Kayıt Ol

Bir Lağımkokan Öyküsü

Çevrimdışı milenya

  • **
  • 260
  • Rom: 6
  • Belki de Tanrı bize inanmıyor!
    • Profili Görüntüle
Bir Lağımkokan Öyküsü
« : 19 Şubat 2016, 01:17:47 »
 Yataklarına uzanan çocuklar yaşlı babalarına büyük bir hevesle baktılar. Önceleri onların uyuması için öyküler anlatmaya başlamış olan yaşlı adam ve kızları için bu bir gelenek halini almaya başlamıştı. Her gece hikayeler anlatıp çocuklarının uykuya dalmasını izliyordu. Çok geç yaşta baba olmuştu fakat onlar sayesinde içinde genç kalan bir yanının olduğunun farkındaydı. İhtiyar, çift kişilik yatağa uzanmış iki kızının arasına girip onları kollarının arasına almıştı.
  "En son nerede kalmıştık bakalım?"
  "Wi gemiye binmişti baba, daha dün anlattın," dedi küçük kızlardan biri. Babasına kaşlarını çatıp muzip bir bakış attı. "Lağımkokan'a gidiyordu."
  Bu yaşta tek başına çocuk bakmak yeterince zor değilmiş gibi bir de çok bilmiş iki cadıya söz geçirmek Güneşgörmez Çöllerinde su bulmaktan daha zordu. Mailda'yla Vasa'ya baktı. Ne kadar da çabuk büyüyorlar, diye düşündü. Çocukların ikisi de huzursuzlanıp aralarında konuşmaya başlamış, Wi'nin neden Bale Şehri'ne gelmediğini tartışmaya başlamışlardı. Bale Şehri onların yurduydu ve Wi maceraları boyunca hiç kendi şehirlerine ayak basmamıştı. Yaşlı adam kızlarının bu hararetli tartışmasını dindirmek için lafı dolandırmadan öyküye başlamaya karar verdi.
 
  "Yıllar önce, büyük savaştan ve Kızılgagalar Ligi'nden de önce Batakaltı'nda bir genç yaşarmış. Büyüyü, denge ve demirle harmanlamış güçlü savaşçıların ülkesi Batakaltı, bu genç adam için hiç yeterli gelmezmiş. Yaşadığı yerde ne rakibi ne de ilgisini çeken başka bir şey kalmayana dek durmuş ve bir gün nereye gittiğini bilmediği bir gemiye atlamış. Bu genç adamın adı Wi'imiş."
  Çocuklar didişmeyi kesip pür dikkat dinlemeye koyulmuşlardı. Bu klasik açılış konuşmasını her seferinde heyecanla dinliyorlardı.
  "Karasur'un yer altı dünyasında isim yapmış, Ayazkapılar'ın en çetin kış aylarında yetilerle avlanmış, Esir Adaları'nda bir gece geçirmiş ve canlı çıkmıştı. Güneşgörmez Çölleri'nde mahşerden kaçanlara karşı savaşmış, Kül Ormanı'nı üç günde kat etmiş ve bir gemiye binip Lağımkokan'a yola çıkmış."
 
  Çocuklar bu yolculuğun son bulduğu yerin Lağımkokan olduğunu biliyorlardı. Bunu Güneşgörmez Çölleri'ndeki hikayeyi anlatırken sormuşlardı ve tek kelimelik kısa bir cevap almışlardı: Lağımkokan. Bunun yarattığı hüzün çocuklarının yüzüne düşmüştü. Bir ayı geçik dinledikleri öykü nihayete yaklaşırken sanki çok sevdikleri bir oyuncağı kaybettikleri duygusu sarmıştı ikisini de. Mailda'nın gözleri dahi dolmuştu ama öykü başladıktan sonra ikisi de birer Wi'di ve cesur kalmalılardı.
 
  "Tüm yolculuğu boyunca yanında ona eşlik eden tek şey yine silahları: bir çift muştaydı. Bunca öykünün ardından ikiniz de biliyorsunuz, Wi için bunlar bir çift muşta değil birer kardeş ve yoldaşlardı. Kyon ve Kyuuri'ydi. Üç hafta sürecek olan bu deniz yolculuğunda kaptanın gözüne girmiş ve kendini mürettebata dahil etmişti Wi. Bu bir yolcu gemisi de değildi zaten, yolculuğu boyunca hizmet etmesi gereken bir korsan gemisiydi. Yol boyunca dalga ve rüzgarın farklı açılardan esmesi yüzünden patlayan yelkenlerin sesi gemiyi saran tek canlılık belirtisiydi. Bir korsan gemisi için fazla sessiz, fazla disiplinliydi. Günler sessizce akıp gidiyordu ve disiplin hiç bozulmadan herkes rutinine devam ediyordu. Sekizinci gün doğumunda tüm bu sessizlik birden yırtılmış tüm gözler yukarı çevrilmişti.
  "Kaptan, suda bir karaltı var ve bize yaklaşıyor!" diye yineledi gemi gözcüsü. Yelken direğinden aşağı inmiş, nefes nefese kaptanın yanına varmıştı.
  Hızla yaklaşan karaltıyı görmek için dürbün gerekmemişti. Hemen, içinde Wi'nin de bulunduğu üç kişilik bir ekip, suyun üzerinde devinip, yavaşça gemiyi saran,  mürekkebimsi karaltıyı incelemeleri için görevlendirilmişti. Suya kimin ineceği konusundaki tartışmalar Wi ile bitmiş ve beline bir ip bağlanıp suya sarkıtılmaya başlanmıştı. Bu gemideki tek yabancı oydu, mürettabatın bir parçası değildi ve korsan gemisinde yolculuk ediyordu. Bu onun kolayca harcanabilir olması anlamına geliyordu ve kaptan da aynen böyle düşünmüştü.
  Wi bir yandan suya sarkıtılıyor bir yandan eline muştaları geçirmeye çalışıyordu. Bu bir balık sürünün yada büyük bir balinanın su yüzeyinde oluşturduğu karaltılardan değildi. Mürekkep gibiydi, denizin içinden cehenneme açılan zifiri karanlık bir delikti. Wi tamamen suya girdiğinde içini kötü bir his kapladı ve daha derini görmek için nefesini tutup dalışa geçti. Karanlık onu içine çekiyor, ona fısıldıyordu adeta. Cennetle cehennemi aynı anda sunuyor ve daha derine inmesi gerektiğini söylüyordu. Genç adam da zifiri karanlığın isteğini gerçekleştirip daha derine daldı. Derine indikçe karanlık o kadar yoğundu ki onu ellerinizle tutabilir, tadına bakabilirdiniz. Karanlık arttıkça gözlerinin açık olup olmadığını anlamamaya başlamış, fısıltılar kesilmiş, belindeki halat kaybolmuştu. Önce görüşü terk etmişti Wi'yi, sonra diğer duyuları ve en sonunda düşünceleri bırakıp gitmişti genç adamı. Elindeki muştalara sıkı sıkıya tutunmuş ve sonu gelmeyen sona doğru battıkça batmıştı."
 
  "Ölmüş mü?" diye sordu Vasa ve babasının elini sıktı.
  "Hayır tatlım ölmemiş ama daha kötüsü olmuş," dedi yaşlı adam ve dudaklarını kızının saçına bastırıp küçük bir öpücük kondurdu.
  "Ölmekten daha kötü ne olabilir ki?"diye sordu bilmiş bilmiş Mailda.
  "Bazen ölmek..." Sözünü yarıda kesti ve kızına dönüp devam etti. "Hikayenin devamı bu sorunu cevaplayacaktır tatlım." Yaşlı adam, iki kızı da sessizliğe boğulduğu sırada hikayesine devam etti.
 
