Kayıt Ol

Berweuli

Çevrimdışı Berweuli

  • **
  • 79
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: Berweuli
« Yanıtla #15 : 29 Ağustos 2016, 15:38:43 »
Sis

Opampe’nin at arabası, geniş yolda ilerleyen konvoyun sonlarındaydı. Tekerleklerin ve atların çakıl taşları üzerinde çıkardığı gürültüye, tenteye düşen yağmurun sesi de karışıyordu. Eylül ayına ve sabahtan beri yağan yağmura aldırmayan hava, şaşırtıcı bir şekilde ılıktı. Arabanın arkasından sarkan gerektiğinde bir kapı görevi gören örtü yola çıkmadan önce yaşlı şifacı tarafından kaldırılmıştı. Uli, açıklığın dibinde dakikalardır hareketsiz oturmasından dolayı, güneyin en sert rüzgârlarının bile donduramadığı ellerini ısıtabilmek için yünlü bir şalın kıvrımları arasına gizlemişti. Yine de ne kavurucu çölü ne de tepelerinden kolay kolay inmeyen o kızgın güneşi özlüyordu.
 
Oturduğu yerden sadece sırtını görebildiği yaşlı şifacı, önde arabayı sürüyor, arada sırada atları şevklendirmek için diliyle damağını dövmeleri duyuluyordu. Sabah yola çıkarken onun da yanında oturması için ısrar etmiş ama Uli bir yere yaslanmadan uzun süre oturmakta zorlandığını bahane ederek yanaşmamıştı. Şuanda bile, sırtını kalın direğe dayadığı halde tekerlerin her çukura girişinde arabayla birlikte sarsılıyordu. Bakışları, bir süredir arkalarındaki arabayı çeken iki atın hareketlerine kilitlenmiş, ne çevresine dikkat ediyor ne de düşüncelerinin izini sürüyordu. Sadece atların ıslak sırtlarından yükselen buharı dalgın bir şekilde izliyordu.

Kabile Reisi’nin eşi olduğunu söyleyen bir kadın, ismini söylemişti ama Uli şimdi ne olduğunu hatırlayamıyordu, uyandığında zincire geçirilmiş bir kadın yüzüğünü avucuna bırakmış ve Moita’nın onu geri almak için döneceğine dair verdiği sözü aktarmıştı. Kızıl'ın onu çingenelere bırakmasının üzerinden 15 gün geçtiği söylenmişti, dağınık zihninin kendine gelmesinden sonra sayabildiği kadarıyla ise sadece altı gün. Birbirinin aynı günler boyunca kendi içinden çıkmayı reddeden Uli ne çingenelere bir fayda sağlıyor ne de yollarına tümsek oluyordu. 

Onu bu halinden çıkarmak isteyen Şifacı'nın yardımına yetişen Reis'in eşi, günün kısa bir bölümünde Uli ile birlikte yolculuk etmekte ısrar ediyordu. Kızın ağzını açıp tek kelime etmeyişine aldırmadan, yanında sabırla oturuyor; kendinden, ailesinden ve kabilesinden bahsederken Uli’nin tepkisiz kalması onu yıldırmıyordu. Fakat Uli, ne o kadınla ne de o çok sevgili kabilesi ile ilgileniyordu. Ateşini düşürüp onu iyileştiren bu insanların isimlerine bile ilgi duymadığı gibi yüzü dahi kızarmadan umursamazlığını onlara belli ediyordu.

İlk zamanlarda Moita’ya karşı hissettiği öfke zamanla yerini, yine terk edildiğini düşündüğünden, yakıcı bir acıya bırakmıştı. Moita’ya kızgın, Durwa’ya ise kırgındı. Yaşlı adam, artık onu koruyamayacağını düşünüp yükünü bir başkasının sırtına, Kızıl'a yükleyerek kurtulmuştu. Moita’nın ise onu neredeyse otuz yıl boyunca kollayan Durwa gibi olmasını beklemiyordu ama birkaç gün bile olsa ona katlanamamıştı işte.

Uli, ne kadar nankör olduğunu fark edemeyecek kadar kendine acımakla meşguldü ki bulanık aklı, tıpkı şuanda onu tedavi etmek için ellerinden geleni yapan çingeneler gibi hapishaneye gelene kadar Kızıl'ın da onun için bir yabancı olduğunu hatırlamıyordu bile.

Yanlarından hızla geçen bir atlının araba sürücülerine durmalarını söyleyen çağrısı ile tek sıra halinde ilerleyen konvoy, kısa bir an, durmaya çalışan tekerleklerin çıkardığı seslere boğuldu. Anlaşılan akşam için konaklama yeri seçilmişti. İki arabanın yan yana ilerleyebileceği genişlikteki yolun sağını işgal eden at arabalarını bu gece tarlalara sokup çember oluşturmayacaklardı. Yağmur durmuş olmasına rağmen çamur olan araziye girip batma riskini göze almayacaklardı.

Arabalarından inen çingeneler akşam yemeğini hazırlamak ve uyuyacakları çadırları kurmak için neşeli ve gürültülü bir şekilde koştururken Uli onları sessizce izledi. Opampe bile elindeki kaplarla temiz su aramak için seyrek ağaçların arasına giren kadınların arasına karışmıştı.

Uli’nin nazarında her şey o kadar soluk ve renksizdi ki çingenelerin bu kadar canlı ve neşeli olabilmesine anlam veremiyordu. Bir süre sonra pamuk ipliğine bağlı olan dikkati dağıldı ve başı yaslandığı at arabasının tahta duvarına düştü.



Uli’yi uyandıran yaşlı şifacının üzerine eğilmiş gölgesi ve kalkmasını fısıldayan yaşlı sesi oldu. Rüyasız bir uykudan gözlerini gecenin karanlığa açtığında arabada olmadığını fark etti. Küçük bir ateşin yanında, kalın örtülerin arasında yatıyordu.

 “Yemek vaktini kaçırdın.” dedi Opampe cevap alamayacağını bilerek. Kızın sesini çok az duymuşlardı. Bu yüzden yaşlı şifacı her hangi bir cevap beklemeden Uli’nin omuzlarına şallarından birini attı ve eline tahtadan bir kâse ve kaşık sıkıştırdı.

“Senin için birkaç parça et ayırabildiğime şükret. Yoksa bizim aç kurtların seni düşünecekleri yok.” diyen Opampe kızın karşısına oturdu,

Uli kâseye hoşnutsuzlukla baktı. İri parçalar halinde doğranmış et ve patatesten oluşan yemek yiyebileceğinden de fazlaydı. Şifacının dediği gibiyse eğer, yemeğinde gözü olan birileri varsa seve seve ona verebileceğini düşündü. Opampe’nin keskin bakışlarını yüzünde hissedince aceleyle iri bir patates parçasını ağzına attı. Zorda olsa sonunda kâsenin yarısını erittiğinde daha fazla yutamayacağını hissetti. Kaşığı bırakırken özellikle Opampe ile göz göze gelmemeye dikkat etti.

Opampe kâseyi almak için yerinden kalkarken “Bu gece kampta eğlence var.” dedi cevap alamayacağını bile bile. “Yazın son gecesi ve sonbaharın da ilk. Çok yorgun değilsen aramıza katılabilirsin.” diye ekledi. Yaşlı şifacı ısrar etmedi. Zaten hiçbir şey için ısrarcı değildi. Uli’nin yemediği dolu tabakları önünden aldığında bile tek kelime etmezdi ama bu gece inatla oturup kızın lokmalarını saymıştı.

Opampe, yarı yolda aniden döndü. “Hala ismini söylemeyecek misin?” Yaşlı şifacı Uli’yi sorusuyla gafil avlamıştı. Kadın geriye yürüyerek aralarındaki birkaç adımlık mesafeyi hızla kapadı ve tepesine dikildi. Şaşkınlığından yararlanıp kızın ismini ağzından kaçırıvereceğini düşünür gibiydi. “Hadi kızım söyle de biz de seni ‘kız’ diye çağırmaktan kurtulalım. Bizim sirkte kafesteki maymunun bile ismi varken bir isminin olmadığını söyleyerek beni aptal yerine koymaya da kalkma sakın.”

“İsmim var ama…” Uli hoşnutsuzlukla başını ateşe çevirdi. “Beni istediğiniz şekilde çağırın.” dedi bir hışımla.

Opampe hâlbuki istediği cevabı bu sefer alabileceğine o kadar emindi ki. “Annenden daha iyi bir isim vereceğimize güvenin tamsa eğer..." Kızdan hiçbir itiraz gelmeyince “İstediğin gibi olsun.” dedi yaşlı şifacı hoşnutsuzlukla.

Uli, diğerlerine göre büyük olan ateşe doğru Opampe’nin ilerleyişini izlerken sağ yanına uzanıp örtüleri üzerine çekti. Yeni başlayan melodinin neşeli nağmeleriyle dans eden çingenelerin, ateşin kızıllığını yansıtarak koyulaşan sarı başlarının temposunu izledi.

Opampe, Uli’nin artıklarını köpeklerin önüne boşaltırken söyleniyordu: “Şeytan diyor ki, git başına çök, ismini öğrenene kadar da uyutma.”

Livan, yaşlı kadının, onu fark etmediğini bilerek öksürdü. “Hiç yakıştıramadım.” Reis’in dudakları eğlenircesine yukarı kıvrılmıştı.

“Neden yakışmayacakmış?” Opampe elindeki kâseyi arabanın kenarına iliştirdikten sonra ellerini kalçalarına yerleştirerek Reis’e döndü. Kır saçları yüzüne vuran meşalenin ışığında alev alevdi. Kırışıklıkların yüzünde oluşturduğu gölgeler ışıkla daha da derinleşirken ifadesini sertleştiriyordu. Yüzüne aniden yayılan bir gülümseme hala sağlam ve bembeyaz olan dişlerini ortaya çıkardığında tüm gölgeler silindi. Yaşlı kadının gülümsemesi ile Livan, yaşlı kadının gençliğindeki o ihtişamını hatırladı.

Bir zamanlar çingeneler arasında hatta kabilenin dışında bile güzelliği dillere destandı. Onu izlemeye gelenlerden panayır çadırı dolup taşardı ama o, hayranlarının hiçbir iltifatına metelik vermez, onların vermek istediklerini kibarca alır ama almak istediklerini büyük bir beceriyle geri çevirirdi. Ta ki o esmer yabancı gönlünü çalmayı başarana kadar bir afet ama bir o kadar da ulaşılması zor bir kadın olarak kalmıştı.

Çingenelerin birbirlerine tutkuyla bağlı oldukları o zamanlarda bile herkes tarafından bilinirdi. Hep kendi aralarında evlenmişler, ne güzel kadınlarını dışarıya vermeye gönülleri razı olmuş ne de konakladıkları yerlerde her hangi birinin kızına, karısına yan gözle bakmaya tenezzül etmişlerdi. Bu, kabilelerinin yazılı bir kuralı ya da ceza gerektiren bir kanunu değildi fakat çingenelerin erkekleri, çocukluklarından beri bilirlerdi ki dünyanın en güzel kızları bir gün eşleri olacaktı. Zaman zaman istisnalar olsa da bu hep böyle ola gelmişti.

Opampe’nin o yaz, esmer yabancı ile gitmesine kimse engel olmamıştı. Arkasında, kabilesini ve ailesini üzüntü içinde bırakmıştı ama hiçbir zaman, adı lanetle anılmamış aksine hüzünlü bir özlemle zikredilmişti. Aylar sonra, utanç ve pişmanlıkla, kucağında; kara saçlı, kara gözlü bir bebekle döndüğünde aldatılmanın ve yüzüstü bırakılmanın kederini yüzüne vurup daha fazla üzüntüsünü arttırmamışlardı.

Livan, kimseye başından geçenleri anlatmasa da Opampe’nin bir daha ne şarkı söylediğini duymuş ne de dans ettiğini görmüştü. Ninesinden kalma aile geleneğini devralmış ve şifa dağıtarak kabilesinin arasında bir gün bile şikâyet etmeden yaşamıştı.

“Seni neyin bu kadar sinirlendirdiğini merak ettim.” diyen Livan, arabaya tek omzuyla yaslandı.

“Önemli bir şey değil.” Opampe omzunu silkerek konuyu değiştirdi. Livan’ın yanındaki Kusta’yı yeni görmüştü.  “Yine hayvanlarından biri mi rahatsızlandı?” diye hayvan terbiyecisine kuşkuyla sordu.

“Öyle de denilebilir.” dedi Kusta, Livan’a bakarak. Söze Reis’in girmesini beklediği bakışlarından anlaşılıyordu.

“Okro yine huysuzlandı.” dedi Livan aceleyle.

Opampe konuşmanın nereye varacağını anlıyordu ama inatla bunu belli etmeye yanaşmadı. Kusta’ya uyarıcı bir bakış atmayı da ihmal etmedi.

“Kusta iki gündür bir şey yedirememiş. Yavrusunu zaten yanına yaklaştırmıyor. Düşündüm ki…”

Yaşlı Şifacı, Reis’in sessizliği uzayınca  “Düşündün ki?” diye sordu ardından ne geleceğini tahmin ederek.

“Düşündük ki...” diye düzeltti Livan eliyle Kusta’yı işaret ederek. “Bir ihtimal ama belki kız işimize yarayabilir.”

“Olmaz.” Opampe hızla kestirip attı.

Livan doğrularak uzun boyu ile yaşlı kadının önünde dikildi. “Hayatının tehlikede olmayacağına eminim. Okro öldürmek isteseydi kapıyı kırdığında kız zaten ölmüştü.”

“Neden bilmiyorum ama endişe ettiğim onun hayatı değil. Kızın hayvanlardan daha çok insanlarla vakit geçirmeye ihtiyacı var. Okro’nun da öyle.”

“Bu her ikisine de iyi gelebilir.” Kusta, yaşlı şifacının keskin gözlerinin bir açıklama beklediğinin farkındaydı. “Okro yanına yavrusunu yaklaştırmıyor ama kız ikisinin arasını yapabilir. Kızla kaplanın bir şekilde iletişim kurduklarını düşünüyorum.”

“Nasıl?” Yaşlı adamı anlamaya çalışırken Opampe’nin kaşları birleşmişti.

"Emin değilim ama dokunarak yaptığını söyleyebilirim. Bence aralarındaki bağlantı kızın ellerinde. Benim bunca yıl yapamadığımı o küçük kız bir dokunuşla yapabildiyse bunu denemeye değer.” Kusta hararetle fikrini savunurken şifacının allak bullak olduğunu fark edemedi.

“Çocukken kendi ninemden bazı şifacıların hiçbir bitki ya da araç kullanmadan hastaları iyileştirebildiklerini duymuştum ama hiç görmedim. Ama bir dokunuşla bir hayvan ile iletişim kurmak... apayrı bir şey." Opampe, inanamayarak başını iki yana salladı.

“Bunu öğrenmenin tek yolu var.” Livan merakını tatmin etmeye hevesli görünüyordu.

Opampe, yorgun kollarını göğsünün altında birleştirdi. “Kıza soracağım ama eğer istemezse kimse onu o kafese zorla sokamaz haberiniz olsun.”

“Ben Dina’ya haber vereyim.” dedi Livan memnun bir şekilde yanlarından uzaklaşırken.

“Karının bundan hoşlanacağını sanmıyorum.” Opampe keyifle Reis’in arkasından seslendi.

“İnan onu ikna etmek senden daha kolay.” dedi Livan aralarına yeterli mesafe koyduğundan emin olduktan sonra.


Çevrimdışı Berweuli

  • **
  • 79
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: Berweuli
« Yanıtla #16 : 29 Ağustos 2016, 15:39:43 »
Her ne kadar şalına ve battaniyelere sıkı sıkı sarılmış olsa da Uli, müzik eşliğinde dans edenleri, önünde uzandığı ateşin alçak alevleri üzerinden dikkatle izliyordu. Şifacının tekrar başına geldiğini fark ettiğinde sıkıntıyla içini çekti; ona istediği isimle seslenmesini söylememiş miydi, neden hala ısrar ediyordu?

Opampe kızın yanına diz çöktü. “Reis’in senden bir ricası var.” dedi tereddütlü bir sesle. “Kaplanlardan biri için yardımın lazım, kızım.”

“Maymunlar gibi kaplanların da bir isimleri var zannediyordum.” Uli’nin sözleri, artık ateşe diktiği boş bakışlarını yalanlıyordu.

Opampe’nin yaşlı kahkahası Uli’yi irkiltti, neden güldüğünü anlayamamıştı.

“Günlerden beri senden duyduğum, konuştuğun zamanlarda elbette, en anlamlı sözdü.” Opampe, kızın üzerindeki battaniyeleri kaldırırken Reis’in ve Kusta’nın isteklerini aceleyle sıraladı. Uli’yi ayağa kaldırılıp kafeslere doğru yönlendirirken kızın sessizliğini beklemediği onay olarak kabul etti.

Dina ve Livan onlardan önce gelmişler kafesin birkaç adım gerisinde bekliyorlardı.  Şifacı çevreyi hızla taradığında Kusta haricindeki tüm hayvan bakıcılarının uzaklaştırılmış olduğunu fark etti. Kızı Okro’nun kafesine yönlendirdikten sonra oradan çok fazla uzaklaşamadı, Reis’in yanına gitmek yerine kızın arkasında sessizce dikiliyor, endişesini sezdirmeyen bakışları, dişi kaplan ile kızın arasında temkinle gidip geliyordu.

Okro kafeste sinirli turlarından birini daha tamamladı ve kafesin izin verdiği ölçüde kızın yakınında durdu. Derin derin nefes alırken hareketlenen burnu demir parmaklıklardan dışarıya taşıyordu.

Uli, parmaklıklara bir kol boyu mesafe kala durdu. Kendinden ne istendiğini anlamıştı anlamasına da bunu herkesin önünde tekrarlamaya gönlü yoktu. İnsanların gözünde bir büyücü, bir ucube olmamak için Durwa ile yılardır saklamaya çalıştıkları her şeyi şimdi gözler önüne sermesini istiyorlardı ondan. Kendisini bir ganimet gibi görüp, onu da bu kaplan gibi bir kafese kapatıp para karşılığında sergilerler miydi? Bu düşünce ile bir adım geriledi. Opampe ondan yardımını istediğinde keşke kabul etmeseydi. Geriye bir adım daha attı fakat bu kez kararlıydı. Döndü ve meşale ışığında mümkün olduğu kadarıyla Reis’le göz göze gelmeye çalıştı.

“Ne yapmamı istediğinizi anlamıyorum. Hayatımı kurtardığınızı biliyorum ama o kafese tekrar girmeye niyetim yok.” Opampe’nin yüzüne bakmadan kafeslerden, beklenti içindeki insanlardan ve kaplandan nerdeyse koşarak uzaklaştı.

Livan kızın önünü kesmek için hareketlendiğinde Dina kocasını engelledi. Ne demişti, kızı istemediği bir şeyi yapmaya zorlamayacaklardı. Reis içini çekip hoşnutsuz bir kabullenişle Kusta’yı bir el hareketi ile durdurdu.


 
  Kamp sessizlik içinde uyurken Uli uyumak için çabalamaktan yorgun Opampe’nin yanında uzanıyordu. Dayanamayacaktı, kendisine kızarak doğruldu. O esnada yaşlı şifacı sırtını Uli’ye döndü ve uykusunda derin derin soludu. Uli yavaşça arabanın arkasındaki, kumaştan perdeyi araladı, yere inerken gözü şifacının sırtındaydı; işini kolaylaştırdığı için yaşlı kadına içinden teşekkür etti.

Kampın içinden kafeslere doğru yürürken göremediği nöbetçilerin her an önüne çıkma ihtimaline karşı yüreği ağzındaydı. Acaba hayvanların başında da nöbetçiler var mıydı? Bu fikir zihnine üşüştüğünde artık kafeslerin önündeydi. Daha fazla ilerleyemeden endişeyle etrafını dinledi; hayvanların kıpırtılarından başka bir şey duyulmuyordu.

Hatırladığı kadarıyla kaplanınki, kafes sıralarının ortasındaydı. Belki çingeneler ayak seslerinden uyanmamıştı ama yanlarından geçerken hayvanların bir kısmı, uykularını bölenin kim olduğunu anlamak için, başlarını kaldırıp mahmur mahmur bakarken bir kısmı parmaklıkların ardından hırlamalar ile gözünü korkutmaya çalışıyordu. En gürültücüleri olan maymunların önünden hızla geçti. Büyük bir kedi, gölgeler arasında parlayan sivri dişlerini göstererek kızı tehdit etti, Uli boş bulunarak panikle sıçradı. Sırtı sert demir çubuklara çarptı, ensesindeki ıslaklık ile yeni bir şok daha yaşadı. Ağzından çıkan hafif çığlığı eli ile bastırmaya çalıştı. “Lanet olsun!” Şuana kadar iyi gitmiş olsa bile bütün kampı uyandırmasına az kalmıştı. Kafese döndüğünde gözleri hayretle açıldı, kendisini yalayan hayvan aradığı kaplandı.

“Okro’ydu değil mi?” diye sordu Uli. Arabanın tekerine basarak kendisini yukarı çekti. Kafesin kilit sürgüsünü çekerken altın sarısı kaplana kendisini tanıtmaya gerek görmedi. İçeri süzülürken arkalarındaki kafesten gelen ikinci bir kükreme ile ikisi de oldukları yerde kaldılar. Uli beyaz kaplanı ilk defa fark ediyordu; Okro'dan belki daha iriydi ama kaplan kafesinin izin verdiği ölçüde onlara yaklaştıkça gecenin karanlığında bile kar gibi beyaz kürkü ortaya çıkmıştı. Bu kükremeli protestonun ne demek olduğunu belki Okro anlamıştı fakat Uli’ye hiçbir şey ifade etmiyordu.

Altın kaplan komşusuna aldırmayıp kıza yanaştığında Uli’in aklından beyaz kaplan hızla uzaklaştı. Artık bir kol mesafesindeki Okro’nun kafasında elini yavaşça gezdirdi. Yakaladığı  ilk his güçlü bir sitemdi. Ardından bunu desteklercesine Okro dişlerini göstererek sanki ona cilve yapıyormuşçasına hırladı.

Dokunmak kişinin bedenini Uli’ye açar, yoğunlaştığında ise o canlıdaki her bir hücreye ulaşabilirdi. Bu aynı zamanda kendi iyileştirme gücünü dokunduğu bedene aktarma gibi masumane yetenekleri Uli’ye bahşetse de düşünceleri kontrol edemezdi.  Rebu’nun baskını sırasında, şuanda uysal bir kedi gibi elinin altında keyifle mırıldanan kaplan saklandığı kapıyı kırdığında, tek bir dokunuşla kaplanın sakinleştirmemiş miydi?

Uzanan kaplanın yanına oturduktan kısa bir süre sonra uykunun onu çağırdığını hissetti. Gözlerini kaparken uzun zamandır hissetmediği kadar mutlu bir şekilde gülümsedi.


Sis denizden esen meltemle arabaların arasını ve bulabildiği tüm boşlukları yavaşça dolduruyordu. Opampe’nin görüşü de aynı hızla daralırken yaşlı şifacı çaresizlikle etrafında döndü. Sabaha karşı uyandığında kızı yerinde bulamadığındaki endişesi dakikalar geçtikçe artıyordu.

Bu telaşla bütün kampı ayağa kaldırdığında Vasili kızın kaçtığını iddia etmiş ancak içlerine kadar girip kaçırılmış olma ihtimaline de öfkeyle itiraz etmişti. Onun ve adamlarının haberi olmadan kampa girilmesini hakaret addetmesine rağmen kaçanı engellemeyeceklerini de beyan etmişti. Yine de adamlarına tüm kamp ve çevresinin, kızdan bir iz bulunana kadar aranması emrini vermişti.

"Bu siste başka kimse kaybolmasa bari." diye söylendi yaşlı şifacı kafeslerin olduğu alana girerken. Hayvanlar da en az yaşlı şifacı kadar huzursuzdu. Opampe’nin aklına en son gelen ama aslında ilk bakması gereken yer kaplanların kafesiydi. Orada da kızı bulamazsa ne yapacağını bilmiyordu.

Kafeslere çok fazla yaklaşmaması gerektiğini bilmesine rağmen sisten bir adım ötesini dahi net göremiyorken tedbiri elden bıraktı. Kafasını parmaklıklara korkuyla yaklaştırdı. Manzara şaşırtıcıdan çok rahatlatıcıydı. Kızın kafası Okro’nun göğsünde uyurken, ne sis ne de kamptaki telaş onlara ulaşamamıştı.

“Pulera.” diye fısıldadı yaşlı kadın. Eski lisanda ‘sis’ anlamına gelen bu sözcük o an kıza çok yakışmıştı. Zaten kendisine istediği gibi seslenebileceğini söylememiş miydi?

“Kızı buldum!” diye bağırdı kadın kampa doğru. “Pulera’yı buldum!”


Çevrimdışı Berweuli

  • **
  • 79
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: Berweuli
« Yanıtla #17 : 05 Eylül 2016, 10:59:07 »
Eve Dönüş

Uli için artık her gün bir öncekinin tekrarıydı. Sabahları, kim tarafından taşındığını hatırlamadan, Opampe’nin ağır aksak ilerleyen arabasında gözlerini açıyordu. Öğlen verilen kısa molalarda Reis’in eşinin ziyaretlerine metanetle katlanıyor, güneş batmadan önce belirlenen mola yerine kadar arabanın arkasında boş bir çuval gibi oturuyordu. Geceleri ise Okro’nun kafesinde zaman daha hızlı geçiyordu. Çingenelerin ateş başında çalıp söyledikleri şarkılara Okro’nun kalp atışları karışıyor hiç olmadığı kadar huzurlu bir uykuya dalıyordu.

Yıllarını tükettiği hapishanede bile Çingenelerin arasındaki kadar tembellik yaptığını hatırlamıyordu. Hapisken her koşulda kendisini oyalayacak bir şeyler bulmuş, en kötü ihtimalle hücresini arşınlayarak enerjisini tüketmişti. Hatta Durwa, Nzeli Krallığı’nda konuşulan, ortak lisana göre daha kaba olan dillerini bile ona öğretmişti. Çocukluğunda aldığı eğitimin bir parçası olarak kuzeyde kullanılan ortak lisanı biliyordu. Karşılık olarak lisanını, Azure olmayanlara öğretilmesi yasak anadilini, ihtiyara memnuniyetle öğretmişti. Uli yasağı delmişti ama bir Azure'nin Azuran topraklarının dışına çıkması da yasaktı. Yasakları önce onlar delmişken vicdan yapmaya gerek görmemişti o zamanlar.

Hapisken bir şekilde, çoğunlukla Durwa’nın sayesinde olsa da hayata tutunurken şimdi hiç olmadığı kadar özgür olmasına rağmen oturduğu yerden bir adım dahi uzaklaşamayacağını hissediyordu. Başının üzerinde yükselen gökyüzü yıllarını dört duvar arasından geçirmiş birisi için fazlasıyla geniş, soluduğu hava fazlasıyla ferah, çevresindeki insanlar ise hiç görmediği kadar renkliydi.  Tüm bunlarla yüzleşmek yerine uzun zamandır alışkın olduğu gibi başının üzerinde alçak bir tavana, rahatça nefes almak yerine uykuya, insanlarla konuşmak yerine sevgili kaplanına kaçıyordu.

Rutin geçen bu yolculuk, sık sık yağan yağmurun eşliğinde sonunda denizin kokusunu onlara ulaştırdı. Uli, hatırladığından daha meyus, daha uysal bulduğu denizi göründüğünde kafilenin sevincini önce anlayamadı fakat daha sonra Opampe’den güneş batmadan önce evlerine varacaklarını öğrendi. Akşama doğru zik zak çizen yolun artırdığı eğimden dolayı arabalar daha temkinli ve yavaş hareket ediyordu artık. Eve varmak düşüncesi çingeneler gibi onda her hangi bir coşku yaratmasa da bir arabanın üstünde yolculuk yapmaktan yakında kurtulacağı için memnundu.

Gözlerini yoldan ayıramayan yaşlı şifacı arkasına heyecanla seslendi. “Pulera, bu manzara kaçmaz! Civane’yi böyle görme fırsatını uzun süre bulamazsın.” Uli düşüncelerini bölen bu çağrıya aldırmadı. “Eğer orada öyle boş bir çuval gibi oturmaya devam edeceksen, kasabaya vardığımızda Dina’ya söyle, sana kalacak başka bir yer bulsun.”

Uli Opampe’nin arkadaşlığına alışmıştı fakat diğerlerinin yanında hissettiği gerginlikten bir türlü kurtulamadığından yaşlı kadının tehdidini yerine getireceğinin korkusuyla öne doğru isteksizce emekledi. Arkalıksız sıraya tırmanıp suratsız bir şekilde bacaklarını öne geçirdi. Yaşlı kadının yüzüne bakmayı akıl edebilseydi, alaycı bir gülümseme görecekti fakat onun yerine az önce heyecanla methedilen manzaraya odaklandı.

Yağmur bugünkü yükünü bırakmış gri renkli bulutlar dağılmaya başlamıştı. İkindi güneşi, millerce uzaklıktaki denizin dalgalı yüzeyine,  bulutların arasından sızarak ışıktan bir perde gibi iniyordu. Aydınlıktan nasibini alamayan yerler koyu gölgelerle doluydu. Açık yeşilden neftiye yumuşak geçişler yapan, bodur ağaçlarla kaplı tepenin ardında ise sahil saklanıyordu.

“Nasıl ama? Dediğim kadar var değil mi?” diyerek Opampe memnuniyetle içini çekti.

Opampe kaç yaşındaydı? Zihnine düşen bu soruyla Uli, dönüp ilk defa yaşlı kadının profilini merakla inceledi. Dolgun bir yüzü vardı, alnı ve elmacık kemiklerinin üzerindeki cildi pürüzsüzdü. Gözlerinin ve ağzının kenarındaki yoğun çizgiler olmasa bu yüze yaşlı demek, bu dimdik oturan bedene ihtiyar demek insafsızlık olurdu. Uli şifacıyı incelerken Opampe de avuçlarında sımsıkı tuttuğu yularları yukarı aşağı sallayarak atları hızlandırdı. Yaşlı kadının hareketleri tutuksuz ve hızlıydı. Hayır, ihtiyarlığa ait kusurlardan uzaktı. Bakışlarını kendi ellerine indirdi. Kucağında birleştirdiği kemikten parmakları birbirinden ayırsa destekleri ortadan kalkınca titreyeceklerini biliyordu. Şimdi kim yaşlıydı o mu kendisi mi?

 “Şu kayalıkları dolandık mı, evdeyiz.” Opampe gözlerini bir an yoldan ayırıp keyifle kıza baktı. Evine döndüğü için gözlerinde yanıp sönen ışıltılar gibi yaşlı kadının içi de sevinçle kıpır kıpırdı. Uli’nin ‘ev’ kelimesine vermiş olduğu tepkiyi, dudağının bir ucunun neşesiz bir şekilde yukarı kıvrılmasını, gördüğünde tekrar bakışlarını yola çevirdi. “Eh bir süre için burası da senin evin olduğuna göre, şu yüzündeki ekşi süt içmiş ifadeyi sil artık.” 

Uli, ekşi sütten bir yudum daha almış gibi yüzünü biraz daha kararttı. Eve varmak için duydukları heyecanı kıskanıyordu sadece… ama bunu kabullenmeye yanaşmadı. ‘Beni istemeyenleri ben de istemeyeceğim.’ Bunca yıldır kendi kendine yinelediği cümlenin bir kez daha üzerinden geçti.

Ağaçlı tepeninin eteklerinden dolandıklarında, sollarında iki insan boyunda dik kayalıklar, sağlarında ise irili ufaklı kayalar ve çakıllarla kaplı bir sahil göz alabildiğince uzanıyordu. Düz giden yol, bir süre sonra yay çizerek denizden uzaklaşmaya başladı. Konvoy daha yarım daireyi tamamlayamadan heyecanlı bir kalabalık tarafından önleri kesildi. Uli kafilede neden hiç çocuk olmadığını şimdi daha iyi anlıyordu. Arabaların çevresinde gürültüyle dolanan en büyüğü 12 - 13 yaşlarında yirmiden fazla çocuk onları neşeyle karşılıyordu.

