Kayıt Ol

Hayat Getiren

Çevrimdışı

  • *
  • 39
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Hayat Getiren
« : 21 Kasım 2015, 15:55:21 »
Tanıtım

İnsanoğlunun sahip olma arzusu sonsuzdur. Ele geçirdikleri, sahip olma arzusunu törpüleyeceği yerde, yangınları söndürmeye çalışan titrek yel gibi onu beceriksizce büyütür. Tatmin olma duygusu ise, kayıptır. Tanrı, insanoğlunun tamahkarlığından aşırıp aklına ilave ederek, yüreğinin dizginlerini ademoğluna vermiştir. Eğer insanoğlu onu derinliklerden çıkarabilir ise ne âlâ; o vakit bilgelik yüklü bir dinginliğe kavuşur. Aksi halde, sahip olma arzusu önüne çıkan her şeyi tüketmeden durmayacaktır. Daha çok güç, onu muhafaza etmek için hep daha fazlasını gerektirir. Ateş de böyledir. Gökyüzüne karşı, böbürlenerek sergilediği heybetli gösterileri muhafaza etmek istiyorsa durmaksızın beslenmelidir. Densizin biri odunları çalacak olursa ihtişamı sönecektir.

Tarih ve nesiller boyunca dingin bir bilgeliğe kavuşanlar, daima diğerlerine de bunu bulaştırmaya çabalamıştır. Teknolojinin azami sınırlarına ulaşmış insanoğlu, doğanın saf enerjisini bedeniyle kontrol etmeyi öğrenmiş, içine saklanmış gücü açığa çıkarmıştır. Zayıflıkları örtecek her yeni kabiliyet, güç çatışmalarını daha da körüklemiş, bir grup vicdan sahibi ise yıkımı tersine dönmek için güçlerini birleştirmeyi denemiştir.  Hayatı oluşturan tüm unsurlar tek bir merkezde toplanmış, daha önce eşi benzeri görülmemiş bir büyü yaratmıştır. İşte böyle başlar Hayat Getiren efsanesi...

Her şeyde olduğu gibi bir parça iyiliğe karşılık bir parça kötülük yükselmiştir. Sahi ne oldu da, beklentiler boşa çıktı?

Dipçe: İsimler, herhangi bir dile ait değildir. Çoğu anagram tekniği yardımıyla oluşturulmuştur. Türkçe isim kullanmamamın esas sebebi, hikayenin başlangıcının kendi gezegenimizde geçmiyor oluşundan. Hikaye dünyamıza sirayet ettiğinde kullanacağım karakter isimleri Türkçe olacaktır.

---------------------------------------------------------------------------------------------------------------

1.Bölüm(20 Yıl Önce)

Spoiler: Göster
Karanlığın kıskandığı, aydınlığın ise bayağı bulduğu bir alacakaranlık vardı. Aydınlık ışığın sahibesi, karanlık ise kölesiydi. Alacakaranlık, her şeyden birer parça almıştı. Biraz günah, biraz sevap; biraz iyilik, biraz ise kötülük… Yani tam da insanoğlu gibi, tüm kirlenmişlik ve arınmışlığıyla doğanın bütün zıtlıklarından sentezlenmiş bir varlık gibi kıskanılası bir havası vardı.

Dağın eteklerinde doğanın dinginliğini bozan ufak kıpırdanmalar vardı. Kuş bakışı bakıldığında, bunu yapanın sade renklerle bezenmiş kukuletalı iki adam olduğu anlaşılabiliyordu. Nitekim sık bitki örtüsünde, doğanın sessizliğini bozan şüphelileri görmenin en etkili yolu tepeden bakmaktı. Bir diğer yol ise, tartışmasız, gölgelerinin uzandığı yerden daha yakın olmaktı.

Bahar aylarında, yani doğanın tüm sevgisini ve cömertliğini sergilediği böylesine bir zamanda, kukuletalı elbiselerle dolaşmanın gereği, pekâlâ birilerinden gizlenmek ya da alacakaranlığın henüz yeşeren gizemine ayak uydurmaya çalışmak olabilirdi. Hangi sebeple olursa olsun bir parça kırışıklığı saklamak adına, alacakaranlık kadar başarılı olduğu aşikârdı.

Biraz uzakta, sanki çalılıklar yeterince rahatsız edilmemiş gibi, kukuletalı bir adam daha, tüm savrukluğuyla yürüyerek ilerliyordu. Üçüncü kişi elinde bir bebek taşıyordu. Ara sıra tökezlemesinden ve adımlarının uyumsuzluğundan anlaşıldığı üzere bir yere yetişmek için acele ediyordu.

Adamın dikkatsizliğinden rahatsız olan tek şey, hafif esen rüzgâra sırtını dayayıp yemyeşil yapraklarını titreten çalılar değildi. Etekteki mağara girişinin önünde duran kukuletalı adamlardan birisi kafasını sallayarak söylendi. Olabildiğince ağır konuşuyordu. Ödünç aldığı nefesi geri vermek hususunda fazlasıyla tutumluydu. “Vakitle ilgili pek derdimiz yok. Daha yavaş olabilirsin. Ufaklığı incitmek istemeyiz.”

Çalıların arasından gelen adam bunun üzerine yavaşladı. Daha dikkatli yürümeye özen gösterdi. En azından çalıların canını daha az acıtıyordu. Bu durum ağır konuşan adamı sevindirdiği kadar titreyen çalıları da sevindirmiş olmalıydı.

Henüz birkaç söz sarf etmiş olan adamın yanında dikilen kişi ise taştan yontulmuş bir heykel olmadığını belli etmek istermiş gibi mütemadiyen kımıldıyordu. Bebeği taşıyan adam iyice yaklaştıktan sonra boğuk sesli olanı yine söze girmeye yeltendi. Doğanın ve yanındaki adamın sessizliği göz önüne alındığında civardaki en geveze canlı oydu. Kuşlardan böceklere varana dek herkes son derece suskundu.

Suskunluğun; saygı, korku ya da dehşet gibi birbirinden farklı birçok sebebi olabilirdi. Lakin duyguları ve izleri oldukça iyi gizleyebilen bir ustaya, alacakaranlığa karşı zafer kazanıp, gerçek sebebi keşfetmek bir hayli zor görünüyordu.

“Umarım pek gürültülü olmamıştır.”

Bebeği taşıyan adam onu usulca yere bıraktı. “En az şimdi olduğu kadar sessizdi.”

“Özellikle hayati bir iş üstündeysek sessizliğin dozunu önemsediğimi iyi biliyorsun.”

Adam sadece evet anlamına gelecek şekilde başını salladı. Sessizliğin önemine henüz vurgu yapılmışken konuşmak yerine beden dilini kullanmasını yadırgamak yanlış olurdu. Nitekim uzun süredir yanında dikilen adamın da yaptıkları bundan fazlası değildi.

Yavaş konuşan adam eğilip bebeği kavradı. Eğilmek ve kalkmak konusunda, konuşkanlığında olduğu kadar tembel değildi, hatta fazlasıyla çevik bile sayılabilirdi. Hareketleri, nispeten genç biri olduğu gerçeğini alacakaranlıkta dahi ortaya koyabildiğine göre konuşmasındaki ağırsama başka bir sebepten kaynaklanıyor olmalıydı.

Adam yeni aldığı bir eşyayı tanımlamak istermiş gibi bebeğin tüm hatlarını inceliyordu. Nefes verirken gülecekmiş gibi kesik bir ses çıkardı. “Kraliyetin malını kullanırken kendilerine danışmam gerektiğini düşünen akılsızlardan zor kurtardık seni. Özellikle baban çok direndi.” Bebeği okşamaya ve elinde çevirmeye devam ediyordu. Birden hiddetlenir gibi oldu. Şimdilik duygularını belli eden tek şey kesik kesik gelen nefes verişinin içine sıkıştırılmış his kümeleriydi.

Yanındaki iki kişi ya konuşmaları onaylıyor ya da kayıtsızlıklarını koruyarak duruma eşlik ediyordu. Hiddet ve sevinç arasında gidip gelen dalgalanmalara müdahil olmamak konusunda hemfikir gibiydiler.

“Ne yazık ki kraliyet soyundan olanlar da yanılabiliyor. Baban onca yaşına rağmen çocuk sahibi olduğunda onun artık kralın, yani benim malım olduğunu hâlâ kavrayamamış. Bunun için babana daha fazla mı süre vermeliydik?” Biraz durduktan sonra kendi sorusunu kendisi yanıtladı. “Hayır, ufaklık. Bu haksızlık olurdu. Halkar’a yeterince tolerans tanıdık. Hatta herkesten daha fazlasını…”

Mağaranın girişinde çoğunlukla itinayla dizilmiş gibi duran taşlar vardı. Bazı yerlerde gelişigüzel araya sıkıştırılmış izlenimi verenler ise nizamı bozan birer isyancı gibi duruyordu. Girişteki mimarinin çarpıklığı insan elinden çıkmış izlenimi vermiyordu. Ancak düzenin içinde bir karmaşa, karmaşanın içerisinde ise biraz düzen vardı. Dolayısıyla üzerinde, bahis oynamaya değecek bir zemin hazırlamıştı.

Adam elindeki bebekle mağaraya doğru yöneldi. Diğerlerinin onu takip etmesi için herhangi bir işaret vermesine ya da imada bulunmasına gerek yoktu. Zira omurgasına bağlı bir kuyruk gibi uyum içerisinde onun adımlarını takip ediyorlardı.

Mağaranın nemli ve yosunlu zeminine ayak bastılar. Çok değil, birkaç metre ötede sağlı sollu iki tane karaltı duruyordu. Mağaranın soğuk sureti özellikle rüzgâr estiğinde oldukça ürkütücü olabiliyordu. Alacakaranlığın yerini karanlığa teslim etmeye başlamasından ötürü gözlerini biraz karanlığa alıştırmak zorunda kaldılar. Karaltıların birer beden olduğunun fark edilmesi çok uzun sürmedi. Muhtemelen daha iyi görebilmek için başlıklarını çıkarmışlardı.

Ağırsayarak konuşan adam bebeği tekrar getiren kişinin kollarına bıraktı. Taş bedenlere dokunmaya, parmaklarıyla yoklamaya başladı.“Nihayet buluşabildik.” Sağdaki heykelin elinde, iki tarafında koç boynuzuna benzeyen helezonlar halinde izler bulunan bir fener lambası vardı. Soldakinin elinde ise kalın ipe bağlı, sağ yukarıya hareketi yarım kalmış bir sarkaç vardı. Eşyalar da heykellerin uzantısı şeklinde donuktu. Muhtemelen gri taştan yapılmaydı. Her an hareket edeceklermiş gibi görünmeleri taştan yapıldıkları gerçeğini değiştirmiyordu.

Adam heykelleri baştan aşağıya incelerken elinde bebek tutmayan üçüncü kişi mağaranın daha içerilerine gidip, yanında yürümeye daha yeni güç yetirebildiği her halinden belli olan iki çocuk ve kucağında bir bebek ile döndü.

Yeni gelenler de en az çalılıkların içinden gelen bebek kadar kayıtsızdı. Bu halleri kudretli bir tılsımın esiri olduklarının ya da şaşırtıcı şekilde işbirliği kurmak konusunda istekli oluşlarının göstergesiydi. İlk ihtimalin daha kuvvetli ve akla yatkın olduğu su götürmezdi.

Zifiri karanlık, alacakaranlık gibi değildi. Tavırları ve ifadeleri gizlemekle yetinmiyor, tamamen üzerlerini örtüyordu. Yavaş konuşan adam dört tane bebeği bir arada görünce mutlu olmuştu. En azından, karanlığın hükmü geçerli iken böyle yorumlamakta bir sakınca yoktu.

Yavaş konuşan adam kollarını çemredi. Her ne yapmayı planlıyor ise olağandan daha aceleci olduğu her halinden belliydi. Derin derin nefes alıyor, gözlerini kapayıp açarak silkinip, titriyordu. Elleri yaldızlı bir parlaklıkla ışıldamaya başladı. Işığın şiddeti oldukça azdı ama titredikçe giderek artıyordu. Işık damarlarından akarak yavaş yavaş parmak uçlarına doğru toplanıyordu. Baş parmağını, serçe parmağından başlayarak sırayla işaret parmağında sonlanacak şekilde sürtüyordu. Bu hareketi seri şekilde yaptığında ışık parmağının ucundan da dışarıya taşıyordu.

Sağdaki heykelin boşta kalan eline doğru yanaştı. Parmak uçlarından akan sıvıyı damla damla olacak şekilde eline dökmeye başladı. Her damlada vücudundan bir şey eksiliyor, bir parçasını kaybediyor gibi daha şiddetle sarsılıyordu. Heykel çok geçmeden hareketlenmeye başladı. Parmakları kımıldamaya başladı. Hareketler yavaş ama istikrarlıydı. Karanlıkta fark edilecek kadar büyük bir kımıldama olmasa bile taştan parçaların birbirine sürtünme sesleri duyulabiliyordu.

Soldaki heykelin yanına vardığında, bebeklerin iki heykelin ortasına getirilmesini işaret etti. Beklendiği gibi itiraz etmeksizin ortaya geldiler. Aynı şeyler soldaki heykelin boştaki eline de uygulandı. Çok geçmeden o da kımıldanmaya başladı.

“Bunu bir kez daha yapmak için seneler beklememiz gerek. Hayatları tekrar çekilmeden önce acele etmeliyiz.” Sarkaç ve fener lambası sallanmaya başlamıştı. İçeride tarifi zor bir enerji dalgalar halinde yayılıyordu. Az önce tamamen taş olan heykeller an itibariyle tam olmasa da canlıydı.

Enerji dalgaları gittikçe ortada yoğunlaşıyordu. Bu yoğun enerji bombardımanı altında bebeklerin kayıtsızlığının yanına, muhakkak şaşkınlık ve tedirginlik eklenmiş olmalıydı. Nitekim bu büyük ve eşine az rastlanır büyü karşısında direnç gösterebilmek imkânsızdı. Heykeller iyice canlanıp boyunlarını kımıldatmaya başladıklarında bebekler yok olmanın eşiğine gelmişti. Bedenleri görünmezlikle varsanı arasında deviniyordu. Canlanan heykeller enerjilerini yitirdikçe tekrar taşlaşmaya başladı. Sarkaç ve fener lambası tamamen durduğunda bebekler çoktan yok olmuştu.

“Güle güle ölümsüzlük umutlarım… Görüşmek üzere.”
Onur Şahin

Çevrimdışı

  • *
  • 39
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Hayat Getiren
« Yanıtla #1 : 23 Kasım 2015, 20:22:29 »
2.Bölüm

Spoiler: Göster
Hayata dair tüm kıvılcımlar, sıradağların çevirdiği nispeten küçük sayılabilecek ovaya sıkışmıştı. Burası, yeşilin ve mavinin coşkusunun topraktan adeta taştığı bir yerdi. Ağırbaşlı, aldırmaz ağaçlar yaşamın bayrağını buraya açalı çok oluyordu. İnsanoğlunun şımarıklığını ve aymazlıklarını kendilerine yük edinecek olsalar kahrından kurur, çiçekler açmaz olurdu. İnsanoğlunun sapkın arzuları bugünlerde yine kabarmıştı. Dolayısıyla, doğanın umursamaz bilgeliğine her zamandan çok ihtiyaç vardı.

Kırmızıdan başka tüm renklerin dışlandığı bir andı. Ateşin, kanın, acının kırmızısıydı bu. Savaşın acımasızlığı güneşi de korkutmuş, kaçırmıştı. Sağanak yağmur isyan edercesine yeri dövüyor, amansız mücadele içinde kendine rol bulmaya çalışıyordu.

   Arvalar, o iri cüsselerine isabet eden büyülerle yere yığılıyor, adeta devrilen ağaçları andırıyorlardı. Hayatta kalanların ise ölülerinin çatırdayan kemiklerine aldırmadan üzerlerine basıp geçmekte bir sakınca görmediği açıktı. Bacaklarındaki kirpi dikeni benzeri irili ufaklı çıkıntılar adım attıkça yaylanıyordu. Karın derilerinin yerine sıkıştırılmış toprak ve ufak taşlardan oluşan birikintiler vardı. Gelişigüzel yerleşmiş olan taşlar, daha çok oraya sonradan tutturulmuş hissini uyandırıyordu.

   Arvalar, insanüstü nitelikler olmaksızın karşı koyulma cesareti gösterilebilecek türden canlılar değildi. Heybetli duruşları bile ikinci kez düşünmeye mahal vermeyecek cinstendi. Dolayısıyla donanımsız insanların iri bir arvayla karşılaştıktan sonra rotasını değiştirmeleri için oldukça haklı gerekçeleri vardı.

   Halkar sırt sırta duran iki arvaya bakarak bir şeyler fısıldadı. Dut ağacından yapılma bir adam boyundaki asadan ipek ağlar uzanarak iki arvayı da ayağından yakalayıp yere serdi. O kadar iri yapılı ve uzundular ki, her biri yere düştüğünde adeta ufak çaplı zelzeleler oluyordu. Boyları ortalama bir insan boyunun iki katı kadardı. Kulak yerine, sesi geniş açıyla toplayan yelpaze şeklinde uzantıları ve kulak yolundan uzanan dikensi çıkıntıların arasını kaplayan sert içbükey deri katlantıları vardı. Küt burunlarının yukarısında başlayan minik kırışıklıklar alından yukarı çıkıldıkça keçi yolunu andıran engebeli dağ geçitlerine dönüşüyordu. Abanoz rengi dalgalı ve kırışık vücut hatlarında, kel ve kurumuş çamur dolu kafalarında yer yer otlar bitmişti.

   Mücadelenin ritmi iki tarafın da bu çatışmalara uzun süredir aşina olduğunun göstergesiydi. Adımlar ve hareketler karşı tarafın zayıf yerlerine yönelik ve çabuktu. Arvaların akıl, Halkar’ın başını çektiği Hekarinlerin ise güç noksanlığı vardı. Doğada zayıflığa tahammül olmadığına göre, hayatta kalmak için zayıflıkların ayıbını örtecek güçte başka üst düzey yeteneklere ihtiyaç vardı.

Yağmur kendisine aldırış edilmediğini gördükçe öfkeleniyor olmalıydı. Kızıl toprak zeminde, çoktan minik derecikler oluşmuş, askerlerin ayaklarının arasından akıp gidiyordu. Yer yer gölleşen derecikler güçlerini birleştirip taşıyor, daha büyük olup aşağıdaki ovalara akıyordu.

   Hekarinler, arvaların sayıca üstünlüğüne rağmen kıvraklıkları ve zekâlarıyla onlara üstün gelmeyi başarmıştı. Hekarinler insanın doğa karşısındaki zayıflığını telafi edecek düzeyde büyü gücüne sahipti. Savaş Hekarinlerin lehine sonuçlanıyor gibi görünse de, ölen arvaların yerini çok geçmeden yenisi alıyor, sıradağ yamaçlarında yağmur damlaları kadar hızlı toplanıyorlardı.

