Kayıt Ol

Beluça Dağı ve Doğum Günü

Çevrimdışı night watcher

  • **
  • 52
  • Rom: 0
  • Wind in my hair, I feel part of everywhere.
    • Profili Görüntüle
Beluça Dağı ve Doğum Günü
« : 13 Kasım 2015, 21:36:45 »
BELUÇA DAĞI VE DOĞUM GÜNÜ


                      
S.S.C.B., 27 EKİM 1938

Türk Tarih Kurumu
Eski Türk Gelenekleri Araştırma Komisyonu’na

   Görevlendirildiğim üzere SSCB’nin Beluça Dağı çevresinde yaptığım araştırmaların detayları, sonuçları ve şahsi görüşlerim ekte mevcuttur. Araştırmalarımın sonucunda vardığım hakikatin ehemmiyetle aydınlığa kavuşturulması için gereken tüm duyarlılığın gösterilmesini arz ederim.

   Saygılarımla.   
                              
Araştırmacı/Tarihçi
                                     Cemil Bozkır


* * *


EK-1

ŞAHSİ ARAŞTIRMA NOTLARIM

28 Mayıs 1938

Ankara’da uzun uzadıya süren kurultayların nihayetinde, her ne kadar gizli de alınmış olsa, Sibirya’nın derinlerine ve oradan Altay’a bir araştırma gezisine çıkmak ve bu taze kokan tabiatta yol almak ne kadar ferahlatıcı! Ünlü araştırmacılar Hilarie de Barenton ve Dr. Krevic’in de işaret ettiği gibi, Beluça Dağı büyük cevaplar ve muhtemelen daha da büyük sorular saklıyor olabilir. Umarım, aradıklarımı bulabilir ve köklerimizin gizemine biraz da olsa ışık tutabilirim.



1 Temmuz 1938

Son günlerde, gitmek ve araştırmak istediğim yer ve konular yüzünden olsa gerek, görevliler sorun çıkartmaya başladı. S.S.C.B.’ye ayak basalı bir ay olmasına karşın, pek bir ipucu bulamadıysam da, iki gün önce büyük bir at sürüsü sahibi olan Çıngız adlı bir Türk’ten, eski inanışlarını yaşayan küçük bir Türk göçebe grubunun, ülkenin doğusunda hala ikamet ettiğini öğrendim. Bunu öğrendiğim gibi, ülke kütüphanelerinde vakit harcamayı bırakıp bütün eşyalarımı toplamaya başladım. Bir kaç gün içinde Novosibirsk’e varacağım. Orada daha güçlü ipuçları bulmayı umuyorum.


10 Temmuz 1938

Novosibirsk’de aradığımı maalesef bulamadım. Bir iki sarhoş Kırgız’ın, Beluça dağı’nda geçen Ergenekon destanını sayıklamalarını dinledim; orada hala eski geleneklerini sürdüren Türklerin kaldığını iddia ettiler. Günlerce yaptığım araştırma ve şehir civarında yaşayan yerli Türkler ile yaptığım konuşmalar sonuç vermeyince, tek umudum olan Beluça Dağı’na gitmeye karar verdim. Yardımcı olarak tuttuğum bir Kırgız olan Ular sayesinde çevre insanıyla olan iletişimim biraz kolaylaştıysa da,maalesef, yazın sıcağında bile güneye, Beluça Dağı eteklerine beni götürmek isteyen çıkmadı. Kendi başımıza gitmek zorundayız anlaşılan. Umudumu yitirmemek adına, bugün kendimi tarih ve efsaneler üzerine kafa yormaya adadım. Eski Türk efsaneleri ile ilgili bu civardaki hiçkimsenin bir fikri yok; ne yerli Kazaklar, ne de az sayıdaki Kırgızlar...


24 Temmuz 1938

   Uzun ve çileli bir yolculuk sonrası Kuçerla denilen küçük bir köye varmayı başardık. Yol boyunca rastladığım insanlara nereye gittiğimi söylediğimde beni şüpheyle süzdüler ve fazla konuşmak istemediler. Kuçerla’nın yerli halkı içine kapanıktı. Bu köyde fazla oyalanmak istemedim ve yoluma, yani güneye doğru yoluma devam ettim.
 Bugün, derin vadiler oluşturan akarsuların kenarından güç bela yol bularak, ilk kez göçebe Altaylılar ile karşılaştım. Giyimleri, bakışları ve konuşmaları adeta tarihin derinlerinden geliyordu. Atlarıyla yanıma geldiklerinde ister istemez bir korku yaşadım. Bana kımız olduğunu zannettiğim ama damağımda nane gibi bir ferahlık bırakan bir içecek ikram ettiler. Çadırlarına doğru ilerlerken, konuştukları dilin Türkçe’ye benzediğini gördüm. Farklı ve garip bir lehçeleri vardı, fakat uzun bir süredir aklımda olan bir hatıra terkar canlanmış gibiydi. Kısa süre içinde, karşılıklı bilgi alışverişi yapabilecek kadar konuşabildiğimi farkettim.