Önlerinden koşarak geçen iki oğlan Opampe’ye el sallayıp gülümsedi. Küçük olanı, yaşlı kadının yanında oturan yabancıyı fark ettiğinde yavaşlayıp durdu. Arkadaşını da kendi yanına çekip eliyle kızı işaret etti. Gülümsemiyorlardı, merakla kendisini inceliyorlardı. Uli rahatsız olarak yüzünü diğer tarafa çevirdiğinde şalı ile yüzünü kapama isteğini zorlukla bastırdı. Aylardır görmedikleri ailelerinin onları çağırması ile kıza olan ilgilerini kaybeden çocuklar koşarak uzaklaştılar.

Bakışları üzerine çekecek kadar perişan mı görünüyordu? Hapishanede yıllar geçip giderken, aynadaki aksini görmeye olan arzusu gittikçe solmuştu. Gençliğinin ilk yıllarında aynanın önünden ayrılmayan Uli en son ne zaman aynadaki yansımasını görmüştü. Yüzünü örtme arzusu bastıramayacağı düzeye geldiğinde hiçbir şey söylemeden tentenin karanlığı altına girdi,  Opampe de kalması için ısrar etmedi

Kayalıkları döndükleri esnada kısa bir an sahilin görüntüsü, ardından deniz Uli’nin önüne serildi, bulutlar gibi griydi şimdi. Takiplerindeki arabanın görüşünü kapatmasıyla, deniz uzaktan gelen dalgaların sesiydi şimdi. Azalan denizin sesi ile yer değiştiren rüzgârın uğultusu yol boyunca peşlerini bırakmadı, ağaçların hışırtısı ise gittikçe arttı.

Opampe köyünden bahsettiğinde Uli’nin gözünde birkaç evden oluşan dağınık bir görüntü canlanmıştı. Ancak hayalinden çok farklı bir manzara ile karşı karşıyaydı şimdi. İç içe geçmiş, duvarlarının birbirine yaslandığı, bahçesiz İki katlı, ahşap ve taş işçiliğinin ilginç bir karışımı olan evlerin arasından geçiyorlardı. Aylardır görmedikleri komşularına ya da akrabalarına, cumbalarından ve pencerelerinden sarkan çingeneler el sallayıp, hoş geldiklerini söylüyorlardı. Kimisi evlerinden çıkarak onlarla birlikte yürümeye bile başlamışlardı.

İlgi ile bakan yaşlı bir adam ile göz göze gelince Uli örtüyü kapatıp arkasına yaslandı. Yine de merakına yenilerek Opampe’nin sırtından kalan açıklıktan dışarı bakmaya devam etti. Evlerin arasından çıktıklarında, önlerinde uzun ağaçların kalın gövdelerinin sınırını çizdiği geniş bir açıklık uzanıyordu. Konvoydaki her bir araba, hayvanları taşıyanlar hariç, ikinci bir sınır gibi ağaçların çok yakınına yan yana dizildiler. Opampe de atları diğerlerinin yanına yönlendirdi. Yularları oturduğu yerin kenarındaki çiviye taktıktan sonra arkasına bakmadan arabadan indi. Kavuşma heyecanı ile Uli’yi unutmuş olmalıydı.

Uli de kendini hatırlatmaya kalkışmadı. Gelenleri karşılayan, kasabadaki sakinlerin görüntüsü midesinin dehşetle kasılmasına yetmişti. Heyecanlı seslerini duyduğu insanların gürültüsü yavaşça uzaklaşırken uzun süre arabada tek başına oturdu.



Yüzüne dokunan bir el Uli’yi ürpertti. Sıçrayarak doğruldu. Aynı anda küçük bir gölge de geriye kaçtı, arabanın diğer köşesine çekildi. Bir süre karanlıkta birbirlerini tartarak beklediler. Uli yüzünü seçemediği ama ufak tefekliğine bakarak bir çocuğa ait olduğunu tahmin ettiği gölgeye sordu. “Ne kadar zamandır burada uyuyorum?”  Vakti anlamak için etrafına göz gezdirdi. Onu çevreleyen karanlık aysız bir geceyi işaret ediyordu. Opampe’nin gece yarılarına kadar onu arabada unutmuş olmasına içerlediğini hissetti.

Sonunda habercisi arabanın önüne kayıp yere atladı. “Opa, seni yemeğe çağırmamı istedi.” Küçük bir kızın tatlı sesi onu bilgilendirirken Uli ‘Opa’ kelimesine takıldı. Yaşlı şifacı, isminin böyle kısaltıldığını biliyor muydu acaba? Bu düşünceyle hafifçe gülümsedi.

“Hadi gel!” Uli’nin ağır hareketleri küçük kızı sabırsızlandırmıştı. 

Sonunda arabadan çıktığında Uli arkasına merakla baktı; atlar arabalardan alınmıştı. Ağaçların arasından sızan karanlık genç kızı ürküttü. Rüzgâr durmamacasına aralarında gezinirken “Gelmiyor musun?” sözleri ile Uli bir kez daha sıçradı. “Korkma, ağaçlar birbirleri ile konuşuyorlar sadece.”

Uli, küçük kızın korkusunu sezerek onu teskin etmeye çalışmasına şaşırdı. “Hep böyle midir? Rüzgâr hiç dinmez mi?” Yan yana yürüyorlardı artık. Evlerin pencerelerinden sızan soluk ışıklar gittikçe yaklaşıyordu ve arkalarındaki karanlıktan yavaşça uzaklaşıyorlardı.

“Ben onların konuştuklarını düşünmeyi tercih ediyorum.”

Uli, küçük kızın hayal gücünün yoksunluğundan dolayı onu küçümsediğini sezdi.

“Hep böyle değiller. Kışın daha gürültücü olurlar.”

Kız neden daha hızlı yürümediğini anlamaya çalışarak iki adım hızlansa geriye dönüp Uli’ye bakıyordu. Çamurların, çimenlere ve çakıllara karıştığı bir araziyi boydan boya geçerken daha hızlı yürümesi mümkün değildi. Tüm sabırsızlığına rağmen küçük kız, Uli’nin yavaşlığına sinirleniyor gibi de görünmüyordu.

“Adım Minta. Opa, isminin Pulera olduğunu söyledi.”

“İsmimi veren o zaten.” Uli hoşnutsuzlukla yüzünü buruşturdu.

“Benimkini de.” diyen Minta genişçe gülümsedi.

Uli, evlerin cumbalarına asılmış fenerlerin ışıklarının altında küçük yüzü inceledi.On yaşında bile görünmüyordu fakat yaşından beklenmeyecek kadar ciddi bir yüzü vardı, küçük ama bir çocuğa göre oldukça güzeldi. Beyaz solgun tenini daha da solduran yetersiz ışık bir an mavi gözlerinde parladı. Saçları çingenelerin çoğunda rastlanan altın sarısıydı.  Küçük kızın büyüyüp genç bir kadın olduğunda neye dönüşeceğini merak etti.

Uli de tıpkı onun gibi inceleniyordu fakat Minta’nın yüzünden geçen ifadelerden anladığı kadarıyla onun beğenisinin zerresi küçük kızda yoktu. Bakışları öğlen onu gören çocuklardaki korkuya benzer izleri aradı ama yerine merhametli bir ciddiyet ile karşılaştığında korkulmayı tercih edeceğini düşündü.

“Ben seni çağırmaya daha önce gelecektim aslında ama Opa bana izin vermedi. Herkesin evlerine çekilmesini beklememi söyledi.”  Gülümsedi. “Ne demek istediğini şimdi anladım. Ama merak etme Opa’nın yemeklerine ihtiyacın var sadece.” diyen Minta açık yüreklilikle teşhisini söylemişti.

Uli ise arabanın içinde unutulduğunu düşünüp durmuş, Opampe’ye içerlemişti. Boğazını tıkayan şeyi yutmak için uğraşırken Minta, bu kez onu kendi hızından kurtarmak için, elini küçük avucunun içine aldığında Uli de memnuniyetle bunu kabul etti. Şaşkınlığı dakikalar geçtikçe artarken küçük kızı bir büyük, kendisini ise çocuk gibi hissetmeye başlamıştı ve bu uzun süredir tatmadığı bir duyguydu.

Evlerden dışarıya taşan, solgun ışıklar ve ev sakinlerinin bölük pörçük sesleri arasında sokağı boydan boya geçtiler. Minta, sokağın sonundaki evlerden birinin önünde Uli’yi durdurdu. Erişebilmek için parmak uçlarında kalkarak kapının yanından sarkan kalın bir sicimi çekince ardından gelen tık sesi ile kapı açıldı. Girdikleri alan karanlıktı, yukarı kattan gelen hafif titrek bir ışık tavanı aydınlatmaya yetiyordu sadece. Basamakların önüne geldiklerinde üst kattan gelen öfkeli bir erkek sesi ile durdular.

“Çocuk bakıcılığı yaptığım için olmasın sakın!”

Sesin sahibi yeni gelenleri göremediği gibi Uli de onu göremiyordu. Minta onu yüreklendirmek için gülümseyerek elinden tuttu fakat Uli yukarı çıkmakta isteksizdi. O esnada Opampe kendisine bağıran gence anlayamadıkları bir şeyler söyledi.

Minta daha fazla dayanamayarak Uli’nin elini bırakıp merdivenleri tırmanarak geldiklerini onlara haber verdi. “Pulera’yı korkutuyorsun.”

Küçük kızın uyarısına bir homurtu eşlik etti. “Ne bu, beş yaşında mı?”

Merdivenlerin başına gelen Opampe’nin gölgesi ile Uli de yukarıya çıkmaktan daha fazla kaçınamayacağını anladı. “Amma uyuyorsun be kızım. Seni uyandıramayınca arabada bırakmak zorunda kaldım. Bir kemik torbasından farkın yok ama bu yaşlı kadıncağızın seni kucağına alıp taşımasını da beklemiyorsun umarım.”

Basamakları aştığında yaşlı kadının omzunun arkasından görüşüne giren oğlan, Uli’yi hoşnutsuzlukla süzüyordu. Sağ elindeki bastona verdiği ağırlıktan dolayı duruşu yana doğru kayıktı. Bir de siyah uzun saçlarını fark etti. Siyah, Uli’nin çingeneler arasında görmeye alışık olmadığı bir renkti. Oğlanın keskin bakışlarına Uli de aynı şekilde karşılık vermek isterdi fakat attığı kaçamak bir iki bakıştan sonra Opampe’ye telaşla döndü. Ondan bir cevap beklemediğini biliyordu fakat o anda keskin bakışlardan kaçmak için bahane olarak sarıldı. “İçirdiğin otlardan olmalı.”

“Eminim ondandır.” Opampe’nin yumuşak ses tonu hızla azara geçti. “Kabalık yapma da hoş geldin de.”

Uli, yaşlı kadının kendisine bakarak söylediği sözleri, üzerine alınmadan edemedi. Buna gerek olmadığını söylemek için ağzını açınca Opampe onu durdurdu. “Sen değil Pulera.”

Sözün muhatabı, Opampe’nin sırtına öfkeyle kısa bir bakış attı. “Hoş geldin.” Zoraki söylenmiş olduğu her harfinden belliydi. Daha fazla bu sahneye bakmaya dayanamayarak, sofada kurulu masaya yönelirken sağ bacağına yüklenmemek için dayandığı bastonun ahşap zeminde çıkardığı sesten başka bir şey duyulmadı.

“Torunum, Oguz” diyerek Opampe başıyla arkasını işaret etti. “Hadi yemekleri soğutmadan yiyelim. Uzun bir gündü. Yorgunum ve açım. Bu yaşlı kadının devrilmesi için bu kadarı bile yeterli.”

Opampe masanın başına otururken Uli de onun soluna geçti. Minta Oguz’un yanına, tam karşısına oturduğunda ikisini de rahat rahat inceleme fırsatı buldu.

Opampe, Minta için torunum dememişti. Küçük kızın da Opa’sından bahsederken nine diye bir hitap kullanıp kullanmadığını hatırlayamadı. Yaşlı kadın ile Oguz arasında bir benzerlik aradı, onu da bulamadı. Minta’nın sarı saçları, beyaz duru teni, Opampe’yi daha çok anımsatmasına rağmen Oguz dış kapının dış mandalı kadar farklıydı. Siyah uzun saçlarını ensesinden özensiz bir şekilde toplamıştı. Yemeğini yerken siyah kaşlarının altından parlayan siyah gözleri arada bir Uli’yi kontrol ediyordu. On yedi-on sekiz yaşlarında olmalıydı. Yeni bitme seyrek sakallarını kesse, saçına tarak sürse ve şu öfkeli bakışlarını silse güzel bir çocuk tanımına girerdi ama buna aldırmadığı açıktı.

Oguz, tabağındakileri yemek yerine kızın onu ve Minta’yı incelediğini fark etti. Başıyla ninesini işaret ederken “Onun torunu ben değil de Minta olmalı diye düşünüyorsun, değil mi?” dedi alayla. Uli’nin cevap vermek yerine bakışlarını tabağına indirmesine aldırmayan oğlan “Bence de Minta olmalıydı.” diye açıkça memnuniyetsizliğini ortaya döktü.

“Oguz!” Opampe’nin uyaran nidası, masaya az önceki sessizliği geri getirdi fakat kaçan iştahlar için aynı şey söz konusu değildi. Uli açısından yemek yemek uzun süredir talep gören bir konu değildi fakat Minta’nın Oguz’un yorumundan olumsuz etkilendiğini görebiliyordu. Masada, tabaklarındakilerle oynayarak on beş dakika daha oyalandılar.

“İyi ki döndünüz.” Alayla ortaya koyduğu cümlenin ardından, Oguz bastonuna dayanarak masadan kalktı ve sofanın karşısındaki kapının ardında öfkesiyle birlikte kayboldu.

Uli, yaşlı şifacının sakinlikle yemeğini devam etmesine şaşkın bir şekilde zoraki birkaç lokmayı daha midesine gönderdi.

“Bütün yaz burada kalmak onu huysuz yapıyor. Yoksa döndüğüne sevindiğine eminim Opa.” Minta, Oguz için bahaneler bulurken yaşlı şifacı tabağını ve bardağını alarak kalktı.

“Onun yerine özür dilemekten vazgeç, küçük hanım.”

Sofra, yaşlı kadın ve küçük kız tarafından kısa sürede kaldırıldı. Uli’ye Minta’nın odasında ufak bir yer yatağı ayarlandı. Ardından saatin erken olmasına rağmen, lambalar söndürülerek herkes odasına çekildi. Tanıştıklarından beri sürekli konuşan Minta’nın uyumamasına rağmen garip sessizliği dışarıda esen rüzgârın uğultusu ile büyüyordu. Uli uyuyamayacağını düşünmesine rağmen, çok kısa sürede uykuya daldı.


Çevrimdışı Berweuli

  • **
  • 79
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: Berweuli
« Yanıtla #18 : 13 Eylül 2016, 14:42:37 »
Öğleden sonra başlayıp bütün akşam yağan yağmurla yerler çamurdan bir geçide dönüşmüştü. Uli kayıp düşmemek için yavaş yürüyor bu da refakatçisini sabırsızlandırıyordu.

Bir haftadır her akşam Opampe’nin eşliğinde Okro’nun yanında birkaç saat vakit geçiriyordu. Bu akşam farklı olarak sirkin evlerine dönüşü şerefine tavernada bir eğlence düzenlendiğinden Opampe’nin yerine Kusta’nın çıraklarından birini göndermişlerdi. ‘Şimdi tavernada arkadaşları ile içmek yerine;  kaplanı ziyaret eden sıska bir kızla, üstelik yağmurun altında, çamurlar içinde tüm kasabayı boydan boya geçiyordu. Uli oğlanın düşüncelerini rahatlıkla tahmin edebiliyordu.

Hayvanların barınaklarından çıkmışlardı ki bir gölge önlerini kestiğinde ikili korkuyla sıçradı. Çatıları, saçakları döven yağmurun gümbürtüsünden başka bir şey duymadıklarından gafil avlanmışlardı. Çingenelerin Liderinin oğlu Vasili gülümsemez bir şekilde önlerinde dikiliyordu.

Oğlanın omzuna vuran adam “Böyle mi gardiyanlık yapıyorsun Toma? Eğer öyleyse kızı elinden aldılar haberin olsun.” dedi şakayla karışık. Sokak lambasının ışığında bakışları sözlerini yalanlarcasına ciddiydi. “Kızı eve ben bırakırım sen tavernaya git.”

Uli kapüşonun altından, oğlanın Vasili’nin sözlerini ikiletmeden çamurları etrafına sıçratarak sokaklar arasında kaybolmasını izlerken içini çekti. Vasili’nin neden kendisine refakat etmeye bu kadar istekli olduğunu merak ediyordu. Şuana kadar onunla fazla ilgilenmemişti. Adam eliyle ileriyi işaret ederken Uli, çamurun içinde tekrar debelenmeye isteksiz yürümeye başladı.

“Daha iyi görünüyorsun.” dedi Vasili kızı ilgiyle süzerken.

Uli, adamın sözlerinde ne kadar ciddi olduğunu anlamak için kapüşonun altından adama şöyle bir baktı. Sert hatlarına rağmen sakin görünen yüz karşısında, hafifçe gülümseyerek inanmadığını belli etti.

“Emin ol seni bize bıraktıklarındaki halinle kıyaslanamaz bile.” dedi Vasili, kızın kat ettiği yolları takdir ederek.

“Sizin sayenizde. Ne kadar minnettar olsam azdır.” Uli adamın duymak istediği şeyleri sıralarken sıkıldığını hissetti.

“Moita’yı nereden tanıyorsun?” Vasili sıradan bir şeymiş gibi sormasına rağmen inceden bu sözlerin nereye dokunduğu seziliyordu.

“Hapishanede.” Uli, Opampe’nin evinin sokağına girdiklerinde rahatladı.

“Gardiyan olmadığın kesin…” Vasili kızın koluna dokunarak onu durdurdu.

“Hayır değildim.” Uli yanaklarına hücum eden kırmızılığı saklamak için bakışlarını yere dikti.

“Alınma ama neden hapse girdiğini sormak zorundayım. Her ne kadar Moita’ya güvensem de ailemi ya da kabilemi tehlikeye sokamam.”

Uzun zamandır ilk defa Uli ne diyeceğini bilemiyordu. “Ben… “ Duraksadı. Kuruyan dudaklarını yalarken onu kapı dışarı edebileceklerinin düşüncesi ile bocaladı. Doğruyu söylemekten başka çaresi yoktu. “Ben de bilmiyorum.”

“Hadi ama buna kimse inanmaz.” Vasili kollarını göğsünde kavuştururken çıkmaz sokak gibi karşısında dikiliyordu.

“Gerçekten bilmiyorum.” Uli, kapüşonun düşmesine aldırmadan uzun boylu adamın yüzünü görebilmek için başını arkaya attı. “Aileme sor. Ancak bir geminin deposunda uyandığımda beni başlarından attıklarını anladım. Sen sattıklarını düşün, ben doğmam bile hataydı diyeyim.” Körük gibi inip kalkan göğsünü sakinleştirmek için elini kalbine götürdü.

 Vasili’nin eli kızın omzunu sıktığında Uli bir adım geriye çekildi. Alacakaranlıkta gözleri çakmak çakmak parlayan kız ilk defa bu kadar canlı görünüyordu. “Sakinleş. Kimsenin seni bir şeyle suçladığı yok.”

“Beni burada istemiyorsanız giderim.” Nereye gidebilirdi ki? Hapishaneye geri dönmekten başka ne yapabilirdi.

 “Kimse senden öyle bir şey istemiyor. Hem Moita’yı başımıza bela etmeye mi çalışıyorsun? Gidersen kesinlikle yakalanırsın, onunla kaçtığın için büyük ihtimalle Krallığa ihanetten asılırsın. Moita asılmanı isteseydi seni arkasında bırakırdı, bize değil. Sana sahip çıkamadığımız için bize yönelteceği öfkesini inan bana görmek istemezsin.” Vasili biraz abarttığının farkındaydı fakat kızın gözünü korkutarak kaçıp gitmek gibi aptalca bir şey yapmasını önlemek istiyordu.

Uli, Vasili’nin sözlerinde ne kadar ciddi olduğunu anlamaya çalışırken şaşkınlıkla mırıldandı. “Sadece hapishanede birkaç hafta geçirdik. Gitmem ya da ölmem Kızıl’ın neden canını sıksın ki?”

Kızın Moita’yı Kızıl diye çağırması Vasili’nin komiğine gitmişti. Sanki evcil hayvanına isim koyar gibi kız, diyarlarda hain olarak aranmasının yanında korkusuzluğu ile ünlü koca adama isim takmıştı. Cüretine eğlenmemek mümkün değildi. Yine de gülümsemesini sakladı. “O kadarını bilemem ama söz verdiyse mutlaka yerine getirir.”

Yağmur sonunda durmuştu. Çamur içindeki ayaklarını süzen Uli “Durwa’ya söz vermiştir.” diye mırıldandı. Yanında yokken bile onu kollayan yaşlı gardiyanın ne yaptığı, nasıl olduğu, kaçışlarından dolayı suçlanıp suçlanmadığını bilmek isterdi.

“Senden bir şey isteyebilir miyim?” Uli tekrar yürümeye başlayan Vasili’yi takip etti.

“Ne istediğine bağlı.”

“Biz kaçtıktan sonra Ngola Lu hapishanesinde neler olduğunu öğrenebilir misin?”

Vasili, Opampe’nin evinin önüne getirdiği kıza döndü. “Biraz zaman alır ama denerim.”

“Teşekkür ederim.” Uli kapıdan sarkan ipi çektiği sırada eli havada kaldı.

“Son bir şey daha.” dedi Vasili aklına yeni gelmiş gibi durdu.

“Evet?” Merakla Vasili’ye döndü.

“Artık serbest olduğuna göre yeteri kadar güçlendiğinde seni neden başlarından attıklarını öğrenmek için aileni görmeyi düşünmüyor musun?”

“Hayır. Onları bir daha görmek istemiyorum.”



 
Kuzey

“Bu yoldan geçenler kimdir? Kendinizi tanıtın!”

İğne yapraklı ağaçların çoğunlukta olduğu kuzey ormanının içinde dolanan, ancak iki atın yan yana yürüyebileceği genişlikteki dağ yolunda, önlerinden gelen çağrı ile atlarını durdurdular. Ağaçların arasından, göremedikleri gerilen yay kirişlerinin sesleri, oldukları yerde kıpırdanırken atların nallarının altında ezilen çakılların gıcırtılarına karışıyordu.

Moita, arkadaşlarına kıpırdamamaları için eliyle komut verirken diğer eli kılıcının kabzasını sıkıca kavradı. Sesin geldiği yöndeki ağaçların arasından hafif zırhlı üç atlı, çok bekletmeden açığa çıktı. Adamların zırhlarındaki mavi-yeşil amblem Yuzini askerleri ile karşı karşıya olduklarını gösteriyordu.

Çavuş olduğu sağ kol zırhına bağlı mavi kurdeleden anlaşılan genç adam öne çıkarak yolculara yaklaştı.“Kimsiniz ve nereye gidiyorsunuz?” Soru yinelenirken sesinden ilk uyarıyı verenin de Çavuş olduğu anlaşılıyordu. Uzun boyu ile zırhının içinde, atının üzerinde dimdik oturuyor, genç olduğu yüzünden anlaşılıyordu fakat sesi, gençliğinin bilincinde ama otoritesini kabul ettirmeye kararlı bir sertlikteydi.

Moita atının huzursuzca kendi etrafında bir tur atmasına izin verdi. “Güneyden, Zeni vadisinden geliyoruz.” dedi atının aksine sakince. “Şozi avlaklarından Barsuk ile bir antlaşmamız var. Zeni’ye kürk teslimatı yaptık,  ödeme için geri dönüyoruz.” 

“Avcı Barsuk’un kafilesi beş gün önce buradan kuzeye geçti.” dedi genç çavuş biraz daha yaklaşarak.

“Barsuk’u tanıyan herkes bilir, avı bolsa kürk nakliyatı için birden fazla sefer yapar. Bu yaz da dağlarda geyik sürüleri boldu.” dediği sırada Moita, yanındaki kıpırtıyı son anda göz ucuyla fark edebildi.

Dadali’nin atmacası Toli, kadının omzuna yüklenerek kanatlarını birkaç kere çırptı, ardından keskin bir feryat ile havalandı. Moita, teğmenin arkasındaki iki askerin hareketlendiğini fark etti. Ağaçların arasından beceriksizce fırlatılan bir ok atmacanın ardından havalandı ama Toli, hızla yükselir ve okun yanından hızla geçerken bir zafer çığlığı attı.

Dadali atını birkaç adım öne sürerken yayını eline aldı. “Ne yaptığınızı zannediyorsunuz? Evcil bir hayvan o!” diye bağırdı genç askere.

Moita geriye dönerek arkadaşlarına sakin kalmaları için uyaran bir bakış attı. “Adamlarınıza sakin olmasını söyleyin Çavuş.” dedi önüne dönerek.

“Ani harekete tepki vermeleri normal.” Genç çavuş kibirle çenesini kaldırdı.

“Dost mu düşman mı olduğumuzu anlayın bir,  sonra yeteneklerinizi konuşturursunuz.” diyen Dadali’nin dudağının bir köşesi alayla yukarı kıvrıldı. Acemi bir birlik oldukları o kadar açıktı ki az önceki öfkesini küçümsemesinin arkasına sıkıştırdı.

Moita gözlerini devirirken Mgeri sanki arkadan iyi göremiyormuşçasına atını Moita’nın yanına sürdü,  dirseğini dayadığı eğerine abandı ve “Dadali üzerine bir bronz.” dedi sadece Moita’nın duyabileceği bir sesle.

“Üçe bir, oldukça iyi bir bahis.” diye mırıldanan Moita, arkadaki iki atlının Çavuş’un yanına konumlanmalarını başıyla işaret etti.

“Yuzini Krallığının askerlerinin karşısındasınız ve topraklarımızdaki her bir yabancı, dost oldukları kanıtlanana kadar…”

“Peki peki. Sizinle geliyoruz.” Dedi Dadali bezgin bir sesle. Genç kadın, atını sözünü kestiği çavuşa doğru yavaşça sürdü.

“Bizimle mi geliyorsunuz?” Horoz gibi şişinirken sözü kesilen genç çavuş şaşkınlıkla nefesini bıraktı.

“Bizi tutuklamayacak mısınız?” dedi Dadali, gözlerini şaşkınlıkla kırpıştırırken.

“Evet. Elbette” diyen genç çavuş, “Bayana eşlik edin!” diye yanındaki adamlara komut verdi.

Moita elini Mgeri’ye doğru uzattı. Mgeri’nin sorarcasına baktığını görünce “Üçe bir askerler kazandı yani bahis ben de.” dedi keyifle. 

Homurdanarak elini ceketinin iç cebine atan Mgeri çıkardığı bronz sikkeyi adamın eline bıraktı.


Çevrimdışı Berweuli

  • **
  • 79
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: Berweuli
« Yanıtla #19 : 21 Eylül 2016, 09:17:52 »
Sonbaharın son günleri olmasına rağmen ılık geçen gün yerini akşam serinliğine ardından gece ayazına bırakmıştı. Moita ve arkadaşları, günlerdir sert zeminde yatıp ısınmak için kamp ateşi ve birkaç battaniyeden fazlasına sahip olmadan geçirilen molalarla kıyaslandığında oldukça konforlu bir akşam geçiriyorlardı. Üstlerindeki çatı ve etraflarında rüzgarı geçirmeyen ahşap duvarlara ek olarak içerinin soğuğunu kıran ocaklar odanın iki yanında yanıyordu.

Savunma amacından çok konaklama için yapılmış, dağların buzlu sularını vadiye taşıyan çayın yakınlarındaki iç karakollardan birine askerler tarafından, getirilmişlerdi. Mgeri, okumaktan yıpranmış defterinin sararmış sayfalarını karıştırmaktan vazgeçmiş, Moita ile sohbet ederken aynı zamanda genç askerlerin yemek hazırlıklarını izliyorlardı. Birkaç dakika önceye kadar yanlarında oturan Barva yemek yapmaya çalışan adamların aralarındaki tartışmalara dayanamayarak kepçeyi eline almış, şimdi ise bir askeri azarlıyordu.

“Kekiği hiç duymadın mı?” Barva umutsuzlukla içini çekti. “Bir meşale al ve gelirken geçtiğimiz açıklıktaki çalıların dibini bir kolaçan et. Zamanı geçmiş olsa da meret hala güzel kokar. Küçük yapraklıdır, sapı ince olmasına rağmen odunsudur. Ondan birkaç dal kap gel.” Kendisine boş boş bakan askere çıkıştı. “Anan sana hiç bir şey öğretmedi mi?”

“Ben ne olduğunu biliyorum.” Duvar dibinde oturan askerlerden tıknaz bir oğlan, yaşının yirmiye erişmediği aşikardı, ayağa kalkıp Barva’nın yüklendiği arkadaşını kapıya doğru sürükledi.

“Kekiksiz yahni mi olur?” diye söylenen Barva erzak çuvallarının yığılı olduğu köşeye gitti. “Ah! Birkaç mantar da olsaydı keşke.” dediğinde birkaç asker aceleyle iri yarı adamdan uzaklaşmıştı. 

“Mantarsız da yenir. Çocukları çok yorma.” Dadali’den gelen yorum ile Barva sırıttı.

“Her zamanki gibi yemeğin hakkını vermiyorsun sevgili ablacım.” dedi Barva, sevecen bir sesle.

Dadali, kolunu başının altına almış uzandığı divandan doğrulmadan kardeşine çıkıştı. “Bir gün yemekten başka bir şeyin hakkını verdiğini görürsem saçlarımı keserim.”

Barva, karakolun köşesine dayanmış hücrenin, demir parmaklıklarına iri omzunu yaslarken “Sen de denemelisin.” diye önerdi ablasına.

“Neyi?” Dadali bakışlarını tavandan ayırma zahmetine bile girmemişti.

“Yemek kadar basit bir şeyin bile tadını çıkarmayı.”

Kardeşinin sesindeki bir şeyler Dadali'nin dikkatini çektiğinden Barva’yı görebilmek için doğruldu; ocakların ve kıyıda köşede yakılmış bir kaç mumun ışında Barva'nın yüzünde, görmeye alışmadığı bir ciddiyet vardı. Genç kadın tekrar başını yatağa bıraktı ve gözlerini tavana dikti. “O zaman da gelecek merak etme.” dedi kestirip atarak.

 “Bence gelmeyecek.” dedi Barva, ablasından bakışlarını ayırmayarak. Bir tepki alamasa da inatla devam etti. "Amacımıza ulaşsak bile sen böyle kalmaya devam edeceksin."

Dadali, amaçlarına ulaşamama ihtimalleri olduğuna mı yoksa 'böyle' kelimesinin arkasına saklananlara mı öfkelendiğini kestiremeden hücredeki yataktan fırladı. Aralarındaki parmaklıklara rağmen kendisinden uzun olan kardeşinin dibine girdi. “İsimlerimiz temizlenip Moita, hakkı olanları geri alana kadar yemek yemek, ya da az önce neyi ima ediyorsan onlar, bir araçtan öteye geçemez benim için." dedi, öfkesini fısıltısına gizlerken askerlerin onu duyup duymadıklarından emin olmak için etrafını kolaçan ediyordu.

"Amacına ulaşırken araçlarından olabilirsin ablacım."

"Ne demek istediğini açıkça söylesene sen." diye patladı Dadali bir solukta. Genç kadının kaşları her zamanki hızla çatılmıştı.

"Arte'nin yarası yüzünden yolda fazla oyalandık diye söylendiğinde ne kadar kabalaştığını ya da Mgeri’nin rahatlığının seni ne kadar sinirlendirdiğini görmemek için kör olmaya bile gerek yok. Son zamanlarda ne kadar huysuz olduğunu hesaba katmıyorum bile. Söylenmediğin zamanlarda diyarın en iyi ablası olduğuna kalıbımı basarım ama çoğunlukla seni boğmamak için kendimi zor tutuyorum.”

Dadali bir şeyler söylemek için ağzını açtı fakat ne diyeceğini bilemeyerek aynı hızla kapadı.

“Biraz kendine çeki düzen vermezsen…” Barva bilinçli olarak cümlesini yarım bıraktı.