  "Gözlerini açar açmaz yerinden fırladı ve korkuyla ışığa doğru süzüldü. Suyun üzerine çıktığında kafasında yüzlerce soru belirmişti. İlk olarak hafızasını kontrol etti. Wi Toine, yirmi altı yaşındayım ve Lağımkokan sularındayım, dedi kendi kendine. Ellerini suyun üzerine çıkartıp Kyon ve Kyuuri'yi görünce rahatladı. Zekası ve muştaları hala onunlaydı. Hayatta kalabilirdi fakat gün ışığında onu rahatsız eden bir şey vardı. Suya çarpıp,parçalanan küçük ışık huzmeleri onda düşmansı bir iz bırakıyordu. Uyandığı yeri araştırmak için, derin bir nefes aldı ve tekrar daldı. Derine indikçe kırılan gün ışığının rahatsızlık veren hissi de kaybolup gitmişti. Uyandığı yere döndüğünde kum ve çakıldan başka bir şey bulamadı. Nefes aldığının farkına varması için ağzından çıkan baloncukları görmesi gerekti. Her nasılsa suyun altında nefes alabiliyor ve bu kadar derindeyken bile vurgun yemiyordu. Ne kadar hızlı yüzebildiğini gördüğünde heyecandan başı döndü ve ayağını kuma bastığı gibi irkildi. Kumların üzerini kapadığı bir şeyi fark etti ve hemen kumları eşelemeye başladı. Sudan ağırlaşmış kumlar, suyun içinde birden yükselip basıncın da etkisiyle hemen dibe çöküyorlardı.
  Suyun altındaki kazısı bittiğinde eski usul, demirden bir su altı kıyafeti ve yanına devrilmiş büyük gemilerin kullandığı türden bir çapa açığa çıkmıştı. İçinde insan olup olmadığını anlayamamış fakat kıyafetin içinde bir şeyler olduğunu hissetmişti. Bu his su altına tekrar dalarkenkiyle aynıydı. Karanlığın, derin suların onu gün ışığından kurtarışının arkadaş canlısı hissiyle aynı. Wi bu ağır su altı zırhını ne yerinden oynatabildi ne de içinde herhangi bir şey görebildi ve uğraşları sonuçsuz kalınca batıya gitmeyi karar aldı. Lağımkokan'a gitmeli, kendine denk bir rakip bulmalı, yeni şeyler öğrenmeliydi. Daha da önemlisi onu denize teslim eden mürettabattan intikam almalıydı.
  Yol boyunca kafasındaki sorular ve istekler seyrelmiş yerini tek bir fikre bırakmıştı: İntikam. Onları kendi kanlarında boğmak, son nefeslerinin sıcaklığının yüzünde hissetmek istiyordu. Yaşamak için sarıldığı keşfetme merakının yerini kin ve nefret sarmıştı.
  Rıhtımı gördüğünde şaşkınlığını gizleyememişti. Şu ana kadar gördüğü en büyük gemi rıhtımın hemen yanıbaşında suların altındaydı. Gördüğü en büyük geminin batmış bir gemi olması yüzünde çarpık bir gülümsemeye sebep oldu. Yosun bağlamamış, balıklar henüz yuva yapmamıştı. Islanan barutun kokusu suyun altında dahi genzini yakıyordu. Yeni batmış, diye düşündü ve rıhtımda yüzeye çıkabileceği bir yer bulana dek dolandı.
  En sonunda kıyıdan denizin altına salınmış bir balık ağı sayesinde karaya çıkmıştı. Gece olmuştu lakin rıhtım hala capcanlıydı. Evsizler rıhtım boyunca yanan ateşlerin etrafında ısınıp, denizcilerle beraber içip, gülüyorlardı. Gemilerin bazıları büyük fenerler altında karaya mal çıkartıyor, hayat kadınları gemilerin etrafına üşüşmüş, para kopartabilecekleri her adamda şanslarını deniyorlardı. Rıhtım boyunca uzanan vinçlerin metalleri parlıyor, bazıları hala çalışıyordu. Şehrin içinden silah, bağırış, koşuşturma sesleri geliyordu. Lağımkokan tüm bu hengame ile beslenen doyumsuz bir canavardı ve yemeğini yemekten oldukça memnundu.
  Wi kurulanmak ve başına neler geldiğini sorabilmek için karanlığı yaran ateşlerden birine yöneldi. Kilometrelerce yüzdükten sonra yürümek garip gelmişti, sendeleyerek ateşin etrafına üşüşmüş insanların yanına vardı. Ateş, yüzünü aydınlattığı gibi korsan gibi giyinmiş biri içkisini yere atıp silahını Wi'ye doğrulttu.
  "Yaklaşma yoksa beynini dökerim. Anladın mı beni?"
  Bu hareketin ardından evsizler kaçışmış diğer korsanlarda silahlarını çekip Wi'ye doğrultmuşlardı. Genç adam ne olduğunu anlayamamıştı fakat kendine doğrultulmuş silahlar ona tehditkar gelmiş, gardını almıştı. Dört silahlı sarhoş adam ona dokunamazdı bile fakat yorgundu ve yabancısı olduğu bir yerde çatışmaktan kaçınması gerekirdi.
  "Ben sadece..." derken bir adım atmış ve silahlardan biri ateşlenmişti. Wi gözle görülmeyecek hızla adamın arkasına geçmiş ve boynunu kırıvermişti. Diğerleri de ateş etmeye başlayınca büyüye başvurmak zorunda kalmıştı. Muştalarından çıkan mor kıvılcımlar siyaha çalmaya başlamış silahlı üç adam kaskatı kesilmişti. Wi ellerini kaldırdığı gibi adamlarda havalanmış ve ağlamaya başlamışlardı. Havada asılı halde duran adamlar ne konuşabiliyor ne de kımıldayabiliyorlardı. Vücutları bir tel gibi gerilmişti ve Wi onların hayatlarını avuçlarının içinde hissedebiliyordu. Adamları öldürmek üzere olduğunu fark eder etmez, ellerini indirmiş ve gözden kaybolmuştu.
  Yanından geçtiği dükkanın camında kendini gören Wi neler olduğunu anlamıştı, en azından rıhtımda olanları. Gözlerinin akı siyaha dönmüş, irisleri ise bir baykuştan farksızdı: Yanıp sönen bir turuncu. Kulağının arkasında solungaçlar vardı ve sırtında omurgaları boyunca uzanan dikenler. Dört korsanı birden dehşete düşüren bu görüntü değildi elbette çok daha eski bir söylentiydi. Dilden dile yıllarca aktarılmış, saf kötülüğü ve şeytanı temsil eden bir söylenceydi bu. Wi'nin gölgesi yoktu, içindeki karanlık yere yansımıyordu. O... Karanlığın kendisiydi."
 