1 Ağustos 1938

   Uzun zaman alacağı söylenen hummalı bir hazırlık yapılıyor. Şaman ile Türklerin kökeni üzerine yapmak istediğim konuşmalar sonuçsuz kaldı. Şaman, sürekli trans halinde sayıklıyor, çevredeki insanlara Şaman’ı sorduğumda ise yaklaşan bir gün için enerjisini topladığını söylüyorlardı. Anladığım kadarıylar, bir bayram ya da dini bir gün kutlanacaktı. Kimse, ayrıntıları paylaşmamasına karşın, etrafta duyduğum fısıltılar beni endişeye sevketti. Belki beklediğim tarihsel bir şahitlik olmayacaktı bu. Çünkü fısıltılarda o günden “doğum günü” olarak bahsediliyordu; ki bu bana epey bir hayal kırıklığı yaşattı.


8 Ağustos 1938

   Yazdığım en son tarihten beri altı gün geçmesine şaşmamalı. Bu altı gün içerisinde neler olup bittiğini,hala derin derin nefes alarak ve uzun molalar vererek yazacağım, çünkü kafam hala bulanık ve karanlık yerler yeni yeni aydınlanmaya başlıyor.
Şaman’ın çadırına ilk kez girdiğimde içeride 3 kişinin oturduğunu gördüm. Yardımcım Ular çadıra alınmamıştı. Garip bir biçimde hem endişe, hem de merak hissediyordum. Çadırın duvarlarını süsleyen hayvan derilerine işlenmiş garip şekiller hemen ilgimi çekti. Yılanlar, kanatlı atlar ve diğer efsanevi yaratıklar, çok da ayrıntılı olmayan bir biçimde betimlenmişti. Şaman konuşmaya başladığında, etrafı incelemeyi bıraktım ve sözlere odaklandım. Çünkü, o önemli güne katılmam için bir yolculuğa gitmemi istiyorlardı. Görmek için gerekli kudrete sahip olup olmadığımı öğrenmeleri gerekliymiş. Anlamlandıramadığım bir korku hissetmeme rağmen, yardımcıma gerekli hazırlıkları yapmasını söylemek için Şaman’dan izin istedim. Gülerek karşılık verdiler ve bana bir tulum uzattılar. İçinde, çok keskin kokulu bir içecek vardı; hepsini içmemi istediler. Yolculuk gerçeğini o an anladıysam da, yoğun bir şekilde hazırlandıkları o özel doğum gününü görebilmek için herşeyi yapmaya hazırdım. Her ne kadar başlarda doğum gününe biraz şüpheyle yaklaştısam d,  şimdiye kadar hiçbir kitapta anlatılmayan kadim bir Altay geleneğini keşfetmek üzere olduğum için çok heyecanlıydım ve tulum içerisindeki içeceği bir dikişte bitirdim. Şaman’ın mırıltıları ve etrafa yayılan  değişik kokular eşliğinde gözlerim karardı.

   Bundan sonra anlatacağım rüyaların tamamen kendi bilincim tarafından oluşturulduğunu ve o garip sıvının gerçeklik duygumu zayıflattığını kabul etmemle beraber, gördüğüm her şeyi -çok net bir biçimde hatırlıyor olmam ve bu kadim ritüele tarihsel bir ışık tutması açısından- yazıya dökmeye karar verdim.

