Kayıt Ol

Hiçkimse: Muran Adasından Kaçış

Çevrimdışı azizhayri

  • ***
  • 581
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Hiçkimse: Muran Adasından Kaçış
« : 27 Nisan 2016, 12:53:22 »
Merhaba:
Hikaye devam ediyor, bu bölüm öykü seçkisindeki Ejderha konulu "Her Şeyin Başladığı Yer" bölümünün devamıdır...


Hiçkimse: Muran Adasından Kaçış


   Korkuyu hissetmeye başlamıştı. Daha önce benzer duyguları yaşamıştı ama o zamanlar daha gençti. Kucağında bir bebekle, kendisini sarıp sarmalayan mavi bir ışık yukarıya taşımıştı, gündüzün karanlık gibi göründüğü nefes almanın zorlaştığı yerlere kadar sürmüştü bu yolculuk. Gözlerini sımsıkı kapamıştı. Kapamıştı da aşağıda olanları görmemişti. Görmemişti ama parlak ışık gözkapaklarının ardından bile kendisini kuvvetle hissettirmişti ve korkunç sesi duymuştu. Sesin ardından da kasırganın oralarda her şeyi yerle bir ettiğini öğrenmişti çok zaman sonra. Şimdi ise gecenin bir vakti soğuk rüzgarlı bir havada aşağı doğru iniyordu.

          Gözlerini kocaman kocaman açtı ama karanlıkta hiçbir şey göremedi. Yukarıda olduğunu bildiği ve Tizmengen Ustanın iki adam boyu olduğunu söylediği büyük hava torbasını da göremiyordu. Biliyordu ki o torba sayesinde yavaş yavaş aşağı iniyordu.

          Çevresine bakındı, kendisiyle beraber aşağıya doğru akan üç kişi daha olması gerekiyordu ama görünürde kimseler yoktu. Aklına az önce Tizmengen’in söyledikleri geldi. Önden ve arkadan yükselen kayışları tuttu. Önce öndeki kayışlara asıldı hafifçe. Yavaşça ileri doğru gittiğini gördü. Omuzlarının arkasından yükselen iki kayışı tutunca bedeni havada yüzer gibi geriye doğru ilerlemeye başladı. Kafasını uzattı aşağıya doğru bakmaya çalıştı. Karanlık bir kuyunun dibinde gibi görünen birkaç ışıklı nokta gördü. Artık göremeyeceği kadar yükseklerde kalan araçtaki usta kendilerini doğru yerde sepetten atmıştı.  Bu düşünceler içindeyken ve havadaki yolculuğunun sona ermesini beklerken uzaklardan bir ses duydu. Derinden gelen ses adını çağırıyordu. İki eliyle sağ omuzundaki kayışlara asıldı.

   Yirmi adım ötesinde hemen sağında bir gölge gördü. Bu diğer görev arkadaşlarından biri olmalıydı. Biraz kayışların birazda talihin yardımıyla aradaki mesafeyi kısalttı.  
“Dikkat yere iniyoruz.” Karanlıkta konuşanı tanıdı, bu Shatar olmalıydı. Uyarıyı dikkate alıp baktığında yer sanki kendisine yaklaşıyormuş gibiydi. Kıdemli subay, bir kere daha bağırdı.
“Kayalıklardan uzak dur, kumsala ineceğiz.” o zaman koyu gölgelerin sahildeki kayalar olduğunu gördü. Yıldızların ışığı dalgalara vurdukça gizemli parıltılar saçıyordu. Her saniye her an deniz ve kayalar kendisine doğru yaklaşıyordu. Daran bakışlarını iyice sola çevirince dalgaların sahile vurduğu yeri kumsalı gördü. İneceği yer hedefi belli olmuştu. Yaklaştı, yaklaştı, sanki hızı artmıştı. Ayak bileklerinden başlayıp kalçasına oradan da beline omuzlarına vuran sert bir darbeyle yere indi.  Yuvarlandığı yerden doğrulmamıştı ki Shartar’ın inlemesini duydu. Daran, yerinden kalkıp komutanının yanına koştu. Adam sağ ayak bileğini tutuyordu. Yanına yaklaştı. Arkadaşının ayak bileğini tuttu. Biraz ovuşturunca hafif inlediğini duydu. “Umarım ciddi bir durum yoktur” dedi. Adamın kalkmasına yardım etti. Sıra diğerlerini bulmaya gelmişti ki suya düşen bir nesne sesi arkasından ağıza alınmayacak bir küfür duyuldu. Denizlerin yenilmez korsanı suya düşmüştü.  Onlar Phala’ya yardıma giderlerken uzun beyaz gölge sanki yüzlerce defa bu işi yapmış gibi ayaklarını zarifçe yere basmıştı.