  Çocuklarının uyuduğunu gören ihtiyar onları uyandırmamak için hiç kıpırdamadı. Yataktan çıkmadı, Mailda'nın altından kurtardığı eliyle ikisinin üzerini örttü. Bu korkutucu hikayeyi dinlerken kızlar babalarına sığınıp, onun kollarında güvende hissediyorlardı. Bu ihtiyar için de geçerliydi, kızlar onun sığınağıydı. Bu kendi kendini besleyen kısır bir güven çemberiydi. Kızlarına bir kez daha baktı yaşlı adam ve uykuya daldı.
  Ertesi günün sabahı çocuklarını okula bırakan ihtiyar, tersanenin yolunu tuttu. Daha çok küçük sandallar yapıp, tamir ederdi fakat son bir haftadır korsanların saldırısından zor kurtulmuş, her yeri dökülmüş, büyük bir ticaret gemisiyle ilgileniyordu. Gemiden geriye kalanlara bakıldığında on altı toplu ağır bir kruvazörün saldırısına uğradığı açıktı. Gövdede on iki delik vardı, on iki toplu bir gemi ya çok marjinaldi ya da gemi mantıken on altı topluydu. Kurtulmaları mucizeydi, bir başka bakış açısıyla korsanlar onları bilerek batırmamıştı. Bir haftadır ellerinde olan geminin bir aylık işi kalmış lakin güverteye sinen kan ve barut kokusu çıkmamıştı. Bale sakinlerinin alışık olmadığı bu kokuda en rahat çalışabilen tek kişi ihtiyardı. Hem zaten onun burada bir işe sahip olmasının sebebi de buydu. Alaca karanlık bastırmadan atölyeden ayrıldı ve kızları almak için okula gitti. Günlük rutini bozan hiç bir şey yoktu ve bu, yaşlı bir adam için oldukça rahatlatıcıydı.
  Kızlar bilerek yataklarına erken çekilmişti. Böylece uykuya dalmadan daha uzun süre hikayeye eşlik edebileceklerdi. Bazen bu hinlikleri ters tepip daha erken uyumalarına da yol açabiliyordu lakin bu sefer gözlerini ıslattıklarını fark etti ihtiyar. Uyumayacaklardı.
  "Baba, gölgesinin olmaması neden bu kadar kötü?" diye sordu M, babası yatağın başına bir sandalye çekerken.
  "Hımm, şey... Bunu nasıl anlatsam, biraz değişik." Yaşlı baba bu sefer kızlarının yanında uyumamak için yatağa geçmemiş, bir sandelyeye oturmuştu. "Bakın kızlar, herkesin içinde karanlık bir taraf vardır. Bu taraf, insanları kötülük yapmaya iter, onların kulaklarına fısıldar ve şiddete yönlendirir. Bu karanlık taraf ışıktan korkar, hem de çok korkar. Birine ışık vurduğunda, bu içimizdeki karanlık taraf ışıktan kaçmak için hemen arkamıza saklanır, işte bu gölgedir. Anladınız mı?" Yaşlı baba en basit kelimelerle küçük kızlarına insan tarihinin en eski söylentisini anlatmaya çalışmıştı.
  "O zaman Wiiiii..." sözünü bitirmeden düşüncelere dalan Vasa bir şey bulmuşçasına elini kaldırdı ve devam etti. "O zaman Wi'nin karanlık tarafı ışıktan korkmuyor."
  "Aynen canım, ışığın ondan korkması gerektiğine inanıyor. Kötülüğün, iyilikten daha yüce olduğunu düşünüyor." İhtiyar, kızının bunu çabuk kavramış olmasına şaşırmıştı, kendisi uzun süreler bu hikayeyi hep yanlış değerlendirmişti. Gölgesi olmayan birinin, içinde kötülük de olmayacağını savunmuş fakat uzun hayatı boyunca bu sanının çok yanlış olduğunu olabilecek en kötü şekilde öğrenmişti. "Hazır mıyız, bakalım?" dedi ve kızlarından yana bir bakış attı.
  "Evet!" Tek bir ağızdan sevinçle bağırmışlardı.
  Yaşlı adam genzini temizledi, ellerini kavuşturdu ve derin bir nefes alıp hikayeye doğru dalışa geçti.
 