   Puslar içinde büyük, kocaman bir kale gördüğümde rüyada olduğumu anladım. Gördüğüm kale -ya da saray mı demeliyim- insan mimarisinin ulaşamayacağı bir büyüklükte yapılmıştı. Altın kaplama olduğu anlaşılan burçları parlayan güneşte ışıldıyor, insanın gözlerini kamaştırıyordu. Bu muazzam yapıya yürümeye başladığımda, kendi boyutumun ne kadar küçük olduğunu anladım. Derin bir vadinin bitimine yapılmış olan bu eseri, yeteneğim olsaydı resmetmek isterdim. Vadide ilerlerken, aniden sağ ve sol yamaçtan iki kocaman karaltının aşağıya doğru  süzüldüğünü gördüm. İnanılmaz bir hızda seyreden bu iki şekil, bana yaklaştıkça nefesim kesildi, ister istemez dizlerim titremeye başladı.

   Gölgeleri üzerime düşecek kadar yaklaştıklarında durdular. Bu iki yaratık, birer ejderhaydı. Fakat şu ana kadar gördüğüm hiçbir tasvire benzmemekteydiler. Aklıma Şaman’ın çadırında gördüğüm şekiller geldi ve kendimi bir rüyada olduğuma ikna etmeye çalıştım.

   İçlerinden birisi “kimizzz bizzz?” diye tısladı. Hemen cevap veremedim, şimdiye kadar öğrendiğim bütün mitolojik isimleri, tüm folklorik söylenceleri hatırlamaya çalıştım. Hiçbir isim aklıma gelmemesine rağmen, düşüncelerimin derinlerinden, yankılanarak gelen o iki kelimeyi söyleyiverdim.
   “Abra ve Yutpa” diye bağırdım avazım çıktığım kadar.

   “Biz koruyucuyuzzz. Yabancıları ezerizzz.” Diye tıslayarak üzerime eğildi diğeri. “Ben Abrayım, peki sen kimssssin?” diye sordu. Verilecek hiçbir cevabım yoktu. Bu kadar net ve gerçekçi bir rüya hiç görmemiştim. “Şaman gönderdi beni” diyebildim titreyerek. Bu dünyadışı varlıklar karşısında ister istemez dehşete kapılmıştım.

   “Doğum tekrar yaklaşıyor. Doğudan. Kim gelecek?” diye tısladı Abra.  Geri çekildiler ve doğuya döndüler. Yüksek dağların ardından parlayan güneş göz kırptı sanki. Yeryüzü gökten düşen yıldırımlarla aydınlanırken, gök gide karardı; maviden siyaha döndü. Sanki herşeyin üzerindeki gök, bir örtüymüşçesine kalkıverdi ve karanlık kapladı her yeri. Semruk hep gökteymiş de, ben düzgün bakamadığım için görememişim gibi bir his kapladı benliğimi. Gökyüzü sandığım mavi rengin, bir kuşun tüylerinden yayıldığını hayretler içerisinde gördüm. Kuşun iki başı vardı ve her yer karanlık olmasına rağmen, tüyleri hala mavi bir nur içinde parlıyordu. Kuşun boyutlarını tarif etmem imkansız; bütün toprak, gövdesinin büyüklüğü karşısında tir tir titriyordu.

   Abra ve Yutpa, saygı belirtircesine başlarını eğdiler. “Sssemruk!” diye tısladı Abra. “Gök kapısından indi.”

   Bu ismi duymuştum. Sadece Türk kültüründe değil, bir çok milletin efsanelerinde yer etmişti kendine. Birçok bayrağa, ülkeye ve kurumlara sembol olan ulu kartal. Güneş ile toprak arasındaki devasa kuş. Var olan bütün gücüyle, o ana kadar hiç böyle bir sesin çıkmasını hayal bile edemeyeceğim bir kuvvetle çığlık atıyordu. Etraftaki ağaçlar savruluyor, çimenler köklerinden kopuyordu. Başımı adeta patlamaması için iki elimle tutmuş, bu dehşet verici sesin geçmesini bekliyordum.

   “Koca Ssssemruk” diye söylendi Yutpa. “Kudret sssınavı” diye tısladı Abra. Göğe doğru baktığımda, karanlık dalgalanıyordu. Semruk’un sesinin etkileyemeyeceği hiç bir zaman ve mekan yok gibiydi. Kanatlarını çırpmaya başladı ve sustu. Hayatımda sessizliğin ne demek olduğunu o an daha iyi anlamıştım. Semruk kanatlarını çırptı, daha hızlı çırptı ve doğu’dan batıya doğru uçmaya başladı. Gök, karanlıktan tekrar maviye evrilirken, uçan devasa kuşun büyüklüğünün arz kadar olduğuna yemin edebilirdim.

