Kayıt Ol

İnsan ve İblis

Çevrimdışı Celebhol

  • **
  • 215
  • Rom: 8
    • Profili Görüntüle
Ynt: İnsan ve İblis
« Yanıtla #30 : 12 Kasım 2016, 16:50:31 »
Bölüm 31 – Krizalit Dört

Şu An

Bu çalışmalar beni rahatlatıyor. Fiziksel çabanın önemini uzun süredir biliyordum zaten. Ancak, bu bilginin, nasıl desem, tam önemine varamamıştım. Sanki onu içselleştirememişim gibi; sonuçta bir şeyi teorik olarak bilmekle, onu tecrübe yoluyla öğrenmek arasında fark var. Belki de, tecrübenin, işin içine duyguyu katmasındandır.

Tavsiyeler bir kulaktan girer, öbür kulaktan çıkar. Aynı şekilde, nutuklar da asla dinlenmez. Gerçi, bu nutuğun doğasında bir zorlama içermesinden kaynaklanıyor da olabilir. Sonuçta, nutuk atan kişi etkendir ve nutuğa maruz kalan kişi edilgendir. Ancak, bu insanın istekli olarak yaptığı bir durum değildir. Gidip de, nutukçudan kendisini fırçalamasını istememiştir. Bu yüzden, zorlama içeren her durum gibi, nutuk atmak da bir işe yaramaz. Hatta, kişide tam tersi etki yapar ve zorla verilen bu “tavsiye”den daha da uzaklaştırır kişiyi. Bu tepki için, insana ergen ya da olgunlaşmamış gibi yaftalar yapıştırmanın anlamı da yok; zorlama, her insanda bir karşı koyma isteği doğuran bir şeydir. Zaten bu yüzden, zorlamanın her formuna karşıyım ya. Ya da karşıydım... elini bilerek ve isteyerek kana bulamış bir kişi olarak, konuşmaya hakkım olduğunu zannetmiyorum.

Korkuyorum. Tekrar o karanlık dönemime dönmekten korkuyorum; o öfke dolu, kin dolu ve dünyadan nefret eden kişiye dönmek istemiyorum. Yaptığım şeyleri düşündüğümdeyse, içimde hafif bir pişmanlık yüzünü gösteriyor. Başkalarına yaptığım şeyler ve öldürdüğüm kişilere acıdığımdan değil. Kendim, insanı çıldırtacak derecede bir ıstıraba saplanmış olduğumdan.

Bunun çok bencilce olduğunu biliyorum. Bir hümanist, beni bir yaratık ya da canavar olarak nitelerdi fakat bir yaratık değilim. İnsaniyetimi tam anlamıyla kazanamamış olabilirim ama kesinlikle bu hissettiklerim, başkalarının da sahip olduğu şeyler. Bunu biliyorum. Dalınç yeteneğim sayesinde pek çok kişiye dokundum ve zaman içinde, onların aklından geçenleri daha iyi kavradım. İnsanın ne demek olduğunu bulamamış olabilirim fakat hissettiğim kara duygular konusunda yalnız olmadığımı gördüm.

Bu konuda ne hissedeceğimi pek bilemiyorum. Acaba hangisi daha kötü; bu bencilliğimin normal olması mı, yoksa benim insaniyetimi yitirmiş olmam mı?

Konu da bok oldu sanki. Ancak, aklımdan çıkmadan ekleyeyim. Okunarak ya da duyularak elde edilen bilgi ve yaşamak yoluyla elde edilen bilgi arasında dağlar kadar fark var. Bunun temelindeki neden, belki de, tecrübenin o bilgiyi insanın zihnine duygular yoluyla kazımasıdır. Kan ve terle öğrenilmiş, ruhumuza işlenmiştir o bilgi artık. “Benim” olmuştur.

---

Şehirden uzaktaki bol yıldızlı ve kör aylı gecenin altında, geniş çatılı evin salonunda sarı ışıklar yanıyordu. Her zamanki gibi loş havasını koruyan evin merkezindeki bu yerde bulunan bir kişi, hızlı hızlı dolanmaktaydı. Laboratuvar önlüğü hafifçe salınırken, salonda hızla bir oraya bir buraya gidiyordu. Kara gözleri fırıl fırıl kitaplıkları tarıyor ve geniş kütüphanede bir şeyler bulmaya çalışıyordu. Tozdan kapağındaki yazılar zar zor seçilen büyükçe bir cilde uzandı. Sol kolunu kaldırmasıyla beraber, önlüğünün yenindeki kesik gözler önüne serilmişti. Siyah saçlı adam, kitabın üstüne üfleyerek onu temizledikten sonra, hızla başlığını okudu.

“Irosistemler ve Nanobiyom”

Aradığı şey bu olmadığından dolayı, onu geri koymak için yeltense de, odaya giren iki gençle beraber işini yarıda kesmek zorunda kaldı. Genç adamların ikisi de terli ve yorgun görünmesine rağmen, Eiros çok daha bariz bir şekilde yıpranmıştı. Hatta canı epey bir sıkkın görünüyordu. Hızlı iyileşme gücüne rağmen, yüzünün ve bedeninin orasında burasında kesikler ve henüz yeni yeni belirmeye başlamış olan çürükler vardı.

“Neus,” diyen Engar, iki parmağını şakağına getirdikten sonra adama doğrultarak bir selam yolladı ve odasına yollandı.

Yüzünü yıkamak ve tuvalet ihtiyacını gidermek amacındaydı. Zira, antrenman daha bitmemişti. Sadece, kısa bir mola vermişlerdi. Neus'un da yardımıyla hazırladığı program, normal bir insanın uyum sağlamayacağı şekilde doluydu. Ortalama bir kişi yeterince azimli olmadığından ya da psikolojik olarak buna hazır olmadığından değildi bu durum. Gerçi, bu iki nedeni de gözden çıkarmak doğru olmazdı fakat temelinde yatan neden çok daha basitti; normal bir insan, biyolojik olarak bu programı kaldıramazdı.

Bir insan bedeninin kaldıramayacağı kadar yoğun, uzun ve devamlı çalışmalar, kısa dinlenme süreleri, az uyku saatleri ve bedenin kendisini toparlaması için verilmeyen süre... bütün bunların hepsi, bir insanın bir kaç günde iflas etmesine yol açardı. Neyse ki, Eiros her şey olabilse de, bir “insan” değildi.

Engar'ın selamına başını hafifçe sallayarak karşılık veren Neus, elindeki kitabı bir koltuğun üstüne fırlattı ve Eiros'a yaklaştı. Kendisini incelemeye başlamış olan Neus'u rahatsız etmemesi gerektiğini hisseden Eiros, meraklı gözlerle ona bakmakla yetindi. Vücudundaki her bir yarayı ve çiziği inceleyen Neus, ardından yüzüne de şöyle bir baktı.

“Vücudunun sol tarafında çok yara var. Engar baskın olan sağ eline güvenmemeyi mi öğretiyor sana?” diye sordu.

“Açık bulduğu yerlere yüklendiğini söylüyor. Sol elimi bir türlü kullanmayı öğrenemedim,” diye yanıtladı, Eiros.

“Öğrenemezsin de zaten. Sen bir sağlaksın,” diye cevapladı beyaz önlüklü adam ve devam etti “Ama bu açığını kapamayı öğrenmeye başlamışsın.”

“Nereden anladın?” diye sordu, adamın düşünme şeklini merak eden Eiros.

“Kendinden de bulabilirsin, Yıldırım. Sadece, iyileşmenle bir alakası olduğunu söyleyebilirim,” diye sırıtarak cevap verdi Neus.

Eiros, onun ne demek istediğini düşünedursun, adam, tekrar kütüphaneyi karıştırmaya dönmüştü. Kara gözleri hızla etrafı tararken, arada bir Eiros'a da yöneliyordu fakat düşüncelere dalmış olan genç bunu fark etmedi.

Alt dudağının yanını dişleyerek bir süre düşündükten sonra, aydınlanmış bir edayla Neus'a çevirdi başını.

“İyileşme hızımdan!” diye, heyacanla konuştu.

“O-hoo, nereden anladın?” diye sordu, adam.

“Yaraların farklı hızdan iyileşmesinden. Normal bir insandan çok daha hızlı iyileşebiliyorum. Bu yüzden yakın zamanda aldığım yaraların iyileşme oranına bakarak, hangisinin daha yeni ve daha eski olduğunu anlayabilirsin. Aslında bunu diğerlerinde de yapabilirsin fakat aradaki fark ancak günlerle ölçülebilir olduğunda işe yarıyor. Gözüne bir hafta önce yumruk yemiş bir kişiyle, üç gün önce yemiş birisi arasında fark olur. Benim durumumdaysa, saatler bile yaranın durumunu etkiliyor.”

“Doğru,” diye onu onayladı adam “Ama atladığın bir kısım var. Dediklerin bütün yaralar için geçerli değil. Ezilme gibi, morluk yaratan yaralarla hesaplama yapmak daha sağlıklı. Kesiklerin iyileşme mekanizması daha farklı olduğu için, senin durumunda bile düzgün bir ölçüt yaratmıyorlar. Oysa morluk ve çürükler böyle değil. Dikkat edersen, sen de böyle olduğunu göreceksindir; vücudundaki morlukların kimi daha yeni ve hafif, çoğunluğuysa çoktan kararmış ve iyileşmenin rengine bürünmüş. Bu ayrımı aklından çıkarmasan iyi olur.”

“Anladım,” dedi, genç adam.

“Pekala. O zaman neden Engar'ın sana kılıcının kabzasıyla vurduğunu açıklayabilir misin?” diye sordu, Neus.

Gündelik bir sohbet ediyormuşçasına bir rahatlığa sahip olan adamın ruh hali, birdenbire değişivermişti. Kaba ya da tehditkar değildi fakat hissedilir bir otoriteye sahipti. Eiros, bu değişime şaşırmıştı çünkü adamın hep saman altından su yürüten bir tip olduğu hissine sahipti. Gerekli gördüğünde otoritesini konuşturmayı da bildiğini unutmuştu. Bir daha bu hatayı yapmaması için, kendine salıkta bulundu.

“Bilmiyorum. Benden pek hoşlandığını düşünmüyorum,” diye bir itirafta bulundu.

“Öyle mi?” diye sordu, adam.

Uykusuzluktan dolayı altı morarmış, kömür parçasına benzeyen gözlerini kısmıştı. Bir ya da iki saniye devam eden bu durum, Eiros'a çok uzunmuş gibi geldi. Bu sorgulamadan rahatsız olmuştu.

“Neyse! Öyle diyorsan öyledir. Gençler arasında olur öyle şeyler,” diye, tekrar rahat haline dönerek geçiştiriverdi.

Gevşeyerek bir soluk koyuvermek istese de, bunu yapamadı Eiros fakat en azından, küçük gerginlik geçmişti. Yine de, diye düşündü, bunu yapmaya hakkı yoktu. Engar gibi, o da, kendisine boş yere gözdağı vermişti. Bunu anlayamıyordu işte. Bir insan, neden durduk yere böyle bir şey yapma ihtiyacı duyardı ki?

Fareyle oynayan bir kedinin sadistliğine benzetiyordu bu durumu. İnsanlar, güç kullanmaktan hoşlanıyor olmalıydı. Kendisinin başkalarından üstün olduğunu hissettirmenin verdiği hazzı istiyorlardı herhalde.

“Bak,” diyordu kedi, fareye “Ben, seni korkutabilir ve senin acı çekmeni sağlayabilirim. İstersem, bu benim gücümün dahilinde. Ancak, seni yemeyeceğim çünkü ben güçlü ve üstünüm. Yapamayacağımdan değil gerçi... sonuçta, bir lokmaya bakarsın. Pençelerimin keskinliğini ve dişlerimin sivriliğini görüyor musun? Gerekirse ya da öyle arzu edersem, onları her an sana batırabilirim. Senin o acınası kuyruğunu bir savuruşumla kesebilir ya da küçük başını, kuvvetli çenemle kolayca ezebilirim. Bunu bil işte. Bu dünyadaki konumunu bil.”

Eiros, zaten gergin olan bedeninin daha fazla stresle dolduğunu hissetti. Ruhu iki uçtan acımasızca çekilerek gerilmişti sanki. Kalbi, tekrar, düzensizce çarptı ve göğsü sıkıştı. Anlam veremediği bir şekilde sinirlenmişti. Şakaklarından soğuk terler boşanıyor ve elleri titriyordu. Öfke, ona ileri atılmasını ve bağırıp çağırmasını söylüyordu. İsterse, daha önce yapmış olduğu gibi, bu kişileri...

“Neden böyle bir şey yaptın?” diye sordu, Neus'a.

Onu kıracak bir şey yapmak istemese de, sesi sert çıkmıştı. Gerçi, o an bunu umursadığı söylenemezdi. Boğazına kadar gelmişti artık. Önüne gelen herkesin, kendisini tehdit etmesinden sıkılmıştı.

“Ne yaptım?” diye bir soruyla, sakince karşılık verdi adam.

“Beni neden tehdit ettin? Sana neden yalan söyleyeyim? Ayrıyetten sana ne!?” diye, son cümlesinde bağırdı ve ekledi “Engar ile olan biten, onunla benim aramda.”

Bağırışlar üstüne salona giren Engar'ı fark etmemişti genç adam. Elinin tekiyle, ıslak başının arkasını kurulamakta olan kumral genç, bir köşede durmuş ve olan biteni izlemeye koyulmuştu.

“Anladım,” diye yanıtladı, Neus.

Yüzünde ne bir karşı çıkış ne de bir öfke belirtisi vardı. Sanki, kendisine bağırılmış olmasından hiç rahatsız olmamıştı. Hayır, bu yanlış olurdu. Adamın ciddiyetine ve şaşırmamışlığına bakılırsa, bunu bekliyordu.

Söyleyeceğini söylemiş olan Eiros, yavaşça yatıştı ve solukları düzene girdi. Bakışlarının sertliği yok oldu ve kan akışı normale döndü. Sinirden dolayı başlamış olan, başındaki zonklama da epey bir azaldı. Ancak, kalbinin hala çok iyi hissettirdiği söylenemezdi. Çarpıntıları bir gelip bir gidiyor ve midesini bulandırıyordu.

Kendisini iyi hissetmiyordu. Yorgundu ve gücü çekilmişti. Ne yapıyordu ki zaten burada? Doğaüstü bir yerde ve tanımadığı insanlar arasında, bilmediği bir amaç uğruna kendini “geliştirmeye” çabalıyordu.

Bir şey demeden, kendisini koltuklardan birisine bıraktı ve gözlerini kapadı. Yorulmuştu. Çok yorulmuştu... başı hala zonkluyordu. Kalbi, arada bir ağzından çıkacakmış gibi sapıtıyordu. Bu değişimler, gelgitler onu tüketmişti.

Bir süre öyle durdu. Etrafındaki insanların fısıldaştığını duyuyordu. Arada bir, yanından geçen birisinin hışırtısı ve ayak sesleri kulağına çalınsa da, umursamadı. Daha doğrusu umursayamadı. Ayların biriktirdiği gerginlik yüzünden, sanki sonunda içinde bir şeyler kopmuş ve amacını kaybetmiş gibiydi. Amaçsızlığın ve yenilginin getirdiği huzur onu doldurmuştu. Ancak, tabii ki de bu durum böyle süremezdi.

“Eiros,” diyen bir kızın sesini duydu.

Gözlerini açınca, karşısında Kueti'yi gördü.

“Efendim?” diye sordu, bitkince.

“Kalk yatağına git,” dedi kız, yumuşak bir sesle.

“Tamam,” diyen genç, ona uydu.

Bir dakika sonra, üstünü başını değiştirmeden yatağına uzanmış ve uykuya dalmıştı. Kueti, Eiros'un odasından çıkmadan önce ses yalıtımını açmıştı. Böylece, salonun ortasındaki koltuklara dizilmiş üçlünün konuştuklarını duyamayacaktı.

“Sana bunu kaldıramayacağını söylemiştim,” dedi, Engar, onaylamaz bir tonda “O çok zayıf.”

“Zayıflığın olduğu yerde, aynı büyüklükte bir güçlenme potansiyeli vardır,” diye yanıtladı, Neus “Hem senin ses çıkarmaya hakkın yok, sevgili Engar. Kabza darbelerini gördüm. Sadece gerçekten sinirlendiğinde böyle davranırsın.”

“Onun gibi kendisini beğenmiş ve çocukça patlamalar yaşayan birisini sevmemi bekleme benden,” diyen Engar, pek de sinirlenmişe benzemiyordu.

Daha çok, rahatsız olduğu bir durumu doğallıkla ifade eden birisinin basitliğine sahipti; bunları içine atarak, kendisini zehirlemesine izin vermeyen bir kişinin doğallığına.

“Ona bir şans ver, Engar,” dedi, lafa giren Kueti “Kötü birisi değil.”

“Kötü birisi değil mi?” diye sordu, şaşıran Engar “Adam kaç kişiyi öldürdü. Bana, onun iyi birisi olduğunu söyleme.”

“İnsan hayatta kalmak için pek çok şey yapabilir,” diye, sade bir yanıt verdi bunun üstüne, kız.

“Peki komşusuna ne diyeceksin? Hadi Ugi'yle olan savaşında apartmandakiler kazayla öldü ve konakladığı semtte yaptıklarını da oradakiler hak ediyordu. Peki komşusuna ne diyeceksin? Tek suçu kaba olmak olan, masum bir sivilin öldürülmesini de savunacak mısın?”

Kız, bir süre sessiz kaldı. Onun bu sessizliğini yenilgi olarak algılayan Engar, tartışmanın bittiğini düşünse de, yanılıyordu.

“Tek bildiğim, buradaki hiç kimsenin yaptığı her şeyle gurur duymadığı,” dedi.

Engar tam cevap verecekti ki “Buzlu çay!” diyen Neus'un, heyecanlı bağırışıyla yerinden sıçradı. Kueti de, aynı şekilde hazırlıksız yakalanmıştı. Engar yumruğunu sıkmış ve bedeni sıçramak üzere gerilmişti. Kueti'yse, belindeki korumalıkta olan silaha uzanmıştı. Ancak, gelenin Neus olduğunu hemencecik anlayan ikili, rahat birer soluk koyuverdi.

“İnsanların ödünü koparmak hoşuna gidiyor, değil mi?” diye sordu, metal tepsideki fırfırlı pipetlerle donatılmış bardaklardan birine uzanan Engar.

“Kim demiş,” diyen Neus, bıyık altından güldü.

Kueti de uzanarak, kendisine bir bardak aldı. Adamın ne ara salondan kaybolduğunu ve ne ara geri geldiğini anlamamıştı. O kadar derin mi tartışıyorlardı ki, ne o ne de kendisi bunu fark edememişti? Bu seferki iş vereni ve yarattığı ortam gerçekten... farklıydı.

“Çok derin konuşuyordunuz, sizi bölmek istemedim,” diyen adam, kendisi de bir bardak kaparak tekrar koltuğa yerleşti.

“Sen ne diyorsun?” diye sordu, Kueti.

“Neye? Yıldırım konusuna mı? Bence o artık, kendi kendine çözüldü,” diye yanıtladı adam, süslü pipetle derin bir yudum alarak.