   Yamaçlardan gürültülü bir ses geldi. Toprak bu kadar çok yağmuru bağrına basamamış, salıvermişti. “Kalan gücümüzü seli durdurmaya harcayamayız. Büyülerinizi harcarken tutumlu olun.” Halkar olanca gücüyle bağırmıştı. Eğer sele direnmeye kalkarlarsa, arvalar bunu fırsat bilir, büyü yapmakta olan Hekarinleri gürzleriyle çamura gömerdi. Bu yüzden sele teslim olup selin gücüyle ovaya sürüklenmenin en iyisi olduğunu düşünmüş olmalıydılar.

   Sel, kükreyen bir aslan misali beraberinde sürüklediği kütüklerle savaş alanındaki yerini aldı. Doğanın tüm kudretini arkasına almış olmanın verdiği şımarıklıkla, toprak üzerindeki her şeye meydan okuyordu. Hekarinler, Halkar’ın çağrısına kulak verip kendini suyun akışına bıraktı. Düşündükleri gibi oldu. Arvalar sürüklenmemek için toprağa tutundular. Lakin sel o kadar kuvvetli akıyordu ki, arvalardan birkaçını da topraktan sökmeyi başardı.

   Bulutların timsah gözyaşları dindi. Vardiyayı güneşe bıraktılar. Sel önüne ne bulduysa katmış ovaya dolmuştu. Geriye sadece büyük sele yetişmek için peşinden koşuşturan derecikler kalmıştı.

   Ortalamaya göre uzun sayılabilecek bir kadın kısa süren yıkımın ardından irkilerek uyandı. Suratına doğru seğiren kalın bir dal parçası uyanmasına yardımcı olmuştu. Yarı baygın şekilde çamura batmıştı. Kömür karası saçlarına yapışmış çamurları eliyle tarayarak yere attı. Suratını ivedilikle silip neredeyse ifadesiz gözleriyle çevresine bakındı.

   Etrafta ağaç parçalarından başka canlılık emaresi taşıyan hiçbir şey yoktu. Heronin saçındaki kaba ağırlığı büyük ölçüde temizledikten sonra sol avucunu aşağı doğru tuttu. Büyük bir pervaneninki kadar rüzgâr oluşturmuştu ancak çamur balçık kıvamına geldiği için dağıtmak çok güçtü. Üstünü başını biraz daha batırmaktan başka bir işe yaramadı. Omuz hizasına kadar yükselen asasındaki kurumaya başlamış çamuru da temizledi.

   Neredeyse dizine kadar çamura battığı için yürümekte zorlanıyor, seke seke ilerliyordu. Savaşta gücünün çoğunu kaybetmiş olsa da yürümeye devam etmesi gerekiyordu. Zihnini kalabalıklaştıran birbirinden kötü felaket senaryolarını kovmaya çalışırken biraz uzakta aniden parlayıp sönen bir şeyler gördü. Olanca gücüyle hızlandı. Arkadaşları arvaların saldırısına uğruyor olmalıydı.

   Büyü menzilinin dışında bir arva kalabalığı vardı. Asadan fırlayan büyü, kalabalığın içinden birini isabet almıştı. Kızıl saçları ve sağ omzundan dolanan örgüsüyle, Halkar’ı nerde görse tanırdı. Koşmayı sürdürürken yeni felaket senaryoları zihnini kemirmeye devam ediyordu.

   Belli belirsiz bir inleme sesi duydu. Halkar sağ dizinin üstüne çökmüş, başını eğmişti. Heybetli vücudu ve geniş omuzları olduğundan küçük görünüyordu. Heronin’in kalbi deli gibi çarpmaya başladı. Halkar’ın sırtı birden büyük bir gölgeyle örtüldü. Heronin’in nefes alışı kesilecekmiş gibi yavaşladı. Selin intikam alırcasına paçavraya çevirdiği ormandan arta kalan enkazın arasında ona yardım edebilecek birilerinin var olması için dua ediyordu.

   “Halkar arkanda, dikkat et.”diye haykırdı Heronin. Çılgına dönmüştü. “Seni şeytan.” Asadan çıkan büyü hızla arvaya doğru gitti. Fakat büyüsü mesafenin yarısına bile ulaşamamıştı. “Hayır, bir daha!” Arva elindeki gürzle Halkar’a öldürücü bir darbe indirmişti bile. Zavallı adam yere yığıldı.

   Heronin acıyla haykırdı. Gözyaşları içinde, bu çamur havuzunda ne kadar hızlı koşulabilirse o kadar hızlı bir şekilde Halkar’a doğru koştu. Ortalık arva mezarlığına dönmüştü. Ölü bedenleri soğuk bir cesetten ziyade örselenmiş et yığınlarını andırıyordu. Hâlâ onlarcası oradaydı. İyice yaklaştıktan sonra asasını kaldırdı, derin bir nefes aldı. Gözleri keskinleşti. Kehribar rengi gözlerine puslu bir perde çöktü. Sağ göz bebeği hizasından ikiye ayrılmış perçemler havaya sıçradı. Kalabalıktan geriye kalan arvalar hemen Heronin’e saldırmak için koştu. Buz gibi bir rüzgâr esti, hava aniden soğudu. Öfkesi rüzgâra katılmış, arvaların ıslanmış vücut kıvrımlarını teğet geçiyordu. Gök bembeyaz parladı ve büyük buz sarkıtları yağmaya başladı. Kılıç kadar keskin sarkıtlar olanca gücüyle arvaların bedenine hücum ediyordu.

   Heronin tükenmiş bir şekilde yere yığıldı. Sağ eli Halkar’ın sol omzunun üzerine düşmüştü.  Boynundaki yaralardan sızan kan, çamur engelini aşmış, vücuttan kaçış planında başarılı oluşunu kutlarcasına coşkuyla akıyordu. Düşmenin etkisiyle kan pıhtısı yerinden oynamış olmalıydı. Sağ omzunun üstünde yerde yığılıyken, neredeyse kapalı olan göz kapaklarının izin verdiği ölçüde belli belirsiz bir şeyler gördü.

   Aremas yaklaşmakta olan arvayı görmüş harekete geçmesine imkân vermeden Heronin ve Halkar’ın üstüne kat kat rüzgârdan oluşan minik bir kalkan örmüştü. Geride kalanların hepsi onunla birlikteydi. Şuursuzca kalkana gürzleriyle vurmakta olan arvayı el çabukluğuyla yere serdiler.

   Aremas ellerini dizlerinin üstüne koydu, soluk soluğa kalmıştı. Büyük gözleri, küçük burnuyla çok zarif görünüyordu. Burnuyla aynı orantıda küçük kulakları ve kulaklarının arkasından dolanarak omzuna inme çabaları yetersiz kalmış altın sarısı saçları vardı. Gerdanlığının halkası renkli tüylerle kaplıydı. Tam ortasından ise göğüslerinin arasına doğru inen kocaman siyah bir telek göze çarpıyordu. “Yaşıyorlar mı?”

   Alanor, kocaman elleriyle ikisine de dokunuyor, yaşam belirtisi arıyordu. Dizinin üstünde yükselerek ayağa kalktı. Aremas’a suçlu gözlerle baktı. Dudakları titredi. “Geç kalmışız.”

   “Hayır!” Aremas hızla ikisinin yanına yanaştı, dizlerinin üzerine yere çöktü. “Şimdi olamaz, hazır değilim. Çok erken. Hayır!” Duygusal enkazın altında, tüm hücrelerine varana dek acı çekerek ne yaptığını bilmeksizin saçını sımsıkı tutuyordu.

   Alanor, intihar etmeye niyetli olan gözyaşlarını durdurdu. “Sadece Halkar ölmüş. Heronin’i hâlâ kurtarabiliriz.”

   “Onu dinlememeliydik.” Gözyaşları Halkar’ın ceketindeki kurumuş çamuru tekrar ıslatıyordu. Aremas yumruklarını sıktı. Ufak parmaklarına rağmen taş gibi sıkılı yumruğuyla oldukça tehdit edici görünüyordu. “Onlara karşı hâlâ üstünken bu mücadeleyi orada da kazanabilirdik.”

   Dağın eteklerinden bağırışlar duyuldu. Alanor Aremas’ın koluna yapıştı. “Kalk, geliyorlar. İkisini de alıp geri çekilmeliyiz.”

   “Burada kalıp savaşabiliriz.”dedi Aremas. Sendeleyerek doğruldu. Taze bir ölüm hadisesiyle bedeninin kıvrımlarını ıskalamadan saran kasvete aldırış etmeksizin tehlikenin karşısına dikildi.

   “Herkes çok yorgun Aremas, olmaz. Halkar ve Heronin’i alıp geri çekiliyoruz.” Halkar’ın sağ kolu olduğu için tüm Hekarinlerin sorumluluğu titrek omuzlarının üzerine geçmişti. Buğulanan gözlerindeki karmaşayı dağıtıp Heronin’i kaldırarak yanındaki iki arkadaşının omzuna verdi. “Çabuk şifacıya götürün. Acele edin, haydi.”

   Aremas’ın hıçkırıklarla sarsılması duyuldu. Alanor endişeyle sağ tarafına döndü.

   “Halkar yerinden kalkmıyor.” Kelimeleri gözyaşlarına bulanıyordu sanki.

   “Nasıl olur?”Alanor bir yandan geride kalanları güvene almak istiyor bir yandan da olan bitene anlam vermeye çalışıyordu.

   “Bilmiyorum Alanor, bilmiyorum. Zerre kadar kımıldatamıyorum.” Elemden elleri titriyordu.

   Alanor asasından ipek ağlar çıkarıp Halkar’ın bedenine sarıp olanca gücüyle asıldı. Destek aldığı sağ ayağı iyice geriye doğru gidiyordu. Ayak bileğine kadar çamura gömüldü.

   “Olmuyor, Alanor. Kımıldamıyor. Onu burada bırakıp gitmeyiz, değil mi?” Bu sırada ovanın ötesinde, selin sürüklediği kütüklerin hemen ardında kütüğü aşmaya çalışan birkaç arva göründü. Yağmurun hiddetiyle yıkanmışlar, abanoz rengi vücutları temizlenmişti. Günün çoğunda toprağa serilip güneşli bir yerde uzanan bir mahlûk için pek rastlanır bir şey değildi.

   Aremas dizinden destek alarak doğruldu. “Onları bana bırakın.” Burun kanatlarının kenarlarındaki çizgi iyice belirginleşmişti. Olağan görünümündeki gamzeler yerini hiddetin ve intikamın arbedesiyle gelen karmaşık yüz ifadelerine bırakmıştı. Asasını adeta toprağa gömdü. Sağ eliyle asayı tutuyor sol elini ise asaya yaklaştırmış, onu uzaktan kavrıyordu. Arvaların hızı kesilmiş, sanki bir engele takılıyorlarmış gibi patır patır düşüyorlardı.

   Alanor Aremas’ın elini kavradı. “Kes şunu, daha arkada yüzlercesi vardır. Düştüğümüz aciz durumda seni de kaybetmeyi göze alamam Aremas.” Yalvaran gözlerle Aremas’a baktı.

   Aremas nefes nefese kalmıştı. “Hepimiz yorgunuz Alanor, birinin onları durdurması gerek. Herkesi alın ve köye dönün. Bir rüzgâr büyücüsünün arvaların karşısında yenildiği görülmüş şey değildir.” Ortalama bir kadın büyücüye göre çok daha kudretli görünüyordu.

   “Gidin, geriye çekilin.” Rüzgârın gökyüzüne taşıdığı bir fısıltıydı sanki.

   “Yaşıyor.”diye bağırdı Aremas. Gözlerinin içi yaşla doldu. Asayı tutan eli gevşedi. Halkar’ın yanına adeta sıçradı.

   “Dediklerimi dinleyin, fazla zamanınız yok.” Halkar’ın dudaklarında, hayatta olduğunu ispatlayacak en ufak kıpırtı yoktu.

   Alanor Halkar’ı yerden kaldırmak için ileri atıldı. Eli, Halkar’ın saydam bedeninden içeri girdi. Gördükleri karşısında sesi titremeye başladı. “Halkar bu büyü de nedir?” Endişeli hali büsbütün bedenini sarmıştı.

   “Çok yakınlar, hissediyorum. Alanor, dediğimi yapın. Gidin ve geride kalanları koruyun. İksiri koruyun.”

   “Aval aval bakmayın, dediğini duydunuz.” Asayı sımsıkı tutuyordu Alanor. “O halde bölgeye kalkan örüyoruz.

Başka seçeneğimiz kalmıyor.”

Açıklıktaki yaklaşık üç yüz büyücü asalarına sımsıkı sarıldı. Hepsi hırslı, kararlıydı. “Şimdi! Altekregalov.” Toprak fokurdamaya, rengi açılmaya başladı. Altıgen örgülü, buğulu, kalın bir cam gökyüzüne yükselme telaşına düşmüştü.

“Daha güçlü, çok yaklaşıyorlar.”diye bağırdı Alanor. “Tekrar, Altekregalov.” Sanki duvarı ören minik pericikler hızlanmıştı.

Arvaların birisi kalkanın üstünden içeriye zıpladı. Aremas ileri atıldı ve rüzgâr darbesiyle arvayı kalkanın dışına attı.

Diğerleri büyüye devam ediyor, daha kuvvetli bağırdıkça toprak daha çok fokurduyordu. Nihayet kalkan, arvaların aşamayacağı kadar yükselmiş, gökyüzüne doğru uzanan kavisli bir set oluşturmuştu. Hepsi soluk soluğa kaldılar. Kimilerinin ise başı dönmüş dizlerinin üstüne çökmüştü.

Kalkan örme işi tamamlandığında Alanor gözlerini hemen batıya, yeşil obruğa çevirdi. Biraz uzaktaydı ancak yüksekte olduğu için görebiliyordu. Sinirli bir şekilde bağırdı. ”Aksi şeytan! Dünya kapısını kalkanın içine alamadık.”

Aremas, Alanor’un omzuna elini koydu. “Elimizden geleni buydu, Alanor. Neyse ki iksir bizde, onsuz hiçbir şey yapamazlar.”

Alanor aldığı nefesi gürültülü şekilde burnundan verdi. Gözlerini devirdi ve sakin bir şekilde nefes almaya çalıştı. “Sanırım haklısın. Kaybetmediklerimize şükretmeye alıştık.”

Tekrar bir fısıltı duyuldu. “İksiri koruyun.”

   “Halkar.”diye bağırarak ileri atıldı Aremas. Çaresizce kalakaldı. Bedeni tamamen kaybolmuştu. Aremas gözyaşlarının dökülmesine mani olamadı. “Koruyacağız.” Hıçkırıklarının arasında bu kelime duyulabilmişti sadece.

   Güneşle ayın gökyüzündeki yer değiştirme vakti yaklaşıyordu. Zaman duraksamadığına göre hayat da devam etmeliydi. Geride kalan herkes sağ olarak köye geri döndü. Savaşta ağır yara alanlar tedavi altındaydı. Fiziksel olmayan yaraların iyileşmesi diğerlerinden daha uzun sürecekti.

Köyün ortalarında bir yerde iki katlı bir konak vardı. Alanor, sade mimarilerle döşenmiş konağın avlusunda yer alan altıgen çeşmenin yanında durmuş, etrafına bakınıyordu. Etrafta, akşamın gelmesini keyifle bekleyip ötmeye hazırlanan birkaç cırcır böceğinden başka bir canlı yoktu. Bu gezegende de doğanın kuralları böyle işlediği açıktı. Bir yerde filizlenen bir acı, asla onunla işi olmayan mutlulukları gölgelemiyordu. Çevresine serpiştirilmiş irili ufaklı birçok ağaç, konağın mütevazı saygınlığını taçlandırıyordu.

Alanor, alacakaranlığın belirmesiyle birlikte batıya doğru harekete geçti. Yüzünü döndüğü yolda sadece tek bir ev vardı. Uzaktan bakıldığında küçük ve basık görünüyordu. Katmerli yalnızlığı da cabasıydı. Köydeki nüfus birkaç yüz kişiyi geçmiyordu ancak yine de birbirine yakın dikilmiş evler çoğunluktaydı. Bu ev ise köy sınırının ulaşabildiği düzlüğün en batısında yer alıyordu. Daha da batısında, haşin bir diklikle yükselen kocaman bir dağ vardı. Tüm hırçın benliğini ortaya koymuş, iki ayaklılarla arasının pek de iyi olmadığını ima edercesine engellerle donanmıştı.

Alanor, temkinli adımlarla iki tarafı çalılarla dolu yoldan aşağı doğru inmeye başladı. Zihni, Halkar’ın ölümüyle yaralanmıştı. Şu an yapmak istediği tek şey uzanıp boş boş tavanı ya da yıldızları seyredip acısının nasırlaşmasını beklemekti. Ancak, ayaklarının emir tanımazlığı ve haşarılığı yüzünden yol almaya devam ediyordu. Yolun ucundaki eve gelince durdu. Gerginliğini üstünden atıp rahat bir nefes almaya çalıştı. Gözlerini usulca kapadı ve kapıyı tıklattı.

Kapıyı, göz torbaları burun kanatlarına kadar sarkmış, dudak kenarları doğuştan yukarıda konumlanmış yaşlı bir kadın açtı. Alt dudağını hafifçe yukarı kaldırıp, gözlerini uzun boylu adama dikti. Neredeyse ifadesiz bakışları Alanor’un işini kolaylaştırıyor olmalıydı.

“Enoluin. Ben-ben ne diyeceğimi bilemiyorum.“

Enoluin, eliyle Alanor’un ağzını kapadı. Boğuk bir sesle “İçeriye geç.”dedi. Dokunuşu Alanor’un kalp atışlarını da yavaşlatmıştı.

Alanor, duvarları birbirinden renkli ötücü kuş motifleriyle dolu olan koridorun girişinde ayakkabısını çıkardı ve Enoluin’in peşinden salona girdi. Odanın arka köşesinde en son ne zaman düzenlendiğini tahmin etmesi güç, minik bir kitaplık vardı.

Enoluin gülümsedi. Sevecen bir tavırla bir ucu dışarıya fırlamış kitaplardan birisini aldı. Üzerini sildi. “Kitaplarını çok severdi.”

Alanor yutkundukça yerine yenisi gelen düğümlerden kurtulma çabasındaydı. “Biliyordun değil mi?”
Enoluin gözünü zemindeki tahta döşemeye dikti. Uzun uzun boşluğa baktı. Alanor’a dönüp yüzüne anlamsız bir ifade takındı. “Bilip de elin kolun bağlı oturmanın ne demek olduğunu tahmin edebilir misin?” İstifini bozmadan devam etti. “Peki ya, ölümü görüp hiçbir şey olmayacak gibi bir tavırla yaşamak zorunda oluşun anlamını?” Derin bir nefes aldı, seğiren yüzü gülümsüyormuş gibi bir ifade takınmasına neden oluyordu. Yüz kasları ya hastalıktan ya da üzüntüden titriyor olmalıydı. İkisinin birlikte olması ihtimali ise hepsinden kuvvetliydi.