   Ağzımdan sözcükler çıkmıyor, adeta kekeliyordum. Artık rüyadan uyanmak istiyor, aklımı kaçırmaktan korkuyordum. Acaba bu efsanevi yaratıkları görmemi sağlayan bilinçaltım mıydı? İçtiğim o keskin iksir miydi buna neden olan?

Korkuyla “sınavı geçtim mi?” diye sordum Abra’ya.

Tıslayarak Yutpa’ya döndü, bir süre bakıştılar ve “Markut bilecek” dedi sonunda Abra. Markut. Yabancı olamayacak kadar tanıdık, fakat tanıdık olamayacak kadar uzak bir isim. Uzun zaman önce, çocukluğumda gördüğüm bir rüyayı hatırlamak gibiydi; bölük pörçük.

Mavi göğün kuzeyinden bir karaltı geldi, bir kartaldı bu; fakat öyle bir kartal ki, kale duvarlarını bir pençesiyle paramparça edebilir, veya gagasıyla bir atı rahatlıkla taşıyabilirdi. Rüyamdan uyanmak için büyük bir istek duysam da, bütün bunları görmek, deneyim etmek benim için eşi bulunmaz bir durumdu. Kanatlarını hızlıca çırpıp yere konarken, büyük bir toz bulutu kapladı ortalığı. Abra, “sssür kartalı evine, kaybolmayassssın gece” dedi. Markut, huzursuzlukla beklerken, kuşu ürkütmemek için ihtiyatlı davranarak üzerine tırmanmaya çalıştım. Boynuna tutundum ve yükseldikçe hissettiğim serin rüzgar yüzüme vurmaya başlayınca gözlerimi kapadım.

Aradan asırlar geçmiş gibiydi ve Markut hala yol alıyordu. Güneşin battığını, tekrar doğduğunu ve tekrar battığını gördüm; defalarca. Hayatımda hiç görmediğim, belki de kimsenin daha önce keşfetmediği derin vadilerin ve dağların üzerinden uçtuk. Gümüş gibi parlayan akarsuların örümcek ağı gibi yayıldığı düzlükleri geçtik; büyük göllerin üzerindeki pusları yardık. Gece bastırdı ve kuzeyde parlayan yeşil ışıklar bize yoldaş oldu. Sonu gelmez bir beyaz örtü gibi serilmiş buzulları dolaştık. Ormanlar altımızda yeşil bir nehir gibi aktı gitti. Ve doğudan güneş tekrar yükselirken, Markut alçaldı, alçaldı ve yere kondu.

Toz bulutu durulduğunda Markut gitmiş; yerini Şaman’ın keskin gözleri almıştı. Yanında, çadırda gördüğüm başka bir adam ve yardımcım Ular da vardı. Şaman elini bana uzattı ve doğruldum. “eğer ki gece yere konsaydın, rüyada kalırdın, uyanmazdın, ölürdün” dedi. ‘Konmak’ kelimesini uyanış anlamında mı kullandı bilemeyeceğim, fakat çadırda rüyaya başlayıp bir kaç kilometre ötede nasıl uyanabilmiş olduğumu hala anlamış değilim.

“Zaman önce vaktinde, geldi bir yolcu. Görsün istedi Huma’yı,” dedi Şaman. “Düştü markut geceleyin, yolcu ile yere, yer titredi, ağaçlar devrildi. Tunguska der yabancılar oraya. Bir daha yolcu gelmedi.” Ve gülerek devam etti “Abra ile Yutpa’nın adını unutmamak gerek, unutursa biri ona hatırlatmak gerek!” O an anladım ki, o iki yaratığın ismini yardım olmadan kesinlikle hatırlayamazdım; ve kaybolan yolcu hikayesini duyduktan sonra eğer işler kötü gitseydi o gördüğüm “rüya” nasıl sonuçlanabilirdi, düşünmek bile istemiyorum.
Çadırlara geri döndüğümüzde, asıl şoku yaşadım. Ular’a günlüğüme yazmak için tarihi sorduğumda, Şaman’ın çadırına girip o garip iksiri içeli altı gün geçtiğini öğrendim.


   22 Ağustos 1938

   Günler birbirini kovalıyor ve ben, sürekli bahsedilen fakat ayrıntıları bir sır gibi saklanan “doğum günü”nü sabırsızlıkla bekliyorum.

