoldan sonra otele varmışlardı.
      Otel, yoldan aşağıda sahildeydi. Yoldan bakınca ne alaturka nede alafranga sayılabilecek mimariye sahip kulesi gözüküyordu. Bir söylentiye göre mimar İtalya’daki bir hapishaneden etkilenerek çizmişti planlarını. Ana bina denizin küçük bir koy oluşturduğu yerde yapılmıştı. Yörenin en büyük ve en namlı oteliydi. Birbirini izleyen eden iki otomobil yoldan bir hayli içerideki otelin otoparkına kadar boş olan yollarda yarışmıştı. Yüksel Besimle birlikte Chevrolet den daha ufak olan Opel’deydi. Yeni model sayılabilecek Opel yılların Amerikan arabasına karşı zorlanmıştı. Yeni model arabalar ekonomik olsun diye daha küçük ve daha verimli motorlarla üretiliyordu. Akaryakıtın ucuz olduğu dönemlerde üretilen canavar gibi motorlu Amerikan arabaları ise hala güçlü ve hızlıydı. Otomobillerinden aşağı indiklerinde sonucu Pietro nun kız arkadaşı Samantha beraberlik olarak ilan etmişti.

      Sayısız katlardan indikten sonra anca otelin diskosuna ancak varmışlardı. Turizm mevsimi geçtiği için otel bir hayli düşük kapasiteyle çalışıyordu. Sayısız yemek salonundan biri birde disko nöbetçi gibi açık tutuluyordu. Nede olsa Odakule’nin İzmir den bile devamlıları vardı.
      “İyi çocuklar" dedi Yüksel hemen önlerinde basamakları inen çiftleri kastederek. İyi çocuklardı gerçekten. En azından öyle görünüyorlardı. ”İyi birilerine benziyorlar" diye kuşku kokan yanıt verdi yanındaki sevgili adayına. Çünkü onun kafasında sadece gecenin bitimine yakın yapmayı düşündüğü konuşma "İlanı aşk" vardı.
      Bar ve disko otelin teras katındaydı. Uzaktan sesi duyulan dalgaların yanına varabilmeniz için indiğiniz basamaklardan fazlasını inmek zorundaydınız. Havanın mevsime göre çok iyi olmasından dolayı terasın geniş kapılarının bir bölümü açıktı. İçerideki ter ve alkol kokusu, dışarıdan gelen iyot kokusuna karışıyor ilginç karışımlar oluşturuyordu. Teras kapılarına yakın büyücek bir masaya oturdular. Yüksel akşamdan beri yapmayı düşündüğü iltifatın tam sırası olduğunu düşünerek sözlerine başladı.
      “Bu gün her günkünden daha şıksınız beyefendi" Haksız değildi ama sonradan kurduğu cümlenin klişe olduğunu anladı. Besim beyaz gülle geldiği hafta başından beri hemen her gün değişik takımlarla gelmişti İşletmeye. Bir gün lacivert, bir gün deve tüyü başka bir günse haki kumaştan dikilmiş takımlardı. Bu gecede guruptaki en resmi giyinen kişiydi ve üzerinde mat siyah bir takım vardı. Yanında duran Pietro araya girdi.
      “Besim bey maaş veriyor Taylor..." Bir saniye durdu. "Terzi Salim" dedi. ”Bak sen bizim Pietro Salim ustayı da öğrenmiş." Sesinde bir küçümseme var gibiydi. Bu küçümseme Yüksel hanımın dikkatini çekti. Bozuntuya vermemek için
      “Ne var yani ilçe ye en son gelen benim ama ben bile Salim ustayı tanıdım" dedi. Besimde bir gerginlik olduğunu hissediyordu Yanında oturan kız arkadaşları olmasına rağmen "Besim beni kıskanıyor üstelik çok belli ediyor" diye düşündü
      Amerikalıların oturmaya niyetleri yoktu, hemen piste çıktılar. Ne kadar çok seviyorlardı neşeyi ve eğlenceyi, özelliklede dansı. Uzaktan baktıklarında tencere-kapak örneği gibilerdi. Birbirlerini ülkelerinden binlerce kilometre ötede bulmuşlardı.  Tanımayan biri ortadan neon ışıklarının altında dans eden çiftleri birbirlerini deli gibi seven aşıklar yada yeni evliler zannedebilirdi. Besim bir ara imrendi, başından bir evlilik geçmişti ve eski eşiyle bu kadar mutlu olduklarını anımsamıyordu. Daldığı hüzünde fazla kalmadı. Günler öncesinden planladığı ve defalarca provasını yaptığı cümleyi korkarak söyledi
      “Benimle dans eder misiniz" Aldığı yanıt umduğu değil beklediği sözcüklerden oluşuyordu. “Bu müzik tarzı benim tarzım değil. Belki daha sonra." haksızda sayılmazdı. Pistte yüksek volümlü ve tamamen yabancısı olduğu türde bir müzik vardı. Bu kere  “Ne içersiniz, size ne alayım" dedi. Bu defa ki yanıtta bir öncekinden farklı değildi. “Konuklara ayıp olur." İkinci kere reddetmenin zorluğu aklına gelince elini Besimin dizine koydu. Gülümseyerek "Belki daha sonra" dedi. Gülüştüler. Pistte deli gibi dans eden dört kişi yerlerine oturdukların da kan ter içindeydi.
      “Aceleniz ne" dedi Besim gülümseyerek. "Gece yeni başlıyor" Hemen hepsi aralarında sözleşmişler gibi saatleri ne baktı. Onbir buçuk olmak üzereydi. Hanımlar birbirlerine kaş göz işareti yaptılar. Bayanların doğal sözcüsüymüş gibi Yüksel yerinden doğruldu.
      “Biz lavaboya kadar gidiyoruz" deyince Besim diskonun dip köşesinde üzerinde kırmızı ampulün yandığı kapıyı gösterdi. Üç güzel hanımefendi ardarda masaların arasında kendilerine yol açarak yürümeye başladılar. Bambu masanın etrafındaki üç erkeğin sessizliği anca bir dakika sürdü.
      “Bay Besim sizce o şekil neydi." Besim anlamamıştı.
      “Ne... Ne şekli." Söze bu defa George girdi “Hani geçen pazartesi deponun duvarına çizilen şekli diyor Pietro" Besim aniden gülmeye başladı. Onları taklit ederek

      “Siz korktu yoksa" parmaklarını dişlerinin arasına götürmüş korkan birinin taklidini yapmaya çalışıyordu. Amerikalılar birbirlerine baktılar. “Sizin memlekette de " bir an durdu. kafasındaki kelimenin Türkçe karşılığını arıyordu. "Sizin memlekette şeytan severler var dedi. Aradığı kelime aklına gelmişti Besimin yüzüne bakmakta olduğunu görünce açıklamasına devam etti. “Duvarda kocaman daire var. İçinde beş köşeli yıldız. Yıldızın içindeyse sanki kocaman bir şey... resmi vardı." Diğerleri koroymuşçasına sordu
      “Ne resmi söylesene !!"       
      “Fallus. Etrafına dallar, yapraklar sarılmış bir fallus Ben pek inanmadı ama Muammer maestro derki, kan çizmiş çizgiler. Konuşmaya daldıklarından yanlarına gelen kızların farkına varmamışlardı. Pietro’nun söylemek istediklerini Yüksel tamamladı. “Hamal başının söylediğine göre duvara çizilen garip şekil kanla çizilmiş." Masadakilerin yüzünde bir tiksinti belirmişti. "Muammer Alkaşlı elini sürmüş çizgilere hala ıslakmış. "Köpeğin kanı demişti" dedi.
      “Köpeğin kanı olduğunu nereden biliyorlarmış" bu kez söze giren George’tu. “Tasmasından, daha doğrusu tasmasının kalıntılarından,  Ali usta Linda’nın tasmasına krom saçtan bir küçük künye yapmışmış. Numaratörle" Konuyu tam olarak bileme dikleri için İzmir den gelen iki genç bayana olan biteni Yüksel anlattı. Sözleri bitince kızların tepkisi öğürtü olarak geldi
      “Peki kim yapmış olabilir" Pietro’nun sorusu gerçekten iyi bir soruydu. İşletmede çalışanlardan biri, birileri sapık veya katil miydi? Kahverengi tenli delikanlının sorusuna yanıt yurttaşı mesai arkadaşından geldi.
      “Gizli bir tarikat üyesi. Belki de şeytana tapanlar..."
      “Belki de Ku kulukslar" araya giren Betty’nin esprisini diğerleri üşüme taklidi yaparak geçiştirdi.
      “Evet olanlar bir şaka olamaz. Bir ayin bir tören, ne bileyim bir tören ayrıntısı" Besim bu konunun fazla uzadığını düşündüğü için sözü bağlamak istiyordu.
      “Ben olay yerine sonradan geldim ama Cavit dayının hali hiçte gülecek bir hal değildi." Besimin sözlerini Pietro sürdürdü
      “Küçük kızın durumu da fenaydı. Düşünsenize depoya giriyorsunuz balya almak için. Kazara başınızı kaldırıp bakınca kafası koparılmış, derisi yüzülmüş bir köpek bedeni karşılıyor sizi." Konu önemli olabilirdi ama yeri ve zamanı değildi. Besim sözü gene bağlamaya çalıştı
      “Hadi arkadaşlar bunları konuşmanın ne yeri nede zamanı. Biz buraya eğlenmeye geldik. Daha içeceklerimizi bile söylemedik" dedi. Besimin bu sözlerinden sonra tekrar diskoya o hareketli müzik ve eğlence ortamına döndüler.
      İçkiler içildi danslar edildi. Gecenin başından beri Besimde var olan gerginlik artıyor gibiydi. Evet, bir kaç bira içmişti arada belki bir kadeh rakıda olabilirdi, cesaret için yani. Sonunda Yüksel Hanım Besimle dans etmeyi kabul etmişti, lütfen yani. Önce günün popüler duygusal şarkılarını çalmıştı piyanist. Sevgilileri birbirine yaklaştıracak henüz sevgili olma aşamasına gelememişleri sevgili olma ya hazırlayacak şarkılar çalıyordu. İçki, müzik ve ışıklar. Her şey tamam gibiydi.
      Besim, yarı resmi dans ettikleri partnerinin elindeki elini kızın omzuna koymuştu. Diğer elini de beline atmıştı. Tüm cesaretini toplayıp yaptığı bu hareket tepkisiz karşılanmıştı, ilerleyebilirdi. Bir iki şarkı sonra -hep olduğu gibi- ritim hızlanmıştı. Kıvrak dans gerektiren bu müziklerde oynayamayacağını düşünüyordu ki Yüksel onu kurtardı.
      “Oturabilir miyiz?" Elini beline atmanın cezası ayakta değil otururken kesilecekmiş meğer. Masada yalnız olduklarını fırsat bilip Yüksel, Besimi kibarca uyardı. “Dostluklara değer veriyorum" diyerek söze başlamıştı Piyanist hızını alıp dinlenme ihtiyacı gösteresiye, diğerleri masalarına dönesiye kadar gerekenleri Besime söylemişti.