   İki üç dakika sonra dört gönüllü sırtlarındaki kocaman bez torbalardan kurtulmuş silahlarını tıpkı eskisi gibi hemen kullanılabilecek hale getirmişlerdi. Her biri bir yana dağılmış ayak bastıkları bu yeri az çok tanımaya çalışıyorlardı. Önce Shatar’ın fısıltısı duyuldu “Burada dönüşte işimize yarayacak bir tekne var” Dört çift ayağın ezdiği ıslak kumların gıcırtısı duyuldu. Yeni geldiği belli olan tek direkli küçük bir yelkenli yan yatmış öylece bekliyordu. Phala “Dönüş için buluşma noktamız belli oldu” dedi gördüklerinden haz aldığı belli olan bir şekilde.  O ara kimsenin aklına gelmeyen soruyu Shatar, Lord Koyo’ya sordu.

          “Aradığımız çocuğun adı nedir efendim” adam bir an duraladı.

          “Sigael… Kardeşimin çocuğu olan bebeğin adı, adı Sigael” dedi. Patron benim dercesine komutlar vermeye başladı.

          “İkili takımlar olacağız. Ben ve Phala ve Shatar ve Daran. Siz ikiniz; parmaklarıyla bulundukları yerin sağını gösteriyordu “ Alçak kapıdan gireceksiniz ve aşağıya doğru arayacaksınız. Omzunda asılı olan çantadan birkaç küre çıkardı. Gerektiği yerlerde kullanmaktan çekinmeyin” dedi. Ardından Phala’ya dönerek “Biz ikimiz de yukarılara bakacağız.” Aklında bir şeyler varmışta hatırlayamıyormuş gibi durdu. Arkasından cebinden bir çubuk çıkardı. “Bu nesne keskin bir ses çıkarır. Duymamanıza imkan yok. Bu sesi duyduğunuzda nerede olursanız olun buraya gelin. Birden korsanların toplanma yeri olduklarını düşündükleri yönden ses duyuldu “Kim var orada.” Bir gölge kendilerine doğru yaklaşmaya başlamıştı. Adamın sesinde tedirginlik vardı.  Dört fedai oldukları yere olabildiğince eğildiler neredeyse nefes bile almıyorlardı. Nöbetçi biraz daha yaklaşınca durumdaki anormalliği fark etmişti. Kafasını mağaralara çevirip bağırmak üzereydi ki havada bir vınlama sesi duyuldu ve bir ok korsanın göğsüyle boynunun birleştiği noktaya saplantı. Ciğerlerindeki hava hırıltı olarak dışarı çıkmıştı. Bu harekete geçmeleri için kanlı bir işaret olmuştu. Kumsaldan kayalıklara doğru yol almaya başlamışlardı.
Daran ve Shatar’ın girdikleri açıklık ancak bir insanın girebileceği büyüklükteydi. Gündüz baksalar bir kurt ini veya çakal yuvası zannederlerdi. Karanlık olan dışarıdan daha karanlıktı mağara. Shatar çantasından bir karış boyunda küçük bir çıra çıkardı. Yine çantasından çıkardığı kavla ve çakmak taşıyla yağlı çırayı tutuşturmaları zor olmadı. Titreyen soluk alevin ışığında eğilerek ve tökezleyerek bir zaman hafif yokuş aşağı koştular. Önlerine çıkan dirsekten geniş açıyla sola döndüler ve artan bir eğimle koşmaya devam ettiler. Bir dakika geçmemişti ki dehlizin sonunda hafif bir ışık gördüler. Şimdi daha temkinli koşuyorlardı. Son metrelerde iyice yavaşlamışlardı ve kendilerini olabilecek kötü sürprizlere hazırlamışlardı Koridorun bittiği noktaya geldiklerinde gözleri faltaşı gibi açılmıştı.

