BÖLÜM:8 ÇAĞRISIZ KONUK
Evin büyük kızı birden irkildi, yukarıdan bir gürültü gelmişti. Sanki biri pencereden içeri atlamış gibi gelmişti kendisine. Görevliye bağırdı, sesini duyan olmadı. Bir kere daha yukarıyı dinledi. Biri dolaşıyordu sanki yukarıda. Eski binanın tahtaları gıcırdıyordu. Bir daha bağırdı. Dış kapının açıldığını duydu. Kasıtlı olarak yere sertçe vurulan ayak sesleri işitti. Hep böyle yapıyordu bu muhafız komutanının eğittiği askerler. Kapıda nöbetçi belirdi.
"Buyurun prensesim" dedi. "Sizler ayakta uyurken birileri pencereden giriyorlar" dedi öfkeli bir sesle. "Bu olası değil Leydim" dedi nöbetçi. “Surların üzeri nöbetçi dolu. Ayrıca bu ev gece gündüz iki nöbetçi tarafından korunuyor. Bu koşullarda bizim haberimiz olmadan bir kuş bile konamaz bu binaya" dedi. Tam o anda bir çıtırtı daha geldi yukarıdan. Nöbetçi şaşırmıştı. "Babanız Zaccaria gelesiye kadar bizim korumamız altındasınız. İzin verin çıkıp bakayım" dedi. Sesi bu kere özür diler gibiydi.
Ne kadar ağır yürümeye çalışsalar da en az ev kadar eski ahşap merdivenler gıcırdıyordu. Seslerin sahibi ya bir hırsızdı ya da bir casus. Burada iki bucuk yıldır kuşatma altındaydılar ve teslim olmamışlardı. Kendilerine her zamankinden daha fazla dikkat etmek zorundaydılar. Düşmanları iki buçuk yıldır giremedikleri surlardan bazen casusluk için girdiği oluyordu. Sabah bir tane yakalamışlardı. Hem de bu evde yani kalenin en büyük ve korunaklı evinde. Basamakların üzerindeki sahanlığa geldiler. Bir daha dinledi ortalığı nöbetçi ve yanındaki kız. Ses içeriden büyük salondan geliyordu. Yürüme değil de kıpırdanmaydı yalnızca. Nöbetçi yanındaki prenses dediği genç kıza dönerek "Siz burada bekleyin prensesim" diye fısıldadı.
Kapıyı hafifçe araladı. Kendisini neyin beklediğini bilemiyordu. İçeriyi görmeye çalıştı o aralıktan. Bir şey görünmüyordu. Kapıyı birden açtı ve bağırmaya başladı "Kapıları tutun diğerleri pencerenin altına gitsin" Sanki koca bir takıma komuta ediyordu. Bir saniye sonra boşuna bağırdığını düşündü. Kocaman salon bomboştu. Ortada ki masa ve sandalyeler öylece duruyordu. Bir an aklına fareler geldi. Aşağıdan mutfaktan fareler buralara kadar çıkmış olmalıydı. Prenses dediği genç kızda yanına gelmişti şimdi. Soluk bile almadan bekliyorlardı.
Bir iki saniye sonra nöbetçi yüksek sesle "Kimse yokmuş aşağı inelim" dedi. Kapıyı çekmeden aralık bırakarak geri çekildi. Sonra olabildiğince gürültü yaparak merdivenin ortasına kadar indi. Hemen peşinden de sessizce yukarı çıktı. İçeri girdiğinde koltuğun altına doğru kaçmaya çalışan gölgeyi gördü. Yapabileceği hiç bir şey yoktu.
Bir saat sonra casusu yakalayan nöbetçi ve genç kız aşağıda küçük salondaydılar. Yaşı elli civarında olan bir adamla konuşuyorlardı. Salonda üç kişi vardı, casusu yakalayan nöbetçi, kale korumalarının komutanı ve kalenin hakimi durumundaki Dük Zaccaria . Yaşlı Dük
"Demek bir casus daha yakaladınız" dedi. "Evet Efendim" dedi nöbetçi hazır durumunda.
"Aferin size. Bugün iyi bir ödülü hak ettiniz ama durumumuzu görüyorsunuz. Bu sıkıntılı durumdan çıkar çıkmaz başarınızı üstlerime anlatacağım" dedi. Komutan "Nöbetçi görevine dön" dedi. Sesinde emredici bir ton vardı.