“Bu kadar basit mi yani?” diye sordu, içecekten bir yudum aldıktan sonra konuşan Engar.

“Hemen hemen evet,” dedi, çok basit bir şeyi açıklıyormuş gibi davranan Neus “İçindeki öfkeyi yönlendirmeyi bırakıp yüzleşmesi gerekiyordu. Bugünkü davranışı ona bir şeyleri gösterecektir.”

“Neus, yeni katıldığım için yöntemlerini çok iyi bilmiyor olabilirim ama dediğin sence de biraz fazla uçuk değil mi?” diye, bu sefer Engar'a katıldı genç kadın “Nasıl bu kadar emin olabiliyorsun?”

“Fark etmemiş olabilirsiniz fakat Yıldırım buraya geldiğinden beri daha bir açık ve azimli davranıyor... ona gerektiğinde duymaya ihtiyacı olan şeyleri söylediysem de, övgüyü tamamen üstüme alamam. Yanlış anlamayın, çok güzel bir iş çıkardım,” dedi, kara gözleri gururla parıldayarak “Ama sandığının aksine, içinde onu yönlendiren bir şeyler var. Hayatına devam etmesini sağlayacak bir şeyler.”

“Soyut safsata ve hümanist saflık,” diye geçiştirdi, Engar.

“Hayır, kesinlikle hümanizm değil,” dedi, Neus “Beni daha iyi tanıyor olman gerek, Engar.”

Bunun üstüne, genç adam hafifçe güldü. Önlüklü adam haklıydı. Düşüncesiz davranarak, çok saçma bir şey söylemişti.

“Şimdi ne olacak peki?” diye sordu, Kueti.

“Biz yapabileceğimizi yaptık. İhtiyacı olan 'itkiyi' sağladık. Gerisi Yıldırım'a kalmış bir şey. Kesinlikle durumu iyiye gidecektir demiyorum fakat isterse bunu yapabilir. Ancak, önündeki yol çok çetrefilli ve uzun olacaktır. Belki de hiç bitmez,” dedi Neus.

Üçlü, aynı anda buzlu çaylarından birer yudum aldı.

“Bana bu konuda yardımcı olduğunuz için teşekkür ederim.”

“Biz bir şey yapmadık ki,” diye yanıtladı, Engar.

Cevap vermeyen Neus, kalktı ve hızla dışarı yollandı.

Aklına sonradan gelmiş gibi, küçük bir ekleme yapmayı da unutmamıştı.

“Bardaklarınızı mutfağa bırakmayı unutmayın!”

---

Kapıyı arkasından çekerek çıkan adam, rüzgarın nazik dokunuşunu yüzünde hissetti. Gözlerini kapayarak, kollarını yana açtı ve anın keyfini çıkardı.

“Kendinden pek bir memnunsun bakıyorum,” diye bir ses duyuldu.

Arkasını dönme ihtiyacı duymayan adam, bu kişinin kim olduğunu biliyordu. Yugiera'dan başkası değildi. Kapının yanındaki koltuğa oturmuş olan kadının yanında, bir içki bardağı duruyordu. Uzun bacaklarını rahatça uzatarak olduğu yerde yayılmıştı.

“Neden olmayayım ki?” diye yanıtladı, kara ormana bakan adam.

“Hakkını vermem gerek,” diye itiraf etti Yugiera “Olayı bu kadar iyi idare edeceğini düşünmemiştim.”

“Bu kadar yıldan sonra, benden hala şüphe mi ediyorsun?” diye sordu, dönerek onun yanına oturan Neus.

“Hayır. Benimkilerin daha uyanık olmasını beklerdim,” diyen kadın, içkisinden bir yudum aldı.

“Gözünden hiç bir şey kaçmıyor,” diyen adam, sırıttı.

“Ne sandın?” diyen Yugiera, bardağı adama uzattı “Özlem çeken Kueti ile o çocuğun yakınlaşmasını sağladın ki Eiros birileriyle iletişim kurabilsin. Bir yandan da, Engar ile aralarında sürtüşme olacak bir ortam yarattın. Sivrizeka Engar da buna dünden razıydı... gerçekten utanç verici. Böyle aptalları takımıma aldığıma inanamıyorum.”

“Onlara bu kadar yüklenme, senin dışında birisinin fark etmesi pek zor olurdu,” dedi, yakalandığı için artık bir şey saklama ihtiyacı duymayan adam “Biraz daha karışık tabi. Yıldırım'ın önce bir insanla etkileşmesi gerekiyordu. Bu yüzden, Engar'dan önce Kueti'yle tanışmasını sağladım. Gerçi o kızın konuşmaya istekli olup olmadığını kestiremiyordum fakat aramıza yeni katıldığı için, kendisi gibi 'yabancı' biriyle daha kolay bağ kurdu.”

“Her zamanki gönlü bol ve düşünceli tavrınla, iki yalnızı bir araya getirdin yani,” diye iğlenedi, kadın “Peki ya Engar?”

“Güçlü ve göz korkutan birisi. Eğer aralarında bir gerilim olsa, Yıldırım asla ona karşı çıkamazdı. Engar'sa, ona yüklenmeye dünden razıydı. Burada, benim de devreye girmem gerekti. Patlamaya hazır hale gelmişken daha rahat bir çıkış yolu sunmalıydım ona. Ben de öyle yaptım. Bastırılmış öfkeye sahip herkesin yapacağı gibi, sorunun ana kaynağına yönelmek yerine, daha az tehditkar ve kendisine daha yakın gördüğü kişiye yöneldi.”

İnsanları nasıl yönlendirdiğini rahatça anlatan adamda, en ufak bir vicdan azabı yoktu. Yugiera, onun bu yanından rahatsız oluyordu. Kim bilir kendisini kaç kez manipüle etmişti. Ancak, adamın sadece bu özelliğiyle yargılanamayacağının da bilincindeydi.

“Şimdi ne olacak peki?” diye bir soru yöneltti, adama.

“Diğerlerine söylediğim gibi; Yıldırım, ilerlemek istiyorsa gerçekle yüzleşmeli ve bir şeyleri denemeye başlamalı,” diye yanıtladı.

“Eğer bunu yapamazsa?” diye sordu, uzun kadın.

Kadının elindeki içkiyi kapan Neus, ondan bir yudum aldı ve önünde uzanan geceye baktı. Göğün sınırında belli belirsiz görünen kara bulutlar yakınlaşmaya başlamıştı. Hala ufkun köşesinde olsalar da, eninde sonunda buraya varacakları barizdi.

“Bu ülke... ve bildiğin gibi, başka pek çok yer, karanlığa düşecek,” dedi, sözleri kadar kara bir tonla “Tabii, bunu ona söyleyemeyiz. Henüz değil.”

Çevrimdışı Celebhol

  • **
  • 215
  • Rom: 8
    • Profili Görüntüle
Ynt: İnsan ve İblis
« Yanıtla #31 : 14 Kasım 2016, 21:28:59 »
Bölüm 32 - Anomali

"Slayt mı hazırlamış cidden?" diye sordu, şaşkınlıkla, Kueti'ye.

Turuncumsu saçlı genç kadın, soruyu soran Engar kadar şaşırmış olsa da sadece başını sallamakla yetindi. Ardından, sağındaki sandalyede oturan Eiros'u gözünün ucuyla süzdü. Öfke patlamasının ardından özür dilemiş olan genç, suskunlaşmıştı. Aradan geçen bir kaç gün süre boyunca sadece çalışmaya devam etmiş ve kızla olan sohbetlerini azaltmıştı. Arada bir sohbet ettiklerindeyse, gözlerini kendisinden kaçırıyordu. Kız, bu davranışın nedenini anlasa da, gencin içine saplandığı utanç -ya da artık hangi duyguysa- çukurundan çıkmasına yardımcı olmak için hiç bir şey yapmamıştı. Sonuçta, adamın kendi hayatı değil miydi?

"Sen ne diyorsun?" diye bir soru yöneltildi, Eiros'a.

"Efendim?" diyen genç. düşüncelerinden sıyrıldı ve Kueti'nin sağındaki Engar'a baktı.

"Neus, diyorum, Neus iyice saçmalamaya başladı. Lisedeymişiz gibi slayt falan hazırlamış bize. Ciddi diyorum, gün geçtikçe bu adam daha da garipleşiyor!" dedi, Engar.

"Fark etmemişim. Öyle herhalde..." diyen Eiros, önündeki manzaraya şöyle bir baktı.

Salondaki kocaman kitaplıklar kaldırılmış ve rahat koltuklar da onlarla beraber, kimsenin bilmediği bir yere yollanmıştı. Sadece, üç gencin oturduğu eski püskü üç sandalye ve genişçe, beyaz bir projektör perdesi vardı. Ancak, ortalıkta bir projektör görünmüyordu.

"Hadi bakalım, kapayın çenenizi artık!" diyen Neus girdi o sırada salona ve ciddi bir tonla ekledi "Ders başladı artık."

"N'apmaya çalışıyorsun?" diye sordu, kaslı kollarını bağdaştırmış olan Engar.

"Güzel bir soru! Ancak, dönemin sonunda alacaksınız bunun cevabını," diye yanıtladı, kıpır kıpır, tahta zeminde dolanan adam.

Kueti, kendisine mi öyle geliyordu bilemedi fakat sanki Neus, gülmemek için kendisini zor tutuyordu.

"Ölene kadar burada mı oturacağız yani?" diye homurdandı, Engar.

"Ah, pardon, benim hatam," diyen önlüklü adam, trajik bir hata yapmışçasına başını salladı "Şu anda ne yapmaya çalıştığımı soruyorsun. Öyleyse sorunun cevabı basit; sizi, birlikte ilk görevinize yollayacağım."

"Kaptan bize böyle bir şey söylemedi," dedi, Engar.

"Sessizlik!" diyen Neus, nereden çıkardığı belli olmayan bir cetveli Engar'a savurdu.

Oturduğu sandalyede geriye yaslanmış ve keyif çatmakta olan genç adam, hazırlıksız yakalanarak dengesini kaybetti ve devrilecek gibi oldu. Ancak, son anda kendisini toparladı ve neredeyse kafasına çarpacak olan cetveli, elinin tersiyle tokatlayarak savuşturdu. Hareketle birlikte uçuş yönü değişerek yere çarpan, otuz santimlik eski tahta cetvel kırılarak ikiye ayrılmıştı.

"Okul malına zarar vermek ha? Cık cık cık... sizin nesil çok şımardı. Eskiden hocalar gökten iner ve öğrencileri gönülleri istediğince döverdi! Ah, nerede efen'im o eski liseler? Ailecek takım elbiselerimizi giyer ve okula giderdik," diye bir nutuk çekiverdi bunun üstüne, Neus.

"Sanırım başım ağrıyor," diye sessizce yakındı Kueti "Bu adamı takip edemiyorum."

"Ama hakkını vermek gerek. İyi taklit yapıyor," diye bir yorumda bulundu, Eiros.

Bir yandan, önünde bir sinirlenen, bir gerinen, bir nutuk atarak kızaran Neus'u izlemeye devam etti. İstemsizce gülümsüyordu bu garip durumu izlerken. Engar'la tekrar tartışmaya girmiş olan adam, bağıra çağıra, ellerini kollarını bir oraya bir buraya savurmaktaydı. Gururla göğsünün kabarması ve önündeki 'gençleri' bariz biçimde küçümsemesi, tam bir lise hocasını andırmaktaydı. Belki de, derse giren müdür yardımcısı demek daha doğru olurdu.

"Bilmem. Okula hiç gitmedim," dedi, Kueti.

"Ciddi misin?" dedi, şaşıran Eiros.

"Evet..."

"Hey hey hey, şu manyakla beni yalnız bırakmayın!" diye isyan etti, Engar.

"Asıl sana hey hey, burada sizi eğitmek için uğraşıyoruz," diye bir çırpıda onu bastırıverdi, Neus.

Eiros, ilk kez Engar'ın gözlerinde bir yardım çağrısı gördüğünü düşündü. Ağzı bir türlü durmayan önlüklü adam, yüksek sesle, alakasız ve rastgele görünen konularda Engar'a nutuk atıp duruyordu hala.

"...sizin okul aile birliğine olan katkınız, yıllık tebeşir giderine vurulunca..." diye bir kısım duydu sadece.

Hafifçe güldü. Yana baktığında, Kueti'nin de sırıtmakta olduğunu gördü. Gururlu Engar, Neus'un abartılı hareketleri ve konuşması karşısında sinmişti. Doğaüstü reflekslerle oradan oraya sıçrayabilen, güçlü kuvvetli genç adam gitmiş ve yerine, ne yapacağını şaşırmış birisi gelmişti. Sorunu, mantıklı olmaya çalışarak, olan bitene bir anlam vermeye çalışmasıydı herhalde. Zira, Neus'un yaptıklarında bir mantık varsa da, onların anlayabileceği bir şekilde işlemiyordu.

"Öyleyse," diyen Neus, durakladı ve konuşması yavaşladı "Derse geçelim mi?"

"Sonunda..." diyen kumral genç, rahat bir soluk koyuverdi.

Önlüğünün cebinden bir cihaz çıkaran Neus, onu havaya fırlattı. Ancak, gri bir küreye benzeyen metalimsi kitle yere düşeceğine, havada asılı kalmıştı.

"Nasıl ya?" diyen Eiros, sandalyede doğruldu ve pür dikkat kesildi.

Cihazdan çıkan ışığa ve bu çok renkli ışığın projeksiyon perdesine vurmasına hiç dikkat etmemişti. Sadece, hiç bir yere temas etmeden, kendiliğinden süzülen bir küreye bakıyordu. Buraya geldiğinden beri ilk kez, ciddi anlamda, bir şeyden etkilenmişti.

"Güzel, değil mi?" diye sordu, Neus.

"Evet," diye yanıtladı, genç adam.

"Ne? Bu eski şey mi?" diye küçümsemeyle ekledi, Engar "Benim geldiğim yerde bunun üç model üstü vardı."

"Peki bunu yapabilir mi?" diye soran Neus, parmağını şıklattı.

Şimşek gibi bir hızla atılan, yumruk büyüklüğündeki gri küre Engar'ın önünde belirdi. Metal cihazın ön yüzündeki siyah ekranda tek bir kırmızı daire ve onun üstünde, aynı renkte bir çizgi belirdi. Eski dijital çalar saatlerin ekranlarına benzetmişti, Eiros.

Onlar izleyedursun, tek çizgi değişerek, ortadan aşağıya doğru büküldü. Neredeyse, kaşlarını çatan, tek gözlü bir canlıya benziyordu.

"Senin amına korum!" diyen kalın bir ses duyuldu.

Küreden gelen ses, metalik bir tona sahip olmakla beraber bir insanınkini andırıyordu. Tonlaması ve tavrı şüphe götürmüyordu; bu küçük ve kalın sesli robot, gerçekten de sinirlenmişti.

"N-ne?" diyen Engar, şaşırmıştı.

"Kes lan!" diyen robot biraz geriledi ve ardından Engar'a doğru atıldı. Robotun saldırı şekli, sadece uçan bir küre olsa da, kafa atan bir kabadayıyı andırıyordu. Engar kaçmaya çabaladı fakat bir sebepten dolayı bunu başaramayarak, alnının tam ortasına yediği darbeyle yere serildi.

Yerde iki seksen uzanan, şaşkın Engar ve onun üstünde gezinen kızgın robotun görüntüsü çok fazlaydı. Dayanamayan gençler kahkahaya boğuldu. Hem Eiros hem de Kueti, katıla katıla gülmekteydi. İkili, bozulsa da bunu çaktırmamaya çalışan Engar'a aldıramıyorlardı. Gözlerinin kenarında yaşlar biriken Eiros, duramadığını fark etti. Nefessiz kalmış ve sürekli kahkaha atmaktan boğazı ağrımıştı. Oysa, durmaya çalıştığında daha çok katılıyor ve yanındaki Kueti'yi de tekrar tetikliyordu.

"Hasiktir, öleceğim sanırım!" diyerek, nefes almaya çabaladı.

Derin derin soluklandı ve durmayı becerebildi. Derken kafasını çevirip, bozulmuş Engar'ı görünce, tekrar ve daha da şiddetli gülmeye başladı.

"Dursana be!" diyen kız, kolunu yumrukladı, bir yandan kendisi de gülüyordu "Senin yüzünden ben de duramıyorum!"

Bir an, duracak gibi olsalar da, robotun önlerinde bitivermesiyle bütün umutları suya düştü.

"Bana mı gülüyorsunuz lan götverenler!" diye, onları azarladı.

Sarsılarak gülmekten dolayı yere düşen Eiros, kapaklanırken Kueti'yi de yanında götürmüştü. Tahta zeminde uzanan gençler gülmeye devam ederken, bu sefer Engar da katılmıştı onlara.

"Ben size yapacağımı biliyorum..." diyen robotun yan tarafında bir bölme açıldı.

İçinden uzun, esnek ve metalik bir kol çıktı. Beş parmağa sahip gri, metal elinde keskin bir kelebek vardı. Kelebeği bir çırpıda ustalıkla salladı ve dijital kaşı, mümkünmüş gibi, daha da çatıldı.

"Eeeveet," diyen Neus, hızla robot ve yerdeki gençlerin arasına girdi "Bay Pandemonium, bu gençlerle bir şeyler konuşmam gerek."

"Elbette, Bay Neus," dedi, sakinleşen robot, ancak ağırbaşlı bir yorum yapmadan da edememişti "Fakat onları gözüm pek tutmadı. Özellikle şu kumral kafayı."

"Dikkat ederim, Bay Pandemonium," diye yanıtladı, Neus.

"Ahh... karnım ağrıyor," diyen Kueti, kikirdeyerek doğruldu.

"Başımı vurmuşum," diyen Eiros, yarı acı yarı sırıtışla başının arkasını tuttu.

Kueti gülmekten dolayı terlemiş ve açık tenli yüzü nemlenmişti. Şekilli ve yumuşacık görünen dudaklarına renk gelmişti. Gülmek, kıza gerçekten yakışıyordu. Ya da en azından Eiros böyle düşündü.

"Karnım yanıyor," dedi, sert tavrını yitirmiş ve gözünün kenarındaki yaşı silmekte olan Engar.

"Her şey yerli yerindeyse, asıl konuya geçelim artık," dedi, Neus.

Kısa bir sürede, gençler sandalyelere geçti. Zira adamın ses tonu ciddiydi. Onların bir kaç adım ötesine giderek durdu.

"Bildiğiniz gibi son bir kaç aylık süre Yıldırım'ın eğitimiyle geçti. Engar ve ben bu konuyla meşgulken, Yugi ise benim için başka bir şey yapıyordu. Bölgedeki anomalileri araştırmakla görevlendirmiştim onu. Şimdi, siz ikiniz anomalileri biliyorsunuz fakat Yıldırım'ı bilgilendirmek gerek."

Sonunda, ayların ardından bir şeyler öğrenecekti.

"Bay Pandemonium," diye rica etti, Neus.

Robottan çıkan ışık dalgası projeksiyon perdesine vurdu. Küçük birer kısımları kesişen iki tane küme görünüyordu.