  “İnsanların onu görmemesi için kanalizasyona inen Wi'nin uykusu, parmağında hissettiği derin bir acıyla kesilmişti. Gözlerini açtığında etrafını sarmış onlarca rıhtım sıçanıyla karşılaşmış ve yerinden kalktığı gibi muştalarına sarılmıştı. Parmaklarından akan kanın kokusuyla heyecanlanan sıçanların salyaları yere damlıyor, tıslamaları tüm lağımda yankılanıyordu. İçeriyi saran ay ışığı bu çirkin yaratıkların üzerine vurmuş, tüm ayrıntılarını ortaya çıkarmıştı. En küçüğünün bir tilki boylarında olduğunu, kuyruklarındaki dikenlerin titreyişlerini ve dişlerinin sivriliğini gözler önüne seren bu gümüşi ışıkta bir tuhaflık sezdi Wi. Sıçanlardan hiçbiri hareket etmiyor ya da saldırıya geçmiyordu. Birden tıslamaları da kesilmiş, hepsi tek bir yöne dönmüştü. Gayriihtiyari aynı yöne bakan Wi arkasındaki, iki metrelik devasa rıhtım sıçanıyla göz göze gelmişti. Lağıma girdiği delik uzakta kalmıştı. Pozisyon aldı, muştaları parlamaya başladı ve dosdoğru hasmının gözünün içine baktı.
  Büyük sıçan yay gibi gerdiği vücudunu serbest bıraktığı gibi havalanmış, akşam yemeğinin üzerine atılmıştı. Wi'nin üzerine düşen fare onu alaşağı etmişti. Tüm sıçanlar zafer naraları atıyor, kuyruklarını yere vurarak tempo tutuyorlardı. Wi kafasının tamamını içine almak üzere olan dev sıçanın alt ve üst çenelerinden sıkıca kavramış birbirlerine kavuşmasını engelliyordu. Dişlerin arasına sıkışan parmakları kanamaya başlamış, daha da kötüsü bu kan ellerini kayganlaştırmıştı. Daha fazla tutamayacağını biliyordu ve düşünmeye başladı. Ellerini kullanmadan yapabileceği ne bir savunma ne de bir saldırı büyüsü vardı.
  Dev sıçan dişlerini geçirmek için tüm gücü çenesine vermişti, akşam ziyafetinin tadına bakıyor, yüzüne boşalttığı salyasıyla görüşünü engelliyordu. Kuyruğu ile avının bacağını sarmış kırarcasına sıkıyordu. Pençeleri kendisi kadar karanlık ve vahşi avının göğsüne geçmiş kana bulanmıştı. Düşünceleri birdi fakat amaçları farklıydı. Bunu dev sıçan gibi, Wi'de hissedebiliyordu. Çizginin aynı tarafındaydılar. Aynıydılar.... Aynıydılar, o zaman düşmanları da birdi. Işık! Wi gözlerini sımsıkı kapayıp, bir ilahi fısıldamaya başlamıştı. Lağımda yaşayan böylesine üst bir avcının korktuğu şey insanlar değildi elbet, derin bir nefes aldı ve gözlerini açtı. Gözlerinden çıkan ışık huzmesi tüm lağım koridorlarını kapladı, sıçanların zafer naraları feryatlara dönüştü ve bu acıya Wi'ninki de dahil oldu. O da çığlıklar eşliğinde iki büklüm kalmıştı ve ışığın verdiği acıyla kendinden geçti.
  Kendine geldiğinde gözlerindeki acı hala tazeydi. Havanın hala aydınlanmadığını gördüğü gibi kendini sokaklara atmış, bir antikacının vitrininde aynayla karşılaşana kadar yürümüş, gözlerini ovalamıştı. Aynaya baktığında nasıl biri olduğunu ve neye dönüştüğünü daha iyi kavramıştı. Turuncu ışıldayan gözlerinin etrafı yanık izleriyle doluydu. Işık büyüsünden kaynaklandığını biliyordu, karanlıkta renkleri ve şekilleri rahat seçebildiğini aynaya bakarken daha da iyi fark etti. Saçları beyazlamış, dudakları kaybolmanın eşiğindeydi. Ağzı genişliyor, kulaklarına varıyordu. Dişleri daha delici ve kesici bir hal almışlardı. Omurgalarından çıkan dikenler arasında bir perde gerilmiş, tırnakları düşmüştü. En kötüsü derisinin üzerine saran pullardı. Yüzünün yarısı siyah pullarla kaplıyken diğer yarısı hala eski görüntüsünü taşıyordu. Bir şekilde evriliyordu fakat soru, neye evrildiğiydi?
  Wi uzun süren hesaplar sonucu bir yıldır deniz altında uyuduğunu öğrenmişti. Altı yüz gün batımı boyunca denizin altında, karanlığın içinde hareketsiz yatmıştı ve sonrasında başka bir şey olarak uyanmıştı. Gündüzleri karaya oturmuş eski bir geminin içinde konaklıyor, geceleri ise çöplerde yiyecek arıyordu. Lağımkokan'ın halkı açlığı iyi biliyordu, yiyecekler kesinlikle çöpe atılmıyor bir şekilde değerlendiriliyordu. Bu durum Wi'yi denize itmiş, geceleri su altında balık avlamaya başlamıştı. Su onu bir şekilde rahatlatıyordu. Solungaçları sayesinde soluyabiliyor, perdeli el ve ayakları hız limitini epey yükseltiyordu. Yakacak odun, karton ya da kimyasal aramak için üç günde bir rıhtıma gidiyor, insanları korkutmadan işini halledip yuvasına dönüyordu. Vücudunun yarısından çoğu siyah mat pullarla kaplıydı ve daha da önemlisi gölgesi yoktu. Burası bir liman şehriydi. İnsanlar farklı türlerden korkmuyordu, onları korkutan bu gördükleri yaratığın gölgesiz olmasıydı. Tabii tamamen saklanamamıştı, insanlar onu konuşuyordu. Bir şehir efsanesi haline gelmişti. Gölgesiz, diyorlardı ona. Adı yoktu, Wi değildi artık.
  Wi o gece ilk iş yakacak bir şeyler bulmak için rıhtıma gitmiş ve gördükleri karşısında derinlere gömülmüş bir nefretin kıvılcımları tekrar körüklenmişti. Tüm düşüncelerini etkisi altına almıştı duyduğu kin. Ateşin başına üşüşmüş üç dört sarhoş ellerinde şişeler, birbirlerine küfürler edip, vedalaşıyorlardı. Bunlardan birini adı gibi biliyordu Gölgesiz, tüm bunlar onun yüzündendi. Dönüştüğü bu şey onun suçuydu. Onu denize atan kaptan sönmekte olan ateşin yanından ayrılıyor, ara sokaklardan birine giriyordu. Gecenin karanlığında kamufle olmuş bir vaziyette takip etti kaptanı Gölgesiz
  Kaptan apartmanın birinin önünde durmuş Wi'nin hayat kadını olduğunu tahmin ettiği kadınla kavga ediyor, bir yandan ayakta durmaya çalışıyordu. Kadın adamdan korkmuş bir şekilde bileğini herifin elinden kurtarmaya çalışıyor, küfürler ediyordu. Sokakta kadın ve kaptandan başka kimse yoktu ve sokağın iki tarafı kapalı dükkanlarla çevriliydi. Tam zamanı diye düşündü yaratık ve gözlerinin turuncusu ışımalar yaparak karanlığı kesti. Bir eliyle kadını boğazından duvara çivilemiş, diğeriyle kemerini sökmeye çalışan adam sırtından birinin tuttuğunu hissettiği gibi ayakları yerden kesildi. Kendini zar zor toparlayan fahişe can havliyle sokaktan kaçmıştı.
  Sarhoş kaptan arkasında onu tutanın ne olduğunu göremiyor, ayakları havayı dövüyordu. Wi onu ensesinden tutmuş, diliyle havadaki korkunun tadını alıyordu. Kaptanı kendinden sekiz, dokuz adım ileri fırlattı ve ona kendini savunma şansı tanıdı.
  "Beni tanıdın mı... Kaptan?" diye sordu Gölgesiz. Sesi kalın ve titrekti. Heyecanlıydı.
   Kaptan yerden kalktığı gibi kılıcını çekmiş, karşısındaki yaratığın dediklerine bir anlam vermeye çalışıyordu.
  "Demek tanımadın." Kelimeler daha ağzından çıkar çıkmaz mesafeyi kapatmış, sımsıkı tuttuğu muştalarıyla bir yumruk geçirmişti kaptanın karnına. "Ben senin azabınım... Kaptan!" Adam yumruğun etkisinden kurtulamamışken yediği tekme ile sokağın ucundaki konteynerlere çarpmıştı.
  Bu şeyle savaşamayacağını anlamıştı, kaçması gerekiyordu. Adam kılıcını yaratığa doğru fırlatıp sokağın boş tarafına yöneldi. Arkasına bakmaktan gelen yumruğu görememiş yanağında çıkan muşta iziyle yere serilmişti. Gölgesiz adamın çektiği bu acı karşısında aldığı keyifle yerinde duramıyor, zıplıyor, derin ama kesik çığlıklar atıyordu. Bu keyfi balık avlarken de yaşıyordu ama bir insan çok daha farklı hissettiriyordu. Orgazm olmuş gibiydi, zevk doruklara çıkmıştı. İçindeki bu arzunun ateşi dinince ayağını, yerde can çekişen kaptanın kafasına koymuş ve yavaşça bastırmaya başlamıştı. Adam elleriyle pullarla kaplı ayağı tutmaya çalışıyordu lakin tüm bu çabaları kafasının daha da yavaş preslenmesine sebebiyet veriyordu. Adamın çığlıkları, kafasından gelen bir kaç çıtırtıyla yok olmuştu. Kaslarının ve ayaklarının seyirmesiyse kafatasının tamamen kırılıp, içinden akan kanın sokağı ıslatmasıyla nihayete ermişti.