      “Birbirimizi iyi tanımıyoruz" demişti. Ben sizin hakkınızda ne kadar az şey biliyorsam, sizde beni o kadar az tanıyorsunuz?" demişti. İşin kötü tarafı kızın bütün söyledikleri doğruydu. Ertesi gün daha salim kafayla düşündüğünde Yüksel hanıma hak verdi.

      Öğleye doğru uyandığında Besim bir gece önce yaşananları daha sakin değerlendirebiliyordu. Yüksel içten ve nazik konuşmuştu. Kırıcı olmamaya özen göstermişti. Yüzü umutla aydınlandı, Kız haklıydı diye mırıldandı. Hakkında ne biliyor yordu ki. Az önce "kız" diye mırıldanmıştı ama kız mıydı? Ondan bile emin değildi. Belki bir sevgilisi vardır, belki de evlidir diye düşündü ama düşüncesinden hemen vazgeçti. Böyle bir hanımın kocası nasıl olurda bu kadar süre eşini yalnız bırakabilirdi ki. Kim bilir oda belki kendi gibidir, duldur. Yattığı yerde vardığı karar "bu konuyu araştıracağım" olmuştu. Hem konuyu araştıracak hem de Muhasebeciyi yalnız bırakmayacaktı. Çalınan kapısını tıkırtısı bir an onu düşüncelerinden uzaklaştırdı.
      “Besim Yavrum Hadi diyordu" kapı önündeki ses." Neredeyse öğle olacak."
      “Geliyorum Esma nene." Gece eve kaçta döndüğünü anımsamaya çalıştı. Anımsanamayacak kadar geç olmalıydı. Çünkü o hainin olumsuz yanıtından sonra içkinin limitini yükseltmişti. "Kasap havası" O an aklına oynadıkları Kasap havası geldi. Gözlerini tekrar kapattı.

      Yıllardan beridir yaşamının her devresinde oyun oynayamamanın acısını hissetmişti. Her gittiği müzikli toplantıda bu eksikliği yaşamıştı. Dün gece olduğu gibi delikanlılığının ilk yıllarında bile iyi oynayanlara gıpta ile hatta kıskançlıkla bakmıştı. Kanının damarlarında deli gibi aktığı o yıllarda, kaç gün, kaç gece aynalar karşısında oynamaya günün moda oyunlarını becermeye çalışmıştı. Bir türlü beceremiyordu, bedeni uygundu ama ritim duygusu olmadığından mıdır bedir yapamıyordu. Birde arkadaşları hele o canciğer arkadaşı inadına iyi oynayınca kahroluyordu. Demek ki geçen yıllar boyunca bu konuda gelişme kaydedememişti. Oyun oynamayı beceremeyen Besim aynı yerinde duruyordu. Bunu dün gece arkadaşları pistte dans ederken o yanlarında elleriyle tempo tutmak, oturduğu sandalyesinden gülümsemek zorunda kalınca daha iyi anlamıştı.
      “Besim! Besim!" dışarıdan yaşlı kadının sesi tekrar duyuldu. Yerinde kıpırdadı. Kalkmayı düşünüyordu. Kafası sirtakiye takılmıştı. Dün gece ilerleyen saatlerde zeybek havaları çalmaya başlamıştı. Alkolün sisle perdelediği dün gecede diskjokeyin yanına gittiğini anımsıyordu. Ondan sonra zeybek ve kasap havası oyunları peş peşe gelmeye başlamıştı. "işte Besim Bey" demişti kendi kendine. Oynamasını bilebileceğin tek oyun türü bu. Sonucu ise anımsanmasını istemediği için olmalı ki anımsayamadı. Belleği ona bir oyun oynamış, dün gecenin yerine yıllar öncesini anımsamaya başlamıştı.

      İlçenin şimdikinden çok daha küçük olduğu yıllardı. Güzel bir park açılmıştı o yıllarda. Eski bir mezarlık, zamanla dolmuş ve gömü işlemi uzun yıllardır yapılmıyor diye sahiplerinden izin alınarak parka dönüştürülmüştü. Zamanın belediye başkanı bir çok eleştirileri ciddiye almadan cesur davranarak ilçeye çok güzel bir park kazandırmıştı. Parkın yanında var olan eski depoda bir düğün ve toplantı salonu haline getirilmişti.
      Şimdi sıradan kabul edilen salon, o yıllarda mucize gibi bir şeydi. Hele parkın düğün salonu yönünde fıskiyeli mermer bir havuz yaptırmıştı ki. Bu yaptıkları sayesin de o zamanın belediye başkanı efsane gibi anlatılıyordu hala. Köylerden hatta civar kasabalardan bile parka gelirlerdi havuzu görmek için.
      Gençler, çeşitlerini düğün salonlarında görür beğenirlerdi. Eğer anlaşabilirlerse mermer havuzun kenarındaki tahta banklarda görüşür konuşurlardı. Normal şartlar altında birbirlerini göremeyecek, konuşamayacak olan çiftler bu salon ve havuz sayesinde birbirlerini tanıma fırsatı buluyorlardı. Şimdi yaşları orta yaşa yaklaşan nice evlilikler bu sayede gerçekleşmişti. Mazide yaşayan nice gönül macerasının da ayrılmayan bir parçasını oluşturuyordu O salon ve mermer fıskiyeli havuz.
      Bir genç kıza aşık iki delikanlı anımsıyordu Besim. Delikanlılardan biri ne kadar güzel oyun oynayabiliyorsa diğeri de o kadar beceremiyordu oynamasını. Bir gece, olması günler önce planlanmış bir düğünde oynayabilmek için ayna karşısında çok prova yapmıştı oyun bilmeyen genç, özelliklede o yıllarda yeni tanınan ve sevilmeye başlanılan Kerim oğlu zeybeğini. Oyun bilmeyen genç vakti iyi seçmişti. Orkestradan İsteğini istediği vakit arkadaşı salonda yoktu. Hayran olduğu, aşık olduğu genç kız ön sıranın hemen gerisinde annesiyle birlikte oturuyordu. Her şey mükemmel gidiyordu, üstelik pistte yalnızdı.
      Bildiği bütün figürleri ortaya döküyordu. Herkes silinmişti evreninde, salonda iki kişi vardı yalnızca; pistte dönüp duran her dönüşte dizini usulca yere vuran bir delikanlı ve onu hayranlıkla izleyen dünya güzeli bir kız. Kendinden geçmişçesine pistte dolanıyor adım atmadık, diz vurmadık bir yer bırakmıyordu. Bu büyülü dakikalar çok sürmedi. Dans etmesini iyi bilen arkadaşı gelince her şey bitti. Salon birden kalabalıklaşmış eski gürültülü salon olmuştu. Etrafı birçok kişi ile dolmuştu. Hatta salonu dolduran onca kişi kendisini bırakıp sonradan gelen arkadaşını alkışlıyorlardı.
      Sonuç hüsran olmuştu. Oturan herkesin oynayanları görebilmesi için yerden yirmi santim kadar yüksek yapılmış olan pistin kenarına geldiğini fark edememişti. Yanlış bir adım ve bozulan denge hayatı unutmayacağı bir yara açmıştı ruhunda. İncinen kolunun ayağının acısını duymamıştı bile. Duyduğu tek acı kulakların da yankılanan kahkahalardı. Yıkılan delikanlılık gururuydu. Tıpkı dün geceki gibi.
      Dün gece de düşmüştü ama yıllar önce duyduğu ezikliği duymamıştı. Yo, duymuştu ama belli etmemeği öğrenmişti. Yıllar önce olduğu gibi günlerce insanlardan kaçmayı falan da düşünmemişti. Nenesinin yapacağı üçüncü ve daha sinirli olabilecek çağrıyı almadan önce yuvarlandığı şu dakikalarda kafasını; George Nicolas Smart’ın zeybek oynaması meşgul ediyordu. Kerata çok güzel oynuyordu. Aklı, açıklayamadığı bir noktaya takılmıştı, maziden gelip zihnini ziyaret eden arkadaşı bu toprakların çocuğuydu. O oyunları bilmesi normaldi ama Amerikalı nasıl oluyor da başkalarına kendini ayakta alkışlattıracak kadar güzel oynayabiliyordu. Bak, eğer öbür Amerikalı oynasaydı normal karşılardı. O bir zenciydi her tür dansı oynayabilecek Tanrı vergisi yetenekte biriydi. Bilmiyorsa bile kısa sürede öğrenebilirdi. O Amerikalı alkışlarla yerine otururken omuzlarına gelen saçlarını savurmuş kalabalığı eğilerek selamlarken,
     “Ben daha önce profeyşınıl dansır" demişti gülümseyerek.