   Dün, şaman ilk kez beni kutlamanın yapılacağı yere götürdü. Beluça dağının eteklerinde, daha da derinlere ilerledik ve derin vadilerin alçalıp birleştiği bir düzlüğe geldik. Düzlüğün ortasında, koca taşlardan bir yaklaşık iki yüz metre genişliğinde bir daire yapılmıştı ve dairenin ortasında, hala dumanı tüten büyük bir köz ve kül yığını vardı. Yığının yüksekliği otuz metreyi geçiyordu. Çadırlardan tören alanına gelen diğer gençler ise, burada hazırlık yapıyorlardı. Kimisi etraftaki tek tük fakat epey yaşlı olduğu belli olan ağaçlara çaputlar bağlıyor, kimisi ise dairenin yanıbaşında küçük ateşler yakıp kollarını yukarı kaldırarak dua ediyorlardı. “Zaman geldi, güneş batacak iki kere. Sonra doğacak kutlu olan; tekrar!” dedi Şaman. Sevinçten delirecek gibi oldum. Her ne kadar başlarda, “doğum günü” olayının basit bir ritüel olduğunu zannetsem de, zamanla bu güne ne kadar önem verildiğini, özellikle de bugün tören alanını görünce daha iyi anladım. Yarın buraya gelip geceyi tören alanında geçireceğimiz söylendi. Atlar ile gelen gençler yurt çadırlarını kuruyor.


23 Ağustos 1938

Şaman bugün, bana Doğum Günü’nün kurallarını anlattı; anlatınca biraz korktuğumu ifade etmeliyim. Şimdiye kadar duyduğum hiç bir eski Türk ritüeline benzemiyordu anlatılanlar. Kurallardan bazıları, Doğum günü başladığında herkesin gözüne çaput bağlaması, hiç bir yere bakmaması, ne duyarsa duysun bakmaması, Şaman’ın dediğine göre Tulparlar pek sesli kişnermiş. Tulparlar, zamanında yaptığım araştırmalara göre kanatları olan bir mitolojik bir at idi, fakat Tulparların bu doğum günü olayına katılması işlerin daha da garipleşmesine neden oldu.
“Ateşler yükselecek, ateşe bakma!”
Bu da başka bir uyarıydı.


20 Eylül 1938

 Günlüğüme yazdığım son yazı, neredeyse bir ay öncesine ait. Kuçerla kasabasına girip yana yakıla bir oda aramamdan ise on beş gün geçmiş. Kasaba halkı o dağda geçirdiğim günlerden sonra delirdiğime kesin gözüyle bakıyor olmalı. Benimle konuşurken gözlerime bakmaktan kaçınıyor, hatta bazıları benimle karşılaşmamak için yollarını değiştiriyor. Kendime gelmeli, sakinleşmeli ve bir an önce Novosibirsk’e, oradan da Moskova’ya dönmeliyim. Artık yaşadığım dehşetin gölgesi hafifliyor; fakat o gölgenin zayıflasa da beni hayatım boyunca bir hayalet gibi kovalayacağını adım gibi biliyorum. Geceleri bağırarak uyanıyor, bir süre olmayan şeyleri ellerimle savuşturmaya çalışıyorum.
Eğer Beluça Dağı’ndaki son günlerimde yaşadıklarım doğru ise, ki artık gerçekliği ve içinde yaşadığımız cehalet dolu dünyayı sorgular oldum; kurulu bütün bilimsel ve tarihsel gerçekliğin baştan sona imha edilmesi ve baştan yazılması gerekmektedir. Eğer o dağda yaşayacaklarımı bilseydim; bunu tüm kalbimle söylüyorum; o zincirin bir halkası olmamak için, eski gerçekliğime ve akıl sıhhatime kavuşabilmek için, bu hayatta bütün kalbimle sevdiğim mesleğimi gözümü kırpmadan bırakırdım. Yaşadıklarımdan ve gördüklerimden kimseye bahsetmemeyi, bu günlüğü de yakıp, komisyona başarısız olduğumu bile söylemeyi düşündüm. Fakat, bu vakitten sonra, özellikle kendi esenliğim için burada yaşananların herkes tarafından öğrenilmesi için elimden geleni yapacağım.

   İşte o gün yaşadıklarım, dehşetin gölgesinde titreyerek hatırladığım her şey, 24 ağustos sabahı, hava henüz karanlık iken uyandırılmamla başladı.