          Yüzlerine tatlı bir sıcaklık vurmuştu önce. Belki bir saray salonu kadar geniş, göz alabildiğine uzanan ve bir odanın tavanından daha alçak mağaranın içerisinde yaz gününü hatırlatan bir sıcaklık vardı. Duvarların kenarlarında sıralı bir dizi ocak sürekli yanıyordu. Birkaç adam ki kendilerine adam demek ne derece doğruydu oda belli değil, ocakları kalın kütüklerle besliyor ortamın sıcak kalması için çaba sarf ediyorlardı. Ortalıkta dolanan adamlar o kadar zayıftı ki adımları ve hareketleri yürüyen ölüler gibiydi. Kapının ağzında dikildiler bir zaman ama diğerleri kendilerini görmemişlerdi ve hayalet gibi ortada dolaşmaya devam ediyorlardı. Ortada bir metre kadar yüksek bir duvarla çevrelenmiş geniş bir bölme vardı. Kenarlarda yalnızca bir kişinin geçebileceği kadar boşluk bırakılmıştı. Mağaranın içinde duvarlara bitişik sayılabilecek geniş ve uzun bir havuz vardı ve o bütün boşluğu kaplayan bir havuz içinde ince kumla karşılarında duruyordu.

          Adamlar kendilerini görmemişlerdi ama mağaranın karşı kenarında duran ve elinde kocaman bir kırbacı olan yarı çıplak adam kendilerini görmüştü ve hızla üzerlerine geliyordu. Shatar, sırtındaki sadaktan oldukça düzgün kesilmiş bir ok çıkardı. Yayını gerip okunun hedefini bulması normal bir insanın izleyemeyeceği kadar hızlı olmuştu. Kırbaçlı adam koca göbeğini delip geçen okun nereden geldiğini anlayamadan bir diğeri göğüs kafesine saplanmıştı. Gardiyanlarının ölümünü gören köleler geldikleri yöne doğru kaçmaya başlamışlardı.
Daran, bir sıçrayışla salonun ortasına hazırlanan havuz benzeri duvarın üzerine çıktı. Ayağındaki sağlam ıskarpinlerine rağmen ince milin sıcaklığını hissediyordu. Elleriyle biraz eşeledi sıcak kumu. Önce bir şey bulamasa da biraz derine inince parmak uçları sert bir nesneye değdi. Ellerinin hafif yanmasına aldırmadan nesnenin çevresini açmaya çalışınca yuvarlak biçimli ve pürüzsüz yüzeyli nesnenin yetişkin bir insanın kaldıramayacağı kadar büyük bir yumurta olduğunu anlamıştı. Birkaç adım ileriye gitti tekrar eşeledi kumu bir tane daha buldu. Şaşkınca kendisini izleyen Shatar’da ne olduğunu anlamamıştı.

          “Burada kötülüğün yumurtaları var. Burası bir kuluçka mağarası” dedi. Shatar hala anlamamış gözlerle kendisine baksa da gördüklerinin iyi şeyler olmadığını tahmin ediyordu. Daran Kılıcını çekti, iki eliyle kavrayarak ezeli bir düşmanın yüreğine saplar gibi hırsla batırdı. Uzaklarda acı dolu tiz bir çığlık duyuldu.

          “Bir zaman önce Muran Adasında bize saldıran kanatlı canavarın tohumları bunlar” dedi. Kafası bir makine gibi işlemeye başlamıştı.  Shatar da duvarın üzerine çıktı ve kılıcını çekerek kumun içine saplamaya başladı. Çığlık tekrar ve tekrar duyuldu. Ama çabalarıyla önlerindeki yumurtalığın büyüklüğü kıyaslanınca işlerinin çok uzun süreceğini anlamışlardı. İşte o zaman Tizmengen Ustanın kendisine neden o yok edici küreleri verdiğini anlamıştı.