“Ne o, yoksa beni arkada mı bırakacaksınız?” diyerek Dadali öfkeden alaycılığa çabuk bir geçiş yaptı.

“Hayır. Dizime yatırıp poponu bir güzel kızartmayı planlıyorum.” dedi Barva şaşırtıcı bir sakinlikle. “ve bunda da ciddiyim.” Elindeki tahta kepçeyi ablasına doğru birkaç kere salladı. Barva’nın dikkati o anda içeri giren iki askere yöneldi. “Kekikleri buldunuz mu gençler?” dedi onlara yönelerek. Uzatılan otları incelediğinde keyifle kokladı. “Acaba oralarda mantara rastladınız mı? Şöyle turunculardan. Hayır mı? Ne yapalım bunlarla idare edeceğiz.” Aceleyle uzaklaşan askerlerin arkasından masumca sırıttı.



Barva’nın pişirdiği yahni uzun süredir ilk defa midelerine lezzetli bir şeyler giren askerler tarafından kısa sürede tüketilmişti. Bir tehdit olmaktan uzak gördükleri kürk ticareti ile uğraşan bu becerikli adamların yanında çoktan rahat davranmaya başlayan askerlerin kimileri karakolun dışında tütün içmek için, kimileri içerideki sıcağı tercih ederek gruplar halinde çevreye dağıldıklarında vakit akşamdan geceye dönmüştü. Kapıldıkları rehavetten memnun olan her iki tarafı da garezle süzen genç Çavuş, gözcünün Yüzbaşı Unat’ın birliğiyle on dakikaya karakolda olacağını haber verdiğinde keyifle gülümsedi.

Ellerini arkasında birleştirip karakolun önünde volta atarak üstünü bekleyen Çavuş Korba, Yüzbaşı’nın tepkisinden emin, adamlarının önünde alacağı takdirin erken gururu ile bir hindi gibi kabarıyordu.

Ağır zırhlılardan oluşan bir müfreze askerin önündeki uzun mızraklarda dalgalanan yeşil ve mavi flamalar, Karakolun önünden orman içlerine doğru dizili fenerlerin ışığında rahatça seçilebiliyordu. Atlılar yaklaştıkça Çavuş Korba, şövalyelerin arasındaki iki yabancıyı fark etti. Toplayıp karakola getirdiği tüccarlar gibi, kalın ve kürklü kıyafetleri kullanışlı fakat bir o kadar da gösterişsizdi. Yüzbaşı’nın atını tutmak ve inmesine yardım için iki adamı koştu, Teğmen birkaç adım geride durarak Yüzbaşı’nın selamını hevesle bekledi.

Yüzbaşı Unat, sert bir bakışla Çavuş’u selamladı ardından ağır adımlarla karakola girdi. Hemen ardından tüccar kılıklı iki adam geçip Yüzbaşı’yı takip ettiğinde Çavuş Korba olanlara bir anlam veremeyerek arkalarından karakola koşturdu.

Yuzini Krallığı'nın üst düzey askerlerinden biri olan Yüzbaşı Unat, orta boylu fakat enine doğru genişlemiş heybetli bir adamdı. Giydiği zırh onu olduğundan daha kalın gösterse de hareketleri hızlı ve şaşırtıcı bir şekilde rahattı. Koyu kahve saçları erken ağarmış, uzatılmaya ise layık görülmemişti. Kırmızı yüzündeki siyah gözleri ise zeka ile parlıyordu.

Çavuş, Yüzbaşı'nın, gözaltına aldıkları adamlardan önce uzun kahverengi saçlı olan ardından iri yarı kızıl ile tokalaştığını gördüğünde daha fazla ilerlemeyi göze alamayarak, kapının önünde şaşkınca dikildi. Beklediği kesinlikle bu değildi.

 “Bizimkiler umarım sizi iyi ağırlamışlardır.” diyen Yüzbaşı Unat’ın kaşları kalkmış ve sorgularcasına bakışları odanın içinde dolanmıştı. O arada bir asker hızla hücrenin kapısını açmayı akıl ederek Dadali’nin geçmesi için geriye çekilmişti. “Kibarlık edip buradaki tek yatağı size mi verdiler Dadali Hanım?” derken Yüzbaşı, kalın eldivenli elinin içine aldığı kadının beyaz küçük elini tutup dudaklarına götürürken çapkınca gülümsedi.

“Israr ettiler ben de kıramadım Yüzbaşı.” dedi Dadali, utancından hala öne çıkamayan Çavuş’a, Yüzbaşının başı üzerinden manalı bir bakış atarak.

Çavuş Korba, artık daha fazla uzakta kalamayacağını anlayarak öne çıkarak üstünü hafif bir topuk hareketi ile selamladı. “Elimizden geleni yaptık, Efendim.” dedi kısaca konuyu çok dallandırıp budaklandırmaktan korkarak.

Mgeri “Bizimkilere nerede rastladınız?” diye araya girerek sordu. Guroni ve Arte eşyalarını duvarın dibine yığmakla meşgullerdi.

“Rova ovasının girişinde karşılaştık. Guroni ve Arte da o esnada kasabadan canhıraş bir şekilde ayrılıyorlardı. Daha doğrusu kaçıyorlardı." Yüzbaşının başına üşüşen iki yardımcı Unat'ın kollarını açması ile zırhını tek tek sökmeye başladılar. "Sanırım kasabalıların biraz canlarını sıkmışlar."

"Aldığımız tavuğun parasını ödemekte fazla ısrar edince..." Arte, erzak çuvalını Barva'nın karıştırdığı yere başıyla işaret ederken anlamsızca sırıttı. "Bunun hata olduğunu çok geç fark ettik."

Deri tunik ve pantolonu ile kalan Yüzbaşı, karakolun içindeki askerlerin ve dışarıda kalan şövalyelerinin duyabileceği şekilde "Rahat asker!" diye komut verdi. "Bu gece buradayız."



Odanın bir ucundaki ocağın etrafına yerleştirilmiş alçak taburelerden birinde oturan Yüzbaşı Unat, bir yanına Mgeri ve Moita'yı diğer yanına Dadali ve Guroni'yi almış beş aydır görmediği bu adamların başından geçenleri dinlemek için can atıyordu. Çavuş dahil, askerlerini etraflarından uzaklaştırarak gizli bir ortam oluşturmuş ve gerekli mahremiyeti sağlamıştı.

 Karakolun dışında yakılan büyük bir ateşin başına kurulan şövalyeler, soğuğa aldırmadan belki de yüzüncü defa birbirlerine anlatıp dinledikleri, eğitimlerindeki ve savaş alanlarındaki anıları ile genç askerleri kendilerine hayran bırakıyorlardı. Barva ve Arte da yüzbaşı ile konuşmayı diğerlerine bırakarak her zaman dinleme şansı bulamayacakları kahramanlıkların ateşi ile dışarıya çekilmişlerdi.

 "Sayenizde sınırlarımızdaki hareketlilik son üç sene de oldukça arttı." dedi Yüzbaşı Unat Moita’ya takılarak. Ocaktaki ateş etli yüzünü şimdi daha da kırmızı gösteriyordu. "Başınıza konulan ödülü duyan her işsiz güçsüz serseri Yuzini'ye koşuyor." Durumdan şikayet etmekten uzak dudakları belli bir keyifle yukarı kıvrıldı.

"Kral Aurang, Yuzini'ye sığınmamıza izin verdiğini duyurmakla hata etti." dedi Moita büyük bir ciddiyetle. "O zaman da söyledim, hiç yoktan Kral Konur’un garezini de üzerinize çektiniz."

"Kuzey'de yılın nerdeyse sekiz ayı kar altında geçiyor. Yolları bu kadar uzun süre kapalı olan bir ülkede tüm kış eğlenecek çok az şey buluyoruz. Azıcık sataşıp can sıkıntısını atamayacaksa insan, komşular ne işe yarar." Yüzbaşı, Moita'nın sırtına tombul eli ile hafifçe vurdu.  "Hem Kral Konur'un doğudan başını kaldırıp da kuzeye kafa tutacak hali yok şu sıralar. Hoş eskiden de olmazdı ya. Vareste sizin yıllardır başınızın belası ama o zamanlar senin komutandaki ordu ile bu işi çözeceğinize dair bir umudum vardı." Yüzbaşı'nın neşeden uzak bir kahkahası karakolda çınladı. "Geçmiş olsun, onu da sizin akılsız Kralınız kullanamadı."

Moita'nın kaşları sorularla çatılmıştı. Rebu enselerindeyken de ondan kurtulduklarından sonra da uzun ve tenha yolları tercih ettiklerinden havadislerden uzak kalmışlardı. "Bilmediğimiz bir şeyler mi oldu Yüzbaşı?" diye sordu Moita.

"Üç hafta önce Aşkar geçidinde yeni bir saldırı olduğuna dair duyumlar aldık." dedi Yüzbaşı, sözlerinin dinleyenler için yeteri kadar açıklayıcı olduğunu biliyordu. "Kral Konur'un donanmasının bir kısmını Talay Körfezinden kuzeye boğaza kaydırdığı söyleniyor."

Krallığın Vareste ile yüzyıllardır süre gelen mücadelesinin iki cephesinden birisi kuzey doğudaki, iki kıtayı ve ezeli düşman iki ülkeyi birbirine bağlayan dar boğaz, Aşkar geçidi idi. Diğeri daha güneydeki Talay körfezi ve körfezin gerisindeki Dazkırı çölüydü. Moita'nın yönetimindeki piyade ve atlıların uzun yıllar korudukları Aşkar geçidi bir kaç yıldır Vareste tarafından daha fazla taciz edilir olmuştu. Şuana kadar geçit düşmemiş olsa bile Krallığın kara kuvvetlerindeki değişimin etkisi ile ki hain Moita'nın yerine kuzeni Ladre geçmişti, eski başarılarından geriye bir şey kalmamıştı.

"Konur'un donanmayı kuzeye gönderdiğine inanamıyorum." dedi Mgeri, sesindeki hayal kırıklığı ile.

“Ben inanırım." diye mırıldandı Dadali. Kahverengi gözlerini ateşe dikmiş, ülkesinin başına gelebileceklerin endişesi ile kaşları çatılmıştı. “Kral ne zaman aklı başında adamları dinledi ki. Sadece duymak istediklerini söyleyenlere kulak verdi.”

Moita'nın itirazları nedeniyle, Kuri Kanadının Bey'i Elebars'ın, boğazın büyük savaş gemileri için uygun olmadığını kabul etse de manevra kabiliyeti daha yüksek ve daha küçük yelkenlilerin kuzeye kaydırılması isteği uzun süre dikkate alınmamıştı. Elebars Bey de daima, Vareste Hükümdarı Galvorn'un, Aşkar boğazının yakınlarında gemi bulundurmaya uygun kıyısının olmadığını öne sürmüştü ve o bölgede savaş gemisi avantajlarına olduğu konusunda ısrar etmişti. Gemicilik ve donanmada bir adım ileride olan Vareste İmparatorluğunun kara muhaberelerinde zaferlerinin azımsanacak düzeyde olduğu düşünüldüğünde Krallığın donanmayı ikiye bölmesi güney doğu kıyılarında her hangi bir baskında kaybetmeleri demekti. Moita, Aşkar geçitlerini koruduğu sürece ki bu zamana kadar düşmandan tek bir askerin bile batıya geçmesine izin vermemişti, boğazda herhangi bir gemiye ihtiyaçları olmamış ve Kral Konur’un Elebars Bey’in isteklerini göz ardı etmesi kolay olmuştu.

Moita, ateşin ışığı ile alev alev yanan saçlarını elleri ile geriye taradı. Bir hain olarak yıllardır dağ bayır kaçtıklarına mı yansın yoksa Krallığı için emeklerinin ve çalışmalarının birkaç akılsızın elinde harcandığına mı daha çok kahretsin bilmiyordu. Kederi ile kendi düşüncelerine dalan Moita, Yüzbaşının sorusunu duymamıştı.

Moita’nın dalgınlığını fark eden “Mgeri, kuzeye dönene kadar başlarından geçenleri Yüzbaşı’ya anlatmaya başladı. Yüzbaşı ile birbirlerini uzun süredir tanıyorlardı. Mgeri, Şozi Avlakları’ndan dayısının yanına, saraya gönderildiğinde daha on yedi yaşındaydı. Babasının bir av sırasında yaralanıp tekrar ayağa kalkamadan yatakta geçirdiği iki ayın sonunda ölüme yenik düşmesi ile dayısı, babası hayattayken gerçekleştiremediği arzusuna sonunda kavuşmuş ve Mgeri’yi doğup büyüdüğü yerden koparıp saraya getirmişti. Mgeri, babasının avcı ruhu ile annesinin saraylı mizacını karışımı bir genç olup çıktığında avlaklarda dahi dikkat çekici bir gençken sarayın hayatının içinde kolaylıkla sivrilmişti. Yakışıklı yüzü ve endamı da bu hoş karışıma eklendiğinde sarayın kızları ve kadınları arasında gördüğü iltifat da şaşırtıcı değildi.

Mgeri o zamanlar öğrenmeye meraklı ve zeki bir delikanlıydı. Güzel giyinmeyi, güzel konuşmayı, birkaç yabancı dili, çok sevdiği şiiri ve matematiğin sonsuz denklemlerini, kürk tacirlerinin arasında öğrenme şansının olmadığını bildiğinden dayısının onu yanına almasına daima minnettar olmuştu.

Yüzbaşı Unat, zamanında Mgeri’ye atıcılığın yanında kılıç kullanmayı ve dövüşmeyi öğretirken onu neşeli ve hayatı hafife alan halleri ile tanımıştı. Yıllar sonra babasının kasabasına gidip saraya geri döndüğünde artık yirmili yaşlarında olan genç adamın neden sarayı ve ardından Yuzuni’yi terk ettiğini de hiçbir zaman anlayamamıştı.

Mgeri, Moita’yı hapisten nasıl aldıklarını anlatırken Yüzbaşı da genç adamın yakışıklı yüzünden geçen ifadeleri izliyordu. Saraya ilk geldiğinde bıyıkları yeni terlemiş, biraz züppe ama büyüklerine saygılı bir genç olarak Mgeri’yi hatırlıyordu. Tasasız ama her daim öğrenmeye açtı o zamanlar. Şimdi ise ateşin titreyen alevlerinin loş ışığında, gözlerinin çevresinde ve ağzının iki yanında gölgelenen çizgileri ile genç bir adam daha olgun görünüyordu.

Rebu’ya baskın gecesini anlatmayı bitirdiğinde Mgeri’nin yüzüne yayılan gülümsemeyi Yüzbaşı Unat açık bir endişe ile karşıladı. “Yerinizde olsam o para avcısını bu kadar hafife almazdım.” dedi ciddiyetle. Eliyle yeni çıkmış sakallarını sıvazladı. “Kralım, Rebu gibi adamların kullanılmasına hiçbir zaman müsamaha göstermemiştir. Para için karısını bile satar böyle tipler. Temkinli olun derim. Peşinizi bırakmayacaktır hele ki böyle bir küçük düşmenin ardından daha da hırslanacaktır.”

“O gece söylendiği kadar olmadığını bizzat gördük Yüzbaşım.” dedi Dadali, dirseklerini dizlerine dayamış, yüzüne küçümsemenin izleri yayılmıştı. “Moita’yı aptallığı yüzünden elinden kaçırdıktan sonra bir de avcıyken av oldu. Kolay lokma olmadığımızı anlamıştır ve peşimize düşmeye cesaret edemez artık.”

Yüzbaşı Unat, Dadali’nin yorumu karşısında canlı bir kahkaha attı. “Bizim buralarda bir söz vardır Dadali Hanım; yaralı ayı dövüşe doymaz derler.”

“Yaralı erkekler desek şuna kısaca.” dedi Dadali alayla.

“Yıllardır beş erkekle yabanda dolanan bir hanımın sözlerine itiraz edecek değilim.” dedi Yüzbaşı Unat, ellerini kaldırarak teslim olduğunu gösterdi.

Moita’nın katılmadığı gülüşmelerin ardından Yuzini’deki gelişmelere kayan sohbet gece yarısına kadar aynı ateşle devam etti. Yüzbaşının son görevinin ardından Kral Aurang’ın en küçük kızının, beş gün sonraki düğününe katılmak üzere sabah gün doğmadan yola çıkacağını zaten onları görmek için yolundan ayrıldığını söylemesi üzerine birbirlerine veda edip karakolda bir duvar kenarına kurdukları uyku tulumlarına çekildiler.

Çevrimdışı Berweuli

  • **
  • 79
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: Berweuli
« Yanıtla #20 : 27 Eylül 2016, 16:41:07 »
Evde İki Huysuz

Minta, yatakta bağdaş kurmuş, odayı arşınlayan kızı kaygıyla izliyordu. Küçük kız sabah banyoya giderken Uli’nin odasının önünde, yığılmış eşyalara takılıp düşmüştü. Bir halı, sandalyeler, küçük bir koltuk, sehpa ve gömme raflardaki ufak tefek süs eşyaları kapı dışarı edilmişti. Merakla odaya göz attığında geriye, yatak haricinde bir sandık ve pencereleri ışık sızdırmaz bir şekilde örten perdelerin kaldığını görmüştü.

Uli’nin ileriye diktiği boş bakışları hiç kimseyi görmüyor gibiydi. Minta birkaç kere ne yaptığını sormuş ama herhangi bir cevap alamamıştı. Bir ara Opa’yı çağırmayı düşünmüş ama hipnotize olmuş gibi kızı izlerken onu da unutmuştu.

Minta eşyaların ne suçu olduğunu merak ediyordu. Kendi odasındakileri de çıkarsa mıydı? Hem Opampe her hafta odasını temizlemesini istediğinde işi daha kolay olurdu. Acaba Uli eşyaları o yüzden mi çıkarmıştı ama daha Opa ondan temizlik yapmasını istememişti ki.

Uli hiç uyarmaksızın bir şarkıya başladığında Minta dalgınlığından hızla sıyrıldı. Hiç duymadığı bir dilde, melodisi yabancı ama sürekli yürüyen birinin ağzından çıkınca rahatsız edici bir şarkıydı. Odanın kapısı telaşla açıldı. Opampe’nin arkasından Oguz’un kafası merakla içeriye uzandı.

“Ne yapıyor?” Oguz alayla kızı süzdü.

“Volta atıyor sanırım.” Opampe anlayış ve merhametle kızı süzdü. Moita ile hapisten kaçtığını öğrendikten sonra kızın tuhaflıkları kafasında oturmaya başlamıştı. Sürekli kapalı yerde kalmak istemesi, az konuşması ya da kimseye güvenmemesi anlaşılıyordu. Zavallı kızın başına kim bilir neler gelmişti. Yaşlı kadın onun suçlu olabileceğini aklına bile getirmemiş, hatta masumiyetini çoktan kabul etmişti.

“Volta nedir?” diye Minta yaşlı kadına merakla sordu.

“İleri geri yürümek canım.”

Minta heyecanla sordu. “İpte yürüdüğümüz gibi mi?”

Oguz alayla dudaklarını büktü. “Bu daha çılgıncası.”

“Dalga geçiyorsun.” diye Minta, hayal kırıklığı ile.

“Aynen öyle.” Oguz, Uli'ye son bir kez bakıp odasına dönerken gülmeye başladı. “Neyse… evde bir hapishane kaçkınımız eksikti.” Sesini Uli’ye duyurmak istediği apaçıktı.

Oğuz yorumunun ardından bile hızını kesmeyen Uli'ye dehşetle bakan Minta kalkıp Opampe’nin dizlerine sarılırken “Onu durduramaz mıyız?” diye endişeyle sordu.

“Kötü bir şey yapmıyor merak etme. Çok uzun süre bir odada kapalı kaldı. Dışarıya alışması için zamana ihtiyacı var sadece.” Anlayışla küçük kızın altın sarısı saçlarını okşadı.

“Beni iki gün bu odaya kapasanız pencereden kaçardım. Pulera ne kadar kalmış o odada.”

“Bilmiyorum. Hadi kahvaltıyı hazırlayalım.” dedi Opampe. Minta'yı bir an önce odadan uzaklaştırıp Uli'yi kendi haline bırakmak en iyisiydi.

Kapıyı kapatıp mutfağa doğru yöneldiklerinde Minta, aklına geleni telaşla dile getirdi. “Oguz da odasından hiç çıkmıyor.”

“Onunki arsızlığından.” Opampe ocağa odunları yığarken öfkeyle söylendi.

“Volta da atamaz. Bacağı sakat.” Minta üzüntüyle içini çekti.

“O da tembelliğinden.” Yaşlı kadının torununa Minta gibi merhamet duymadığı aşikârdı. “Nerde bu? Neden bıraktığım yerde durmaz ki!” Etrafta elleri ve gözleri ile aranırken sesi sabırsızlıkla yükselmişti.

“İşte al.” Minta kavı yaşlı kadına uzatırken odalarına kendilerini hapseden iki mahkûmu düşünüp büyüklere anlam veremeyerek içini çekti.



Uli, göz ucuyla baktığı aynadaki yansımasında, tanıdık bir şeyler ararken buldu kendisini. Ne gözlerindeki o eski canlılıktan, ne de dudaklarındaki o neşeli kıvrımlardan eser yoktu. Gözlerinin beyazı hastalıklı bir sarıya dönmüş, dudaklarının yanlarındaki kıvrımlar ise somurtkan bir şekilde aşağıya sarkmıştı. Belki o zorlayıcı çöl seyahatinden belki de perişan zayıflığından, emin değildi ama o pırıl pırıl buğday teni iyice kararmıştı. Görüntüsünün hayal kırıklığı yaşatmadığını hissetti; aslında tam da beklediği gibiydi.

Keçeden farksız saçlarını alnından geriye doğru eliyle sertçe yatırdı. Aynaya doğru eğilerek yüzünü daha yakından inceledi. Değişen bir şey yoktu hala bir yıl önceki gibi çirkindi. Sanki var olanı değiştirebilecekmiş gibi yüzüne hızla bir avuç su çarptı. Çenesinden süzülen damlaları silerken ani bir fikirle durakladı. Aceleyle mutfağa geçerken çıkardığı gürültünün farkında değildi. Çatal kaşıkların bulunduğu kutuları heyecanla karıştırdı. Sonunda bulduğu makas, biraz hantal ve eski de olsa işini görürdü.

Banyoda aynanın önünde saçlarını eliyle yoklarken ne kadar uzadıklarını yeni yeni fark ediyordu. Durwa’nın yaptığı gibi parmaklarının arasına aldığı kahverengi bukleyi dibine kadar kesti. Saçlarını sürekli kısa tutmak erkek gibi görünmek için harcadığı çabalardan biriydi sadece. Hapishaneden kaçalı neredeyse iki ay olacaktı. Saçları kulaklarını aşmış yeteri kadar uzamıştı. Hırsla bir bukleyi daha yakaladı.

“Ne yapıyorsun?”

Oguz’un sesi ile boşta bulunarak sıçradı. Oğlanın yaklaştığını fark etmemişti. Oguz nadir olarak bu şekilde Uli'ye direk hitap ederdi. Genellikle alaycı bir sessizlikle uzaktan onu izler, çoğunlukla Opampe’yi kızdırmak için onunla konuşurdu. Uli hiçbir şey söylemeden az önce korkuyla düşürdüğü kolunu kaldırarak tekrar saçını kesmeye girişti.

Oguz kesin bir yargı ile konuşurken kapının kenarına yaslandı. “Ben bir kaçak olsaydım..." Bir an kızın tepkisini ölçmek için durakladı. "Görünüşümü mümkün olduğunca değiştirirdim.”

Bu kez Uli’nin kolu kararsızlıkla havada asılı kaldı. Hapishanede erkek olmak birçok tehlikeden onu korumuştu. Eğer Moita ve adamlarının şöhretlerinin gölgesinde kalmadıysa dışarıda onu bir oğlan olarak arıyorlardı. Acaba onun gibi kıyıda köşede kalmış birisini yakalayıp tekrar hapsetmek için vakitlerini harcarlar mıydı? Elbette Moita gibi bir suçlu ile kaçmamış olsaydı umurlarında bile olmazdı. Oguz bu sefer haklıydı. Yıllardır yaptığı gibi saklanmak için bir erkek gibi görünmeye çabalamak yerine bu sefer beklediklerinden farklı görünmek işine daha çok yarayacaktı. Kolu düşerken “Haklısın.” diye mırıldandı.

“Hatta pantolonla gezmek yerine kız gibi elbise giymelisin.” Oguz, bıyık altından güldü. “Saçlarını uzatman yeterli mi acaba?” Oğlan söylediklerini tartar gibi eliyle yeni yeni tüylenmeye başlamış çenesini ovaladı. “Babaannem saçlarını sarıya boyayabilir mi emin değilim.”

Uli “Unut gitsin!” dedi korkuyla gözlerini açarak.

Oguz kızın kaçmasını engellemek için atıldı. “Sen de fark etmişsindir; çingeneler arasında siyah saç pek yok. Dur yahu, ne diyorum; sadece ben varım. Anlarsın ya dış kapının dış mandalı.” Kıza yalnız değilsin demek istercesine göz kırptı. “Seni anne tarafından uzaktan kuzenim olarak tanıtırsak kimse şüphelenmez belki. Saçını boyamak zorunda da kalmayız.” Kendi çözümünden oldukça memnun kızın geçebilmesi için banyonun kapısından çekildi.

Uli, ne oğlanı onayladı ne de karşı çıktı. Söylediklerinde haklı olduğunu biliyordu ama şuana kadar hoşlanmadığı Oguz’un yardımını kabul etmek de oldukça ağrına gidiyordu. Opampe’nin merdiven başında onları dinlediğini banyodan çıkınca fark etti. Bugün herkesin gizliden birbirini dinleme ya da takip etme günü olmalıydı.

Opampe, kızı yüreklendirmek için gülümsedi. Torununa döndüğünde her zamanki gibi bakışları buzdan bir parçaydı. “Kırk yılın başında doğru bir laf ettin.”

Oguz, abartılı bir şekilde eğilerek yaşlı şifacıyı selamladı.

“Livan ile konuşurum, bundan sonra da uzaktan akrabamız olarak bilinirsin Pulera. Kimse de varlığını sorgulamaz. Öyle akşam karanlığında sokağa çıkmaktan da kurtulursun.”

Kısa bir süre düşünen Uli “Tamam.” dedi itiraz etmeyerek. Oguz teklif ettiğinde rahatsız edici olan bu fikir Opampe tarafından kabul edildiğinde, gözüne o kadar da kötü görünmüyordu. Saçını kesmeyecekti, makası mutfağa bırakarak kaçarcasına kendisini odasına attı.

“Kızla uğraşmayı bırakmanı söylemedim mi sana?” Opampe, torununu azarlarken sesinin odaya gitmemesi için oğlana yaklaştı. Torununa laf geçirememekten yılmıştı artık. Sırf onu kızdırmak için çevresindekilerle özellikle Minta ile uğraşırdı. Son zamanlarda bulduğu yeni hedefinin, zaten yeterince zor olan hayatını daha da çekilmez hale getirmesine katlanamıyordu.

“Hayatımdaki tek eğlenceden vaz mı geçeyim?” Oguz bastonuna iki eli ile yaslanırken yaşlı kadının öfkesinden sonsuz bir keyif alır gibiydi.

“Kendine başka eğlenceler bulmanın zamanı geldi de geçti bile. Önce kendini düzelt çocuk. Acınacak haline bakmadan Pulera’ya ya da Minta’ya akıl vermeye kalktığında komik duruma düşüyorsun.” Yaşlı kadın daha fazla konuşmayı uzatmak istemediği için Uli’nin odasına yöneldi. Oguz’u banyonun önünde şaşkınlık içinde bıraktığının farkında değildi.

Oğlanın içi önce öfke ile taştı kabardı. Dili tutulduğu için kendine en ağır sözleri layık gördü ama araya babaannesini de sıkıştırmayı ihmal etmedi. Bastonunun tıkırtılarını arkada bırakarak odasına kapadı kendisini.

Opampe, odaya girerken ne ile karşılaşacağından emin değildi fakat kızın pencerenin önündeki bir sandalyede oturmasına hazırlıklı değildi. “Oguz’un kusuruna bakıp somurtacaksan bir temiz sopayı hak ediyorsun demektir.”

“Neden bu kadar aksi?” Uli bakışlarını yatağa oturan Opampe’ye çevirdi. İlk defa yüzünden bir merak emaresi okunuyordu. “Bacağı yüzünden mi?”

“Onun derdi benimle kızım. Size sataşarak benden hıncını almaya çalışıyor. Aldırmayın siz ona.”

“Peki sana neden öfkeli?” diye sordu Uli artık tüm ilgisini yaşlı kadına verdiği, sırtını pencereye dönmesinden belliydi.

“Bacağını iyileştiremediğim için” diye açıkladı Opampe. Anlatacakları neşeli şeyler olmamasına rağmen kızın ilgisi hoşuna gitmiş ve dili çözülmüştü. “Üç sene önce, yazın gösterimizi yapmış Civani’ye dönüyorduk. O güz başında yağmurlar fazlaydı ve o kadar başarılı bir yaz geçirmiştik ki sirki toparlayıp yola çıkmakta geciktik. Yolun yarısına geldiğimizde bir tepeyi aşmamız gerekiyordu. Konvoy’un başı bir dönemeci geçmişti fakat toprak yağmurdan dolayı yumuşamıştı; çok geç fark ettik. Zemin daha fazla o ağırlığı kaldıramadı ve çöktü. Hiçbir şey yapamadık sadece izledik. Oguz da arkadaşı ile aşağıya yuvarlanan arabalardan birindeydi. Kendisi yaralandı ama diğer çocuğu kurtaramadık. Minta’nın anne babası da o kaza da öldüler. Değerli insanlarımızı, hayvanlarımızın bir kısmını da orada bıraktık.

Oguz, zaten anne babasız büyüdü. Bundan dolayı hırçın bir çocuktu. Kazadan sonra elimden geleni yapmama rağmen kendi torunumun sakat kalmasını önleyemedim.” Yaşlı kadının güçlü sesi belli belirsiz titrerken bakışları pencereden dışarıya kaymıştı. “Bunu hiçbir zaman affetmedi.”

Uzayan sessizliği bölen Uli “Oguz’un anne babasına ne oldu?” diye sordu merakla.

“Annesi nerdedir ne yapar bilmiyorum fakat babası olacak o hayırsız Oguz’u bana bırakıp gittiğinde daha üç yaşındaydı.” Opampe, kıza döndüğünde “Minta da nerdeyse anne babasız büyüdü. Yetim kaldığında daha yedi yaşlarındaydı ama görüyorsun nasıl da akıllı bir çocuk.” diyerek içini çekti. “Diyeceğim o ki benim huysuz oğlana aldırma.”

Uli bir şey diyemeden sadece başını sallamakla yetindi. Kahverengi saçları ancak kulaklarını örtüyordu, Oguz onu yakaladığında kestiği birkaç kısa tutam alnında tuhaf bir açı yapmıştı.

“Biraz daha uzasınlar saçlarını bir şekle sokarız. Sana birkaç elbise de ayarlamak lazım.” Kızı tutup ayağa kaldıran Opampe, Uli’nin etrafında bir tur attı.

“İstemiyorum.” diyen Uli, kollarını göğsünde çapraz birleştirirken artık yüz yüze geldikleri yaşlı kadına kaşlarını çattı.

“Bazen Oguz ile sizi birbirinize çok benzetiyorum.” dedi Opampe. Torunu ile konuşurken takındığı o otoriter ifade ile “Evde iki huysuzla birden uğraşamam bilesin.” diye homurdandı ve kapıya yönelip çıkmadan önce istersen giyme dercesine ekledi. “Ben bir şeyler ayarlarım.”

Çevrimdışı Berweuli

  • **
  • 79
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: Berweuli
« Yanıtla #21 : 30 Eylül 2016, 14:50:55 »
Şifacı

Raflar arasında dolaşırken Uli'nin kırmızı renkli küçük bir şişe dikkatini çekmişti. Tozunu eliyle silerek içindekinin ne olduğunu dışarıdan anlamaya çalıştı ama rengi camın rengine karışıyor ve kimliğini inatla saklıyordu. Merakına yenilerek tıpasını açıp burnunu şişeye dayadığında keskin koku ile hapşırmaya başladı.

“Pulera, hemen köşede! Bulamadın mı hala?”