“Kurtarmayı deneyebilirdin.”

“Hayır, Alanor. Yanılıyorsun. Ölüm kapına kadar geldiyse, sen kapıyı açana kadar bekleyecektir. Azrail o kadar yolu sırf sen hazır değilsin diye geriye dönmez.” Boş bakışlarının ardında çok eskiye dair anıları bir yanıp bir sönüyordu. “O hatayı bir kere yaptım, Alanor. Kaderi değiştirmeye çalıştım. Peki, sizi bekleyen ölümden, gerçek kıyametten kaçırabildik mi? Üstelik kapana kısılmış fareler gibiyiz. Kayığa zincirle vurulmuş, her geçen saniye şelalenin çığlığını daha çok duyan tutsaklar gibi akıntıyla yol alıyoruz.”

Alanor, Enoluin’in neyden bahsettiğini iyi biliyordu. Kahır ve pişmanlıklardan peyda olan sıkıntıyı dağıtmaya çabaladı. “Cenazeye katılacaksın değil mi?”

“Ah Alanor.” Enoluin’in boğazı düğümlendi. Anlamsızca kesik kesik güldü. “Her gece Halkar’ın ölümünü rüyamda görmek dayanılmazdı. Daha fazla yan yana duramazdım Alanor. Bir şekilde, beni bir daha görmemesini sağlamanın, onu benden uzaklaştırmanın yolunu bulmalıydım.” Öksürdü. “Ortada gömecek bir beden olmasa bile-” Enoluin’in cümleyi tamamlarken zorlandığı ayan beyan seçilebiliyordu. “Geleceğim.”
Alanor usulca yerinden kalktı. “Altıgen çeşmenin orada olacağız.”diyerek kapıdan dışarı çıktı. Ayakları bu sefer fevri davranmıyor tam aksine beyinden gelen emirleri eksiksiz uyguluyordu. Bu da neden koşar adımlarla arkasına bakmaksızın uzaklaştığının ispatıydı. Geldiği yolu yürüyerek çeşmenin bulunduğu bölgeye geri geldi. Savaştan sağ çıkan ve ayakta durabilen herkes birer birer meydanda toplanıyordu. Çaresizlik ve korku meydanda kol geziyor, hüzün ve kederse havayı ağırlaştırıyordu.

“Heronin’in iyi olacağı söyleniyor.” Aremas, Alanor’un hemen ardında belirivermişti.

Alanor rahatlamışçasına gülümsedi. Çoğunlukla gerili duran yüz hatları gülümsemesini yapmacık bir ifadeyle perdeliyordu. “Zaten o inatçının ölümle arası pek yoktur.”

Aremas, toprağın bazıları için bugünlük de olsa yasaklamış olduğu kelimeyi duyunca irkildi. Başını öne eğdi. “Öyleyse ölüm kendisine tapanların peşinde de değil. Sahi kimleri seçiyor dersin?”

Alanor vakur bir tavır takındı. “Nefret ve ihtiras kıskacında bir seçim yaptığını sanmıyorum.”Halkar’ın ölüm anı aklına geldi. “Belki de sadece ayağına takıldığımız içindir. Bizim her gün önümüze bakmadan yürüyüp ezdiğimiz sayısız karınca gibi…”

Aremas düşünceli gözlerle Alanor’u süzdü. “Ölümü benden daha iyi tanıdığın kesin. Tüm ailemi elimden çekip aldığında hep haklı gerekçeler aradım. Sanırım, bilirsin, umursamıyor.” Ağlamaklı hali gitmişti. Hatırlamak istemediği anılara bir yenisi eklenmişti. Bereket ki, bunlarla baş etmek konusunda eskiye göre daha iyiydi. “Az kalsın unutuyordum. Selden sonraki siste bir gariplik olduğunu sezmiş olmalısın. Birileri, birbirimizi bulmamızı zorlaştırmak istedi.”

Alanor’un hafif şaşkınlığıyla kaşları biraz olsun kımıldadı. “Haklısın, o hiç de doğal değildi. Üstündeki büyü izinden şüphelenmiştim.”

“Aynı ihtimali mi düşünüyorsun?”. Aremas’ın yüzüne vuran mum ışığı gittikçe titrek bir hal alıyordu.
Alanor başıyla onayladı. “Evet, aykırılar yapmış olmalı. Bunu yapabilecek büyücüleri var nasıl olsa. Halkar’ın ölümünü istemeleri için kendilerince sebepleri var.”

Enoluin’in gelmesiyle beraber kalabalıktan yükselen uğultular yerini sessizliğe bıraktı. Sade bir tören eşliğinde dualar okundu ve Halkar için temsili bir mezar inşa edildi. En çok giydiği hırkaların biri uzatılıp toprağın altına gömüldü. Başı belli olsun diye ufak bir fidan dikildi. Mezarın başına dikilen ağaçların, ölünün ruhu ve gökyüzü arasında köprü olduğuna inanılırdı. Herkes ziyadesiyle hüzünlü ve suskundu. Ay, halesiyle beraber gökyüzündeki yerini almaya başladı. Bir günde iki güneş birden batmıştı.
Onur Şahin

Çevrimdışı

  • *
  • 39
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Hayat Getiren
« Yanıtla #2 : 24 Kasım 2015, 14:27:10 »
3.Bölüm
   
Spoiler: Göster
Halkar’ın ölümünün üzerinden tam tamına bir yıl geçmişti. Hiçbir şey bir önceki seneden daha iyi değildi. Aslına bakılırsa daha kötü de değildi. Köylerine kalkan ördüklerinden bu yana ne zaman sonlanacağı belirsiz de olsa, bir süredir rahat nefes alıyorlardı. Bu durum sonsuza kadar sürmeyecek, en nihayetinde kalkanın ömrü tükendiğinde, arvalar daha kabarık bir nüfusla onları bekliyor olacaktı.

   Hekarinler, arvalarla savaşmaya alışıklardı. Her çarpıştıklarında daha kalabalık olmalarına da öyle… Farelerinkine taş çıkartan bir çoğalma hızları vardı. Bu da, kalkanın ömrü azaldıkça, hekarinlerin göğsüne oturan ve orada umutsuzlukla işbirliği içinde büyümekte olan huzursuzluğun kaynağını açıklıyordu.

Arvalarla savaşmak adeta kaderlerine mühürlüydü. Halkar’ın önderliğinde defalarca akın düzenlemişler ancak soylarını tüketememişlerdi. Eğer savaşmayı ve sayılarını kontrol altında tutmayı kesecek olsalar, arvaların baş edemeyecekleri kadar çoğalabileceklerini biliyorlardı. Bu yüzden, her defasında aynı sonucu almalarına rağmen aralıklarla savaşmaya devam etmek seçebilecekleri en doğru yoldu.

Arvalar konuşmazdı. Sadece anlaşılması güç bazı sesler çıkarır, kimi zaman da bağırırlardı. Birbirleriyle iletişim kurdukları da oldukça şüpheliydi. Ne zaman bir bağırış duysalar kafalarını çevirirler ve o yöne doğru merakla koşarlardı. Sesin nereden ve kimden geldiğinin pek önemi yoktu. Bunun yanında hekarinlere ise özel bir ilgileri vardı. Koca ovada gidebilecekleri birçok yer varken köyün yakınlarını mesken edinmişlerdi. Saplantılı saldırganlıklarının altında gürültüye olan düşkünlüklerinin olmadığı açıktı. Zira hekarinler sessizliğin hükmünü önemserlerdi. Karşısındakinin duyabileceğinden yüksek sesle konuşanlar bile hoş karşılanmazdı.

Hekarinlerin aldığı tüm önlemlere karşın, savaş sürekli kapılarını aşındırmaya devam ediyordu. Ne sessizliğe dikkat etmek ne de savaşa girmekten kaçınmak huzurun kapılarını aralamamıştı. Halkar’ın ölmesiyle beraber, kırbaçlanmış bir yalnızlık umutlarını tehcir etmişti.

Temsili mezarın etrafında, karanlık tarafından tamamıyla yutulmamış titrek umut ışıkları vardı. Sönmemeye kararlı, inatçı lakin titrek… Sanki şaha kalkmak için bir güç bekliyorlardı. Birden harlayacak, kocaman olacaktı. Sahi bu, yeterli miydi?

Alanor kırkına merdiven dayamıştı. Geçen seneden bu yana, dar ve uzun suratına birkaç beyaz kıl ve alnına da bir tutam kırışıklık ilave olmuştu. Çekilen acının sonrasında, usta bir ressamın, doğallığı daha iyi yakalayabilmek için yaptığı ufak eklemeler gibiydi hepsi. Yerinde ve nazik dokunuşlar…

Siyah pelerininin kuşağını düzeltti ve kalabalığı süzdü. Halkar’ın ölümünün ardından bir yıl geçmiş olmasına rağmen bazıları için acısı hâlâ tazeydi. Acının üzeri küllense de kötü anıları hatırlamak, külün altındaki taze ateşin tekrar parlamasına neden oluyordu.

Neredeyse köyün hepsi puslu havanın sardığı kalabalığın içindeydi. Alanor avlunun etrafındaki balkonların birine çıkmıştı. Bazısı yanındakiyle fısıldaşıyor, bazısı Alanor’un ne hakkında konuşacağına dair tahminlerde bulunuyordu.

“Bugün ulusumuzun yok olacağı korkusunu hep beraber hissettiğimiz günün yıl dönümü. Büyük insanların vedası, ardında her zaman yeri doldurulamayacak boşluklar bırakır.” Kimileri kafasını sallayarak bunu onayladı. “Bugün bazılarınızın yüzünde hüznün yanında, umutsuzluk da görüyorum. Bazılarınız o günü görmemiş, bir kısmınız da unutmayı seçmiş olabilir. Gerçekten geleceğe dair tüm umutlarımızın yok olduğu bir an tasavvur ediyorsanız bu kesinlikle yanardağ felaketinden başka bir an olamaz.”

Köyün her üyesi, ya da başka bir tabirle aklı ermeye başlamış her üyesi, buraya gelişlerinden önce pasifik okyanusunun ortasında bulunan bir adadaki yanardağ felaketinden kıl payı kurtulduklarını bilirdi. Bilmeyenler bilenlerden, görmeyenler görenlerden öğrenmişti.

Alanor kalabalığı canlandırmak istedikçe daha da kasılıyordu. Nefesini cümlelerin sonuna yetirmekte zorlanıyordu. Adeta göğsüne bağlanmış bir ağırlıkla konuşuyormuş gibi her cümlesinin sonunda derin bir nefes almaya çalışıyor fakat başaramayıp umudunu bir sonraki soluğa saklıyordu. Ağırbaşlı tavrını takınarak konuşmayı sürdürmeye çalıştı.

“Kalkanın ömrünün ne zaman sona ereceğini tahmin etmek güç, fakat çok uzun süre dayanacağını sanmıyorum.” Gözlerini, konağın sağ arkasına düşen kalkana çevirmeye çalışıyordu. Bulunduğu noktanın kalkanı görmek için hiç de uygun olmadığı gerçeği hesaba katıldığında yaptığı şeyin gözünü kaçırmak olduğu düşünülebilirdi. “Zira artık altıgen örgüdeki kirli buğu kaybolmaya başladı. Kalkanın bazı bölgeleri gittikçe inceliyor.” Daha kısa cümleler kurmaya başlamıştı. Böylece nefes yetirme sorununu halletmeyi başarmıştı ancak gerginliğini azaltmak konusunda yapmaya çalıştıkları işe yaramış gibi görünmüyordu.

İkili konuşmalar kısa sürede gürültüye dönüştü. Uzun boylu bir genç gür sesiyle konuştu. “O halde yeniden örelim.” Kalabalıktan onaylayan sesler yükseldi.

Alanor kaşlarını kaldırdı. “Büyük bir risk olur. Kalkanı ördükten sonra olanları hatırlayın. Çoğunuz birkaç hafta boyunca kendinize gelemedi. Onarma işinde başarılı olamazsak gücümüzü toplamak epey sürecektir. Bu da-“ Nefesi bir anlığına kesildi. “Arvaların sürekli bize saldırmasını fırsat bilen Saryuslar… Uzun süredir sahne sırası için bekliyorlar. Kafesteki, büyük bir yırtıcı olsa bile tehlikededir. Ne kadar güçlü olduğumuzun önemi yok. Şu an kafeste gibiyiz.”

Kalabalığın ön saflarından seyrek saçlı, orta yaşlardaki bir adam küstahça öne atıldı. “Bize sorunlardan bahsetme.” Bir elini yumruk yapmış sallıyordu.  “Bu boktan durumdan bizi çıkarmanın yolunu biliyorsan ya hemen söyle ya da lafı geveleyip durmayı bırak.”

Alanor sakin tavrını bozdu. “Savaşmak ya da daha sonra savaşmak için beklemek. İşte sahip olduğumuz tüm seçenekler bunlar.”

“Ahmaklık! Savaşarak ölmek ya da bekleyerek ölmek dışında çok kazançlı çıkacağımız bir seçenek daha var.” Bir an için kalabalıktan çekiniyormuş gibi durdu. “Saryuslarla ittifaka gitmek. Hep onun peşinde olduklarını söylüyorsunuz. Tüm aradıkları bir parça iksir değil mi?” Kalabalıktan beklediği kadar tepki gelmemişti.

Aremas öfkeyle asasına davrandı. Öfkelendiğinde sesi çatallaşıyordu. “İksiri onlara vermemizin sonuçlarını biliyorsun Eron. İksiri alıp dünyaya geçerlerse oradan önce burayı temizleyeceklerini görmezden gelme gafletine nasıl düşersin.”

“Bunu zaten yapmıyorlar mı?” Ellerini iki yana açarak imalı bakışlar attı. ”Savaştığımız her an daha çok ölmüyor muyuz? Birkaç bin kişiden geriye sadece dörtte biri kaldı.” Küstah tavrını koruyordu.

“Enoluin sayesinde adadan kurtulduğumuzu unutuyorsun galiba. O ve oğlunun rehberliği olma-”

Eron araya girdi. Elini havaya savurdu. “Bizi kurtaran ve bu ilahi gücü veren tanrımız. Halkar değil.”

“Bu ne aymazlık! Onların ön deyisi sayesinde faciadan kurtulduk.” Aremas’ın sabır çıtasının epey alçakta olduğu gözden kaçmıyordu.

“Aman ne kurtuluş! Siz değil misiniz, sürekli iksirin peşinde olduklarını söyleyen? Soyumuzun katledilmesinden kurtulmak istiyorsanız şu lanet iksiri Saryuslara verirsiniz.”

Aremas üst dudağını kaldırdı, elmacıkları belirginleşti. Genç ve berrak teni zamanın tokadını biraz daha yemiş olsaydı göz kenarında kırışıklıklar da oluşabilirdi. “Senin yok oluşunu şansa bırakmayalım derim.” Asasını kavradı ve taş zemine vurdu.

Alanor telaşlandı. “Aremas herkes çok gergin, şu an birbirinizi öldürmeniz, isteyeceğim en son şey.”
Eron aşağılayıcı bakışlarıyla Aremas’ı süzdü.“Korkma bu yer cücesi kolay kolay ölmez.”

“Haddini aştın.” Çevredekiler olacakları öngörmüş olacak ki hemen kenar hatlara dağılmışlardı. Aremas hızlı bir rüzgâr darbesiyle Eron’u fırıldak gibi havada döndürerek birkaç metre öteye savurdu. “İksiri almak istiyorsanız önce beni öldürmeniz gerekiyor, duydunuz mu?” Sesi yine çatallaşmıştı.

Üstünü başını silkeleyip çabucak ayağa kalktı Eron. “Güçlü büyücüleri bu şekilde gözü kapalı elediğinize göre çok güvendiğiniz başka kozlarınız olmalı.” Aremas’ın hâlâ burnundan soluduğunu görebiliyordu. “Benden bu kadar küçük hanım, daha fazla maceraya atılmak istemiyorum. Size ulvi görevinizde başarılar.”

“Seni-“

Alanor bu sırada aşağı inmiş Aremas’ın bileğinden yakalamıştı. Yalvarırcasına baktı. “Lütfen işleri daha fazla zorlaştırmayalım. Zaten sayımız yeterince az.”

Aremas bileğini sert bir hareketle kurtardı ve arkasını dönerek uzaklaşmaya başladı. Ardında duyduğu rahatsız edici sesle birden irkildi. Tekrar kalabalığa doğru döndü.

Minik gök gürültüsünü andıran ses avluyu saran konağın çatısında duran arvaya aitti. Tam bir yetişkin sayılmazdı fakat yine de büyüktü. Ağaç gövdesi gibi genişleyen ayakları, ağırlığını dağıtarak eğimli yerlerde bile dengede durmasını sağlıyordu. Elbette bu, çatıdaki büyük kalasları çatırdatmasına engel değildi. Tam çatıdan zıplayacak iken Alanor yakıcı buharla gözlerine zarar verdi. Arva sendeleyerek gürültülü bir şekilde taş zemine çakıldı.

Alanor daha yoğun buhar üretip arvayı büsbütün sardı. Debelenen yaratık nihayet durmuştu. Kalabalıktan yine uğultular yükseldi. Herkes yeni bir saldırı dalgasına karşılık asasına sımsıkı sarılmıştı.

Alanor endişelenmişti. Eli titremeye başladı. Bunu sesine yansıtmamaya çalıştı. Yakınında duran iki toprak büyücüsüne seslendi. “Siz ikiniz, kalkandaki delinmenin ne düzeyde olduğunu araştırın hemen.”
Aremas şaşkınlığını üzerinden atamamıştı. “Şimdi ne yapacağız?”

“Konseydekilere haber verin. Herkes toplantı odasına gelsin, çabuk olun.” Koşar adımlarla konağın giriş kapısına yöneldi. Elbisesindeki göbek hizasında bulunan tek düğme, saldırının etkisiyle açılmış olacak ki, yürüdükçe ipeksi kumaş sağa sola savruluyordu.

Onlar koşar adımlarla merdiveni çıkıp konaktaki toplantı salonuna doğru ilerlerken kalabalıktaki çocuklar korumaya alınmış, büyücüler olası saldırılara karşı mevzilenmişti. Bir tanesi geldiğine göre daha fazlasının da avluya iştirak etmesi hiç de şaşırtıcı olmazdı.

Boş koridorlar boyunca dans edercesine birbirine sarılmış zeytin dalı gravürlerinin eşliğinde ilerlediler. Alanor önde, Aremas ise hemen ardındaydı. Koridorun sonunda nihayet toplantı odasına vardılar. Kapı gıcırdayarak açıldı.