      İşletmeye geldiğinde vakit öğleye yakındı. Muhasebe odasına girmeden çay içmek için yemek salonuna gitmişti. Haberi Yılmazdan almıştı. “Bizim Amerikalılardan biri Yunanlıymış" demişti. "Tüm fabrika çalkalanıyor" demişti. Sonra bunlara yeni eklemeler gelmişti. Yemek salonuna sonradan gelen Rıza babayı masasına davet etti. Duyduklarını sorduğunda Rıza Aslan’ın anlattıkları gene dedikoduydu ama daha ayrıntılı dedikodulardı. Sözde George Nicolas Smart Rum torunuymuş. Dedesinin babası mübadele ile Yunanistan'a gidenlerin arasındaymış. Bizim karşı köylerin birindenmiş. Rıza, mişlerle anlatmaya devam ediyordu. Besimin kafasında ise daha fazla geç kalmadan bir an önce kendi bölümüne gitmekti. O güzel geceden sonra Yüksel Hanımın kendisini hangi tavırla karşılayacağını merak ediyordu.
      “Günaydın" diye selamını aldı masanın üzerine eğilmiş baş. Bir kaç saniye sonra doğruldu. Önüne dökülmüş saçlarını eliyle zarif bir şekilde geriye atarken  “Tabii yaklaşan öğle saatlerine günaydın demek ne kadar doğruysa o kadar günaydın" dedi sinirli bir şekilde. Sanki iki gece önce birlikte dans edenler onlar değildi.

      “Şey "dedi istem dışı. "geleli bir hayli oldu ama yemekhanede biraz oyalanmam gerekti. Birden aklına çaycı Yılmazın ve Rıza babanın söyledikleri geldi. Kumral Amerikalı kurtarıcısı olabilirdi. Tam  “Yeni" dedi “konuşulan..." diyecekti ki masanın gerisinden daha sert bir söz geldi.
      “İsterseniz Müdür Beyle konuşayım, bundan sonra mutfakta işbaşı yapınız." dedi. "Orada, bu tür dedikoduların içerisinde olursunuz" diyerek sözlerini tamamladı. Yenilir yutulur sözler değildi bunlar. Daha sert bir şeyler söylemeye hazırlanıyordu ki kapı açıldı. Kapıda İşletme müdürü Birol Bey vardı.
      “Borsaya tescilleri teslim ettiniz mi Besim Bey" deyince genç kız hakkındaki tüm fikirleri değişti. Yüksel hanım dış görünüşüyle ciddi biriydi ama kendisinin yokluğunda İşletme Müdürüne karşı yalan söylemiş "O’nun borsaya uğrayacağını söyleyerek mesai arkadaşını savunmuştu. Bir kaç saniye önce söylemeye hazırlandığı kelimeler için kendinden utandı. Birol Tekin karşısında oturan muhasebe şefine elindeki kağıtları uzattı.
      “Bunlar sarılan kamyonların kantar fişleri, irsaliyeleri hazırlar mısınız?" Bir an karşısındaki yada yanındaki kişilerden hangisine vereceği konusunda ikircikli kaldı. Bir tercih yapamadı Masanın üzerine usulca bıraktı. “Hanginiz yazabilirse" dedi.  Odadan çıkmaya hazırlanıyordu ki Besim, Müdürünün önüne geçti. Durdurdu.
      “Müdür bey, George için duyduklarımız doğru mu?" deyince Birol bir an Besimin yüzüne baktı. Anlamamış gibiydi.
      “George un Yunanlı olduğu, siyah arabasıyla çevre köylerde araştırmalar yaptığı falan." Birol Bey bir an yutkundu. Nasıl oluyorsa bilgiler abartılarak etrafa çok çabuk yayılıyordu.
      “Çocuk, Amerikan vatandaşı, Dedesi yada dedesinin babası civar köylerdenmiş. Sonra Yunanistan’a oradan da Amerika’ya göçmüş Amerikan vatandaşı olmuş ve İrlandalı biriyle evlenmiş" Durdu.  "Aldırma söylenenlere, o casusluk yapıyor dedikleri yerleri her gün yüzlerce turist geziyor, fotoğraflarını çekiyor" Bir an durdu. Bilmişçesine ekledi  "Laf aramızda,  ben bunları o adamın dosyasını ilk okuduğum da anlamıştım. Adında dedesinin adını da taşıyor Nicolas, yani Niko" dedi. Söyleyeceklerini söylemiş, Genç kıza havasını atmıştı. Odadan çıkmak üzereyken durdu. Aklına yeni gelmiş gibi
      “İrsaliyeleri odamda bekliyorum" diyerek çıktı. Besim George un niçin bu kadar güzel zeybek oynadığının açıklamasını bulmuştu. Ne de olsa oda bu toprakların insanıydı. Sonra telefi etmesi gereken bir yanlışı aklına geldi.
      “Özür dilerim" dedi amirinin karşısında elleri birbirlerine kenetlenmiş şekilde durarak. Yüksel hanım bir an gülümsedi. Ne yapması gerektiğini bilemiyordu. "Yıllardır bu büroyu nasıl idare etmiş acaba" diye belki onuncu belki yüzüncü kere düşündü. İlk öğrendiği şeylerden birisiydi Besim beyin ayrıcalıklı olduğu.
      “Müdür beyin az önce masaya bıraktığı kağıtları eline aldı karşısındaki adama uzattı. Birol bey beş dakika sonra hazırladığı irsaliyeler elinde İşletme müdürünün kapısını çalıyordu.
"İnsanlığın en büyük trajedilerinden biri ahlakın din tarafından ele geçirilmesidir." Sir Arthur Charles Clark

Çevrimdışı azizhayri

  • ***
  • 581
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: Anchilea - Kutsal Kalkan
« Yanıtla #11 : 02 Kasım 2015, 08:44:43 »
B Ö L Ü M   D O K U Z


        Karayollarının imar planında, genişletilmesi düşünülen ama hala iki şeritli kullanılan yolun her iki yanında gün gelince genişletilebilmesi için geniş bir bant bırakılmıştı Zemini sertleştirmek ve toprağın nemini ve yaşını alabilmek için dikilen okaliptüs ağaçları yolun iki yanında bırakılan bandı güzelleştirmişti. Bazıları gövdenin hemen üzerinden kesilmiş olsalar bile ağaçların çoğu yeşildi. Yıllar önce onları dikenlerin vermiş oldukları görevleri inatla yerine getirmeye devam ediyorlardı. Sıtma ile mücadelenin en önemli silahları hala dimdik ayaktaydı. Kazandıkları zafer çoktan unutulmuş olsa bile onlar birer eski tüfek gibi hala dimdik ve mağrurdular.
      Sabah havada tam kasım havası vardı. Serin havalar artık yerini soğuk havalara bırakmaya başlamıştı Küçük bir gurup ana yoldan içeride o ulu ağaçların arkasında toplanmışlar, alçak gönüllü bir tören yapmaya çalışıyorlardı. Tören yapacakları meydancık işletmeye gelen araçların -özellikle misafir araçlarının- park yeriydi. Ana kapının sağına yaptırılmış küçük mermer kaidenin üzerindeki Atatürk büstü ve büstün hemen yanında ki bayrak direklerinin önüydü. Yağan yağmurların oluşturabileceği çamuru önleyebilmek için mıcır dökülmüştü fabrikanın önündeki boşluğa. Kalabalığı oluşturanların sabırsızca her hareketinde ayaklarının altındaki küçük taş parçacıkları ses yapıyordu.
      Tören için toplananlara önderlik eder konumdaki İşletme müdürü üçüncü kere baktı saatine. Askerden yeni gelmiş olan Çaycı Yılmaz gönderin önünde bekliyordu. Müdürü en az üç dört defa söylemişti ne yapması gerektiğini. Saygı duruşundan sonra İstiklal marşı söylenirken bayrağı önce en yukarıya kadar çekecek daha sonra yarıya indirip bağlayacaktı. Saat dokuzu beş geçe ilçeden gelen siren sesleriyle törene başlamışlar, yaklaşık on dakika sonrada İşi organize eden Ahmet Oker'in "tören bitmiştir arkadaşlar" sözleriyle sona ermişti. Askerliğini hala unutamamış olan çaycı Yılmazın sert ve ciddi tavırları hoşlarına gitmişti.

