Kayıt Ol

Kaliforniya'da Ölmeliydim

Kaliforniya'da Ölmeliydim
« : 24 Şubat 2016, 18:22:22 »
O vakit kesinlikle Kaliforniya'da ölmeliydim. San Francisco hatta, ama saçıma çiçek takmamıştım ve oralarda adettendir. Radyoda bir şarkıda dinlemiştim.

Sonra, eski bir araba sürüyor olurdum. Klimasız, direksiyonla aynı renkteki kan kırmızısı deri koltukları çıplak sırtıma yapışarak, bir elimde biramla radyo dinliyor olurdum. Radyoyu son sesine kadar açıp küçük oyunumu oynardım.

Bir sonraki şarkıyı tahmin etme oyunu. O gün bir defa bile yanılmıyor olurdum. Sidikli sıcak biraların ve banal pop şarkılarının pervasız tanrısı, o günlüğüne, ben olurdum.

Yılanlı ve kaktüslü çöl arazisinin ortasında tahtadan evime girip küvetimi doldururdum sonra adamım. Pilli radyomu yanıma alıp, iki tane aspirin çakıp sıcak suda gözeneklerimi açardım ben. Suyu iyice sıcak akıtıp, dayanabileceğim en son sıcaklığa getirirdim, ve sonra biraz daha ısıtırdım. Kıyafetler falan hep kalabilirdi, önemi yoktu. Radyoda şarkıları takır takır biliyor olurdum çünkü, çakıyor musun?

Ben, sırılsıklam cehennemimde godoşların tanrısı, parmakla silah yapıp adam öldüren çocuklar gibi...

Gözeneklerim iyice açılıp, aspirin kanımı iyice incelttiğinde, pıhtılaşmasını istemem elbet, sağ bileği dikine kesiverirdim hemen. Lisede o malum kızın yaptığı gibi değil, hepinizin bir tanıdığı vardır öyle, salam keser gibi bilek kesmeye çalışan. Elin başlangıçından dirseğe kadar iki-üç çizgi...

Bok gibi acırdı elbet, can ya bu, ama sorun değil, en fazla ne kadar acıyacaksa o kadar acırdı, ve sonra belki biraz daha.

Kendim kendimi vazgeçiremeden telefonumu küvetin içine atıverirdim sonra. Sonra, sonra, sol bileğimi de hemen işaretlerdim ve deri iki yöne doğru açıldıkça geriye kalan yapılacak tek şeyi yapardım; suyun berraktan bulanığa, bulanıktan pembeye geçişini izlerdim, pembeden de kızıla ve oradan belki siyaha...

O andan itibaren, radyoda benim kalp atışlarım çalıyor olurdu işte adamım. Ve sıradaki şarkıyı ben biliyor olurdum işte.

Cennete gitmeyeceğimi biliyor olurdum zaten. Eski radyo pili bitip çıtırtılar içinde sussa bile ben, Kaliforniya'da porselen bir mezarda sırılsıklam, kendime ait kırmızı Styx nehrimde ondan sonra çalacak her şarkıyı biliyor olurdum, anlatabiliyor muyum kendimi?

Derler ki, ölmeden hemen önceki saniye, güneş doğmadan önceki zifiri karanlık gibiymiş, en çok hayatta olduğun an, ölmeden hemen önceki anmış.

Ve böylece ben, Kaliforniya'da, belki San Francisco'da, ölümüne hayatta olurum adamım, ve sonra belki biraz daha.
"The woods are lovely, dark and deep,  
  But I have promises to keep,  
   And miles to go before I sleep,  
    And miles to go before I sleep."

Sentetik Distopya tüm kitap sitelerinde mevcuttur a dostlar. (Ayrıca, daginikoda.com'a bir bakın derim)

Çevrimdışı Rosemary

  • **
  • 282
  • Rom: 12
  • With tired eyes, tired minds, tired souls we slept
    • Profili Görüntüle
    • last.fm
Ynt: Kaliforniya'da Ölmeliydim
« Yanıtla #1 : 24 Şubat 2016, 21:39:48 »
Kaliforniya’da ölmüştün. Öyle ipeksi bir dokuya sahip güzelim hava şartlarında gebermiştin ki o bitli Oki’lerin şeftali bahçelerini talan etme macerasını kaçırmıştın. O esnada karayolundaydım ben. Otostop ihtiyacım baş göstermişti. Omzumdaki radyodan haykırıyordu bir şırfıntı.