Pencereden süzülen güneş ışığı aldığı yol boyunca uçuşan toz zerreciklerini ifşa ediyordu. Büyük masa odanın ortasında atıl bir şekilde durmaktaydı. Kapı ve pencereler hiç açılmadığı için her şey tertemiz ve yerli yerindeydi. Zeytin dalı gravürü kapı eşiğinden yükselerek tavanı kaplamıştı. Koridordakinden farklı olarak buraya bereketin simgesi olan meyveleri de işlenmişti.

Birkaç dakika içinde altı kişi daha geldi. Alanor’un buyur etmesiyle konsey üyeleri dikdörtgen masanın etrafındaki sandalyelere oturdu. Alanor, Aremas ve Heronin haricinde ikisi kadın, beş büyücü daha vardı.

İvaren tez canlıydı, hemen konuşmayı başlattı. “Sanırım, kalkanı kontrol ettirmek için yolladığımız büyücülerden hayırlı haber geleceğini uman yoktur.” Endişeli yüzlerde hızlı bir tur attı. Kimse itiraz etmedi. Alanor’a döndü. “Kalkanın delindiğinin sen de farkındasın. Kargaşanın büyümesini istemedin.”

Alanor genç kadını teskin etmek istercesine bir tavır takındı. “Arvaların çevrelediği bir alandan, onlardan daha iyi kaçabilecek kimse yok İvaren. Düştüğümüz durumda her can, her büyücü kıymetli.”

İvaren’in yanında oturan, ondan daha yaşlı görünen buğday tenli diğer genç kız araya girdi. “Kaçmanın bir çözüm olmadığının farkındasın, öyle değil mi?”

“Elbette farkındayım. Bu gezegenin en ücra köşesindeyiz. Buradan ötesi kuş uçmaz, aşılmaz bir dağ ve kaçma şansımız, yağmurda koşarken ıslanmama olasılığımız kadar düşük.”

İvaren bilmiş bir tavır takındı. “Yani imkânsız.”

Aremas elini masaya koydu. “O halde eski müttefiklerimizden yardım istemek bizim son şansımız.”

Alanor kinayeli bir dille söylendi. “Korkarım, yardım isteyebileceğimiz tek olası müttefikimiz kaldı.” Başını hafifçe öne eğdi. “Tüm çabalarıma rağmen Rolen’den bir iz bulamadım. Ülkesi yıkılınca öldürülmüş olmalı.”
Heronin iç geçirdi. “Onlar büyücü bile değil. Dertleri bizimleyken niye onları öldürmüş olabilirler ki? Üstelik bunu herkesten habersiz bir gecede yapmayı nasıl başardıklarını da anlayamıyorum.” Hiddetle sözüne devam etti. “Şerefsizler, ittifak kurabileceğimiz tüm kanalları tıkıyorlar. Lakin yine de bu savaşamayacağımız anlamına gelmiyor.”

Alanor gözünü, konuşmanın başından beri sükûnetini korumuş olan Heronin’e çevirdi. “Elbette hâlâ savaşabiliriz. Fakat karanlıkta burnumuzdan ötesini görebilmemiz çok daha iyi olurdu.”

“O halde belki de gözleri daha iyi gören birilerine ihtiyacımız vardır.”
Onur Şahin

Çevrimdışı

  • *
  • 39
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Hayat Getiren
« Yanıtla #3 : 29 Kasım 2015, 00:43:24 »
4.Bölüm

Spoiler: Göster
Alanor garip bir ses çıkararak güldü. Gülerken çıkardığı farklı sesler, güldüğü konusunda şüpheye düşülmesine yol açıyordu. “Eyargin bize asla yardım etmeyecektir Aremas. Biz savaşırken o, muhtemelen Mintros kayalıklarının tepesinde kuş tüyü yastığında tasasız bir istirahatta olacaktır. Hatta Saryuslarla ittifaka gitmezse kendimizi şanslı saymalıyız.”

Heronin katıldığını gösteren bir bakış attı Alanor’a. “Kadim dostumuz Erima hep yanımızdaydı. Ancak kızı için aynısını söylemek imkânsız. Alanor haklı Aremas. Kılını bile kıpırdatmayacaktır.”

Aremas asasını kaldırarak masadan kalkmak üzere doğruldu. “O halde yalnızız demektir. Bu son mücadelemizde talihin bizden yana olması için dua edelim.”

Aremas ardındaki sandalyeyi arkaya doğru iterken kapı gıcırdayarak aralandı. Enoluin uzun eteğini sürüyerek ağır adımlarla odaya girdi. Odadakiler ayağa kalkıp yaşlı çınarı selamladı. Enoluin girişe en yakın, duvar saatinin önündeki sandalyeye oturdu. Derin bir nefes aldı. “Artık davetlere vaktinde icabet edemeyecek kadar yaşlandım sanırım.” Duraksadı. “Ya da siz yeterince bekleyemeyecek kadar sabırsızsınız.”

Alanor, mütevazı tavrını takındı. “Açıkçası seni avluda görmeyince toplantıya gelebileceğini düşünmemiştim.”
Aremas başıyla onayladı. Alanor’un aksine pek çekingen değildi. Öte yandan tavırları ukalaca da değildi. “Bundan sonrası için ne yapacağımızı konuşuyorduk.”

Enoluin belli belirsiz gülümsedi. Yorgun görünüyordu. “Ben de tam olarak onun için geldim zaten.” Meraklı bakışlar Enoluin’e çevrilmişti.

Alanor endişeli bir şekilde söze karıştı. “Yoksa kehanet mi kullandın? Bunu bir daha yapmayacağını sanıyordum.”

“Evet, yaşanılanlardan sonra bir daha yapmayacağıma dair kendime söz verdim ama bu durumda elim kolum bağlı oturmanın hepimize haksızlık olacağını düşündüm.”

“İyi de sonumuzu görmek için kâhin olmaya gerek yok ki.”dedi İvaren bilmiş tavrını koruyarak. Aremas asasıyla İvaren’in böğründen dürttü. Ufak bir ah sesi işitildi.

“Kehanetim savaşın sonucu üzerine değildir, küçük hanım.” Enoluin derin düşüncelere dalmış gibi görünüyordu. Sanki ağzından çıkacak kelimelerin doğruluğundan emin değil gibiydi. En sonunda düşüncelerini toparlayıp konuştu. “Hayat getirenin nerede olduğunu buldum.”

Herkes öylece bakakalmıştı. Bu kesinlikle bekledikleri türden bir şey değildi. Hayat getiren, her nerede ise onu korumaları gerektiğini biliyorlardı. Onu Saryuslardan önce bulmaları gerektiğini de gayet iyi biliyorlardı. Fakat zaman pek de uygun değildi. Bir süre hiç kimse zihnindeki karmaşanın kilidini kırıp konuşamadan öylece bekledi. Aremas söze ilk giren oldu. “Sanırım bu kişi Halkar’ın bize bahsettiği adam oluyor.”

“Ya da kadın.”diye ekledi İvaren.

“İvaren doğru söylüyor. Buna aday dört kişi var. İkisi erkek, diğer ikisi ise kız. Hangisinin gerçekten hayat getiren olduğu ise gizemini koruyor.”

“Uzaklık bunu algılamana engel olmuş olabilir mi?”

“Sanmıyorum İvaren.” Enoluin koyu yeşil yeleğinin yakasını düzeltti. Derin bir nefes almaya çalıştı. “Henüz tam gücüne ulaşmamış olsa gerek.”

Alanor hayıflandı. “Bu sorunla Halkar henüz hayattayken karşılaşmayı dilerdim.”

Enoluin gözlerini taş zemine dikti. “Zaman ve mekân genellikle tercihlerimizin dışında şekillenir. Hayatta kalmak için elimizden geleni yapmalıyız. Kehanetin mührü kırıldı. Saryusların onu bizden önce getirmesi, en iyi ihtimalle ölüm tarihimizi erteleyecektir.” Muhtemelen dudakları kuruduğu için arada bir diliyle nazik dokunuşlar yapıyordu.

Aremas asasını kavramış, farkında olmadan baş kısmını sıkıyordu. “O halde iksiri her zamankinden daha çok isteyeceklerdir. Teslim olup iksiri versek bile hayat getireni buraya getirdiklerinde hepimizi öldürecekler. Hatta mintros krallığını ve daha birçoğunu da.”

“Hayat getirenin olası var oluşuna istinaden iksiri bugüne kadar koruduk. Bugün ise artık var olduğunu biliyoruz. Fakat artık Saryusların amacına ulaşmasını önleyemeyecek kadar zayıfız.”

“Haklısın Alanor. Harekete geçme konusunda acele etmemeliyiz. Bırakalım bir süre daha kimse bilmesin. Biliyorum, müttefik edinme şansımız neredeyse hiç yok ama hayat getireni bulduğumuzu Eyargin’e anlatırsak, bize yardım etmek konusundaki fikrinin değişeceğini düşünüyorum.”

Alanor düşünceli görünüyordu. Aremas tekrar söze girdi. “Denemeden bilemeyiz, öyle değil mi?”

Alanor düşünceli tavrını korudu. “Denemek için zamanımız olduğunu sanmıyorum. Mintros kayalıklarına tırmanmak nereden baksan koca bir günümüzü alır.”

“Senin koca bir gününü alır. Benim ise bir saatten daha az zamana ihtiyacım var.”

“Bunu yaparsan savaşta yer alamayacak kadar yorgun düşersin Aremas. Sana ihtiyacımız var.” Alanor’un düşünceli hali endişeliye dönüşmüştü.

“Kuzey rüzgârları imdadıma yetişirse işim kolaylaşır.” Alanor bir hayli tereddütlü görünüyordu. Aremas, elini omzuna koydu. “Endişelenme, aynı gün içinde geri dönerim.”

Alanor verilen teminat karşısında bile yeterince teskin olmuş gibi görünmüyordu. “Peki, diyelim ki Eyargin kabul etmedi. Üstelik bir de sana kötülük yapmaya yeltenirse ne yapacaksın? Ardında seni koruyacak biri olmayacak Aremas.”

Aremas avucunu açtı ve mırıldanarak avucuna doğru üfledi. Bir çay bardağından daha küçük boyutlarda ağzı,  kıvrımlı, tıpayla kapatılmış bombeli bir şişe, yapbozun parçaları gibi iç içe geçerek görünür hale geldi. Üzerinde yukarı doğru açık bir el, minik bir arı kuşunun taşıdığı ufak bir dala uzanmaya çalışıyor gibiydi.
“İşte bunu yapacağım.”dedi Aremas şişe ortaya çıktığı incelikte kaybolurken.

“Sen daha görünmez olamadan kıskıvrak yakalarlar, Aremas. Çıldırdın mı!”

“Reflekslerimi fazla hafife alıyorsunuz hamim.” Aremas avucunu kapatıp bir tabancayı kemerine takarmış gibi beline doğru götürdü.

Alanor Enoluin’e döndü. “Başka bir yol daha olmalı. Başka bir çıkış…” Sesindeki endişeye bir parça hiddet de karışmış gibiydi.

“Hepsinin ucu aynı yere çıkmıyor mu zaten?”dedi İvaren.

Enoluin başını sağa sola salladı. “Korkarım ki, kurtulma şansımızın en yüksek olduğu seçenek bu. Ya yardım gelir, kurtulma şansımız doğar, ya da zaten var olmayan şans ile ölümü kucaklarız.”

Alanor pes etmiş gibi görünüyordu. “Pekâlâ, diyelim ki bir şekilde çarpışmadan galip ayrıldık ve o dört kişiyi getirmeyi başardık. Bundan sonrası ne olacak? Daha kendimizi koruyamıyoruz, onları nasıl koruyacağız?”

Enoluin derin bir nefes daha alıp konuştu. “Aslında daha çok onların bize yardımcı olacağını düşünüyorum.”
İvaren kaşlarını kaldırdı. Kelimeler arasına şairane kısa duraksamalar koyarak konuştu. “Nedense bu cümle bana kehanetten çok temenniymiş gibi geldi.” Suskun bakışlara göz gezdirdi. “Evet, ben de tam olarak bundan korkuyordum.” Bu cümleyi elini alnına koyup bir çırpıda söyleyivermişti.

“Birçok kehaneti aynı anda öngörmek benim yaşımdaki birisi için fazla zorlu olurdu genç hanım.” İvaren muzipçe başıyla onaylayacaktı ki Aremas’ın olası böğrünü delme girişimine karşın kibarca kafa sallamakla yetindi.

“Benzer bir şekilde, hayat getirenin bizim safımızda yer alacağından da emin değiliz. Üstelik ne ile ikna edip buralara getireceğimiz bile meçhul.” Alanor şüphelerini dile getirmekte oldukça eli açık davranıyordu.
Enoluin gülümsedi. Gülümseyince gözünün kenarındaki kırışıklar adeta gizlendikleri yerlerden çıkıyorlardı. “Bu görev için iyi bir yanılsamacıya ihtiyacımız var. Savaş sürerken dikkat çekmeden dünya kapısına ulaşabilecek ve gençleri dünyadan buraya getirebilecek birine.”

Raklas iyi bir yanılsamacı denildiğinde ya da bir başka deyişle tek yanılsamacı olduğu için kendisinden bahsedildiğini anlamıştı. Kibarca ayağa kalktı. Gür ve dalgalı saçları hafifçe havalandı. Yakası kıvrımlı, ipekten gömleğinin üzerine kolunu büküp reverans yaptı. Bej rengindeki gömlek, teninden birkaç ton daha koyuydu ama saçıyla uyumluydu. “Bundan büyük memnuniyet duyarım.”

Enoluin başını hafifçe eğerek memnuniyetini gösterdi. Diğer kemiklerini oynatıp durmak için fazla yaşlı ve yıpranmıştı. Yeleğinin cebinden, sahip olduğu pürüzsüz dokuda ışıltılar taşıyan bilye büyüklüğünde, beyazımsı metalik renkte bir top çıkardı. Titreyen parmaklarının arasında yuvarlayıp avucunun içine kondurdu. Derin bir nefes alarak topu Raklas’a uzattı. Raklas usulca topu kavradı. Pürüzsüzlüğünü hissetmek istercesine topu parmaklarının arasında bir tur çevirdi. “Çok farklı, tarif etmekte zorlandığım fakat hoş bir enerjisi var. Nedir bu?”

“Bu, ölmeden önce, Halkar için yapılan silahların içine karıştırılan büyülü bir hammadde. Elementlerin korucusuna aitti.”

“Bununla tam olarak ne yapmamı istiyorsun?”

“Elinde tuttuğun metal, hayat getirenleri bulmana rehberlik edecek ve dünyadan buraya ulaşmanız için ihtiyacınız olan yolu sağlayacak. Avucundayken dünya kapısından geçtiğinde seni otomatik olarak hayat getirenin bulunduğu yere gönderecektir. Çünkü bu şey, hayat getirenin sahip olduğu saf enerjiye karşı koyamaz.”

Raklas, beklentiyle Aremas’a döndü. “İksire de ihtiyacım olacak.”

Aremas hızlı bir hareketle az önce ortaya çıkardığından çok daha ufak, serçe parmağı boyunda bir şişe çıkarıp Raklas’a uzattı. “Tam Halkar’ın tembihlediği gibi, içinde dört damla var, işini görecektir.”

Raklas bir süre inceledikten sonra şişeyi kavrayıp yaka cebine koydu. “Sanırım onları bulduktan sonra da yanılsama ile iyi bir senaryo yazıp oynamam icap edecek.”

Enoluin başıyla onayladı. “Evet, neticede hiç kimse ortada hiçbir sebep yok iken hayatında gördüğü ilk kaçıkla onun düş âlemine doğru yolculuğa çıkmayacaktır. Unutma, onlar kendilerinin bu dünyaya ait olduklarını bilmiyorlar. Bu dünyaya ait anılarını hatırlayamayacak kadar küçük yaşta gittiler. Metal, hayat getirenin enerjisini yakından hissettiğinde, gittikçe titremeye, akışkanlık kazanmaya başlayacak.”

Raklas elindeki topu bir kez daha parmakları arasında çevirdi. Hayranlık uyandıran bir şahesere uzun uzun bakıyor gibiydi.

İvaren de iki sandalye öteden Raklas’ın elindeki gözünü dikmişti. “Onları ikna etmek için bu numaradan fazlasına ihtiyacın olabilir. Gerekirse bir kadın, şefkatli bir anne ya da yardıma muhtaç bir dilenci gibi görünmen icap edecek.”

Enoluin boğazını temizledikten sonra devam etti. “Kehanette dördünün bir şekilde bir arada olduğunu gördüm. Henüz hayat getirenin enerjisi dağınık olabilir. Bu da gerçekten doğru kişiyi bulmanı zorlaştıracaktır. Bu yüzden dördünü de getirmelisin. Kaldı ki, diğer üçü hayat getiren olmasa dahi her şeyden önce buraya aitler.”

İvaren eliyle dört sayısını gösterdi. “Görevinin zorluğu dörde katlandı. Sözünü tamamlar tamamlamaz büyük bir gürültü ile kapı vuruldu. Alanor gecikmeden kapıya yöneldi. Odadaki hava daha da gerilmişti. Alanor, bir yandan seri adımlarla kapıya ulaşmaya çalışırken kapı hiddetle yumruklanmaya devam ediyordu.
Alanor kilidi kaldırdı ve kapıyı gerisin geri çekti. “Dönmüşsün.”diyebildi şaşkınlıkla.

Nefes nefese kalmış olan adamı hemen içeriye aldı. Adam masaya yanaştı ve cebinden buruşturulmuş, kalın kül renginde bir deri parçası çıkardı. “Kalkan delinmeye başlamış. Bunu toprağın üstünde buldum.” Devasa bir yılanın derisini andıran parçaya dikkatli bakıldığında, kalkanın altıgen dokusuna ait imgeler görülebiliyordu.

“Seninle yolladığım diğer büyücü, o nerede? Yaşıyor mu? Başınıza neler geldi, anlatsana.”

Konuşmadan önce nefes alıp verdi. “Merak etme hayatta ama korkudan nutku tutuldu.” Sorgulayıcı bakışların ardından bir nefes molası daha vererek ekledi. “İçeride başka arvaya denk gelmedik ama kalkan perişan halde ve kalkanın dışında ufka kadar her yer arvalarla dolu. Öfkeliler ve burayı parçalara ayırmak için bekliyorlar.”

Alanor kalkandan düşen parçanın üzerinde parmaklarıyla gezindi. Derin bir of çekti. Kaşlarını kaldırdı. Gözleri büyümüştü. “Tahmin ettiğimden de fazla yıpranmış. Kalkanın çökmesine en fazla birkaç gün var. Bir an önce hareket etsek çok iyi olacak.” Aremas’ın omzuna elini koydu. “Sana güvenmekten başka şansımız kalmıyor. Ben avluda bekleyen kalabalığa hayat getireni bulduğumuzu müjdelemeye gidiyorum.”