Nöbetçi çıktıktan sonra, salonda uzun bir sessizlik yaşandı. Ticaret elçisi durumundaki Dük Zaccaria ne yapmaları gerektiğini düşünüp duruyordu. Bu nedenle sabah erkenden yola çıkmış çıvarı dolaşmıştı. Kuşatmaya askerleri çok uzun zamandır dayanıyordu ama kuvvetlerinin sonuna gelmiş gibiydiler. Hem burada bulunma nedenleri savaş veya askeri değildi. Cenova Cumhuriyetinin temel dayanağı ve temel geliri olan ticaretti. Akdeniz’de, Adalar denizinde, Pontus Denizinde sayısız ticari ve askeri üsleri vardı. Yıllardır küçük Asyanın içinde ilerleyen Türkmenler kıyıya ulaşmışlardı. Symirna’nın kalesini fethetmişler sıra sahildeki kaleye gelmişti. Türkmen beyi kendilerini abluka altına almış teslim olmalarını istiyordu.
Bir kaç hafta önce Tepedeki Amazon kalesinde oturan Umur Bey, bir anlaşma teklif etmişti. “Symirna’yı bana bırakın size Sakız adasında ticaret üssü vereyim” demişti. Sakız’da önemli bir yerdi. Uzun yıllar, ezeli düşmanları Venedikliler kontrol etmişlerdi Sakız adasını. Sonra Türkler almıştı Sakızı. Üstelik Umur Gazi, Sakız adasının hemen karşısındaki küçük koya bir liman yapayım her türlü fiziksel olanağı oraya hazırlayayım. Burada yaptığın bütün ticareti orada yaparsın" demişti. O zamanda belki bugün olduğu gibi ucuz malzemelerde alabilir, Avrupa’nın içlerine satabilirlerdi.
Küçük Asya’nın bereketli topraklarında, sayısız ürün yetişiyordu. Buğday, arpa, yulaf gibi tahıllar; balmumu, şap gibi Anatolia’ya özel ürünler, Tanrıların armağanı zeytin, zeytinyağı, binbir çeşit üzüm, sirke, şarap gibi sofra ürünleri; At, Eşek, katır koyun gibi evcil hayvanlar ve en önemlisi doğudan Asya’nın içerisinden gelen kızlı erkekli genç güçlü köleler. Bunları Cenova nın kuzeyindeki ülkelere Franklara, Germenlere, Normanlara hatta kuzeyin vahşileri Vikinglere satmaya devam edebilirlerdi. Umur Bey bütün bunları iyilik olsun diye yapmıyordu tabii. Onun hesabı Adalar denizi üzerineydi. Symirna yı kendisine üs yapacaktı. Bu doğal limanda dağlardan gelen iyi kereste ile gemiler yapacak Adalar denizinin Belki de Akdeniz in hakimi olacaktı.
Şu an bu öneriyi ciddiye almaktan başka çareleri yoktu. İçeride bir kaç haftalık yiyecekleri kalmıştı. Daha da önemlisi düne kadar dostları ve silah arkadaşı saydıkları Bizanslılar kendilerine yeni dost olarak Venediklileri seçmişlerdi. Sonuç olarak burada iki yıldan beridir yapayalnızdılar. Belki yıllar sonra Papa’nında yardımıyla geri gelirler Türkler buralarda köklenmeden söküp atabilirlerdi. Daldığı düşüncelerden sıyrılan Zaccaria, kale komutanına döndü.
"Komutan Humbert, bu sabah bütün civarı dolaştım, kuşatma devam ediyor. Türkler vazgeçecek gibi değiller, bizlerse dayanabileceğimizin son noktasındayız. Vaat edilen yardım dersen hala görünürlerde yok. Türkler bu durumu bilmiyorlar ama tahmin ediyorlardır.
"Efendim" dedi Komutan "Biliyorsunuz bu gün iki casus yakaladık. Biri sabah sizin konutunuzun dışında diğeri ise yukarı salonda ele geçti." Dük şaşırmıştı. "Anlamadım, ikinci casusu yukarıda salonumda mı yakaladık dedin? " Kale Komutanı kıpkırmızı olmuştu. Ne diyeceğini bilemedi. "Bizde anlamadık efendim. Hem ele geçirdiğimiz casus bir hayli garip. Hatta casustan çok bir çocuk" dedi. Martine Zaccaria iyice öfkelenmişti.
"Ne demek çocuk… Bir çocuk üç yanı denize bakan kaleden içeri giriyor sonra daha yüksek duvarlı iç kaleye giriyor ve benim konutuma üstelik üst kata çıkıyor öyle mi?" Bu bağırma karşısında Humbert' un yapacağı hiç bir şey yoktu. Yalnızca aklından bunun hesabını "O casuslardan sormak" geçiyordu.