   Tören bölgesinde bulunan çadırdan çıktığımda, merkezdeki kül dairesinin etrafına sıralanmış ve gözü bağlanmış insanları gördüm; ki bu sessiz ve kelimenin tam anlamıyla garip görüntü bile afallamama yol açtı. Merkezdeki kor karanlıkta kırmızı kıvılcımlar saçıyordu. Bir genç elime bir deri kayış verdi ve gözüme bağlamamı istedi. Kesinlikle bakmamam konusunda da beni tekrar tekrar uyardı. Şaman’ın sakinleştirici duasını yanımda hissettim ve beni kolumdan tutup merkeze doğru götürdü. “Tulparlar gelecek, sakın bakma” dedi tekrar. Şaman’ın sesi uzaklaşırken, karanlıkta, yapayalnız kaldığımı hissettim. Sağımda ya da solumdaki kimseden çıt çıkmıyordu. Orada ne kadar durduğumu kestiremiyorum, fakat bana uzun gelen bir süreden sonra, kuzeyden gelen ani bir rüzgar bedenimi tokatlamaya ve iliklerime kadar üşümeme neden oldu. Bir yandan dişlerimin birbirine vurmasına engel olmaya çalışıyor, bir yandan da dışarıda neler olduğunu deli gibi merak ediyordum. Merkezdeki közden çatırdama sesleri duymaya ve yüzümde bir sıcaklık hissetmeye başladım. Köz tekrar canlanmış, alev alev yanıyordu; bunu bütün bedenim ve kulaklarımla hissediyor ve işitiyordum.

Çatırdayan köz sesleri arasından at kişnemeleri duymaya başladım. Fakat o kişnemeler o kadar uzaktan geliyordu ki, bir an sesleri bizzat kendimin uydurduğuna inandım. Kişneme sesleri kuvvetlendikçe, rüzgar da çoğaldı. Eğer merkezdeki alevin sıcaklığı olmasaydı donarak ölmem işten bile değildi. Rüzgarın şiddetinin artmasına karşılık alev de artıyor, sıcaklığı inanılmaz dereceye çıkıyordu.

Kişneme sesleri, belki de yüzlerce attan geliyordu ve etrafımızda dönüyordu. Ve beni dehşete düşüren, hatta dehşetin etkisiyle dizlerimin titreyip sarsılmama neden olan şey, ne kişnemelerin çokluğu ne de seslerinin yüksekliğiydi. Sesler, yukarıdan geliyordu. Adeta pike yapan kartallar misali sesleri bir yakınlaşıyor, bir uzaklaşıyordu. Ve sesler yaklaştıkça kanat seslerini de net bir şekilde duyabiliyordum. Şaman’ın ben uyurken tekrar bana bir iksir içirip içirmediğini merak ettim. Şaman’ın sözlerini dinlemem özellikle belirtilmişti fakat merakım git gide uyarıların önüne geçmeye başlamıştı.

Ellerimi gözüme bağlı olan kayışa götürdüm ve biraz araladım. Bunu kesinlikle hem merakım, hem de araştırmam için yapıyordum. Kayışı araladğım gibi gördüğüm alev kümesinin büyüklüğü gözlerimi kamaştırdı ve istemsizce gerilemeye başladım ve ayağım bir taşa takıldı. Yere yuvarlandığımda, kayış tamamen gözlerimden kaydı ve yerde uzanırken, gökyüzünde gördüğüm manzara karşısında ağlamaya başladım.
Binlerce Tulpar, merkezdeki alevin etrafında daireler çiziyordu. Bu manzaraya bir kaç saniye bakabildim çünkü Şaman birden bağırmaya ve üzerime yürümeye başladı. Gözleri kapalı olan herkes, görmeyen gözleriyle bana dönmüştü. Kuralları ihlal etmiştim ve orada artık istenmediğimin farkındaydım. Elindeki asasıyla üzerime koşan Şaman’dan korkup uzaklara doğru koşmaya başladım.