“Ne müjde ama! Soyumuzu yok edecek elemanı bulmamızı nasıl izah ettiğini ben de görmek istiyorum.”diye ileri atıldı İvaren. Aremas sırtına çimdik atmaktan kendini alıkoyamadı. Cırtlak bir ah sesi işitildi. “Hiç mizah anlayışınız yok.”dedi İvaren sırtını ovalarken.

“Dua et ki; yapacak daha önemli işlerim var. Yoksa gidilebilecek en kısa yoldan avluya uçardın.”dedi Aremas ayağa kalkıp asasını dolabın yanından alırken.

Raklas Enoluin’in koluna girdi. Konsey üyeleri odayı yavaş yavaş boşaltmaya başladı. Aremas ve Alanor sona kalmıştı. Aremas, Alanor ile birlikte odadan çıkarken usulca kapıyı çekti. Diğerlerinin koridoru dönerek uzaklaşmalarını bekledi. Sesi olabildiğince içten ve derindendi.

“Herkesi savaşmaya ikna edemeyeceğini biliyorsun, Alanor. Birazdan avluya geçip hayat getireni bulduğumuzu anlattığında, lütfen duyacaklarından dolayı kendini suçlama. Bir kısmı savaştan çekilip aykırılara katılmak isteyecektir.”

“Biliyorum.” Alanor, Aremas’ın boşta olan elini avuçlarının içine aldı. “Yıllardır herkes saklambaç ve kovalamaca oynamaktan çok yoruldu. O yüzden kimseyi suçlayamam.”

Aremas koridorun yanındaki pencereden bir an için dışarı baktı. Umarsız bir kalabalık içinde iç içe geçmiş, karmaşıklaşmış duygular yumağı kol geziyordu. Savaş yıllar sürmüştü ama halkını hiçbir zaman için bu denli yıpranmış ve halinden bezmiş görmemişti. Her tehdit edildiklerinde baş gösteren farklı bir savaşta, farklı simalar, farklı anneler, babalar, çocuklar aralarından eksilirdi. Matem günlerinde acılar tazelenir, mezar başlarında ağlanırdı. Fakat bu üzüntü ya da keder değildi, bu düpedüz korkuydu. Köşeye sıkışmışlıktı. Ancak köşeye sıkışan kedinin kaplana dönüşme ihtimali de vardı.

Gözleri gökyüzüne ilişti. Birkaç bulut kendi aralarında kümeleşmiş, usulca esmeye başlayan rüzgârın sürüklediği yönde koşulsuz vaziyette ilerliyordu.

“Acele etsem iyi olur.” Aremas elini yavaşça Alanor’un gevşeyen avuçlarının içinden geri çekti.

“Rahatsız ettiysem özür dilerim.” Mahcup olmuş gibiydi.

“Önemli değil, sadece, artık gitmem gerek.” Kibarca gülümsemişti. Aremas gibi mizacı sert birisi için bu durum ender görülür cinstendi. Genellikle gülmezdi, yüz kaslarının gülümsemek için gerildiğine pek az kişi şahit olmuştu. Etrafındakiler, onun kız kardeşinin ölümüne tanıklık ettikten sonra böyle olduğu konusunda hemfikirdi. Belki de o günden bu yana onu iliklerine kadar mutlu edecek hiçbir şey yaşamadığından gülmeyi unutmuş bile olabilirdi.

Alanor rahatlamışçasına içten bir gülümsemeyle karşılık verdi. “Kuzey rüzgârları seni bekliyor.”

Aremas asasına sıkıca sarıldı ve ardını dönerek emin adımlarla uzaklaştı. Kafasında kırk tilki dolaşıyordu. Üzerinde büyük bir sorumluluk vardı ve belki de nihai savaşın kaderi zamanında getireceği yardıma bağlıydı. Konağın neredeyse tamamını süsleyen, alışıldık zeytin dalı gravürü eşliğinde merdivenlerden aşağıya indi. Avluya bakan sahanlığın tersine dönerek konağın arka kapısından dışarı çıktı.

Biraz önünde, olanca haşmetiyle duran mintros kayalıklarına giden yol uzanıyordu. Yedekte birkaç adet can bulundurmayanların gitmek isteyeceği bir yer değildi. Zira yer yer dikleşen kayalıkları sadece bazı otçul hayvanlara ve kuşlara geçit verir cinstendi.

Avludan, konağın dışına sızan uğultuları duyabiliyordu. Alanor’un konuşmaya başlamış olabileceğini düşündü. Velhasıl, aklı ve kalbi burada kalsa da sevgiden kendi payına düşeni alıp yola çıkmalıydı. Yeşil lame elbisesinin ardına eğreti olarak dikilmiş başlığı kafasına geçirdi. Soğuk rüzgârlar onun bile üşümesine neden oluyordu. Akamete uğramaktan korkarak seyrek adımlarla yola koyuldu.
Onur Şahin

Çevrimdışı

  • *
  • 39
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Hayat Getiren
« Yanıtla #4 : 21 Aralık 2015, 22:55:23 »
5.Bölüm

Spoiler: Göster
Köyün en batısında, dünya kapısına doğru hafifçe eğilmiş, adeta bir gözüyle yeryüzünü, diğeriyle ise gökyüzünü izleyen, on metreyi aşkın boyuyla bir anıt ardıç ağacı duruyordu. Ağırbaşlı duruşu ve rüzgârın karşısındaki bilge tavırları şu an civar topraklara ayak basan insanların bilinen en eski atalarından bile önce, tozlu zamanlarda yaşamaya başladığının bir göstergesiydi. Uzun süreler daha gölgesinin vurduğu ve köklerinin uzandığı hayali sınırlara bekçilik yapacağa benziyordu.

Heybetli ağacın birkaç metre kuzeyinde çok önceleri çökmüş bir obruk vardı. Obruk ağaçtan üç boy daha aşağıdaydı. Doğa, adeta küçük bir çocuğun dikkat çekmek için yaptığı benlik gösterilerini sergiliyordu. Toprak üzerinde sürekli yapbozlar yapıyor, durmadan ufak bitkiler ve hayvanlar ekliyordu. Burada yaptığı ise kesinlikle abartılıydı ve dikkatleri üstüne çekmek istediği kadar tehditkâr yanını da ortaya koyma gayesi taşıyor olmalıydı.

Dünya kapısı diye anılan yer ise çarpık bir mağara ağzından ibaretti. Doğa ana, burada, paletindeki yeşili kullanırken obrukta olduğu kadar cömert davranmamıştı. Mağaranın taş oyuklarından kendine yol bulmuş olan birkaç cılız sarmaşık adeta sakınırcasına yaptığı minik dokunuşlar gibiydi.

Mağaranın hemen batısında ise doruğu bulutların ötesinde gökyüzüne kenetlenmiş bir sıradağ dizisi bulunuyordu. Dağlar güneye doğru devam ediyor ve köyün kurulduğu kaba düzlüğün çevresinden dolanarak biraz daha doğuya ilerledikten sonra dağın etekleri alçalıp bozkıra karışıyordu. Biraz kuzeydoğusunda ise sanki biraz önce bozkıra boyun eğen o değilmişçesine yeniden mintros kayalıkları olarak yükseliyordu.

Her evin bir delisi olurdu. Belki de mintros kayalıkları sıradağ ailesinin yaramaz çocuğuydu. Toprağın altında güvenli ve huzurlu bir hayat yaşamak var iken bozkırın ortasında dikilmişti. Böylesine bir aşırılık bu coğrafyada görebileceğimiz özgür ruhlu doğanın eserlerinden yalnızca biriydi. Kimilerine göre estetik yoksunu olan doğa, iğnelemelere kulak tıkamış, bu yalnız dağı, öylece konduruvermişti. Aynı zamanda bu yalnız dağa birkaç dere fazladan koymuştu. Dağın sükûnet yüklü, özgür duruşunun yanında kuzey yamacından doğan bu dereler gözyaşlarının bolluğuna dalaletti. Dağın ağlamaklı hallerinden sonra dereler büyük bir nehir oluyor ve menderesler çizerek köyün kuzeyinde yer alan ufak tepenin ötesinde kıvrılarak gözden kayboluyordu.

Alanor, yine bir saat kadar önceki konuşma yaptığı yerde, at nalı biçiminde inşa edilmiş konağın avluya bakan iç yüzündeydi. Konak, köyün en doğu sınırında orta boylu çoğunluğu zeytin olan ağaçların arasına bir yerlere sıkışmayı başarmış gibi görünüyordu. İç mimarisini süsleyen gravürler ve heykelciklerin bir kısmı dış mimaride de kullanılmıştı.

Alanor’un yanında konsey üyelerinin bir kısmı vardı. Bu sancılı süreci olabildiğince az hasarla atlatmak adına, olanları anlatırken yanında bulunmalarını Alanor istemişti. Söyleyeceklerini henüz bitirmemişken kalabalıktan yükselen uğultu ve serzenişler öngörüsünün de ötesindeydi. Halkını uzun zamandır böyle infial içinde görmemişti.

Uzun boylu, genç, esmer bir erkek kalabalığın sesini eliyle bastırıp gür sesiyle konuştu. “Alanor, söylediklerini kulağın duysun. Bizim tek arzumuz hayatta kalabilmek. Saryuslar yıllardır hayat getireni buraya getirebilmek uğruna dünyaya geçebilmek için yana yakıla iksiri ararken hangi akla hizmet onu bizim getireceğimizi söylüyorsun?” Söylediklerini onaylatmak ister gibi öne çıktı. Uğultu yayılırken sesi daha gür çıkmaya başladı. “Hayat getiren ya da her kimse, onu buraya getirebilmek için iksirin peşinde olduklarını söyleyen siz değil miydiniz?“

“Hâlâ aynı şeyi söylüyorum işte.”

”Aynı şey değil. Onu alırlarsa hepimizi öldürmeyecekler mi?”

“İşte bu yüzden, hayat getireni onlardan önce bulmalıyız.”

“Bulunca ne olacak. Onu köy meydanına dikip bizden yana olması için dua mı edeceğiz?”

“Ona doğruyu gösterip bize katılmasını umacağız.”

Esmer genç gözlerini devirdi. “Hangi doğruyu?”

“Doğru tektir.”

“Hayır, yalnızca gerçek tektir! Gerçek olan ise bizim ölümümüze sebep olacağı. Bize, katilimizi, kendi ellerimizle buraya getirmemiz gerektiğini söylüyorsun. Hayat getirenin Halkar’ın çocuğu olması umurumuzda değil.”

Alanor kalabalıkta yükselen tansiyondan dolayı gittikçe endişeleniyordu. “Meselemiz bu değil. O sadece bir ayrıntı.”

“Halkar için de mi öyleydi?”

Alanor bu soruyu cevapsız bıraktı. Kısa bir süreliğine suskun kalmıştı ancak böylesine gergin bir ortamda bu kısa süre bile sabırsızlıkla karşılanıyordu.

Esmer genç, serzeniş, suçlama ve hayıflanma ile süslediği konuşmasını sürdürdü. “Burada koca bir halkın hayatından bahsediyoruz. Bu durumdayken ne olduğu belirsiz birinin hayatta kalıp kalmaması bizi ilgilendiriyor mu sanıyorsun. Biz öldükten sonra kimin bu topraklara ayak bastığının bir önemi yok.”

Alanor giderek daha fazla yumruğun sıkıldığını hissedebiliyordu. Öfkeyi ve isyanı nasıl yatıştıracağı konusunda çare üretemeyecek durumdaydı. “Bizi ilgilendiren onun hayatı değil. Anlamıyor musunuz?” Sesi genç adamınki kadar gür çıkmıyordu. “Saryuslar hayat getireni bulduğunda, onun nihai gücüne ulaşmasını engelleyen, bu gezegendeki büyüden pay alan büyücüleri temizleyecek. Biz de onu-“

“Kim demiş? Bunun böyle olacağını nasıl bilebiliyorsun? Hayatında kaç tane hayat getiren gördün, Alanor?” Az önceki genç yine bağırırcasına konuşmuştu. Koca kalabalıkta ondan başkasının sesi çıkmayınca adeta kalabalığın sözcülüğünü yapıyor gibi görünüyordu.

Alanor’un keşmekeşten kurtulmaya çalıştığı çok açıktı. Dolu fakat tutuk bir tabanca gibi teklemeye başladı. “Küstahlaşma!” Sinirden bir anlığına elinden kaçırmış olduğu asasını çevik bir hamleyle yakaladı. “İlmimizin Halkar’dan geldiğini biliyorsun.”

“Tabi ya, yüce bilge Halkar. Nasıl da unuturum.”

“Onlar olmasa şu an-“

“Yine aynı terane.” Genç adam dalga geçercesine elini salladı. “Ben kimseye beni bu gezegene taşıması için yalvardığımı hatırlamıyorum. Ya da sürüklemesi mi demeliyiz?” Sol kaşını ve alt dudağını kaldırarak yanındakilere baktı.

Alanor’un dudakları titremeye başladı. Bir eliyle balkon korkuluklarına tutunmuyor olsa muhtemelen dudağının aykırılığına vücudunun başka bölümleri de eşlik edecekti. “Utanmasanız gözlerimizin önünde olan yanardağ felaketini de inkâr edeceksiniz.”

Genç adam tuhaf bir ses çıkararak kısacık güldü. “Yıllardır bize ne anlattıysa inandık. İnanmak zorundaydık. Çünkü bu ucube yerde tanıdığımız ve kaçınılmaz şekilde güvendiğimiz tek kişi oydu. Her anlattığına ilahi bir vahiy gibi inanmak zorunda değiliz.”

Alanor, dolduruşa gelmemeye çalışarak olabildiğince sakin bir şekilde karşılık vermeye çabalıyordu. “Bizden sakladığı gerçekler varsa bizi korumak içindir.”

Esmer genç horoz gibi diklendi. “Bildiğim tek gerçeklik çok küçük yaşta sarsıcı bir yolculukla buraya getirilmiş ve normal bir insan iken büyü saçmalıklarıyla donatılmış olmam. Ondan sonrasını da hepimiz biliyoruz. Huzur içinde yaşıyorken benzer şekilde huzur içinde de ölmeye hakkımız vardı. Ruh hastasının teki üstüne vazife olmadan bizi güya kurtarmış.” Yumruğunu göğsüne vurdu ve bağırdı. “Hem de bize sormadan!”

Karşılıklı atışmalar sağlam kaynaklardan beslenmeyen kırılgan ilişkileri sarsıyordu. İvaren Alanor’un hepten çıldırdığını düşünerek yanına yanaşıp bir şeyler söylemeye çalıştı. Alanor eliyle onu temin etti. Öfkesini olabildiğince gizleyip ağırbaşlı bir tavır takınmaya çalıştı. “Hepimizin sinirleri alt üst olmuş durumda. Bu durumda sağlıklı düşünemiyor olmamız çok olağan.”

İvaren Alanor’a destek çıkmak için araya girdi. “Aramızdaki uyuşmazlıkları boş verelim. Tek bir hedef doğrultusunda beraberce hareket edersek ulus olarak bu açmazdan kurtulabiliriz.”

Genç adamın suratı farklı bir şaşkınlık ifadesiyle kaplanmıştı. Suratını ekşitiyor, her seferinde yapmacık abartılarla yüz hatlarını kabartıyordu. “Öyle mi? Durun tahmin edeyim. Bugüne kadar birkaçını sadece sizin gördüğünüz Saryuslar var. Gerçekte ne olduğu belli olmayan bir dolu gizemli insandan bahsediyoruz. Yirmi yıldır süregelen bir savaşımız var. Kendilerini pek göremesek de bize saldırtmak için yolladıkları köpekleriyle savaşıyoruz. Üstelik kaç kişi oldukları ve gerçekten karşı karşıya geldiğimizde bize galip gelip gelemeyecekleri meçhul. Savaştığımızda kuyruklarını kısıp kaçmayacaklarının bir garantisi bile yok. Buraya ayak bastığımızdan beri iki nehir ötesini göremedik. Sürekli Saryusların iksirin peşinde olduklarını söyleyip duruyoruz ama bir akıllı çıkıp da işte iksir, bizi rahat bırakın artık demiyor.”
Onur Şahin

Çevrimdışı TheSpell

  • ***
  • 826
  • Rom: 16
  • Dovie'andi se tovya sagain.
    • Profili Görüntüle
Ynt: Hayat Getiren
« Yanıtla #5 : 21 Aralık 2015, 23:43:06 »
Merhabalar.

Okumak için fazla vaktim yok şu anlık, o yüzden yalnızca ilk iki bölümü okuyabildim. Bu yorumum tamamen o iki bölüm üzerinedir.

Öncelikle kurguyu çok iyi oturtmuşsunuz gibi geldi bana. Daha oluşturduğunuz dünyaya yeniyiz, bilmediğimiz ve tanımadığımız birçok şey var. Bunlar okudukça atlatılacak şeyler, ama hepsinin altında, oluşturduğunuz dünyanın özelliklerini ve kurgusunu kafanızda tamamıyla tasarlamışsınız da öyle yazmaya başlamışsınız gibi bir hava var. Hoşuma gitti.

Üslubunuzu da beğendim ama burada ufak bir eleştirim var. Fırtınakıran'ın daha önce başka bir hikayeye yaptığı yorumu aynen alıntılıyorum. O söylenecek her şeyi söylemiş zaten.

Dilin kurgunun bir iki adım önünde olması antreman için iyi (amacı buysa), ama öykünün özü için (bence) iyi değil. Kurguyu gölgeleyen dil bir yerden sonra öykünün asıl amacını ikinci plana atıyor, diye düşünüyorum.

Tam olarak böyle.

En kısa zamanda diğer bölümleri okuyup yorum yapmaya çalışacağım. Kalemine sağlık :)

Çevrimdışı

  • *
  • 39
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Hayat Getiren
« Yanıtla #6 : 21 Aralık 2015, 23:59:05 »
Öncelikle teşekkür ederim. Aslında bu bir roman. 200 sayfa kadarını bitirdim. Bölümlerin revizyonunu büyük ölçüde hallettikçe buraya koyuyorum.

Kurgusu epey dallı budaklı ve geniş. Yani kesinlikle gördüğünüz gibi. Hatta planlarıma uygun ilerleyebilirsem, geriye dönük göndermeler yapacağımdan bu kısmı buz dağının görünen kısmı diyebiliriz.

Dil konusunda haklı olabilirsiniz. Bu biraz benim benzetme ve soyut tamlamalar kullanma alışkanlığımdan da kaynaklı olabilir. Hikayeye renk kattığı ve sırıtmadığı sürece bu üslupla yazmayı tercih ediyorum. Vermek istediğim bilgilerin çoğunu da satır aralarında çaktırmadan anlatmaya çalışıyorum. Fazla miktarda şöyle oldu, ondan sonra da böyle oldu şeklinde cümle kurmayı sevmiyorum.