Bir iki dakika salonda oradan oraya yürüdü yaşlı adam. Evet, bu sabah vermiş olduğu kararın ne kadar doğru olduğunu anlamıştı. Kaleyi ve kenti tamamen boşaltacaklardı. Gazi Umur’un önerdiği anlaşmayı imzalayacaktı. En önemlisi kendisinin ailesinin ve yanındakilerin can güvenliğinin sağlanmasını isteyecekti. Artık, Cenova’dan beklediği yardımın gelmesine gerek kalmıyordu. Yine de biraz daha düşünecek en yakın çevresinin fikirlerini alacaktı. Ne de olsa böyle bir kararı tek başına alması doğru değildi. Kapının yanında dimdik duran iri yapılı genç komutana döndü
"Nerede bu casuslar" dedi. Komutan, fırtınanın geçtiğini anlamıştı
"Kale zindanında efendim" dedi. Zaccaria, kendisine en yakın koltuğa oturdu. "Öğle yemeğimi getirsinler" diye buyurdu. Komutan "Emredersiniz" dedi ve sert bir dönüş yapıp dışarı çıktı.
Yanında iki asker ile sayısız merdivenlerden indiler. Yol boyu şaşkınlıktan ve korkudan ağzını bile açamamıştı. Her kat inişinde pencereler azalıyor ortam karanlıklaşıyordu. Nem havayı iyice ağırlaştırıyor, nefes almalarını zorlaştırıyordu. İlk başta saymayı denemişti indiği katları. O kadar çok merdiven inmişlerdi ki sayısını karıştırmıştı. En son indikleri basamaklardan sonra uzun bir koridordan yürümüş ve kalın ve küçük bir kapının arkasına atılmıştı.
İçeri yuvarlanır gibi girdi, bir zaman düştüğü yerde kaldı. Karanlık soğuk ve havasız bir yerdeydi. Kapının kapanmasını, kilidinin dönüşünü dinledi. Sonra kendini buraya getiren askerlerin ayak sesleri uzaklaştı, uzaklaştı ve sessizlik doldurdu gölgeleri. İşte o an, içeride soğuk taşların üzerinde yatan kişi neler olduğunu düşünecek zaman buldu.
Yarım saat önce Adnan öğretmenin evindeydi. Elinde birçok kitap, ödevi için hazırlık yapıyordu. Sonra ezan seslerini duymuştu. Başını okuduğu kitaptan kaldırınca gözü karşıda duran aynaya takılmıştı. Aynanın yüzeyi parıldıyordu. Bir zaman sonra parıltılar yerini yüzeyde kıpırdanmalara bıraktı. Sanki durgun bir suyun yüzeyi hafif hafif dalgalanıyordu. O saniye içinden o çırpıntılara o suya dokunma isteği duymuştu. Yerinden doğrulmuş, aynaya yaklaşmıştı. İşaret parmağını dokundurdu. Parmağı aynanın içinde kayboldu. Bu hoşuna gitmişti, elini aynanın yüzeyine daldırdı. Dayanılmaz bir istek daha, daha diyordu içinden. Sol elindeki kitabı fırlattı. Önce elleri sonra kolları kayboldu aynanın yüzeyinde. Ve birden bir girdap oluştu. Yüzeyde korkunç bir anafor oluşmuş delikanlıyı kendisine çekiyordu. Bir saniye geçmemişti ki Yankı, kaybolmuş, kendini kocaman görkemli bir salonda bulmuştu. Garip olan ise aynanın arkasından değil de yine aynanın yüzünden çıkmıştı. Hatta salonun içerisine düşmüştü.
Kendini, bambaşka bir yerde görünce, ne yapacağını bilememişti. Yüreği deli gibi atıyordu. Bir an çevresine bakınmış buraya nasıl ve nereden geldiğini anlamaya çalışmıştı. Adnan öğretmenin evinde ki aynayı arkasındaki duvarda görmüştü. Hemen yerinden doğrulmuş aynaya koşmuştu. Aynanın yüzeyi bütün sertliğiyle duvarda duruyordu. Elini uzatınca metale çarpmıştı. Bir daha bir daha denemiş ama olumlu bir sonuç alamamıştı. Nerede olduğunu bilmiyordu. Çevresine bakınmış salonun pencerelerine koşmuştu. Duvarlar görmüştü yalnızca, yüksek ve kalın duvarlar. O zaman bir kalenin içerisinde olduğunu anlamıştı. Yaptığı gürültüye koşup gelenler olmuştu doğal olarak Şimdi ise pencereden gördüğü kalenin en dibinde zindanda olmalıydı.