      Ahmet Bey, odasına girince giriş masasında Mehmet Bayram oturuyordu. Karşısında konuklar için hazırlanmış koltuklarda ise Mustafa Ali ve Serkan Bey vardı. Ahmet Bey içeri girince önce Serkan Bey kalktı ayağa. İlk bakışta alaycı mı yoksa samimi mi olduğu belli olmayan bir gülümseme ile arkadaşını tebrik etti. Memur Mehmet ise açık bir şekilde alaycı olduğu anlaşılan bir ses tonu kullanarak
      “Çok kısa ve öz bir program oldu" dedi. Sözlerinin devamı ise tam bir iğnelemeydi. "Hızlı Kemalist arkadaşım benim, gel seni bir kucaklayayım" Onun ufak tefek bedeninin yerine Ahmet Oker'i kucaklayan Mustafa Aliydi. Ayaklarını yerden kesti.
      “Böyle bir törene ihtiyacımız vardı" dedi. İşletme yarı resmi statüde olduğu için bu tür kutlamalar kurumda pek yapılmazdı. Cumhuriyet bayramlarında ve kurtuluş günlerinde genellikle işletme müdürü tarafından protokol gereği temsil edilirlerdi. İşletmenin metal levhalardan yapılmış çelengi böyle günlerde Müdürüyle birlikte törenlere katılan Rıza baba tarafından Hükümet binasının önündeki Atatürk anıtına konulurdu. Ama bu kez Ahmet Beyin girişimleriyle İşletmenin önünde çalışanların bir bölümünün katıldığı alçakgönüllü bir tören yapılmıştı. Serkan Bey Mustafa Aliye dönerek
      “Söyle çayları artık" dedi. Cimriliği ile tanınan ama kendini cömert olarak tanıtan Mustafa Ali hemen itiraz etti
      “Niçin ben söylüyorum ki. Kimin odasındayız biz. Kimin makamına ziyarete geldik." Evet, oda Ahmet beyin odasıydı. Serkan ise Müdür yardımcısını savunmaya kararlıydı.
      “Adam siz gafiller için adam töreni düzenlesin ve sen onun kemiklerini kırmaya çalış. Sonra da O çayları söylesin de" kocaman göbeğini oynatarak gülüyordu. ”Yok öyle numara" Sonra da Ahmet beye dönerek “Sahi kuzum bu on kasım törenini yapmak nereden aklınıza geldi."
Ahmet bey hala kapı girişinde dikiliyordu. Kapının tam karşısındaki masasına geçti. Serkan beyde ona yakın olan bir sandalyeye oturdu. Arkadaşının sorusuna ne yanıt vereceğini bilemiyordu. Gerçek nedeni şu an söylese güleceklerdi. O yüzden biraz daha zaman kazanmak için masasının üzerindeki eşyaların yerlerini şöyle bir düzelti.
      “Yani yukarıdan mı emir geldi, yoksa Müdür bey mi bu şekilde buyurdu." Serkan Bey bir yandan soruyu unutmadığını ima ediyor diğer yandan da arkadaşına bir kaç ipucu vermeye çalışıyordu Odanın öbür ucundan ses geldi.
      “Yoksa koltuğu sağlamlaştırmak için yukarılara yağ mıydı?"
      “Şimdi kalbini kıracağım be adam." Müdür yardımcısı dişine göre birini bulmuştu. "Kime yağ çekeyim... Niçin yağ çekeyim" dedi. Mehmet Bayram da yerinden kalkarak yanlarına gelmişti. Demir tavında dövülür hesabı bulduğu müttefikle Müdür yardımcısına yüklenmeye devam ediyordu. "Şu anda yanımızda yabancı yok." Yine de odada kimsenin olmadığından emin olabilmek için göz ucuyla odaya bir kere daha baktı. -Sen ki teşkilatın evlerinde yetiştin, onlardan iyi bir terbiye aldın..." Serkan Bey araya girdi.
      “Şurada iki dakika saygı duruşu yaptık diye Cemaate ihanet mi etmiş oldu. Ya da sen partine ihanet mi ettin. Bırakın arkadaşlar bunları." Mustafa Alinin de odanın o köşesine gelmesiyle kare kurulmuş oldu.
      “Siyasete hazırlanıyor siyasete" dedi. Yılmazın getirdiği çaydan bir yudum daha içti Ahmet. Arkadaşları kendisine iyi yükleniyordu doğrusu. Bir çıkış bulması onları ikna etmesi gerekiyordu. Birlik Çırçır fabrikasında çalışan herkesin kendini iyi tanıdığını sanıyordu. Anlaşılan ya kendini yanlış tanıtmıştı yada hiç tanıtamamıştı. Durumu tekrar baştan anlatmak isteyince diğerleri hemen tepki gösterdiler
      Varlıklı sayılabilecek bir ailenin mirasını yiyen babanın çocuklarının en büyüğüydü Ahmet Oker. İki kız kardeşi vardı bir de erkek kardeşi. En büyük ağabey olarak gençliğinin neredeyse tamamını mirasyedi babayı frenlemek için tüketmişti. Kendini bilecek yaşlara geldiğinde tarlalar, dükkanlar çoktan satılmıştı. Elde kalanları babadan kaçırmaya çalışıyorlardı. Önce kumar sanılmıştı neden, sonra acaba başka kadın mı var sorusuna yanıt aranmaya başlanmıştı sülalece. Aradıkları yanıt ise doğrudan doğruya tembellikten kaynaklanan mirasyedilikti. Babaya çalışmak yerine aileden kalanları satıp yemek daha kolay geliyordu anlaşılan.
      Baba mirasyediydi ama öyle dışarıdan göründüğü gibi mülayim biri değildi. Başta Ahmet Oker olmak üzere bütün çocuklarının kişiliklerini etkileyecek kadar katı disipline sahipti. Aile içerisinde terör estirdiği bile oluyordu istekleri karşılanmadığında. İşte tanıyanları Ahmet beyin kendini aşırı dine yöneltmesinin temelinde bu etkenleri görüyordu.
      Babadan etkilenen sadece ağabey Ahmet değildi. Bir küçüğü olan kız kardeşi sarhoş biriyle evlenmişti. Kardeşinin evliliğini düşündükçe "babadan kaçış" olarak görmüştü. Küçük kız kardeşse babasını ve eniştesini tanıdıktan sonra kahretmiş bütün kısmetlerini geri çevirmişti. En küçük erkek kardeşse aralarında en sorunsuz görüneniydi. Öğretmen olmuş kendi mesleğinden biriyle mutlu bir evlilik yapmıştı. Halen Karadeniz de bir yerlerdeydiler, ancak yaz tatillerinde görüşebilmek imkanları oluyordu.
      Bir gün Ahmet beyin babası aniden vefat edince bütün sorunlar çözülmüştü. O yıllarda Ahmet Oker, Anadolu da bir yerlerde Ziraat fakültesinde okuyordu. Babası yatağında ölü bulunmuş, aşırı içkiden öldüğü söylenmişti. Onca maldan mülkten geriye oturdukları iki katlı kâgir evleri ve köylerinde, çok sapa kaldığı için babasının satamadığı dokuz on dekar bahçe kalmıştı. Bu bahçe Ahmet beyin gizli sığınağı durumundaydı. Ahmet Hoca konuşmayı seven biri olduğu için bütün bunları arkadaşlarına sayısız kereler, bıktırasıya kadar anlatmıştı. Ama anlattıklarının ciddiye alınmadığını şimdi daha iyi anlıyordu. "Hayatımı hep babamdan kalan izleri silmek için harcadım diyemezdi. "Babam yıllar önce ölmüş olmasına rağmen bir gölge gibi bizleri hala yönlendiriyor" diyemezdi.
      “Ben kimseye ihanet etmiş falan değilim" dedi. Sesi sinirli gibiydi. "Üstelik teknik olarak ben onlardan biri değilim. Onlar özlerini unuttular, kelimenin tam anlamıyla kapitalist oldular. Burada benim yapmaya çalıştığım mütevazı bir törendi. Kimseye de 'eyvallah' edecek durumum yok" dedi. Bir kaç saniye durdu, sinirle ağzından kırıcı bir şeyler kaçırıp kaçırmadığını düşündü. "Benim ne o cemaatle ne şu partiyle ilişkim yok. Cemaatim ailem, partim ise fabrika..." Sözleri, sözlerinden daha çok ses tonu etkisini göstermişti. Odayı kaplayan derin sessizliği Katalizör Serkan beyin sözleri bozdu.
      “Takma kafana Ahmet Bey" İşi şakaya çevirmeye çalıştı "Onlar seni kıskanıyorlar" dedi eliyle diğer ikisini kastederek. Memur bu sözün altında kalmazdı. Tam konuşmaya niyetleniyordu ki sırtı Ahmet beyin masasına dönük olan "katalizör" elini dudaklarının üzerine götürdü. Mehmet, bir kez daha konuşmayı denedi ama Serkan yanına gelip elleriyle susturmaya çalışıyordu. Tekrar geriye Ahmet beye dönüp
      “Akılarınca şaka yapmaya çalışıyorlardı" dedi. İzmir’de görev yaptığı yıllarda bir arkadaşı takmıştı Serkan Güler’e "katalizör" adını. Aynı gün söyleyivermişti arkadaşı "katalizör ün ne anlama geldiğini. "Kendileri hiç bir değişmeye uğramadan başka cisimlerin birleşmeleri üzerinde etki yapan nesneler" demişti elinde sözlük tanımlama yaparken arkadaşı. Bilgiççe "ben adını verdim Tanrıda yaşını versin" diye eklemişti. Yaradılışından gelerek yaptığı arabuluculuk işinin adını o gün öğrenmiş o günden sonrada daha bilinçli ve severek yapmıştı. Katalizör kelimesini şaka dahilinde kullanarak. İkinci müdür Serken beyin çabalarını anlıyordu. Konunun değiştirilmesi gerektiğini düşünüyorken söze tekrar başladı.
      “Ne dersiniz pazar günü balığa gidebilecek miyim?" dedi. Sözü ortayaydı ama Memur Mehmet Bayram atıldı.
      “İnsan bu kuş misali, nereden nereye; bu gün burada tören yapıyor, yarın balığa gitmeyi düşünüyor." Serkan Bey ters ters baktı.
      “Kusura bakma Bayram ama ağzın durmuyor. Ağzın dursa başka bir yerin konuşacak" demişti ki yanıt gülerek geldi.
      “Tamam tamam sustum." Gülmesi tüm uyarılara rağmen yine bildiğini okuyan inatçı çocukların gülmesiydi.
      “Sen de balıklarla yemişsin kafayı be müdür bey." Bu kere konuşan Ziraat teknisyeniydi. Katalizör tam birini halletmişti ki diğeri başlamıştı konuşmaya.
     “Yani demek istiyorum ki balıklardan daha faydalı uğraşılar bulabilirsin kendine." Bir an durdu, düşündü. "Yıllardır vermesi için yalvardığım Allah'ım sana bana verilmeyen altın toptan sana iki tane vermiş. Onlarla ilgilensene" Sesinde gizli bir imrenme, belki de kıskanma vardı. "Yani haddim olmayarak diyorum." İleri mi gittim acaba diye düşündü. Ahmet Bey şimdi herkesin yetki ve sorumluluklarını bildiren kısa bir konuşma yapabilirdi. "Üzerime vazife değil ama" diyerek bir önceki cümlesine destek vermeye çalıştı. Çünkü biliyordu ki yaşça kendinden büyük ve eski bir imam olması nedeniyle Memur Mehmet’e yüklenemeyen Ahmet Bey kendisine dilediğini söyleyebiliyordu.
      “İnşallah Cenab-ı Rabbül Alemin sana da verir" diyerek dua etti Zıraat mühendisi. Tehlike geçti diye belli belirsiz bir "Ohh" çekti Mustafa Ali. İçinden geçenlerin temiz kalple söylediklerinin yanlış anlaşılmasından korkmuştu. Çocuk özlemiyle yanıp tutuştuklarını söyleyememişti. Hoş bunu bütün arkadaşları biliyordu ya vermiyordu Tanrı. Bir çocuğu esirgemişti onlardan. Aileler veya eş-dost sorduğunda "daha erken" yada "henüz çocukla ilgilenebilecek durumda değiliz" şeklinde savuşturuyorlardı. Sonradan gizlice bir doktora gittiler.
      Doktorun tanısı Latince adı söylenmesi güç bir hastalıktı. "Sperm eksikliği" diye tanımlamıştı doktorları." Sadece sizde değil pek çok evli çift aynı sorunu yaşıyor" diyerek teselli etmeye çalışmıştı. İş tedavi konusuna geldiğinde minare artık kılıflara sığmaz olmuştu. Zamanla Mustafa Ali de kabullenmişti hastalığını. Bu yüzden bir evlat sözü akan suları durdurmaya yetiyordu.
      Mini tören ve törenin ardından yapılan kutlama töreni bitmişti. Odadaki gerginlik tatlıya bağlanmış gibi görünürken olayı bitirmenin zamanı gelmişti. Ve bu gayri resmi görev yine Eksper Serkan beye düşmüştü. Ahmet Oker’in yanına vardı.
      “Tüm içtenliğimle söylüyorum sade ama güzel bir törendi" dedi. Diğerlerine dönüp. “Hadi arkadaşlar müdür bey görevlerimizi bize anımsatmadan biz anımsayalım" dedi. Ama yine de huylu huyundan vazgeçmedi, Mehmet Bayram kinayi konuşmadan odadan ayrılamadı. 
   “Ahmet bey çaya teşekkür ederiz, ayrıca benzer töreni Çanakkale zaferinde de bekleriz" dedi. Serkan Beyin yüzüne kızgın bakmasına aldırmadan odadan alaycı gülücükler dağıtarak çıktı.