Eleştiriniz için teşekkürler. Hepimiz sonsuz bir olgunlaşma sürecindeyiz. Her şeyden öte, keyifli dakikalar sunabildiysem ne mutlu. Sağlıcakla kalın.
Onur Şahin

Çevrimdışı

  • *
  • 39
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Hayat Getiren
« Yanıtla #7 : 23 Aralık 2015, 19:13:58 »
6.Bölüm

Spoiler: Göster
Alanor’un söze karışmasına izin vermeden devam etti. “Ne malum, Halkar’ın bunların hepsini kafasında kurgulamadığı? Var mı buna verecek bir cevabınız? Hayatınızda kaç tane Saryusu bir arada gördünüz?”
Alanor bozuntuya vermemek için kayıtsızlığının sınırlarını zorladı. “Güvendiğin birinin beyanatı bazen gördüklerinden daha kıymetli olabilir.”

“Söylentilerden gerçeklik türetmeye hevesli yanından daha yaratıcı bir cevap beklerdim.” Keskin bir şekilde asayı tutmayan sağ kolunu savurdu. “Yaratıcı hamleyi yapma zamanım geldi.” Yanında bulunan kardeşlerine ve ailesine de gitmeleri yönünde bakışlar attı. Bakışları birkaç saniye içerisinde harekete geçmelerine yetecek kadar delici ve tesirliydi.

İvaren, hemen kıvrak bir hamleyle araya girdi. “Aremas, mintros kayalıklarına gitti. Zamanında yardım getirebilir.” Genç adam tam arkasını dönecekken, gürültülü bir kahkaha attı. Kahkahanın satır aralarında ne olduğu tam seçilemeyen birtakım itici sesler de vardı. İvaren bozuntuya vermeden devam etti. “Eyargin’e hayat getireni bulduğumuzu söylediğimizde savaştaki sessiz duruşunu bozacaktır.”

“Evet, küçük hanım, bizi boğmak için aradığı fırsatı bulmuş olur. Boş versene.” Elini umursamaz şekilde salladı.

“Denemeye değer. Elimizde başka alternatif yok.”

Genç adam asasını kavrayıp gitmeye yeltenirken alaycı bir gülüşle İvaren’e baktı. “Benim aradığım alternatif bu.” İvaren yanıtlarının çıkmaz sokağa girdiğini anlayarak sustu.

Alanor yer yer hareketlenen kalabalığa baktı. Umduğundan daha fazlası, hatta çok daha fazlası birlikteliği bozmak üzereydi. Teslim olmuşçasına iç çekti. Sesi yaşadığı hayal kırıklığını yadsırcasına duygusuz geliyordu. “Olur da savaştan sağ çıkar ve hâlâ birlikte hayatımızı sürdürebilirsek, kim iyi veya kötü hangi tavrı aldıysa herkes koşulsuz karşılığını görecektir. Aykırıların başına bir şey gelecek olursa hiç kimse eski bağlaşıklığımızı nazara alma aymazlığına düşmesin.”

Genç adam bu sefer de hayli garip bir yüz ifadesi takınmıştı. Bu kez besbelli alaya alıyordu. “Ölümün suretiyle sizden önce karşılaşacak olursam, bunu ona söylerim, merak etme.” Genç adamın yürüyen gruba yetişmesi fazla zaman almadı. Ayrılanlar, çoğunlukla almaşık çalıların kapladığı toprak yol, batıya, Enoluin’in de evinin bulunduğu araziye doğru ilerliyordu.

Genç adamın isyanına başka aileler de dâhil olmuş, gruplar halinde, tıpkı bundan önce de birlikteliğin ruhundan sıyrılmış ve ülküyü sürdürmek konusundaki kararlılığını yitirmiş olan Hekarinlerin yaptığı gibi, aykırılara katılmak için yola çıkmaya başlamışlardı. Bundan birkaç yıl önce geride kalanları yüz üstü bırakan bu tutum, korkaklık ve ihanet olarak addedilirdi. Bugünse, içinde bulunulan vahim durumda, başka birini yargılama yüceliğinde olan kimse yoktu. Nitekim biri diğerinden daha ak, diğeriyse ötekinden daha kara değildi.

Alanor kalabalığın kontrolünü tamamen kaybettiğini hissetti. Hâkimiyetine girdiği kudretli anaforun etkisinden kendini kurtarmaya çalışıyordu. Teslimiyet yıldızları zihnini parsellemiş, daha öncesinde olmadıkları kadar parlaktı. Kalkanı kontrol etmesi için yollamış olduğu toprak büyücüsünü yanına çağırıp balkondan içeriye girdi. Ardışık olarak onu İvaren ve yanındaki biri kadın diğeri erkek, iki konsey üyesi takip etti.

Alanor derin bir hayal kırıklığına uğradı. Olacaklara kendisini hazırlamıştı ancak bu kadar güç duruma düşeceklerini tahmin etmiyordu. Koridorda afallamış şekilde ilerlerken İvaren konuşmaya başladı. Yirmi yaşına yeni bastığını kanıtlar yumuşaklıkta bir ses tonuna sahipti. “Kaç kişi kaldık?”

Alanor cevap vermek konusunda isteksiz görünüyordu. İç çekti. Elini nereye koyacağını bilmeksizin çenesine götürdü. Titremeyi sürdüren ayakları için ise yapacağı bir şey yoktu. “Son ayrılıklarla birlikte geride sadece iki yüz kadar büyücü kalmış olmalı.” Sesi, isteksizliğini belgelercesine donuktu.

“Harika, savaşa elimizdeki iki yüz koyunu sokalım. Neticede iki ordunun da kazanma ihtimali birbirine denk.”

Alanor istemsizce gülümsedi. “Her koşulda mizah yeteneğini canlı tutman takdire şayan.”

“Bizim huysuz hatun olmayınca daha yaratıcı olabiliyorum.”İvaren daha içten bir sırıtışla karşılık verdi.

Gülümsemesi geniş suratında yayıldıkça yayılıyordu.

Alanor yarı uyarı yarı şaka ile İvaren’e döndü. “Sen yine de fazla açılma. Alışkanlık yapmasın.”

İvaren işaret parmağını havaya kaldırdı. “Şimdi ciddi olma zamanı. Önümüzde bir savaş var.”Rolünü layıkıyla yerine getirdikten sonra yine dayanamayıp kahkaha atmaya başladı.

Alanor istemsiz şekilde gülerek karşılık verdi. İvaren’in attığı her kahkaha, Alanor’un ruhunu boğan karamsarlık halkasını usulca gevşetiyordu.“Umutsuz vakasın.”

“Her zaman umut vardır.”

“Fazla gevşeksin.”

“Buna itiraz edemem işte.”

“Bir yerden yakalayacağımı biliyordum.”

“Tamam, sen kazandın.” İvaren köşeli suratına sahte bir kabulleniş ifadesi takındı.

“Şu hale bak. Az önce, dışarıda sinirden ölmek üzereyken şu an seninle oturmuş, vaziyetimizi resmen alaya alıyorum. Sanırım çizginin ötesine çoktan geçmişim.”

“Hangi çizginin?”

“Hani şu dâhilikle deliliği ayırdığından bahsedilen ince çizgiden bahsediyorum.”

İvaren fırfırlı, erguvan rengindeki eteğiyle muzipçe selam verdi. “Aramıza hoş geldin.”

Bütün bunlar olurken Aremas bozkırı yürüyerek aşmış, mintros kayalığının eteklerine ulaşmıştı. Kaderin iptidai karanlığına galip gelmek için var gücüyle yol almaya çabalıyordu. Bozkırın sonunda toprak, kimi yalnız kayaların etrafına bolca sızmayı başarmıştı. Güçlü kadını selamlayan neşeli çalıların ardında belki de asırlık, ağırbaşlı kızılçam ağaçları duruyordu. Rakım yükseldikçe git gide artan sayıları sırt sırta duran kayaları gölgeye boyamıştı.

Kışın iyiden iyiye kendini gösterdiği şu günlerde hava oldukça soğumuştu ve kuzey rüzgârları sadece insanların değil ağaçların bile iliğini donduran cinstendi. Rüzgârın ormanın içine balıklama daldığı alanlarda kızılçamlar titrercesine silkeleniyordu. Az miktarda gelen güneş ışığına tamah eden orman çiçekleri, kızılçamların himayesindeki yarı gölgelik alanlarda onlara şükranlarını sunarcasına rengârenk açmıştı.

Aremas kuzey rüzgârlarının güçlenmesini fırsat bilerek çıplak kayalık yüzeylerden asası yardımıyla sıçrayıp bir başkasına nazikçe iniş yapıyordu. Birkaç metre öteye yaptığı bu sıçrayışlar denizanasının sudaki salınış hareketini andırıyordu. Önce yukarıya kuvvetli bir sıçrayış ve ardından vücudunu suyun akışına teslim etmek…

Daha fazlasını, çok daha fazlasını yapabilirdi ancak yüce dağın zirvesine ulaşmak için harcayacağı büyü gücü sonrasında uzun süre bitkin şekilde kalabilirdi. Üstelik harcadığı güç ile dağın zirvesine ulaşacağının teminatı da yoktu. Bu yüzden sırtını kuzey rüzgârlarına dayamak ve onlara güvenmek zorundaydı. Yaptığı ardışık sıçrayışlar bile oldukça yorucu bir hal almaya başlamıştı. Kafasını kaldırıp arada bir zirveyi yokluyor, heyecan ve hayal kırıklığı tezatlığı arasında yalpalıyordu.

Uzaktan bakınca el ele tutuşmuş gibi görünen kayalardan en büyük ve en çirkininin üzerine konmuştu. Nazik dokunuşları kelebek timsaliydi. Tekrar kafasını kaldırdı, düşen başlığını başına geçirdi. Parmaklarının daha yavaş hareket ettiğini fark etti. Soğuğun etkisinden olmalıydı. Epeyce yol gelmiş ve yorulmuştu, ilk defa biraz dinlenmek ve doyasıya nefes alabilmek için yere çömeldi. Hırkası da pantolonu da tek renk ve bir rüzgâr büyücüsünü yüz üstü bırakmayacak kadar kalındı. Bej rengi güdük ayakkabısının hemen üzerinde, ayak bileğini örten kabarık bir halka vardı. Yeşil tonu orman ağaçlarının mat yeşiline denkti.

Zaman aleyhine işlerken, konaktayken tahmin ettiği sürenin neredeyse tamamı daha yolun yarısına gelmeden tükenmişti. Ya uzun süredir bu mıntıkaya uğramadığından varış süresini yanlış kestirmişti, ya da eskiye nazaran paslanmıştı. Kaldı ki, gücünün zirvesindeyken de bu pek olası bir seçenek gibi görünmüyordu.

Kuzey rüzgârları yardım etmek istercesine derinden esiyordu. Aremas, eski bir dostunun desteğini kaybetmemek istercesine olanca gücüyle ayağa kalktı. Birkaç metre ötede büyük ve yalnız bir kaya duruyordu. Bu yükseklikten sonra başına buyruk, devasa kayaların sayıları da giderek artıyordu. Ağaçlar seyrelmeye başlamıştı. Bazı kayaların etrafı kızılçamla örülüyken bazılarına ardıç yoldaşlık ediyordu. Belli ki, doğanın rıza gösterdiği her yerde ağaçlar, kayaların asiliği ve başıboşluğunu bastırmak için bilgeliklerini sergileme telaşındaydı.

Aremas tekrar büyük bir sıçrayış yaptı ve dik kayaya konacak yer aradı. Yalman ve pürüzsüz kaya, üzerinde durmayı zorlaştırıyordu. Dengesini sağlayamadan bir kez daha ileriye sıçradı ve bir diğerine konamadan rüştünü yeni ispatlamış bir ardıcın kıyısına düştü. İncecik gölgesinin üzerinde öylece kalakaldı. Nabzı hızlanmıştı ve sık sık nefes alıyordu. Vücudunun başkaldırısına kulak verip, kendine gelmek adına biraz dinlenmeye karar verdi.
Onur Şahin

Çevrimdışı

  • *
  • 39
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Hayat Getiren
« Yanıtla #8 : 26 Aralık 2015, 20:49:07 »
7.Bölüm

Spoiler: Göster
Alanor gibi temkinli birinin, yolda karşılaşabileceği her güçlüğü önceden hesaba katmış olabileceğini düşündü. Kuzey rüzgârlarının ihaneti, geçidi aşmanın zorlukları, soğuk hava, vahşi hayvanlar ve daha birçok engelle karşı karşıyaydı. Birçoğundan kurtulabilirdi ama yerçekimine karşı hareket etmek onu oldukça yoruyor ve zorluyordu. Yine de çoğu rüzgâr büyücüsü, şimdiye kadar aştığı mesafenin yarısını bile bu sürede aşamazdı. Ancak, Aremas gibi güçlü büyücülerin de gücünün bir sınırı vardı. Mintros kayalıklarının tepesindeki kaleye varana kadar gücünü olabildiğince muhafaza etmek istiyordu.

Gönülsüzce birkaç adım atarak ardıç ağacının yanına yaklaştı ve oturarak sırtını ağacın sert ama babacan kabuğuna yasladı. Önünde büyük bir ova seriliydi. Yer yer seyrek de olsa ağaçlık alanlar vardı ve kuzeybatıya doğru ufak sayılabilecek bir tepe yükseliyordu. Burası geçen yıl savaşı kaybettikleri yerdi. Biraz güneyinde ise arvalar ovayı büyük ölçüde doldurmuştu. Kalkanın hemen önüne mevzilenmişlerdi. Aylaklıktan olsa gerek, kimileri gövde gösterisi yaparak gürzleriyle diğerine vuruyordu. Daha ufak olanlar bu aralıklı tacizi kanıksamış olsa da tam anlamıyla yetişkin olanlar karşılığını ya bağırarak ya da aynı hareketi yaparak veriyordu. Gürzlerin çarpışması ile oluşan yankı mintros kayalıklarına kadar ulaşamıyordu fakat Aremas ne kadar kulak tırmalayıcı olduğunu tahmin edebiliyordu. Sesler her ne kadar rahatsız edici de olsa o yüksekliğe kadar ulaşamaması oldukça doğaldı. Zira bu mesafeden en fazla bir karasinek boyutunda görünüyorlardı.

Geçen sene sayılarını o kadar azaltmış olmalarına karşın sanki hiç eksiltilmemişçesine çoklardı. Halkar bacaklarındaki kirpi dikenlerine benzeyen şeylerin yeterli olgunluğa erişince düştüğünü ve yeni bir arvanın bu sayede oluştuğunu anlatmıştı. Ergenliğe ulaşana kadar gözleri kapalı eciş bücüş bir kütük gibi duran arvalar, ergenliğe ulaştığında hareket edebilir hale geliyordu. Üreyebilir hale gelmesi ise birkaç ayını alıyordu. Bir ağaç gibi toprak ve güneşten besleniyordu, fakat özünde ne ağaca benzer hali vardı, ne de ağaçlar gibi güneşten nemalanıyordu. Güneşten aldığı enerjiyi direk olarak içsel enerji olarak kullanabiliyordu. Dolayısıyla bugün de olduğu gibi kapalı havalarda, önünden yemeği alınan kediler misali huysuzlanıyorlardı.

Arvalar herhangi bir askeri düzenden yoksundu. Sadece saldırmak üzere kurulu uzaktan kumandalı robot gibi davranıyorlardı. Yine de birkaç güne kadar göz erimindeki arvaların hepsiyle birden savaşacak olmak onu huzursuz etmişti. Üstelik tedirgin olmasına yol açan tek şey bu da değildi. Eyargin’in, ittifak talebini reddetme olasılığı oldukça güçlüydü. Bunca yolu bir hiç uğruna gelmiş olabilirdi. Hemencecik buradan aşağıya inip arkadaşlarıyla ve sevdikleriyle beraber nihai kaderle göğüs göğse gelme hissi en az yoluna devam etme hissi kadar güçlüydü. Yol boyunca benzer çelişkileri yaşamış, hepsinden sıyrılıp sadece görevine odaklanmaya çalışmıştı.

Rahatsız edici düşüncelerin birini zihninden itekledikçe bir diğeri hemen boşalan sandalyeyi kapma telaşına düşüyordu. Gözünü daha güneye köyün olduğu mıntıkaya çevirdi. Ümidini yitiren bir grup aymazın aykırılara katılmak için mintros kayalıklarının da doğusundaki kampa doğru yola çıkmak üzere olabileceğini düşündü. Konsey üyelerinin ve Alanor’un üstün ikna çabalarına rağmen geriye çok azının da kalmış olabileceği ise istençsiz bir biçimde içinin ürpermesine neden oldu. Öyle ki, dondurucu esmeye başlayan kuzey rüzgârları bile bu denli derinden bir etki oluşturamamıştı.

Her ne kadar aklını meşgul eden bu düşünceler onu karamsarlığa itse de ölen kardeşini düşündüğü vakitler kadar kederli ve duygu yüklü değildi. Ne zaman aklının zincirlerini boşlasa çıldırmış bir at gibi kendinden bile gizlemek istediği kötü anılarına doğru dörtnala koşuyordu.

Elini elbisesinin iç cebine doğru götürdü. Dörde katlanmış avuç içi büyüklüğünde bir kâğıt çıkardı. Kız kardeşinin on yedi yaşındayken kara kalemle çizdiği bir bıyıklı doğana bakıyordu. Bıyıklı doğan ufak bir kayanın üzerine tünemiş, keskin gözleriyle etrafı kolaçan ediyordu. Kâğıdın sayısız yerinde ufak kabartılar vardı. Daha önce Aremas’ın ağlama seanslarına maruz kaldığı besbelliydi.

Art arda gerçekleşen bir dizi olay ve akabinde kardeşinin ölümü tekrar gözlerinin önünden geçti. Kardeşi bugün de yaşıyor olsaydı eğer, üç temel büyü doğasına da hükmedebilen nadir büyücülerden olacaktı. Doğaya ait var olan büyü gücü ancak doğru tınıyla seslenildiğinde ortaya çıkıyordu. Hal böyle olunca aynı kişinin birden fazla karakterdeki gücü ortak bir notada bağdaştırması düşük bir olasılıktı. Sesin karakteri ve tınısının yanında güçlü olmasının da önemi vardı. Bu yüzden bir Hekarinin doğanın özünü gerçek manada kullanabilmesi için yirmi yaşına yaklaşmış olması gerekiyordu.

Uzaklara dalmıştı. Kocaman bir bulutun güneşin önüne geçmesiyle birlikte anlık oluşan gölgeden irkildi. Uykularında kardeşinin öldüğü anı görmeye alışkındı. Fakat uyanıkken de görmesi pek hayra alamet değildi. Son zamanlarda uykusuz geçirdiği gecelerin sayısı azalacağına git gide artıyordu.

Yeterince dinlendiğine kanaat getirip ayağa kalktı. Kuvvetli bir rüzgârın esmesiyle beraber, bir önceki başarısız iniş yaptığı kayanın üstüne sıçradı. Hızla ötekine ve bir sonrakine doğru devam etti. Yağmurun yağma ihtimaline karşın bir önceki tırmanışına nazaran daha hızlı olması gerekiyordu.