          Aynı çığlık yukarıda da duyulmuştu. Lord Koyo ve komutan Phala, daha geniş ve daha aydınlık sayılabilecek koridorda hızla yol almışlardı. Çok geçmeden kapıda dikilen iki nöbetçiyi hakladıktan sonra içeriye taht odasına girmişlerdi. Karşılarında kalabalık bir asker gurubu görmek yerine birbirinden güzel altı güzel kız görmek ilk anda hoşlarına gitse de kızların birer ölüm makinesi olmaları çok zamanlarını almamıştı. Zavallı Phala salonun ağzında hayranlıkla izlediği uzun boylu esmer tenli kızın kendisine salladığı kılıçtan güç bela kurtulmuştu. Ağıza alınmayacak bir küfür salladıktan sonra

          “Seninle yanlış yerde karşılaştık yavrum” dedi. Ama rakibini küçük görmemesi gerektiğini birkaç hamleden sonra anlamıştı. Her hareketi önceden tahmin ediliyor ve kesiliyordu. Yaşından umulmayacak kıvrak bir hareketle rakibesinin hamlesini savuşturmuş ve derinlemesine bir kol hareketiyle kılıcını kaburgaların arasına kalp olduğunu düşündüğü yere saplamıştı. Yılların verdiği tecrübe galip gelenin yaşlı komutan olmasına yardımcı olmuştu. Sonra gelen diğer savaşçıyı haklaması daha kolay olmuştu. Bu arada Lord Koyo’da boş durmuyor tahta oturan adamla aralarındaki kadınları yolundan çekmeye çalışıyordu. Başka bir ırkın temsilcisi olmasının avantajı hemen farkedilmişti. Birkaç dakika sonrasında nefes nefese kalsalar da üzeri kürk kaplı mermer tahta oturan insan irisiyle ve hemen yanındaki sarışın afetle başbaşa kalmışlardı. İşte ilk çığlık duyulduğun da taht odasındaki durum buydu.

          Kadın gözünün ucuyla yerde yatan ve kıvranan hemcinslerine acıyarak baktı. Ağır adımlarla en yakınındakine yaklaştı. Belindeki uzun çeliği çıkardı
  
          “Yazık, koca bir hayal kırıklığı yaşıyorum… Sizleri bunca zaman boşuna beslemişiz” dedi.  Ve gözlerindeki kini yansıtarak yerde yatan bedene sapladı. Aynı öfkeli bakışlar yakınında duran beyaz uzun boylu adama kaydı. Duvardaki meşalelerin ışığında daha da kızıl görünen kanlı kılıcını adama savurdu. Eğer karşısında daha az çevik biri olsaydı ve gözle görülemeyecek kadar hızla eğilmeseydi savrulan Efendi Koyo’nın uzun saçlarının yerine kellesi olacaktı. İkinci hamle de aynı hızda gelmişti ama Koyo onu da savuşturmuştu. Kadının savrulan kolu geri gelmeden Lord Koyo karşı hamlesini yapmış eğer sarışın dilber bir adım geri gitmemiş olsaydı soğuk çelik kolunda ciddi bir iz bırakmış olacaktı. Kılıçlar bir daha çarpıştı, çeliğin sesi salonun duvarlarında yankılandı. Hamlesini geri alan adam iki adım geri çekildi rakibesini üzerine çekti Beklenmeyen bir hareketle sağa eğildi ve sağ adımını öne attı. Uzun bacağının verdiği rahatlıkla kılıcını kadının karın boşluğuna sapladı. Güzel kadın neler olduğunu anlamamıştı ki geri çekilen çelik sert bir hareketle görevini tamamladı. Darbenin etkisiyle sendeleyen dilber kılıç tutan kolunu kaldırmaya çalıştı. Yandan gelen darbe sağ kolu bilekten ayırdı. Kabzayı sımsıkı kavrayan parmaklar ait olduğu bilekle birlikte soğuk zemine düştü.