İçeriden gelen Opampe’nin sesiyle Uli, kırmızı şişeyi aceleyle yerine kaldırıp yaşlı şifacının istediği otları köşedeki küçük sepetten aldı. Burnu hala kaşınıyorken hapşırma riskini göze alamadığından diğer odaya geçtiğinde otları konuşmadan masaya bırakıp bir adım geri çekildi. Bir kaç gündür yaşlı şifacı, odasına kapanmasına izin vermiyor evin giriş katındaki bitkilerini sakladığı, insanların hastalıklarını dinleyip karışımlar hazırladığı iki odalı şifahanesine indiriyordu. Minta cambazlık antrenmanları için nerdeyse her gün uzun saatler boyunca ortadan kaybolurken canı birilerine sataşmak istemediği sürece Oguz da odasından çıkmıyordu.

Opampe önündeki kasede bazı tohumları ezerken “Birkaç yaprak koparıp verir misin?” diyerek Uli'ni kaçmasına engelledi.

Masanın diğer tarafındaki kadının onu süzmesinden rahatsız olan Uli, başını yapraklara eğdi.

Genç kadın öksürükler arasında “Kendine bir çırak bulmuşsun.” dedi ilgili bir şekilde.

“Benimkilerden hayır yok." dedi Opampe Oguz ve Minta'yı kast ederek. Bir kağıda sardığı ezilmiş otları kadına uzattı. “Kaynar suda biraz beklettikten sonra süzüp içeceksin. Senin oğlana da içir, ihmal etme.”

“Teşekkürler Opampe.”

Kadın öksürükleri ile uzaklaşırken kapıdan bir çocuk telaşla içeri daldı. “Opa! Bir kaza oldu. Reis seni çağırıyor. Çadırların orda.” Nefesini kontrol etmeye çalışan oğlan masaya dayanmıştı.

Yaşlı şifacı ne olduğunu sormaya gerek duymadan arka odaya telaşla girdi. Döndüğünde elindeki deri çantaya bazı şişe ve aletleri doldurdu. “Üzerine bir şeyler al Pulera. Üşütürsen bir de seninle uğraşamam.”

Uli itiraz etmeden sandalyeye bıraktığı pelerinini omuzlarına aldı. Oğlan onlar için çoktan kapıyı açmış hazırlanmalarını bekliyordu. Hava sanki kışın tüm ayazını yüklenmişti yüklenmesine ama insanlarla alay edercesine de güneşliydi. Gece donan toprak hala çözülmemiş yürüdükçe ayaklarının altında çatırdıyordu.

Uli, her ne kadar sadece yaz aylarında gösteri yapsalar da çingenelerin yolda geçirdikleri süre haricinde formda kalmak için kış boyunca çalıştıklarını ve hayvanlarını eğittiklerini biliyordu. Muhakkak bu idmanlar sırasında bir kaza olmuştu fakat Uli, Opampe'nin neden onu da yanına aldığına anlam veremiyordu. Gerçekten onu halefi olarak yetiştirmeyi mi planlıyordu? Durumun ironisine gülerken buldu kendini.

Devasa iki çadır, kasabanın çıkışında hayvan barınaklarının yanındaydı. Küçük olanın önündeki kalabalığa bakarak kazanın hangi çadırda olduğunu tahmin etmek kolaydı. Uli Okro’yu ziyaret ederken birçok defa yanlarından geçmiş olmasına rağmen çadırlara girmemişti. Opampe’nin gelişi kalabalığı girişten kısa bir süre de olsa uzaklaştırdı. Şifacıyı takip ederken onu kimsenin fark etmediğini görmek Uli’yi daha rahat davranmak için yüreklendirdi. Etrafını incelerken şifacıyı takip etmeye de özen gösteriyordu.

Büyük çadırın ortasında geniş bir alan boş bırakılmış, etrafı irili ufaklı kafeslerle bölümlere ayrılmıştı. Uli, burasının hayvanların talim çadırı olduğunu tahmin etti fakat kaza nedeniyle şimdi tüm çalışmalar durmuş hayvanların bir kısmı çoktan çadırdan çıkarıldıklarından kafeslerin bazıları boştu.

Opampe insanların etrafında yığıldığı kafese yöneldiğinde Livan, onları yarı yolda karşıladı. “O kaplanı öldüreceğim!” derken yumruk yaptığı elini diğerinin avucuna geçirmişti.

Öfkesi karşısında Opampe, Reis'in omzuna vurup bir şey söylemeden aceleyle ilerledi. Kusta, kafesin içinde yerdeki bir adamın başında diz çökmüş, gömleğini omzundan karnına doğru yırtıyordu. Adam Kusta’nın yetiştirdiği genç ve güçlü bakıcılardan birisiydi fakat şimdi karnına yığdıkları kumaşlar kana bulanmış,  baygın bir halde yatıyordu.

Opampe yanına diz çökerken Kusta ile göz göze geldi. Yaşlı şifacı, adamın karamsar bakışlarından gözlerini kurtarıp kumaşı yavaşça araladı. İri bir pençe adamın karnını birkaç yerden yarmıştı. Uli, Kusta’nın karamsarlığını, Livan’ın öfkesini şimdi daha iyi anlıyordu çünkü adamın durumu umutsuz görünüyordu.

Opampe, yaralı hakkında yorum yapmak yerine emirler yağdırmaya başladı. “Temiz su getirin!” Arakasında bekleyen Livan’ı gözleri ile bulup “Kalabalık dağılsın. Dina nerde?”  diye sordu.

Livan, sağlam birkaç adamı bırakarak diğerlerini kafesten uzaklaştırırken “Çağırttım birazdan gelir.” dedi.

Yaşlı şifacı Kusta’ya döndü bu sefer. “Temiz bir örtü istiyorum.” Gelen su ile Uli’nin ellerini yıkamasını söyledi. Çantasından çıkardığı temiz bezleri kızın eline tutuşturdu. Yaranın üzerindekileri kenara iterken kızın elindekileri işaret ederek “Ben söyleyene kadar yaranın üzerinde tut.” dedi.

Uli Opampe'nin söylediklerini yaparken Kusta kalın bir örtü ile dönmüştü. Şifacı örtüyü kafesin dışında temiz bulduğu bir alana serdiğinde Dina çadıra girmişti. Kocası ile sessiz bir konuşmanın ardından Opampe’ye sokuldu. Üç adam yaralıyı dikkatle örtünün üzerine taşırlarken Uli çekemediği eli ile onları takip ediyordu. Sarsıntının etkisiyle ayılan adamla göz göze geldiklerinde yüreklendirmek istercesine gülümsemeye çalıştı. Vücudunun acıyla titremesini elinin altındaki bezlere rağmen hissedebiliyordu. Şimdi yaralı ile yalnız kalabilse acısını hafifletmeyi başarabilirdi bunu biliyordu ama herkesin gözünün önünde bunu yapamazdı.

Yaralıyı örtünün üzerine yatırdıklarında Opampe adamların hemen ayrılmasına izin vermedi. Omzundan ve bacaklarından tutmalarını istedi. Uli’nin elini kaldırırken “Kan tutmaması iyi. İğne batsa bayılan tiplerden nefret ederim.” dedi huysuzca. Islattığı havluyla yaranın etrafını silmeye başladı.

Uli “Pek tutmaz.” diyebildi sadece. Ellerindeki kırmızılığa bakarken kendi kendine gülümsedi; Opampe, hapishanede daha kötü yaralar gördüğünü bir bilseydi.

“Aferin kızıma. Şimdi beni yarayı dikerken dikkatlice izle.” Dina’nın eline tutuşturduğu iğneyi tarttı önce, ardından adamlara sıkıca tutmaları için uyarıcı bir bakış attı. Yaralının inlemeleri ve küfürleri arasında geçen yarım saat, çadırda kalan kişileri en az yaşlı şifacı kadar yormuştu. Sonunda yaralı baygın düştüğünde Opampe sargılarla yarasını rahatça kapatabildi. Hazırlanan derme çatma bir sedye ile Opampe’nin evine taşınacak ve bu geceyi, muhtemelen daha birçok geceyi şifacının gözetiminde geçirecekti.

Diz çöktüğü yerden yaşlı şifacının kalkmasına yardım eden Livan, “Durumu nasıl?” diye sordu korkuyla.

“Midesine kadar ulaşmış." dedi Opampe, lafı evirip çevirmeden. "Acar bu, bir katır kadar güçlüdür. Gençliğini de hesaba katarsan kurtulma şansı var. En azından öyle olmasını umut ediyorum."

Dina şifacının koluna girerken Uli de toparladığı çantayı omzuna yüklenmişti. Şifacının isminin Acar olduğunu söylediği adamın örtüye bıraktığı kan lekelerini süzerken şansa bırakamayacağını biliyordu.



“Acar uyanmış!” Minta merdivenleri hızla çıkarken müjdeli haberi yukarıdakilere duyuruyordu.

Uli elindeki tabakları masaya yavaşça bıraktı. Gülümsemesini saklamak için hızla mutfağa yöneldi. Gece yaralı adamı ziyaretinin sonuçlarını duymak memnuniyet vericiydi.

“Hani durumu çok kötüydü?” diye sordu Oguz hayretle.

“Dina diyor ki bu bir mucizeymiş.” Minta masaya nefes nefese otururken tabaktan eliyle aldığı bir parça peyniri ağzına attı.

Uli, rahat davranmaya çalışarak mutfaktan seslendi. “Dina geldi mi? O zaman Opampe biraz yemek yiyip dinlenebilir. Minta, onları kahvaltıya çağırabilir misin?”

Minta, sesini mutfağa duyurabilmek için bağırdı. “Yarayı tekrar sardıktan sonra yukarıya geleceklermiş.” Küçük kız bir yandan zeytin kasesini önüne çekerken neşeyle bacaklarını masanın altında sallıyordu.

Oguz duyduklarına inanamayarak “Acar o kadar iyi yani?” diye sordu kuşkuyla.

Minta başıyla oğlanı onayladı. O sırada merdivenlerdeki ayak sesleri ile gelenlere döndüler. İki çift meraklı göze, Uli mutfaktan eli kolu yiyeceklerle dolu olarak katıldı.

Opampe oldukça düşünceli görünürken Dina her zamanki iyimserliği ile onları selamladı. “Günaydın çocuklar. Günaydın Pulera."

“Günaydın.” dedi Oguz kendisinden beklenmeyecek bir girişkenlikle. Ardından ilgisiyle şaşırtmaya devam ederek “Acar nasıl?” diye sordu Dina'ya.

“Ateşi düşmüş, iltihabı kaybolmuş. Şaşırtıcı değil mi? Bir gece önce bilinçsizce sayıklıyordu.” Dina, Minta’nın yanına otururken küçük kızın saçlarını şefkatle karıştırdı.

“Gerçekten şaşırtıcı. Sizce normal mi bu?”

Oguz’un şüpheci tavrı üzerine Dina oğlana baktı. “Babaannenin şifa yeteneğinden şüphe mi ediyorsun yoksa? O harika bir şifacı. Ona sahip olduğumuz için biz de çok şanslıyız.”

“Eminim öyledir.” Oguz, Uli’nin önüne koyduğu fincanına şeker katıp karıştırırken kendi düşüncelerine gömüldü.

Opampe, ellerini yıkamış sofraya otururken ne kendisine yöneltilen övgüye teşekkür etti ne de torunun alaycı tavrına çıkıştı. Yaşlı kadın, üzerinden büyük bir yük kalkmışçasına rahat nefes alıyordu artık ama iki gün boyunca bir kaç saatlik uykunun sonucu olan yorgunluk ve Acar'ı kaybetme endişesinin izleri yüzünden belli oluyordu. Uli, çay dolu koca bir kupayı yaşlı kadının önüne koyarken uzun süredir ilk defa neşeyle gülümsedi.


Çevrimdışı Berweuli

  • **
  • 79
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: Berweuli
« Yanıtla #22 : 06 Ekim 2016, 10:21:54 »
İlk Aşk

12 yıl önce Şozi avlakları

Gölün durgun sularını dalgalandıran eli, suya vuran aksini onlarca parçaya bölerken Loresima keyifle gülümsedi. Bileğinden başlayıp ancak parmaklarına ulaşmadan kaybolan derin bir yanık izi suyun içindeki kırılmalardan dolayı neredeyse pürüzsüzdü. Yüz üstü uzandığı yerden doğrulduktan sonra üzerindeki otu ve toprağı hızlıca silkeledi. Gölden uzaklaşırken ağaçların arasından gelen bir sesle gülümsemesi kayboldu, temkinle sesi tekrar duyabilmek için etrafını dinledi. Bir hayvanın hırlamasına benzeyen ses kulağına eriştiğinde, bir dakikadır korkuyla nefesini tutuyordu. Gölün batısındaki ağaçların içinden fırlayan kara bir beden, donmuş olan tüm uzuvlarını koşması için harekete geçirdi.

Bir köpeğin bodur bedenine, yaban kedilerinin suretine ve bir domuzun dişlerine sahip olan Zağarlar önceleri insanlardan uzak durdukları için zamanla soyları çoğaldıkça, çekildikleri dağların içlerinden çıkacak kadar gözü kara olmaya başlamışlardı. Kurtlar gibi sürüler halinde avlanıp yaşamak yerine kıt akılları ile bir arada bulunduklarında ufak anlaşmazlıklarda bile birbirlerini kolayca öldürdüklerinden yalnız yaşayıp yalnız avlanırlardı.

Gölün kenarına su içmek için gelen hayvanları avlamayı amaçlayarak pusuya yatmış olan bu genç Zağar, uzun süredir gölün kenarında oyalanan insan dişisinin varlığı ile beklentilerinin ötesinde bir keyifle doluydu. Dişinin yalnız olup olmadığını anlamak için bir süredir sabırsızlıkla ağaçların arasında pusuya yatmıştı. Bir daima ikiden daha kolaydı. Hele bu bir dişi ise…

Sabırsızlığının sonucu olarak çıkardığı sesler insanı uyandırmış, ani baskın planını bozmuştu. Yine de gençliğinin verdiği ateşle kendine güvenle dolu olan Zağar, kovalamak için ağaçların arasından o vakit fırlamıştı.

Kız, yaşıtlarının aksine uzun etekli bir elbise yerine dizlerine ulaşan hafif çizmeler, pantolonun üzerine uzun gömlek görevi gören deri bir tunik giyiyordu. Eteklerin engelleyici bağlarının yokluğunda mı belli değil, şaşırtıcı derecede hızlı koşuyordu. Başlardaki acemiliğini çabuk atlatmış gibi görünüyor, atacağı adımı iyi seçiyor, gideceği yön konusunda tereddüt yaşamıyordu. Korkunun allak bullak ifadesinin olmadığı yüzünde, heyecanın etkisi ile kızarmış yanaklarına ulaşan bir gülümse vardı.

Zağar'ın sonucundan emin olduğundan yavaş hareket eden adımları, insanın çoktan boynuna geçmesi gereken dişlerinin boş kalması ile hırsla hızlandı. Kısa bacaklarının elverdiği ölçüde koşarken yavaş yavaş insan ile arasını kapatıyordu. Birkaç saniye önce duyduğu endişe kaybolmuş, zaferin yakınlığı sebebi ile ayakları sanki yerden kesilmişti. İnsanın sırtına pençesini geçirebilmesi için neredeyse on adım kalmıştı. Biraz daha hızlandı ve şimdi ise beş adım. Önüne çıkan devrilmiş ağacı insandan daha çabuk aşmıştı. Şimdi iki adım. Biraz daha gayret ederse dişlerini ensesine geçirmesi işten bile değildi. Son bir çaba ile ayaklarını yerden kesti. Tüm dişlerinin ortaya çıkmasına izin vererek onları taze ete gömmek için hazırlandı. Fakat boğazını yarıp geçen acıyla bir an havada asılı kaldı.

Loresima, yayından ayrılan okun çıkardığı sesi duyduğunda adımlarını her ihtimale karşı yavaşlatmadan geriye bakmaya cesaret edebildi. Boğazından girmiş okla vurulan Zağar, birkaç metre gerisinde kıpırtısız yatıyordu. Durup ellerini dizlerine dayayarak nefesinin normale dönmesini bekledi. Ağaçların kalın gövdelerinin arkasından çıkan eli yaylı iki gençten birisi hayvanın başına gidip ayağıyla yokladı. "Ölmüş."

Diğeri kızın yanına doğru yürüyordu. Loresima derin derin nefes alırken bir yandan da gülümsedi. “Bu seferki fena değil gibi?”

“Ama bir dahaki sefere olmayacak. Ne halt etmeye çalışıyorsun? Lanet köpeği kendine çok yaklaştırdığının farkında değil misin?”

Böyle bir tepki beklemeyen kız doğrularak itiraz etmeye girişti. “Yakında olduğunuzu biliyordum, o yüzden biraz yavaşlamış olabilirim… Hem biliyorsun ki ikinizden de daha hızlı koşuyorum. Eğer ben olmazsam bir dahaki sefere sen mi yem olacaksın yoksa Kunt mu?”

“Boşuna bahaneler bulma, bence yaşlandıkça hızın düşüyor, Lore.”

Loresima, Mgeri'nin onu sinirlendirmek istediği zaman ismini kısaltarak söylediğini ve kasıtlı olarak yaşlanmayı ima ettiğini biliyordu ama yine de istediğini elde etmişti. Mgeri sırtını dönüp, Kunt’ın yanına doğru yürürken, yüzünde endişesini gizleyen bir memnuniyet ifadesi vardı.

Kız sinirle yumruklarını sıkarken, bağırdı. “Bundan böyle, dibinden ayrılmayan o çıt kırıldım kızları koştur o zaman.”

Kunt, ikilinin didişmelerine alışkın, aralarına girme gibi bir aptallığı yapmaktan uzun süredir vazgeçmiş olarak av bıçağını çıkarmış ve hayvanın kürkünü yüzmeye başlamıştı. Büyüklerin haberi olmadan beş diş ve üç kürk biriktirmişlerdi. Bu öleninkileri de eklenince iyi bir para alabilirlerdi.



“Neredeydin?” Loresima, yan yana atlarını sürerken Mgeri'ye öfkeyle sordu.

“Ne zaman?” diye sordu Mgeri alaycı bir şaşkınlıkla.

“Anlamamazlıktan gelme.” dedi Loresima, kaşlarını çatarak.

“Neyi? İnan ki neden bahsettiğini bilmiyorum, Lore.”

“Of!” Loresima atını hızlandırarak, önlerindeki Kunt’ın arkasına geçti. Bir dakika geçmeden Mgeri, kıza yetişmiş ve iç içe sarılı küçük bir kumaşı bir şey söylemeden kıza uzatmıştı. Loresima kumaşı almadan önce “Bu nedir? Bir hediye mi?” diye alayla sordu.

“Taze nane yaprakları.”

Kızın iki kaşı kuşkuyla kalkarken kumaşın kıvrımlarını araladı. Yeni koparılmış taze nane yapraklarının keskin kokusu kaşlarının birleşmesine sebep oldu.

“Yanık izi sebepsiz yere yanmaya ya da ağrımaya başladığında annemin bunları kullandığını hatırladım.”

Mgeri’nin ciddi ifadesini süzen Loresima, “Bu ağrıların aklımın bir ürünü olduğunu söylerdin hep… Şimdi ne değişti?” diye alayla sordu. “Dur bir dakika… Hem elimin ağrıdığını da nereden çıkardın?”

“Uykunda sürekli elini ovuşturup duruyordun.” Mgeri yanılmış olabileceğini zannetmiyordu.

“O yüzden mi ortadan kayboldun?” Kunt’ın alay yüklü sesi onları önden dinlediğini açık ediyordu. İri yarı genç geriye dönüp Mgeri’ye eğlenerek kısa bir bakış attı.

“Ortadan kaybolduğum yoktu. Seslenseydiniz sizi duyabilecek mesafedeydim.” Mgeri önüne düşen saçlarını karıştırırken, sesi oldukça alçaktan geliyordu.

“Bunun seni affettirebileceğine inanıyor musun?” Kunt’ın sesi önden tekrar yükseldiğinde, Mgeri öfkeyle soludu. “Kızlara çiçek yerine nane otu vereni ilk defa görüyorum.” dedi Kunt arkadaşını kızdırdığına aldırmadan.

Loresima iki gündür ilk defa neşeli bir kahkaha atarken, Mgeri Kunt’ın ensesine boğazını sıkmak istiyormuş gibi öfkeyle baktı.



Günümüz Şozi avlakları

Mgeri, geniş gövdeli ağacı kendisine siper alarak gizlenen Kunt’ın ensesine uzaktan öfkeyle baktı. Yaklaşık iki saattir vadinin iç kısımlarına doğru akan derenin yakınlarında sessizce bekliyorlardı. Dün gece Arte’nin ava çıkma ısrarlarına hayır diyemediği için bir kez daha kendisine lanet etti. Genç adamın ısrarı ile yanlarına katılan Kunt ile birlikte üçü güneş doğmadan sıcak yataklarından çıkmışlar ve köyün gerisindeki tepeyi aşarak Değmen çayının yakınlarına konuşlanmışlardı. Şozi avlaklarının kuzeyindeki dağlardan kopup gelen çay bazı bölgelerde birikerek ufak gölcükler oluşturuyordu, Arte bir saat önce yanlarından ayrılarak bu göllerden birinin yakınlarına pusuya yatmıştı. 

Çetin geçen kış sebebiyle durgun su kaynakları donduğundan çay ve nehir kenarları av için beklemeye en uygun yerlerdi. Aksi takdirde böyle soğuk bir havada bir geyiğin ya da bir yaban keçisinin ardından dağ bayır dolanmak akıl işi değildi. Fakat su kaynaklarının çoğu buz tutmuşken hayvanların az kalan seçeneklerinin önünde onları tuzağa düşürmek de Mgeri’nin kabullenemediği yöntemlerdendi. Nasıl ki bir geyiğin gezinebileceği yerlere tuz döküp hayvanı oraya alıştırdıktan sonra eliyle koymuş gibi vurmayı övgü hanesine yazanlara öfkelendiği gibi şuanda kendilerinin yaptıklarını da aynı kefeye koyuyordu.

Mgeri, kısa bir ıslık çalarak Kunt’ın dikkatini çekmeye çalıştı. Kunt, sorarcasına geriye döndüğünde Mgeri sağ tarafı, Arte’nin olduğu kısmı işaret etti. Kunt, adamın sıkıntı ile kararmış yakışıklı yüzüne sırıtırken başıyla onayladı ve önüne dönerek gözlerini beyazın çeşitli tonları ile örtülü ormanın içlerine doğru kıstı. Mgeri’nin hareketsizliğe dayanamayacağını bildiğinden Arte’ye gerçek bir avın nasıl olduğunu göstermek adına gelmeyi kabul etmişti. Her sabah Loresima’nın yanından kalkmak ayrı bir zorken bugün çok daha fazla isteksiz uyanmıştı. Yine de genç adamın hevesini kıramamış ve kuzeyde nasıl avlanıldığını göstermek için karnı burnundaki karısının yanından sessizce ayrılmıştı. Aksi takdirde Mgeri’nin eline kalan Arte bir saat soğukta beklemenin ardından ellerindeki boşluğu büyük bir hüsranla doldurarak köye dönecekti.

Mgeri, Kunt’ın geniş sırtına bakıp daha fazla dişlerini sıkmak zorunda kalmayacağını düşünerek rahatladı. Ancak ayak bileklerine ulaşan karı çiğneyip geçerken Arte’nin bıraktığı ayak izlerini takip ederek ağaçların arasından sessizce ilerledi. Genç adamı gölün birkaç adım gerisinde, ağaçsız alanın bitimine sinmiş olarak buldu. Tecrübesiz gözler için orada birisinin olduğunun fark edilmesi çok zordu, Arte etrafındaki çalıların karla örtünmesi gibi kalın kıyafetlerinin en üstüne aldığı beyaz kürkten bir pelerine sarınmış, koyu renk saçlarını gizlemek için de yine beyaz kürk bir başlık takmıştı.

Gençken Loresima ve Kunt ile sık sık geldikleri bu göl ile ağaçların arasındaki düz alan şimdi bodur çalılarla kaplanmıştı. Tıpkı onlar gibi doğa da değişiyor diye düşünen Mgeri konuşmadan sırtını göle dönerek genç adamın yanına kendini bıraktı.

Arte’nin giydiğinin bir benzeri beyaz kürklerle kaplı pelerinine iyice sarınarak olduğu yerde büzülen Mgeri, artık av ile ilgilenmiyordu. Orada sessizce ne kadar oturdu bilmiyordu, genç adamın dirseği ile başını kaldırdığında Arte'nin de pes ettiğini gördü.

"Bugün bir şey vurabileceğimiz yok. Kunt'ı alalım dönelim artık." dedi Arte bıkkınlıkla. "Belki o bizden daha şanslıdır." diye ekledi genç adam, ağaçların arasında girerken.

Bir süre önce tekrar yağmaya başlayan kar, bir süredir hareketsiz oturmanın sonucu olarak Mgeri'nin üstünde birikmişti. Bir kurt gibi silkelenerek ayağa kalktı. Ormanın sessizliği ile bir an sanki havayı koklamak istercesine başını yukarı kaldırdı. Arte’nin arkasından ilerlerken bütün duyuları ayaklanmıştı.

Kunt'ı tek başına bıraktıkları taraftan yaklaştıkça hayvan hırlamasına karışan bağırışları duymaya başladı. Mgeri, seslerle olduğu yerde donup kalan Arte’nin yanından koştu ve hızla ağaçları aştı. Kunt'ı nehrin yakınında buldu, bir okla yere serdiği bir geyiğin yanında bu kez kendisi avlanmış olan adam, bir eli ile sağ baldırını tutarken geyiğin derisini yüzmek için kullandığı av bıçağını kendisine kalkan etmişti. Bakışlarını av bıçağının gösterdiği yöne çeviren Mgeri, Kunt'ın bir kaç metre ilerisinde bembeyaz dişlerinin arasından köpüklerin taştığı gri bir kurt ile bakıştı. Etrafta sürüsünden bir iz olmayan kurt yalnızdı ve deli bakan gözleri aslında ona birçok şey söylüyordu, belli ki hayvan kuduzdu.

Gözleri dehşetle Kunt'ın beyaz karlar üzerinde kırmızı lekeler bırakan bacağına kaydı. 'Lanet olsun!' diye bağırmak istiyordu. Arkasında Arte’yi hissedince, kolunu yana uzatarak genç adamın daha fazla ileriye gitmesini engelledi. Kuduz hayvan bir iki adım geri çekilirken başını daha da eğmiş ve salyalarını karın üzerine akıtıyordu. "Yayını çıkar." diye fısıldadı Mgeri. "Ben kurdun dikkatini dağıtırken senden iyi bir atış bekliyorum."

Arte’nin cevabını beklemeyen Mgeri, Kunt'ın önüne koşarken iki bıçağı da aynı hızla ellerine yerleşmişti. Onunla birlikte hareketlenen hayvanın gözlerine baktığında içlerinde yanan deliliği bir kez daha gördü, eğer kurttan kurtulabilirlerse Kunt'un da bu hale gelmeyeceğine dair bir şansa inanmak istedi. Bir saat önce adamın boğazını sıkmanın hayalini kurarken şimdi bu işi kuduz bir kurdun eline bırakmaya niyeti yoktu. Hırlayarak, köpüklerini saçarak üzerine sıçrayan hayvanın kafasının engellemek için sağ kolunu soluna doğru çekti, bıçağı hızla elinde çevirerek yönünü dışarıya doğru ayarladı. Sivri dişler etine geçmeden önce sağ kolunu hayvana doğru savurdu. Bıçak ve ok aynı anda kurdun boynuna gömülürken parmaklarını açtı ve bıçağının kurtla birlikte düşmesine izin verdi. Arte’ye onaylayan kısa bir bakış attı ve gerisindeki Kunt’a döndü.

Koca adamın yüzü bembeyazdı, eliyle kapadığı yaradan sızan kan, parmaklarını ve yer yer ayağının altındaki karı kızıla boyamıştı.

“Kuduzdu değil mi?” dedi Kunt dişleriyle birlikte bacağındaki elini de sıkarken.

Sadece başını sallamaktan başka bir şey elinden gelmeyen Mgeri, Kunt’ın sağlam bacağındaki ayak bileğinden dizlerine ulaşan kürkü tutan kalın ipi çözmeye girişti. Arte şaşkınca yanında dizlerinin üzerine çöktüğünde genç adama açıklamaya girişti. “Kuduz zehrinin kanla birlikte vücuda dağılmasını önlemeliyiz.” dedi Mgeri. Kunt’ın ısırılmış bacağında, dizinin altından geçirdiği ipe sıkı bir düğüm attı. Kunt’ın yüzünü buruşturmasına aldırmadan ipin altındaki kürk ve pantolonu gözünü kırpmadan bıçakla kesti. “Yardım et de çaya götürelim. Yarayı en azından yıkayalım.” dedi Arte’ye aceleyle.

Koltuk altına girdikleri uzun boylu adamın sırtlarını büken ağırlığı altında dereye taşırken Kunt sinir bozucu bir kahkaha attı. “Loresima beni kuduzdan önce öldürecek.”

“Seni değil kesin beni öldürecek.” diye mırıldandı Mgeri. Kunt yerine kendisinin ısırılmasını bin kere tercih ederdi. Biliyordu ki Loresima olanları öğrendiğinde tüm öfkesini yılların nefreti ile kendisine yönlendirecekti.

Suya girdiklerinde parmaklarını donduran soğuğa aldırmadan, Mgeri adamın bacağına doğru eğildi ve yarayı hızlıca yıkadı. En az dört dişin açtığı deliklerden sızan kan, suda bir yol bulup önlerinde dağılırken kimse birbirine endişelerini sıralayacak, Kunt’ın başına gelebileceklerin tasvirini yapacak cesareti bulamamıştı.

Kunt’ı geride atları bağladıkları alana taşıdılar. Daha önce kuduz bir hayvanla karşılaşmamış olan Arte,  ava çıkmalarını teklif ettiği için bin pişman, Mgeri’nin her söylediğini ikiletmeden sessizce yaparken yaramazlık yaparken yakalanan bir çocuk gibi sessizdi.



Kimse fark etmeden Şozi’ye döndüklerinde Kunt‘ın isteği üzerine adamı kendi evi yerine, konukevine taşıdıktan sonra Barsuk'u aramak için Mgeri koşturmuş, Arte'yi de Barva'yı bulmaya göndermişti. Yabandaki hayvanlarda kuduz salgını ihtimali Kürk tacirlerinin Şefi Barsuk'u kaygılandırsa da öncelik oğlu Kunt'dı. Yine de bir kaç adamını Mgeri'nin tarif ettiği bölgeyi kontrole yollamış ve kurdun cesedinin bulunarak yakılmasını emretmişti. Daha sonra tüm adamlarına bölgeyi kolaçan ettirebilirdi. Bunun ardından ortaya çıkacak sonuca göre de tüm kasaba kuduz konusunda uyarılacaktı ama şimdi kimseyi telaşlandırmanın zamanı değildi.

Barsuk'un haber saldığı şifacılardan hemen sonra peşinde Arte ve Guroni ile gelen Barva bitki heybesi ile Kunt'ın yanına girdiğinde Mgeri dışarıdaki odada kalmayı tercih etmişti. Kunt'ın gür sesi karısına bir şey söylerlerse onları tek tek öldüreceğini haykırırken Mgeri odadaki bir sedire çöktü. Guroni, artık pişmanlığın arasına saklanan çaresizliğe yenik düşmüş Arte'yi bir kaç dakika önce alıp götürmüştü.

Mgeri neden odaya girmediğini bilmiyordu. Belki utanç belki Arte'den daha yakıcı bir şekilde hissettiği çaresizlik elini kolunu bağlamıştı. Ne içeri girebiliyor ne de konukevinden uzaklaşabiliyordu. 'Lore öğrendi mi?’ Bu üç kelime kafasında dönüp dururken karşılaştıklarında kadına ne diyeceği sorusu zihninde bir yetim gibi cevapsız kalıyordu. 'Yıllar önce gidip dönmediğim gibi sevgili kocanı da kurtlara yem ettim.' mi diyecekti kadına. Dirseklerini dayadığı dizlerine daha fazla abanarak elleri ile yüzünü ovuşturdu. O esna da omzunu kavrayan kişiyi görmek için hızla başını kaldırdı.