      Yaşlı kadın avazı çıktığı kadar bağırıyordu. “Kesin şamatayı. Birazdan babanız gelecek o zaman göstereceğim sizlere dünyanın kaç bucak olduğunu. "Salonun ortasında boğuşan iki çocuk bu tehditten pek etkilenmişe benzemiyordu. Aksine çığlıklar artıyordu sanki. Bu kez de içeriden mutfaktan ses geldi.
      “Osman sen bari yapma. Sen abisin." Nafile. Çocuklar ellerinde ne olduğu anlaşılmayan bir bezi çekiştirmeye devam ediyorlardı. Mutfaktan gelen ses daha şiddetli duyuldu.
      “Getirmeyin beni yanınıza fena olacak" Salondan devrilen sehpa sesi duyulduktan bir kaç saniye sonra salon kapısında bir gölge belirince iki çocuk salonun iki ayrı köşesine kaçıştı. Ellerindeki bez orta yerde kalınca bir eşofman olduğu anlaşılmıştı.
      Salonun kapısında başındaki yazma eğreti bağlanmış ayağındaki şalvarla olduğundan çok kilolu görünen biri görünmüştü. Elinde oklavasıyla çocukların sağa sola kaçışmasını seyreden küçük halaydı; Yani küçük dev. Bu deyimi oğlu Osman Nuri bulmuştu ve halasını "küçük dev" diye çağırır olmuştu, özelliklede kızdırmak istediğinde. Kapıda bir heykel gibi dikilen hala sordu.
      “Dersler bitti mi?" Korkmaktan çok olayı bir eğlence olarak gören çocuk muzip bir şekilde gülümsedi.
      “Çoktaan."
      “Tekrar kontrol et. Mutfaktaki işim biter bitmez bakacağım" dedi ve geldiği gibi sessizce kayboldu. Bir taraftan söylenip diğer taraftan salatayı yapmaya çalışan hala duyduğu zil sesiyle bir oh çekti. Ağabeyi gelmişti. Küçük şeytanların hakkından ancak o gelebiliyordu. Gerçi abisinin çocuklara davranışı hoşuna gitmiyordu ama o minik canavarların başka türlü yola girecekleri de düşünülemezdi. Sert ve tavizsiz bir baba çocukların daha çok sevdiği hala demekti. Ahmet abisi daha evlenmeden uzun yıllar önce baba dayağından bıktığı günlerden birinde "bir gün evlenirsem ve çocuklarım olursa onlara bir fiske bile vurmayacağım" demişti. O zaman öyle demişti ama şimdi ikisi de biliyor ve kabul ediyordu ki dayaksız da olmuyor.
      Babaları kapıda göründüğünde çocuklar bir köşede kendi hallerinde görünüyorlardı. Biri tekerlekleri çoktan kırılan plastik kamyonuyla diğeri halasının yaptığı bez bebekle oynuyordu. Küçük hala içeri girdiğinde abisine hoş geldin "ahh dayak cennetten çıkmasın sen" demişti. Kapıda dikilen adam çocuklarının yine haşarılık yaptıklarını anlamıştı. Kısa bir hoş-beşten sonra kendini televizyonun karşısındaki çek yata atmıştı.
      Buraya kadar bir şey yoktu, yemeği önündeydi. Çamaşırı bulaşığı yıkanıyordu. Yemekten önce mini mahkeme kuruluyor çocukların eziyet edip etmedikleri konusunda şikayetler dinleniyordu. Ceza verilmesi yada dayak atılması gerekiyorsa bütün bu tatsız işler yemekten önce mutlaka hallediliyordu. Neyse ki bu akşam cuma akşamıydı. Ertesi gün izin günü olduğu için olaylara daha pembe bakabilirdi. Esas sorun gece herkesin yerlerine yatmasından sonrasındaydı.

      Yalnızda yatsa, yanında çocuklarının biri olsa da aynı kavga uykudan önce mutlaka yapılıyordu. Baş yastığa değdiği anda baba geliyordu aklına. Öncelikle ölüp gitmiş olan baba ile kavga ediyordu. Kocaman elleriyle suratında patlayan tokatlarda kaçmaya çalışıyordu zihninde. Sonrada "hayırsız" eş görünüyordu, karanlığın içerisinden. Çirkin değildi ama güzelde sayılmazdı. İlk günler iyilerdi, mutlulardı ama sonradan kadının huyu değişmişti. Geçinemeyeceklerini anlayınca anlaşarak ayrılmışlardı. Giderken çocuklarını vermemiş ama geriye kalan tüm birikimlerinide alıp götürmüştü. Eski eşi kaybolur kaybolmaz kardeşleri, çocukları, arkadaşları hepsi bir çeşit resmigeçit yaparlardı sorunlarıyla. İşte o yüzden Ahmet Bey bütün gün bir oraya bir buraya koşturur dururdu. Bütün işlere yetişmeye çalışırdı. Bedeni çalışsın, yorulsun ve fazla zihnini vicdanını meşgul etmeden uyuyabilsin diye.

      Yaklaşık bir aydan fazla bir süreden beridir zihninin meşguliyeti değişmişti. Şimdilerde yeni gelen güzel kızla kafasını yoruyordu. Çoğu zaman aradaki yaş farkının fazla olması aklına gelse de ister istemez o güzellik koskoca Ahmet Oker'i kendine çekiyordu. "Allah için güzel kız" diyordu kendi kendine. Yaklaşık bir buçuk aydır da her zaman gittiğinde daha sık çok daha sık gider olmuştu Muhasebeye. Bugünkü töreni de sırf bu yüzden yapmıştı. Evet Memur parçasının yada Mustafa Alinin söylediği doğruydu. "Göze girmeğe çalışıyordu ama müdürünün yada törene davet ettikleri halde gelmeyen yukarıların değil, Muhasebe şefinin gözüne girmeye çalışıyordu O delici bakışlarda bir yer edinebilmek için çalışıyordu. Muradına ermişti de, arkadaşlarının arkasından O' da tebrike gelmişti. Besim beyle birlikte gelmişti ama olsun gelmişti ya.
      Uzun bir tatile ihtiyacı olduğunu biliyordu. Eğer bir doktora gidebilseydi ya da doktor kendisi olup kendisine kendisi gibi bir hasta gelseydi "her şeyi olduğu gibi bırak ve uzun çok uzun bir tatile çık" derdi Kendisi tatile çıkmaya çoktan hazırdı ama tatilin yalnız başına çıkılırsa tatil olmayacağını da biliyordu. Şuan için böyle bir tatilde kendisine eşlik edecek tek kişinin Yüksel Hanım olduğunu biliyordu. Bir gün yeni gelen ve kendisine yüz vermeyen Muhasebe şefiyle tatile çıkabilecek miydi acaba???   
"İnsanlığın en büyük trajedilerinden biri ahlakın din tarafından ele geçirilmesidir." Sir Arthur Charles Clark

Çevrimdışı azizhayri

  • ***
  • 581
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: Anchilea - Kutsal Kalkan
« Yanıtla #12 : 02 Kasım 2015, 08:45:50 »
Azizhayri, eline diline sağlık...
Güzel bir kurgu olmuş, sürükleyici bir hikaye.
Beğendiğinize sevindim. Özellikle sürükleyici olmasını, okuyanı sıkmamasını istiyordum. Devam ettiğini söylemeye gerek yok sanırım...
"İnsanlığın en büyük trajedilerinden biri ahlakın din tarafından ele geçirilmesidir." Sir Arthur Charles Clark

Çevrimdışı Gunslingers

  • **
  • 83
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Anchilea - Kutsal Kalkan
« Yanıtla #13 : 02 Kasım 2015, 16:18:25 »
Elbette :)

Sabırla (yada sabırsızlıkla:)) devamını bekliyorum...
KA bir tekerlektir, daima döner...