Birden kişnemeler ve ve közden çıkan sesler kesildi ve arkama durup arkama baktım. Yukarı doğru yükselen bir alev git gide büyüdü ve kanatlanarak uçmaya başladı. Neredeyse iki yüz metre genişliğe varan kanatlarını çırparak doğuya doğru uçarken, merkezdeki kalabalıktan “HUMA! HUMA!” sesleri yükselmeye başladı. Adeta bir kalp atışı gibi çıkıyordu bu ses. Aklımı kaybetmek üzereydim. Bir iksir etkisinde olup olmadığımı kontrol etmek için kendimi tokatlamaya başladım. O an Doğum Günü’nün ne olduğunu anlamıştım. Huma idi bu! Binlerce yıldır, onlarca kültürde anlatılan ve küllerinden doğan ulu kuş...  Geriye, merkeze doğru koşmaya başladım. Deli gibi bağırıyor, ellerimi merkezdeki insanlara sallayıp “Gördüm! Büyük kuş Huma’yı gördüm!” diye avazım çıktığı kadar bağırıyordum. Huma’nın saçtığı alevlerin aydınlığı git gide azalıp etrafı karanlık sarmaya başlarken başımı bir ağacın dalına vurduğumu hatırlıyorum.

Gözlerimi açtığımda güneş tepeye çoktan çıkmıştı. Alnımda bir yara vardı ve yürürken dengemi bulmakta zorlandım. Tören alanına döndüğümde gençlerin çadırları topladığını gördüm. Bana bakanlar yüzlerini çeviriyor, beni görmezden geliyorlardı. Merkeze ilerledim ve küllerin yerinde olmadığını gördüm. Çevredeki gençlere küllerden ve közlerden bahsettiğimde ise sadece bana gülmekle yetindiler. Ular’ın yanına koşup o gece neler olduğunu sordum. Hiç bir şey söylemedi. Artık geriye, şehre dönme zamanının geldiğini söyledi. Kendisi ise artık Beluça’da yaşayacakmış. Şaman’ı görüp yanına gittiğimde ise, yüzüme bile bakmadı. Elinde tuttuğu asasının üzerinde kan lekesi vardı. Ve ben o gece bir ağaca çarpmadığımı anladım.

O gün deneyim ettiğim şeyler, beni şimdiye kadar öğrendiğim ve doğru kabul ettiğim herşeyi sorgulamama neden oldu. Sorular, cevaplanacağı yerde daha büyük sorular doğurdu ve mantıklı açıklamalar yapamaz oldum.

Günlüğümü burada sonlandırıyorum. Araştırma sonuçlarımı yazıp bir an önce Ankara’ya postalamalıyım. Bu olaylardan sonra buraya büyük bir araştırma kafilesinin yollanmasını sağlamalıyım. Tarih kesinlikle bu olaylar sonrasında değişecektir. Umarım, yaşadığım dehşetin gölgesi, ileride dünyanın yararına bir netice ile sonuçlanır, ve ben bu sayede biraz huzur bulabilirim.

* * *


EK-2

BELUÇA DAĞI ARAŞTIRMA SONUÇLARI VE TAVSİYELERİ

S.S.C.B.’nin Çin sınırı yakınlarındaki Beluça Dağı’nda yaşayan ve hala tam anlamıyla gün yüzüne kavuşmamış gelenekleri devam ettiren bir Türk grubu bulunmaktadır. Ergenekon destanı’nın  da bu dağda yaşandığını göz önüne aldığımızda, bu çok önemli bir bulgudur.

Şimdiye kadar hiç bir tarihsel araştırmada adı geçmeyen “Doğum Günü” töreni bizzat tarafımdan gözlemlenmiş ve çığır açan bazı olaylara tanık olmama sebep olmuştur. Doğum günü töreni, efsanevi Huma kuşu’nun tekrar küllerinden canlandığı gün yapılır. Kadim ve unutulmuş olan bir ritüel gerçekleştirilir ve Huma, küllerinden tekrar doğar.

Mitolojide kanatlı at olarak betimlenen Tulpar atları, bizzat tarafımdan gözlemlenmiş olup, Doğum Günü törenine eşlik etmişlerdir.

Şaman’ın bir “test” için bana içirdiği iksir sonrasında, bu iksirin bana bazı görüntüler sunduğu doğrudur. Eski türk sırlarını simgeleyen ve altın burçları olan bir kaleyi koruyan iki devasa sürüngen Abra ve Yutpa ile konuşma imkanım oldu. Bunun yanında, gök kapısından indiği bana söylenen Semruk ile, beni günlerce üzerinde taşıyan ve diyar diyar gezdiren Markut’u da bizzat bu rüyalar sırasında gördüm. Her ne kadar bu efsanevi yaratıkları, bir iksirin tesirinde gördüğümü itiraf etsem de uyandığımda aradan altı gün geçtiğini ve iksir içirildiğim çadırdan kilometrelerce ötede uyandığımı , belirtmek isterim. Anlattıklarım mantık dışı gelse de, bu görüleri insan aklına deneyim ettiren iksir kesinlikle incelenmelidir.