"Dünyamız," dedi, Neus "Aslında iki tane dünyadan oluşuyor. Birisi, insanların hakimiyet sürdüğü düzlem. Diğeriyse Ugilerin düzlemi. Her düzlemin kendi fizik yasaları var. Normalde ayrı olan bu düzlemlerin kesiştiği belli bölgeler var ve bu bölgelerde, iki düzlemin yasaları birbirine karışarak bizim 'anomali' dediğimiz şeyi oluşturuyor. Sana bir şeyi çağrıştırdı mı?"

"Evet, eğitim yaptığım şelaleye benziyor," diye yanıtladı, Eiros.

"Haklısın, şelale bir anomali aslında fakat sadece bununla sınırlı değil. Bütün bu gördüğün çevre, bir anomali cebi. Yani iki dünyanın kesiştiği bir alan," dedi, Neus.

Genç adamın şaşkınlıkla gözleri büyümüştü. Bir yandan çok mantıklıydı. Etraftaki ormanın normal olmadığını ve bir çok garip olaya tanık olduğunu biliyordu fakat bu kadar kapsamlı bir şey olabileceğini hiç düşünmemişti.

"Anomali cebi ne?" diye sordu.

"Geleceğim. İki dünyanın kesiştiği söylemiştim," dedi Neus ve slayt değişti.

Bu sefer, bir sürü küçük nokta gösteriyordu.

"Bu iki düzlemin kesişmesi tek bir büyük alan şeklinde gerçekleşmiyor. Yani, iki boyutlu kümelerden bekleyeceğin gibi bir şekilde değil. Çok boyutlu herhangi bir varlığın sergileyeceği gibi, daha farklı kuralları izliyor. Kısacası, anomali bölgeleri dağılmış durumda. Senin, içindeki Ugiyle karşılaşman da bu sayede gerçekleşebildi. Onunla ilk karşılaştığın gün, bir anomali cebine rastlamış olmalısın. Bu şekilde seninle iletişim kurup, bedenine girebildi.

"Bunu nasıl anladın?" diye sordu, genç adam.

"Çünkü," diye yanıtladı, beyaz önlüklü adam "Ugiler kendi düzlemleri dışında, tek başlarına var olamaz. Bunun için konak bedenlere ihtiyaçları var."

"Anlamıyorum... benim kaldığım mahallede hiç de anormal bir durumla karşılaştığımı hatırlamıyorum. Koskoca fizik yasaları değişse fark ederdim herhalde."

Aşağı yukarı denileni anlasa da, bir şeyler oturmuyordu.

"Bütün anomaliler aynı özellikleri sergilemiyor. Hatta bir anomali cebinin içinde bile, bölgesel olarak bunlar değişebiliyor. Örneğin, buradaki şelalede görülen özellikler, bizim anomali cebinin başka hiç bir kısmında görülmüyor," dedi, Neus.

"Peki Ugiler bu anomalilerde var olamaz mı?" diye sordu, Yıldırım "Ne de olsa, iki düzlemin kesiştiği yerler. Düzgün bir anomali cebi bulabilirlerse, bir insan konakçıya gerek duymamaları gerekmez mi? İçimdeki Ugi, İblis, burada bana ihtiyaç duymamalı."

Kueti'yle Engar, şaşırarak ona baktı ve aralarında fısıldaştılar. Ancak, Neus böyle bir soru bekliyora benziyordu.

"Belli cepler için dediğin geçerli, ancak bizimki biraz... farklı. Sana garanti edebilirim ki, benim isteğim dışında hiç bir Ugi burada, öz formunda, kendini gösteremez. Ancak, bu son dediğine bir yanıt değil, Yıldırım. İçindeki Uginin seni terk etmek istediğini düşünmüyorum çünkü Ugilerin düzleminden insanlarınkine geçiş varken, tersi bir durum söz konusu değil. Eğer seni terk ederse, yeni bir insan bulana kadar o anki anomali cebinde sıkışıp kalacaktır. Hem, bir tür anlaşma yapmış olmalısınız," dedi.

"Evet..." diye, cevapladı. Unutmamış olsa da, aklının bir kenarına itmişti bu bilgiyi. Hatırlamaktan hoşlandığı bir şey değildi "... yaklaşık on ay önceydi. Bir yıllığına ruhumu ona kiraladım."

"Kiraladın mı?" diye lafa girdi, Engar "Neus, böyle bir şey mümkün mü?"

"Olabilir..." diye yanıtladı, düşünceli görünen adam "Çok sık olmasa da, tarihte örnekleri var."

"Saçmalık," dedi, Engar ve sandalyesine çöküp, kollarını kavuşturdu.

Etrafına bakınan adam, ne Neus'un ne de Kueti'nin bu tepkiye şaşırmamış olduğunu gördü. Demek ki, Engar hakkında bilmediği kişisel bir mesele olmalıydı. Düşününce, Empusa denen şeytan ona melez demişti...

"Yugi'nin benim için etraftaki anomali ceplerini araştırdığını söylemiştim," diye konuya döndü, Neus "Kaptanınız aşağıdaki şehirdeki bütün dikkate değer bölgeleri buldu. Sizden istediğim, bunları araştırmanız."

"Ne arıyor olacağız?" diye sordu, Kueti.

"Ana meseleye geliyoruz böylece; bu ülkenin hükümetiyle Ugilerin işbirliği yaptığı kanaatindeyim. Eğer doğruysa, daha önce görülmemiş bir durumla karşı karşıyayız," dedi, adam.

"Bunun ima ettiği şey..." dedi, tekrar konuşmaya katılan Engar.

"Evet, Ugiler strateji değiştiriyor olabilir. Bunun doğru olup olmadığını, ne boyutta olduğunu ve amaçlarını öğrenmemiz gerek. Ugilerle yaptıkları işbirliği sadece kişisel bir boyutta da olabilir. Bu, tarihte sık sık görülen bir şey fakat bunların hepsini düşünüp, boğulmanıza gerek yok. İlk göreviniz, sadece anomali bölgelerine uğrayıp, alan taraması yapmanız. Kaptan yanınızda olamayacak çünkü onun uğraşması gereken başka bir iş var fakat Bay Pandemonium, benim halefim olarak yanınızda gelecek. Sıradışı herhangi bir durum olursa ona bildirin ki, bana iletebilsin."

"Basit bir keşif görevi demek ki," dedi, Engar.

Slayt değişti ve bir fabrikayı gösterdi...

Çevrimdışı Celebhol

  • **
  • 215
  • Rom: 8
    • Profili Görüntüle
Ynt: İnsan ve İblis
« Yanıtla #32 : 16 Kasım 2016, 17:21:29 »
Bölüm 33 - Hassas

"N'apıyor o amına koduklarım?" diye sordu, dükkanının önünde dikilen adam.

Sakalını sinirle sıvazlarken, yanındaki arkadaşına yöneltmişti soruyu. Cevap vermesi biraz uzun sürdü çünkü orucunu daha yeni açmış olan gömlekli adam, geviş getire getire bir hurmayı çiğniyordu. Gerçekten kutsal meyveler olmalıydı bunlar. Televizyondan duyduğuna göre besin değeri çok yüksekti ve aynı zamanda peygamberinin de en çok sevdiği yiyeceklerden biriydi. Bir hikmetini biliyormuş ki seviyormuş, diye düşündü. Cevap vermeden önce, içeride çantalar ve giysilerin asılı olduğu mekana şöyle bir göz attı. Tezgahın üstündeki hurma kutusuna bakmıştı. İçinde bir kaç tane kalmıştı. Şimdi, dikkatini sinirle soluyan kara sakallı arkadaşına çevirebilirdi.

"Müzik mi ne dinleyeceklermiş," dedi ve son bir kez çiğnedikten sonra lokmasını yuttu "Bira da varmış."

"Öyle mi?" diyen sakallı, bu işareti bekliyormuş gibi hızla yan dükkana yöneldi.

"N'abıyon lan?" diye sordu, gömlekli.

"Ben onlara yapacağımı bilirim!" diye bir yanıt geldi.

Olayı pek umursamayan gömlekli, içerideki tezgaha yönelip kutuyu açtı ve iştahla bir hurma daha aldı. Bu esnada, beyaz kutunun üstündeki yabancı dilde bir kaç yazı gözüne çarpmıştı. Her düzgün çocuk gibi, o da küçüklüğünde bu kutsal dili öğrenmek için kursa yollanmıştı. Aklına upuzun ve gür mü gür, simsiyah bir sakala sahip olan hocası geldi. Adam, gayet sakin birisiydi ve mahallesinde herkes tarafından saygı görüyordu. Ağzını açtığında o kadar güzel sözler dökülüyordu ki, başka semtlerden bile onu dinlemeye gelenler oluyordu. Bir seksenlik ve hafifçe kambur olan bu hocanın irfanı tartışmasızdı. Aynı zamanda, yumuşak başlılıktan kaynaklanan, gereksiz bir zayıflığa da sahip değildi. Yeni zamanlara uymak için, kitabı ve sözleri bilerek yanlış yorumlayan zayıf hocalar gibi değildi. Hayır, tam tersine her zaman tek bir doğru yol olduğunu söylerdi. Bu dine ve mezhebe mensup olmayanların tamamı yanılıyordu ve doğru yola getirilmeleri gerekiyordu. Tabii, bu doğru yolun ne olduğu koşullara göre değişirdi; daha "dolaylı" yollarla çalışmak ve onlarla, yani diğerleriyle barış yapmak gereken zamanlar da vardı, aynı zamanda gücün daha doğrudan ve yararlı şekilde kullanabileceği anlar da vardı. İkincinin bir an önce gelmesi için, adam ve öğrencileri kaç kere birlikte dualar etmişlerdi. Kollarını göklere yükselten adam, ardından vücudunu yere kapayarak kaç kere yaratıcısına yalvarmıştı. İşe yaramış olmalı ki, yaklaşık son on beş yıldır, hakkaniyete ve erdeme sahip kişiler baştaydı.

Bir öğrencinin, o zamanlar kendisiyle hemen hemen aynı yaşlarda, yani on civarında olan bir oğlanın hocaya bir soru yöneltmesini hatırladı. Neler dediğini tam olarak hatırlayamıyordu fakat içeriği unutmamıştı; bir arada yaşamayı öğrenmenin ve insanları bir inanca zorlamamanın daha iyi olup olmadığını sormuştu.

Bu kadar bilge birisine, böyle bir soru sorulmasından oradaki her çocuk korkmuştu fakat adam bağırıp, çağırmak yerine gayet sakin kalmıştı. Oturduğu yerden bir milim bile oynamadan, çocuğa doğrultmuştu bakışlarını. Sanki onun ruhunun içine bakıyordu.

"Peygamberimizin de istediği budur," demişti "Ve insanlığa vakt-i zamanında bunun için çok fazla şans tanınmıştır. Ancak, insanlar her seferinde bu iyi niyeti kötüye kullanmış ya da cahilliklerinden anlamamıştır. Eğer böyle yapmasalardı, bütün dünya Yaratıcı'nın yolunu görürdü ama böyle değil, değil mi?"

Çocuk, başını sallayarak onu onayladı. Adam, sesi tutkuyla yükselerek devam etti.

"Çünkü insanlık, Yaratıcı'nın barışçıl yollarını kibir ve cehaletle geri çevirdi. Doğru yoldan yüzlerini çevirdiler ve kendilerini günaha boğdular amma velakin, için rahat olsun! Bir grup mümin, bizim gibileri, doğru ve adil olanı o zaman görebilmişti ve hala da görüyor. Bizim zamanımızın gelmesi yakındır! Ve o zaman geldiğinde, kısa bir süreliğine savaş olacak. Kayıplar vereceğiz, ki şimdiden bunu düşününce içim parçalanıyor. Ancak, bütün o şehitler cennetin en güzel nimetleriyle ödüllendirilecek ve bu topraklarda, artık adalet hüküm sürecek. İşte o zaman.... işte o zaman...."

Adam, duyguyla tıkanarak bir süre durakladı.

"İyi ve doğrunun her zaman karşısında kötülük olmuştur. Bunu barış kisvesi altında yapanlar vardır. Onlara kanan cahiller vardır. Bizim görevimiz, ödevimiz, bu yalancılara ve bilmezlik içinde gerçeği inkar edenlere karşı çıkmaktır. Barışçıl olabilirdik ve ödevimizi bu şekilde yerine getirebilirdik fakat onlar, barış adı altında bizi uykuda tutmaya çabalıyorlar. Bu yüzden, bizim gibileri, bu dünyaya gönderilmiş en hoşgörülü dine mensup kişiler bile, onlarla gerçek bir barış yapamaz. Bu, onların kötülüğüdür, bizim değil."

İşte bu düzgün tutumu ve bilgeliği yüzünden, adamın adını karalamaya çalışanlar da olmuştu. Küçük bir kız öğrenciyle zorla ilişkiye girdiğini, hatta bunu yıllardır başkalarına da yapmakta olduğunu söylemişlerdi fakat kimse onlara inanmamıştı. Yazık, çocuklara bu yalanları söylemeleri için baskı bile yapmıştı bu planlar kuranlar. İnsanların bir şeyleri öğrenmesini ve doğru yolu görmelerini istemiyorlardı. Böyle iğrenç bir yalanla, hocanın çabalarını baltalamayı denemişlerdi fakat müminler tek bir beden olarak, bu yalana, irfan sahibi hocanın küçük çocukları siktiği yalanına inanmamıştı. Şimdilerde de, benzer yalanlar duyulmaya başlanmıştı. Ülkenin orasında burasında ya direkt yalan söyleniyor ya da tek bir istisnayı büyüterek, bu çok görülen bir şeymiş gibi insanlara sunmaya çalışıyorlardı. İnsanların öğrenmelerini istemiyordu bu yalancılar.

Hurmaları yiyen adam, hocasının hayatta olmasını diledi. Öyle olsaydı, bu güzel günleri görebilirdi. Tabii, çatışmalar ve hainler her yerdeydi fakat doğru yolun savunucuları, her zamankinden daha güçlüydü. İçten hainler ve dıştan düşmanlar ne denerse denesin, durdurulamazlardı.

Adam, hafızasını zorladı ve kutunun üstündeki yazıyı okumaya çabaladı. Bir şirketten bahsediyordu. Reis-i cumhurun bu şirketten bahsettiğini duymuştu bir yerlerde. Onları epey bir övmüştü. Bu duruma şaşırmadı. Ne de olsa, liderleri her zaman düzgün müminleri arayıp bulmuştu. Şirkete helal etti parasını, kendi kendine ve onların iyiliğini diledi. Bu mübarek ayda, bir müminden daha aşağısı da beklenmezdi.

"Birader!" diye bir ses geldi dışarıdan.

Sakallı ortağının sesiydi bu. Dükkanın önüne çıkan gömlekli, onun yanında yirmi kişi daha gördü.

"Hayırdır?" diye sordu.

"O şerefsizlere bir ders vereceğiz," dedi, sinirle soluyan adam "Burası neresiymiş anlayacaklar. Yok öyle yavşaklık. Bu kadar geniş insanlar değiliz biz!"

Adamın elindeki sopayı fark etti. Diğerlerinin elinde de tahta, metal vb. şeyler vardı. Gözlerinde, öfke ve tek doğru yola karşı çıkanlara karşı nefret vardı. Haklı bir nefret. Kötüden nefret etmenin hiç bir zararı yoktu ne de olsa; hepsini, bütün bunları ve daha fazlasını hak ediyorlardı.

"Bekle de ben de bir şeyler bulayım," diyerek dükkana yöneldi.

"Merak etme, seni de düşündüm," diyen sakallı, ona da bir sopa uzattı.

"Ulan ne adamsın," diye gülümsedi ve sopayı aldı.

"Hadi beyler. Şu orospu çocuklarına bu ülkede kimin borusunun öttüğünü gösterelim!" dedi, sakallı ve hedef dükkana yöneldi...

---

"İçkili müzik dinletisi yapan kafe saldırıya uğradı. Belediye başkanı, olanları barışa suikast olarak değerlendirdi."

Sabah gazetesini okuyan oval yüzlü Empusa, kendi kendine sırıttı.

"Neye gülüyorsun?" diye sordu, masanın karşısında oturan, kalıplı bir adam.

"Hiç. Bu ülkeyi ve içindeki insanları gerçekten seviyorum," dedi, gazeteyi katlayarak masaya koydu ve yedi ayrı çekirdek cinsinden üretilmiş kahvesinden bir yudum aldı. Ortalama bir insan, aldığı maaşla bu kahveyi ancak ayda bir-iki kez içebilirdi fakat neyse ki, Empusa için para hiç de bir sorun değildi.

"Sabah sabah nereden doğdu içine?" dedi takım elbiseli, Empusa'nın solunda oturan bir kadın.

Diğer üçü konuşmamış olsa da, yüzlerindeki ifadeden eğlendikleri belliydi. Beşlinin tamamı, Empusa'nın ağzının içine bakmaktaydı. Bu masanın başının kim olduğu, çok açık bir şekilde ortadaydı.

"Bu kadar çürümüş bir yeri, dünyanın başka bir tarafında çok zor bulurum çünkü," dedi, çarpıkça sırıtan kadın.

"Bu konuda sana ne dediğimi hatırlatırım," dedi, masanın karşısındaki adam "Ülkemizin dünyada tek olduğunu söylemiştim."

"Ve haklı çıktın, Fırtına," diye onayladı Empusa.

"Elbette," dedi adam, kendinden emin bir şekilde "Yan firmamızın hurma satışları patladı. Üstelik, eskisinden çok daha pahalıya ve daha kalitesiz mallar satıyoruz. Klasik arz-talep mantığına göre bunu başaramamış olmamız gerekiyor fakat doğru kişileri birazcık ödülle teşvik ederek, denetimlerde bir-iki oynama sayesinde, her şeyin üstesinden geldik. Bir kaç yıla, bu alanda tekel olacağız."

"Parmağın nasıl?" diye sordu, masadan başka birisi.

Biraz zayıfça bir adamdı. Empusa'nın karşısındakinin, kalıplı adamın kendi kendisini övmesinden sıkılmıştı. Zira, yan firmadan sorumlu olan bu yarmaydı.

"İyi, hayatım. Sorduğun için teşekkürler," dedi, saçları beline kadar uzanan kadın.

"O çocuğun peşinden gitmeyi düşünüyor musun?" diye devam etti, zayıf adam "İstersen senin için ben bulabilirim."

Kalıplı adam, yüzünde onaylamaz bir ifadeyle ona bakıyordu. Kaslı kollarından birisi seğirdi. Onun, Empusa'yı bu şekilde etkilemeye çalışması komik olsa da, sinirine dokunmuyor değildi.

"Madem konu açıldı, benim için yapabileceğin bir şey var..."

Çevrimdışı Celebhol

  • **
  • 215
  • Rom: 8
    • Profili Görüntüle
Ynt: İnsan ve İblis
« Yanıtla #33 : 19 Kasım 2016, 16:14:57 »
Bölüm 34 - Yol

Arabayı süren Engar'a bakıyorum. Kendinden emin görünüyor. Onun yanındaki koltuktan oturan Empusa ise her zamanki gibi sakin ve uzaklarda. Pencereden dışarıya bakıyor ve gelen geçen arabaları gözlüyor. Yüzündeki ifade, yolculuğa çıkan uslu bir çocuğun merağına benziyor; durgun fakat orada.