Moita yanına otururken "Üzgünüm." dedi.  Arkadaşının perişan halini süzdü hızlıca. Giysileri ıslaktı, yakışıklı yüzü yaşadıklarının ağırlığı ile solgundu. Mgeri'nin tepkisi sadece başını sallamak oldu.

O esnada konuk evinin kapısı hızla açıldı. Hamile bir kadın arkasındaki kadınların uyarı ve itirazlarını göz ardı ederek içeriye girdi. Siyah saçları örgülerle başının etrafına toplanmıştı, kalın elbisesi ise çok sevdiği mavi renktendi. Üzerine ne bir pelerin almış ne de buna aldırmıştı. Hızlı hızlı solurken göğsü geniş karnı ile birlikte inip kalkıyordu. İçeriye girdiği anda bir an durup sanki Mgeri'yi hissetmiş gibi onun oturduğu tarafa bakmıştı.

Üzerine dikilen kadının siyah gözleri acı ile büyümüş, dökemediği gözyaşları ile kızarmıştı. Hızla yerinden kalkan Mgeri, ne yapacağını bilemez şekilde Loresima'ya doğru bir adım attığında kadın hızla bakışlarını ondan çevirdi ve kocasının olduğu odaya girdi. Mgeri kalktığı gibi aynı çaresizlikle oturdu.

Kadınlardan bir kaçı, Loresima ile birlikte odaya girmiş, diğerleri kapıda kalmışlardı. Gençliğinden tanıdığı bir kaç yüzün çatık kaşları altında Mgeri, Kunt'ın karısını dışarı çıkarmalarını söyleyen bağırışlarını dinledi. Sonunda kadınların arasından Loresima'nın perişan yüzü belirdiğinde Mgeri, hamile kadının geldiği gibi hışımla konuk evinden ayrılacağını zannediyordu fakat uzun boyuyla önüne gelip dikildiğinde Moita'nın yanına öylece kalakaldı.

"Neden geldin?"  Kadın iki yumruğunu göğsüne indirdiğine Mgeri ne kımıldayabildi ne de cevap verebildi. "Neden döndün? Doğacak bebeğime yemin olsun ki eğer Kunt'a bir şey olursa sizi kendi illerimle teslim ederim." dedi sıktığı dişlerinin arasından. O esnada bir eli ile karnını kavrayan Loresima olduğu yerde iki büklüm kaldı. Mgeri düşmemesi için kadına hamle yaptığında kadının acı dolu haykırışı ile konukevi çınladı.

"Doğuruyor!" diyen kadınlar, Mgeri'nin elinden aldığı Loresima'yı az önce boşalan sedire telaşla yatırdılar. Birbirlerine emirler sıralarken Mgeri ile Moita'yı öfkeyle kovaladıklarında iki adam ne olduğunu anlayamadan kendilerini dışarıda bulmuşlardı.


Çevrimdışı Berweuli

  • **
  • 79
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: Berweuli
« Yanıtla #23 : 14 Ekim 2016, 15:19:50 »
Hanımlar ve Beyler

Kraliçe İlay, geldiği haber verilen konuğunu karşılamak için çalışma masasından kalktı. Elindeki mürekkep lekelerini mendili ile temizlemeye çalışırken yaklaşan ayak sesleri ile çaresizce içini çekti. Geç kalmıştı, Tongar Bey’i bu şekilde karşılamaktan başka şansı yoktu. Nasıl olsa tüm saray halkı ve kanatların Beyleri ile Hanımları bu hallerine alışmışlardı artık. Yüksek kapılar yanlara doğru açılırken sevilen bir dostu karşılamanın heyecanı ile Kraliçe’nin yüzüne geniş bir gülümseme yayıldı. İçeri giren, orta yaşı geçmiş, ihtiyarlıktan çok önce hafif kamburu çıkmış adama mürekkep lekelerine aldırmadan elini uzattı.

“Yine en son siz geldiniz, Tongar Bey.” Kraliçe'nin kuşların neşeli cıvıltısını andıran ince sesi ahenkle taş odaya yayıldı.

“Yaşlılık Kraliçem.” Tongar Bey, Kraliçe’nin beyaz elini alnına götürdükten sonra, karşısında doğrulabildiği kadar dik durmaya çalıştı. Kadının, elleri gibi beyaz teninde öne çıkan kahverengi gözlerine çevirdi bakışlarını. “Yataktan çıkmaya pek istekli olmayan dizlerime bu sıralar söz geçirmekte zorlanıyorum.”

Krallıkta Kraliçe’nin elinin öpülmesi Kral’a saygısızlık addedilir bu yüzden el sadece alna değdirilirdi. Bu ayrıcalığa da sadece Beyler ve Hanımları sahipti. 

Bey’i, çalışma masasının önünde karşılıklı duran koltuklara yönlendiren Kraliçe İlay, hafif bir kahkaha attı. “İnanın bugünlerde benim de dizlerim oldukça gürültü çıkarıyor.” dedi Kraliçe halden anlar bir hayıflanmayla.

“Prenses Azraf’ın çıkardığı gürültüden dizlerinizi duyabiliyor musunuz?” diye sordu Tongar Bey.

“Kızımın ağlamasını Quri’den bile duyabiliyor musunuz?” diyerek Kraliçe soruya soruyla karşılık verdi.

Krallığın Quri kanadının Bey’i olan adam gülümsedi. “İki yaşında olmasına rağmen kızınızın sesi şimdiden Quri’nin şarkıcılarını kıskandırıyor Kraliçem.”

Neşeli kahkahaları, hizmetçilerin sıcak içecek servisi için odaya girmeleri ile bölündü. Kuzeye bakan bu oda sarayın en soğuk odalarından birisiydi. Odada kapının karşısındaki duvarı kaplayan büyük şömineden yaz kış ateş, sakinlerinin önünden de sıcak içecekler eksik olmazdı. İki adet geniş penceresine rağmen yeteri kadar da aydınlanmayan odayı kullanmakta ısrarcı olan Kraliçe İlay, Kral’ın çalışma odasından uzaklığından dolayı burayı tercih ettiğini dile getirmekten kaçınıyordu. Kral’ın günün her saati ziyaretçi temposunun gürültüsünden kaçmanın bahanesi olarak kuzey ormanının önündeki mavi gölün huzurlu manzarasını kullanıyordu.

Ormanın üzerini kaplayan kar, soğuğunu odaya bırakırken büyük bir hararetle yanan şöminenin çıtırtılarına tabak ve fincanların el değiştirirken çıkardıkları tıngırtılar karışıyordu. Tekrar yalnız kaldıklarında Kraliçe eliyle, Tongar Bey’i sıcak çay ile sunulan küçük kurabiye ve poğaçalara davet etti. “Kral Konur diğerleri ile dün sabah ava çıktılar. Güneş batmadan dönmelerini umuyorum. Her ne kadar yarına kadar dönmeyeceklerine dair birbirlerini ikna etseler de bu soğuk havada bir gecede daha dışarıda kalmak istemeyeceklerine eminim.” dedi Kraliçe açıklama ihtiyacı ile.

“Toplantı çağrısını gördüğümde çok acil olduğunu düşünmüştüm. Anlaşılan o ki bir kaç gün daha bekleyebilirmiş. ”

Tongar Bey’in Kralı ve Beylerini yargılayan sözleri karşısında ciddileşen Kraliçe bardağını önlerindeki alçak sehpaya yavaşça bıraktı.

“Unutmayın ki sizi yarından önce beklemiyorduk. Ayrıca hiçbir zaman Moita’nın hain olduğuna inanmadığınızı herkes biliyor ama rica ediyorum bunu her yerde bu kadar açıkça söylemeyin.”

“Kraliçem, Kral Konur’un bu toplantıya beni neden çağırdığını düşünüyordunuz?” Babacan bir tavırla karşısında sıkıntıyla oturan Kraliçesine gülümsedi. “Elbette ki düşüncelerimi açıkça söylemem ve diğerlerinin de bunun aksini hararetle savunmalarını izlemek için. Kralı bu keyiften mahrum bırakmayı ikimiz de istemeyiz.”

“Kralın huzurundan bahsetmediğimi biliyorsunuz.” Kraliçe mürekkepli parmaklarını eteklerinin kıvrımları ile gereksiz bir örtme çabasına girişerek sıkıntısını atmaya çalıştı. “Keşke herkes kocam kadar sağduyulu olsa.” dedi kocasına duyduğu büyük bir inançla.

“Benim için endişenizin kıymetinin farkındayım Kraliçem ama inanın bu gereksiz. Benden istenilen neyse sadece onu karşılıyorum ne eksik ne fazla.”

“Biliyorum, aklımı böyle şeylere yormamalıyım.” diyerek kocasının sözlerini omuzlarını silkerek tekrarladı: yönetim işleri erkeklerin meselesiydi.

Tongar Bey, kadının sözlerindeki imayı sezmişti. “Benim için kendinizi yormayın yeterli Kraliçem. Ama toplantılara hanımlar da katılsaydı şüphesiz ki birçok mesele çok daha kolay hallolurdu.”

Kraliçe gözünün önüne düşen bir görüntüyle çapkınca gülümsedi. “Evet toplantı masanızı nakışlı örtülerle süsler, bu sene hangi rengin revaçta olduğunu saatlerce tartışabilir üstüne çocukların diş çıkarma sorununu da Krallığın en önemli meselesi ilan ederdik.  Bir de o kadar rahat bir şekilde toplantı masasında yiyip içemezdiniz. Kuşkusuz ipek örtülerimde şarap lekesine tahammül edemezdim. Her toplantı sonrası salonu nasıl bıraktığınızı bilmiyorum sanmayın.”

“Sanırım bu konuyu bir daha düşüneceğim.” Tongar Bey,  sahte bir ciddiyet tanınarak poğaçaların tadına bakmaya girişti. En son verdikleri moladan beri altı saat geçmişti.

“Hanımlar batı salonundalar. İsterseniz ikindi çayı için onlara katılalım.” Kraliçe teklifinin reddedilmeyeceğinden emin ayaklandı.

Tongar Bey, Kraliçe’yi takip ederken “Cevza çoktan akşam yemeğine geçmiştir.” diye hayıflandı içini çekerek.

“Kız kardeşinizin de geldiğinden haberim yoktu.”

“Cevza soğuktan pek hoşlanmıyor, Kraliçem.” Tongar Bey, kardeşinin kraliçeyi görmeden doğrudan hanımlara katılmasına kardeşi adına mazeretini sunarken özür diler gibi gülümsedi.

Kraliçe İlay, rahat nefes alabildiği değerli zamanlarının çoğunu odasına borçlu olduğunun bilincinde kadının kabalığını bağışlamaya dünden razı olarak odasından ayrıldı. Koridorda ilerlerken Kraliçe’nin özel muhafızları kapıdan ayrılarak birkaç metre geriden onları takip ediyorlardı.



Pencerenin önündeki genç kadın kollarını göğsünde çaprazlamış, zarif kaşlarını da kollarına uydurmuştu. Odadaki tüm kadınlardan daha uzundu ve incecik bedeni ile daha bir endamlıydı.  Sarı saçları özenle başının etrafında biçimlendirilmiş ve değerli taşlarla bezenmişti. Yeşil gözleri dışarıda her tarafı örten kar tanelerinin yere inişini bıkkınlıkla takip ederken içerideki konuşmaları dinlemiyor görünüyordu.

“Bir sonuca varamayacaklar. Adamda şeytan tüyü var. Sürekli ellerinden kaçıyor ama bu seferki birilerinin kellesini başından ayırabilir.” Cezva, elindeki fincandan koca bir yudum alarak sözlerine ara verdi. Karnına isabet eden hafif bir darbe ile fincanı telaşla önündeki sehpaya bıraktı. Uyarıya aldırmadan omuzlarını silkti. Abisi Tongar Bey gibi gözleri zeytin taneleri kadar iri duran kadın bir dal kadar zayıftı. Giydiği koyu renk elbisesi ile açık renk koltukta bir gölge gibi oturuyordu. Pencere önündeki kadına kaçamak bir bakış attı.

Cevza’yı uyaran Mira, orta yaşın üstündeki kadının felaketlerin üzerinde dolanan bir akbaba olduğunu düşünürdü çoğu zaman. Mira, Sifteri kanadının Bey’i Kezer ile evlenmeden önce de Cezva’yı tanırdı. Gençliğinde, başkentte katıldığı yemek ya da balolarda bir araya geldiklerinde Cezva'nın o zaman bile saray çevresindeki nahoş olaylar ile beslendiğine ve bunları konuşmaktan keyif aldığına birçok defa şahit olmuştu.

“Benim lafım Üç Göz Rebu'ya. Yoksa Ladre Bey’in bu işte hiçbir ihmali yok gözümde.” dedi Cevza sesini pencere önüne duyurabilmek için yükselterek.

Mira, içini çekerek son bir aydır iyice büyümüş karnına ellerini dayadı. Doğuma iki ayı vardı fakat bu kadın yüzünden bebeğini erken kucağına alabilirdi. İlk çocuğunu kendi evinde kendi yatağında doğurmak istiyordu, başkentte değil. Tombul parmaklarını karnında tempo tutarak sıkıntıyla oynattı. “Kezer Beyime göre Rebu’nun ilk beceriksizliğiymiş bu.” Kullandığı kelime yüzünden biran tombul yanakları kızardı. “Yani... bir kaçağı ilk defa yakalayamamış birisi için eminim Kralımız merhametle hüküm verir.” Konuya noktayı koymuşçasına tabağındaki yemişlerden birini ağzına attı, keyifle çiğnedi. Oldum olası iştahlı bir kadın olmuştu ama son günlerde daha sık acıkıyordu.

Cevza, fincanının üzerinden Mira’nın iyimserliğini alayla süzdü. “Moita’yı yakaladıkları gibi Rebu’yu da yakalasınlar önce. Sonra asarlar elbet."

Pencerenin önünden keyifli bir kahkaha odaya doldu. Maleni sırtını pencereye dönerek odadakilerle yüzleşti. “İşte buna içilir Cezva.” Çeşitli sıcak içecek ve yiyeceklerin renklendirdiği masaya yaklaştı. Sıcak şarabı kadehine döküp zarif bir şekilde kadehini kadına kaldırdı.

"Ladre Bey'e bir pusula gönderip sırra kadem basan adamı yargılamaktan konuşmak kulağa komik geliyor.” diyen Cevza, aldığı övgüyü perçinledi.

Mira iyimserliğine yöneltilen sıcak eleştirilere omuz silkti. “Tongar Bey ile Kraliçe nerde kaldılar acaba?” diyerek konuyu değiştirmeye yeltendi.

“O soğuk odada donup kalmışlardır." Cezva’ya soğuğun düşüncesi bile elleri ile kollarını ovuşturmasına yetmişti. “Bu soğukta beni başkente kadar sürükleme dedim abime ama bensiz o yolun çekilmeyeceğini söyleyip durdu.”

Maleni ve Mira, kadının omuzları üzerinden manalı bir şekilde bakıştılar. Cezva, yer yarılsa da kendisini içine davet etse merakından bu teklifi geri çevirmezdi. Tongar Bey’in bir kere söylemesi ile başkente gelirken yanına alacaklarının listesini zihninde yapmaya başladığına yemin edebilirlerdi.

Büyük oymalı kapılar ağır ağır açılırken konuşma yarıda kesildi. Kraliçe’nin yanında Tongar Bey ile gelişi odadaki bayanların hızla toparlanmasını sağladı. Mira iri karnını tutarak en son ayağa kalktı. Hafifçe eğilerek Kraliçelerini selamladılar.

“Gözümüz aydın Hanımlar. Beylerin bir yerleri donmuş ve akşama saraya dönüyorlarmış.” Mira’nın aksine kullandığı dilden utanmadan elindeki ufak kağıdı odaya doğru salladı. Mira’nın yanakları sevinçle aydınlanırken Maleni, halasına Kraliçe’ye kadehini hoşnutsuzlukla kaldırdı.

Çevrimdışı Berweuli

  • **
  • 79
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: Berweuli
« Yanıtla #24 : 23 Ekim 2016, 16:50:28 »
Kış güneşinin cimriliği üzerindeydi. Öğle vakti olmasına rağmen, ortamın loşluğunu kırmak için erken yakılan mumlar büyük odayı bir mabede çevirmişti. Fakat dikdörtgen masanın etrafına kurulmuş Beylerin rahat konuşmaları,küçük bardaklarda servis edilen kahveler bu kutsal mekanı sıradan bir kahvehaneye dönüştürmeye yetiyordu.

Güneyden getirilen kahve çekirdekleri kralından köylüsüne kadar tüm Krallığın ortak zevklerinden biriydi. Beyler de dışarıda geçirilen üç soğuk gecenin ardından iyi bir uyku çekmiş, zengin bir kahvaltı yapıp kahvelerini yudumlarken Kral’ın aralarına teşrif etmesini bekliyorlardı.

“Mira Hanım avın nasıl geçtiğini sormadı mı?” diyen Tongar Bey, yanında oturan uzun boylu genç adamın, fincanını yavaşça masaya bırakmasını ilgiyle izledi. Sifteri Kanadının Beyi,  Mira Hanımın kocası Kezer Bey,  kumral kısa saçları, tıraşlı yüzü ile kırk yaşından çok daha genç gösteriyordu. Ava olan merakı Mira Hanımın tüm çabalarına rağmen evlendikten sonra bile devam etmişti.

Dün, akşam yemeğini kaçıran kafile ıslak kıyafetlerinden kurtulup donmuş ayak parmaklarını ısıtmak için odalarına çekilmekte aceleci davranmışlardı. Tongar Bey, bekar olan Elebars haricindeki beylerin, üç gündür yalnız bıraktıkları Hanımlarından işittikleri azarları, özlem yüklü sitemleri az çok tahmin edebiliyordu. Bu sebeple kendinden esirgenen bilgiyi, Kezer Bey’in irice bir domuzu tek bir mızrakla indirdiğini, ava eşlik eden askerlerden öğrenmişti.

“Deli misin? Karım erken doğum mu yapsın? Elbette ki bütün avın başarısını Elebars’ın üzerine attım.” diyen Kezer Bey, bembeyaz parlayan dişlerini ortaya serdi. Karısına avlanmayacağına dair evlenmeden önce verdiği sözü hiçbir zaman tutamamıştı. Durum bu haldeyken avladığı hayvanların sayısından ya da cüsselerinden övünmenin keyfini sadece adamları ya da diğer kanatların beyleri arasındayken çıkarabiliyordu.

İsmini duyan Kuri Kanadı’nın beyi Elebars, “Domuz gelip mızrağının ucuna kendini attı deseydin. İki seferdir başarının günah keçisi ben oluyorum." diye hayıflandı. "Mira Hanım, bebeğinizi sevmeme izin vermezse sorumlusu sensin bilesin.” Siyah uzun saçları ile birleşen kısa sakalı genç Beyi yaşından daha olgun gösteriyordu. Ağır başlı hareketleri ve mantıklı kararları ise Bey'in görünüşünübir hayli pekiştiriyordu. Kuri Kanadı’nın beyi olduğunda yüzyıllardır atanan beyler arasındaki yazılı olmasa da en genç Bey unvanına sahip olmuştu. Krallıkta, Beyliğin babadan oğla geçmesi bir kural değildi elbette ama sıra dışı da olmamıştı hiçbir zaman. Kral Konur, iki sene önce Elebars’ın babası mülayim ve bilgeEkan Bey ölünce yerine hırslı ve cesur oğlunu atamakta bir sakınca görmemişti.

“Beni bile yaklaştıracağında emin değilim ve beyler hiçbirinize bu konuda söz veremem. Çok heveslenmeyin!” dedi Kezer Bey hayıflanarak. “Hem başkasının sana izin vermesini beklemek yerine, donanmadan başını kaldırıp karaya daha sık çıkarak bir hanım bul da kendi bebeğini kucağına al artık.” diye de ekledi hevesle.

“Aman Beyim, daha gencim. Geçtim çoluğu çocuğu bir kadının çenesi ile uğraşacak sabır bu bünyede hala mevcut değil. Hem bana gelene kadar önümde Ladre Bey var.” diyen Elebars imalı bir şekilde yanında kıpırdanan adamı işaret etti.

Ladre, Maleni’yle bir bebeği aynı odada düşününce içten içe keyifle güldü. Yine de “Maleni, pek halasına çekmemiş.” diyerek kestirip attı bu öneriyi. Yeğeni Maleni’den sadece birkaç yaş büyük olmasına rağmen Kraliçe İlay'ın anaç tavrı ve yakın zamanda üçüncü çocuğunu doğurmuş olması hele ki Maleni’nin çocukların yanındayken takındığı kasıntılı tavırları bilindiğinden Ladre’nin sözleri oda da yüksek perdeden kahkahalara sebep oldu.

“Maleni Hanım, Kraliçe’me ne yönden çekecekmiş .” Kral Konur’un odaya girişi ile tüm Beyler neşelerini kaybetmeden saygıyla ayağa kalktılar. Siyah kısa ve gür saçlarının arasından parlayan altın tacı belli belirsiz parlıyordu. Siyah kısa sakalları arasındaki ince dudaklarında gülümsemenin eksikliği ile oldukça keyfisiz görünüyordu.Beylerine oturmaları için eliyle işaret ederken uzun masanın başındaki büyük arkalıklı sandalyeye yerleşti.

 “Her yönden benzese dünyanın en mutlu adamı olurum.” diye cevap verdi Ladre, bariz bir şekilde yaltaklanarak.

Kral Konur, “En mutlu adam unvanını sana kaptırmaya niyetim yok Ladre.”dedi neşesiz bir sesle, ruh halinin sergileyerek. “Evet Beyler, lafı uzatmayalım. Üç gündür eteklerinizde sakladıklarınızı masaya dökün bakalım.”

Ladre rahatsızlıkla kıpırdanırken, Tongar Bey, kamburunu dikleştirmeye çalışarak masada ellerini birleştirdi. Başkente geç geldiği için Kral’ın ve Beylerin, resmi bir tartışmanın disiplininden uzakta da olsa başkente çağırılma nedenleri olan Moita’nın hala yakalanamaması üzerineyaptıkları kritikleri kaçırmıştı. “Rebu’nun sırra kadem bastığı doğru mu?” diye sordu yaşlı Bey kulağına çalınan bilgilerin doğruluğundan emin olmak istercesine.

 “Elimizin ulaşamadığı bir yerlere kaçtığı kesin.” dedi Elebars, açıklama yapmaya hevesli olmayan Ladre'nin yerine. “Adam Moita'yı yakalayacak kadar zeki ama elinden kaçıracak kadar da aptal." Adamın sesi küçümseme ile takdir arasında sıkışmıştı. "Yine de  o zaman da dediğim gibi Ladre tek başına Rebu ile anlaşmaya kalkışmamalıydı.” Moita'yı yakalamışken bir kaç kese altın için ki Ladre'nin daha fazlasını gönlünü eğlendirmek için harcadığı tüm Krallıkta bilinirken,  daha azı için Moita'yı elinden  kaçırdığını bilmek Elebars'ı öfkelendiriyordu. Toplantıdaki tavrını av boyunca da göstermekten kaçınmamıştı. “Kuzenini..." dedi kelimeyi vurgulayarak "...tek başına yakalamanın getireceği şöhreti ve ödülü kendine saklamak istemeni anlıyorum ama…”

 “İşin büyüklüğünü görünce adi herif vaat edilen miktarın iki katını istedi. Hemen altınları avucuna mı dökseydim?" diyen Ladre, Elebars’ın lafını aynı şiddetteki öfkesiyle kesti. Ladre’nin solgun teninde iri lekeler gibi duran çillerle bezeli yüzü hiddetle kırmızıya dönmüştü.Moita’nın anne tarafından kuzeni olmasına rağmen aralarında bir benzerlik bulmak oldukça zordu. Sakal yerine çillerin kapladığı, sarı pembe yüzü ile ince bedeni, düşük dar omuzları ile otuzunu geçmiş olmasına rağmen ergenliğini atlatamamış bir oğlan gibi görünüyordu. Omuzlarını oynatarak oturduğu yerde dikleşirken “Krallığın her bir sikke altınını korumak da benim görevim."dedi böbürlenerek.

Kral Konur, yaslandığı sandalyesinde hafifçe kımıldadı ve gülümseyerek kadehini Ladre’ye kaldırırken alaycı takdirini sundu.

“Yine de çok hevesli görünmeseydin keşke.” dedi Kezer, Kral'ın Ladre'ye kaldırdığı kadehe aldırmadan. Konur'un böyle toplantılarda Beylerinin farklı fikirleri hararetle tartışmasını engellemediği hatta ateşe odunlar attığı bilinirdi.

“Büyük ihtimalle seni görünce iştahı kabardı.” dedi Elebars da daha yoğun bir alayla. Moita’nın tekrar ellerinden kaçışından direk Ladre’yi suçlasa sözleri bu kadar ağır olamazdı.

"Beyler!" diyerek araya giren Tongar Bey olmasaydı, Ladre'nin kırmızı ardından mora dönen yüzünden ateşli bir tartışmanın başlayacağı belliydi."Beyler." diye tekrarladı Tongar, yeterince dikkat çektiğini kanaat getirince konuşmaya devam etti. "Rebu'nun peşinden gitmenin artık bize bir faydası yok. Moita'yı buraya zorla veya kendi ayakları ile getirerek Kralımızla yüzleştirmenin bir yolunu bulmalıyız. Ona kendisini savunması için söz vermek yerine yakalanır yakalanmaz idamını ilan ettik, affedersinizEkselansları ama gerçek bu." diyerek yaşlı adam, fikirlerinden dolayı özürlerini Kralına saygıyla başını eğerek gönderdi. "Üç koca yıl boyunca da bir zamanlar Beyimiz olanbir adamı domuz gibi kovalayarak avlamaya çalıştık ama gördüğünüz üzere başarılı olamadık."

"Adam bir tilki gibi kurnaz, kendi ayağı ile ölse gelmez." dedi Elebars, Tongar'ın nereye varmak istediğini anlamayarak.

Tongar Bey, hafifçe eğilerek kaşlarının altından Elebars'ı süzerken "Eğer gidecek bir yeri kalmazsa..." dedi.Tam yerinde susarak Beylerin ve Kral'ın kast edileni kavramasını bekledi.

Kezer kaşlarını çatmıştı. "Yuzini Kralı Aurang'ı, sığınma hakkı verdiği bir adamı kapı dışarı etmesi için nasıl ikna etmeyi düşünüyorsun, merak ediyorum doğrusu."

"Aurang, tok gözlüdür." diye araya girdi Kral Konur, ilk defa fikrini beyan ederek. "Ve sözüne sadıktır. Bu devirde zor bulunan bir meziyet." Küçümseyici dudakları alayla kıvrıldı.

"Kralım, sizinkinin yanında Kral Aurang'ın sadakatinin lafı edilemez." dedi Tongar Bey. "ama üç yıldır yakalayamadığımız bir kaçak; düşmanlarımızın yüreklerine saldığımız korkuyu silecek, dostlarımızın gözündeki itibarımızı düşürecek niteliktedir."

"O halde Yuzini Krallığına bir gözdağı vermenin vakti geldi geçiyor bile!" diye öne atıldı Ladre, kaçak kuzenini ellerinde hissetmenin ateşi ile.

"O kadar aceleci davranma Ladre." diye uyardı Kral Konur, Beyi'ni. Elebars'a dönerek kara gözlerini bir süre düşünce ile kıstı. "Aşkar geçidindeki gemilerin durumu nedir?"

"Gemilerimizin karşısına çıkacak bir güç ve yürek Galvorn'da yok, majesteleri."

"Bir kaç balıkçı köyünü denizden yağmalamaktan bahsetmediğini umarım." dedi Kral koltuğunda biraz daha arkaya yayılarak.

Vareste ile yüzyıllardır süren savaş bir kaç aydır fırtına öncesi sessizliğine gömülmüştü. Denizden ya da kuzey doğudaki Aşkar geçidi üzerinden devam eden vur-kaçlar ve sızmalar artık olağan bir hal olarak kabul görüyordu. Krallık Vareste ile batı arasındaki tek sağlam duvardı. Krallığın batısındaki ufak tefek beylikler ya da ülkeler, Vareste’nin yağmacı ve zalim saldırılarından korunmanın yolunun Krallık olduğuna güvenerek yıllar önce imzaladıkları paktın üzerine mühür basmaktan öteye geçmeyerek,bu savaşta Krallığa yardımcı olmak adına hiçbir çaba göstermemişlerdi.

Kral Konur babasının ölümünün ardından altın bir taç ile kıtadaki en büyük topraklarave büyük bir donanmaya sahip olmuş buna rağmen doğuda sürekli tetikte bekleyen bir düşman ile batı da ise büyük bir çöl devralmıştı. Denizde ne kadar başarılıysa karada savaşacak kadar deneyimli ve güçlü bir ordunun eksikliğini, Moita’nın babası tarafından savaşlardaki başarıları ile Mekotoni Beyi olması ile hızla kapatmaya başarmıştı başarmasına fakat Moita'nınGalvorn ile anlaşıp ezeli düşmanlarına bilgi sızdırması ile kara kuvvetleri deneyimsiz ve beceriksiz Ladre’nin eline kalmıştı.

"Kralım, Aşkar geçidine gönderdiğimiz donanmanın ardından güney doğudaki hareketlilik gözle görülür şekilde azaldı." dedi Elebars durumu bir kaç cümle ile özetleyerek.

"Moita'nın Aşkar geçidine donanmayı kaydırmamıza neden ısrarla karşı çıktığı buradan da anlaşılıyor Kralım. Galvorn ile danışıklı hareket ettiği besbelli." diye lafa atladı Ladre kuzenini kötüleme fırsatını kaçırmayarak.

"Yuzuni Kralı Aurang'a bir ulak gönderin." dedi Kral Konur, kısa bir an eline yasladığı çenesini sıvazlayarak. Beylerinin, Krallarının amacını anlaması ile ağızlarından dökülecek olan itirazlar oracıkta mırıltılara dönüştü. "Aurang'a diyin ki Moita'yı ya kendi elleri ile teslim eder ya da bir kaçağı beslemenin sonuçlarına katlanır."  Kral Konur'un sandalyesini iterek kalkması ile tüm Beyler saygı ile onu takip ettiler. Toplantı kısa sürmüş ama uzun süredir kafaları meşgul eden bu mesele en azından bir karara bağlanmıştı.



Not: İlk defa karşılaşılan karakterlerin çokluğundan dolayı buraya kısa bir liste koymak istiyorum. Umarım yardımcı olur :)

Krallığın Kanatları

Mekotoni -(Kızıl Şahin)

      Beyi: Ladre. Sarışın, 30 yaşlarında. Karısı Maleni.

Kuri –(Aladoğan)

      Beyi: Elabars:  (Elebars'ın babası : Ekan) Kumral , 28  yaşında.

Quri -(Kuzgun kuşu)

      Beyi: Tongar. 50 yaşlarında, ergenlikten kalma hafif kambur. Hiç evlenmemiş. Kız kardeşi Cevza, 45'inde dul.

Sifteri –(Atmaca)

      Beyi: Kezer. Kumral 40'lı yaşlarda. Karisi Mira 25'inde tombul beyaz tenli


Çevrimdışı Berweuli

  • **
  • 79
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: Berweuli
« Yanıtla #25 : 28 Ekim 2016, 10:18:50 »
Kardan Ev

Uli, bir önceki gece ihtişamla hükmünü ilan eden kar yağışının uyuyan evlerin kuytuluklarında tipiye dönüşmesini penceresinin ardından izlerken hissettiği özlemi ve dışarı çıkma arzusunu zorlukla bastırmıştı. Güneş bembeyaz bir örtünün üzerine doğduğunda yatakta daha fazla kalamayacağını anlayarak kendisini dışarı atmış, Okro'yu görmek için barınaklara uğradığında kar ve soğuk nedeniyle kafeslerdeki bazı hayvanların küçük çadıra taşındığını öğrenmişti.