Bu anlattıklarımın, geleneksel bilim yasalarına aykırı olduğunu teyit etmemle birlikte, bilim dünyasının hala karanlıkta kalan ve açıklanamayan bir yığın olayla dolu olduğunu bilginize sunarım.


Bu son derece önemli deneyimlerim neticesinde sizlerin yüce takdirine sunduğum bazı tavsiyeler ise şöyledir;
- Bilim adamları, basın ve tarihçilerin de katılımıyla oluşturulan geniş bir kafilenin Beluça Dağı’na gönderilmesi
- Bu kafile tarafından Beluça Dağı’nda ikamet eden Türk topluluğunun ve güneyindeki vadi merkezinde bulunan tören alanının araştırılması.
- Şaman’ın bana bahsettiği ve ekte gönderdiğim günlükte de yazılı olan Tunguska olayının resmi olarak komisyon gündemine alınması.
- Doğum günü geleneğinin, kadim Türk geleneklerinden biri olarak kabul edilmesi ve ilgili kitaplara ilave edilmesi.
   - Türk Dil Kurumu tarafından gerçekleştirilen Güneş Dili Kurultaylarında bulunmuş tüm tarihçi ve araştırmacıların bilgilendirilmesi.

* * *


22 KASIM 1938
ANKARA

TÜRK TARİH KURUMU BAŞKANLIĞI’NA

   Eski Türk Gelenekleri Araştırma Komisyonu üyemiz Araştırmacı Sayın Cemil Bozkır’ın belgeleri Moskova’dan elimize ulaşmış ve yapılan inceleme sonrasında, Komisyonumuzun belgeleri tarafınıza sunmamız kararlaştırılmıştır. Söz konusu belgeler Ek-1 ve Ek-2 olarak zarfta mevcuttur. Araştırma kapsamının mahiyeti ve içeriği konusunda, Sayın Cemil Bozkır’a verilecek yeni görevlendirme ve yönlendirmelerin, bizzat T.T.K. Başkanlığı tarafından yapılmasını ve araştırma notlarının Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne sunulmasını arz ederiz.

                        
E.T.G. ARAŞTIRMA KOMİSYONU

*  *  *

21 ARALIK 1938
ANKARA

ESKİ TÜRK GELENEKLERİ ARAŞTIRMA KOMİSYONU’NA

Komisyonunuz tarafından elimize ulaşan belgeler incelenmiş olup, bahsedilen belgelerdeki bulgu ve tavsiyelerin, bilimsel gerçeklerle örtüşmediği tespit edilmiştir. Ülkemizin Sanayii yatırımlarına yoğunlaşması sebebi ile, Araştırma ekiplerimizin ödenekleri kısıtlanmış, ve Eski Türk Gelenekleri Araştırmaları’nın süresiz olarak dondurulmasına karar verilmiştir. Şu an S.S.C.B.’de bulunan komisyon üyesi Sayın Cemil Bozkır tarafımızdan bilgilendirilecek olup, araştırma ve ulaşım masrafları tarafımız tarafından ödenecektir.

TÜRK TARİH KURUMU BAŞKANLIĞI
GENEL SEKRETERLİĞİ

* * *

22 ARALIK 1938

ANKARA


Sayın Cemil Bozkır;
Araştırmalarınızın ve gayretlerinizin takdirle karşılandığını belirtmekle birlikte, son günlerde ülkemizin sanayi ödeneklerinin arttırılması neticesinde kurumumuzun harcamaları kısıtlanmış ve şahsınızın da üyesi olduğu E.T.G.A. Komisyonu’nun süresiz dondurulmasına karar verilmiştir.

Geri dönüşünüz için gerekli olan tüm masraflar Moskova’daki Türk Büyükelçiliği tarafından karşılanacak olup, yeni atandığınız görevin Çankaya Devlet Kütüphanesi Memurluğu olduğunu bilginize sunarız.
Şimdiye kadar Türk Tarih Kurumu adına gösterdiğiniz üstün gayretler için ülkemiz adına müteşekkir olduğumuzu belirtiriz.

TÜRK TARİH KURUMU BAŞKANLIĞI
GENEL SEKRETERLİĞİ
In one of the days in this year is hidden your death anniversary.

The sun does not need you to believe in it to rise in the morning.