Ben ise, alışkanlık olduğu üzere arkadayım. Şikayet ettiğimden değil, yüksek hızda yanlarından geçtiğimiz arabaların kırmızı ve sarı ışık huzmeleri, ve onlarla karışarak bir ezgi salan güçlü motor sesi benim için de rahatlatıcı. Kontrolu başkasına bırakmak ve arkama yaslanmakta belli bir çekicilik yok değil. Hatta bunu epey sevdiğimi söyleyebilirim. Küçüklüğümden beri, arabaları sevmişimdir. Araba tutkunu olduğumdan değil. İnsanı, insan deniziyle boğan toplu taşıma araçlarını da sevmiyorum. Hayır, yolculuklarda arka koltuğa geçip, etrafı izlemeyi kastediyorum. Öndeki yolcu koltuğu da olmaz çünkü bu sefer şoförle sohbet etmek zorunluluğu doğuyor. Ben böyle iyiyim... ya da öyle düşünüyorum. Yani, şu andaki durumda iyiyim fakat -bu bayağı benzetme affedilecek olursa- hayatımın bir temsili olan bu durum beni çeşitli duygular içinde bıraktı.

Neus'a patlamamış olmam gerekiyordu, bunu biliyorum. Öfkemin hedefi Engar olmalıydı; beni bilerek küçük düşüren ve insana acı vermekten zevk alan Engar. Tabii, bundan da artık o kadar emin değilim. Algılarıma artık güvenemiyorum. Diğer insanlardan farklı bir şekilde dünyayı gördüğümün çok uzun süredir farkındayım ve bunun övünülecek bir şey olduğunu düşünmüşümdür. Oysa, belki de gerçek bu değildir. Belki de, hastalıklı bakış açım beni kaçabileceğim acılara yönlendiriyor.

Kulağa çok içgörü sahibi ve güzel bir aydınlanmaymış gibi geliyor, değil mi? Bu yanlış yönlendirilmiş öfke patlamam sayesinde, neye dönüşmüş olduğumu göreceğim ve hayatım değişecek. Dibe vurmuş bir kişinin, insana ilham veren değişimi! Bunlar çok güzel fikirler olsa da, sorun şu ki, bu tarz anları yüzlerce kez yaşadım ve sonunun nereye varacağını biliyorum. Hayat, bir kaç bölümde bütün sorunların çözüldüğü bir dizi değil. Döngüden kurtulmanın bir yolu yok...

"Görev hakkında ne düşünüyorsunuz?" diye sordu, Eiros.

"Pek de zor bir şey olacağını düşünmüyorum," dedi Engar, güven dolu bir sesle "Fakat bu gardımızı düşürmemiz gerektiği anlamına gelmiyor. Çaylakların en çok yaptığı hatalardan birisi budur."

"Beni mi kastediyorsun?" diye sordu, genç adam.

"Ortalıkta başka çaylak göremiyorum," diye yanıtladı, Engar.

Sesinde küçümseme vardı.

"Kessene şu tavırlarını," dedi, bir çırpıda Yıldırım "Canımı sıkıyorsun."

"Efendim?" diyen Engar, aynadan ona baktı.

Kendisine kenetlenmiş kahverengi gözlere bakınca, içinde belirmeye başlamış olan öfke daha da büyüdü fakat kendini kaybetmedi.

"Beni rahatsız ediyorsun," diye yanıtladı "Bu tavrını hak edecek bir şey yapmadım."

Sert konuşmuş olsa da, gereğinden fazla bir çıkış yapmamıştı.

"Tamam," dedi Engar, gözlerini tekrar yola doğrultarak "Bu kadar rahatsız olduğunu bilmiyordum."

Kan akışı hızlanmış olan Eiros, kulaklarının hafifçe zonkladığını duyumsadı fakat durulmaya başlamıştı bile. Bu kadar mıydı gerçekten? Bir bağırış çağırış ya da kavga bekliyordu. Hatta işin sonu fiziksel boyuta bile varabilirdi. Oysa, bu adam hiç de öyle davranmamıştı. Bir şeyler garipti, bu kadar kolay olmamalıydı.

Arabaya rahatsız edici bir sessizlik çökmüştü. Kendi davranışları yüzünden olmalıydı. Belki de, Engar ve Kueti, şu anda onun bu salak çıkışını ve kendisinin ne kadar gereksiz olduğunu düşünüyorlardı. Kapılar üstüne geliyormuş gibi hissedince bir pencere açtı. Hızla içeri dolan hava yüzünü okşadı ve ciğerlerini doldurdu. İyi geçmişti karşılaşma. İyiydi. Kueti'ye baktığında, hala dalgınca dışarıyı izlemekte olduğunu gördü. Engar da yola odaklanmıştı. Ben bir malım, diye düşündü. Küçücük bir şey için neler yaşamış ve ne kadar acılar çekmişti. Yine de, sevinçten öte yorgun hissediyordu kendini.

Bölüm 35 - Fabrikaya Giriş

Dört bir yanda koyu yeşil çam ağaçları doluydu. Gecenin ışıksızlığıyla iyice karanlık bir tona bürünmüşlerdi fakat Eiros, içindeki Ugi sayesinde edindiği yetilere daha iyi bir gece görüşünün de eklenmiş olduğunu fark etti. Çok bir fark olmasa da, etraflarındaki çimenleri ve ağaçların tonunu seçebilmekteydi ve kadının takmış olduğu başlığın göz kısmında iki adet bozuk para gibi görünen yeşil camları seçebiliyordu. Yere yatmış olan genç kadın, bir kaç dakikadır ilerideki fabrikaya bakmaktaydı. Görünürde bir dürbün ya da bir şey kullanmıyor olsa da, pür dikkat kesilmiş bir şekilde üç yüz metre ötedeki tepenin dibine kurulmuş olan binalara odaklanmıştı. Eiros'un anlayabildiği kadarıyla, kendilerinin konuşlanmış olduğu tepeye en yakın tarafta yeni bir inşaat vardı. Bir kaç yüz metre uzunluğundaki, dikdörtgen şeklinde açılmış çukurun dibine açık gri beton döktürülmüştü. Sağından solundan peydah veren, içi çelik çubuklarla dolu sütunlara bakılırsa henüz daha yeni başlanmış olmalıydı. Onun hemen yanında ve kendilerine daha uzak olan taraftaysa, lacivert ve kenarları ışıklandırılmış fabrika dikilmekteydi. Kimi kısımları çelikten, kimi kısımlarıysa betondan yapılmışa benziyordu. Sanki eski ve uyduruk bir bina tekrar el değiştirmiş ve restore edilmiş gibi. Fabrikanın yüz, yüz elli metre kadar üstündeyse bir tane daha küçük yapı bulunmaktaydı. Aşağı yukarı beş yüz metrelik, ağaçlarla kaplı tepenin eğimi düşünülürse pek akıl karı değildi fakat doğayı pek seven insanlar, ona yakın olmak amacıyla bu tarz evleri dikmeyi pek severdi. Ağaçlık bir tepe bulur ve reklamlarda "Doğanın içinde bilmem ne rezidansları!" diye bas bas bağırarak, kestikleri ağaçların yerine diktikleri evleri sunarlardı. Bu evler satıldıktan sonraysa, yavaş yavaş siteler genişler ve daha çok ağaç kesilirdi. Git gide artan ve yayılan beton yığınları, kanser gibi, ağaçları yok ederek durduralamaz bir şekilde yayılmakla kalmazdı. Aynı zamanda, ele geçirilmiş bölgelerdeki kesilen ağaçlardan elde edilen odunları da kendi yapılarında kullanırlardı. Coğrafyayı değiştirerek, ağaçlara besin sağlayan toprağı kirletir ve zehirler, derelerin akışını keserek kendi barajlarında toplarlardı. Vücuttaki damar sistemini ele geçirmiş bir tümör gibi, bu suları kendilerini beslemek için kullanırken, diğer hayat biçimlerinin yavaş yavaş, sürünerek ölmesine yol açarlardı. Ardından, medeniyetin yayılması denilen metastaz gelirdi... insan buydu işte; kanser hücrelerinin nukleusundaki nükleotid parçacıkları.

"Dört tane nöbetçi var. İki tanesi mavi fabrikanın o taraftaki bekçi kulübesinde oturmuş sohbet ediyorlar. Yakın zamanda kalkacağa benzemiyorlar. Bir tanesi fabrikanın etrafını turluyor, diğeriyse inşaatın oraları," diye rapor verdi, Kueti.

Kızın iki yanında uzanan adamlardan, Engar bir soru yöneltti.

"Ne taraftan girebiliriz?"

"Hem fabrikanın hem de inşaatın etrafı yüksek tellerle çevrili. Üstlerinden geçebiliriz ama biraz uğraştırıcı olur ve yakalanabiliriz fakat inşaatın arka tarafında, tepeye bakan kısımdaki tellerin bir kısmı hasar görmüş. İnşaattan kaynaklanıyor olmalı. Küçük olsa da, teker teker geçebileceğimiz kadar genişlik var," diye yanıtladı kadın.

Yavaşça doğruldu ve çömelir pozisyona geçti. Sırtındaki keskin nişancı tüfeği, Eiros'un hatırladığından daha farklı görünüyordu. Kısalmış ve bazı kısımları sanki içe katlanmıştı. Taşıması ve gizlemesi böyle daha kolaydı.

"Tamam. O zaman tek sıra halinde aşağı inelim ve tepenin arka tarafından dolanıp, üstüne çıkalım. Oradan tekrar gözetlersin ve bekçi uzaklaşınca tellere gideriz," dedi, Engar.

Eiros'u kurtarmak için çıktıklarında üstünde olan siyah ve sıkı giysiyi giymişti. Lafını tamamladıktan sonra maskesinin ağızlığını çekti ve sadece kahverengi gözleri açıkta kaldı. Eiros da kendi başlığını çekerek saçlarını gizledi ve harekete geçmiş ikilinin peşine koyuldu. Gecenin kendisi kadar sessiz hareket eden Engar ve Kueti'yi izlerken biraz zorlanıyordu. Arada bir ayağını bir yerlere sürttü. En sonunda bir dala basıp da çıtırtısı yankılanınca, Engar arkaya döndü.

"Sahada hayatta kalmak için güçten daha fazlasına ihtiyacın var. Ne zaman ne yapacağını ve kendi sınırlarını bilmek gibi. Bize yetişemiyorsan söyle," dedi fısıltıyla, yumuşak olmayan fakat sakin bir tonda.

"Yetişebilirim," dedi, Eiros.

Ona bir an baktıktan sonra, Engar tekrar önüne döndü ve ilerlemeye devam ettiler. Fazladan çaba harcayan Eiros, öncekine kıyasla -onlar kadar olamasa da- daha sessiz bir şekilde devam etti. Nihayet ilk hedeflerine vardıklarındaysa kendisini yere attı ve rahatça soluklandı.

Kara ve sık ağaçların içinde görünmezlerdi. Yıldızsız gökyüzünde tembelce sarkan ay pek parlak değildi. Toprakla bir olmuş üçlüyü hiç bir şey göremezdi. Önündeki bir taşın yanına sürünerek giden Kueti, onun yanındaki küçük bir çalı kitlesinin arasına başını soktu. Arkalarında bir yerde, bir kaç yüz metre uzakta bir gece kuşunun ötüşü duyuldu ve tepelerin arasındaki boşlukta yankılandı. Ardından, sessizlik tekrar çöktü. Eiros, görevi unutsa neredeyse huzur verici bulacaktı o anı.

"Gidelim," dedi Kueti sessizce, yarım saat sonra.

Hızla aşağı inmeye koyuldular. Bir-iki dakika içinde tellerin oraya varmışlardı bile. Kadının dediği gibi, metal tellerin toprakla kesiştiği yerde küçük bir aralık bulunmaktaydı. Bir kişinin sürünerek zar zor geçebileceği kadardı. Bir kelime bile etmeden, önce Engar geçiverdi. Esnek ve atletik adam hiç zorlanmamıştı. Peşisıra Kueti izledi. Sırtındaki tüfeği çıkarıp, boşluktan Engar'a yollamış olan kadın, adama göre daha yavaş olsa da yine de kısa bir sürede diğer tarafa ulaştı. Sıra, Eiros'a gelmişti. Sırtındaki kabzadaki kılıcı Kueti gibi vermeyi bir an düşündüyse de hemen vazgeçti. Kadının silahı kadar büyük değildi ve onu engellemezdi. Yere uzanarak toprakla bir oldu ve sürünmeye başladı. Öğrenmiş olduğu gibi, kalçasını yukarı kaldırmadan önce bir dizini ileri atıyor ve hemen diğeriyle takip ediyordu. Elinden geldiğince hızlı davranmaya çalışıyordu ve çabası sonuç vermişti. Hem enine hem de boyuna dar olan deliği yarılamıştı bile. Ancak devam etmeye çalışınca bir şeyin onu geride tuttuğunu fark etti. Zorladığındaysa hafif bir ses çıktı ve duraksamak zorunda kaldı. Kafasını çevirip baktığında, belindeki kılıfta duran silahın tellere yapışmış olduğunu gördü. Geriye gidebilirse onu kurtarabilirdi. Böylece, kendini dışarı itmeye çabaladıysa da, bu sefer kılıcın kabzası tellere sıkıştı. Kafasını çevirip, soran gözlerle Engar'a baktı.

Adamın gözlerinde ne olduğunu anlayamadı fakat adam, Kueti'ye döndü ve onun ne demek istediğini anlarmış gibi görünen genç kız, inşaatın ötesini gözlemeye koyuldu. Hızla hareket eden Engar, Eiros'a işaret edip belindeki silah kılıfını gösterdi ve kendisi de, sıkışmış adamın sırtındaki kabzadan çıkıp göğsünün orada buluşan dört şeridi izledi. Onların birleştiği kopçayı buldu ve açmaya koyuldu. Ancak, biraz süreceğe benziyordu çünkü hem kopça kendi kendine açılmasın diye karmaşık üretilmişti hem de adamın konumu çok elverişsizdi. Ellerini boşu boşuna toprak ve Eiros'un göğsü arasındaki sınırlı hacimde hareket ettirmeye çalışıyordu.

Adamlar uğraşırken, Kueti'nin Engar'ın omzuna dokunmasıyla üçünün de dikkati ileri yöneldi. Bir bekçi üstlerine doğru geliyordu. Onları görmüş olamazdı fakat yüz metre kadar sonra bir şeylerden şüpheleneceği kesindi. Kueti elleriyle bir takım işaretler yaptı ve en son işaret parmağıyla "iki" rakamı oluşturduktan sonra inşaatın içine inmeye koyuldu.

Neus'un verdiği haberleşme derslerini daha iyi dinlemiş olmayı dileyen Eiros, kızın ne dediğini tam anlayamamıştı fakat anladığı kadarıyla, bekçinin iki dakika içinde onları görebileceği söylüyordu. Uğraşmayı kesen Engar da kızı izleyerek inşaata indi ve böylece, Eiros'u geride bıraktılar. Bir anlığına korkar gibi olan Eiros, silahını çıkarıp çıkaramayacağını merak etti fakat bir an sonra, bu düşünceyi ciddiye bile almamıştı. İkilinin kendisini bırakmak gibi acemice bir işe kalkışmayacağını biliyordu.

İnşaatın başlangıcına, kendisinden bir kaç yüz metre uzağa varmıştı şimdi bekçi. Gölgeler içinde olsa da, kendi tarafı daha iyi aydınlatılmış olan Eiros, adamın onu görmesinin an meselesi olduğunu anladı. Ancak, adam bir adım daha atacakken temelin oradan fırlayan iki figür adamı yakaladı. Engar, adamın arkasına geçerek ağzını tuttu ve Kueti, silahına davranmış olan adamın ellerini yakaladığı gibi bileklerinden tersine bükerek başparmaklarıyla bastırdı. Adamın gövdesinin kasılmasına bakılırsa, hayli bir acı verici bir hareketti. Ancak, Engar'ın cebinden çıkardığı bir şeyi boynuna enjekte etmesiyle, bekçi hızla gevşedi ve bir kaç saniye içinde kendinden geçti.

Onu inşaatın içinde güvenli bir yere gizleyen ikili döndüklerinde, Eiros'u kurtulmuş ve teli geçmiş halde buldular.

"Bir daha," dedi Engar, öncekiden daha sert bir tonda "Böyle bir şey olmayacak. Kendi egonu bir kenara bırak ve biraz büyü!"

Adamın haklı olduğunu bilen Eiros, tek bir kelime etmeden kafasını kıpkırmızı bir utanç içinde sallamakla yetindi.

Çevrimdışı Celebhol

  • **
  • 215
  • Rom: 8
    • Profili Görüntüle
Ynt: İnsan ve İblis
« Yanıtla #34 : 23 Kasım 2016, 19:09:51 »
Bölüm 36 - Fabrika

"Kimi zaman, hayatında öyle bir şeyle karşılaşırsın ki, bu olay seni sonsuza kadar değiştirir ve bunu bilirsin. Bir daha asla aynı olamayacağını, dünyaya aynı şekilde bakamayacağını bilirsin. İnsanlar farklıdır, hayvanlar farklıdır, hatta bizzat evrenin dokusu farklıdır o noktadan sonra. Bu, gerçeğin gücüdür. Kimsenin bulmaması gereken bir gerçeğin... ve ben, o yerde bu gerçeği buldum."

"Çıkarın lan beni artık!" diye boğuk bir isyan sesi duyuldu.

Lacivert binanın içine girmiş olan üçlü bir anlığına şaşırmış olsalar da, hepsi sesi tanımıştı.

"Onu unutmuşum," derken, özür dilercesine omuzlarını silkti Engar.

Cebinden küçük ve gri bir küre çıkardı ardından. Küre yavaşça genişleyerek, asıl boyutunu aldı. Bay Pandemonium'un bizzat kendisiydi bu.

"Gerizekalı gençler... akılları hep beş karış havada," diye söylendi, sentetik ses fakat homurdanmaya devam etmedi. Zira, görevinin ve içinde bulundukları yerin farkındaydı. Bunun yerine, Eiros'a bir soru yöneltti.

"Ne tarafa gitmeyi planlıyorsunuz?"

"Bilmem," dedi, Eiros "Onları izliyorum sadece."

Bu esnada Engar ve Kueti sessizce, loş, beyaz ışıklandırmaya sahip koridorda ilerlemekteydi. Eiros ile Pandemonium da, onların peşine takılmıştı. Yavaş yavaş ilerleyen grubun önündeki ikili sade ve etkili hareketlerle yol almaktaydı. Koridorda herhangi bir dönüş yapmadan önce, köşeyi, mutlaka hem görsel hem de sessel olarak kontrol ediyorlardı. Adımlarında herhangi bir sarsaklık ya da çekince yoktu fakat mantıklı ve kontrollu bir temkinle doluydular. Özellikle, tek sıra halinde ilerleyen dörtlünün önündeki Engar, mükemmel bir şekilde yağlanmış bir makine gibi hareket ediyordu. Bir sonraki dönemeci kontrol etmek için yeltendi.