  Ertesi gün ayak sesleri ile uyanmıştı Wi. Dün yaptıklarını sanki bilinçli yapmamış, akşamdan kalma bir sarhoş gibi uyanmıştı. Geminin kırık güvertesine çıkmak isteyen biri vardı. Hava yeni kararmaya başlamış, güneş yerini alacakaranlığa bırakmıştı. Tahtadan bir mağarayı andıran kamarasında çıktı ve güvertenin üzerindeki kişinin dünkü kadın olduğunu fark etti. Parfümünün kokusu o kadar keskindi ki kadını görmesi gerekmemişti neredeyse. Kadın ağızdan ağza dolaşan bu yeni şehir efsanesini duymuş, dün gece buna tanıklık etmişti lakin karşısında gördüğü şey... Bu alışılabilecek bir şey değildi. Suratının yarısı insan, yarısı siyah bir yılan gibiydi. Gayri ihtiyari geriledi hayat kadını ve ellerinin titremesini dindirdi.
  "Ben....mmm... Teşekkür etmek istemiştim."
  "Niçin?" diye sordu Gölgesiz. Sesindeki titreşim, pesliğiyle zıtlaşıyor ortaya garip bir ton çıkıyordu.
  Kadın konuşabilecek kadar cesur değildi, karşısındaki yaratığın bir zamanlar insan olduğunu anlamıştı, anlaması bunu kabullenmesi anlamına gelmiyordu ve o da hiç konuşmadan elindeki büyük poşeti yavaşça Gölgesiz'e uzatmış, karşısındakinin ellerini poşetin üzerinde hissettiği gibi bırakmıştı. İçinde eski püskü bir battaniye vardı fakat kadının gücünün yettiği daha büyük bir hediye de yoktu. Hayatını kurtaran her neyse, ona teşekkür etmeliydi ve o da elinde bulunan iki battaniyeden birini poşete koyup getirmişti. Wi kendisine gelen hediyeyi kabul etti, üşümüyordu fakat geri çevirmek de istememişti. Denizde uyandığından beri herhangi bir canlıya karşı bir şey hissetmemişti. Sadece acı çektiklerinde duyduğu keyif ve zevk vardı. Bu onu bir canavar yapmazdı, görüntüsü, çıkmakta olan pençeleri yırtıcı olduğunun ispatı değildi. Yine de insan olduğunu da savunamazdı. Kadın ondan bir yanıt bekliyordu, Wi'de uzun zamandır düşündüğü bir konu hakkında kadından yardım istemeye karar verdi.
  "Bana kitap getirir misin?"diye sordu, soruları kısa ve öz tutuyordu. Konuşmak gırtlağında yanma hissine sebep oluyor bu da onu yoruyordu. Kadın başını salladıktan sonra eski efsaneler ve büyülerle ilgili bir kaç kitap ismi söyledi ve kadını kendini kamaraya gizleyerek uğurladı. Kadın karşısındaki yaratığa baktıkça hareket edecek cesareti kendinde bulamıyordu, bunu rahatlıkla anlamıştı Wi.
  Kadının kitapları öğlen vakti güverteye bıraktığını duymuş acı da olsa gün ışığına çıkıp onları almıştı. Son günlerde bir sürü büyü denemiş hiç biri işe yaramamıştı. Kırık geminin her tahta parçasını değerlendirmiş, pençeleri ve kanıyla şekiller, ilahiler yazmıştı. Kitapları okudukça eski günler aklına geliyor bazı kitapları iki cümle bitirdikten sonra hatırlıyordu. Gölgesizler ile alakalı teknik bilgi hiç yokken bir sürü efsane ve korku hikayesi vardı. Simya hesapları yaptı, ilahiler kazımaya devam etti ve en sonunda en azından onu eski formuna döndürebilecek bir büyü haritası çizdi.
   Son günlerde büyü ve fiziksel gücü boyut atlamış, karanlık ona doğaüstü güçler sağlamıştı. Duygusal anlamda sıfırı görmüş lakin içindeki karanlığı bastırabilmişti. İnsanlara hala zarar vermek istemiyor daha doğrusu onlarla ilgilenmiyordu. Görüntüsü ve gün ışığına olan zaafını geçirebilirse duygusuz yaşamanın bir önemi olmazdı. İnsanları şefkat ya da acıma duygusu olmadan da kurtarabilir, belki de ülkesine dönüp kral bile olabilirdi.
   İki gün batımı sonrasında tüm hazırlıkları bitmişti. Tırnaklarıyla kazıdığı ilahiler, kanla çerçevelenmişti, bir dönüşüm büyüsü için tüm gereken sadece inancıydı. İnanmak büyü yapmanın temeliydi, inanmadığın sürece bir mumu bile yakamazdın. Wi kısa hayatında büyük tecrübelerle büyünün tüm inceliklerini öğrenmişti, zaten inanmak da zorundaydı. Tüm hayatını Güneşgörmez garibesi gibi geçiremezdi.
  Kamaranın ortasına geçmiş ilahisini fısıldamaya başlamıştı. Tırnaklarıyla kazıdığı sözler beyaz bir ışımayla parlıyor, duvarları boyamış olan kanı çağrıya kulak vermiş, ilahinin eşliğinde farklı şekillere bürünüyorlardı. İçerideki hava büyüyle doluyor, ağırlaşıyordu. Eline takılı olan muştalar ilahinin sonlarına doğru ışıldamaya başlamış, bir süre sonra nereden geldiği bilinmeyen fısıltılar ilahiye katılmıştı. Büyü geminin içinden dışarı sızıyor, kırık güvertenin her kıymığı titreşiyordu. O gece karaya saplanmış bir geminin içinden sızan beyaz ışımalar karanlığı yarmış, rıhtımın doğu kanadı bir kaç tik-tak döngüsü boyunca sessizliğe gömülmüştü. Işımalar son bulduğunda Lağımkokan rıhtımının evsizleri uykusuna devam etmiş, rıhtım sıçanlarının feryatları lağımlardan dışarı çıkmamıştı.
  Uyan! Uyan artık! Wi kafasının içinde yankılanan sese kulak vermiş zor da olsa ağırlaşan göz kapaklarını aralamıştı. Karmaşık şekiller gözlerini bir kaç kez kırptıktan sonra netlik kazanmış direk olarak ellerine bakmıştı. Siyah pulları görünce büyük bir hayal kırıklığıyla kuyruğu ile bacağına vurmuştu. Bir kaç saniye sonra aklına gelen düşünceyle buz kesti. Bir kuyruğu vardı. Tüm sızılarını unutmuş, kuyruğunun verdiği şaşkınlıkla ayağa kalkmıştı. Bu canavar kılığından kurtulmak yerine büyünün ona verdiği tek şey on karış uzunluğunda çirkin bir kuyruktu.
  “Kuyruk acısı dedikleri bu olsa gerek.” Baygınken onu uyandıran bu ses artık daha da somutlaşmış tam olarak arkasından geliyordu. Arkasını döner dönmez şaşkınlığın verdiği telaşla kuyruğuna basıp kıçının üstüne düşmüştü.
  Tüm bu olanlardan önceki görüntüsü çatma derme kamaranın içinde karşısında durmuş kendisine gülüyordu. Pullar vücudunu kaplamadan, gölgesi onu terk etmeden önceki bedenini görünce şok olmuştu. O görüntüsünü özlüyordu. İnsan gibi görünmeyi, turuncu saçlarını, yeşil gözlerini, beyaz tenini.
  “Şu haline bak kendine aşık olmuş gibisin. Hadi ama, o kadar da kötü görünmüyorsun. Kuyruk yeni bir hava kazandırdı sana.” Wi kendisi gibi görünen bu adamın onunla dalga geçmesine daha fazla izin vermemiş üzerine atılmıştı lakin kendisini yere yapışmış bir halde bulmuştu. Adam çok hızlı yer değiştirmiş daha da doğrusu gözden kaybolmuştu. Yer değiştirme tekniği olmalı, diye düşündü Wi ama bu düşüncelerin tek sebebi gerçeği reddetmek istemesiydi. Birkaç başarısız saldırıdan sonra pes etmiş kamaranın köşesine yığılmıştı. Eski bedenine bakıyor ve sırıtıyordu. Yanında sallanan kuyruğunu gördü ve sırıtması iyice genişleyip kahkahalara dönüştü. Katıla katıla gülüyor, delirdiğini düşünüyordu. Artık kuyruklu bir gölgesiz ve kesinlikle deliydi.
  “Aslında tam olarak deli sayılmazsın. En azından benle konuştuğun için.”
  “Öyle mi? Deliyim ama senle konuştuğum için değil. Neden peki?”
  “Bundan kurtulmak için şu aptal büyüyü kullandığın için ve bir de ışıktan korktuğun için.”
  “Işıktan korkmak mı, neden bahsediyorsun sen? Gün ışığının  verdiği acı hissinden haberin var mı?Gün boyu kırık bir geminin kamarasında yaşamak hoşuma mı gidiyor?”
  “Canını yakıyormuş. Acı yedikten sonra tuvalete de çıkmıyorsundur sen.”
  Kafasını ellerinin arasını sıkıştırmış bir yandan gülüyor bir yandan da yaptığı tartışmanın ne kadar aptalca olduğunu düşünüyordu. Hem zaten yaptığı büyü oldukça zekice planlanmış çok aşamalı yüksek seviye bir büyüydü. Bunun aptalca olan tek tarafı sonucuydu. Aptalcaymış, kafasında kurguladığı bir adam nasıl olurdu da onun yaptığını eleştirebilirdi? Delirmişti, en sonunda kafayı sıyırmıştı.
  “Kafanın içinde olduğum doğru ama beni sen kurgulamadın. Bu kendini inandırmaya çalıştığın senden bile daha kuyruklu bir yalan.”
  Hala kuyrukla dalga geçiyordu. Öğle vakitleriydi ve kamarada sıkışıp kalmıştı. Acı, diye düşündü Wi. Acı ilizyon büyülerini yok edebiliyordu. Belki de karşısındaki bu düşükçeneyi de yok edebilirdi. Hayatta güvendiği iki şeyden birini kaybetmek üzereydi: Aklını.
  “Demek ışık benden korkmalı, demek seni ben kurgulamadım.” Eski yeşil gözlerine bakıyor, kendiyle restleşiyordu. Eğer gerçekten onu kurgulamadıysa, büyünün bir yan etkisiyse acı onu yok edebilirdi. “Bakalım bu da hoşuna gidecek mi?” diye bağırdı Wi ve tüm gücünü ayaklarına verip zıpladı.