Sert esen rüzgar,  iğneden sivri kar tanelerini yüzüne savururken pelerinin başlığını keyifle arkaya attı   ve  çadırın önünde durarak yüzünü gökyüzüne kaldırdı. Hava kar kokuyordu, doğup büyüdüğü yer gibi kokuyordu. O esna da 'Beni istemeyip gönderdikleri yer gibi' diye düşünmeden edemedi. Ardında kalan her şeye rağmen soğuğu ve bu beyaz örtüyü özlediğini inkar edemezdi. Eriyen kar tanelerinin ıslattığı yüzüne hüzünle karışık bir gülümseme yayıldı. Burası yeni evi olabilir miydi bilmiyordu ama o çok sevdiği soğuğa ve kara, birkaç gün ya da birkaç hafta da olsa burada sahipti. Yerden bir avuç kar alarak keyifle içeriye girdi, Okro'yu da bu eğlenceden mahrum etmeyecekti.

Çadırın karanlığını kırmaya çalışan kıyıda köşede yanan birkaç meşalenin yardımına ortaya yakılmış kocaman bir ateş yetişiyordu. Uli kafesler arasında dolaşırken pelerinini saman balyalarının üstüne attı. Okro’nun kafesini büyük kedilerininkinin arasında göremeyince platformunun arkasına dolandı. Gösteri için sırasını bekleyenlere ayrılmış olan kapalı alana dayanmıştı fakat kafes boştu.

Platformu çepeçevre dolanan demir parmaklıklara girişi sağlayan kapının sürgüsünü çeken Uli, “Okro!” diye kapalı alana seslendi. İçeriden gelen homurtu üzerine “Anlaşıldı, yerin değiştirildi diye huysuzsun bu sabah.” diye yorumladı kaplanın keyifsiz seslerini. Arkasından kapıyı kapatırken platformun sonundaki bölmeden çıkmakta nazlanan Okro'nun gerinerek esnediğini pençelerinin ahşapta çıkardığı seslerden tahmin etti. “Suyu sevmiyorsun, biliyorum ama dışarıda çok güzel kar yağıyor.” Muzip bir pırıltı ile bakışları, havaya atıp tuttuğu kartopunu takip etti.

Kapalı alandan fırlayan, dışarıda yağan kar kadar beyaz kaplan üzerine atladığında “Boz!” diye dehşetle soludu. Şaşkınlık ve korku ile havaya attığı kartopunu yakalamayı unutmuştu.

Kızı sırt üstü yatıran Boz'un oyun oynamak gibi bir niyetinin olmadığı açıktı. Uli, ince kollarını kendini korumak için kaplanın boynuna dayayarak milim milim yüzüne yaklaşan sivri dişleri uzaklaştırmak için beyhude yere uğraştı. Parmaklarını Boz ile bağlantı kurabilme umuduyla beyaz kürkün içine gömdü ve Okro’da olduğu gibi, kaplanın bedenine ulaşmaya çalıştı. Fakat parmak uçlarından zihnine dolan Boz’un katıksız nefreti ile nasıl baş edeceğini bilemedi.

Beyaz kaplan, sanki kızın çabalarının farkındaymışçasına Uli’nin ellerinden kurtulmak için hırlayarak silkindi ve kızı parmaklıklara doğru fırlattı. Uli, demir çubuklara sertçe çarparak durduğunda acıyla haykırdı. Fakat kafeslerinde hapis, hayvanlardan başka onu burada duyacak kimse olmadığını biliyordu. Boz'a dokunarak bir tehdit olmadığına onu ikna edebilmek, önyargısını yıkıp ördüğü duvarların ardına ulaşabilmek için Uli’nin anlık temaslardan daha fazlasına ihtiyacı vardı. Boz ise sanki bunun farkındaymışçasına onu parmaklıklara fırlatarak az önce aralarına uzun bir mesafe koymuştu.

 Şimdi ise buz mavisi gözleri ile Uli'yi bir insan gibi süzüyordu. Doğrulmaya çalışırken Boz'un ona doğru gelişini korkuyla izledi. Burada can mı verecekti,  bir evim olabilir dediği bu yerde mi ölecekti?

Uli, olamaz, diye panikle inledi. İncelip daralıp demir parmaklıkların arasından kaçabilecekmişçesine sırtıyla arkasına yüklenmeye ne kadar çalışırsa çalışsın keskin tırnakların hedefinden uzaklaşmasının yolu yoktu. Nefret dolu kaplan kolunu birkaç yerden yardığında acıdan bembeyaz kesilen dudaklarından keskin bir çığlık daha döküldü.

Sanki tiz sesinden rahatsız olan Boz'un geri çekilip önünde sinirle bir tur atmasını fırsat bildi, lime lime olmuş gömleğini kızıla boyayan kanı durdurmakla oyalanmak yerine Uli sonunda ayağa kalktı. Kapıya ulaşmalıydı. Olabildiğince hızlı bir şekilde parmaklıklar boyunca yürümeye çalıştı. Bu arada neredeyse tüm bedenindeki kanın kolundaki yaralara doğru yürüdüğünü hissediyordu. Göz açıp kapayana kadar derin yarıklar birleşip üzerlerini pürüzsüz bir deri ile örterken beyninde zonklayan acı da aynı hızla kayboldu.

Daha bir kaç adım atabilmişti ki Boz, Uli’nin sol bacağına güçlü bir pençe attı. Etini parçalayan tırnaklar kemiğine gömülürken Uli yere düşmesini avantajına çevirmek isteyerek bedenini kaplanın sırtına bir çuval gibi bıraktı. Bacağındaki yara gözle görülür bir hızla kapanıyor, Uli günlerce sürecek bu iyileşmeyi saniyeler içinde gerçekleştiriyordu. Buna rağmen kendini toparlamasına fırsat bulamadan karnının yanına saplanan acı ile afalladı. Beyaz kürkü kavrayan parmakları gevşedi. Sırtı üstü arkaya düşerken az önce iyileştirdiği koluna gömülen dişlere aldıracak dermanı kalmamıştı. Sağlam eli karnına gittiğinde parmaklarının arasından sızan kanın sıcaklığına rağmen titredi. Yanındaki yaralar öncekilere kıyasla bu sefer çok daha yavaş iyileşiyordu. Gücü azaldıkça iyileşme hızı düşüyor, yaralar uzun süre açık kaldıkça gücü de tükeniyordu.

Bir şeyler yapmazsa bu kafeste ölecekti.  Kendi kanıyla boyanmış elini Boz’un göğsüne dayadı, umutsuzca hayvanın bedenini kontrol eden hislerine ulaşmaya çalıştı. Önceki gibi yoğun bir şekilde hissettiği nefret kaplanın damarlarında dolaşıyor, tüm hücrelerinden Uli’nin zihnine doluyordu; onun düşmanı olmadığına ikna etmek için dokunuşları ile adeta yalvardı, sakinleşmesi için zorladı ama aşamadığı güçlü bir engelle karşılaştı. Fakat bu sırada kaplanın tüm direnişinin arasında hızlanmış kalp atışlarını yakaladı. Uli, kendinden başkasının bedenindeki en küçük zerreye bile ulaşarak normalden daha hızlı iyileşebilmeleri için kendi yeteneğini onlara aktardığı gibi Boz’un kalbini de durmaya zorlayabilir miydi? Bu fikir ile bir an dehşete kapıldı. Şuana kadar yeteneğini bir canlıyı öldürmek için kullanmamıştı, şimdi de yapabileceğinden emin değildi.

Boz’un çenesinin kapandığı kolundan tüm bedeninde yankılanan acı ile düşünceleri dağıldı. Çığlıklarını göğsünde kalmaya zorlayarak dişlerini sıktı. Bir şey demir parmaklıklara vurmaya başladığında birbirlerine dolanmış Boz ile Uli aynı anda şaşkınlıkla döndüler.

Oguz bastonunu parmaklıklara vurarak gürültülü bir şekilde varlığını belli ediyordu. Uli, platforma girmiş oğlanın ağır aksak yürüyüşüne dehşetle baktı. Boz’un hırlamaları yeni gelene yöneldiğinde istediği ilgiyi elde eden oğlana “Git buradan! Git ve yardım çağır.” diye bağırdı. Oğlan'ın Boz'un karşısında hiç bir şansı yoktu.

 “Bu bacakla…” dedi Oguz alayla. “Ben yardım getirene kadar seni parçalara ayırır.” Kapıdan daha fazla uzaklaşmaya cesaret edemeden kaplanın kendisine gelmesini bekleyerek parmaklıklara vurmaya devam etti.

Uli, oğlana doğru hareketlenen Boz’u tutabilmek için boşuna çırpındı. Beyaz kürkler parmaklarının arasından kayarken üzerlerinde kırmızı lekeler bırakmıştı. “Hayır Boz!” diye haykırdı Uli ümitsizlikle.

Oguz, diğer elindeki ince boruyu ağzına götürdü ve bastonuna sıkıca dayanırken tüm gücüyle üfledi. Tüylü bir iğne borudan ileriye doğru fırladı ama hızla hareket eden kaplanı ıskaladı. Bakıcılar sakinleştiremedikleri hayvanları iğnenin ucuna sürdükleri, Opampe'nin hazırladığı, özel bir karışım ile bayıltırlardı. Oguz birçok sefer Kusta'nın bu boru ile hedefi vurduğunu izlemişti ama uygulamaya gelince o kadar da kolay olmadığını fark etti. Elindeki diğer iğneyi boruya yerleştirirken titriyor, korkudan bir gözü kaplana kayıyordu. "Hadi ama... hadi..!" Boruyu doğrultamadan çoktan oğlana yetişen Boz sanki zayıf yanını biliyormuşçasına sakat ayağına dişlerini geçirip kopartmak istercesine kafasını silkeledi.

Oguz "Lanet olsun!" diye haykırırken sırtüstü yere serildi ve boru elinden uzağa fırladı. Bacağını kopartmaya azmetmiş kaplana, düşerken bile sıkıca yapıştığı bastonunu tüm gücüyle indirdi. Bir adım geri çekilen Boz, hız alarak oğlanın üzerine tekrar atıldı ve bastonu dişleyerek elinden koparıp kenara fırlattı. Oguz, bastonun arkasından dehşete baktı. Boruyu ardından da bastonunu kaybetmişti. Kafese girerken ne bekliyordu ki? Tek bacaklı kahraman! Bütün kasabayı dehşete düşüren kaplanı bastonu ile dize getirip kızı kurtarmayı mı?

Oguz, bakışlarını korkuyla kaplana çevirdi. İşte onun boğazını parçalamaya geliyordu. Gözlerini kapamadan önce en son hayvanı ona doğru atlarken havada gördü. Sonrasında kaplanın ağır bedenini hızla üzerine düştüğünü hissetti. Bir kaç saniye sivri dişlerin boğazına saplanmasını bekledi. Fakat beklediği olmayınca sımsıkı yumduğu gözlerini merakla açtı. Boz'un yüzü ile kendisininkinin arasında sadece bir kaç santim vardı ama kaplanda tek bir hareket yoktu. Oguz ne olduğunu anlayamayarak gözlerini kırpıştırdı. Kaplanın kıpırtısız kafasını parmağıyla yokladı. O anda Uli'nin kaplanın arkasından üzerine eğilmiş yüzüyle burun buruna geldi.

"Yetişemeyeceğim sandım." dedi Uli nefes nefese. "İyi misin?"

"Ne oldu? Neden hareket etmiyor?" diye sordu Oguz. Sanki hayal kırıklığına uğramış gibiydi.

Uli "Bilmiyorum. Bayılmış olmalı."  dedi umursamayarak.

Uli, Boz'un iri bedenini oğlanın üzerinden kenara almak için eğilirken oğlan kapalı olmalarına rağmen her an canlanacakmış gibi kaplanın gözlerine dikmişti bakışlarını. Sonunda kaplandan gözlerini ayırıp kıza dönebilen Oguz, bakışlarını Uli'nin karnında kapanmaya yüz tutan yaralara dikti. Saniyeler içerisinde arkalarında kandan izler bırakarak sanki hiç var olmamışlar gibi gözlerinin önünde kayboldular. Kafesin dışındayken Boz'un kıza geçirdiği pençelerini görmüştü ve şuanda Uli, sanki hiç bir şey olmamış gibi kaplanı üzerinden kaldırmaya uğraşıyordu. Onun normal olmadığını biliyordum, diye düşündü haklı çıkmanın sevinciyle.

Oğlanın nereye baktığını fark eden Uli, soru sormasına fırsat vermemek için atıldı. "Bacağın nasıl?"

Oguz, kaplanın ağırlığından kurtulduğunda bacağındaki yaranın farkına varabilmişti. Ölüm ile karşı karşıyayken tamamen yok saydığı acı korkunun yok olmasının ardından tüm ihtişamı ile geri dönmüştü. İki eli ile kavradığı baldırlarını sanki kanın akmasını durdurabilecekmiş gibi sıktı.

Uli, oğlanın bacağının üzerine endişe ile eğildi. Kötü hırpalanmıştı, anormal bir şekilde bükülmüş olan ayak büyük ihtimalle bilekten kırılmıştı. Oguz’a durumu anlatmaya isteksiz "Hadi buradan çıkalım.” dedi doğrulurken. “Boz her an kendine gelebilir. Uyandığında burada olmak istemiyorum." Oğlanı koltuk altından tutup aya kalkmaya zorladı.

 "Kusta'nın iğnelerini yiyen bir hayvan bir saatten önce uyanamaz." dedi Oguz, Uli'nin hızlı davranması için yaptığı telaşa gerek olmadığını anlatmaya çalışarak.  Kıza yardımcı olmak için sağlam bacağına dayanmaya çalıştı.

Uli, oğlanı tekrar yere bırakırken "Hangi iğne?" diye şaşkınlıkla sordu. Boz'u bayıltmak için o garip boruyu ve tüylü iğneyi kullandığını sanan oğlana bir an bocalayarak baktı." Tabi tabii. İğne..." dedi en sonunda daha fazla sorgulamayarak.

"Kaplanı iğne ile bayıltmadın değil mi?" diye sordu Oguz hızlı bir kavrayışla. Acısına rağmen hala merakının peşinden gidiyordu.

"Bacağın kötü görünüyor. Hemen Opampe'yi çağırmalıyız. Hadi biraz gayret et. Seni tek başıma taşıyamam." dedi Uli, oğlanı azarlarken onunla göz göze gelmekten kaçınarak.

"Burada neler oluyor?"

Arkalarından gelen öfkeli bir ses ile donup kaldılar. Oguz ve Uli, Livan ve Kusta'nın platformun girişinde dikilen siluetleri ile yüz yüze geldiklerinde ne diyeceklerini birbirlerinden sorarcasına telaşla birbirlerine baktılar, ne kadar tuhaf göründüklerinin farkında değillerdi.

"Sonra açıklarım. Lütfen önce buradan çıkalım." diye isyan eden Uli, oğlanı tekrar kaldırmaya yeltendi.

 Kıyafetleri parçalanmış, kana bulanmış kızın yaralı olup olmadığını anlayamayan Livan kuşkuyla kaşlarını çattı. Eğer yaralıysa bile kendisinden çok Oguz için endişeli görünüyordu. Daha sonra açıklayacağını söylememiş miydi? O da bekleyebilirdi.  Kızı kenara iterek bacağı kan içinde kalan oğlanı belinden kavradı.

Livan ve Kusta’nın ardından platforma girmiş olan Acar, yaralı olduğu belli olan oğlana aldırmayarak kaplanın önünde diz çöktü. Bedeni yoklayarak bir yara ya da her hangi bir kalp atışı bulabilmek için kan lekeli beyaz kürkün üzerinden hayvanın göğsünü hızla kontrol etti.

"Kalp atışları hafif de olsa düzenli." dedi Acar, Boz'un durumunu az ilerideki Kusta’ya açıklayarak.

Yaşlı Bakıcı ise Oguz'un bastonunu, boru ve iğneyi eline alarak yardımcısına döndü. "Bayılmış olmalı. Bu yarı akıllılar..." başıyla perişan haldeki ikiliyi işaret etti. "En azından kafese girerken bunları yanlarına almayı akıl etmişler."

Kaplanın üzerinde herhangi bir iğne bulamayan Acar, yanına gelen Kusta'ya kuşkularını açıklama fırsatı bulamadı. O esnada başını yerden kaldıran kaplan boş bakışlarını önündeki genç adama dikti. Acar doğrulurken belindeki kamçıyı hızla eline aldı ve Kusta'yı çıkışa doğru itti. Boz, uyuşukluğundan kolayca kurtulacak gibi görünmüyordu. Yine de şansını zorlamak istemeyen Acar, kamçıyı kullanmasına gerek kalmadan Kusta’nın ardından demir parmaklıklardan çıkıp kapıyı kilitledi.

Livan saman balyalarına Oguz’u dayamış ve platformdan çıkan Acar’ı gözüne kestirmişti. “Hemen Opampe’yi getir ama olanları anlatma.” diye uyardı genç adamı. Oguz’a ters bir şekilde bakarken. “Buraya gelene kadar kalbine inmesin zavallı kadının.” diye ekledi.

“Opampe’yi telaşlandırmanıza gerek yok.” diye atıldı Oguz nefes nefese. Yüzü acı ile solmuş, havanın soğuğuna rağmen alnında terden damlacıklar oluşmuştu.

O sırada Uli oğlanın bacağına eğdiği başını hızla kaldırdı. Oguz ile göz teması kurmaya çalıştı fakat oğlan ona aldırmadan konuşmaya devam etti.

“Pulera da bacağımı iyileştirebilir. Hem de daha hızlı bir şekilde.” dedi Oguz, Reis'e.

“Hayır… Hayır, ben daha o kadar bilgili değilim.” derken Uli ayağa kalkıp birkaç adım geriledi. Sanki oğlanın bacağını iyileştirmesi için zorlayacaklarmış gibi panik içindeydi. “Opampe’ye şişe getirip, şişe vermekten öteye geçemedim daha. Hem parmağınıza kıymık batsa bile çıkaramam.” Ümitsizce çingenelerin Reis’ine baktı. Uzun boylu adamın kaşları neler döndüğünü anlamaya çalışırken birleşmişti.

“O yüzden mi bacağımı dikkatle inceliyordun.” diye çıkıştı Oguz Uli'ye. “Hem Acar’ı da Pulera iyileştirdi.” derken bu kez Reis’e döndü onu ikna edebilmek için.

Uli, bir an oğlanı da Boz’a yaptığı gibi bayıltarak susturmak istedi. Kusta’nın yanında şaşkınlıkla dikilen Acar ile göz göze gelen kız, kafasını Oguz’un sözlerini reddederek iki yana salladı. 

Livan,  Oguz’un yüzünü görebilmek için çömeldi ve elini oğlanın omzuna yerleştirip sıktı.  Oguz’a bakmaya devam ederken  “Acar, Opampe’yi hemen buraya getir.” diye emretti.

“Ama…” diye itiraz edecek olan Acar'a geçit vermez bakışlarını çeviren Livan,  başıyla çadırın dışını işaret etti.

Acar yanlarından ayrılmadan önce “Gelince bir açıklama istiyorum.” dedi neden uzaklaştırıldığını anlamayarak.

Acar'ın gittiğinden emin olan Livan, oğlanın başına eğilerek "Ne söylediğinin farkında mısın, evlat?" diye sordu.

Yüzü solmaya başlayan Oguz, artık dönmeye başını durdurmaya çalışırken kısık sesle konuşmaya başladı. “Pulera’yı Acar’ın başında gördüm. Beni fark etmedi. Zaten Acar ile yalnız kalabilmek için bir önceki gece de herkes uyurken aşağıya indiğini görmüştüm fakat muhtemelen o gece aşağıda Dina kaldığı için hemen yukarı çıkmıştı.”  Karşısındaki balyalara dayanmış olan kıza özür dilercesine baktı. “Ertesi akşam tekrar aşağıya indiğini fark edince dayanamadım gizlice izledim. Opampe gece bir doğum için çağrılmıştı ve Acar bu kez yalnızdı. Nasıl yaptı bilmiyorum ama sadece dokunmasıyla yaranın etrafındaki iltihapların anında yok oluğunu gördüm. Ama Acar’ı az önce kendisine yaptığı gibi tamamen iyileştirmedi. Sanırım şüphelenmemizi istemediği için işini yarım bırakmış, Acar'ın ölmeyeceğinden emin olacak kadar iyileştirmişti.” Yalvaran bir yüzle Livan’a döndü. “Reis, Pulera’nın beni iyileştirmesine izin vermelisin. Bunu yapabilir. Belki tekrar yürüyebilirim. Lütfen Reis.”

“Oguz’un söyledikleri doğru mu?” diye sordu Livan kıza dönerek.

Reis’in sır vermez ifadesinden ne düşündüğünü anlayamayan Uli, başını onaylayarak salladı. Durwa’nın gözetimindeyken sırlarını saklamak ne kadar da kolaydı. Tek başına kalınca eline yüzüne bulaştırmış ve ne olduğunu kolayca anlamışlardı. İnkar etmek için çabalamanın bir anlamı yoktu artık.

“Oguz’u da şimdi, burada iyileştirebilir misin?” diye sordu Livan aynı ciddiyetle.

Tekrar bir şey söylemeden söyleyemeden başını sallayan Uli, yerinden kalkarken ellerdeki kanları tuniğine silmeye çalıştı. “Biraz su alabilir miyim?” Livan’ın sorarcasına baktığını görünce “Kendim için istiyorum. Biraz güç toplamam lazım.” dedi açıklayıcı olmasın umarak.

Kusta su için kafeslerin arasında kaybolurken, Reis birkaç adım geriye çekilerek uzun boyuyla balyalar arasındaki boşluğu doldurmuştu.

Konuşurken dayandığı yerden gittikçe kayan Oguz, güçlükle de olsa sırtını dikleştirip oturur hale geldi yeniden. Uli’nin oğlanı olacaklardan haberdar etmesi gerekiyordu. “Normalden daha hızlı iyileşmen demek hiçbir şey hissetmeyeceğin anlamına gelmiyor. Eğer sadece Boz'un açtığı yaraları iyileştirecek olsam sorun değil ama sakatlığını da iyileştireceksem bir kaç kemik kırmam gerekebilir bu da emin ol canını çok yakacak.” Uli sanki Oguz’un acı çekmesinden keyif alır gibi belli belirsiz gülümsedi. “Hem de çok fazla acıyacak. Bacağınla ilgilenmeye başladığımda ne kadar kötü olursa olsun senden dikkatimi dağıtmamanı istiyorum. “ diyerek oğlanı uyardı. Uli, Kusta’nın eline tutuşturduğu matarayı günlerdir susuz kalmış biri gibi içip boşaltmadan önce “Onu sıkıca tutmanızı istiyorum.” dedi.



Uli, ters dönmüş bileği hızla çekip çevirirken Oguz’un feryadı çok uzaklardan geliyordu. Oğlanın tüm çırpınışlarını Livan ve Kusta’nın tutuşlarına bırakmıştı. Bileği iki eli kavradı. Tüm yorgunluğuna rağmen genç bedene nüfuz etmek bir kaplanı dize getirmekten çok daha rahattı. Belki de Boz’un katı direnişinden sonra oğlanın teslimiyeti işini daha da kolaylaştırıyordu. Oguz’un bedenine sakin olmasını telkin etti. Anında da sonucunu aldı, oğlanın nefes alışları yavaşladı, kalbi daha yavaş atmaya başladı.

Her zaman yaptığı gibi hemen iyileştirmek yerine tuttuğu bedende kısa bir keşfe çıktı. Baldırındaki diş ve pençe yaralarının haricinde ayak bileğinde yanlış kaynamış iki kemik buldu. Opampe’nin kendi torununu iyileştirememesini şimdi anlıyordu. Eklemdeki o üç parçayı düzgün bir şekilde birleştirse bile kemiğin kaynaması için gereken günler boyunca kaydırmadan onları bir arada tutabilmek çok zordu. Usta şifacı bile bu kadarını yapamazdı ama Uli o küçük kemiği tekrar üç parçaya ayırıp dakikalar için de tekrar birleştirebilir, ardından da Boz’un açtığı yaraları iyileştirebilirdi.

Reis’i olacaklardan uyarmadan bileği sıkıca kavradı. Verdiği komutla kırılan kemiğin sesi Oguz’un çığlıkları arasında kayboldu ve ardından diğeri geldi. Oğlanın acısını hissedebiliyordu yine de tutuşunu hafifletmedi. Kendi gücünün parmaklarından bileğe akışına izin verdi. Parçalar, hava da uçuşan kar taneleri gibi yer değiştirip birleşirken yorgunluğu ağır basmaya başladı. Beynindeki karıncalanmaya aldırmamaya çalıştı. Kısa süre içinde oğlanın baldırındaki kırıklar da bileği ile birlikte kaynamaya, bacağındaki diş ve pençe ile açılan yaralarda kapanmaya başladı.  Son hücreye kadar tutamayacağını hissettiğinde Uli, kendisinin ve Boz'un kırdığı kemiklerin birleşmesi ile elini hızla çekti. Sırtı çadırın saman serili zeminine çarptığında bir süre gözünü açamadı, kendi nefes alış verişlerinden başka bir şey duyamıyordu.

“İyi misin?”

Uli, bir an Reis’in kalın sesini hayal ettiğini zannetti. Başını hafifçe salladı. Yan yatarak dizlerini karnına çekerek sarıldı ve “Çok yorgunum.” diye mırıldandı.

Çevrimdışı Berweuli

  • **
  • 79
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: Berweuli
« Yanıtla #26 : 02 Kasım 2016, 15:32:52 »
Uli, gözlerini açtığında, buraya nasıl geldiğini hatırlayamasa da kendi yatağında yatıyordu. Yorganı üzerinden attı ve gerindi. Zihni açık vücudu ise ağrısızdı. Kalkarak sımsıkı kapalı perdeleri merakla araladı, dışarısı karanlıktı. Sokak fenerlerinin ışığında kar yağışının devam ettiği anlaşılıyordu. Hafifçe gülümsedi; en azından kar yağışını hayal etmemişti. Sabah tüm yaşadıklarına rağmen hala erimemiş oldukları için mutluydu.

Odasının dışından gelen seslere bakılırsa Opampe’nin misafirleri olmalıydı. Uli'nin yavaşça kapıyı açması ile sofadaki tüm başlar ona döndü. Livan, Dina’nın yanında oturmuş, bir kolunu kadının omzunda dinlenmeye bırakmıştı. Oğuz, masada oturan Reis'in ve Dina’nın arkasındaki divanda, arkasında yığılı yastıklara sırtını, ayağının altındakilere de bileğini dayamış, oturuyordu. Yüzü, bir köşede gürül gürül yanan sobanın sıcaklığı ile mi yoksa neşeli ruh halinden mi bilinmez sağlıklı bir kırmızılıkla parlıyordu.

Uli'nin bakışları, divanın yanına çektiği bir sandalyeye kurulmuş ve uzun bacaklarını üst üste atmış oturan kişiye hayretle takıldı, Vasili… Diğerleri neyse de Opampe’nin eski ve küçük odasında en son görmeyi düşüneceği kişi oydu. Bu adam, bir akşam Okro’yu ziyaretinden dönerken karşısına çıktığında hissettiği korkuyu şu anda tekrar yaşatıyor, kum rengi, kısa saçları, gri gözlerinin sert ifadesini yumuşatamıyordu. Peki, neden buradaydı? Onu yine sorgulamak için mi? Genç adamın varlığı başlı başına bir olayken sağ yanında hissettiği hareket ile dondu kaldı.

Dumanı tüten kupaların dizildiği ağır bir tepsiyi taşıyan Opampe’nin ardı sıra mutfaktan çıkan Kusta, kıza keyifle göz kırptı. Uli de şaşkınlıkla yaşlı adama gözlerini kırpıştırdı. Sirkin hayvan terbiyecisini ehlileştirip bildiğin ev dedesine çevirmiş olan Opampe ise tabak tabak yiyecekleri yığdığı tepsi ile yanından aceleyle geçti.

Uli’nin mutfak tarafına beklenti dolu bakışını fark eden Dina, “Bu gece çocuklara Elissa bakıyor.” diye açıkladı.

Uli, Dina’nın en büyük kızı Elissa’yı hatırlıyordu. Babası Livan gibi uzun boyluydu, annesinden çok üvey abisi Vasili’nin havası vardı kızda.  On beş yaşından daha olgun bu kızla, daima görevini ciddiye alan bir refakatçi ile bir geceyi düşleyen Uli “Minta bu partiyi kaçırdığını biliyor mu?” diye sordu merakla, başıyla odayı işaret ederek. Parti iması Vasili’nin yüzüne keyifli bir gülümseme yerleştirmişti. Uli, bu insanların neden burada olduklarını biliyordu, merak ettikleri sorulara ondan cevaplar istiyorlardı. Partinin baş konuğu da uyanmış, aralarına katılmıştı sonunda.

 “Gitmemek için çok direndi. Üstüne Vasili’nin de geldiğini görünce karnının ağrıdığını bile uydurdu ama nafile.” dedi Oguz sırıtarak. “Opampe’den kurtuluş yok.”

Uli, Kusta’nın onun için çektiği sandalyeye yorgun bir şekilde kendisini bırakırken Oguz’a ters bir şekilde baktı. “Beni takip etmek için Minta’yı da kullandın mı?” diye çıkıştı ters bir sesle.

Uli’nin sitemi karşısında daha da kızaran Oguz’un imdadına yaşlı şifacı yetişti. “Kötü durumdayken Acar’ın bir gecede iyileşmesinden tek şüphelenen Oguz değil kızım.” dedi, sanki düşüncelerinden utanmış gibi hafif bir tebessüm geçti dudaklarından.

“Hepiniz mi?” diye sordu Uli inanamayarak.

“Kabul etmelisin, yapabildiklerin göz ardı edilebilecek şeyler değil. Bunca yıldır hayvan terbiyecisiyim ama ben bile bir kaplanın koynunda bir gece geçirecek kadar taş…” Kusta, öksürüklerini beceriksizce kahkahaya çevirirken Opampe ve Dina’nın çatılmış kaşlarından başka her yere bakıyordu.

O sırada ağırlığının altında ahşap merdivenleri inleten adımların sesi duyuldu. Acar tırabzanın üzerinden başını çıkardı. Çalışırken bağladığı uzun sarı saçlarını bu akşam açık bırakmış, kalın pelerinin üzerinden omuzlarına dağıtmıştı. Kıyafetlerinde hala erimemiş karların kalıntılarıyla dışarının soğuğunu içeri getirdiğinin farkında değildi. Masa etrafında toplanmış ve önlerine çayları iliştirilmiş kalabalığı, geç kaldığı için hayıflanarak şöyle bir süzdü. Bakışları en son Uli’ye ulaştığında hayatını kurtardığı söylenen, ufak tefek esmer kızı ilk defa görüyormuş gibi merakla inceledi. “Bir şey kaçırdım mı?” derken bakışları Livan’a kaydı.

“Çaya yetiştin.” dedi Livan iğneleyici bir dille.

Opampe kupalardan birini, masanın yanından geçip Vasili’nin tarafına yönelen Acar’a uzattı.

“Sağolasın Opampe ama kalsın. Daha sert bir şeyleri tercih ederim.” dedi Acar sırıtarak. Masadan aldığı sandalyeyi ters çevirdi, pelerinini arkasına attı ve ata biner gibi otururken sandalye altında hafifçe gıcırdadı.

Uli, daha gelecek kimse olmadığını umut ederek tuttuğu nefesini bıraktı. ‘Tamam, Vasili’nin bir asker gibi sert ve tehlikeli olmasından kaynaklanan ulaşılmaz bir hali var ama Acar’ın ki de biraz haksızlık olmuyor mu?’ diye düşünürken yakaladı kendisini. Çayına bolca şeker atarak kupası ile birlikte zihnini de karıştırdı.

Bir süre odada, kupalarda dönen kaşıklardan ve alınan sıcak yudumlardan başka ses duyulmadı. Dayanamayarak “Ne zaman gitmem gerekiyor?” diye sordu Uli başını kupasından kaldıramadan.

“Sana gitmeni söyleyen oldu mu?” dedi Dina kocasına şüpheyle bakarak.

“Ne saçmalıyorsun Pulera?” dedi Opampe, torunun yaptıkları yüzünden kızın gideceğinden korkarak.

“Gidersen Minta beni kesin Boz’a yedirir.” dedi Oguz umutsuzca.

Herkes bir ağızdan konuşurken Livan “Kimse bir yere gitmiyor.” dedi tüm sızlanmaları bıçak gibi keserek. Uli dahil herkes beklentiyle Reis’e döndü. “Sabahki meseleyi dinlemek için buradayız ama istersen sadece Opampe ve benimle de konuşabilirsin, Pulera.” Dina’nın itiraz etmek için ağzını açtığını görünce uyaran bir bakış attı karısına. Anlamıyor muydu, kız zaten yeni yeni toparlanmıştı ve tekrar içine kapanmasını istemiyordu.