Yarım saat kadar sonra zirveye oldukça yaklaşmıştı. Soluklanmak için ellerini dizlerinin üzerine koyarak derin nefes almaya çalışıyordu. Kısa sürede bu kadar irtifa değiştirmesi sonucu oksijenden daha fakir olan yeni havaya alışması zaman alacaktı. Arkasını döndü ve ovaya tekrar göz gezdirdi. Önceki sefer karasinek boyutunda görünen arvalar artık birer noktadan farksızdı.

Dik yamacın eğimi azalmış, yerini daha düzlük alanlara bırakmıştı. Bu kadar yüksekte ormandan geriye ise sadece yaşlı ardıç ağaçları kalmıştı. Yaşlı, defalarca yaralanmış ve defalarca yaralarını sarmanın yolunu öğrenerek, gün geçtikçe bilgeleşen birkaç ağaç…

Ardıç ağacının, yoldaşların en sadığı olduğu söylenirdi. Yine de ardıcın bilgeliği bile insanoğlunun cesareti ve cüretkârlığının ulaştığı kuytulara ulaşamıyordu. Nitekim artık yolun ilerisinde kayalık arazide bitmiş birkaç ottan başka canlı yoktu.

Aremas yaklaşık üç saat süren tırmanışından sonra yürümeye başlamıştı. Birkaç yüz metre ötede, doldurulmuş hayvan gibi duran geçit muhafızlarını gördü. Başlarında yarım bir miğfer vardı. Miğferin tepesinde uçları gökyüzüne dönük bir hilal ve hilale tutturulmuş, kanatları açılmış bir mintros motifi duruyordu. Yüz hizası hariç miğferin her santiminde boyunlarına kadar sarkan örgü ipler sallanıyordu. Muhafızların ikisi de yakalıklı kalın bir elbise giymişti. Ceket benzeri üstlüklerinde iç içe geçmiş, kıvrımlı, verevine uzanan simetrik desenler vardı.

Aremas ikiz zirveler arasındaki geçidi koruyan muhafızların yakınına kadar geldi. Muhafızlar hemen birbirlerine doğru birer adım kaydı. Ellerinde uzun yaylar tutuyorlardı. Sadece çok keskin nişancılar muhafız olabiliyordu. Çoğunlukla bir böceği bile birkaç yüz metre öteden vurabilecek yetenekteydiler. Oku Aremas’a doğrultmamalarının tek sebebi ise uzağı gören gözleri ile onu tanımalarıydı.

Aremas şapkasını indirdi. Henüz kımıldamamış olsalar, canlı olmadıkları konusunda bahse girebileceği adamların karşısında dikildi. “Eyargin’le konuşmak istiyorum.”

Kısa süren sessizliğin ardından nihayet adamların birisi konuştu. “Buna o karar verecek.” Yerden temreni keskinleştirilmemiş bir ok kaptı. Okun çubuğuna sarılı ufak kâğıdı açarak bir not yazdı ve yayını tüm gücüyle gererek kaleye doğru fırlattı.

Ok tiz bir ses çıkararak gözden kayboldu ve kalenin güney cephesindeki barbatayı aşarak hemen ardına düştü. Muhafızın fırlattığı kör temrenli oklar sadece haberleşme için kullanılıyordu.

Aremas, asayı tutan elini sürekli değiştiriyor, boşta kalan elini nereye koyacağını bilemiyordu. Besbelli, meçhul bekleyiş onun açısından hayli tatsızdı. Bu, odun parçasını ormanın derinliklerine fırlatıp köpeğin getirmesini beklemek gibi bir şeydi. Oku kimin aldığını ve ne yaptığını bu mesafeden göremiyordu. Bu kadar yolu boşuna gelmemiş olmayı diliyordu. İçi içini yese de belli etmemeye çalışarak etrafına bakındı.

Erima’nın ölümünden bu yana değişen pek bir şey yok gibi görünüyordu. En azından ruhsuz askerlerde bir değişiklik olmadığından emindi. Tipik bir kraliyette olduğu gibi taht için soydaşlık esastı. Kadın ya da erkek olması fark etmiyordu. Kardeşler arasındaki nihai güç üstünlüğü okçuluk müsabakalarıyla belirleniyordu. İyi bir lider olmanın mutfağında iyi bir okçu olmak yatıyordu.
Onur Şahin

Çevrimdışı

  • *
  • 39
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Hayat Getiren
« Yanıtla #9 : 10 Ocak 2016, 15:07:27 »
8.Bölüm

Spoiler: Göster
Birkaç dakika sonra asker ufuktaki gelen oku fark ederek Aremas’a eliyle yana kaymasını işaret etti. Aremas biraz geriye doğru yürüdü. Ok zirvenin yamacına isabet etti. Muhafız yere tükürerek küfretti. “İşte sizi bu yüzden muhafız yapmıyorlar.” İkiz tepelerin arasındaki dik uçurumdan ötürü düzlüğün on metre kadar altına düşen oku alabilmek mümkün değildi.

Aremas ileri atıldı. “Hemen getirebilirim.”

Muhafız homurdanarak karşılık verdi. Onların lügatinde bu muhtemelen ne yaparsan yap demekti. Asasına yere vurup bir şeyler fısıldadı ve uçuruma doğru atladı. Kısa bir uçuşun akabinde don tutmuş toprağa gömülmüş oku eliyle kavrayıp çekti. Ayağı yere basmadan yine havada yükseldi ve muhafızın önüne kondu.

Muhafıza oku uzattı. Muhafız kaşlarını kaldırıp metni dikkatlice okuduktan sonra Aremas’ı eliyle geçide buyur etti.

Geçit taştan yapılma ve en fazla üç insanın yan yana yürüyeceği genişlikteydi. Kenarlarda bel hizasında taştan korkuluklar vardı. Arkasına göz attı. Muhafızlar yine kütük şeklini almış hareketsizce duruyordu. Omuz silkti ve yoluna devam etti. İkiz zirveler arasında derin, v şekilli bir yarık uzanıyordu. Burası genelde sisle kaplı oluyordu ama bugün gayet duru bir manzaraya sahipti.

Aremas geçidin üzerinden kuzeye birkaç dakika yürüdükten sonra kalenin kapısına ulaşmayı başardı. Görkemli mimari, altındaki sınırlı düzlüğe oturtulmuştu. Bu kısımda yer alan zirvenin yamacı ise tırmandığı yamaçtan daha dikti. Hatta neredeyse düz bir duvar gibi yükseliyordu. Buraya saldırmak isteyen birisinin mutlaka Aremas’ın takip ettiği yolu takip etmesi gerekiyordu.

Kale kapısında biri kadın iki muhafız ellerini kavuşturmuş onu bekliyordu. Az öncekilerden tek üstün yanları birkaç cümle farkla daha konuşkan olmalarıydı.

“Buradan.”dedi kadın muhafız eliyle işaret ederek. Sağa dönüp ilk merdivenden sur üstündeki düzlüğe çıktılar. Epey bir merdiven tırmandıktan sonra nihayet kale içi şehrini ayakları altına alabildiler. Şehirdeki fazlasıyla dar bırakılmış ve yer yer kıvrılmak zorunda kalmış sokaklar kalenin kısıtlı bir sahaya kondurulduğunun en güçlü kanıtıydı. Sokaklar bir devamlılık arz etmiyor, sıklıkla ikili ya da üçlü merdiven bloklarıyla yükselip alçalıyordu.

Muhafızların miğferinde bulunan uçları gökyüzüne dönük hilal, ufak evlerin tepesinde de yer alıyordu. Çatılar herhangi bir simetriye tabi olmaksızın ince taştan levhalarla örülmüştü. Fazla yüksek olmasa da böyle bir çatı örgüsünü ayakta tutabilmek için güçlü bir tutkal kullanmış olmalıydılar.

Kalenin kuzey batı ucunda yüksek bir burç ve surların hemen ardında ise burçtan daha alçakta bulunan gökyüzüne doğru bakan sivri kayalar duruyordu. Burcun bu kadar yükseğe kondurulmasının sebebi kesinlikle bu kayalar olmalıydı. Burcun olduğu yerden arvaların toplandıkları yerler ve kuzeydeki tüm ovayla çok uzaklarda alabildiğine uzanmış sıradağ dizisi görülebiliyordu.

Aremas kale içi manzaraya kısa bir bakış atıp artlarından yürümeye devam etti. “Buraya ayak basmayalı uzun zaman olmuş.”

“On yıl önce Halkar ile birlikte gelmiştiniz.”

“O zamanla yolculuklar ve macera konusunda daha arzu doluydum. Şimdi sanırım,” Duraksadı. ”Daha yaşlıyım.”

“Zamanın yan etkisi. Verdiğimiz her kararda, yaptığımız her hamlede biraz daha yaşlanıyoruz. Bu hepimizin başına gelen cinsten bir şey. Yaşlılık, adeta hayatın verdikleri karşılığında bizden aldığı bir bedel gibi.”
Kalenin doğusundaki kuleye varmışlardı. Miğferdeki mintros motiflerinin heykelcikleri sur boyunca uzanan barbatanın ön yüzüne de kondurulmuştu.

“Erima öldükten sonra buradaki dumanlı havaya biraz korku da karışmış gibi.”dedi Aremas kalenin dört bir yanına dağılmış askerlere göz gezdirerek.

Kadın muhafız gözlerini kaçırdı. Erkek olan sert ses tonuyla araya girdi. “Bunları Eyargin ile konuşursunuz.”
Kalenin doğu cephesindeki kuleye ulaşıp içeriye girdiler. Burası dışarıdan daha ılık fakat karanlıktı. Kule kapısının içine sızan ufak esintiler soğuk rutubet kokusuna yoldaşlık ediyordu.

Kadın muhafız duvarda asılı duran apliği Aremas’ın eline verdi. Aremas, metalden yapılma kuşun aşağıya eğimli kuyruğundan kavradı. Apliğin metali, gözleri ileriye bakan, kanatlarını yukarı kaldırıp orta hatta birleştirmiş bir mintros şeklindeydi. Sırtında kalınca bir mum vardı. Normalde aplikler duvarda sabit dururdu ancak bunlar mintrosun kanatlarının ucundaki deliklerden geçirilen bir telle duvardaki tokmaklara bağlanmıştı.

Kadın muhafız kuleye girmeden önce kapının hemen sağında duran meşaleyi alıp el çabukluğuyla Aremas’ın elinde tuttuğu şamdanı yaktı. Mumun titrek alevi mintrosun kanatlarının korumasındaydı. Doğru yüzünü rüzgâra tuttuğunuzda alevin sönme şansı yoktu. Aremas’ın aydınlatmaya ihtiyacının olacağı kulenin tepesine değil de aşağıya ineceğinin bir göstergesiydi. Kulenin üzerinde ufak bir oda vardı ve orada karşılanacağını düşünmüştü. Gayet tabii, oda basit bir gözetleme odağından başka bir şey olmayabilirdi. Neticede buraya bir önceki gelişinde tek yaptığı şey surların üzerinde oturup Halkar’ı beklemek olmuştu.

Beklediği gibi oldu. Kadın muhafız aşağıyı gösterdi. “Buradan sonrasına bizsiz devam etmeniz gerekiyor.” Kadın, kapıda karşılaştığından daha soğuk bir tavır takınmıştı. Hal ve hareketleri tutarsızlıktan ziyade ürküntünün belli belirsiz yansıması gibiydi. Eyargin’in tahmin ettiğinden de despot olduğunu düşündü.
Aremas hafifçe başını eğerek teşekkür ettiğini belirtti. Arkasına bakmaksızın bir elinde asa, diğer elinde şamdan ile karanlığın içine doğru yol almaya başladı. Sarmal merdiven boşluğunda, hava akımı asgari ölçülerde olmasına karşın duvarın soğuğu usulca tenine ulaşma gayreti içerisindeydi. İki helezon sonrasında yukarıdan yansıyan gün ışığı duvarı tamamıyla terk etmişti. Mum alevinin çekingen yanışı içerideki oksijenin de azaldığının bir göstergesiydi.

Yukarıdayken aldığı rutubet kokusu bir belirip bir kayboluyordu. Lakin aşağılara indikçe daha bariz bir hal almıştı. Yakınlarda bir sarnıç olma ihtimalinin kuvvetli olduğunu düşündü. Mintros kayalıkları akarsu zengini
bir dağ ise de şehrin güvencesi adına sarnıç bulunması kadar doğal bir şey olamazdı.

Birkaç dakika daha yavaş adımlarla yürüdükten sonra duvarların arasında pinpon topu gibi devinen soğuğa alışmıştı. Çoktan şehrin altına inmiş olmalıydı. Nihayet çok geçmeden basık bir odaya ulaştı. Merdivenin tam karşısında, odanın duvarında kanatları açık büyük bir mintros oyması vardı. Adeta usanç verircesine kale girişinden bu yana birçok yere mintros motiflerinin işlenmesinin geçerli sebepleri vardı. Doğan ve kartalın özelliklerini taşıyan bu büyük kuş, avlanmadan savaşmaya, gözcülükten yön buluculuğa kadar birçok işe yarıyordu. Bir toplumun kültüründe bu denli yer edinmiş bir şeyin neredeyse tuvalet taşlarına bile işlenmesi olağan sayılabilirdi.

Sağ tarafa döndü ve birkaç metre ötedeki sarnıcı gördü. Sarnıcın olduğu bölümün tavanı girişin aksine oldukça yüksekti. Su olabildiğince durağan ve kokusuzdu. Buharlaşma yok denecek kadar az olsa da sarnıçlarda zamanla oluşan hafif rutubet kokusu kaçınılmazdı. Birkaç büyük sütun şehrin altını desteklemek için konulmuştu. Aremas sol taraftaki ufak köprüye doğru yöneldi. Su seviyesinden bir metre kadar yukarıda konumlanmış taştan köprünün üzerinde yürüyerek karşıya geçti.  

Mintros kayalıkları özellikle yılın bu zamanı rüzgâr sesleri dışında oldukça sessizdi. Ancak sessizlik konusunda içerisi dışarıya rahmet okutan cinstendi. Ürpertici sessizlik, farkında olmadan asasını daha sıkı kavramasına yol açmıştı. Böyle karanlık bir yerde, sessizliğin gittikçe derinleşmesi Aremas’ı oldukça rahatsız etmişe benziyordu.

Köprünün karşısının da hemen hemen sarnıç kadar yüksek bir tavana sahip olması Aremas’ın yumuşak adımlarından çıkan seslerin bile yankılanmasına neden oluyordu. Şamdanı önde tutuyordu. Mintros kanatlarının perdelemesinden ötürü mum ışığı yan tarafı, önünden daha iyi aydınlatıyordu. Yolunun ucu yine duvara çıkıyordu ve sağa dönmesi gerektiğini anlamıştı.

Aremas çıkmaz duvarlarla karşılaşmamış olsa doğru yolda olup olmadığından şüphe duyabilirdi ama aşağı indikten sonra gidilecek başka yol olmadığına göre doğru yolda olması gerekiyordu. Sağa döndü ve yine karanlık bir oda girişiyle karşılaştı. Biraz daha ilerleyince geniş bir koridorda olduğunu anladı. Sessizliğin süreğenliğini koruması iyiden iyiye canını sıkmaya başlamıştı. Yarasagillerden birini ziyaret etmeye gitmediğine göre en azından duvarlarda bir parça ışık da olmalıydı. Zifiri karanlıkta amaçsızca yürüyordu.
Onu asıl huzursuz eden şey ise belirsizliğin kokusunun üzerine sinmeye başlamasıydı.

Potansiyel tehlikeyi sezen bir yanı geri dönmesi yönünde zihninde baskı oluşturuyordu. Daha gözü kara olan diğer yanı ise ilerlemesini söylüyordu. Bir süre daha hiçbir işaret olmaksızın ilerlemeyi sürdürdükten sonra bunun bir tuzak olabileceğine dair inancı oldukça kuvvetlenmişti.
Onur Şahin

Çevrimdışı

  • *
  • 39
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Hayat Getiren
« Yanıtla #10 : 06 Şubat 2016, 13:41:48 »
9.Bölüm
Spoiler: Göster
Fazla yüksek olmayan bir sesle bağırdı. “Kimse var mı? Beni duyuyor musunuz?” Bir taraftan da asasına sıkıca kenetlenmiş şekilde bekliyordu. Sesi tımarhane havası estirircesine yankılanmıştı. Nefes alışverişleri yavaşlamıştı, farkında olmadan nefesini tutuyor, vücudu havasız kaldığının sinyalini verdiğinde istemsizce diyaframını gevşetiyordu.

Ensesinde birinin nefesini hisseder gibi oldu. Bunun ufak bir hava akımı olabileceğini düşünerek ilkin umursamadı. Ancak bir kere daha tekrarlandı. Öncekinden daha ılıktı. Çığlık atmamak için kendisini tuttu. Mantıklı bakıldığında böyle bir yerde vahşi bir hayvanın olma olasılığı yoktu. Hoş, Halkar böyle ufak bir yer altı tünelinden ve sarnıçtan bahsetmemişti. Her türlü yaratık ihtimal dâhilindeydi. Oysaki tehlike arz edebilecek her şeyi Aremas’a mutlak surette aktarmıştı. Pekâlâ, önemsememiş veya kendisi de bilmiyor olabilirdi.

Ensesine dokunan nefes üçüncü kez daha ılık bir şekilde ensesindeki ince deriye nüfuz etti. Aremas artık arkasında bir canlının durduğundan son derece emindi. Ancak ne olduğunu tahmin etmesi imkânsızdı. Tek bildiği kendi boyuyla eşdeğer bir canlı tarafından takip edildiğiydi. İlk ve vurucu hamleyi yapabilmek için çok kıvrak olmalı, tüm becerilerini sergileyerek arkasındakini alt edebilmeliydi. Nefesini tuttu ve asasından güç alıp geriye dönerek havaya sıçradı. Mum alevi dönme yönünün tersine savrulmuş, alev titremişti. Arkasında olduğunu sandığı şey tam olarak oradaydı.

Eyargin’in askerlerinden birisi miğferiyle karşısında duruyordu. Ne yapması gerektiğine karar vermek için sadece bir saniyesi vardı. Önce saldırmayı düşündü. Ancak büyük bir yanlış anlaşılma da söz konusu olabilirdi. Askeri yaralasa dahi bu bahaneyle Eyargin daha dinlemeden Aremas’ı reddedebilirdi. Diğer yandan, içgüdülerinin yönlendirdiği üzere bu gerçekten de bir tuzak olabilirdi. Görüşülebilecek onlarca yer varken böyle bir yerin seçilmiş olması bu olasılığı kuvvetlendiriyordu.

Nitekim kendini koruma içgüdüsü baskın gelmişti ve adama doğru kuvvetli bir rüzgâr dalgası savurdu ve yere indi. Rüzgâr adamı alt etmek bir yana elbisesini bile kımıldatamamıştı. Hafif bir meltem esintisi gibi adamın yanından geçip gitti. Şaşkınlığını gizlemeye çalışarak ikinci hamleyi yapmaya çalıştı ancak geç kalmıştı. Adam çoktan yayını ona doğrultmuştu bile.