Çevrimdışı azizhayri

  • ***
  • 581
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: Anchilea - Kutsal Kalkan
« Yanıtla #14 : 02 Kasım 2015, 17:21:12 »

                        B Ö L Ü M   O N

     “Şikayetçinin adı soyadı"
     “Kerim Balcı"
     “Baba adı ve soyadı"
     “Emin Balcı"
     “Anne adı ve soyadı"
     “Asiye Balcı"
     “Kızınızın adı ve soyadı
     “Emine Balcı"  Eski daktilonun başındaki onbaşı karşısında oturmakta olan gözü yaşlı aileye sorular soruyor aldığı yanıtları daktiloda yazıyordu. Daktilonun acemisi olduğu vuruşlarından belli oluyordu. Son soruyu onbaşının yerine astsubayı sordu.
     “Kaç yaşındaydı kızınız." Gözleri yaşlı baba yanıtladı
     “Yenice altıya girdiydi. Saçları eski zaman jönleri gibi şakaklarından kırarmaya başlamış astsubay daktilo başındaki onbaşıya döndü.

      “Elindeki nüfus kağıdına göre yaz. Onbaşı önce masa üzerinde bir şeyler arandı. Sonra bir süre arayıp bulduğu anlaşılan tuşa bastı.
      “Nüfus kağıdında altı okunuyor komutanım." Odanın dip tarafında masada oturan astsubay yüzünü tekrar karşılarında oturan köylü ailesine döndü.
   “Olayı anlatın hele." Eli yüzü kırış kırış olmuş yaşlı adam başladı anlatmaya.
      “Bütün gece aradık komutan bey" dedi. "Bulamadık, ne kendini ne de izini." Adamın yanı başında ki annesi, gözleri yaşlı, elinde mendille sürdürdü kocasının yarım bıraktığı konuşmayı.
      “Asfalta, hendeğe, koruluğa, harabelere her yere, her yere baktık" hıçkırmaktan konuşamaz hale gelmişti. Düete şimdi karşısında durduğu üniformalı adamdan dört beş yaş büyük olabilecek baba devam ediyordu.
      “Hiç bir yerde yok komutan bey, bu yüzden size geldik, oda devam edemedi. Her ne kadar etkilense de etkilenmemiş görünmeye çalışan jandarma astsubayı biraz sert tonda
      “Dışarı çıkın elinizi yüzünüzü yıkayın öyle dinleyeyim sizleri" dedi. Beş-on dakika sonra adam anlatmaya başlamıştı.
      “Bilirsiniz komutanım bizim işler hafifledi, tarlada pamuk kalmadı. Bende bu yüzden yıllardır yaptığımız gibi ava gittiydim. Sende biliyin ki yapacak başka bir iş olmayınca av kayfeden felan daha iyi oluyor. Dün akşamdan kararlaştırmıştık arkadaşlarla gitmeye." Durdu. Lafı uzattığını anlamıştı
      “Akşam ezanı okunmadan gelecektik ama yatsı okunuyordu geldiğimizde. Dışarının lambası yanıyordu sokağa girdiğimde. Hatta kızdıydım gereksiz çok yakıyorsunuz diye. Yani kör oğluna kızıyordum diyom. Eve yaklaştığımda hanımı ve konu komşuyu kapının önünde bekleşir bulunca anladıydım ters bir şeyler olduğunu. "Karşısında duran astsubayın bakışlarını görünce bir an sustu. Ne diyeceğini unutmuş gibiydi. Astsubaysa adamın bir an önce konuya gelmesini bekliyordu.
      “Önce trafik kazası sandım. Hani sokağın alt başına çocuklar inerler gündüzleri. Caddeye çıkarlar. Bilirsin yabancı araçlar köy içinden geçerken hızlarını azaltmazlar ya. Bizim çocuklardan birine çarptı sanmıştım." Jandarma adamın sözünü kesti.
      “Adam ben sana olayı anlat dedim sen bana köyünüzün trafik derdini anlatıyorsun" dedi. Gözleri yaşlı köylü “Ama... Ama..."sözünün devamını getiremedi. Astsubay bu defa kadına dönerek
      “Sen anlat bacım" dedi. Kadın adamdan bir hayli küçük yaştaydı, yüzüne bakınca anlardınız. Yine de yüzündeki çizgiler şehirde yaşayan akranlarından çok yaşlı görünmesine neden oluyordu. Kendi kendine konuşuyormuş gibi anlatmaya başladı. "Her ana her insan çocuklarını sever. Hepsini sever ama küçük çocuklar daha bir sevilir" dedi. Astsubay kadının da sözü uzatacağını anlamıştı. Bir sigara yaktı ve olayı sonuna kadar sabırla dinlemeye karar verdi.
      “Babası da ben de Eminemizi çok severdik. Hatta babası bir gün -babası derken başıyla yanında oturan kocasını işaret etmişti- ananın adı da Emine diye çok seviyon demişti. Bu aşırı sevgi yüzünden diğerlerinden daha şımarık yetişti. Söz dinlemezdi ama çokta akıllıydı." Durdu, kızının hasletlerini sayarken gözleri yaşarmıştı. Elindeki buruşuk mendille gözlerini, burnunu sildi.
     “Babanız gelesiye kadar bahçede eylenin demiştim. Bir iki dakika sonra büyük kızım mutfağa yanıma geldi. 'Emine babamı yolda bekleyecekmiş' dedi. Git kardeşinle ilgilen dediydim ablasına. Ama o dersimi yapacağım diye tutturmuştu. Sonra yemeği kocam gelmeden yetiştireyim diye elimdekileri bırakamadım." Kadın tekrar ağlamaya başladı. Bu defa hıçkırarak ağlıyordu.
      “Yavrumu, Emine mi bir daha göremedik" dedi. Kocası karısına ağlamaması gerektiğini söyleyip duruyordu. Bir yandan da karısının yarım bıraktığı konuşmayı sürdürmeye çalışıyordu. “Konu komşu hep toplandık. Yarımız batıya Yenikaleye doğru diğer yarımız doğuya doğru yol boyunu hep aradık. Gece yarısına doğru arayanlar dağılmaya başladılar. O zaman size söylemenin vaktinin geldiğini anlamıştık" dedi. Uzun süredir anlatılanları dinleyen daktilo başındaki onbaşı söze girdi.
      “Daha önceden niye gelmediniz?"
      “Bir yerde bir kenarda uyuyup kalmıştır" diye düşündüydük.  "Sizi rahatsız etmek istemediydik diye sürdürdü konuşmasını. Bu defa karı koca ikisi birden ağlaşmaya başladı.
     “Ne olursunuz komutanım bulun yavrumuzu." Bir süre daha ağlamalar sızlanmalar devam etti. O zaman zarfında odadakiler onbaşının yazdıklarını bitirmesini beklediler. Beş dakika sonra ise astsubay kıdemli çavuş, onbaşısının yazdıklarını yüksek sesle okuyordu. “İmzalayın" diyerek karşısında oturan karıkocaya uzattı.
      “İmzalamadan önce bir defa okuyun isterseniz" dedi hala daktilo başında oturan onbaşı. Adamında kadınında ellerindeki ifadeyi okuyabilecek kadar eğitimli olmadıklarını biliyordu. Karıkoca  "size güvenmeyeceğiz de kime güveneceğiz" gibisinden gönül alıcı sözler söylemeye çalışarak imzaladılar metni. Adam başıyla karısına "hadi" der gibi işaret verdi. İşlerinin bittiğini düşünüyor olmalıydılar. “Bize müsaade" demişti ki astsubay oturmalarını işaret etti. Onbaşıya dönüp
      “Bize kantinden üç çay getir" dedi. Asker dışarı çıktıktan sonra boş olan tahta sandalyeyi karı kocanın yanına çekti oturdu "Şüphelendiğiniz birileri var mı? Kan davası yada son zamanlarda tartıştığınız, kavga ettiğiniz." Adamla kadın birbirlerinin yüzlerine baktılar.
      “Yok komutan bey. Bizler kan davası falan bilmeyiz, kocam Ödemiş’lidir, yörüklerden. yani, benim sülalemse Selaniklidir. Kimseylen bir düşmanlığımız yoktur bizim." Adam karısına bakakaldı, karısı bülbül kesilmişti sanki.
      “Karım doğru söyler" dedi. Eşinden daha az konuştu dedirtemezdi kimseye. Askerlikten kalma komutan korkusunu bir yana bırakmalıydı. “Herkesle dostuzdur biz. Şurada dalyan yönünde on altı dönüm yerim var, biraz da icarlarım. Geçinir gideriz." Kapı çalındı ve çalınmasıyla bir açıldı. Verilen topuk selamı içeri askerliği özümsemiş bir erin girdiğini ifade ediyordu. Rütbesi ve başında kepi yoktu. Çayları verdi içeri girdiğinde verdiği topuk selamının daha sükseli bir örneğini verip dışarı çıktı.
      Bir kaç dakika sonra komutan kapıdan karıkocayı yolcu ediyordu. “Yine de siz sizlere düşmanlık edeceğini beklediğiniz birilerini anımsarsanız benim haberim olsun. Biz hemen araştırmalara başlayacağız. Kızınızı sağ salim size teslim edeceğimizden emin olun."  Adam bu defa hiç konuşmadan sadece başını sallamakla yetindi. Traktöre binen çift üzgün bir şekilde karakoldan köylerine doğru yola koyuldu.

      Traktör köye doğru giderken jandarma karakolunun bir diğer odasında yazıcı onbaşı ile bir kaç arkadaşı konuşuyordu. İçeri çay getiren er deminden beri dışarı bakmaya çalışan çavuşa “Hadi Mehmet çavuş iyisin gene" dedi. Çavuş kafasını pencereden çevirmeden anlamadığını belirten bir yanıt verdi.
     “Efendim."
     “Bu gidenler var ya" arkasını yazıcı onbaşı getirdi. "Senin ileriki köyde beğendiğin bir kız vardı" Çavuş içeri döndü. "eeee" "Esmer uzun boylu örgülü saçlı" Çavuş onbaşının koluna girdi. “Gel kardeşim, gel hele oturalım şöyle" Odadaki tek masaya oturdular.
      “Boğazım da kuruduydu hani." Çavuş söyleneni anlamıştı Kapının aralığından dışarı doğru seslendi." Hasan Hüseyin bize çay getiriver tertip." Yanında oturan onbaşıya döndü.
      “Hadi arkadaş batı devriyesi nöbetinden yeni döndüm. Olanı biteni anlatıver." Jandarma karakolu civarın güvenliğinden sorumlu tek birimdi. Polat köyü ve Arı köyünün güvenliği bu karakoldan soruluyordu ama özellikle Polat köyü yakınlarındaki Miletos yıkıntılarından ve müzesinden sorumluydular. Bu nedenle karakolun en uyanık askerleri Miletos müzesinin bekçileri ile koordineli olarak Batı devriyesi dedikleri tel boyu nöbetini tutarlardı. Nöbet yeri uzak olduğu içinde altı saatlik devreler halinde tutulurdu nöbetler.