“Anlatacaklarımın buradan dışarı çıkmayacağından nasıl emin olacağım?” diye sordu Uli. Gitmesini istemedikleri için rahatlamıştı, eğer isteselerdi ne yapardı bilemiyordu. Belki de Durwa’yı bulur ve... Bu fikri kafasından hızla uzaklaştırdı. Yaşlı kaçığın bir yerlerde iyi ve huzurlu olduğunu bilmekten başka bir şey istemiyordu. Durwa’nın da istediği bu olmalıydı yoksa onu Moita’ya teslim etmek yerine onlarla birlikte kaçardı ve şuanda her şey daha farklı olabilirdi.

“Sözüm senindir ve bu odadaki herkes için kefilim.” dedi Livan güven verircesine kıza gülümseyerek.

Uli, tek tek herkesin yüzünü inceledi. Hiç olmadıkları kadar ciddi görünseler de her birinin gözlerindeki merakı sezebiliyordu. Belki bir parçada, özellikle Oguz’un gözlerinde, yakaladığı hayranlığa şaşırdı. Tiksinme ya da korku değil, sempati ve hayranlık, umduğu tepkiler bunlar değildi.

“Pekala, ne bilmek istiyorsunuz?” diye sorarken arkasına yaslanarak rahatlamaya çalıştı. Durwa duysa acaba aptal olduğunu mu düşünürdü, bilemiyordu. Ama daha ne kadar birilerine güvenmeden yaşayabilirdi ki?



Herkes birbirinin yüzüne bakarken Uli, kupasında yüzen siyah çay parçaları izliyordu.

“Hayatımı kurtardın.” dedi Acar uzayan sessizliği bozarak. Ayağa kalktı ve sağ elini kalbinin üstüne götürerek abartılı bir baş eğme ile  “Hizmetindeyim.” diyerek kızı selamladı.

Opampe sesli bir iç çekme ile Dina’ya döndü. “Beyhude yere başını beklemişiz.”

“Sizlerin de Hanımlar.” diye ekledi Acar, Dina ve şifacıya dönerek.

“Ama Pulera’ya özel bir ihtimam var sanırım.” dedi Dina, adama incinmiş bir şekilde bakarak.

 Acar iki kadını da söylediklerini kast etmediklerini bilecek kadar iyi tanıyordu. Sandalyesine tekrar otururken bakışlarını Uli’ye çevirdi. “İstese hiç bir şey yapmayabilirdi. Kimse ondan haberdar bile değilken beni de umursamayabilirdi. Bu yüzden ona ayrıca minnettarım, hanımlar.” Son cümleyi sarf ederken Dina ve Opampe'ye dönmüştü.

Uli, genç adamla göz göze gelirken yanaklarına basan ateşi kontrol etmeye çalıştı. Bir omzunu silkerken yeteneğini hafife almayı denedi. “İsteseydiniz siz de beni yanınıza almayabilirdiniz. Moita beni size getirdiğinde bir kaçağı saklamayı reddedebilirdiniz. Ben de onların peşlerinde, atlarının terkisinde kesin kısa sürede ölürdüm.”

“O herifin getirdiği sen değil, kaynanam bile olsa kabul ederdim.” dedi Livan. Oda da keyifli birkaç kahkaha yankılandı.

Dina, kocasının annesi hakkındaki fikirlerine alışkın,  merakla masanın üzerine dayadığı ellerine doğru eğilerek Uli’ye “Moita, seni bize teslim ettiğinde ateşler içinde yanıyordun ve kendinde değildin. Fakat Boz sana saldırdığında Oguz yaralarını anında iyileştirdiğini söylüyor. Neden o zaman da kendini iyileştirmedin? Günlerce baygın yattığını düşünüyorum da…” diye ardı ardına sorularını sıraladı.

Uli, her şeyi onlara söyleyemeyeceğini biliyordu. Sıcaktan rahatsız olduğunu hele ki çöl sıcağında gücü kuvveti yerindeyken bile zorlanacağını itiraf edemedi. “Çok zayıftım, güçsüzdüm ve o haldeyken at sırtında bir çölü geçtiğimizi hatırlıyorum.” dedi ve bir an durup ne söyleyeceğini kafasında tarttı. “Aylarca bir hücrede yaşadıktan sonra böyle bir kaçış bedenime fazla gelmiş olmalı.” Gerçeklerin arasına yalanlarını sıkıştırırken herkesin kendisini dikkatle dinlediğini görebiliyordu. “Bakın, iyileştirme yeteneğim sınırsız değil.  Daha önce çöldeki gibi bir durumla da hiç karşı karşıya kalmamıştım. Hem iyileştirmem gereken bir kılıcın ya da bugün olduğu gibi bir pençenin açtığı bir yaram yoktu. Sıcak ve susuzluğun üzerine aylarca iyi beslenmediğimi ve günlerce at sırtında dinlenmeden kaçtığımı ekleyin.” Sözlerindeki gerçeğin payı yadsınamazdı. “Hiçbir zaman güçlerimi sınamak gibi bir derdim olmadı.” Uli ne diyeceğini bilemeyerek omuzlarını silkti. “Yorgunluk ya da ümitsizlikle ben bile baş edemiyorum sanırım.”

“Senin yerinde olsaydım neler yapabileceğimi düşünüyorum da! Kimseden korkmama gerek kalmazdı. Bir kere dokunmamla herkes ayaklarıma kapanırdı.” Oguz hevesle araya girerken Uli’nin az önceki sözlerini dinlemediği açıktı. Kızın yüzünü buruşturduğunu görünce ileri gittiğini anlayarak sustu.

“Benim ne olduğumu düşündüğünüzü bilmiyorum ama ben de sizin gibi bir insanım.” dedi Uli,  ani bir öfkeyle. “ve kimsenin önümde diz çökmesini de istemiyorum.”

Oguz’un kız üzerine kurduğu hayaller Vasili’nin aklına soruların üşüşmesine sebep olmuştu. “Oguz’un söylediklerinde gerçek payı yok değil.” dedi kızın sinirlenmesine aldırmayarak. “Dünyayı dize getirmene gerek yok ama Boz gibi bir kaplanı etkisiz hale getirebildiğine göre o hapishaneden kaçman mesele olmamalıydı. Gardiyanları öldürmene bile gerek yok, bayıltıp etkisiz hale getirebilirdin. Ama sen ancak Moita’nın ve şu gardiyan arkadaşın Durwa’nın yardımıyla kaçabildiğini söylüyorsun.”

Uli, kasabaya geldiği ilk zamanlarda bir akşamüzeri yolunu kesen Vasili ile ayaküstü yaptıkları konuşmada adama neler söylediğini hatırlamaya çalıştı. Gürül gürül yanan sobadan olmadığına emin olduğu bir ateş yüzünü yalayıp geçti. Nasıl açıklayacaktı? “Bugüne kadar birisini bayıltabildiğimi bilmiyordum.  Sadece iyileştirebildiğimi zannediyordum.” dedi biraz da utanarak. Şaşkınlığın yarattığı bir sessizlik aralarında dolaştı. Nasıl olurda bu kız kendini bu kadar boş verebilirdi ya da bu kadar umursamaz olabilirdi, herkesin kafalarında benzer sorular dolaşırken Uli umutsuzlukla açıklama ihtiyacı duydu. “Sizin hoşunuza giden bu… bu halim benim için o kadar da harika bir şey değil hatta bazen ağır bir yük oldu benim için.” Hapishanede, Durwa’nın getirdiği yaralıları iyileştirmek istemeyişini hatırladı.  Başkalarının öğrenip onu kullanmalarından korktuğunu anlayamıyorlar mıydı?

Opampe, Uli’nin konuşurken sıkıp açtığı masanın üzerindeki yumruğuna birkaç kere hafifçe vurdu. “Bu yaşıma kadar birçok ölüme şahit oldum kızım. Genç, yaşlı… birçok kişi ellerimde gözlerini yumdular. Ama senin gibi bir...” Yaşlı şifacı kızı tanımlayacak bir kelime bulmaya çalışırken alnındaki kırışıklıklar artmıştı. “Senin ki gibi bir hediyem olsaydı onları kurtarabilirdim.”

“Ne olduğunu öğrendikleri anda onlar da seni bir hapishaneye kapatırlardı.” dedi Uli bir hışımla.

“Sana böyle mi yaptılar? Hapishaneye mi kapadılar?”  diye sordu Opampe.

Yaşlı kadının sesine yayılan saklayamadığı merhamet Uli’yi sarstı. Ne diyecekti? Yine gerçeğin içine birkaç parça yalan katmaktan başka şansı yoktu. “Ailem, çok hızlı bir şekilde kendimi iyileştirebildiğimi fark ettiklerinde korktular. Kötülüğün beni ele geçirdiğine inandılar. Lanetlenmekten korkarak beni öldürmeye de cesaret edemiyorlardı ama kimse öğrenmeden benden kurtulmak da istiyorlardı. Ömür boyu onlardan uzak kalacağımdan emin olacakları bir yer buldular.”

“Neden?” Dina, kızın ailesinin yaptığı zalimlik karşısında kapıldığı öfkeyle konuşmuştu. “Aptal mı bunlar? Yaralanmasından korkmayacakları bir çocukları var diye mutlu olmalılardı. Hem ölümcül yaraları bile iyileştirebiliyorsun.”

Livan dudaklarını küçümseyerek büzdü. “Ne kadar şanslı olduklarının farkında olmadıkları kesin. Ailen zengin miydi bilmiyorum ama değillerse bundan iyi para kazanabilirlerdi." Reis söylediklerinin yanlış yöne çekilebileceğinin fark ederek “Elbette biz öyle yapacağız demek istemedim.” dedi telaşla. Dina’nın öldürücü bakışlarını yok sayması mümkün değildi.

Uli, gözlerini kupasına indirdi. Onu hapse gönderirken ne düşündüklerini bilmeyi o da çok istiyordu. Ondan neden korktuklarını şu ana kadar anlayamadığı gibi artık bulmak için uğraşmak da istemiyordu. “Korksalar bile beni kullanamazlardı. O zamanlar, başkalarını da iyileştirebildiğimi bilmiyordum.”

“Kızım bu kadar da olunmaz ki!” Kusta sandalyesinde sırtını dikleştirdi. “Kendin hakkında hiçbir şey bilmiyorsun. Üstüne üstlük ilgilenmiyorsun da.” Opampe’nin dirseği böğrüne indiğinde yaşlı adamın ağzından ufak bir çığlık kaçtı.  Çığlığı öksürmeye çalıştı ama sonunda tuhaf bir sese dönüştü.

Uli tüm akşam boyunca ilk defa gülümsedi. Bir bilseydiler. “Durwa benim adıma yeteri kadar merak ediyordu zaten. Kendim dışında birisini iyileştirip iyileştiremeyeceğim fikri aklına geldiğinde nasıl heyecanlandığını hatırlıyorum.” Kızın dalgın bakışları, eski günlerin üzerinden geçtiğine işaret ediyordu. “Eline attığı küçük kesikleri iyileştirmem için beni ikna etti ve bildiğiniz gibi haklı da çıktı.”

“Durwa kim?” diye sordu Acar. “İkidir ismi geçiyor?”

“Bir gardiyan.” diye açıkladı Uli. “Hapse ilk girdiğim andan beri beni kolladı. O olmasaydı, ne yapardım bilmiyorum.” Beni bulduğu andan beri tüm hayatını bana adadı dememek için dilini ısırdı.

Moita ve kızın hapisten kaçmalarını sağlamasını da hesaba katınca “Esaslı adammış.” dedi Acar takdir dolu bir sesle.  “Ama aklıma takılan bir mesele var. Neden o da sizinle kaçmadı?”

Uli, kendi düşüncelerine daldığından genç adamın sorusunu duymamış, Livan ve Vasili’nin bakışmalarını da kaçırmıştı.

Bakışları ile babasından istediği izni alan Vasili,“Durwa’nın, Pulera’nın izlerini yok etmek için arkada kaldığını düşünüyorum.” dedi Acar'dan çok Uli’ye hitaben.  “Herkes onu bir oğlan olarak biliyor olsa da kaçtıktan sonra Pulera hakkında çok fazla soru sorulmasını istemiyordu. Moita’nın oğlanı kullanarak başgardiyanı tuzağa düşürdüğüne ve oğlanın bir çeşit kurban olduğuna inanılması için çabalamasına dayanarak böyle konuşuyorum elbette.”

 Uli heyecanla bakışlarını Vasiliye çevirdi. “Onu buldunuz mu?” diye sordu.

“Benden onun iyi olup olmadığını öğrenmemi istedikten sonra bir adamımı Ngola Lu'ya gönderdim. Evet onu bulduk. Adamım,  bir ay önce ayrıldığında hala orada, kasabadaymış.”

“İyi mi? Başı belaya girmemiştir umarım.” dedi Uli, ümitle.

“Sizi elinden kaçırdığı için üç aya yakın mahkûmiyetten sonra masum olduğu anlaşılsa da gardiyanlık görevinden alınmış.” Vasili devam edip etmemekte kararsız bir an susup kızı inceledi.

Uli, üzüntüyle sandalyesine çökmüştü. “Biz kaçarken yaralıydı, ben yokken nasıl iyileşti acaba?” diye sordu fısıltıyla kendi kendine. 

Ama Vasili kızın yorumunu duymamıştı. “Her ne kadar senin kandırıldığını söyleyip durmuş olsa da asıl kurbanın kendisi olarak görülmesinden de kurtulamamış. Kolladığı mahkum tarafından kullanıldığı için kasabanın maskarası durumuna düşmüş. Adamım, yaşlı arkadaşının pek alaylara aldıracak durumda olmadığını da söyledi. Ayık gezdiği görülmüyormuş.” Vasili kızın ne kadar üzüldüğünü görebiliyordu. “Sana yanlış fikir vermek de istemem ama bana göre Durwa'nın ayyaşlığı da bir oyun.” dedi Uli’yi bir nebzede olsa rahatlatabilmek için. “Sizi hapishaneden kaçıracak kadar zeki bir adamın tüm kasabayı masum olduğuna hatta kandırıldığına inandırdığını duyduktan sonra kendini bu kadar salmış olmasını benim aklımı almıyor. Mutlaka öyle olmalı. Arkadaşın bence bir kez daha tüm kasabayı parmağında oynatıyor."

Vasili’nin yorumunun ardından çıt çıkmayan odada Acar, sandalyesinde kıpırdanırken altında gıcırdayan ahşabın sesi büyüdükçe büyüdü. “Bence de bu kadar kurnaz bir adamın ayyaşlığından da şüphelenmek lazım.” dedi Vasili'yi onaylayarak. "Öyle iki dedikoduya pabuç bırakacak birisine benzemiyor."

Hiç görmedikleri gardiyana atfedilen takdir dolu mırıldanmalar odayı kısa bir an doldurdu. Söylenenler karşısında Uli yavaşça başını sallarken yüzünden buruk, yarım bir gülümseme gelip geçti ve Opampe'nin yaşlı ellerini yine kendininkilerin üzerinde hissetti.

"Teşekkür ederim." diye mırıldandı Uli.

Oguz "Sanırım bizimle kalma teklifimizi kabul ediyorsun." diye atıldı. 

Uli, Reis ile göz göze geldiklerinde "Yani hala aynı fikirdeyseniz?" dedi tereddütle.

"Fazladan bir şifacıya hayır dersem diyardaki en aptal kişi ben olurum." dedi Livan. "İstediğin sürece bizimle kalabilirsin. Bu akşam buradaki hiç kimseden de..." arkasında kalan Oguz'a dönerek ikaz eden bir bakış gönderdi. "tek laf dışarıya çıkmayacağından eminim." diye bir kez daha sözünü yineledi.

Kısa bir sessizliğin ardından  "Kimse yemeklere dokunmadı bile. Ben çayları tazeleyeyim. Hadi... Hadi..." dedi yaşlı şifacı ellerini sallayarak. Opampe, kupaları tepsiye dizmesine yardım eden Dina ile birlikte mutfak tarafında hızlıca kayboldu.

"Pulera, şu bayıltma işini daha hızlı yapmak için alıştırma yapmaya ne dersin?" diye sordu Oguz, sessizlikten yararlanarak aklındakileri ortaya dökmek için can atıyordu. "Başkalarını iyileştirmek için Durwa'nın ellerini kesmesi gibi bayıltma yeteneğini de geliştirebilirsin."

"Hızlı gitmiyor musun evlat?" diye uyaran Vasili, oğlanı omuzlarından çekerek tekrar yastıklara sırtını dayamak zorunda bıraktı.

"Neden hızlı olsun ki." dedi Oguz teklifinde ısrarcıydı. "Nasıl başkalarını iyileştirmeyi öğrendiyse kendini savunmayı da pekâlâ öğrenebilir. Böylelikle yenilmez olur ve de ölümcül." Fikirlerinin hayali zihninde canlanırken Oguz'un gözleri heyecanla parladı.

"Durwa gibi antrenmanlarında Pulera'ya yardımcı olacaksan fena fikir değil. Her gün bir kaç tur bayılman benim de işime gelir." dedi Opampe alayla. Odaya döndüğünde torunun sözlerini son anda yakalamıştı.

Kahkahaların arasında Oguz keyifsizce yüzünü buruşturdu. Öncekinden daha cansız bir sesle "Ben Boz'un gönüllü olabileceğinden emindim aslında." dedi.

"Orada dur bakalım evlat. Boz'u günahım kadar sevmem ama Pulera'nın böyle tehlikeli bir durumun içine tekrar girmesine de izin veremem." dedi Livan uyararak.

"Peki, Okro?" dedi Oguz pes etmeyerek.

Kusta ve Uli'den aynı anda itirazlar yükseldi.

"Bir kaç kupa birayı devirdikten sonra bir kaç saat uyumaya hayır demem." diyen Acar, gönüllü olduğunu sakince odaya duyurdu. Aslında hiç kimse Uli de dahil Oguz'un önerisini ciddiye almamışken Acar'ın yardımcı olmak için öne çıkması Uli'nin kendini korumayı öğrenmesi fikrini akıllarına yatırmıştı.  "Boz, Pulera'nın elinden sağlam kurtulabildiyse ben de dayanabilirim." diyerek sırıtan Acar, Uli'ye çapkınca göz kırptı.

Çevrimdışı Berweuli

  • **
  • 79
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: Berweuli
« Yanıtla #27 : 07 Kasım 2016, 10:01:21 »
Kırmızı Kar Yağınca

Şozi Avlakları’nda kar aylar boyu hükmünü sürdüğünden, güneyin sıcak iklimine alışkın bedenler, kat kat giyinseler bile kemiklerine kadar üşümeye engel olamazdı. Yine yağışsız fakat soğuğun kol gezdiği bir günde, uzun sarıçam ağaçlarının diplerinde belli bir düzen ile dizili beyaz taşların alçak tahta çitlerle çevrelendiği Şozi mezarlığının dışında küçük bir kalabalık toplanmıştı.  Grubun dışında ağaçların altında dikilen Dadali, evcil bir geyiğin boğazına dayanan bıçağın pırıltısına dalıp gitmiş, aylar boyunca aralarında geçirdiği süre içerisinde kuzeyde işlerin güneydekinden ne kadar farklı işlediğini düşünüyordu. Doğan her çocuk bir aylık olduğunda anne ve babası, gücü ölçüsünde hayvanlarından en güzellerini Tanrı’ya şükür için kesip meydanda bir şenlik havasında yakılan ateşte pişirip dağıtıyordu.

Grubun ortalarında siyah saçlı bir kadının kucağında kürklere sarılı bebeğine bakarken gözlerindeki parıltıyı yakalayan Dadali, eğer Soysuz Ladre Moita’yı tuzağa düşürmeseydi şimdi nerede ve nasıl olacaklarını tam önündeki sahnede görebiliyordu. Yıllardır yabanda dolanmak yerine şimdi Tanur ile kendi bebeklerine sahip olabilirlerdi. Siyah saçlı kadının omuzlarını koca kolları ile saran iri yarı adamın yüzündeki mutluluk ve eşine bakışındaki sevgiye daha fazla bakamayacağını anlayan Dadali, tüm bu huzurlu tablodan uzaklaşmak için arkasını döndüğünde az önce hissettiği imrenmenin kıskançlığa dönüşmüş yansımasını Mgeri’nin bakışlarında yakaladı. İzlendiğini fark eden adamın ifadesi saniyeler içinde değişirken Dadali, onunla dalga geçmenin içinden gelmediğini fark etti.

“Memleketinin ilginç adetleri var.” diye belirten Dadali, yürüyüp gidecekken Mgeri’ninde onunla ayrılmaya karar verdiğini fark etti.

“Bir de ağaçlar tomurcuklandığında yaptığımız şenliği görmelisin.” dedi Mgeri dalgınca. Omzunun üzerinden arkaya kısa bir bakış attığında Kunt’ın Loresima’nın saçlarına bıraktığı buseyi hızla gerisinde bırakarak Dadali’ye döndü.

Dadali kafasında hesaplamaya çalışarak Şozi’deki meyve ağaçlarının ne zaman çiçek açacağını bulmaya çalıştı. İşin içinden çıkamayınca “Kırmızı kar yağınca mı?” diye sordu alayla.  “Burada kar kalkıyor mu ki?”

“Birkaç ay da olsa toprağı gördüğümüz oluyor.” diyen Mgeri, aklına düşen bir görüntü ile yüzüne keyifli bir gülümse yayıldı. “İnanmayacaksın ama buralarda gerçekten kırmızı kar yağıyor.”

Dadali’nin kaşları alayla yükselirken “İnanmadım zaten.” dedi.

“Mekotoni de hasat zamanı, burada Huş ağaçlarının yapraklarının kızarma zamanıdır. Ağaçlar kızıla dönen yapraklarını birer birer döktüğünde yerde ve havada kırmızıdan geçilmez.”

Kadının kahkahası bahsedilen ağaçların kar yüklü dallarının altında yürürken ormanda çınladı. “Görmek isterdim.” dedi merakla.

“Ben de isterdim ama Moita’nın aklında başka bir şeyler var sanırım.” dedi Mgeri düşünceli bir sesle. “Geçenlerde, birkaç hafta içinde güneye gitmekten bahsediyordu.”

“Şu oğlanı merak ediyor.” dedi Dadali, ağaçlık alandan köyün tek katlı evlerinin sıralandığı meydana girerlerken.

Mgeri, ‘hangi oğlanı? ’diye soracakken Dadali’nin Uli’yi kast ettiğini anlayarak “Uli’yi mi?” diye sordu.

“Uli erkek olmasa, başka şeyler düşüneceğim ama…” diyen Dadali, yürürken bir yandan da alçak bir duvardan aldığı kar yığınını parmaksız eldivenlerinin içinde evirip çevirip avucuna sığacak bir top yapmaya çalışıyordu.

Mgeri’nin hiçbirine Uli’nin bir erkek olmadığını söylemek içinden gelmemişti. Moita’nın onun kız olduğunu öğrendiğindeki halini kesinlikle kaçırmak istemiyordu. “Ne gibi şeyler?” diye sordu Mgeri. Bir yandan da güldüğünü belli etmemek için bakışlarını kadından uzağa, ortada yakılan koca ateşe çevirmişti. Meydan yavaş yavaş dolmaya başlarken törende hizmet edecek kadın ver erkekler ateşi büyütmekle, tabak çanak için uzunca bir masayı donatmakla meşguldü.

“Biliyorsun işte. Maleni’den sonra Moita, başka hiçbir kadına ilgi duymadı. Onun Ladre ile evlendiğini öğrendikten sonra iki gün tek kelime etmediğini hatırlamıyor musun?” dedi Dadali. Elindeki kartopunu hızla ileride ki ateşe doğru fırlatmak isterken o anda önünden geçen iri yarı bir adama denk gelince şok ile bir adım geriledi.

Adama üzgün olduklarını söyleyerek yoluna gitmesini işaret eden Mgeri, kahkahaları arasında “İlk defa ıskaladığını görüyorum.” dedi.

“Görüp görebileceğin ancak budur.” diyen Dadali düştüğü durumla eğlenerek ufak bir kahkaha attı.

Kadının soğuk ile kızarmış yanaklarına doğru yayılan dudakları alışkın olmadığı havadan dolayı çatlamıştı. “Gülmek sana yakışıyor.” dedi Mgeri kendini tutamayarak. Dadali ile ilk tanıştıklarında on yedi yaşındaki kız, aşkın heyecanı ile göz kamaştıran mutluluğun ayaklı bir timsali gibi ortalarda dolanıyordu. İlk ve tek aşkı Tanur ile evlendiklerinde de neşesi ile daima etrafına canlılık katmıştı. Fakat Mekotoni’den kaçarken yaralanan Tanur’u yolda kaybetmeleri ile Dadali, hiçbir zaman eskisi gibi olmamıştı. Tüm huysuzluğuna, memnuniyetsizliğine katlanabilirdi ama kadının kederi ile karşı karşıya kalmak ne Barva’nın ne Moita’nın ne de kendisinin baş edemediği bir şeydi.

Kızıl-kahve saçlarını örten kürklü başlığın ortasında parlayan güzel yüzündeki gülümseme yavaşça solarken “Daldın?” dedi Dadali.

Rüzgârda uçuşan bir tutam saçı kadının başlığının içine sıkıştırmaya çalışan Mgeri “Yok bir şey, birisini hatırladım sadece.” dedi.

“Sanırım hatırladığın kişi buraya geliyor.” Dadali başı ile adamın arkasındaki Loresima’yı işaret ederken gülümsedi. “Ben sizi baş başa bırakayım.” Dadali, Mgeri’nin cevap vermesine fırsat bırakmadan yanından ayrılıp Barva’nın geyiklerin pişirme için hazırlanmasına yardım ettiği haneye yürüdü.

Mgeri, derin bir nefes alarak Loresima ile yüzleşmek için arkasını döndüğünde, siyah saçlı kadının yürüyen kürklere benzeyen Dadali’nin ardından gülümseyerek baktığını gördü. “Her an kavga etmeye hazır bir hali var ama az önce güldüğünü gördüğüme yemin edebilirim.” dedi Loresima dalgınca.

“Eskiden daha çok gülerdi.” Mgeri, artık yüksekliği bir insan boyunu geçen ateşin arkasındaki bir evin içinde kaybolan Dadali’den bakışlarını artık kendisine bakan Loresima’ya çevirdi.

“Onu güldürebildiğine göre kadınlar üzerindeki etkin hala yerli yerinde.” Loresima ne söylediğini fark ettiğinde mahcup bir şekilde gülümsedi. “Özür dilerim. Buraya sana sataşmaya gelmedim aslında.”

Mgeri önemli değil dercesine omzunu silkerken “Dadali ile aramızda zannettiğin gibi bir şey yok.” dedi.

“Olsa bile beni ilgilendirmezdi.” diyen Loresima, ileride kızı ile şakalaşan Kunt’a bakıp kendi kendine gülümsedi.

“Neden geldin peki?” diye sordu Mgeri dayanamayarak.

“Sana teşekkür etmek istedim.” dedi Loresima. Nasıl söyleyeceğini bilemeyerek Mgeri’nin kahverengi gözlerinden kaçırdığı bakışlarını ellerine indirdi.

“Emin ol herkes aynı şeyi yapardı.” dedi Mgeri, kadının Kunt ile kuduz kurt arasına girmesini kast ettiğini sanarak. Tüm köyde kurt katili olarak biliniyordu artık.

Mgeri’nin neyi kast ettiğini anladığında Loresima’nın çatılan kaşları rahatlayarak düzelmişti. “O da var tabii.” dedi.

“Başka ne vardı ki?” diyen Mgeri, kadının ağzındaki baklayı çıkarıp bir an önce gitmesi için dua ediyordu.

“Saraya gittiğinde benim için geri döneceğini söylemiştin ya.” dedi Loresima hafifçe kızararak. “Senin dönmeni yıllarca bekledim. Boşuna seni bekleyerek yıllarımı tükettiğimi söyleyen herkese o sözünü tutar derdim. Saraydaki havalı kadınlara dalıp beni unutmaz derdim ama… dönmedin.”

Mgeri, “Ben…” diyerek söze başlayacak oldu, ne diyeceğini bilemeyerek sustu.

 “İyi ki dönmemişsin ve bunun için sana teşekkür ederim. Kunt, saldırıya uğradığında ve doğum sancılarım başladığında ne kadar aptal olduğumu anladım. Seni beklerken duyduğum özlemle, dönmediğinde hissettiğim öfke ile yıllardır elimde olanların kıymetini bilememişim.” Loresima ellerini iki yana açarak çaresizliğini tarif etmeye çalıştı.

Mgeri, kadının sözleri ile köyüne döndüğünde, artık her şey için çok geç olduğunu anladığında ve Lore’sinin Kunt’ın eşi olduğunu öğrendiğinde hissettiği pişmanlığı şimdi tekrar yaşıyordu. Sarayın debdebesine dalmış, ilgi başını döndürmüştü. Kendi aptallığı yüzünden bir zamanlar sevdiği kızı geride bıraktığını hatırladığında hatalarını düzeltmek için çok geç kalmıştı. Tüm bunları yutmaya çalışırken boğazında büyüyen yumruyu belli etmemek için birkaç kez öksürdü.

“Mutlu olmana seviniyorum Lore.” dedi Mgeri düz bir sesle. “Kunt seni hak edebilecek tek erkek.”

“Umarım sen de benim kadar mutlu olursun.” dedi Loresima, içini dökmenin rahatlığıyla iyi niyet dağıtmakta fazla bonkör davranarak.

Loresima Kunt’a doğru gülümsemesinin en güzelini sunarak yürümeden önce genç adam, “Teşekkür ederim.” diyebilmişti sadece.

Mgeri, meydanda birkaç dakika daha dolanıp ortadan kaybolmanın planlarını yaparken omzuna vuran ağır bir el ile istemsiz olarak sıçradı.

Moita, adamın boş bulunması ile “Talay’da gemilerin mi battı?” diye sordu.

“Bir daha Yuzuni’de bir yere saklanacak olursak saraya gidiyoruz, haberin olsun.” diye köpüren Mgeri, arkasını dönerek meydandan uzaklaşmaya başladı.

 “Bizi de oradan çağırdılar zaten.” diyen Moita, Mgeri’nin söylediklerini anlamayarak durup dönmesi üzerine  “Kral Aurang’ın ulağı az önce buraya ulaştı. Keşke başka şey isteseymişsin Mgeri. Mümkün olan en kısa zamanda Kral bizi sarayda görmek istiyor. Barva ve Dadali’yi bulup, Barsuk’un evine gelin. Yola çıkmadan önce ne yapacağımızı bir konuşalım.”

Çevrimdışı Berweuli

  • **
  • 79
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: Berweuli
« Yanıtla #28 : 24 Kasım 2016, 13:44:45 »
Hayvan Terbiyecisi

Büyük çadır, soğuk geçen bir kışın ardından havaların yumuşaması ile başlayan yoğun bir hareketliği yaşıyordu. Minta ve Uli ayakaltından uzakta, küçük sandıkların üzerine oturmuş provaları izlerken boş vakitlerinin tadını çıkarıyorlardı. Şu sıralar en büyük eğlenceleri prova yapan oyuncuların performanslarını kıyaslayıp yorumlamaktı. Uli’nin tüm kışkırtmaları karşısında Minta, kabilesindeki her bir çingenenin muhteşem yetenekler ile doğduğunu hararetle savunuyordu. Ona göre belki daha öğrenecek birkaç şeyleri olabilirdi ama hepsi harikaydı.

Büyük bir tartışmayı böldüğünü fark etmeyen Oguz dinlenme arasını geçirmek için kızların yanına gelmişti. “Beni izlediniz mi?” diyerek ilgilerini çekmeye çalışsa da o esnada çadırın ortasına getirilen beyaz bir beygir ve onun ardından emirler yağdırarak gelen kadın, oğlanın fark edilmek adına olası şansını da yok etti.

Minta, görüşünü engelleyen Oguz’u kenara çekilmesi için çekiştirdi ve  “Çok güzel değil mi?” diyerek hayranlığını ortaya serdi.