"Biliyor musun?" diye sessizce, metalik sesiyle sordu Eiros'a, Pandemonium "Bay Neus seni bu göreve sadece gözlem yap diye yollamadı."

Engar bir el işareti yaptı. Bu seferkini anlayabilmişti Eiros. Durmalarını söylüyordu. Adam, ardından seri bir şekilde, ikinci ve üçüncü bir el işareti yaptı. Kueti'nin ince fakat sıkı kaslarının gerildiğini gördü. Kendisi de gerilmişti çünkü bu işaretler, onlara, ileride iki tane gardiyan olduğunu söylüyordu. Bu tarafa gelmekteydiler. Kat etmiş oldukları koridorun uzunluğundan dolayı, geriye gitmek için artık çok geçti. Beklediler ve beklediler. Siyahlara bürünmüş Engar'dan bir işaret daha geldi ve ardından bembeyaz bir ışık, Eiros'un gözlerini kamaştırdı. Ne olduğunu dahi anlayamadan, bir takım ayak sesleri ve yere düşen iki adet kitlenin sesi duyuldu. Her şey bir saniye içinde olup bitmişti. Bir bağırış sesi bile duyulmamıştı.

Görüşü tekrar yerine geldiğinde, Engar ve Kueti, iki bedeni yerde sürüklemekteydi. Onu azarlamamış olmalarına şaşırmış olsa da, bunların normal kişiler olmadığını tekrar hatırladı. Görev bilincine sahip, soğukkanlı, paralı askerlerdi.

"Onlar...?" diyecek oldu fakat sorusu yarım kaldı.

"Hayır," diye yanıtladı, üstündeki ninjamsı giysiden dolayı sadece kahverengi gözleri görünen Engar "Fakat çok uzun bir süre kendilerine gelemeyecekler."

Yanında taşıdığı şırınganın, iki tanesinin haznesi boşalmıştı. Adamları bayılttıktan sonra, boyunlarından enjekte etmiş olmalıydı. Eiros, onların yardımına koştu ve Kueti'nin sürüklediği bekçinin ayaklarından tuttu. Kısa bir sürede, onları yakındaki bir odanın içine kapamışlardı.

"Bu iyi değil," dedi Engar "Şimdiden üç kişiyi etkisiz hale getirmek zorunda kaldık ve bu adamlar normal bekçiler değil."

"Nereden anladın?" diye sordu, Eiros.

"Ateşli silahları var," diyerek, adamların kemerlerindeki kılıflarda duran tabancaları işaret etti "Burada kesinlikle bir şeyler dönüyor."

"Katılıyorum. Burasının sadece bir inek aşılama merkezi ya da o tarz bir şey olması gerekiyordu," diye, onu onayladı Kueti.

"Görünüşe göre kaptan haklıymış. Neus, bizi ilginç bir yere yolladı," diyen Engar, odadan çıktı.

Ardından Kueti yollandı. Eiros da hareketlenmişti ki, Bay Pandemonium önüne geçerek onu durdurdu.

"Bay Neus'un sana iletmemi istediği bir mesaj var," dedi.

"Niye diğerlerinin yanında söylemedin?" diye sorguladı, Eiros, doğal olarak.

"Çünkü onları ilgilendirmiyor, hele o kumral pezevengi," dedi, kaba ve kalın bir sesle "Bak, evlat, bugün burada önemli bir seçim yapman gerekebilir. Bu artık yeni güçlerinle oynayabileceğin bir çocuk oyunu ya da öyle sorumsuzca bir şey değil. Bir ergen gibi duygularının kölesi olarak hareket edemezsin."

"Biliyoru--" diyordu ki, lafı yarıda kesildi.

"Hayır, bilmiyorsun. Farkında olsaydın, Bay Neus bana bunları iletmemi söylemezdi. Sen artık sıradan bir velet değilsin, vücudunda farkında olmadığın değişimler var."

"Psst!" diye seslendi, Kueti, kafasını kapıdan uzatarak.

Ona acele edip, yanlarına katılmasını söylüyordu.

"Bir dakika," diyerek onu geçiştirdi, Eiros ve kız tekrar çekilince Bay Pandemonium'a yaklaştı.

"Ne gibi değişimler? Neden Neus bunları bana en başta söylemedi?"

"Bak, gülüm, bunların sırası değil şimdi. Siz salak savsak yol alırken analiz yapmakla meşguldüm. Burada çok güçlü ve farklı bir anomali olma ihtimali var ve bu, seni belli açılardan zayıf kılıyor. Eğer tekrar kendini kaybeder ve bir çocuk gibi sağa sola saldırırsan, bu sefer benliğini tamamen kaybedeceksin..."

"Çok süper," diye, bu sefer Eiros, söylendi.

"... lakin!" diye devam etti, Bay Pandemonium, birleşik dijital kaşları kalkarken, tek gözü önemli bir şey söyleyecekmişçesine genişlemişti "Bundan korunmanın bir yolu var. Bu yüzden, eğitimini biraz erkene almak gerekecek. İçindeki Ugi'ye söz geçirmeyi öğrenmen ve onun gücünü kullanman gerekecek."

"Ne? N-nasıl? Hayır!" diye, karşılık verdi, korkuyla gözleri büyüyen Eiros.

Tekrar o bağımlılığın pençesine düşme düşüncesi, onu ölümden bile daha çok korkutmuştu. O ruhlardan, acınası ve sefil ruhlardan biri olabileceği düşüncesi, midesini ve kalbini içgüdüsel bir korkuyla dolduruyordu.

"Kendi topla, lan!" diyen, Bay Pandemonium, yanında hızla açılan bir kompartımandan çıkan mekanik eliyle onu şamarı indirdi.

Canı pek yanmamış olsa da, bu hareket sayesinde Eiros kendine gelmişti. Ancak öfkelenmişti de.

"Bir daha böyle bir şey yapma," dedi, robota, burnundan soluyarak "Kimse yüzüme dokunamaz."

"Elbette, Yıldırım," dedi, Bay Pandemonium.

Bu sefer, sesinde, efendisi Neus'tan bahsederkenki halini andıran saygıyı andıran bir ton vardı.

"Dediğini nasıl yapacağım?" diye sordu, öfkenin verdiği enerji sayesinde özgüvenle dolan Yıldırım.

Bay Pandemonium, açıklamaya koyuldu...

---

Bir süre sonra odadan çıkan Eiros, ikilinin yok olmuş olduğunu fark etti. Onu bırakıp, görevlerine devam etmiş olmalıydılar. Kendisini beklemiş olmalarını dilese de, bunun artık bir önemi olmadığını fark etti. Tek başınaydı ve bu onu korkutsa da, onları bulması gerekiyordu. Derin bir nefes alıp cesaretini toplamaya çalıştı. Ancak bu hareket hiç bir işe yaramamıştı. Ne yapacağını bilemediğini fark etti. Kendisine ne yapmasını söyleyecek birisi olmadan, dünyada bir başına kalmış bir çocuk gibi hissediyordu.

Yalnızdı. Yine, ayak uyduramadığı için terk edilmişti. Bir korku ve aşağılık duygusu içini kapladı. Babası aklına geldi. Onu nasıl da...

"Eiros!" diye keskin bir fısıltı duydu.

Rahatlayarak kafasını çevirince, koridorun sonundaki odadan kafasını çıkarmış olan Kueti'yi gördü. Ona utanç veren bir minnet duygusu, genç adamın içini kapladı. Ancak, bu dünyada yalnız olmadığını hatırlamak, içindeki gerilimi bir miktar rahatlatmıştı. Evet, bunu başarabilirdi. Başarması gerekiyordu. Başarısız olamazdı.

"Beynimi sikeyim," diyerek, koridorun sonuna yollandı ve düşüncelerini bastırmaya çabaladı fakat bu, tam tersi bir etkiye yol açmıştı.

Düşünce bombardımanı tekrar onu ele geçirdi. Ya başaramazsa? Ya ayrı düşüerse? Ya da tekrar Empusa gibi birisiyle karşılaşırsa? Hem de tek iken. Hem İblis'i nasıl kontrol edecekti? Onun kendisini kullanmasına izin mi vermeliydi? Hayır, böyle bir şey olamazdı. Ona boyun eğmek demek, benliğini kaybetmek olurdu. Peki bir anlaşma daha yapmak? Hayır hayır. Off, Ugi ona ne kadar kızgın olmalıydı. İnsanüstü bir varlığı, üstüne üstlük içinde yaşayan bir tanesini kızdırmıştı. Ama Neus ona inanıyordu ve Neus aptal birisi değildi. Hatta tam tersine çok zekiydi. İcatları ve çok farklı alanlarda yaptığı çalışmalar bunu gösteriyordu. Çalışma demişken, o kadar farklı konuda uzmanlaşmayı nasıl tek bir hayat süresine sığdırmıştı? Hem o kadar yaşlı da görünmüyordu. Ama kendisi, asla o kadar yaşlanamayabilirdi. Bu geceki savaşı kaybederse, böyle bir seçeneceği olmayacaktı. Uyuşturucu bağımlılarından binlerce kat daha beter ve sonsuza kadar sefil bir hayatla cezalandırılmış olan o ruhların arasına katılacaktı. Sonsuza kadar yaşamak fikri, içinin ürpermesine yol açtı. Kesinlikle, bir gün ölmek istiyordu. Bu iğrenç hayat sona erdiği gün, içgüdüsel çırpınmaları haricinde, ömrünün en güzel günü olacaktı...

Neus'un, yakın bir zamanda kendisine dediği bir şeyi hatırladı.

"Bir insan, kalbinde çarpıntı olduğunda, ne olup bittiğini bilmezse paniğe kapılabilir fakat eğer bunun o gün içtiği kahveden ya da benzer bir sebepten dolayı gerçekleştiğini bilirse, yani nedenini bilirse böyle olmaz. Her insana, zaman zaman, gerginken ya da sıkılmışken düşünceler üşüşür ve bu çok doğal. Sen de böylesin fakat tek farkın, çok düşünen birisi olman ve gelişmiş bir beyine sahip olman."

Evet, bu doğruydu. Sadece beyni fazla çalışıyordu ve şu an korkmuştu. Düşünceleri bastırmaya çalışmasının bir anlamı yoktu. Bastıramazdı da. Bu olayın, çok düşünmesinin adı ne olursa olsun, her zaman fazla düşünen birisi olmuştu ve böyle olmaya da devam edecekti. Bunu değiştirmeye çalışmak, kendi varlığının bir parçasını kesip atmaya benziyordu. İyi ya da kötü, onun bir parçasıydı.

Farkındalıkla beraber gelen kabullenme sayesinde, omuzlarından bir yük kalktığını hissetti. Düşünceler hala aklına üşüşüyordu üşüşmesine fakat eskisi kadar rahatsız edici değillerdi.

"Bak sen şu işe," dediğini duydu Engar'ın, kendisi odaya yeni varmışken.

Sesi keyifliye benziyordu. Ofis tipi ahşap bir masanın üstüne ellerinin ayalarını dayayarak eğilmiş, bir haritayı incelemekteydi.

"Ne oldu?" diye sordu, Eiros.

"Sonunda teşrif edebildin," diye alaya aldı onu Engar fakat sesinde aşağılama yoktu.

İki paralı askerin birbirine attığı bakışı kaçırmamıştı, Eiros. Bay Pandemonium ile önemli bir şeyler konuştuğunu biliyor olmalıydılar. Aynı zamanda, bunun Neus'un bir direktifi üstüne olduğunu da kesinlikle anlamışlardı.

"Haritaya bir göz at," diye devam etti, Engar.

Eiros baktıysa da bir şey göremedi fakat mutlaka bir gariplik olması gerekiyordu. Yoksa... tabii ya! Bakışlarını, yeni bir şey keşfetmiş olmanın verdiği heyecanla genç adama çevirdi. Ninjanın kahverengi gözleri de heyecanla parıldıyordu. Ancak, kendisininkinin aksine bunlar tehlikeli ışıltılardı. Öğrenmenin verdiği hazzın değil, tehlikenin vaat ettiği adrenalinin göstergeleriydi.

"Oraya nasıl gireceğiz?" diye sordu, Eiros.

"Aklımda bir iki numara var..." diye gizemli bir şekilde göz kırptı, genç adam.

---

"Bu muydu yani?" diye geçirdi içinden, Eiros.

Fabrikaya girmek için telin altından süründükleri boşluğun yakınındaydılar. Çukur halindeki inşaat alanının köşesinde, on beş dakika kadar önce paralı askerlerin bekçiyi indirdiği karanlık köşenin orada dikiliyorlardı. Engar, pembe ışın çubuklarından, ucu yassı bir levye yaratmış ve onunla, inşaat temelinin zeminine oturtturulmuş, ilk bakışta fark etmesi çok zor bir kapıyı zorluyordu. Yerle bütünleşik, betondan yapılmış kapı bir-iki inledi fakat normal bir insandan daha güçlü olan adamın gücüne dayanamayarak yerinden çıktı. Bu anı bekleyen Eiros, tuttuğu gibi onu yan tarafa ittirdi.

İşi biten Eiros, nedense içinden gelen bir iğneleme isteğiyle ağzını açtı fakat bundan vazgeçerek, bakışlarını Kueti'ye doğrulttu.

"Düz müz, işe yaradı," dedi, kız fakat o da gülümsemeden edememişti.

Zaman kaybetmeyen üçlü, içinden kızıl ışıkların süzüldüğü boşluğa atladılar. Bay Pandemonium da girdikten sonra, beton kapağı tekrar yerine yerleştirdiler. Eiros, etrafına bakınca klostrofobik birinin burada anında bayılacağını düşündü. Bulundukları yer, iki metre uzunluğunda ve bir metre genişliğindeydi. Duvarlardaki lambalardan gelen kızıl ışık, zaten dar ve yeraltında olan bu yere, daha da boğucu bir hava veriyordu. Bir kaç adım sonra, kablolar ve çeliklerle kaplı tavandan aşağı çıkıntı yapan kolona çarpmamak için Engar ve Eiros başlarını eğmek zorunda kaldı. Ardından, iki tarafa ayrılan bir koridora çıktılar.

Sol tarafa bakan Eiros'un gözleri genişlerken, gözbebekleri küçüldü. Upuzun koridorun, sağ yanını oluşturan duvara boylu boyuna sıvanmış kızıl, kahverengiye çalan bir leke görmüştü. Bunu, yeterince yakından tanıyordu. Bu rengi kendisi, yakın zamanda yeterince yaratmıştı.

"Kan..." diye fısıldadı fakat kelime, duvarlardan yankılanarak kulaklarını dolduran bir ses tarafından yutulmuştu.

Yankılana yankılana iyice boğuklaşan bir böğürtüydü bu. İnsana ya da bilindik herhangi bir hayvana ait değildi. Bu dünyada yaşamış ve de yaşayabilecek herhangi doğal bir canlıya ait değildi. Hayır, bu, var olmaması gereken bir şeydi.

Etrafına bakınca, Kueti'nin silahını sırtından çıkararak bir düğmeye bastığını gördü. Silah bir klik sesi çıkararak, açıldı ve uzadı fakat normal boyutuna ulaşmadan durdu. Bir kaç klik sesi daha duyuldu. Üniformasının yanından yeni bir şarjör çıkaran kadın, onu taktı ve silahın namlusuna yeni, daha farklı kalibredeki mermiyi sürdü. Silahı tam-otomatik moduna geçirmişti.

Engar'ın kollarını yanlara savurmasıyla beraber, giysisinin yenlerinden, iki adet kalın bıçak birer şlink sesiyle beraber belirdi. Bileğinin üst tarafından çıkan beyaz metaller neredeyse eli kadar kalındı ve otuz santim civarındaydılar. Hafif pembe ışıltı, yine, keskin kenarlarını kaplamıştı. Eiros da onu izleyerek, sırtındaki kılıcını bir çınlama sesiyle çıkardı ve çift elle uzun kabzayı kavradı. Boğuk bir böğürtü daha, yankılanarak onlara ulaştı. Bu sefer daha yakından gelmişti. Alnında soğuk terlerin biriktiğini hisseden adam, soluklarını disiplinli bir şekilde düzenleyerek sakinliğini korudu. Bu esnada Engar dikkatlice eğildi ve kulağını yere dayadı. Rolünü bilen Eiros, onun önüne geçti ve ön tarafı tuttu. Kueti ise arkalarındaki koridoru tutmuştu. Disiplini elden bırakmadan devam eden Eiros, soluklarını iyice yavaşlatıp, derinleştirdi ve Engar'ı olabildiğince rahatsız etmemeye çalıştı. Aynı zamanda çirkin yüzünü göstermeye başlamış olan paniği bu şekilde kontrol altına alıyordu. Bir böğürtü daha duyulmamış olsa da, adam bir kaç saniye sonra ayağa kalktı ve fısıltıyla konuştu.

"Şimdilik güvende olmalıyız. O şey her neyse bizden uzaklaştı. Burada neler olduğunu bilmiyorum ama öğrenmek bizim görevimiz. Keşif ve araştırma hala önceliğimiz, çatışmadan uzak durmaya çalışın ve gizliliğe öncelik verin. 'Ayrılırsak daha çok alanı daha hızlı tararız' saçmalığını duymak istemiyorum. Ne olduğunu bilmediğimiz bir tehdit var. Bu yüzden, ne olursa olsun birbirimizden ayrılmıyoruz."

"Bir şey eklemem gerek, Engar. Daha önce söylemem gerekirdi fakat aklımdan çıkmış. Pandemonium burada güçlü ve farklı bir anomali bulunduğunu söylemişti," dedi, Eiros.

"Aşağılık herif! Neus'tan bunun hesabını soracağım," diye bir küfür savurdu Engar fakat gözleri tekinsizce parıldayarak devam etti "Son bir şey daha var... eğer o şeyle karşılaşırsak, onu bana bırakın."

Ardından harekete geçtiler. İlk güzergahları olan sol taraftaki koridordan ilerliyorlardı. En önde Engar, ikinci sırada Eiros ve en arkada Kueti vardı. Böylece ön ve arka tarafı en güvenilir kişiler korumuş oluyordu. Pandemonium ise etrafta gezinerek, gözlem yapıyor ve sağdan soldan örnekler topluyordu. Onlar konuşurken de duvardaki kurumuş kan lekesinden bir parça almıştı. Bir ara, istemsiz olarak Eiros'un gözü arkaya kaydı ve dar başlığın yeşil yeşil parlayan göz kısımlarının arkasında, nedense endişeli bir ifade olduğunu hayal etti. Ve bu endişe, sadece ne olduğunu bilmedikleri düşmanları için değil gibiydi. Eiros tekrar önüne döndü ve Engar'ın sırtına baktı.