  Kaldığı kamaranın ortasında bir delik açmış günün en sıcak vakitleri gökyüzüne doğru sıçramıştı. Genizleri yanıyor, gözleri yuvalarından çıkmaya çalışıyordu. Karaya oturmuş, kendine ev edindiği geminin yanına çakılmış, ışığın verdiği acıyla iki büklüm olmuştu. Gözlerini kırpmıyordu. Ayağa kalkmış, karşısında dikilmiş bedenine bakıyordu. Uyandığından beri kendisiyle dalga geçen turuncu saçlarıyla tamamen kendisine benzeyen velede dikmişti gözlerini. Üzerinden çıkan ısı dalgaları, siyah pullarında buğu yapmış, elinde sıktığı muştalar sert derisini etinden ayırmıştı.
  “Güneşlenmek için güzel bir gün,” dedi  velet ve gülümseyerek devam etti. “Bronzlaşmak için fazlasıyla siyah olman üzücü.”
  Wi dizleri üzerine çökmüş, yeri yumruklamaya başlamıştı. Dişlerini sıkmayı bırakmış, kendini gün ışığına bırakmıştı. İntihar edemezdi, kendini öldürmek onun yapacağı bir şey değildi. Güneşten medet umdu, onu öldürebilir diye lakin çok sürmeden acı onu terk etmeye başladı. Işık hala siyah pulları üzerinde geziyor lakin ne bir acı ne de yarattığı o buruk his vardı.
  “Sen lağım sıçanı değilsin Wi, sen gölgesizsin. Güneş seni öldürebilecek kudrette değil. Sınırlar, onların olduğuna inandığın sürece var. Hadi artık, ayağa kalk ve hazırlan.”
  “Ne için?”
  “Gölgeni geri alacağız!”
  Wi ile velet gün boyu sahilde oturmuş, velet ona ne olduğunu ve ne yapmış olduğunu açıklamıştı. Yaptığı büyü uykudaki bir başka gölgesizi uyandırmış ve resmen yaşadığı yerin haritasını ellerine teslim etmişti. Velet gölgesiz olmanın vermiş olduğu en büyük azaptı. En azından Wi için böyleydi, kendisine soracak olursanız o bir armağandı. Velet karanlıkta yoluna kaybetmiş her gölgesiz için bir çeşit rehberdi. Yüzyıllardan beri dünya üzerinde bulunmuş bir çok gölgesizin kendine ait bir veledi olmuştu. Velet kelimesi onu kızdırıyor, bu da Wi'nin hoşuna gidiyordu. Birbirlerini kızdırmak için giriştikleri yarışta Wi'nin var olabilmesi için elindeki en iyi koz 'velet' kelimesiydi. Yine de kaybettiğini biliyordu. Sebebi ise kesinlikle kuyruktu. Kuyruk nereden mi çıkmıştı? O tamamen yaptığı aptal büyünün bir yan etkisiydi.
  Uyumak istemediği sürece uykusu gelmiyordu Wi'nin. Sınırları koyanın kendisi olduğu gerçeğini kabullenmişti. Gücünün sınırlarını her test ettiğinde sanki bir arsanın ihalesini kazanmış gibi daha da genişliyordu. Yuvasının üzerinde açmış olduğu deliği kapamamıştı. Gün ışığına çıkmaya korktuğu günlerin acısını çıkarıyordu. Velet çıplak gezmeye başlamış, ne kadar yakışıklı olduğunu söyleyip duruyordu. Neredeyse kendi bedenini kıskanmak üzereydi Wi. Yine de kendini gün boyunca çıplak olarak görmek, özellikle sen siyah pullarla kaplıyken çok sinir bozucuydu. İlk bir kaç günden sonra durum daha da kötüleşmiş, velet Wi'yi dudağından öperek uyandırmıştı. Bu olur olmaz Wi beraber uyuduğu muştalarından birini eline geçirdiği gibi velede bir yumruk savurmuş lakin içinden geçip gitmişti. Sadece velet isterse birbirlerine dokunabiliyorlardı. Kesinlikle bu yarışta hiç şansı yoktu Wi'nin ama ona katlanmak zorundaydı, biliyordu ki ihtiyacı da vardı.
  “Hissettin mi?” diye sordu velet. Wi çok tanıdık bir hisle dolmuş, bunu daha önce nerede yaşadığını düşünmeye başlamıştı. “Wi... O burada!”
  Güneş yeni batmaya başlamış, gökyüzü renklerden oluşan bir sanat eserine dönüşmüştü. Pembe, sarı, mavi... Havadaki nem deniz kokusunu şehre taşımıştı. Wi her adım da hız limitlerini zorlarcasına koşuyor dumanların yükseldiği limana varmaya çalışıyordu. Lağımkokan Limanı'na yaklaştıkça yükselen tek şey duman değildi. İskeleye bağlı olması gereken küçük balıkçı sandalları, iskele kirişleri, büyük ticaret gemilerinin yelkenleri havada asılı bir şekilde duruyordu. Çığlıklar, ağlayan çocukların sesi, ateşlenen tüfekler, hatta top sesleri... Tüm rıhtım can çekişiyordu. Hayatta kalmaya çalışıyorlardı.
  Wi kaçışan insanların arasından hızla geçti ve tecrit edilmiş rıhtımın ortasında duran adamın karşına geçti. Gözlerinin akı Wi'ninkiler gibi siyah, irisleriyse kırmızıydı. Tek fark göz renkleri değil görünüşleriydi de. Karşısında duran gölgesiz orta yaşlı, buğday tenli, kısa siyah saçlarıyla olabildiğine insan gibi görünen biriydi. Wi tüm gölgesizlerin kendi gibi birer yaratığa benzediğini düşünmüş, karşısındaki onu hayal kırıklığına uğratmıştı. İki taraf da gölgesi için savaşacaktı. Wi bunun önemini biliyordu, burada ya ölecekti ya da arzuladığı eski benliğini kazanacaktı.
  “Adın nedir, gölgesiz?” diye seslendi Wi. Bu ölümüne bir dövüşe başlamadan önce uyulması gereken saygı kurallarından biriydi. Wi bu kuralı hiç bozmamıştı, bu durumda da bozmamaya kararlıydı.
  “Adım Kuan genç adam, seninle daha önce karşılaşmıştık.” dedi ve ellerine doladığı dövüşçü bağlarını sıktı.
  “Benim adım da Wi, isimlerimizi bahşettiğimize göre başlayalım.”
  “Çok eski bir düello kuralına bu kadar sadık olman ne güzel. Başlayalım!”
  Düelloda bilinen en büyük yanlış ilk hamleyi yapanın zararlı olduğunun düşünülmesidir. Wi göz açıp kapama süresinde adamın yanına varmış, parlayan muştalarından birini yüzüne savurmuştu. Kuan kolayca yumruktan kaçmış Wi'nin karnına diziyle geçirmişti. Darbenin kuvvetiyle yerde sürüklenen Wi ayağa kalkar kalkmaz havada asılı olan sandal ve iskele parçalarının üzerine geldiğini fark etti ve gülümsedi. Büyüye karşı büyü, diye düşündü. Parmaklarını şıklattığı gibi tüm sandal ve iskele parçaları, tahta tozu ve kıymık karışımına dönmüştü. Muştaları parladı, turuncu gözleri ışıldadı sağ elini zorlanarak havaya kaldırıp bir şeyi yakalamak istermişçesine kapadı. Rıhtım sallanmaya başlamış, Kuan'ın üzerinde durduğu taşlar Wi'nin verdiği emri uygulamak üzere harekete geçmişti. Wi 'nin sağ eliyle yaptığı hareketi taklit edip, bir el şeklini alan taşlar Kuan'ı sarıp havaya kaldırdı ve var güçleriyle onu sıkmaya başladılar. Wi yumruğunun içinde onu hissediyor tüm gücüyle sıkıyordu. Birden elinde bir acı hissetti ve taştan elin parçalandığını gördü. Adam kendini kurtarmış havada asılı duruyordu.
  “Element büyüsü demek, etkilendim genç adam ama sıra bende.”
  Kuan ellerini tüm yükü kaldırırcasına zorladı ve büyünün etkisiyle kısa saçları yukarı dikildi. Yerdeki taş parçaları, kıymıklar, tahta tozları havalandı fakat asıl büyü bu değildi. Bu sadece taşan kısmıydı. Kuan'ın arkasındaki deniz köpürmeye ve çekilmeye başlamıştı. Wi elinin acısıyla yeni bir hamleye girişmemiş, adamın ne yapmakta olduğunu kavramaya çalışıyordu ki denizi yararak, yükselen dev gemiyi gördü. Bu hayatında gördüğü en büyük gemiydi, Lağımkokana varmadan önce suyun altında gördüğü korsan gemisiydi. Batık dev gemi kendini suyun yükünden kurtarmış, rıhtımı batan güneşin ışığından mahrum bırakmıştı. Kuan yaptığı büyünün ağırlığıyla bağırmaya başlamış ve sanki koca gemi avuçlarının içinde duruyormuş gibi onu Wi'ye doğru fırlatmıştı. Wi üzerine gelen geminin altında kalmak bir yana, yaratacağı yıkımın içinde kalsa dahi öleceğini biliyordu. Bir gemiyi kaldırmak en az beş kudretli büyücünün yapacağı türden bir şeydi, bu büyüklükte ivme kazanan bir gemiyi durdurmak ise imkansızdı.