      Erhan onbaşı yakaladığı fırsatın farkındaydı. Mehmet çavuşun o kızın peşinde olduğunu biliyordu. Ne isterse istesin çavuşu yerine getirirdi. Çünkü gelen kişilerin büyük kızları olan liseli kıza Jandarma Çavuşu Mehmet Kuşlu aşıktı. Hatta gizlice buluşuyor olabileceklerinden bile kuşkulanıyordu.
      “Mehmet çavuşum bu iş bence çayla savuşturulmaz" dedi İzmitli çavuşunun ailesinin hali vakti yerindeydi. Biliyordu çünkü bütün yazışmalar elinin altında sayılırdı. Bu yüzden ilçede yemek ısmarlamak Mehmet Kuşluyu pek sarsmazdı. “Allah cezanı vermesin" dedi yüzüne gülerek." Beni yemekle mi korkutacaksın."  Bir an durdu düşündü.
      “Bu hafta sonu çarşı izni yaz ikimize yemek ısmarlayayım." Gözlerini kapattı. Sesli düşünür gibi "o kız benim için çok önemli. O'na soyadımı vermeyi düşünüyorum." Deyince Erhan onbaşı mırıldanır gibi eseflendi.
     “Keşke bir kot pantolon isteseydim" dedi.
      “Mehmet Kuşlu Kocaeli; Komutan şoförü ve karakol çavuşu" kısa künye istenildiğinde çavuş kendini bu şekilde tanıtıyordu. Lise mezunuydu, karakoldaki Karakol komutanından sonra eğitimi en yüksek kişiydi. Buna birde aileden gelen serbestliği de eklerseniz sosyal ilişkileri çok iyi birini tanımış olurdunuz. Yakışıklı sayılabilecek bir yüzü, bir askere göre uzun sayılabilecek dalgalı saçları vardı. Uzun boyu ile orantılı kilosu heybetli bir görünüş veriyordu. Asker ocağına ilk girdiğinde komando olarak ayrılmış, sonradan geçirdiği trafik kazası ortaya çıkınca bir çeşit sürgün olarak o karakola gelmişti. Geçen yıl Polat Jandarma karakoluna ilk geldiğinde ailesine onu daha iyi bir yere gönderilmesi için torpil arattırmıştı. Sonradan oraların turistik olduğunu anlayınca fikri değişmişti. Hele Nesrini gördükten sonra gitmemek için uğraştırmıştı ailesini.
      Nesrin de Allah için küçümsenecek biri değildi. Bir çiftçi kızıydı, üç kardeşin en büyükleri. İlk gördüğünüzde on sekiz on dokuz sanırdınız ama Nesrin henüz on altısındaydı İlçede merkez lisesinde ikinci sınıfta öğrenciydi. Çarşı iznini ilçeye inmeyip köyde -köy kahvesinde- değerlendirdiği bir gün görmüştü kızı. İlk göz göze gelişlerinde bir şeyler kıpırdanmıştı yüreciklerinde. Geldikleri aşama bakışmalardan ibaret olsa da ikisi de bu işin olacağına inanıyordu. İş sadece Memet’in tezkeresine kalıyor gibiydi.
      Polat Köyü karakolu küçük bir birlikti. Kazan mevcudu on sekizdi. İlçedeki Jandarma alayına bağlıydılar ama bağımsız bir birlik gibi hareket edebiliyorlardı, tabii mevzuat çerçevesinde. Dışarıda olduklarından askeri disiplin kuralları daha zayıfmış gibi görünse de İzzet Astsubay asker psikolojisini çok iyi bilen biriydi. Sorunsuz, resmi ve özel işler kendiliğinden yürüyordu. Hoş yapılacak pek bir işte yoktu. Karakoldaki en önemli görev Batı devriyesiydi. Açık araziye bakan özellikle eski kenti içine alan bölgenin devriyesiydi.
      Ayrıca, güvenliğin teşkili sıfatıyla köy düğünlerine de giderlerdi. Tahmin ettiğiniz gibi sadece kıdemli olanlar. Askerler köyün kızlarına bakıyor diye ara sıra köyün delikanlılarıyla sürtüşmeler yaşansa da araya giren köylüler tarafından çabucak yatıştırılıyordu. Mehmet çavuş hemen her düğüne Nesrin için giderdi "Koca İzmit'te böyle güzel kız görmedim derdi. Bir kere görüşebilmişlerdi Nesrinle. Bakkalın kapısında. "Askerliğim bitince seni isteteceğim" diyebilmişti yalnızca. Kız içinse bu kadarı bile yeterliydi.
      Erhan onbaşı olan biteni anlattı. Mehmet çavuş sevinsin mi üzülsün mü bilemiyordu? Yazıcı onbaşının getirdiği tutanağın bir örneğini de okuyunca olayı tam olarak kavradı. Az sonra komutanının odasında çıkıyordu. Küçük çaplı bir brifing yapmışlardı. Mutlaka kalması gereken görevlilerin dışındaki askerlerin tümü aramaya katılacaktı. Mehmet çavuş kimlerin gidip kimlerin kalması gerektiğini çabucak belirledi. Kısa bir zaman sonra karakol mevcudunun yarıdan fazlası köy yolundaydı. Yolda komutanı çocuktan ümitli olmadığını söylemişti.
      “Akşamın karanlığında köyden iyice uzaklaşmıştır" demişti. Belki de bir hendeğe düştü, boğuldu demişti. "Siz gözünüzü açın en ufak bir şeyi dahi gözden kaçırmayın" demeyi de unutmamıştı.
      Köye vardıklarında Köylülerden büyük bir bölümü de aramalara katıldı. Her kafadan bir ses çıkıyordu. Kimi; Gecenin karanlığında bir çukura düşmüş olabilir" derken kimi de şehirlilerin bu işi yapmış olabileceklerini" söylüyordu. Kaynak olarak ta gazete ve televizyon haberlerini gösteriyorlardı İzzet astsubay çocuğun anne ve babasına
      “Akşama kadar bir sonuç alırız" demişti. Daha sonra Mehmet çavuş ve Erhan onbaşı askerleri ve köylüleri iki guruba ayırıp köyün içinden geçen asfaltın iki yönüne doğru araştırmaya başlamışlardı. Eğer yol kenarından bir sonuç çıkmazsa o zaman içeriye yıkıntılara doğru arama çizgisini genişleteceklerdi.
      Köylüler asker disiplini içinde yolun iki yanına tek sıra halinde dizildiler. Aralarında üç dört metre mesafe vardı. Bir gurup köyün Yenikale çıkışından diğer gurup ilçe yönünden araştırmaya başladılar. Gecenin karanlığında altı yaşında bir bedeni taşıyan ayakların gidebileceğinden çok daha ilerilere gittiler ve aynı disiplin ile döndüler. Sonuç olumsuzdu.
      Aramaya katılanlar köy meydanında toplandılar. Buldukları her şeyi astsubayın masasının üzerine bıraktılar. Anahtarlıklar, düğmeler, çakmaklar, zincir parçaları ve daha çok çeşitli eşyalar vardı ama kayıp küçük kıza ait hiç bir şey yoktu. Akşamın karanlığı çöküyorken askerler birliklerine köylülerde evlerine dönüyorlardı umutsuzca.

      Mehmet çavuş komutanının odasına girdiğinde, İzzet astsubay Alay komutanına telefonda bilgi veriyordu. Eliyle içeri giren askerin beklemesini işaret etmişti. Çavuş gerisini geri çıkmış açık kapının dışında beklemeye başlamıştı. Astsubay İzzet sabah aldığı köylülerin ifadelerinden sonra alayı aramış, Alay komutanını bilgilendirmişti. Komutan basit bir çocuk kaybında neler yapması gerektiğini söylemişti.
      “Akşam çıkmadan tekrar ara gelişmeleri bildir" dediği için bu telefon ediliyordu. "Eğer yeterli adamın varsa gece de araştırmalara devam edin" demişti Alay komutanı. Bütün bu konuşmalardan içerideki Mehmet onbaşının duyduğu ise "Evet efendim, emredersiniz efendim" sözleri olmuştu. Telefon kapanınca İzzet astsubay dışarıya koridora doğru seslendi. Eliyle masasının önünü işaret etti.
      “Gel bakalım Mehmet Çavuş. Depocuyu bul, gerekli teçhizatı hazırla. Yanına da güvendiğin birkaç arkadaşını al. Araştırmaya çıkıyorsunuz." dedi. İzmitli delikanlının gözlerinin içi gülüyordu. “Emredersiniz komutanım." Askerini çok iyi tanıyan astsubay karşısındaki askerin gözlerinin niçin güldüğünü anlamıştı. “Kızın ailesinin gözüne girebilmen için bir fırsat sana" dedi. Çavuşun yüzü bir an kızardı, komutanı teselli etti
      “Hadi hadi bizde genç olduk. "Çavuş, topuk selamı verip dışarı çıkacaktı ki astsubayının sözleriyle durakladı.
      “Yanına alacaklarını açıkgözlerden seç. Neyle karşılaşacağınızı bilemeyiz" dedi. Elini telefona attı. Mırıldanır gibi.  "Hanımı da arayalım. Bu gece buralı gibiyiz."