Koridor gittikçe aşağı iniyordu. Bir süre sonra, yerin metrelerce altındaydılar. Hava boğucu, nemli ve oksijensizdi. Kızıl ışıklar, onları dar bir bağırsak gibi saran duvarlara ve içinde zar zor ilerleyebildikleri boşlukta süzülen her bir gaz atomuna kadar işlemişti. Kafasını tavana çarpmadığı halde, Eiros yemin edebilirdi ki tavan daha da alçalmıştı. Yanlarındaki duvarlar, gözlerinin kenarından ona doğru hareket geliyordu. Kafasını salladı ve giysisinin boğazlığını çekiştirerek terlemiş tenini rahatlatmaya çalıştı. Bu da yetmeyince kafasındaki kapişonumsu başlığı gergince geriye attı. Kabzayı sıkmaktan, ellerinin boğumları beyazlamıştı. Bir böğürtü daha duyuldu, bu sefer çok daha yakındı. Engar'ın bıçaklı kollarını yükselttiğini gördü. Sonunda o an yaklaşmaktaydı. Dört koridorun birleştiği bir yol ağzına varmışlardı. Vücudundaki bütün kasların gerildiğini duyumsadı. Ardından bir, hayır tamı tamına üç böğürtü daha geldi. Ancak bu seferkiler, yankı değillerdi. Gözleri fıldır fıldır, bir çırpıda dört yola da baktığında, duvara yansıyan dört adet gölgenin sahibi olan yaratıkların yaklaşmakta olduğunu gördü. Kapana kısılmışlardı.

Çevrimdışı Celebhol

  • **
  • 215
  • Rom: 8
    • Profili Görüntüle
Ynt: İnsan ve İblis
« Yanıtla #35 : 25 Kasım 2016, 21:46:11 »
Bölüm 37 - Kayıp

"Öff... bu ses de ne? Rahatsız edici. Saatim olmalı herhalde... evet, evet. Saatim olmalı. O zaman neden susmuyor? Çünkü susturmadım, doğru ya. Ama benim saatim böyle çalmıyordu ki. Haa, hatırladım. Neuslarlayım şu an, kendi alarmımı kullanmıyorum... ama bir dakika... Neuslardaki saat de böyle çalmıyordu. O zaman bu ses ne?"

Gözlerini karanlığın içine aralayan genç adam, bir şey göremediğini fark etti. Bunun yerine, burnuna kesif bir küf ve nem kokusu dolmuştu. Biraz sonra, içindeki Ugi'nin gücünden payını almış gözbebekleri, karanlığa uyum sağlayarak küçüldü ve az da olsa görebilir hale geldi. Etrafına göz attığında, basık, koyu renkli kayalar gördü. Başını yukarı çevirdiğinde, uzaklarda bir yerde belli belirsiz bir yarık gözüne çarptı.

Ayağa kalkmaya davrandığında, başının, sırtının ve kuyruk sokumunun feci şekilde ağrıdını duyumsadı. Acıyla nefesi kesildi ve durakladı. Elini başının arkasına götürdü ve ıslak, yapış yapış bir şeye dokundu. Kendi, kısmen kurumuş, kanıydı bu.

"Hassiktir... neler oldu?" dedi, kendi kendine.

Hatırlayamıyordu. Başı, içinde bir topaç varmış ve dönerken, beyninin eksenini kaydırıyormuşçasına dengesizdi. Görüşü bulanıklaşır gibi olduysa da hemencecik düzeldi. İyileşmeye başlamış olmalıydı. Bunun üzerine, artık kalkabileceğinde karar kılan adam tekrar yeltendi. Bu sefer doğrulabilmişti doğrulmasına ama ayağa kalkınca kaburgalarında ve omurgasında büyük bir acı hissetti. Tekrar, metrelerce yukarıdaki tavanda bulunan yarığa baktı. Oradan düşmüş olmalıydı. Yarıktan hafif bir kızıl ışık gelirken, olan biteni biraz hatırlar gibi oldu. Dört koridorun kesiştiği yerde kısılmaları aklına geldi. Peki ya ondan sonra ne olmuştu?

Kafasını ne kadar zorlarsa zorlasın, hiç bir işe yaramıyordu. Bu yüzden, hafızasını değil, mantığını kullanması gerektiğinde karar kılsa da, ondan önce yapması gereken başka bir şey vardı. Bütün uzuvlarını ve parmaklarını teker teker yokladı. Hepsinin tam olduğunu anlayınca rahatlayarak bir nefes koyuverdi. En azından bedeni hala bütünlüğünü koruyordu, berelenmiş ve büyük ihtimalle kimi yerleri kırılmış olsa da.

Sıradaki iş, nerede olduğunu anlamaktı. Yarıktan gelen kızıl ışığa bakılırsa, koridorların aşağısında bir yerlerde olmalıydı. Ancak, koridorların zaten yer altında olduğu düşünülürse bu çok garipti. Fabrikanın inşaatının içine gizlenmiş bir yerde olduklarını biliyordu ve bunu yapan kişiler, koridorlara sahip yeri bir şekilde fark ettirmeden inşa etmeyi başarmışlardı. Koridorların da aşağısında başka bir bölme daha olması, hele bu kadar aşağıda, metrelerce derinlikte, pek olası değildi. Yani, mağara türü bir yerde mi bulunuyordu? Gizlenmesi için büyük çabalar harcanan bir yerin inşaatının çürük bir zemin üstüne yapılması pek olası gelmedi. Demek ki, özellikle bu mağaraların üstüne yapılmış olmalıydı.

İkinci bir nokta, onlara saldırmış olan gölgelerin sahiplerinin ne olduğuydu. Bunu bilmiyordu fakat girişte gördüğü kan lekelerine bakılırsa, binayı inşa edenler için işler planlandığı gibi gitmemiş olmalıydı. Başka bir deyişle, gölgelerin sahipleri yanlış gitmiş bir şeyin sonucuydu...

Üstlerine koşturan şey, kaslı bacaklarını yere her vurduğunda koridor inliyordu. Yani, dumanın içinde buraya kadar sinsice, yavaş bir şekilde yaklaşmış olmalıydı. Arkasındaki diğer iki hayvanın çıkardığı gürültü de kesilmişti.

"Bir aldatmaca!" diye bağırdı Engar.


Tekrar dönen başını tutan Eiros, odaklanmak için gözlerini kapadı. Allak bullak hafızası, ona anlık da olsa net bir anı sunmuştu.

Bu yaratıklar, diye düşündü, fabrikayla bir alakaları olmalı. Peki fabrika tam olarak ne yapıyordu? Büyükbaşlarla alakalı bir şeydi. Hah, inek besliyorlardı. Aynı zamanda onları aşılıyorlardı. Peki bu durumla, bu bilginin ne tür bir alakası olabilirdi? Yoksa...

"Oha," dedi kendi kendine, duraksayarak.

Ama bu düşünceyle beraber, her şey yerli yerine oturuyordu. Mantığını ve düşünce zincirini kontrol ederek, vardığı sonucun ne kadar olası olduğunu hesaplayınca, bayağı yüksek, hatta en yüksek olasılık olduğunu da doğruladı. Bu gizli üste, inekler üstünde bir deney yapılıyor olmalıydı ve bu deney korkunç bir şekilde yanlış gitmişti. Ancak, bu her şeyi açıklamıyor hatta cevapladığından daha fazla soruya yol açıyordu. İnekler üstünde yapılan deneyin tam içeriği neydi? Neden yapılmıştı? Deneyin arkasındakiler kimlerdi? Deneyin, garip anomali cebiyle alakası var mıydı ve varsa tam olarak ne idi? İçinde bulunduğu mağaranın bu işte payı neydi?

Bütün bu sorular kafasında, yakalaması imkansız sinekler gibi gezinip durdu. Oysa, ne kadar kafa patlatırsa patlatsın, şu anki bilgi durumunda bir cevap bulamayacağını biliyordu. Geriye tek ve en önemli şey kalmıştı; buradan nasıl çıkacaktı?

"Yürüyeceğim herhalde," dedi, kendi kedine, hafifçe gülerek.

Ancak boşlukta yankılanıp, değişip, kalınlaşarak kendine ulaşan küçük kahkaha susmasına yol açtı. Burada bir şey varsa onu uyandırmak istemezdi. Gerginliğini almak için böyle saçma sapan, çocukça dürtülere kulak vermesi başını daha da çok belaya sokardı. Hatta şu anki durumunda ölümüne bile yol açabilirdi. İçindeki dürtüsel çocuğu azarlayarak, ona haddini bildirdi. Ne de olsa, şu an, daha deminki gibi aptalca davranma lüksüne sahip değildi. Bay Pandemonium'un dediği gibi, olgun olmalıydı.

Böylece, nemli ve boğuk havanın içine yürümeye koyuldu. Ağrı ve acılarından dolayı yavaşça yol alıyordu. Omurgasındaki acı özellikle hoşuna gitmemişti. Kemiğin içinden mi yoksa kaslarından mı geldiğini anlayamıyordu. Eğer o bölgede bulunan kaslardan ise iyileşme gücüyle kısa sürede kendisini toparlayabilirdi fakat diğer türlüyse, hiç bir zaman iyileşemeyebilirdi bile. Ugi gücünün ne kadar etkili olduğunu bilmiyordu. Bu konuda, merak ettiği bir başka şey ise, İblis'in gücünü kullanmayı bırakmış olduğu halde neden hala iyileşme gibi güçlere sahip olduğuydu. Bulduğu cevap, güçlerinin pasif ve aktif şekilde ayrılıyor olması gerektiğiydi. Dalınç gibi yetenekleri aktif bir çaba gerektirirken, iyileşme ve gece görüşü gibi olanlar pasif şekilde hep arka planda açık kalıyordu.

Adım adım ilerleyen adam, aşağı doğru indiğini fark etti. Hava, her adımında gittikçe boğuklaşıyordu. Nem oranı artıyor olmalıydı. Ugi bedeninden dolayı üşümese de, mağaradaki havanın epey bir serin olduğunu da hissedebiliyordu. Bir süre sonra, kulağına bir takım sesler çalınmaya başlamıştı. Tıp tıp tıp... bir şeyler damlıyordu. Bunun sebebini, kayalıkların daraldığı bir noktadan yan yan geçtikten sonra anladı. Kendisini geniş bir bölmede bulmuştu. on metreyi aşkın bir yükseklikteki tavandan aşağı uzanan sarkıtların ucunda biriken damlalar, aşağı düşüyor ve bomboş mağarada yankılanan sese kaynaklık ediyorlardı. Ancak, şaşırtıcı olan şey bu değildi. Kesinlikle hayır.

Garip olan şeylerin başında, öncelikle, adam sarkıtlara ne kadar yaklaşırsa yaklaşsın, damlama sesinin artmamış olması geliyordu. Hatta bir sarkıtın dibine girdiğinde bile, hiç bir değişiklik olmamıştı. İlk anda ne kadar fazla ses çıkarıyorlarsa, şu an da, tamamen aynı miktarda ses çıkarıyorlardı.

"Anomali cebi..." diyerek, bir an önce kendisine yöneltmiş olduğu lafları unuttu.

Bütün kargaşa ve bilinmezliğin içinde bile etkilenmişti.

İkinci olarak, sarkıtlardan damlayan şeyin su olmadığını fark etmişti. Mavi-yeşil, cambögeği rengi bir sıvıydı. Sarkıtların rengi sıvıyla hemen hemen aynıydı. Sadece daha koyu renkliydiler. Sarkıt oluşumuna dair bildikleri, bunun nedeninin, sudaki minerallerin sarkıtlarda daha yoğunlaşmış şekilde bulunmasından dolayı olduğunu söylüyordu. Demek, kendi dünyasının fizik yasaları bu konuda hala geçerliydi... büyük ihtimalle. Bilmediği bir anomali mekanizması da buna sebep oluyordu belki de.

Üçüncü şeyi ise, sıvıya elini soktuğunda fark etmişti. İçindeki bir şey, bir dürtü, ona bunu yapmasını söylemişti. İlk başta karşı koymaya çalışmış olsa da, bir süre sonra dayanamayarak, heyecanlı fakat yapacağı şeyin sonuçlarından çekinen bir çocuk gibi, parmağını, ucundan, sıvıya değdirmişti. Bir şey olmadığın anlayınca, sarkıtlardan damlayan sıvının oluşturduğu camgöbeği gölcüğe elini, ardından da dirseğine kadar kolunu daldırmıştı. Aşağı yukarı on beş metre uzunluğunda, beş metre genişliğinde olduğunu tahmin ettiği gölcüğün sıvısı, deride değişik bir his bırakıyordu. Sudan çok daha kaygandı. Sanki elde tutulmaya çalışılan bir cıva gibi, derisine dokunsa da hiç bir ıslaklık bırakmadan akıp gidiyordu.

İçindeki dürtü, bu sefer de, bütün bedenini sıvıya daldırmasını söyledi. İradesi dışında gelişen bu düşünceye bozulsa da, getirdiği merak hissi ilgisini çekmişti. Acaba ne olacaktı? Yoksa küçükken izlediği o yerli filmdeki, eski zamanların bıyıklı ve uzun saçlı kahramanı gibi, mağaranın içindeki sıvıya girerek yaralarını mı iyileştirecekti? Belki de, bunun yerine sıvının zehirli olduğunu öğrenirdi. Derisinin porlarından içeri girer ve aylar sonra ağır metal zehirlenmesi gibi bir şeyden dolayı kanser olduğunu ya da metabolik bir bozukluk geliştirdiğini öğrenirdi.

Dürtü artarak, dayanılmaz bir hal almıştı. İradesi azalmış ve hareketlerini kontrol edemez olmuştu. Daha ne yaptığını anlayamadan, üstündeki giysileri çıkardı ve gölcüğün kenarına çömelerek yere oturdu. Bacaklarını sıvıya daldıran adam, ardından, acıyan sırtına yüklenmemeye çalışarak ellerini yere koydu ve kollarından güç alarak kendisini onun içine itti. Daha bunu yapar yapmaz, sıvıda batacağını anlamıştı. Gerizekalı herif, sıvının kaldırma kuvvetini hiç düşünmemişti. Böyle bir hatayı nasıl yapabilirdi? Bu kadar basit bir kavramı nasıl unutabilirdi? Üstelik her olasılığı değerlendirmesiyle övünürdü bir de. İşte, böylece tuzağa düşmüştü. İçindeki Ugisel tarafa seslenen bu gölcük onu kandırmış ve kendi ölümüne atılmasını sağlamıştı... ancak, beklediği gibi olmadı. Sıvıda çok rahat şekilde süzüldüğünü fark etti. Rahatlayarak, derince bir nefes verdi. Bu, bir tuzak değildi. Anomali cebindeki değişik yasalar, hatasını bu seferlik bağışlamıştı.

Sıvının içinde yavaşça yüzmeye koyuldu. Kollarını yanlara ittirerek, sırtına yüklenmeden yüzerken, içindeki dürtünün azaldığını duyumsadı. Anlam veremiyordu bu olaya. Kendi zihninde ve bedeninde bir mantığa oturtamadığı değişimler baş göstermişti. Örneğin, bu gölcüğe neden çekilmişti? Nasıl bir mekanizma buna yol açmıştı ve bir dahaki sefere bu olayı nasıl engelleyebilirdi? Sonuçta, şu an başı bir derde girmemiş olsa da, ileride düşmanları bunu, onu tuzağa düşürmek için kullanabilirdi. Kendisi olsa, kesinlikle bu tarz bir olaydan yararlanırdı ne de olsa.

Ne ara, kendi hareketleri üstünde bile kontrol sahibi olamayacak kadar değişmişti?

Yüzerken, ağzına sıvı kaçtı ve bir kısmı yemek borusundan aşağı gitti. Sıvının tatlı olduğunu öğrenmiş oldu böylece. Bir kaç dakika sonra fark ettiği bir başka şey ise, içinde yeni bir enerjinin belirmiş olmasıydı. Yuttuğu sıvıya bağlı olması gerekiyordu. Yani, aynı zamanda içilebilir besin kaynağıydı camgöbeği likit. Böylece, kafasını sıvıya daldırdı ve yüzüyle, kanlı saçlarını yıkadı. Bol bol sıvıdan içti ve enerji deposunu yeniledi. Bu küçük sürpriz, moralini yerine getirmişti. Uzun süreden beri, dertlerinden bu kadar uzakta ve rahat hissetmemişti. Küçük anlar olmuştu elbette ama hep, arka plandaki bir şey onu rahatsız etmişti. Pençelerini tehditkar bir şekilde kafasının üstünde sallayan bu duygu, mutluluğu ve barışı ondan çekip almıştı. Oysa, şu anda, tehlikenin içindeki bu küçük kaçamak yerinde kendisini iyi hissediyordu. Bütün sorunları çözülmüş ya da pençeler kaybolmuş olduğundan değil. Hala orada olduklarını biliyordu. Ancak, açıklayamadığı bir şekilde rahatlamıştı. Her şey iyi olacak, gerçekten değişebilecekmiş gibi... sıvının içine dalarak aşağılara indi.

"Bana ihanet ettin, Eiros," diyen bir ses duyuldu, birdenbire.

Bu, kuvvet kokan, derin sesi tanıyordu. Hışımla sese doğru dönen adam, gözlerini açtı. Sıvının içinde, İblis dikiliyordu. Evet, dikiliyordu. Katı bir zemine basıyormuşa benzeyen Ugi, dimdik bir şekilde karanlıktan bedeni ve zümrüdi alevlere sahip gözleriyle ona bakıyordu. Eiros'un kendi varlığı kadar gerçekti ve gözleri, her zamankinden daha da tekinsizdi. Ugi'yi bu halde gördüğünü hiç hatırlamıyordu; ona uzun süre işkence etmiş olduğu ilk tanışmalarında bile.

Adam kaçmaya yeltense de, arkasına döndüğünde İblis yüzünün dibinde belirdi. Korkuyla ağzından hava kaçırdı ve sıvı, baloncuklara boğuldu. Hava kabarcıkları, sıvının yüzeyine doğru yükselirken görüşü kısmen engellenmişti. Bu yüzden, bilinmezliğin içinden hızla gelen eli göremedi. İblis, tek eliyle boğazına yapışarak, onu kuvvetle kavradı; küçücük bir balığı dişlerinin arasına kıstıran bir köpekbalığı gibi.

"Anlaşmaların bozulmasını sevmem, genç adam," dedi, soğuk bir öfkeyle ve boğazını daha da sıktı ve iğrenç bir sesle, oradaki bir şeyleri ezdi. Ardından, onu gölcüğün duvarına şiddetle fırlattı "Görünüşe göre bir derse ihtiyacın var. Asla unutamayacağın bir tanesine."

Ugi'nin dehşet verici öfkesinin sonucu, sırtını kayaya çarpmıştı. Bedeninin arka tarafındaki acı kocaman bir dağ gibi birden yükseldi ve görüşünde bembeyaz bir boşluk oluşmasına yol açtı. İblis, açık ellerinin ayalarını sıvının içinde kuvvetle birbirine çarptı ve bir şok dalgası genç adama yollandı. Nafile bir çabayla, kollarını yüzünün önüne getirmeye çalışmış olsa da, titreşim dalgalarını engelleyemedi ve kafasını şiddetle kayaya çarptı. Gözlerinde şimşekler çakan adam, böylece, neler olup bittiğini hatırlayıverdi.