  Wi rıhtımı yerle bir etmek üzere olan gemiyi kendisine çarpmaya ramak kala durdurmuş havada asılı, stabil bir halde tutmuştu. Ellerini gemiden yana tutuyor, altında kaldığı bu yükün acısıyla inliyordu. Havada tutmakta olduğu gemiyi geri, ait olduğu yere itmeye çalışıyordu. Elinden bıraktığı an dünyanın en büyük rıhtımının yarısı yok olacaktı. Yaptığı büyünün etkisinden yeni kurtulmaya başlamış Kuan, rakibinin onu havada yakaladığına inanamamıştı. Onu küçümsemişti, o genç bir adam değil, rakibiydi. Gerçek bir rakipti. Yer değiştirme büyüsü yapamayacak kadar enerjisi tükenmişti. Rıhtımın üzerinde bebek adımlarıyla süzülen geminin gölgesinde Wi'ye doğru koştu. Yükün altında ezilmemekle uğraşan Wi'yi en savunmasız halinde kolayca öldürebilirdi. Rıhtımı boylu boyuna aşarak genç rakibin üzerine atıldı ve çarpışmanın momentumuyla rıhtımdan şehre doğru uçtular. Wi şehir meydanına çıkan sokakların birinde, bir marketin içine savrulmuş kendinden geçmişti. Kuan ise çarpışmadan sonra kendini durduramamış meydana kadar sürüklenmişti. Wi'nin zar zor tuttuğu gemi, rıhtımın yarısını yerle bir etmiş, taş üstünde taş bırakmamıştı. Çarpmanın etkisiyle oluşan sarsıntı büyük bir deprem gibi tüm kıyı şeridini etkilemiş, vinçleri devirmiş, iskeleleri denize gömmüş, bir kaç balıkçı dükkanının çökmesine sebep olmuştu.
  Wi gözlerini açtığı gibi karşısında Kuan'ı görmüş titreyen ayaklarının üzerine doğrulamadığı için kuyruğunu kullanarak ona çelme takıp yere düşürmüştü. İkisi de bitkindi fakat birinin ölmesi gerekiyordu, bu iki taraf için gerçek anlamda yaşamak anlamına geliyordu. Hayatı solumak, bir gölgesiz gibi değil, insan gibi nefes almak için. Wi ona zaman kazandıran çelmenin ardından darmaduman olmuş dükkanın içinden çıktı ve caddenin ucundaki artık var olmayan rıhtıma baktı. İnsanlar çığlık atıyor ve minik fareler gibi tehlikeden kaçıyorlardı. Yok olan rıhtıma doğru koşanlar bile vardı. Buradaki tehlikenin suyu boylamak üzere olan rıhtım değil, onlar olduğunu biliyorlardı. Wi arkasından yediği darbeyle şehir meydanına doğru, yeni döşenmiş olduğu belli olan asfalt taşlarını sökerek sürüklenmişti.
  Aradaki mesafeyi tek bir zıplayışta kapatan Kuan, Wi'nin son anda yerde yuvarlanmasıyla düştüğü yeri parçalamış, tüm meydan toz toprak altında kalmıştı. Yükselen tozun içinde Wi'nin nereye gittiğini anlamak için her yere bakıyor fakat sadece kaçışan insanların silüetlerini görüyordu. Wi ara sokaklardan birine gizlenmiş kendine gelmeye çalışıyordu. Havada tutmuş olduğu gemi onu çok yormuştu fakat kendini toparlamalıydı.
  “Hadi amaa... Ne kadar da acizmişsin, alt tarafı bir gemi yakaladın diye ne bu yorgunluk,” dedi velet. Dövüş boyunca ortalıklarda gözükmemişti. Sonuçta istediği zaman ortaya çıkıyor, istediği zaman dokunabiliyordu. Kontrol onun ellerindeydi fakat kıyafetleri yine yoktu.
  “Çıplaksın,” dedi Wi, ondan yana bir bakış atarak. Her bir yeri kasılıyor, elleri şokun etkisinde hala titriyordu.
  “En azından gözlerin iyi durumda. Şimdi beni arzulamayı bırak da şu adamı patakla.”
  “Ama nasıl?” çarpışmayla beraber kırılan köprücük kemiğinin acısını dindirmek için eliyle bastırıp bir kaç kelime sarf etti lakin yaptığı büyünün gücü zayıf olduğundan bir ağrı kesiciden daha az etki etti.
  “Adam güneş batarken ortaya çıktı Wi, alaca karanlık daha yeni basmışken. Bu arada ne kadar da toz tutmuş üstün başın, ne demişler siyah giyme to...”
  “Anladım, tamam.” Wi eliyle veledin susmasını işaret etmiş lakin o konuşmaya devam etmişti. Velet doğru konuşmuştu. Kuan belki de hala ışıktan korkuyordu. Bunu kullanmalıydı.
  Kuan'ın yarattığı toz bulutu kalkmış, adam ortaya çıkması için hakaretler edip Wi'yi kışkırtmaya çalışıyordu. Wi ara sokaktan ağzında bir ilahiyle meydana doğru yürümeye başlamıştı.
  "Kuyrukla onu Wi, bitir işini!" diye bağırdı velet, Wi meydana çıkarken. O dövüşe katılmayı pek düşünmüyordu ama güzel bir seyirci olabilirdi. Evet, bunu yapabilirdi.
  Wi ile Kuan meydanda tekrar göz göze gelmişlerdi. Wi yeterli olmasa da gücünü toplamak için iyi bir zaman kazanmış, Kuan ise karşısında tekrarda ayık ve istekli bir rakip bulduğu için sevinmişti. Güzel bir dövüş, güzel bir kadının dokunuşu gibiydi. Zor elde edilir, çabuk biterdi.
  “Bende korkup kaçtın sanmıştım,” dedi Kuan ve sırıttı. Ellerindeki ipler sökülmüş, saçaklanmış yere sarkıyordu.
  “Çıplak bir adamla karşılaşmıştım, beklettiysem kusura bakma.”
  Kuan, Wi'nin arkasında belirmiş pullu yaratığın omurgasına bir yumruk atmaya kalkışmıştı. Bu hızlı hamlesi Wi'yi ne kadar şaşırtsa da bunu savurdu, karşı bir atak yapmadan ilahisinin son bir iki kelimesini söyledi ve adama doğru koşup yumruğunu sıktı. Adam elini kaldırmış, yumruğu yakalamak istemişti lakin Wi'nin muştaları parlak bir sarıyla ışıldamaya başladı. Işımalar öylesine güçlü ve şiddeyliydi ki adam savunma yapmak için kaldırdığı ellerini yüzüne kapamıştı, gelen yumruk çektiği acının yanında sivrisinek ısırığı gibiydi. Wi'nin attığı yumruk adamın bir kaç kaburgasını kırmış, ışıldayan muştalarının izi adamın derisini dağlamıştı. İki büklüm kalan adamı sert bir kuyruk darbesiyle yere fırlattı ve üzerine çıkıp suratına var gücüyle yumruk atmaya başladı. Adamın yüzünü koruduğu elleri param parça olmuş, altındaki bedeni yumruk darbelerinin gücüyle kanalizasyon tünellerine doğru çökmekte olan asfalta göçmüştü. Adam baygın bir halde yerde uzanmıştı. Işık ve yumrukların acısı onun kaldırabileceğinden fazlasıydı anlaşılan. O sırada adamın onda uyandırdığı hissi, daha yakından tatmış ve daha önce bu hisle nerede karşılaştığını bulmuştu. Uyandığı yerde, eski, metal, su altı zırhının içinden gelen o garip hissi hatırladı. Kuan'ın da dediği gibi daha önce karşılaşmışlardı. Wi adamın üstünden kalktı, kafasının yanında çömelip başını elleri arasına aldı.
  “Seni ve kendimi kurtarıyorum,”dedi ve boynunu kırdı.
  Alkış seslerinin geldiği yere baktı ve veledin, daha doğrusu eski bedeninin çıplak halini gördü.
  “O kadar güzel dövüştün ki resmen azdım,” dedi velet ve parmaklarıyla aletini işaret etti. Erekte olmuştu. “Sanırım sana aşık oluyorum.”
  “Neden düzelmiyorum?” diye çıkıştı Wi.
  “Onu öldürürken keyif aldın mı, sen de benim gibi erekte oldun mu?”
  Demek istediğini anlamıştı Wi. Kaptandan intikam aldığı gece aklına gelmiş, ne kadar keyif duyduğu aklına gelmişti. Öldürmek, can yakmak onun için keyifliydi fakat şimdi hiç mutlu değildi. Hatta üzülmüştü adam için. Birinin hayatına değer verdiğini hissetti, kurtulmuştu. İstediği şekilde değil ama üzerindeki karanlık çekilmişti.
  “Çak bir beşlik,” dedi ve elini havaya kaldırdı velet. Eli uzun süre havada kalmış, Wi'nin yürümesine yardımcı olmak için kolunun altına girmişti.
  Meydandan uzaklaşırken derin bir çatırtıyla Kuan'nın cesedinin olduğu kısım çökmüş, lağım sıçanlarının ziyafet çığlıkları sarmıştı Lağımkokan'ı. Zaman geçtikçe Wi'nin görüntüsü de düzelmişti. Gölgesini geri kazanmış, onu terk eden vicdanı geri gelmişti. Karanlık seni terk etmedi, demişti velet, sadece senden korktu.
  Karanlığın korkabileceğini kim düşünebilirdi, değil mi? Wi zamanla normal görüntüsüne kavuşmuş ve mutlu bir hayat sürmek için tekrardan yollara düşmüş.”
  Mutlu son, kızlarının uykusuzluktan benzi atmış yüzlerine çarpık bir gülümseme yerleştirmişti. Yaşlı adam kızlarını öptü, üstlerini örttü ve sessizce kapılarını kapadı.
  “Harika bir hikayeydi, babalık,” dedi velet alaycı bir tonla. Gözyaşlarını siliyordu, kendini nasıl ağlattığını düşünmek çok zordu. “Özellikle, adamın boynunu kırdığın yer, sanırım tekrar azdım.” Velet hala Wi'nin genç vücuduna sahipti ve çıplaktı. Erekte olmuş, aletini gösterip, sırıtıyordu.
  “Nasıl oluyor da sen hala benimlesin? Gölgesiz zamanlarımdan kalan tek şey sensin neden hala buradasın?” dedi yaşlı adam ve mutfağa geçip, bir bardak su koydu kendine.
  Sebebini biliyordu, neden burada olduğunu. Karanlık hiç onu terk etmemişti. Bir yerlerde sinmiş onu geri istemesini bekliyordu. Tıpkı velet gibi hala onunlaydı, velet onun elçisiydi. Suyundan içti, kızlarını düşündü. Velet sorusunu çirkin bir şakayla cevaplamadan onu susturdu ve odasına çekildi. Güzel bir hayat geçirmişti, gerçek bir hayat. Kendi gibi olduğu, kendi gibi nefes aldığı bir hayat, bu kadarı yeterliydi.
Spoiler: Göster