Yerinden doğrulmaya çalışırken etrafı seçmeye başlamıştı. İçerisi zannettiği gibi zifiri karanlık değildi. Yukarıda bir insanın geçemeyeceği kadar küçük bir mazgaldan ışık geliyordu. Ama o kadar zayıftı ki ancak kendini aydınlatabiliyordu. Birden gözleri parladı. Bu bir rüya olmalıydı. "Rüya bu yalnızca bir rüya" diye bağırdı.
"Yavaş ol arkadaş" Yankı korktu. İçinde bulunduğu zindanı taradı gözleri. Dipte köşede bir karaltı gördü. Konuşan o kişi olmalıydı.
"Kim O!!" diye bağırdı. "Kim var orada" Gölge, yerinden doğruldu. Ağır adımlarla yanına yaklaştı. "Korkma arkadaş" dedi. Sesi Yankı’nın aksine alçak tondaydı sıcaktı ve dostçaydı. "Korkma benden sana zarar gelmez" dedi. Çocuk yerinden iyice doğrulmuştu. Yanına gelen kişi elini uzattı. Yankı, dostça uzatılan bu eli yakalayıp ayağa kalkmıştı. "Liman kalesinin zindanındayız. Ben, güzel bir kızı görmek için geldim ama beni casus diye yakaladılar. Sonra sen geldin" dedi.
O an kafasında şimşek çaktı. Deminden beri yanında çevresinde bulunanlar hep başka bir dilde konuşuyorlardı. Kafasını kaldırdı. Kendisinden bir kaç yaş büyük olduğunu tahmin ettiği kişiye baktı. Bu kişi Türkçe konuşuyordu. Biraz kaba yada farklı gibi olsa da konuştuğu Türkçe'ydi.
"Benim adım İbrahim" dedi. Karşısındakinin bir şey anlamadığını görünce ekledi. " İbrahim Bahadır. Mehmet Bey in üçüncü oğlu" Gene bir tepki almadığını görünce şaşırdı. Yiğitliğinin nam saldığını düşünüyordu ama kendisini tanımayan biri duruyordu karşısında. Açıklamasını daha da derinleştirdi. "Dedem, Aydın beydir. Ağabeylerim Hızır Çelebi ve Umur Beydir"
"Tamam, tamam anladım" diyebildi Yankı, afallamıştı. Tekrar rüya gördüğünü düşünmeye başlamıştı. Bir saat önce serin ve gölgelikli bir bahçede kitap okuyordu. Şimdi ise karanlık bir zindanda kendisini Aydın oğlu Mehmet beyin üçüncü oğlu diye tanıtan biriyleydi. Dilini ısırdı, acımıştı dili, demek ki rüya değildi.
"Peki, sen kimlerdensin" dedi, adının İbrahim olduğunu söyleyen genç. "Bunca mintanı esvabı nereden buldun. Bizim dilimizi konuşuyorsun ama çok garip konuşuyorsun" Ne diyecekti Yankı şimdi. Durumu nasıl anlatacaktı. Bu zindandan çıksa bile nasıl geri dönecekti. Yoksa hiç dönüş umudu yok muydu? Bir an içinden ağlama isteği geldi. Anacığı yanında olsaydı başını anasının omzuna dayar hüngür hüngür ağlardı.
"Burası neresi İbrahim Ağabey" dedi. İbrahim başında ki sarığı biraz geri itti. Bir adım geri çıktı. Gerçekten karşısında duran bu çocuk irisi kimdi. Köse olabilir miydi? Düşmanın, özellikle frenklerin, köse olduğu için yaşını göstermeyen kişilerden casuslar yetiştirdiklerini çok duymuştu. Ama bu safdil çocukta öyle casus havası yoktu.
"Delikanlı, belli ki yabancısın ama farklı da olsa bizim dilimizi konuşuyorsun. Hangi Türkmen boyundansın. Burası, Symirna, Anadolunun gün batımındaki en güzel yerlerinden biri. Babam yukarı Amazon kalesini on iki sene önce aldı. Bizlerle aynı zamanda da bu kaleye Martino Zaccaria adında bir Frenk beyi geldi. İki yıldan biraz fazla zaman önce de Umur Ağam bu liman kalesini kuşattı. Bu gün, yarın teslim olurlar diye bekliyoruz" dedi. Açıklama sırası Yankı’ya gelmişti.
