Kaliforniya’da ölmüştün. Öyle ipeksi bir dokuya sahip güzelim hava şartlarında gebermiştin ki o bitli Oki’lerin şeftali bahçelerini talan etme macerasını kaçırmıştın. O esnada karayolundaydım ben. Otostop ihtiyacım baş göstermişti. Omzumdaki radyodan haykırıyordu bir şırfıntı.
But no more, no more, I gotta move from my mind to the area
And go johnny go and do the watusi
Yeah do the watusi, do the watusi
Benzin istasyonu civarında indim beni yanına alan sığır suratlının kamyonetinden. Mae’nin yeriydi burası. Yaz gününün, sanki üzerimize kutup ayısı kürkü giyinmişiz gibi böylesine kahrolası sıcağında, rüyalarımızda bile karşılaşmaya cüret edemeyeceğimiz bir serinlik sunuyordu Mae’nin portakal büyüklüğündeki memeleri ve dolgun kalçaları. Şaplağın tanesi yirmi beş sent. Tek şaplakta avuç içi zenginlik. Hatırlıyor musun Jim? Sen ölmeden önceydi. Hırs yapıp iki dolar on iki sent biriktirmiştin de, tam iki dolarıyla doya cana Mae’nin kıçıyla darbuka çalmıştın. Gülmekten gebermiştik de ağzımdaki tüm kahveyi kolumdaki muskaya püskürtmüştüm. İhtiyar Tom da ordaydı hatırlarsan. Çorbasına tuz yerine yanlışlıkla şeker kattığından nalları diktiğini söylemişlerdi de inanmamıştık tabii. İçindeki şehvet susuzluğu bitirmişti moruğu. İhtiyar son nefesinde bile cebinden yirmi beş sent çıkarmaya çalışıyordu.
İçeri girince keskin kahve buharını duyumsadım. Mae’ye, n’aber güzelim, diye seslendim. Sarıldık. Seni sordu. Öldü, dedim. Demek öyle, dedi. Öyle, dedim. Kısın şu koyduğumun müziğinin sesini, diye bağırdı radyonun başındaki sarıklı hippilere. Yüksek sesliydi harbiden.
Let's dream it, we'll dream it for free, free money
Free money, free money, free money
Seni andık. Sana şarkılar mırıldandık. Güzel günleri konuştuk. Öyle değerliydin ki sen, resmen bizim Danny’mizdin. Bir başına kalmıştır şimdi dostların Pilon, Pablo, Jesus Maria, Korsan, Koca Joe ve Şeker Ramirez. Şimdi burada olsaydın ne de büyük kahkaha atmıştın dediklerime. Hani hep derdin ya, ne kadar çok gerçeği varsa varlığın, o kadar yüksek şiddetle patlar, diye de aldırmazdım. Sana karşı patlayan bıçakların akıttığı sıvının gerçeği kaç para ederdi acaba, kahrolasıcalar. Peder, elinde şarap kâsesi, bir ağıt havalandırıyordu.
Kapsıyor kimi yücelikler, müsavi yakarışlar
Kem mürekkep çiziyor seslice, sesliden daha seslice
Bilgin alıyor eline ıslak bir kalp
Yokiltica
Mae, ağlamaya başlıyordu.
Sanat gülümsüyor bir çarkın kıyısında
Yamalı olan fışkırtıyor çamurdan suları, kahkaha, delice
Motifler ardınca sevişiyor
Işıklar arkadan vuruyor, gölge büyüyor, yokgörü, yine
Keşke yirmi beş sentim olsaydı.
Üç bilgi, üçte bela
Doğru, iyi, güzel
Eğri, kötü, rezil
Şarlatan bir kez daha karıştırıyor şapkasını
Şimdi nerde miyim? Ne önemi var ki. İnsanın birlikte gülüp, hikâyeler anlatacağı dostu olmadıktan sonra yaşam denilen şeydeki güzelliğin varlığını kim ispatlayabilir. Yürüyorum öyle. Ta ki takatim tükenene dek.
Ölüyorum ben de, sanırım, Santa Barbara’da.
Take them up up up up up up
Oh, let's go up, up, take me up, I'll go up,
I'm going up, I'm going up
Take me up, I'm going up, I'll go up there
Go up go up go up go up up up up up up up
Up, up to the belly of a ship.
Let the ship slide open and we'll go inside of it
Where we are not human, we're not human.