          Kadınının gözünü kırpmadan rakibine saldırdığını gören genç kral salonda yankılanan büyük bir narayla kendisinden çok kısa ve yaşlı olan adama saldırdı. Ağır kılıcı, balyoz gibi adamın kalkanına indi. Eğer toprak zeminde olsalardı komutan Phala’nın ayakları en az bir parmak yere gömülürdü. Daha nefes almadan ikincisi ardından üçüncüsü geldi. “Hayvan çok kuvvetli” diye aklından geçirdi. Phala, kalkanından kurtuldu, kısa boyunun avantajını kullandı ve eğildiği yerde yuvarlanarak rakibinin arkasına geçti. Hal böyle olunca son darbe işlenmiş zeminde patladı ve adamın elindeki kılıç kıvılcımlar çıkararak kırıldı. Yaşlı kurt, daha doğrulmadan kılıcını güç ve yakışıklılık sembolü sayılabilecek taht sahibinin, Muran Adasının hakiminin bacağına sapladı. Koca adam acıyla kendini yere attı. Sol ayağı kan içerisindeydi. Fırsatı ziyan etmeden diğer bacağına da kılıcıyla vurunca salon acı dolu bağırışlarla doldu. Yine de derinlerden gelen öfkeli çığlığı bastıramıyordu. Phala’nın oyun oynamaya niyeti yoktu ve kılıcı yerde kıvranan bedenin baş İle birleştiği yere boynuna saplandı. Önce kara çeliğin çevresinden sızan kanlar kılıcı kanırtıp geri çekince fışkırmaya zemini alevlerin soluk ışığında kahverengi bir renge boyamaya başladı.

          Daran, çantasından küreleri çıkartmaya başlamıştı. Duvarın içlerine dayanabildiği kadar derinlere koymaya çalışıyordu. Shatar’da genç adamın neler yaptığını anlayarak onu taklit etmeye başlamıştı. Aklına Tizmengenin söyledikleri gelmişti. “üzerindeki noktaya basın ve kaçabildiğiniz kadar hızlı kaçın” Birkaç tanesini yerleştirmişlerdi ki uzun salonun diğer ucundaki gölgeyi gördü.  Uzun gövdesi pullarla kaplıydı. Dar yerde olduğu için topladığı kanatlarıyla yürümesi sorun olsa da kendilerine doğru yaklaşıyordu. Başı neredeyse bir koç kadardı ve kocaman gözleri vardı.

          “Benim eşimi sen mi öldürdün” dedi. Sesteki tıslamayı tanımıştı Daran. Birkaç gün önce Tizmengenin Zep-Lynnine saldıran yaratığa benziyordu.

          “Eşimi, türümüzün babası sayılan Ejderhayı öldürdün ama yavrularımı öldürmene izin vermeyeceğim” dedi. Sözleri biter bitmez kulakları sağır edecek bir çığlık attı. Shatar, sadağından bir ok çekti ve fırlattı. Ok kayaya çarpmış gibi sekti.

          “Faydası yok” dedi yanındaki genç. “Belki gözlerine nişan alabilirsen” dedi günler önce yaptıkları aklına gelmişti. Komutan duvardan yere atladı. Eğilerek canavara yaklaşmaya başladı. Bir kaç adım atmamıştı ki dar boşlukta bir alev dalgası önünde belirdi. Kendini yere atmasaydı belki de kavrulacaktı. Ejderha, yumurtalarına zarara vermek istemediği için olsa gerek yukarıdan alev püskürtemiyordu ama yerde iki duvarın arasında yapmasında bir sakınca görememişti.

          “O lanet sürüngen kocanı nasıl hakladıysak seni de haklayacağız” Bu defa konuşan Daran’dı. Kumların üzerinden hızla koşmaya başlamıştı. Kılıcını iki eliyle kavradı ve ejderin ağzına saldırdı. Ama çelik ejderhanın sert pullarına değmeden baş hareketiyle kendini duvarda bulmuştu. Kemiklerinin ufalandığını düşünen genç kıpırdayamaz haldeyken iğrenç kokulu ağız kendisine yaklaşmaya başlamıştı. Neredeyse kolu kadar olan iki azı dişi bir kulaç yakınındaydı.    

          “Önce seni keyifle öldüreceğim, ardından Efendimle birlikte gezegeninize hükmedeceğiz. Tüm ırkınızı kendimize köle edeceğiz, yavrularımın yemeği olacaksınız” demişti ki girdikleri noktada şiddetli bir patlama duyuldu. Daran’ın aklına bıraktıkları ölüm küreleri geldi. İlk küreler patlamaya başlamıştı. Daran kaç tane küre koyabildiklerini düşünürken yaratık acı içinde bağırdı ve iğrenç başını geri çekti dikenle kaplı gibi duran dev kafa sağa sola çırpınıyor duvarlara şiddetle vuruyordu. Genç savaşçı yerinden doğrulunca kocaman göze saplanmış kılıcı gördü. Shatar, sessizce yaklaşmış kılıcı kabzasına kadar batırmıştı.