Çevrimdışı maviadige

  • **
  • 161
  • Rom: 4
    • Profili Görüntüle
Ynt: Bir Lağımkokan Öyküsü
« Yanıtla #1 : 06 Mart 2016, 21:38:25 »
Akıcı anlatım hiç sıkılmadan okumamı sağladı. Olay örgüsü uyum içindeydi hep. Zaman zaman Drizzt okuyormuş gibi bile hissettim. :) Adamın kızlarına bu hikayeyi anlatması daha ilgi çekici olmuş ve beklenmedik bir sonla karşılaştım. Genel olarak kurgu ve hayal gücü iyiydi. Yalnız şeye takıldım, hikayenin bazı kısımları bir çocuğa anlatmak için uygunsuzdu.
Yakından bakarsan güzelleşecek.
Uzun süre bakarsan sevimli olacak.
Sen de aynısın...

-School 2013-

Çevrimdışı milenya

  • **
  • 260
  • Rom: 6
  • Belki de Tanrı bize inanmıyor!
    • Profili Görüntüle
Ynt: Bir Lağımkokan Öyküsü
« Yanıtla #2 : 06 Mart 2016, 22:50:35 »
Yorumun için teşekkür ederim.  Bu hikaye çok eskiden başlamış olduğum fakat yarıda bıraktığım bir hikayeydi. Açıkçası yaşlı adam hikayeyi ilk başta barda anlatıyordu fakat sonra nedense değiştirdim. Neden yaptım, hiçbir fikrim yok. Sürüyle şey değiştirdim hikayeden fakat kabul ediyorum, bu hikayenin kesinlikle barda anlatılması gerekiyordu. :)
Spoiler: Göster

Çevrimdışı grikunduz

  • **
  • 368
  • Rom: 6
  • Est solarus oth mithas
    • Profili Görüntüle
    • HayalGezer
Ynt: Bir Lağımkokan Öyküsü
« Yanıtla #3 : 11 Mart 2016, 22:39:35 »
Oldukça uzun olmasına rağmen biraz gayretle tek seferde okuyabildim. Özellikle yapısal olarak tertemiz bir öykü olmuş göze takılan hiçbir imla hatası göremedim. (çok anladığımdan değil)

Ustaca bir giriş yapıp evreni uzun uzun anlatmak yerine, hikaye içi benzetmeler göndermeler ve muhabbetlerle evreni anlatıma ve muhabbete yedirmişsin. Gerçekten takdir edilecek bir başarı bu. Karakterin muşta kullanıyor olması ve farelerin dövüşte akıllı birer varlıkmışcasına taraf tutuyor olmaları hem çok güzel nüanslar olmuş hem de hiç abartmadan, göze sokulmadan verilen post-apokalips temasına da oldukça oturmuş. Ayrıca adamın karanlık ve gölge ile ilgili yaptığı benzetmeyi çok başarılı buldum.

Başka bir deyişle oldukça saygıdeğer bir çalışmaydı bu.

Rahatsız eden birkaç husus oldu beni. Öncelikle karakterin deniz altında geçirdiği mini macera. Bu sırada karakterin doğasını geçmişini ve hiçbir özelliğini bilmediğimiz için denizin altında ne yaptığını anlamaya çalıştığımızdan o bölüm sıkıcı bir hal almış bitsin diye beklenen bir parça oluvermiş.

Aynı şekilde Veletin ilk baştaki şakacılığı daha ustaca verilebilirdi. Bir çok şaka ve muziplik yapıyor ancak başlangıçta kendisine karşı hiçbir sempati duymadığımız için bütün o esprilerin, sadece espri olduğunu bilerek okuyup geçtim. Burada karaktere biraz sevimlilik kattıktan sonra alaycı yapısı işlenebilirdi belki. Mesela sonradan "siyah giyme" bölümünde yaptığı gönderme ise oldukça komik geldi. Zira karaktere karşı biraz samimiyet hissetmeye başlamıştık. Bu yüzden yeni karakterleri doğrudan espri patlatan insanlar yapmak yerine sevimli olduklarını gösterdikten sonra şaka yaptırmaya başlamak daha sağlıklı oluyor. 

Çevrimdışı milenya

  • **
  • 260
  • Rom: 6
  • Belki de Tanrı bize inanmıyor!
    • Profili Görüntüle
Ynt: Bir Lağımkokan Öyküsü
« Yanıtla #4 : 14 Mart 2016, 17:40:52 »
Yorumunuz için çok teşekkür ederim. Biraz geç yanıtladım kusura bakmayın, bilgisayar başında değildim epeydir.
İmla konusunda çok sıkıntılıyım normalde, özellikle benim gibi metin belgesinde yazanlar içinde görmek gerekiyor hatayı. Office Word'de olduğu gibi altı çizilmiyor. Gözünüze pek batmadıysa ne ala.
Ben her ayrıntıyı hikayede vermek istediğimden benim hikayelerim novellaya dönüşür normalde. Bu hikayede o şekilde ilerliyordu fakat sonrasında birçok değişiklik yaptım. Kısaltmak da bunlardan biriydi. Deniz altı kısmı çok daha uzun bir bölümdü keşke kısaltırken orayı direk silip, Wi'yi kıyıya vurmuş halde uyandırsaydım. Bu kısmı hikayenin bende bulunan dosyasına not düşeceğim.
Velet... Sanırım şakacı karakterlerle aram iyi değil, bunun üzerine çalışacağım.
Spoiler: Göster