      Mehmet çavuşun ekibi hazırdı, Erhan onbaşı, Haluk, Recai. Kendisiyle aynı devre göreve başlayan tertiplerinden seçmişti gurubunu. Mehmet işi ciddiye alıyordu, ne de olsa kayıp olan müstakbel baldızıydı. Diğerleri ise işin macerasındaydılar. Akşam içtimasından sonra yola koyuldular.
Gündüzün rüzgarın topladığı bulutlar akşama daha kasvetli bir hava veriyordu. Nizamiye kapısından çıktıklarında uzaktan köyün minaresinden yayılan akşam ezanı anca duyuluyordu ama gece olmuş gibiydi. Yola çıktıklarından sonra ilk konuşan Erhan onbaşı oldu.
      “Nereden başlıyoruz."
      “Farketmez" dedi Recai ama Haluk atıldı.
 


     “Bir kenarda oturalım da bir plan yapalım" Recai, elini parkasının yan cebine vurdu. “İşte benim planım burada" Elini vurduğu yerden metalik bir ses duyuldu. Mehmet çavuş atıldı, arkadaşının cebindeki teneke kutuyu çıkardı. Ya geri dön yada biranı şuralara bir yere bırak dönüşte alırsın" dedi. Recai arkadaşının sesinden tedirgin oldu.
      “Tamam tamam bırakıyorum diyebildi. Nizamiye yolunun üzerindeki bir ağacın dibine özenle bıraktı. “Ağacımı unutmayın haa..." Sesinde hayal kırıklığı var gibiydi.

      Önce Amfi tiyatroyu dolaştılar. Basamakları, boşlukları, dehlizleri aradılar. Eski agoranın her yanına dikkatlice baktılar. Yanıp sönen el feneri ışıkları uzaktan bakıldığında ateş böcekleri gibi görünüyordu. Halen kazı çalışmaları yapıldığı için halka kapalı olan yerleri de aramışlardı. Ne de olsa o yerlerin anahtarlarının birer örneği karakollarında da bulunuyordu. Aradıkları şeyin bu taraflarda olamayacağına kanaat ettiklerinde ileriye doğru yürümeye başladılar.
      Yüzlerce yıl önce insanların yaşadığı bu kenti zaman örtmüştü. Yağmurlar, tozlar, çamurlar pek çok cadde ve sokağını gizlemişti insanlardan. Bilimin ve ticaretin antik çağdaki en önemli kenti, şimdi en az kendi kadar eski tozun ve toprağın altında uyuyordu. Yıkıntıların bir iki kilometre ötesinde akan ırmak bu liman kentini kırsalın ortasında kalmaya mahkum etmişti. Mehmet çavuş ve arkadaşları bu kent kalıntısının her binasını her taşını araştırıyorlardı. Vaktin epey geç olduğunu tahmin ettiklerinde Recai
     “Dönelim artık" deyince neredeyse koro halinde  "Yolu biliyorsun" yanıtını almıştı. Anlaşılan bir iz, bir işaret bulunmadan geri dönmek yoktu. İlk damlaların düştüğünü Haluk hissetti. Bir kaç metre solunda yürüyen Erhan onbaşıya söylediğinde
      “Herhangi bir noktayı atlamadığımızdan emin olmalıyız, biraz daha arayalım" demişti. Karakoldan bir hayli uzaklaşmışlardı. Eğer yağmura yakalanırlarsa iliklerine kadar ıslanmadan geri dönemezlerdi. Yine de ellerindeki fenerlerle araştırmaya devam ediyorlardı. Bu defa Erhan onbaşı Mehmet çavuşun yanına yanaştı.
      “İlerideki Faustina hamamından sonra geniş bir yay çizip dönelim istersen" dedi. Çavuş bakışlarını bir noktaya dikmiş bir halde kafasını sallamakla yetindi. Bir kaç saniye sonra ise arkadaşlarına dönüp, İkişer kişilik iki gurup oluşturalım" dedi. "Ben ve Erhan ileriye meydanlığa kadar gideceğiz." Diğer ikisine döndü, Haluk ve Recai siz ikinizde aşağı patikayı araştırın Yolun her iki tarafına bakınarak karargaha dönün. " Birden aklına gelmiş gibi ekledi.
      “Hangi ağaç olduğunu unutmadın değil mi Recai." Kahkahaları gecenin soğuk karanlığında yankılandı. El feneri ışıklarının ikisi guruptan ayrıldı. Bulundukları yükseklikten yola doğru inmeye başladı. Diğer ikisiyse yollarına devam etti. Bir iki dakika sonra iyice aşağılarda kalan ve yan yana görünen iki ışık huzmesine Mehmet çavuş eğitimli gür sesiyle bağırdı. “Yan yana değil, yolun iki yarısı araştırarak ilerleyin. Fener ışıkları birbirinden ayrıldı. Mehmet Çavuş yanında yürüyen arkadaşına döndü.
      “Ne yöndeydi şu bilmem ne hamamı." Onbaşı güldü "Faustina" Fi tarihinde bir Roma imparatoriçesi adına yapılmış olan hamam "Faustina Hamamı." Zaten yüksek sayılabilecek arazinin biraz daha yükseldiği yolun ilerisini gösterdi.
      “Mehmet şu ilerideki yükseltiyi görüyor musun, Karanlıkta da olsa görmemek mümkün değildi. "Aradığımız hamam o tepenin arkasında ki düzlükte. Onbaşı tepeye vardıklarında anlatmaya devam ediyordu.
      “Şu üzerinde yürüdüğümüz tepe var ya aslında bir ada." Gündüz söyleseydi arkadaşının şaşkınlığını yüzünde rahatlıkla okuyabilirdi. Eliyle güneyi göstererek "ileride yavaş yavaş akan ırmak doldurmadan önce buralar Ege denizinin uzantısı durumundaki körfezmiş. Yüzyıllarca taşkınlarla getirdiği mille, alüvyonlarla deniz dolunca buralar kırsalın ortasında kalmış." Mehmet arkadaşının bilgisine hayret etmişti.

      “Bütün bunları nereden biliyorsun" deyince Erhan onbaşıda gizli bir öğünmeyle yanıt verdi. "Tahsilimiz lise bir terk olsa da neyi nereden öğrenebileceğimizi biliyoruz çok şükür." dedi. Arkadaşının sessizliğini gülmesiyle bozdu. “Kütüphaneden Mehmet çavuşum. İlçe kütüphanesinden." Adaya daha doğrusu adadan geriye kalmış olan tepeye varmışlardı. Erhan eliyle geldikleri yönün karşısını göstererek
      “Şu koca karaltıyı görüyor musun" dedi. Eliyle gösterdiği yönde dev gibi bir gölge yükseliyordu. “Bu civarın en yüksek belki de en yaşlı ağacı, bir çam ağacı." Arkadaşının bir şey sormasına gerek kalmadan gene açıklama gereği duydu. "Bende bu antik çağ tarihi merakı eskiden beri vardı. Kitaplarda okuduklarımı burada görmeye başlamak ilk zamanlar çok şaşırttı beni. Üstelik buralar kaytarmak, arazi olmak için bire bir" dedi. Mehmet niçin aradığı zaman onbaşıyı bulamadığını şimdi daha iyi anlıyordu. Yavaşça tepeden inmeye başladılar. Heyula gibi arazinin ortasında dikilen gölge yaklaştıkça ağaca benzemeye başlamıştı. Erhan onbaşının söylediği gibi bir çam ağacı olduğuna kanaat edince, ağacın dibine varmışlardı. Yağmur şiddetini arttırmıştı, her iki askerde kapüşonlarını çekmek zorunda kalmışlardı. Onbaşı birden durdu, arkadaşının durduğunu gören Mehmet çavuşta durdu. Ne olduğunu sormak üzereyken Erhan onbaşı eliyle ağacın ötesini gösterdi. Ufukta saatlerce önce güneşin battığı yönde bir şimşek çaktı, şimşeğin bir anlık ışığında bir gölge fark ettiler. İki askerde oldukları yerde donmuş kalmışlardı.
      Bir iki saniye süren irkilmeden sonra gölgenin irice bir hayvan gölgesi olduğunu anlamışlardı. Mehmet çavuş elini, belindeki tabancaya attı, Erhan arkadaşının elini tuttu. Gölge İrice bir köpek büyüklüğündeydi. Bir an kurt zannettiler ama kurt buralarda olamazdı. Belki bir çakal belki de bir domuzdu. İkisi birden fenerlerinin ışığını gölgeye doğru tuttuklarında hayvan ışıktan ürkmüş kaçıyordu. Hayvanın kaçmasından cesaret alan iki arkadaş yerden aldıkları kaya parçalarını o yöne fırlattılar. Biraz bekledikten sonra artık iyice balçık halini alan toprakta kaymamak için azami dikkat göstererek hayvanın başından ayrıldığı gölgeye doğru yürüdüler.
      Tedirgindiler, elleri bellerinde taşıdıkları tabancalarındaydı. Erhan onbaşı fısıldar gibi “Acaba bir ikincisi var mı?" diye sordu. Sorunun gereksiz bir soru olduğunu biliyordu. Yaklaştıkları bir toplantı masası büyüklüğünde bir kaideydi. Ağacın altına kendine ait olmadığı belli olan iki eski mermer parçanın üzerine eğreti olarak konulmuştu. Asıl dikkat çeken ise kocaman mermer bloğun üstündeki kalıntılardı. Yağmura rağmen, üzerinde yanık izleri belli olan kemikler vardı. Sanki bir kurban kesilmiş, etleri sıyrılmış ve yakılmıştı. Geriye sadece kemikleri kalmış gibiydi. Hafif eğri duran masanın üzerindeki ince kanallardan akan kan, yağmur suyuyla birleşerek, masanın eğik ucunda yerde açık kırmızı renkli bir minik gölcük oluşturmuştu.
"İnsanlığın en büyük trajedilerinden biri ahlakın din tarafından ele geçirilmesidir." Sir Arthur Charles Clark