Yayın yapıldığı odundan gerilme ve minik çatırtılar duyuldu. Boşlukta yankılandığı için kulağa olağandan daha rahatsız edici geliyordu.“Uslu durursan zarar görmeyeceksin.”

Arkasında başka bir cisim daha vardı. Şeklinden ve sivriliğinden onun da bir temren olduğunu hemen anlamıştı. Koridor mum alevinin oluşturduğu ateş danslarıyla aydınlanmıştı. Arkada şamdan tutan birkaç asker daha olmalıydı.

Arkasındaki tok sesli adam konuştu. “Asanı ver ve bizimle gel. Seni ona götüreceğiz.”

Aremas gönülsüzce asasını teslim ederken bir yandan büyüsünün nasıl işe yaramadığını çözmeye çalışıyordu. Belki de hava yoğunluğunun az oluşu kuvvetli bir rüzgâr oluşturmasına mani olmuştu. Askerler Aremas’ı ablukaya alarak gittiği yolun devamına doğru götürmeye başladılar. Arkasında tahmin ettiğinden de çok asker vardı. Işığın aydınlatabildiği kadarıyla en az on askerin etrafını sarmış olduğunu gördü.

Çok geçmeden bir odaya geldiler. Burası gerçekten de tünelin sonu olmalıydı. Zira ne sağında ne de solunda başka bir geçit yoktu. Şehrin yeryüzündeki büyüklüğü hesaba katıldığında bundan daha ileri gidilmesinin de olanağı varmış gibi görünmüyordu. Burası tünellerin zorunlu doğal sınırı olmalıydı. Aremas’ın asasını taşıyan asker diğer eliyle tuttuğu şamdan ile duvardaki aplikleri seri bir şekilde yakmaya başladı. Önce zifiri karanlık olan odanın tüm detayları ortaya çıkmaya başlıyordu.

Oda dört duvar, koltuktan bozma bir sandalye ve duvardaki apliklerden ibaretti. Mumları yakmayı bitiren asker asayı alıp Aremas’ın tam karşısında, koltukta oturmuş hayıflanıp duran kadına uzattı. Loş ışığa rağmen Aremas kadını tanımakta gecikmedi. Yıllar vücudunda çok şeyi değiştirmiş olabilirdi ama Eyargin’in asimetrik gülümsemesinin boyunduruğundaki alaycı bakışları rahatsız ediciliğini muhafaza ediyordu.

Başını belli belirsiz yatırıp, adam boyundaki asanın üzerindeki silik helezonları ve oyularak işlenen kıvrımları inceledi. Gözleri asanın kıvrak ve kibar oymalarına odaklanmıştı. Ancak, meraklı ve heyecanlı bir kâşiften ziyade alacaklı gibi bakıyordu.

“Karşılama törenimizden hoşnut kalmış olmalısın.”

“Zahmet etmişsiniz. Birkaç şamdan da aynı işi görürdü.”

Eyargin asayı şehvetli bir şekilde okşuyordu. Aremas’ın huzursuz olmaya başladığını hissederek asayı daha fazla kurcalamadan sandalyenin yanına dayadı. Gözlerinin içi adeta rahatsız edici bir şekilde gülüyordu. “Koleksiyonuma yakışacağını düşünüyorum. Böyle bir hediyeyle geldiğine göre gerçekten büyük şeyler istiyor olmalısın.”

Aremas bir ulusun yükünü sırtında taşıdığının farkındaydı ve Eyargin’in tahriklerine karşın olabildiğince ihtiyatlı sözler sarf etti. “İsteğim mukabilinde böyle bir takas yapmak oldukça adil olurdu. Lakin korkarım ki, benden başkasının işine yaramaz.”

“Evet, belki de haklısındır.” Eyargin asayı tutup Aremas’ın kollarına fırlattı. “Senden alabileceğim başka şeyler olmalı.” Talepkâr bakışlarını Aremas’a dikti.

Aremas asayı güvenceye alınca içten içe rahatlamıştı ama belli etmiyordu. “Şu arkamdan ikide bir silah dürtenler olmasa daha rahat konuşabileceğimizi düşünüyorum.” Eyargin eliyle işaret ederek okları indirmelerini istedi. Aremas sözlerinde temkinli olmayı sürdürdü. “Hayat getireni duymuşsundur.”
Eyargin’in alaycı gülümsemesi daha belirgin bir hal almıştı. “Ne olduğunu bilmemek mümkün mü?”
Aremas sıradaki tepkiden emin olmaksızın tutuk bir tavırla konuştu. “Hayat getirenin nerede olduğunu bulduk.”

Eyargin imalı bir şekilde kahkaha attı. Loş oda ile birleşince kahkaha daha da rahatsız edici bir hal alıyordu. “Siz de arvaların kıskacından kıçınızı kurtarmamı istiyorsunuz.” Birden az öncekinin zıttı yönde ciddileşti. Sesi de daha baskın çıkıyordu. “Söylesene, bunu neden yapacakmışım?”

“Saryusların uluslarımızı yok etmeden önce belki de son şansımız budur.”

“Siz de kalkanın dışında hırsla bekleyen arva sürüsünü püskürtüp, katilinizi buraya getirerek evinizde saklamak istiyorsunuz, öyle mi?” Yine bir kahkaha attı. Sonra duraksadı. Duygu durumunu cüssesinin çevikliğinden daha hızlı değiştiriyordu. “Hayat getirenler beni ilgilendirmiyor.”

“Eğer buraya getirip Saryuslardan korursak ve bizim tarafımızda yer almasını sağlayabilirsek sarkacı tersine vurdurabiliriz. Erima ile Halkar hayatlarının sonuna kadar bunun için çalıştı.”

Eyargin’in alaycı gülümsemesi silinmişti. Sessizliğin kuşattığı odada nefes alışındaki hırıltılar duyulabiliyordu. “Sakın, bir daha babamın basiretsizliklerinin bahsini açayım deme. Onun yanlış tutumlarından ötürü hâlâ hayattasınız. Çoktan o topraklardan sürülmeliydiniz.” Dudaklarını hafifçe aralayarak alaycı bir ifade takındı.“Ah, dilim sürçtü, silinmeliydiniz diyecektim.”

Ok yaydan çıkmıştı. Eyargin yardım talebini reddettiği gibi üstüne bir de Aremas’ı tehdit eder hale gelmişti. Aremas bir an önce görünmez olması gerektiğini düşündü. Bu konuda oldukça eli çabuktu ama az önceki beceriksizliği çekingen kalmasına yol açıyordu.

Aremas’ın tedirgin tavırlarını ve ayakkabısından görünmeyen ama parmak vuruşlarının bacaklarında yol açtığı ufak titremeleri gördü. “Bunun için üzülme, henüz geç kalmış sayılmayız.” Muzip bir kahkaha daha attı. “Belki de yok oluşunuzu açık hava tribününün en cafcaflı yerinden seyredebilirim. Sizin için zevkli ve şaşalı bir final olacağa benziyor.”

“Bizden sonra sizi yok etmeye geldiklerinde de aynı yerden izlemezsin umarım. Halkının bundan hoşnut olacağını sanmam.”

Alay ve ciddiyetle karışık bir karşılık verdi. “Surlarda gezinen ufak tefek kuşları, böcekleri ve kertenkeleleri adamdan saymazsan henüz kaleye saldırabilen olmadı.” Yine kendi kendine kahkahalara boğuldu.

Aremas aklını dağıtıp hamle yapmak için aradığı fırsatı yakalamıştı. Asasını yere vurup hızlıca bir şeyler fısıldadı. Nefes alışı kesildi. Görüşü buğulanıyor, hücrelerinin çatırdayarak birbirinden ayrıldığını hissediyordu. Sonra birden ne olduysa tekrar derin bir nefes aldı. Ardından bir daha…

“Yerinde olsam kendimi hiç yormazdım.” Aremas ne olup bittiğini anlamaya çalışıyordu. Yine büyüsünde başarısız olmuştu. Hâlâ odadaydı ve askerler duvarlara dağılmış halde ona bakıyorlardı. “Doğru ya, misafirimizi davet etmeyi unuttuk.” Elini açarak Aremas’ın arkasındaki birini buyur ettiği görüldü. Karanlıktan uzun boylu birisi çıkıp öne doğru ilerledi. Aremas’ın yere eğilmiş başını çenesinden tuttu ve nazikçe yükselterek doğrulttu.
Onur Şahin

Çevrimdışı

  • *
  • 39
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Hayat Getiren
« Yanıtla #11 : 06 Şubat 2016, 14:16:42 »
10.Bölüm

Aremas hâlâ yapmaya çalıştığı büyünün yan etkilerini hissediyordu. Büyüler ilmek ilmek doğru dokunmadığında ve yarım bırakıldığında şiddetli yan etkileri oluyordu. Neyse ki güçlü büyücüler bunları diğerlerine göre daha çabuk atlatıyorlardı. Nefes alışları yavaşça düzene girdi ve görüşü keskinleşti.

Gördüğü kişi karşısında alnından vurulmuşa döndü. Göğsüne şiddetli bir acı yerleşti. Bu kardeşini öldüren adam Yarvin’di. Namı diğer büyü kırandı. Şimdi niye büyü yapmakta bu kadar başarısız olduğu belli oluyordu. Sureti her gece kâbuslarında başrol oynuyordu. Bu yüzü unutabilmesi mümkün değildi. Hafızasında ve zihninde en kudretli mutlulukların bile arındırmakta zorlanacağı cinsten lekeler bırakmıştı.

Aremas gücünü toparlamadan önce askerler çabucak yarım daire içinde onu ablukaya almışlardı. Ön safı Yarvin ve Eyargin’in durması için açık bırakmışlardı.

“Biraz şaşırmış gibisin altın saçlı kız.”

Aremas en azından konuşacak kadar kendini toparlayabilmişti. “Sen, nasıl böyle bir şeyi yaparsın!”

Eyargin usulca ayağa kalktı. “Dost arama konusunda senden daha hızlıydım diyelim.”

“O bir Saryus! Böyle bir birliktelikten nasıl medet umabilirsin.” Sesi bir önceki cümlesinden daha gür
çıkmaya başlamıştı. İyiden iyiye kendine gelmiş gibiydi.

“Seni, kudretli Aremas’ı nasıl aciz bıraktığını gördük. Sizinle ittifaka gitmektense bunu tercih ederim. Böylece hayatta kalma şansımız katlanmış oluyor.”

“Hayır.” Aremas hiddetle bağırdı. Nefretli soluğu odada yankılanırken daha da şiddetli bir hal alıyordu.

“Sadece sonunu daha acı bir biçimde tezahür edecek şekilde erteliyorsun.” Eyargin’in bunu Yarvin’in yüzüne söylediğinde alınacağını düşünmüştü. Alınmak bir yana dursun bunları duymaktan keyif alıyor gibiydi.

Eyargin, alaycı tavırlarını bir kenara bırakıp hışımla öne atılarak Aremas’ın yakasına yapıştı. “Hayatta kalma derslerine daha iyi çalışmalısın.” Kaşıyla askerlere işaret etti. İki asker kollarından kıskıvrak yakaladı. “Bu hususta hevesli olduğunu sezersem zindana seni ziyarete geldiğimde birkaç numara öğretebilirim.” Yine alaycı kahkahasını basmıştı. Şüphesiz odada sohbetin başından beri sürekli eğlenen ve ayarsızca kahkaha atan tek kişi Eyargin’di. Yarvin de ona gevrek bir gülüşle eşlik etti.

“Hâlâ beni görmenin şokunu üstünden atamamış gibi görünüyor, ne dersin?” Loş ışık tüm ifadeleri açık etmese de kendini beğenmiş bir tavır takındığı açıktı.

“Sen ne cüretle karşıma geçmiş konuşabiliyorsun. Andım olsun ki seni kendi ellerimle öldüreceğim Yarvin.”
Yarvin pis bir sırıtışla karşılık verdi. “Biz bu dünyada filizlenmeye başlamış tüm hayat getirenleri öldürürüz.” Aremas’ın gergin ve kasılmış suratına biraz korku ve şaşkınlığın bulaştığını görünce ekledi. “Kim olduklarını nerden öğreniyorduk dersin?” Durakladı. “Halkar’dan.” Sırıtmaya başladı.

Aremas çılgına döndü. “Ne kardeşimi ne de Halkar’ın adını ağzına almayacaksın bir daha.”

“Hadi canım, götürün artık sinirli prensesi. Biz sana zindanda Yarvin’in küçük bir oyuncağını veririz. Onu istediğin kadar boğazlarsın.”

Münakaşa devam ettiğinden ötürü askerler harekete geçme konusunda tutuk davranışlar sergiliyordu. Aremas ise başına gelmiş şeyleri kabullenmişçesine askerlere hiç karşı koymuyordu. Fakat çenesi aynı ölçüde himaye altına girmemişti. “Er ya da geç bu aymazlığın bedelini ödeyeceksin, Eyargin.” Askerler çekiştirmeye başladı. Aremas silkindi. “Ya siz, Erima’nın sadık halkı nasıl boyun eğersiniz bu haine.”

Eyargin’in sabrı taşmış gibi duruyordu. Omzundaki yayı öne çıkararak göz açıp kapayana kadar ok ile gerdi. Fısıltıdan biraz daha kuvvetli bir ses tonuyla konuştu. “Halk sadece güce sadıktır.” Yayı biraz gevşetip elinde tutmaya devam etti. “Sadakatini sorgulamak isteyen var mı!”diye olanca gücüyle bağırdı odada. Kısa süren sessizlikten sonra yine alaycı gülümsemesini takındı. “Bak gördün mü, kokuşmuş sadakatin böyle bir şey işte.”

Aremas olanca hıncıyla Eyargin’in yüzüne tükürdü. Eyargin ise beklenmedik şekilde yine kahkahaya boğuldu.

“Onu kral zindanına atmanızı istiyorum.”

“Hayır, beni şimdi burada öldür.”

“Kusura bakma prenses, seni öldürürsem hediyen de çöpe gider. Hele ki ayağıma kadar getirme zahmetine katlanmışken.” Aremas neyden bahsettiğini anlamıyordu. “Gücünü tükettiğinde sakladığın iksir benim olacak.”

Aremas donup kaldı. Hareket eden tek şey beyninin kıvrımlarıydı. Eli titremiyor, göz kapakları kıpırdamıyordu. Bunu bilebilmesinin imkânsız olduğunu düşündü. İksirin onda olduğundan sadece konsey üyelerinin haberi vardı. Dehşetle zihninin önünden akıp giden konsey üyelerinin yüzlerine baktı. Hiçbirine bu ihaneti konduramadı. Henüz bilmediği bir yoldan bunu öğrendiğini düşünmek şimdilik en güvenli ve en iyi yoldu.

Askerler, manasızca yere bakan ve kaskatı kesilmiş gibi duran Aremas’ı kollarından tutarak sarnıcın üstündeki köprünün gerisine kadar taşıyıp oradan sola döndüler. Dar güzergâhın sonunda ancak aydınlıkta fark edilebilecek bir yol vardı. Zira şamdanla köprüden karşıya geçtiğinde sarnıçla duvar arasında kalan bu kaldırım benzeri yolun ilerisinin olduğunu görmemişti.

Koridorun sonuna kadar yürüdüler. Karşılıklı iki duvar mağara girişinden bozma ufak bir oyukla deşilmişti. Beceriksizce açılmış yuvalara metalden kasa ve kapılar yerleştirilmişti. Sarnıcın soğuk buharının sırnaşıklığı yüzünden kapılar yer yer pas odaklarına boyun eğmek zorunda kalmıştı. Diz hizasına yükseltilmiş taş basamakta oturan gardiyan anahtarı çıkarıp kapıyı açtı.

İçerisi loş ve kasvetliydi. Basık ve rutubetli, bir fare için kocaman, köpek için makul, at için ise küçük bir odaydı. İki asker Aremas’ın üzerini aradı. Kendine zarar verebilecek her şeyi temizlemek istiyorlardı. Ayakkabısının içlerine kadar baktılar ve sonra kollarından tutup içeri doğru savurdular. Aremas soğuk taş zemine düşeyazdı. Hızlıca doğruldu ve duvarlara boş boş bakmayı sürdürdü. Sanki bir hipnoz seansından yeni çıkmış gibiydi. Vücudunun her sarsılışında toparlanması için kısa da olsa biraz zaman gerekiyordu.

Zemine sürtünerek kapanmakta olan kapının ardında yine bilindik kıkırdamayı duydu. “Yemek yok, sadece çabucak ölmesine mani olacak kadar su verilsin. Üzerini iyice aramışsınızdır umarım. Prensesin intihar edip hediyemizi de hiçliğe götürmesini istemeyiz.”

Aremas hâlâ tam bir şok halindeydi. Bağırmak, haykırmak ve küfretmek istiyordu ama yapamıyordu. İksirin nerede olduğunu kimse bilmemeliydi. Kendisini sırları tecavüze uğramış gibi hissediyordu.

Eyargin zindan kapısının üstünde yer alan minik parmaklıklı pencerenin önünde dikildi. İçeriye bakarak Aremas ile konuşmayı sürdürdü. “Herkesi kral zindanına attırmayız, ne kadar özel olduğunu bilemezsin.” Sonra kahkahalara boğulup çekildi.

Birbirini takip eden ve boş duvarlarda yankılanan ayak seslerinden sonra sessiz bir gardiyandan başka tinsel kalabalığa katkı sağlayan kimse kalmamıştı. Aremas kral zindanı ismini haklı çıkaracak bir yatak veya benzeri kıvrılabileceği bir yer aradı. Neyse ki taştan bir döşek üstüne kalın bezler koyulmuştu. Biraz sonra, böylesine soğuk ve ürkütücü bir yerde bunların bile bir lütuf olduğunu anlayacaktı. Yatağa uzandı ve yıldızların dahi yalnız bıraktığı, karanlık bir gökyüzünü izlemeye koyuldu. Henüz zincire vurulmuş bir yabani gibi parmaklarını keyifsiz ezgilerle bezin üzerinde dolaştırdı. Bezlerin temiz oluşunun, ihtimamdan kaynaklanmadığını biliyordu. Zira bu döşeklerin misafir ağırlamaya alışık olmadığını az önce öğrenmişti.
Onur Şahin

Çevrimdışı

  • *
  • 39
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Hayat Getiren
« Yanıtla #12 : 07 Şubat 2016, 00:27:42 »
İnternette paylaşacağım kısımın sonuna geldik. Okuma zahmetine katlanıp harcadığınız dakikalara değmiştir umarım.

Geri kalan kısmı da birkaç senede bitirip nasipse piyasaya çıkarmayı düşünüyorum. Olursa ne ala olmazsa da pekala :)
Onur Şahin