Vücudundaki bütün kasların gerildiğini duyumsadı. Ardından bir, hayır tamı tamına üç böğürtü daha geldi. Ancak bu seferkiler, yankı değillerdi. Gözleri fıldır fıldır, bir çırpıda dört yola da baktığında, duvara yansıyan dört adet gölgenin sahibi olan yaratıkların yaklaşmakta olduğunu gördü. Kapana kısılmışlardı.

Dört koridorun kesiştiği alanda dikilen üçlü, yerlerine geçti. Karbonfiberden yapılmış bir siluete benzeyen Kueti, bir tarafı tutmuştu, karnı korkuyla düğünlenmiş Eiros diğerini. Engar ise iki yana sarkıttığı bıçaklı elleriyle, iki koridoru birden tarıyordu...

Çevrimdışı Celebhol

  • **
  • 215
  • Rom: 8
    • Profili Görüntüle
Ynt: İnsan ve İblis
« Yanıtla #36 : 27 Kasım 2016, 16:20:37 »
Bu bölümle beraber güncele gelmiş bulunuyorum, arkadaşlar. Şu ana kadarki bölümler, yaklaşık 1.5 yıllık bir çalışmanın ürünüdür. Kimi zaman kişisel hayatımdan dolayı uzun kesintiler oldu, bölüm uzunlukları arttığı için hazırlanma süreleri de uzadı fakat aynı zamanda, İvİ, yazınsal açıdan -özellikle kimi eleştiriler sağolsun- bayağı gelişme sağladığım ve kişisel olarak gurur duyduğum bir hikayeye dönüştü. Hala da gelişme aşamasındayım. Burada belirtmemiştim fakat İvİ, benim için deneysel bir çalışmadır. Arkasında sayfalarca notlar, taslaklar, yayınlanmamış bölümler ve kimi zaman bir çatı betimlemesi için bile saatlerimi harcamışlığım olan bir zaman vardır :D Daha gerçekleşecek çok fazla olay, işlenecek bol bol konu var. Ülkemiz ortamından esinlenmiş bölümler de gelmeye devam edecek. Hikaye akışını bölmek istemediğim için beklettiğim olaylar var. Şu an yoğun derecede fantastik odaklı gidiyor olabilir fakat siyasi-fantastik sentezi öykünün kalbini oluşturan temellerden birisi. Bunu terk etmek ve yarattığım evrene ihanet etmek niyetinde değilim. Garip bir ülkeden esinlenilmiş, garip bir diyarda geçen, garip bir öykü olmaya fakat bize normal ve yakın gelmeye devam edecek, İnsan ve İblis.

Sözü daha fazla uzatmadan, okuyan herkese teşekkürlerimi iletiyorum ve bundan sonraki bölümlerin daha uzun aralıklarla çıkacağını duyuruyorum.

Bölüm 38 - BSE

Dört koridorun kesiştiği alanda dikilen üçlü, yerlerine geçti. Karbonfiberden yapılmış bir siluete benzeyen Kueti, bir tarafı tutmuştu, karnı korkuyla düğünlenmiş Eiros diğerini. Engar ise iki yana sarkıttığı bıçaklı elleriyle, iki koridoru birden tarıyordu. Kızıl ışığın ve basık tavanların altında, gölgeler ve onların sahipleri daha da yaklaştı. Neredeyse kendilerini belli etmek üzereyken, hızla davranan Engar, giysisinden çıkardığı bir gaz kapsülünü yere fırlattı. Fışkırttığı gazın basıncıyla yerde hızla dönen bombadan, her yere yayılan mavi bir duman dalgası fışkırdı.

"Bu tarafa," diyen Engar, tuttuğu koridorlardan birisine girerek koşturdu.

Arkalarından üç böğürtü gelirken, hızla ve kuvvetle koşturan bir şeylerin sesi duyuldu. Yerde çıkardıkları sarsıntıya bakılırsa epey bir ağır olmalıydılar. Ancak, şu anki sorunları bu değildi. Önlerindeki koridorun dönemecinde bir boynuz göründü. Onu, çarpılmış bir yüze sahip bir hayvan başı ve kocaman bir vücut izledi.

"Bu da ne?" diye şaşkınca geçirdi içinden, genç adam.

Hayata karşı bir küfür olan bu garabet, bir ineği andırıyordu. Ancak kılları yoktu. Daha doğrusu, çoğu bir şekilde yok olmuş olmalıydı. Orada burada, bir kaç kalıntı bulunuyordu; kel bir adamın başına zar zor tutunan, dağılmış ve sağlıksız bir kaç saç teli gibi. Açığa çıkmış olan derisi kararmış ve hastalıklı bir kahverengiye dönüşmüştü. Deri, sayısız kez yarılmış ve kabuk bağlamış olmalıydı. Tekrar, tekrar ve tekrar... bütün yüzeyi eski izler ile daha yeni ve bir sonraki sürtünmede koparılmayı bekleyen kanlı kabuklarla doluydu. Dehşet verici bir görüntüydü. Yer yer sarkmış derinin bazı kısımlarının arasında kara pıhtı kalıntıları toplanmıştı.

Yüzü de bu değişimden nasiplenmişti. Gözleri büyümüş ve iki adet kan çanağına dönüşmüşlerdi. Uyarıcı kullanmış birisininkiler gibi, faltaşı gibi açılmış ve onlara dikilmişti. Burnundan akan yoğun, koyu yeşil sümük, yaralı dudaklarında toplanarak yere damlıyordu. Deforme, bedeninin gerisi gibi kahverengileşmiş boynuzları bir şekilde yamulmuş ve şişmişlerdi. Normalin çok daha üstü boyutlara ulaşmışlardı. Masum ve otçul bir hayvanınkini değil, tarih öncesi etçil bir yaratığınkini andırıyorlardı. Orantısız, asimetrik görünümü ve rengi ise kalıtsal bir biyolojik kusurla kıyaslanabilirdi.

Bir böğürtü koyan çarpık hayvan, çatlaklı toynaklara sahip arka bacaklarını güçle yere indirdi ve kuvvet topladı. Ezip geçmeye hazır bir lokomotif gibi, pozisyon almış ve kafasını eğerek büyük, yamuk yumuk boynuzlarını öne çıkarmıştı. En öndeki Engar, üstüne koşturacak olan bu yaratığa hazır şekilde bedenini konumlandırdıysa da, beklenen saldırı gelmedi. Bunun yerine, boynuzlardan açık yeşil, neredeyse sümüğümsü bir renge sahip sıvı dalgası üstlerine fışkırdı.

"Hassiktir!" diye bir nida koyuveren Engar, son anda önüne iki topçuk fırlattı.

Empusa ile olan savaşında da kullandığı topçuklar, pembe pembe ışıldayarak, aynı renkte bir enerji kalkanı oluşturarak saldırıyı engelleyebildiler. Yeşil sıvı, kovaya düşen kusmuğa benzer sesler çıkararak bariye çarparak durmuştu. İyi ki de böyle olmuştu çünkü saçılan sıvının bir kısmı, koridorun duvarlarına da gelmişti. Betone temas ettiği bir kaç saniye içinde, dumanlar çıkararak onu eritmeye başlamıştı bile. Bir yapı-maddesini bile bu kadar kuvvetli ve hızlı etkiliyorsa, deriye temas ederse sonlarını garanti edebilirlerdi.

Kalkana yapışıp kalmış sıvının yoğunluğu bir kaç saniye sonra arttı ve akışmaz bir hal alarak, kalkandan aşağı inmeyi reddeder oldu. Aynı zamanda, pembe enerji bariyerinden dumanlar tütmeye başlamıştı.
Bu yetmezmiş gibi, diğer bir sorun, tam arkalarındaydı. Dumanla kafası karışmış olan diğer üç yaratık hala sağa sola saldırmaktaydı. Gümbürtüyle duvarlara çarpıyor ve üç insanın da dişlerine kadar hissettiği sarsıntılar yaratıyorlardı. Eğer hayvanlar oradan çıkmanın bir yolunu bulurlarsa, Eirosların kaçabileceği hiç bir yer yoktu. Kapana kısılmışlardı ve zamanları kısıtlıydı.

"Bu çok garip," dedi, kalkanına bakan Engar "Kalkanım normalde bu tarz asit saldırılarına dayanıklıdır oysa bu şey, onu etkilemeye başladı bile."

"Ne demek istiyorsun?" diye sordu, soğukkanlı bir sesle, Kueti.

Bir dizini yere koymuş kadın, silahını arkalarındaki koridora doğrultmuş, pür dikkat bekliyordu. İşaret parmağı, tetiğin üstünde, en minik bir titreme belirtisi göstermeden durmaktaydı.

"Böyle bir yaratığı hiç görmedim ama biraz tanıdık geliyor. Sence de öyle değil mi, Kueti?" diye sordu, adam.

"Evet," diye, kısa bir cevapla onu onayladı.

Kızın kendi düşünceleri olmalıydı fakat şu an daha önemli bir göreve odaklanmıştı. Silahı nedeniyle gruptaki tek uzun menzilli savaşçı kendisiydi. Doğru, Eiros'un da bir tabancası bulunuyordu fakat böyle bir durumda bir çömeze güvenilemezdi. Kaldı ki, yıllar boyunca çalışmış olsaydı bile, kızın ustalığının yanından geçemezdi. Hayır, koridoru gözetlemek için en güvenilir kişi oydu.

"Ve bizi bilerek kandırdı. Üstümüze koşturacakmış gibi yapıp, ardından uzun mesafeli bir saldırı gerçekleştirdi. Bunlar zeki hayvanlar," diye analize devam etti Engar.

Dediklerini doğrularcasına, birdenbire, dumanların içinden bir adet ineğimsi yaratık belirdi. Bütün kuvvetiyle onlara doğru koşturmaktaydı. Öldürme isteğiyle dolu iki kan çanağı gözlerini onlara doğrultmuştu. Pıhtı kahverengisi canlıyı duymamış olmalarına imkan yoktu ve nedeni basitti. Üstlerine koşturan şey, kaslı bacaklarını yere her vurduğunda koridor inliyordu. Yani, dumanın içinde buraya kadar sinsice, yavaş bir şekilde yaklaşmış olmalıydı. Arkasındaki diğer iki hayvanın çıkardığı gürültü de kesilmişti.

"Bir aldatmaca!" diye bağırdı Engar.

Kueti silahını ateşledi ve hayvanın ön bacaklarını vurdu. İsabet eden mermilerle beraber etrafa kanlar saçıldı ve hayvan bir anlığına yavaşladı. Ancak, saldırı, koşturmayı kesmeye yetmemişti. Kadın, ateş etmeye devam etti. Amacı onu öldürmek değildi, bunu yeterince hızlı yapamayacağını anlamıştı. Olabildiğince yavaşlatmayı hedefliyordu ve bunu da başardı.

Bir şarjörü iki saniye içerisinde bitirdi ve çevik bir şekilde yerine hemen yenisini yerleştirmeye girişti. Bu anı kollayan Engar ileri fırlamıştı. Kueti'ye üç metresi kalmış olan hayvanın önüne atıldı. Kalın ve büyük boynuzları, kol yenlerinden çıkan bıçaklarla bloklamıştı. Ancak, salyalar saçarak böğüren hayvanı tamamen durduramamıştı. Taktik değiştirerek, bunun yerine, kafasını yukarı doğru savuran hayvanın boynuzlarından birisini tutarak momentumu kullandı ve bir takla atarak onun üstüne kondu. Bir yandan bıçaklarını hayvanın boyun bölgesine saplamıştı. Acıyla böğüren deli dana, onu üstünden savurmak için zıplamaya ve sağa sola çifte atmaya koyuldu. Önündeki engelin, yani Engar'ın, kalkmış olmasını fırsat bilen Kueti de silahını ateşledi. Vızır vızır yol alan mermiler hayvanın yüzünü delerek kafatasına kadar ulaştı. Acısı daha da artan hayvan iyice çıldırmıştı. Yine de, bu gidişle alaşağı edilmesi pek sürmezdi.

Üstünlük bir anlığına onlara geçmişti. Bir anlığına... dengeler çabucak değişiverdi. Büyük bir şangırtıyla arkasındaki camın kırıldığını duyan Eiros, hışımla üst bedenini o yöne çevirdi. Biraz önce onlara asit fışkırtmış olan deli danaydı bu. Bariyerin yeterince zayıflamasını beklemiş ve ardından bir kafa darbesiyle onu kırmıştı. Yoksa, onlara taarruz eden diğer hayvan da bu planın bir parçası mıydı? Dikkatlerini o yöne çekmek için yapılmış bir aldatmaca?

Eiros'un bunları düşünecek zamanı olmadı. Kafasından o an geçen önemsiz düşüncelerdi sadece. Saliseler sanki çağlara dönüşmüş gibi yavaşlamıştı; kendisine yol alan suratın her bir detayını gördü. Kimisi dökülmüş, kimisi çarpık dişlerle dolu ağzın hafifçe açılışını. Burundan aşağı damlamakta olan, yoğun kıvamlı, kronik sinüzite sahip bir hastanınkini andırır bir yeşile sahip sümüğü. Kocaman burunun derisinde oluşmuş kanlı çatlakları ve kanamakta olan sayısız kılcal damarı. Doğal olmayan bir şekilde değişime uğramış kanlı, yaşsız ve kuru gözleri. Onların kenarında birikmiş, kocaman, sarı çapakları. Dönüşerek, normalde olması gerekenden katlarca daha büyümüş, ucundan asit damlayan boynuzları...

Bir darbe alarak geriye fırladı ve Kueti'ye çarparak yere kapaklandı. Kızın de dengesini bozmuş ve onun da düşmesine yol açmıştı. Kafasını feci şekilde yere çarpmıştı ve beyni zonkluyordu fakat adrenalin pompalanan bedeni, diğer bütün fonsiyonlarını kapatmıştı. Olduğu yerde bütün hızıyla doğrulurken, darbeyi refleksif bir şekilde kılıcıyla bloklamış olduğunu fark bile etmemişti. Tek gördüğü, kızın üstüne çökmüş ve onun kafasını ısırmak için ağzını açmış olan ucubeydi. Yüzüstü yerde uzanan Kueti, sırtına bastıran toynaktan dolayı kendini toparlayamıyor ve çırpınıyordu. Kafasını geriye çevirmeyi başarabildi ve onu öldürmek için uzanmış ağzı gördü. Düşünmeden, onu engellemek için silahını araya soktu.

"Tırak!" sesiyle birlikte ağız kapandı.

Bu hareket beraber, tüfeğin güçlü materyali ezilmiş ve silah bozulmuştu fakat bu, Kueti'nin hayatını kurtarmıştı. Silahın üstüne kapanmış çeneyi kollarıyla sardı, genç kadın. Tekrar açılmasını engellemeye çalışıyordu. Bedeninin pozisyonundan dolayı bunu çok etkili başarabildiği söylenemezdi. Sırtındaki toynağın baskısı artmış ve zorla döndürdüğü omuzlarından dolayı omurgası gerilmişti. Yine de, bu çabası sayesinde, Eiros'a hamle yapması için yeterince zaman kazandırmıştı. Damarlarında adrenalin gezinen adam, bir haykırışla beraber kılıcını, canavarın başına savurdu ve deriyi yararak kanlar sıçrattı. Kemiği delememiş olsa da, bu hareketi, hayvanın dikkatini çekmeye yetmişti. Hatta dikkatini çekmek ne kelime? Onu epey sinirlendirmişti. Boynuzlarını savuran deli danadan, arkaya sıçrayarak kaçtı ve kılıcını bir kez daha savurdu. Bu seferki kocaman ve hassas burna denk gelmişti. Burnun yarısını alıp götürdü keskin metal. Acıyla böğüren dana, biraz geriye çekildi. Böyle bir şey beklemediği barizdi. Bunun kolay bir av olacağını düşünmüş olmalıydı. Ne de olsa, avını tuzağa düşürmüştü.

Doğrulmuş olan Kueti, zırhının yan tarafından çıkardığı bir tabancayı ona doğru ateşledi ve boş bulunan hayvanı gözünden vurmayı başardı. Bunun üstüne, yaratık acıyla inleyerek geriye çekildi ve kaçmaya koyuldu.

"Engar," diyen Eiros arkasını döndü ve hala danayla boğuşmakta olan adamı gördü. Hayvanın her tarafını kesikler ve çizikler içinde bırakmış olan adam, bıçaklarından birisini hayvana saplamış ve kendisini sabitlemişti. Diğer eliyle, hayvanın ense köküne üst üste, seri şekilde darbeler indirmekteydi. Bir süre sonra, yara bere içindeki hayvan daha fazla dayanamadı ve önce arka, sonra ön bacakları iflas ederek yere düştü. Ölmemişti. Üstünden inen ve son darbeyi indirmek için yaklaşan Engar'a, kan çanağı gözleriyle bakmaktaydı. Koridorun zeminini ve duvarları kanıyla kaplamış, kendi hayat suyunun içinde çaresizce yatmakta olan hayvan bir inilti koyuverdi. Son nefesini vermek üzere olan bir canlının sesiydi bu. Eiros, hayvanın yüzünde daha önce görmemiş olduğu bir şey fark etti. Kendi korkusu içinde atlamış olduğu bir şey; acı çekiyordu... kesintisiz bir işkenceyle lanetlenmiş bir hayata mahkum edilmiş herhangi bir canlının yapacağı kadar doğal bir şekilde, öfkeliydi. Aynı zamanda korkuyordu. Etrafındaki her şeyden korkuyordu. Kardeşleri hariç... üstüne inen kılıçla beraber duygular kesiliverdi.

"Ne..." diyen Eiros, bir gölden çıkmışçasına derin bir nefes aldı.

Biraz önce, istemsiz olarak dalınç yeteneğini kullanmıştı. Hem de bu ne idüğü belirsiz hayvan üstünde. Bu zavallı hayvan üstünde.

"Bana neler oluyor?" diye düşündü.

Yoksa içindeki İblis, bir şekilde bu değişik anomaliden mi etkilenmişti? Ya da fark etmeden kontrolu elinden mi kaçırmıştı? Hayır. Hayvanla savaşırken tamamen soğukkanlı ve otomatik bir şekilde hareket etmişti.

"İyi misin?" diye sordu, elini omzuna koyan Engar.

"Bilmiyorum," diye, dürüstçe yanıtladı Eiros "Biraz önce... sanırım biraz önce o hayvanla bir bağ kurdum. İçimdeki Ugi gücüyle oluşturduğum bir bağ."

"Emin misin?" diye sordu, Engar "Sadece ona acımış olabilirsin. Bu çok doğal."

"Hayır, eminim. İçimdeki Ugi uyanıyor," diye yanıtladı Eiros.

Bir anlığına duraksadı. Acaba onlara söylemeli miydi? Bunun üstüne, tereddüt etmekten rahatsız olduğunu fark etti. İçindeki çekingen ve güvensiz çocuğa bu sefer kulak vermeme kararı aldı.

"Sizden bunu saklamak istemiyorum. Bay Pandemonium, burada sağ kalmak istiyorsam içimdeki Ugi'ye söz geçirmem gerektiğini söylemişti. Sanırım bu anomali cebiyle alakalı. Neus'un bu konuda daha fazla bir şeyler bildiğinden şüpheleniyorum ama ne olduğunu söylemedi. Bu yüzden, eğer gerekli görmezse Bay Pandemonium da söylemeyecektir," deyiverdi, bir çırpıda.