But no more, no more, I gotta move from my mind to the area
And go johnny go and do the watusi
Yeah do the watusi, do the watusi


Benzin istasyonu civarında indim beni yanına alan sığır suratlının kamyonetinden. Mae’nin yeriydi burası. Yaz gününün, sanki üzerimize kutup ayısı kürkü giyinmişiz gibi böylesine kahrolası sıcağında, rüyalarımızda bile karşılaşmaya cüret edemeyeceğimiz bir serinlik sunuyordu Mae’nin portakal büyüklüğündeki memeleri ve dolgun kalçaları. Şaplağın tanesi yirmi beş sent. Tek şaplakta avuç içi zenginlik. Hatırlıyor musun Jim? Sen ölmeden önceydi. Hırs yapıp iki dolar on iki sent biriktirmiştin de, tam iki dolarıyla doya cana Mae’nin kıçıyla darbuka çalmıştın. Gülmekten gebermiştik de ağzımdaki tüm kahveyi kolumdaki muskaya püskürtmüştüm. İhtiyar Tom da ordaydı hatırlarsan. Çorbasına tuz yerine yanlışlıkla şeker kattığından nalları diktiğini söylemişlerdi de inanmamıştık tabii. İçindeki şehvet susuzluğu bitirmişti moruğu. İhtiyar son nefesinde bile cebinden yirmi beş sent çıkarmaya çalışıyordu.

İçeri girince keskin kahve buharını duyumsadım. Mae’ye, n’aber güzelim, diye seslendim. Sarıldık. Seni sordu. Öldü, dedim. Demek öyle, dedi. Öyle, dedim. Kısın şu koyduğumun müziğinin sesini, diye bağırdı radyonun başındaki sarıklı hippilere. Yüksek sesliydi harbiden.

Let's dream it, we'll dream it for free, free money
Free money, free money, free money


Seni andık. Sana şarkılar mırıldandık. Güzel günleri konuştuk. Öyle değerliydin ki sen, resmen bizim Danny’mizdin. Bir başına kalmıştır şimdi dostların Pilon, Pablo, Jesus Maria, Korsan, Koca Joe ve Şeker Ramirez. Şimdi burada olsaydın ne de büyük kahkaha atmıştın dediklerime. Hani hep derdin ya, ne kadar çok gerçeği varsa varlığın, o kadar yüksek şiddetle patlar, diye de aldırmazdım. Sana karşı patlayan bıçakların akıttığı sıvının gerçeği kaç para ederdi acaba, kahrolasıcalar. Peder, elinde şarap kâsesi, bir ağıt havalandırıyordu.

Kapsıyor kimi yücelikler, müsavi yakarışlar
Kem mürekkep çiziyor seslice, sesliden daha seslice
Bilgin alıyor eline ıslak bir kalp
Yokiltica


Mae, ağlamaya başlıyordu.

Sanat gülümsüyor bir çarkın kıyısında
Yamalı olan fışkırtıyor çamurdan suları, kahkaha, delice
Motifler ardınca sevişiyor
Işıklar arkadan vuruyor, gölge büyüyor, yokgörü, yine


Keşke yirmi beş sentim olsaydı.

Üç bilgi, üçte bela
Doğru, iyi, güzel
Eğri, kötü, rezil
Şarlatan bir kez daha karıştırıyor şapkasını


Şimdi nerde miyim? Ne önemi var ki. İnsanın birlikte gülüp, hikâyeler anlatacağı dostu olmadıktan sonra yaşam denilen şeydeki güzelliğin varlığını kim ispatlayabilir. Yürüyorum öyle. Ta ki takatim tükenene dek.

Ölüyorum ben de, sanırım, Santa Barbara’da.

Take them up up up up up up
Oh, let's go up, up, take me up, I'll go up,
I'm going up, I'm going up
Take me up, I'm going up, I'll go up there
Go up go up go up go up up up up up up up
Up, up to the belly of a ship.
Let the ship slide open and we'll go inside of it
Where we are not human, we're not human.