Önce Minta’nın beyaz attan bahsettiğini düşünen Uli, sonrasında kadını kastettiğini anladı. Aynı anda Oguz’un kendi provası ile ilgili kaygıları dağıldı, daha rahat izleyebilmek için kendisini küçük kızın yanına bıraktı. “Sirk kurduğumuz şehirlerde sırf Tena’nın gösterisini izlemek için çevre kasabalardan gelirler. Provalarının da gerçek bir gösteriden farkı yok aslında.”

Uli, çadırdaki birçok kişinin işini gücünü bırakıp güzel kadını seyretmeye hazırlandıklarını gördü. Bu kadar övülen kadını diğerleri ile birlikte merakla inceledi. Aylardır Çingenelerin arasında çirkin ördek yavrusu gibi dolandıktan sonra kabilenin kadınlarının güzelliklerinin çok fazlasıyla ayırımındaydı. Fakat beline ulaşan altın sarısı saçları, uzun ince endamı ve yüzünün çarpıcılığıyla Tena’nın kabilesinin güzellik tahtında tek başına oturduğunu kabul etti. Giydiği yumuşak dökümlü mavi kumaş, ayak bileklerinde büzülürken, şalvarın üstüne giydiği ipekten pembe gömleği kadının tatlı kıvrımlarını ortaya çıkarıyordu.

Tena, bin bir söylenmenin ardından bindiği, beygirini çadırın içinde rahvan koşturmaya başladı, seyircilerini çok bekletmeden hızlandı ve atın ritmine ayak uydurarak eyerinin üzerinde dikildi. Sıradan insanların ayaklarının altında sağlam bir zemin varken bile yapamayacağı her türlü akrobatik hareketleri,  atının üzerinde sergilerken güzel kadın çok rahat,  bir o kadar etkileyiciydi.
Uli, önünde cömertçe sergilenen gösteriyi keyifle izleyip her tehlikeli hareketinde yerinden sıçrarken Minta’nın çıkışması ile Kusta’nın çırağı Toma’nın yanlarına geldiğini fark etti.

“Önümüzden çekil, Toma.”

Toma, buraya neden geldiğini hatırlayarak gözlerini, Tena’dan uzaklaştıramadan mırıldandı. “Usta Kusta, Pulera’yı çağırıyor.”

Uli, isteksiz de olsa doğrulduktan sonra poposunu döverek oturdukları sandıktaki tozlardan kurtulmaya çalıştı. Nasıl olsa her gün bu provaları izleme şansı olacaktı, Kusta’yı bekletmek istemiyordu.

“Biraz daha izleseydik.” diye sızlanan Minta da Uli ile birlikte kalkmıştı.

“Zaten seni çağırmamış ufaklık. Pulera’yı istemiş.” dedi Oguz, kızın saçlarını çekiştirerek.

Uli, Oguz’a uyarıcı bakışlar gönderdi. Ardından küçük kıza dönerek “Gerçekten de senin gelmene gerek yok Minta. Çok uzun süreceğini zannetmiyorum hem provayı kaçıracaksın.” dedi at ve binicisinin durdukları yeri başıyla işaret ederek.

Minta, kararını çoktan vermişti. “Okro’yu sevmeme yine izin verir misin?” diye heyecanla kızın eline yapıştı.

Uli, ilerideki üstü açık, yüksek korkuluklarla çevrili daire şeklindeki platforma yürürken kaplanın evcil hayvanı olmadığını küçük kıza anlatmayı bir daha denedi. “Benden değil Okro’dan izin almalısın.”

Oguz, hayran hayran Tena’yı izleyen Toma’yı kızların arkasından adeta sürüklerken Minta, oğlanların da peşlerinde olduğunu görünce Uli’ye fısıldadı. “Neden sürekli benimle uğraşıyor ki? Eski halini özledim.”

“Oguz’un suratsız ve huysuz halini mi? Asla! Onu getirip bunu geri gönderseler bacağını tekrar kırar tekrar iyileştiririm.” dedi Uli yapmacık bir huysuzlukla.

Minta kıkırdarken Oguz’un duyup duymadığını anlamak için arkaya baktı. Oğlan, kızların kendisinden bahsettiklerinden şüphelense de ne dediklerini duyamamıştı. Yine de “Boz’u görmek için geliyorum.” diyerek kendisini savundu.

Büyük kafes dairesine ulaştıklarında Kusta, telaşla Uli’yi karşıladı. “Okro’yu kafesinden çıkartamıyoruz. Yine huysuzluğu üzerinde, bu hayvanın huyu suyu değişti sen geleli.” Kusta, kaplanı mı kıza, kızı mı kaplana şikâyet etsin karar veremiyor gibiydi.

Okro’nun kafesi platformun bitimindeki bir aralığa yanaştırılmıştı. Kafesin kapısı açık olmasına rağmen dişi kaplan açıklığa en uzak noktada uzanmış çıkmamakta ki inadını sergiliyordu. Kaplanın önünde diz çöken Uli, arkadaşının altın rengi gözlerindeki parıltıyı yakaladığında daha dokunmadan Okro’nun inadının bir oyun olduğunu anladı. Kaplanın iri başını iki eliyle hızla kaşırken “Seni huysuz kız!” diye azarladı. Ardından kaplanın kulağına eğilerek fısıldadı. “Hadi bakalım bütün kış tembellik yaptın. Artık çalışma vakti.”
 
Aldığı tatlı uyarı ile hızla ayağa fırlayan Okro, hiç nazlanmadan Uli ile kafesini terk ederek platforma adım attı. İri kaplanın yanında yürürken Uli olduğundan daha ufak ve narin görünüyordu. Hayvan bakıcılarının ve Kusta’nın, az önce onların Tena’yı izledikleri gibi kendisini hayranlıkla izlediklerinin farkında değildi. Okro’yu kafesten çıkarınca işinin bittiğini zanneden Uli kapıya doğru döndüğünde Kusta’nın müdahalesiyle karşılaştı.

“Biraz daha kalsan sorun olmaz umarım, yeniden inat etmemesi için. Boz’u merak etme, biz idare ederiz.”

Uli şaşırsa da başıyla yaşlı adamı onayladı. Okro’nun yanına yürürken Minta’nın çoktan kafesin dışından kaplana yanaştığını gördü. Kızın cesaretine hayran olsa da Okro’nun ne yapacağını kestiremediğinden küçük kız için endişeleniyordu. Kolunu parmaklıkların arasından kaplana doğru uzatan Minta’yı uyarmak için ağzını açtı fakat dişi kaplan küçük kızın elini yalarken Minta neşeyle gülüyordu. Yine de azarlamaktan kendini alamadı. “Beni beklemeliydin, Minta.”

“Ama Pulera, gördün Okro beni seviyor.” Kızı onaylarcasına dişi kaplan evcil bir kedi gibi keyifle mırladı.

Uli başını sallayıp gülerken bir yandan da “Sizinle baş edilmez.” diye ikisini azarladı.

Dişi kaplanın kafesinin yerine şimdi Boz’unki yanaştırılmıştı. Beyaz kaplanın sabırsızlığı kafesin daracık alanını arşınlayan halinden anlaşılıyordu. Bunu ispatlarcasına kapısı açılır açılmaz platformun içine atıldı. Kusta’nın adamlarından Acar ve Savni kamçılarını hazırda bekletiyorlar ve hayvanı dikkatle izliyorlardı. Boz’un Okro ve hala kaplana elini yalatan Minta tarafına yönelmesi ile kamçılardan birisi havada şakladı. Bu beyaz kaplanın geri çekilmesine sebep oldu.

Uli, Okro ve Boz'un gösterisini daha önceden izlemediğinden terbiyecilerin ne yapacaklarını kestiremiyordu, aslında hayatı boyunca bir sirk gösterisi izlemediği düşünüldüğünde, bugünkü provalar onun için bir ilk olacaktı.

Okro ve Boz’un platform üzerinde yaptıkları uyumlu hareketleri izlerken Acar öne çıkıp kaplanları kamçısı ve ince sopası ile yapmaları gerekenler için yönlendirdiğinde Uli heyecanlanmaya başladı. Nedense gösteriyi Kusta'nın yöneteceğini düşünmüştü ama Acar'ın görüntüsünün ve fiziğinin yaşlı adama göre daha gösterişli olduğu göz önüne alınınca yanıldığını anladı. Genç adam uzun boylu olmasına rağmen ince ve sırım gibiydi. Sarı uzun saçlarını ensesinde bol bir şekilde toplamış, tıraş olmadığı için kısa sakalları yüzüne yayılmıştı.
Her ne kadar Oguz’u iyileştirdiği günün akşamı Opampe’nin evinde Acar, Uli’yi çalıştırmak için öne atılmışsa da Uli sıcak bakmadığı bu fikri sürekli geçiştirmiş ve genç adamı bu fikirden sonunda vaz geçirmişti.

Uli hafifçe gülümseyerek Acar'ın Okro'ya istediklerini yaptırmasını ama Boz'da bir o kadar zorlanmasını izledi. Her gittikleri şehirde bu gösteriyi yapıp yapmadıklarını bilmiyordu ama biraz heyecana ihtiyaçları olduğunu Uli bile anlayabiliyordu. Belki Acar daha fazla kaplanlara yaklaşmalı ve yürekler biraz daha ağza gelmeliydi. Boz'un hırçınlığı ve onun tarafından yaralanmasının etkisiyle Acar'ın kaplandan çekinmesi birleşince elde edilen sonuç pek içi açıcı değildi. Kusta'nın bunu izlemesi için mi onu içeride bıraktığından emin olamadı.

Acar, Boz'u kenarda dinlenmeye bırakarak Okro ile ilgilenmeye başladığında adamın gevşediğini ve rahatlıkla kaplanı yönettiğini gördü. Dişi kaplanı sandıklar üzerinde hoplattı, arka ayaklarının üzerine dikti, ön ayağının üzerine çökertti, kaplana dokunmak haricinde her şeyi yaptı.

"Hayır Minta!" Oguz'un tüm çadırda yankılanan sesi ile küçük kızın kafesin parmaklıkları arasından Boz'a uzanmış kolu bir an havada titredi ama uyarıya rağmen durmadı.

Uli Boz’u durdurmak için koşarken beyaz kaplanın gözlerindeki pırıltıyı yakaladı. Acar'ın kamçısını onlara doğru salladığını göz ucuyla gördü. Boz, kendisine gösterilen ilgiyi geri çevirmeyerek sandığından inmiş çoktan parmaklıkların önüne dayanmıştı. Uli, Minta için hissettiği korkusundan aldığı nefesin ciğerlerini yaktığını hissederken parmaklıklar ile Boz’un arasına girdiğinde beyaz kaplanın pençesi bir iki saniye tereddütle havada asılı kalmıştı. Uli ile yüz yüze geldiğinde Boz, sivri dişlerini göstererek kıza titrek bir hırlama sunsa da bir adım geriye çekilerek hafifçe başını ön ayaklarına doğru eğdi.

Oguz kafesin dışından Minta’yı kucaklayıp uzaklaştırırken oğlanın az önceki çığlığı ile tüm çadır Tena’yı izlemeyi bırakmış ve kafesli platforma yanaşmıştı. Uli, üzerine yoğunlaşan ilginin farkında olmadan, Boz’u gerilemeye zorlarken “Aferin oğlum.” diyerek kaplanı övmeyi de ihmal etmiyordu. Birkaç saniye sonra parmaklıkların ardı seyirci kaynıyordu ve anormal bir sessizlik kısa sürede neşeli tezahüratlara bırakmıştı yerini. Acar’ın da yardımı ile Uli, Boz’u kafesine kadar götürüp kapısını kapatırken ancak bu gürültünün sebebinin kendisi olduğunu anlayabilmişti.

Kusta, çoktan dibinde bitmiş ve sırıtıyordu. “İşe alındın.” dedi kızın afallamış yüzüne doğru.

“Ne işi? Ne alınması?” diye kekeleyen Uli, başların üzerinden atının sırtındaki Tena’nın keskin mavi bakışları ile karşılaştı. İşte o zaman az önce farkında olmadan Boz ile yaptığı ufak gösterinin gözlerden kaçmadığını anladı.

“Bu kaplanlarla senden başkası baş edemez Pulera. Livan ve Opampe ile ben konuşurum. Yaza kadar Acar ve senin için harika bir gösteri hazırlayabiliriz. Kadın bir hayvan terbiyecisi! Şu zamana kadar ne görüldü ne de duyuldu.” Kusta hevesle aklındakileri ortaya sererken Uli yaşlı adama o anda itiraz etme gücünü kendinde bulamadı. Ona bu kadar iyilik yapmış insanlara seve seve yardım ederdi ama bir gösteriye çıkıp tüm bakışları üzerine çekmek mi?

Uli ne yapacağını bilemeyerek Acar’ın onu cesaretlendirmeye çalışan gülümsemesine titrek bir karşılık verirken buldu kendisini. Madem bir gösteriye çıkacaktı şartlarını öne sürmeliydi. “Tamam, ama elbise giymem.” dedi inatla.

Çevrimdışı Berweuli

  • **
  • 79
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: Berweuli
« Yanıtla #29 : 12 Mayıs 2017, 09:51:46 »
Altın Yüzük

Aylar sonra…

Üzerine düşen gölgeye duyduğu hoşnutsuzlukla mırıldandı. "Minta gelmek istemediğimi kaç kere söyledim." Uli, güneşe verdiği yüzünü Okro'nun göğsüne gömerek uzandığı yerde yan döndü. Minta ve diğer çocukların çayırda oynama isteklerini reddederek öğleden sonra tembellik yapmak istemişti. Okro'nun kafesine kaçarak sessizliği garantiye aldığını düşünmüş olsa da yanılmıştı işte.

Gölge ısrarcı varlığını sürdürürken Okro'nun gittikçe artan hırıltısı kaplanın karnından doğru kızın kulaklarını tırmalıyordu. Eğer Minta ya da diğer kızlar yakınında olsaydı kaplanı bu kadar gergin olmazdı. Uli, hızla dönerken elini gözlerine siper etti fakat tek görebildiği güneşi arkasına almış bir erkek siluetiydi. Ziyaretçisinin bir yabancı olduğunu ondan önce anlayan Okro, doğrularak gölgeyi tehdit etmeye başladığında bahtsızlığına söylenerek ayağa kalktı.

Karşısında bir yabancı vardı ama aynı zamanda tanıdıktı da geliyordu. Uli, adamı daha önce nerde gördüğünü hatırlamaya çalışırken "Minta olmadığın kesin." diye mırıldandı. Okro'yu sakinleştirmek için artık kendisi gibi ayaklanmış kaplanın sırtındaki altın sarısı tüyleri okşarken zihni de hapishaneden kaçtıkları geceye gitti. Labirentten uzakta onları tarlaların bitimindeki ağaçlıkta bekleyen Mgeri şimdi karşısındaydı. Kahverengi uzun saçlarını yine ensesinde toplamış, yine temiz ve güzel giyinmişti. Yakışıklı yüzünde bu sefer züppelikten çok yorgunluk ve ona duyduğu merak vardı.

Uli, şaşkınlığını saklamak için pantolonunu döverek üzerine yattığı kafesin zeminine serpilmiş samanlardan kurtulmaya çalıştı. Yüzüne sevimli bir ifade takınarak "Yolunuzu mu kaybettiniz?" diye sordu. Onu tanıdığını belli etmek o anda içinden gelmemişti.

Çingenelere hiçbir şekilde benzemeyen kızın kim olduğunu tahmin etmek Mgeri için kolay olmuştu; esmer teninde küçük kahverengi gözleri rahatsız edilmekten dolayı keyifsizce parlıyordu. Uli'yi çingenelere bıraktıklarında kısacık kirli ve darmadağın olan saçları tatlı bir koyu kahveye dönmüş ve omuzlarına ulaşmıştı. En şaşırtıcı olan ise o zamanlar bir kemik torbasından farkı olmayan kızın yerinde şimdi yeller esiyordu. Vücudu dolgunlaşmış ve genç bir kadının hoş kıvrımlarına ulaşmıştı yine de o iri kaplanın yanında dikilirken olduğundan daha da ufak görünüyordu. Mgeri, Moita'nın akıbeti konusunda endişelendiği kızın yeni halini gördüğünde yüzünün alacağı şekli görmek için sabırsızlanıyordu.

Bir an kendi düşüncelerine dalan Mgeri, kızın kendisinden cevap beklediğini fark etti. "Tamo'nun atları ahırlara götürmesine yardım ediyordum. Kaplanla seni görünce..." Eliyle kafesi işaret eden Mgeri keyifle gülümsedi. "...bakmadan geçemedim. Bir kaplanın koynunda uyuyan birisine her zaman rastlanmıyor". Kızın değişimi hoşuna gitmişti ama kaplanla olan yakınlığını oldukça kafa karıştırıcı bulmuştu. Bu her zaman rastlanacak bir durum değildi hatta hiç değildi.

Uli kafesin kapısına uzanırken "Biraz uzaklaşın. Okro'nun sizden hoşlandığını sanmıyorum." diyerek adamı uyardı. Adamın yeterli mesafede durduğuna kanat getirdikten sonra Okro'nun kafasını okşayarak gideceğini haber verdi. Kaplan az önce kalktığı yere uzanırken hoşnutsuzluğu gözlerine yansımış, en azından Mgeri öyle olduğunu hissetmişti.

Uli, adamdan ne kadar çabuk kurtulursa o kadar rahatlayacağını hissediyordu. "Yolu bulabilecek misiniz?" Öyle olduğunu umut ettiği sessinden fark ediliyordu.

Mgeri kararsızlıkla etrafına bakarken mırıldandı. "Zannetmiyorum." Durumdan eğlendiğini belli eden bir gülümse dudaklarında belirdi.

Uli içini çekerek sonunda kaderine razı oldu. Yolu gösterir ve ardından Mgeri'den kurtulurdu. Neden kendini tanıtmadığını bilmiyordu ama Moita ya da diğerleri ile karşılaşmaya hazır olmadığını hissediyordu.

Mgeri kafesler arasında yürürlerken gittikçe uzayan sessizliği merakla böldü. "Kusta'nın bu kadar yetenekli bir çırağı olduğunu bilmiyordum."

"Kusta iyi bir öğretmendir." Uli'nin keyfi de genç adamın aksine hızla kaçıyordu.

"Gerçekten de iyi bir öğretmen olmalı, bilmediklerini bile öğretebiliyor."

Uli aniden durarak Mgeri'yi şaşırttı. "Ne demek istediğini açıkça söyler misin?" Tüm resmiyeti elden bırakan Uli kollarını göğsünün üzerinde birleştirirken tehditle adamın önünde dikilmişti.

Mgeri iki elini havaya kaldırarak masumiyetini ispatlamaya çalıştı. "Beni tamamen yanlış anladın. O kadar kent gezdim, o kadar inanılmaz şey gördüm ama senin gibi vahşi bir hayvanla uyuyan hiç kimseyi görmedim."

Kendilerine yaklaşan kalabalığı gözünün ucuyla fark etmesine rağmen Uli gelenlere aldırmadı. İşaret parmağını Mgeri'nin göğsüne birkaç defa vurdu ve "Gördüklerinden başkalarına bahsedersen seni o vahşi hayvana yem ederim." diyerek adama açık bir tehdit savurdu. Ardından adamın cevabını beklemeden arkasını döndüğünde Livan ve yanındakilerle yüz yüze geldi.

Şahit olduklarından dolayı her birinin yüzündeki şaşkınlık alaycı gülüşlerle yer değiştirirken "Aslında iltifat etmeye çalışıyordum." diyen Mgeri'nin cılız savunması arkadan Uli'nin kulağına ulaştı.

Reis'in yanındakilerin Moita ve arkadaşları olduğunu görünce Uli yanaklarına hızla hücum eden kanı, öfkesine vermelerini umarak Livan'ı başıyla selamladı. Misafirlere kısa bir bakış atmakla yetindi ve hızla yanlarından uzaklaşmayı tercih etti. Kendini Minta ve çocukların oynadıkları çayıra atarken hala talihine söyleniyor bir gün için bu kadarının fazla olduğunu düşünüyordu.



"Her kuşun eti yenmiyormuş dostum." Barva, elinden kaçırdığı kızın arkasından bakarken üzgün görünmemesine rağmen sevgili arkadaşını omzuna vurarak teselli etmeye çalıştı.

"Kıza asılmıyordum." dedi Mgeri kendi haline gülmesine rağmen omzunu silkerek Barva'nın ağır elinden kurtuldu.

Dadali'nin "Asılamadığına biz de şahit olduk." diyen acımasız yorumuyla Barva keyifli bir kahkaha attı.

Moita az önce yanlarından öfkeyle geçen kızın arkasından merakla bakıyordu. Bir yerlerden hatırladığını düşünürken Mgeri'ye döndü. "Arte'den biraz ders alsan fena olmaz." dedi genç adamın kız tavlama konusundaki başarısızlığıyla alay ederek.

Hiç birinin Uli'yi tanımadığını fark eden Mgeri, Reis'e baktığında adamın bu durumdan çok eğlendiğini ve Uli'nin kimliğini açıklamak gibi bir niyetinin olmadığını anladı. Öyleyse şimdi kendisiyle acımasızca eğlenen arkadaşlarına bir yıl önce çingenelere emanet ettikleri oğlanın az önce yanlarından ayrılan kız olduğunu söylemeyecekti.

"Mgeri'ye biraz acıyın, çetin bir cevize çattı. Pulera'ya yaklaşmak o kadar kolay değildir. Hele ki bir erkeğin iltifatını kabul ettiğini hiç görmedim." diyen Livan, misafirlerini evine doğru yönlendirdi.

"Sinirleri sağlam olmalı." dedi Dadali takdirle.

"Öyle olmasaydı hayvan terbiyecisi olamazdı." diyen Livan'ın açıklaması herkesi şaşırttı.

"Atlardan ya da köpeklerden bahsetmiyor." Mgeri, kızı az önce kaplanla uyurken gördüğünü hayranlıkla anlattı.

"Kaplanları erkeklere tercih eden bir kadına daha önce rastlamadım."

Moita'nın takdir dolu yorumu üzerine ablasını süzen Barva bıyık altından gülerken mırıldandı. "Bana tanıdık geldi. Atmacaları erkeklere tercih eden birisini tanıyorum."

Dadali kardeşine alayla göz atarken "O ufak tefek kızdan aşağı kalmamı beklemiyorsunuz herhalde." diyerek Livan'ın açtığı kapıdan ahşap-taş binaya girdi.


***
Uli, Minta'yı yaşıtı kızlarla birlikte kasabanın gerisindeki ağaçlı tepenin eteklerine yayılan yeşil çayırda körebe oynarken buldu. Yanlarına yürürken tepelerden gelen rüzgâr ateş basmış yanaklarını serinletiyordu.

Mgeri ile karşılaştıklarında Moita'nın da kasabada olacağını tahmin etmesine rağmen yüz yüze geldiklerinde bocalamasına engel olamamıştı. Onu çingenelere bıraktıklarından bu yana geçen altı ayda hem fiziksel hem de ruhsal olarak çok değiştiğini biliyordu ama hapishaneden kaçırırken erkek sandıkları iskeletten farksız o kızı tanıyamadıklarını görmek kendisini nedense daha iyi hissettirmiş ve bundan utanarak kendini tanıtmadan yanlarından aceleyle uzaklaşmıştı.

Küçük kızların onlara katılması için yalvarmalarına fırsat vermeden aralarına neşeyle katıldı. Ebenin kim olacağına dair kızlar kendi aralarında tartışırken o da çingenelerin arasında uyandığı günü düşünüyordu. Moita'nın, onu çingenelerin insafına bıraktığını öğrendiğinde hissettiği kederi ve öfkeyi anlayan Reis'in karısı, onu teselli edeceğini düşünerek iyileşmesini beklemeden bir yüzük vermiş ve Moita'nın yüzüğü geri almak için geleceğini de sözlerine eklemişti. Gerçekten Kızıl sözünü tutmaya mı gelmişti? Şu ana kadar buna ihtimal bile vermemiş yüzük de aklından uçup gitmişti.

Önündeki gözleri bağlı küçük kızdan dalgınca kaçarken yüzüğü nereye koyduğunu hatırlamadığını fark etti. Aniden durduğunda körebe kız bu fırsatı kaçırmayarak Uli'yi belinden kıskıvrak yakaladı. Kızların sevinç çığlıkları arasında ebenin kollarından nazikçe kurtulan Uli, kendisine uzatılan göz bağını kızın boynuna doladı ve ardından hiçbir şey söylemeden kasabaya doğru hızla yürümeye başladı.

Minta "Nereye gidiyorsun?" diye ardından hayal kırıklığı ile bağırdı.

"Yapmam gereken bir şeyi unuttum." Uli, durmadan geriye dönerek seslendi. "Söz veriyorum bir dahaki sefere ebe hep ben olucam."

Ya yüzüğünü veremeden Kızıl giderse, bir kaçağın onun keyfini beklemeyeceğine emindi ama yüzüğü nereye koyduğuna dair en ufak bir fikri yoktu. Eve geldiğinde nefes nefeseydi. Opampe alt kattaki odada yoktu, yukarıda da bulamayınca evde kimsenin olmadığını anladı. On dakika içinde altını üstüne getirdiği odasının ortasında, ellerini nefeslenmek için beline dayamış yaptığı karmaşaya bakıyordu. Dağılan yatağına, içindekileri dışarıya saçılmış köşedeki sandığına, çekmecelerindekiler üstüne boşaltılmış küçük masasına umutsuzlukla baktı. Yüzük yoktu.

Arkasından gelen hayret çığlığı ile Uli hızla döndü. "İşin bu muydu?" Odaya girerken Minta'nın şaşkınlığı neşeye döndü. "Söyleseydin ben de sana yardım ederdim." Masanın üzerindeki dağınıklıktan aldığı bir kitabı kısaca inceleyip yere sanki kazara düşmüş gibi bıraktı. "Eğlenceliymiş!" diye sırıttı. "Ben de odama gidiyorum."

Odadan çıkmadan önce Minta'yı kollarından yakalayan Uli gülerek dalgınlığından sıyrıldı. "Ne yapmaya çalıştığını biliyorum Minta ama bu defa beni kullanıp kendi dağınıklığına bahane bulamazsın." dedi. Yüzüğü bulamadı diye Kızıl kendisini tekrar hapse gönderecek değildi ya.

"Ne arıyordun peki?" diye sordu Minta merakla.

"Zincire takılı altın bir yüzük." Uli omuzlarını silkerken "Buraya ilk geldiğimde aklım pek başımda değildi. Belki de yolda düşürdüm. Hiçbir fikrim yok." diyerek etrafına umutsuzlukla baktı. Minta'nın yere attığı kitabı alıp masasının üzerine bıraktı, dağılmış yatağını düzeltmeye girişti. Sandığın içine eğildiği sırada omzuna birisinin vurduğunu hissetti. Küçük kızın odadan çıktığını hissetmiş ama döndüğünü fark etmemişti. Başını çevirdiğinde Minta'nın elinde sallanan zincirin ucundaki altın yüzüğe hipnotize olmuş gibi baktı.

"Nerden buldun bunu?" diye şaşkınlıkla soran Uli yüzüğü eline alırken sandığın önüne çökercesine oturdu.

Minta yanlış bir şey yapıp yapmadığından emin olamıyordu. "Bana sen verdin." dedi çekingen bir sesle.

"Ben mi? Saklaman için mi verdim?" Uli yüzüğü kıza verdiğini hatırlamaya çalıştı bir an sonra umutsuzlukla vaz geçti.

"Eline takmadan sürekli yüzüğe bakıyordun. Bakabilir miyim diye sorduğumda, benim olabileceğini söyledin." Uli'nin yanına oturan Minta, işlemelerle bezeli yüzüğün ortasındaki kırmızı taşa beğeniyle bakıyordu. Yüzüğü ilk defa görüyormuş gibi Uli de ilgiyle inceledi. Bir kadın yüzüğüydü. Kızıl'ın annesine mi aitti acaba ya da sevdiği kadına belki de eşine?

"Bana verdiğini hatırlamıyor musun?" diye sordu Minta düşüncelerini bölerek.

Hapishaneden ayrıldıklarından sonra ki bazı anıları çingenelerin ona verdikleri isim gibi sisler arasındaydı. "Hatırlamıyorum canım. Üzgünüm ama benim olmayan bir şeyi sana vermemeliydim. Şimdi senden geri alırsam bana kızar mısın?" Sarı saçlarını yanaklarına saçarak başını sallayan küçük kıza sevgiyle sarıldı. "Teşekkür ederim. Eğer bulamasaydım sahibi benden istediğinde ne yapardım bilemiyorum."

"Yoksa gidiyor musun?"

Kızın kurduğu bağlantıya şaşıran Uli cevap vermeye fırsat bulamadı.

"Kim nereye gidiyor?" Opampe kapıda durmuş odanın dağınıklığına şaşkınlıkla bakıyordu.

Yaşlı şifacıya doğru koşan Minta "Pulera gidiyor." diye sızlandı. Küçük kızın ağlamak üzere olduğunu gören Opampe sorarcasına Uli'ye döndü. Yaşlı kadın Moita'nın arkadaşlarıyla birlikte kasabalarına geldiklerini ve şuanda Livan'ın evinde olduklarını biliyordu. Kendisi de Uli'yi almaya gelip gelmediklerini merak etmişti fakat Minta'nın sözlerinden sonra kızında gelenlerden haberi olduğu anlaşılıyordu. Gitmek isterse onu kimse durduramazdı yine de giderse yaşlı kalbinin kırılacağını hissediyordu.

"Bir yere gittiğim yok Minta." diyen Uli, yaşlı şifacıya yardım çağrısı ile baktı. "Nerden çıkartıyorsun böyle şeyleri bilmiyorum."

Küçük kız "Yüzüğü buraya gelirken yanında getirmiştin. Şimdi de onu sahibine geri vermekten bahsediyorsun. O zaman gideceksin." diye öfkeyle söylendi.

"Siz beni kovana kadar buradan ayrılmaya niyetim yok Minta. Hem unuttun mu, ikimiz de bu yaz ilk gösterimize çıkıyoruz ve birbirimizi izleyeceğimize söz vermiştik." Uli, Minta'yı kollarını açarak yanında çağırdı.

Duydukları ile rahatlayarak, Minta ile sarmaş dolaş gülen Uli'yi hoşnutlukla izleyen Opampe "Hadi artık ayrılın kumrular. Şölene gitmeden önce şu odayı da toplayın." diye tembihlemeyi ihmal etmedi.

Yaşlı şifacı onları odadaki karmaşa ile baş başa bıraktığında Uli sandığa birkaç tunik pantolon ve gömlekten oluşan kıyafetlerini yerleştirirken Minta, masasını toplamaya girişti.

"Ne giyeceksin?" Minta aklına yeni gelen bu soru ile kıza heyecanla döndü.

Elindeki mavi tuniği açarak küçük kıza doğru tutan Uli sırıttı. "Bu nasıl?"

Minta'nın güzel yüzü beğenmediğini belli eden bir şekilde buruştu.

"Olmaz mı?" diye sormasına rağmen Uli tuniği dağınık yatağın üzerine atarak diğerlerinden ayırdı. Şimdi de ona uygun bir pantolon bulmalıydı. Topladığı kıyafetleri yeniden sandıktan çıkaran Uli, yaşlı şifacının azarı ile yerinden sıçradı.

"Ben size toplamanızı söyledim daha da dağıtmanızı değil."

Kapının önünde elleri kalçalarında dikilen Opampe'ye dönen genç kız "Bu kadar sessizce gelmeyi nasıl beceriyorsun anlamıyorum." diye sızlandı.

Yatağın üzerindeki tuniği fark eden yaşlı şifacı tıpkı Minta gibi yüzünü hoşnutsuzlukla buruşturdu. "O tuniği unut. Dina ile konuştum sana uygun bir elbise bulup gönderecek." Kızın itiraz etmek için ağzını açtığını fark ederek daha başlamadan susturdu. "Kadınlar bu gece için en şık elbiselerini giyerler, bu bir gelenektir. O yüzden itiraz istemiyorum."

Minta, tek taraflı tartışmanın bittiğini göstermek istercesine odadan ayrılan şifacının arkasından koştururken neşeyle sordu. "Ben de yeşil elbisemi giyebilir miyim?"

Uli, Opampe'nin cevabını duyamadı. Tekrar sandığın dibine keyifsizce çöktü. "Bir bu eksikti!"