          Koca salonda nefes alan üç kişi kalmışlardı. Phala, bir kere daha kılıç kılıca mücadeleden galip çıkmıştı bir sonrası olabilecek miydi? Bu tür çarpışmalarda kafasının içindeki soru işareti o oluyordu. Göz ucuyla yanında dikilen Efendi Koyo’ya baktı. “Sanırım kötülüklerin kralını hallettik dedi. Kadın nefes nefeseydi ve karşısında dikilen uzun boylu adamın gözlerinin içine bakıyordu. Koyo rakibiyle göz temasını kesmemeğe çalışarak baktığında az önce gururla tahtında oturan iriyarı bedenin yol arkadaşının ayaklarının dibinde çuval gibi olduğunu gördü. Bakışları çevrede dolandı. Mağarada herhangi bir değişiklik yoktu. Kıza dönerek

          “O sensin değil mi?” dedi. Uzun boylu kadın yerde duran koluna, bileğinin kavradığı kılıcına ve kanların fışkırdığı kolunun köküne baktı. Hızla kan kaybediyordu. Yine de kalan enerjisini sarf ederek bir kahkaha attı. “Sanırım daha önce anlamadın” Anlamayan sadece Koyo değildi Phala’da bir şey anlamamıştı olanlardan. Genç kadın gözlerini rakiplerinin gözlerinden almadan geri geri çekilmeye başladı. Birkaç adım sonra mermer tahta oturmuştu. Bir saniye sonrasındaysa sarı kirli bir duman kadının burnundan çıkmaya başladı. Garip bir sis ortamı doldurdu. Bir saniye sonrasında sis yoğunlaştı bir leke gibi havada asılı kaldı. O zaman iki savaşçı da kafalarının içerisinde duydular sesi.  

          "Ben, Thin Bhoo. Irkının gezegeninden galaksisinden uzakta olan tek temsilcisi, ölümsüz varlık.” Ses bir saniye sustu ve ardından devam etti. “Beni bu mağarada kıstırdınız ve esir aldınız” Duman havada bazen dağılıyor sağa ve sola savruluyor ardından tekrar yoğunlaşarak garip hareketler yapıyordu. Bir ritüel bir ayin gibi bir sağa bir sola gidip geliyordu. Phala, şaşkınlık içerisindeydi. Bu yaşına kadar karada ve dolandığı denizlerde türlü türlü tipler yaratıklar tanımıştı. Böyle bir manzarayı ilk defa görüyordu. Koyo, göz ucuyla yol arkadaşının şaşkınlığını fırsat bilip atıldı ve bir kılıç korsanı gafil avladı. Adam ve olduğunu anlamadan dizlerinin üzerine çöktü. Bir saniye sonrasında ise gözlerinin feri biraz ötesinde duran başsız bedeninin yere yığılmasını izliyordu. Göz kapakları kapanmadan gördüğü son manzaraysa darbesiyle havada dolanan kirli sarı dumanın Efendi Koyo’nun burun deliklerinden içeri girmesi olmuştu.

          Ejderha, pullu bedenini adım adım geri çekiyordu. Dar, uzun sahada kolay hareket edemiyorken bir de buna bir gözünün kör olmasını ekleyince korku ve panik içerisinde kaçmaya çalıştığı belli oluyordu. Shatar, yaratığın diğer yanına geçmiş adım adım izliyor dar açıya rağmen sol gözünü hedef alan oklar savuruyordu. Daran’sa kalan son küreleri yumurtaların bulunduğu taş havuzun uygun noktalarına yerleştiriyordu. Bir dakika sonrasında Ejderha bulduğu geniş boşluktan hızla yükselmeye başladı. Aynı boşluğa gelen iki adam sağa sola bakındılar. Duvar kenarında oyulmuş merdiven şeklindeki çıkıntıları görünce yorgun ama kazanmanın moraliyle dolu iki adam da peşlerinden tırmanmaya başlamışlardı.