"Ben buralara çok uzaklardan geldim. Yolumu ve evimi kaybettim. Ne yapmam gerektiğini de bilmiyorum." Sesi ağlamaklı bir hal almıştı. "İnanın ki kimseye bir zararım yok." Ha ağladı ha ağlayacaktı "Hiç bir suçum ve kabahatim yok. Yalnızca denizi ve yelkenlileri seviyorum." Gözlerinden bir iki damla yaş süzüldü. "Öğretmenimin verdiği ödevi yapmaya çalışıyordum ama o ara kayboldum." İçinde biriken heyecan ve korku gözlerinden iri damlalar halinde süzülmeye başlamıştı.
"Ağlama arkadaş" dedi İbrahim Bahadır yanındakinin bir casus olamayacağını anlamıştı. Bu olsa olsa yolunu kaybetmiş bir çocuk olabilirdi ancak. "Arkadaşlarım, burada olduğumu biliyor. Ağam bizi buradan çıkarır, o zaman senin aileni buluruz" dedi. Yankı ise ağlamayı bırakmış durumu kabullenmişti. Bu bir rüya veya hayal değildi. Ayna yüzünden buraya gelmişti ve geri dönecekti.
Kalenin en güzel odalarından birinde iki kız konuşuyordu. Dük Martino Zaccaria nın kızlarıydı bunlar. Biri yani büyük olanı Eva ve küçük olanı Maria. Eva mutluydu, nasıl mutlu olmasın ki sevgilisi komutan Viennous Dauphin Humbert babasının gözüne bir kere daha girmişti. Aynı gün iki casus yakalamıştı.
"Gördün mü" dedi. "Humbert, iki casusu nasılda kıskıvrak yakaladı. Yarın sabah sorguları tamamlanınca ikisini de kale surlarından atarlar." dedi. Küçük kardeş gülümsedi. "İkisi de casus değil onların. Biri, beni görmeğe geldi, Umur Beyin kardeşi. Genç ve yakışıklı bir yiğit, üstelik sevdiğini görebilmek için ölümü göze alabilecek kadar sevdalı.” Birkaç saniye sessiz kaldı. “Diğerini ise tanımıyorum ama daha bir çocuk. Babam çocukları cezalandıracak kadar canavarlaşmadı."
"Humbert, kale komutanı olsaydı ikisini de öldürürdü ama babam yufka yürekli. Yufka yürekle bu işler olmuyor görüyorsun" dedi. Küçük kardeş ürperdi, yapar mıydı acaba. Ne olursa olsun yardım etmeliydi onlara.
Gün boyu konuşmuşlardı. Daha doğrusu İbrahim Bahadır Bey konuşmuştu, Yankı dinlemişti. Sevmenin güzelliğinden, sevdiğinin alımından, edasından söz etmişti. Sık sık "sen daha küçüksün anlamazsın" dese de ne demek istediğini anlıyordu Yankı. Ne de olsa kendiside gençti. Zindanın bir ucundaki samanlara yatmışlardı. Daha doğrusu İbrahim Bahadır yatmıştı. Yankı ise alışkın olmadığı için bir o yana bir bu yana dönüp duruyordu.
İbrahim Bahadır, babasını, ağasını anlatmış durmuştu. Yankı ise inanılmayacağını bildiği için ya da yalancı durumuna düşmemek için olabildiğince az konuşmaya çalışıyordu. İbrahim sözü dolandırıp liman kalesi beyinin küçük kızına getiriyordu. Güzelliğini öve öve bitiremiyordu. Sonra Ayasuluğ’dan yaptıkları akınları anlatıyordu. İşte o zaman Yankı söze giriyor ayrıntıları anlamaya çalışıyordu. Denize açıldıkları tekneleri tekrar tekrar anlattırıyordu.
Bir ara nöbetçi, kapının altından iki kap uzattı. O zaman Yankı ne kadar acıktığını anlamıştı. Onun bu halini gören İbrahim kendi hakkını da arkadaşına vermişti. Hoşuna gitse de gitmese de o bulamaç gibi şeyleri çabucak yutmuştu. Sonra yine konuştular. Karanlık zindan daha da karanlıklaşınca gece olduğunu anlamışlardı.
Zaman akıp gidiyordu. İbrahim Bahadır da eskisi gibi konuşmaz olmuştu. Bir süre sonra ise uykunun bedenine yavaş yavaş işlediğini düşünmüştü Yankı. Uyuyunca belki Adnan Öğretmenin evinde uyanırdı.