          Yukarı vardıklarında önce kanlar içerisindeki cesetleri, biçilmiş organları gördüler. Yerde yatanların bir kısmının birbirinden güzel kızlar olduğunu fark ettiklerindeyse şaşkınlıkları bir kat daha artmıştı. Komutanı sayılabilecek Phala’nın başsız bedenini ve az ötesinde gözleri açık kalakalmış kafayı gördüklerinde içlerini hüzün ve öfke kaplamıştı. Kendi çevrelerinde döndüler birkaç defa canlı bir varlık görünmüyordu. O ara aşağıdan patlama sesleri tekrar duyulmaya başlamıştı. Koydukları küreler harekete geçmiş olmalıydı. Shatar,
“Lord Koyo’nun ne cesedi ne kendisi görünmüyor” dediğinde genç adam neyin eksik olduğunu anladı. Kanlı tahtın tam karşısında duran kapıya baktıklarında karanlık koridordan gelen sesleri duydular. Ejderha oradan çıkmış olmalıydı. Koşarak dışarı çıktılar derinlerden gelen sesler aralıklarla devam ediyordu.  

          Serin taze havayı ciğerlerine çektiklerinde aşağıda Muran Adasına ilk ayak bastıkları yerde gördüler canavarı. Üzerinde ince uzun yapılı Lord Koyo hayal meyal seçiliyordu.  Yaratığın kanat sesleri geceyi doldurdu bir zaman. Tam uzaklaştıklarını düşündüklerinde hayvanın geniş bir daire çizerek geri döndüğünü anlamışlardı. Geniş kanatlar hızla hareket ediyor uzun boyun üzerlerine doğru eğiliyordu. İki adam kendilerini güç bela büyük bir kayanın arkasına attıklarında kızıl bir alev üzerlerinde geçmişti. Yattıkları yerden doğrulduklarında canavar denizin üzerinde kuzeye doğru yol alıyordu. Geri dönüp baktıklarındaysa patlamaların şiddetine dayanamamış olan mağaralar çökmüştü. İki adam sahilde bir süre dinlendiler, ardından kıyıda bulunan teknelerden biriyle yola çıktılar. Kaçırılan çocuk yani veliaht prensin durumuysa saatler sonra gün ışığında kendilerini alan Tizmengen’in yanında akıllarına gelecekti. Orada bulunanların aklından geçen soruyu Tizmengen Daran’a sordu

          “Sence o kutu yani veliaht prens bulunabilir mi?” Daren’in verdiği, ve ne kadar kararlı olduğunu belirten cevap kısaydı,

          “Hayatımı bu işe adayacağım”



          Aslında iki kahraman; Daran ve Shatar geldikleri yöne doğru giderlerken, karanlıkta, başka bir sandal ters yönde yol alıyordu. Sandalın içinde yaşlı bir adam sabırla, ağır ağır kürek çekiyordu ve karşısında dualar eden bir kadın kucağında bir büyük bir kutuyla oturuyordu. Çocuğun sütannesi Enpaza, o kargaşada kutuyu kucakladığı gibi kaçmıştı. Sevimli bebeğin canavarlara yem olmasını istemiyordu. Bir gün kaderinin değişeceğine ve delikanlının derin uykusundan iyi birileri tarafından uyandırılacağına inanıyordu.

          “O'na sütümü verdim, o artık benim çocuğum sayılır. Yavrumuza hiç olmazsa bu kadarını yapalım” demişti kendisine itiraz eden kocasını ikna etmek için. Saatlerce, sabırla kürek çekmişler ardından günlerce dilenci gibi yol almışlardı. Kutuyu dikkat çekmeyecek şekilde çaputlara sarıp sarmalamışlardı. Doğdukları topraklara geldiğinde kimselerin kendisini bulamayacağı bir yere bir dağ başına yerleşmişlerdi. İki iyi insan kendilerini, dikkat çekmeyeceğine inandıkları bir başka kasaya koyup gömdükleri işlemeli kutunun, derin uykuya yatırılmış, o güzel gözlü bebeğin koruyucusu ilan etmişlerdi. Böylece yüzyıllar ve nesiller sonra artık virane haline gelen ve sadece efsanesi geriye kalan bu yerde dolanan birisi kutuyu bulup çıkaracaktı.
"İnsanlığın en büyük trajedilerinden biri ahlakın din tarafından ele geçirilmesidir." Sir Arthur Charles Clark