"Demek öyle, ha?" dedi, Engar "Sahi, o nerede? Pandemonium nerede?"

"Bilmiyorum," diye yanıtladı Kueti "Çatışma başlamadan önce ortadan kaybolmuş olmalı."

"Şimdiii," dedi, Engar ve cesedin yanına çömeldi "Diğer ikisi de kaçmışa benziyor. Merak etmeyin, yine de n'olur n'olmaz bariyer kurdum etrafa. Bu şeyin ne olduğunu anlamalıyız."

"Bence..." demişti ki, Kueti, bir sarsıntıyla beraber lafı yarıda kesildi.

Kueti ve Engar hızla iki yana fırladı çünkü altlarındaki zeminde çatlaklar belirmişti. Eiros da davrandı fakat yeterince hızlı değildi. Parçalanan beton ve yaratığın cesediyle birlikte, kendisini karanlığın içine düşerken buldu. Kafasına bir taş parçası çarparak bilincini yitirmesine yol açmadan önce hatırladığı son şey buydu.

Çevrimdışı Celebhol

  • **
  • 215
  • Rom: 8
    • Profili Görüntüle
Ynt: İnsan ve İblis
« Yanıtla #37 : 06 Aralık 2016, 14:53:05 »
Bölüm 39 - Resurgam

Kara bir boşluğun içinde süzülüyordu, Eiros.

"Sen," dedi, tanıdık, kalın bir ses "Anlaşmamıza ihanet ettin, Eiros."

"Ne yapmamı bekliyordun?" diye sordu, omurgası ızdırabın alevleriyle kavrulmakta olan genç insan, gözlerinden acı yaşları süzülerek "Onlardan birine mi dönüşseydim? Senin gibi piç bir Ugi'nin kölesi olacağıma, ölürüm daha iyi!"

Bu sözlerinin ardından, bu tanıdık boyut içinde doğruldu. İblis'le ilk karşılaşmalarında, kendisini hapsedip, aynaya bakmaya zorladığı yerdi burası; içindeki sezgisel his, bunu şüphe bırakmayacak bir şekilde doğruluyordu.

Doğruldu ve karşısında, zümrüdi gözlerle duran İblis'e sert ve gururlu bir şekilde kendi gözlerini dikti. Bu sefer, aman vermeyecekti. Bu sefer, bu işkenceciye boyun eğmeyecekti. Hayır, ölmek pahasına bile olsa -ki tanrım, bu onu ne kadar da korkutuyordu!- ona "Evet," demeyecekti. Aşağılanmayı ve varlığının yok sayılmasını, zulüm bu saçan piçe, bu orospu çocuğuna boyun eğmeyi reddediyordu! Öfkesi kulaklarında çınladı, yüzünde ısıya dönüşerek etrafa saçıldı fakat görüşü sabitti; kontrolsuz öfke patlamalarındaki gibi bulanmamıştı.

"Eiros, aptal, hain Eiros..." dedi İblis, sesinde anlaşılmaz bir tonla "Sorunun bu olduğunu mu zannediyorsun?"

"Ne olacak peki?" diye bir soruyla yanıtladı, genç, hala agresif fakat biraz kafası karışmış bir şekilde.

"Sen," diyen Ugi'nin kelimeleri ağırlaştı ve balyoz gibi indi "Onlara boyun eğdin. Gerçeğe katlanamadığın için öfkeni terk ettin ve hem bana hem de kendine ihanet ettin. Nerede intikamın? Nerede nefretin? Senin içini gördüm, genç adam. Bütün öfkeni, bütün çaresizliğini ve bütün umutsuzluğunu gördüm. İçinde intikamın alevleri yanıyor."

"Hayır!" diye çıkıştı, Yıldırım "Yanılıyorsun. Ben artık eskisi gibi değilim. Sadece sorunlarım vardı. Onları halletmem gerek."

Hatırla, diye kendisine çıkıştı, Pandemonium'un dediklerini hatırla. İblis'i yenmenin bir yolu vardı. Neydi o...? Allah kahretsin! Sikeyim! Taşa çarpan kafamı sikeyim! Hatırlayamıyorum.

"Gerçeklik ile insan duygularının bir bağlantısı olduğunu nereden çıkardın, Eiros? Sorunların olsa, bu gerçeği görmediğin anlamına mı gelecek? Belki de sadece sıradışı bir insan gerçeği görebiliyordur. Bu insan yüzeyselliğinden daha derinlere ulaşabildiğini biliyorum. Bu soruları kendine sormayacak kadar aptal değilsin. Seni seçmemin bir sebebi vardı; diğer insanların sormaya çekindiği şeyleri sorabiliyor, onların gitmeye korktuğu yerlere gidebiliyorsun."

İblis'in sarf ettiği bu kelimeler, Eiros'a ulaşmamıştı. Onları duyuyor fakat dinlemiyordu. Kendi iç dünyasında kaybolmuş olan adam, büyük ihtimalle kırılmış olan omurgasını umursamamaya çalışarak odaklanmaya çabalıyordu. Hatırlaması gereken şeyi hatırlayamayarak, kafasından sayısız hesap yapıyor ve Pandemonium'un ona ne demiş olabileceği konusunda ipucu verecek ya da alternatif bir çıkış sağlayacak bir şeyler bulmaya çabalıyordu. Acınası bir hali vardı; dik durduğunu zanneden adam, omurgasının orta yerinden öne eğilmiş, iki büklüm bir cenin pozisyonu almıştı. Elleri saçlarının arasında ve özellikle şakaklarında geziniyordu; sanki dağılmış düşüncelerini toplamaya çalışırmış gibi sürekli başına dokunmaktaydı. Şakaklarından boşanan terler yüzündeki kıllara karışıyor, boşluğa dikilmiş gözleri arada bir, panikle, sağa sola oynuyordu.

İblis, dinlenmediğinin farkına varmış olacak ki, başka bir yol izlemeye koyuldu. Gözlerini kapadı ve ellerinin ayalarını yavaşça birbirlerine kenetledi. Ağzından anlaşılmayan bir sözcük dökülmesiyle beraber, karanlık yok olarak, yerini devasa bir ayın bulunduğu gökyüzüne bıraktı. Eiros, içine düştüğü girdaptan çıkarak, gözlerini bu muazzam nesneye çevirdi. Sararmış ve devleşmiş uydu, bütün parlaklığıyla gözlerinin içine ışınlar saçıyordu. Kenarında gezinen gri bulutlar, onu daha da ön plana çıkararak güzelliğine katkıda bulunuyorlardı. Gecenin karanlığı çok daha az, hava siyahtan çok lacivertti.

Etrafına baktığında çimlik bir yaylada bulunduğunu gördü. Uzaktaki ormanı gördü ve nerede bulunduğunu anımsadı. İblis'le sohbet ettiği diyardı burası. Omurgasındaki ve vücudunun geri kalanındaki acının gitmiş olduğunu fark ederek, dizlerinin üstünde oturduğu saydam çimenlerde ayağa kalktı. Cama benzer bu otlar, ayın ışığıyla hafif sararmıştı.

Önceki seferin aksine, rüzgarsız olan ve yanık kokusunun bulunmadığı gece-boyutun içinde, bağdaş kurmuş olan İblis'in önüne doğru ilerlerdi. Ondan bir düşmanlık sezmiyordu artık.

"Seni anlamıyorum, Ugi," dedi, korkusu geçmiş olan genç adam "Beni önce öldürmeye çalışıyor, ardından böyle bir yere getiriyorsun ve intikam hakkında bir şeyler geveliyorsun. Amacın ne?"

"Otur," dedi, gözleri kapalı olan İblis.

Sözlerinde bariz bir otorite, hatta sertlik olsa da, tehdit yoktu. Bu yüzden, içinden karşı çıkma isteği gelse de denilene uydu, Eiros. Neus, öfke patlamaları hakkında, böyle davranmasının yararlı olacağını söylemişti; karşıdaki otorite sahibi kişi mantıklı bir şey söylerse, içinden isyan etmek gelse bile ona uyması daha sağlıklıydı. Düşününce, böyle davranmanın mantıklı olduğunda karar kılmıştı o da zaten. Sonuçta, sebep yokken, birisine sırf güç sahibi diye karşı çıkmak, insanın kendi içindeki bir zayıflığı telafi etmeye çalışmasının göstergesiydi. Bu davranışı ve düşünceyi sürdürürse de, bu döngüyü sadece daha da güçlendirmiş olurdu.

"Seni bulduğum zamanki aynayı hatırlıyor musun?" diye sordu.

Bunu demesiyle beraber, bahsi geçen ayna yanlarında peydahlandı ve Eiros, irkilerek geriye sıçrayacak gibi olsa da, yansımasının değiştiğini görerek duruldu. Eskisi kadar iğrenç görünmüyordu. Hayır, gözlerinde, küçük de olsa, bir kararlılık vardı bu sefer. Daha dik duruyordu. O an tanımlayamadığı başka değişimler de mevcuttu.

"Bu... ne demek..." diyordu ki, duraksadı.

Zihninde çarkların döndüğünü, iki kavram arasında nedensellik bağlarının oluştuğunu hissederek hazla doldu. Bir bağ, diğerini tetikliyor ve örümcek gibi dizilerek genişliyorlardı. Tabii ya! Bunu daha önce nasıl fark edememişti? Gerçi, edemezdi zaten. Aynayı sadece ikinci kez görüyordu ve bu değişimi anca öğrenmişti.

"Ayna ruhumu göstermiyordu. Benim kendimi nasıl algıladığımı gösteriyordu," dedi, sesinde bir şeyleri keşfetmenin verdiği mutlulukla "Daha doğrusu, hem bilinç hem de bilinçaltımla kendimi nasıl algıladığımı."

"Doğru," diyen Ugi, onu onayladı ve ayna kayboldu.

Zümrüdi gözlerini açan İblis, onları Eiros'a doğrulttu. İçin için yanan yeşil alevlerin ruhunun derinliklerine baktığı hissini üstünden atamıyordu adam.

"Senin ilerleme gördüğün yerde, ben bir gerileme görüyorum, Eiros," dedi, karanlık Ugi "Aynada bunu görmüş olmalısın; kendini çok daha fazla kandırıyorsun."

"Benim kötülüğümü mü istiyorsun?" diye sordu, Eiros, ikinci yorumu göz ardı etmeye çalışarak.

"Hayır ama iyiliğini de istemiyorum. Senden istediğim tek bir şey var ve onun ne olduğunu biliyorsun..."

"... intikam," diye, onun cümlesini tamamladı, genç "Ben, bunu isteyip istemediğimden artık emin değilim. İnsanlara zarar vermek istemiyorum artık."

"İşte bir yalan ve kandırma daha, Eiros. Bu göreve neden çıktın zannediyorsun? Neden silah kullanmayı öğrendin? Yanında kılıç ve bir tabanca taşıyorsun. Bunları, insanlara ve diğer varlıklara sizin sevgi dediğiniz şeyi öğretmek için mi aldın? Hayır, Eiros, kendini kandırma. Sen, şiddet için bu yola çıktın."

"Ama artık bir amacım var! Aynı, Katil Şef'i durdurduğum zamandaki gibi. Devlet ve Ugiler arasındaki bağlantıyı araştırmak için buradayım. Bu ülkede bir şeyler dönüyor... bir şeyler yanlış. Bunu ruhumun derinliklerine kadar hissediyorum ve nihayet, bu konuda bir şeyler yapabilecek gücüm var. Senin de istediğin bu değil miydi, İblis?"

"İnsanlar ve binbir şekle bürünen amaçları..." diyen Ugi, bütün ciddiyetine rağmen güldü "Beni bu yüzden eğlendiriyorsunuz. Bana şunu açıkla o zaman; şiddet madem belli sınırlar içinde kabul edilebilir, o zaman bu sınırları kim belirliyor? Sen mi? Ailen mi, arkadaşların mı, yoksa senin gibi düşünenler mi?"

"Senin, şiddetin kötü bir şey olduğunu savunacağını hiç düşünmemiştim, İblis," diye, şaşkınlığını belirtti, adam.

"Bunu savunduğumu nereden çıkardın? Hayır, benim bahsettiğim şiddetin kullanımının haklı olup olmadığını kimin belirlediği. Sizin yöneticileriniz bunu belirliyor. Başınıza gelen bu insanlar, şiddetin kontrolünü ellerine alıyor ve hangi amaçlarla kullanılırsa, doğru olacağını belirliyorlar. Aşırı gelişmiş çeteler tarafından yönetiliyor ve yönlendiriliyorsunuz, Eiros. Senin ağzından çıkan bu laflar da, kendi lafların değil, onlarınkiler. Bu yalandan uyanman gerekiyor."

"Ama onları biz seçiyoruz. Böylece halk belirliyor," diye karşı çıktı.

"Gerçekten mi? Peki, bu insanların ne gibi kişiler olduğunu bana açıklar mısın, Eiros? Bu dünyada çok ama çok uzun süredir yaşıyorum... sizin değişiminizi ve evriminizi bizzat kendi gözlerimle izledim. Yönetim biçimlerinizin değişimini, şu pek övdüğünüz demokrasi denilen şeye geçişinizi gördüm. Yine de değişmeyen tek bir şey oldu. Güç, yönetme gücü, her zaman küçük bir kitlenin elinde oldu. Kimi ülkede bu zengin, kimi ülkede statü sahibi, kimisinde ikisinin de sahibi kişiler oldu. Hiç bir zaman, kendinizi yönetmediniz. Şu anda da, siz insanlar, önünüze sunulan bir avuç kişi arasından seçim yapmıyor musunuz? Hepiniz, bu kişilerin hepsinin birbirine benzediğinden şikayet etmiyor musunuz? O zaman, söyle bana, genç adam, kendinizi gerçekten siz mi yönetiyorsunuz?"

"Ben..." diyen genç, duraksamak zorunda kaldı. Kendisinin de zamanında pek çok kez düşünmüş olduğu ve bulduğu cevapların onu tatmin etmediği sorulardı bunlar. Hem zaten, devletin -zorunlu da olsa- bir kötü olduğunu düşünmüş olan kendisi değil miydi?

"Cevap veremiyorsun çünkü vereceğin cevabın yanlış olduğunu biliyorsun. Senin bu yanına saygı duyuyorum, Eiros. Dürüstsün. Yanlış olduğunu bildiğin bir şeyi savunmaya devam etmiyorsun. Şimdi, şiddetin nasıl kullanıldığını anladın mı?" diye, bir soru daha yöneltti.

"Dediklerini düşünmediğimden değil, İblis, ancak yine de... diyelim ki, dediklerin doğru. Diyelim ki, şiddetin tekelleştirilmesini bu güç sahibi kişiler yapıyor. Ancak, onların yerine, kimin ölüp, kimin ölmeyeceğini ben mi belirleyeceğim?" diye sordu, Eiros.

"Neden olmasın? Şiddet kullanmanı istemeyenler onlar değil mi, Eiros? Aynı zamanda kendileri şiddet kullananlar da onlar değil mi? Ülkene bak, genç adam! Polis şiddetinden yakınan sen değil miydin? Kaç kere senin ülken bombalanmadı mı? Bu durum çıkarlarına uyduğu için yöneticileriniz bu şiddet eylemlerine göz yummadı mı? Hatta, kendileri yapmış olamazlar mı? Şaşırmadığını görüyorum, genç adam. Sonuçta, senin aklından geçenleri söylüyorum. Yapılan açıklamalardaki tutarsızlıkları kendin gördün. Tarihte bu çok sık gerçekleşmiştir. En çok da, seninki gibi ülkelerde olmuştur," dedi ve devam etti "Şiddeti kontrol edenlerin, insanlarına yaptığı muameleyi pekala biliyorsun ve bununla savaşmak istiyorsun. Bu kişiler sizi öldürüyor, size işkence ediyor, sizi süründürüyor ve bütün özgürlüklerinizi ellerinizden alıyorlar. Bu muameleye katlanmayı sürdürecek misin? Uysal uysal, onların yatıştırıcı fikirlerine boyun mu eğeceksin? Bu kişiler dedi diye mi, şiddete başvurmayacaksın?"

"Hayır, İblis," diyen Eiros, yeni bir keskinliğe kavuşmuş gözlerini yukarı doğrulttuktan sonra ona çevirdi "Haklısın. Benim hakkımda da haklıydın. Gözlerimi açtığın için sana teşekkür ederim."

Ağzından bu kelimelerin dökülmesiyle beraber, kudretli ay kızarmaya başladı. Huzur veren sarımtırak rengi, kendisini kızıla bırakmaktaydı. Ondan gelen ışınlar, aşağıdaki camsı çimenlerde tekrar hayat buluyor ve yeri kana buluyorlardı. Gökyüzünde asılı bu devasa kan damlası haricinde, gökyüzü karardı ve bulutlar, uzayın en karanlık köşelerinden bulunup çıkarılmışçasına bir hal aldılar.

"Ancak!" diye devam etti "Diyeceklerim daha bitmedi."

Etrafındaki havanın elektriklendiğini ve çıtırdadığını duyumsadı, Eiros.

"Açıkla kendini," diyen İblis, doğruldu ve gözlerini ona dikti.

Sözleri gergin havada yankılanmış ve havada titreşen bariz bir tehdit bırakmıştı.

"Sırf onlar istemiyor diye, şiddete başvuracak da değilim. Daha yeni yeni anlayabiliyorum... daha doğrusu mantık olarak biliyordum fakat ancak içselleştirebiliyorum. Şiddet, ne amaçla kullanılırsa kullanılsın, iğrenç bir şeydir. Haklı olsan bile, şiddete başvurmak kötüdür. Zaten bu şekilde kandırılıp durmadı mı insanlık? Bize haklı olduğumuz söylenerek, ülkemiz ya da benzer bir şey adına birbirimizi öldürüp durduk. Benim savaşım da farklı değil. Daha çok öldürdükçe, daha çok iğrençleşecek ve kötüleşeceğim. Bunu devam ettiremem. Kabileci ve ilkel bir anlayışla hareket edemem fakat bu adaletsizliğe karşı sessiz de kalamam. Ne olduğunu henüz bilmiyorum, İblis, fakat farklı bir yol bulacağım. Savaşmak için farklı bir yol bulacağım."

Lafını bitirir bitirmez, üstüne yemyeşil bir yıldırım indi. Yer yarılmış ve camsı çimenler patlayarak dört bir yana saçılmıştı. Bunu, yeri görü inleten bir gökgürültüsü izledi.

"Bana o aynayı göstermemeliydin!" diye, dağılmakta olan dumanın içinden, çizik bile almamış Yıldırım'ın bağırışı duyuldu "Burasının hep senin düzlemin olduğunu zannetmiştim ama yanılmışım. Aynadaki bir şey, bunu fark etmemi sağladı. Kendi ruhumu algılayışımdaki değişimle beraber, bu çevrede gerçekleşmiş küçük değişimler sağladı daha doğrusu. Burası benim diyarım! Bundan sonra, benim kurallarım geçerli olacak ve burada, bana zarar veremezsin."

"O zaman, dışarıda veririm," diye yanıtladı, İblis.

Bunun üstüne, Eiros güldü.

"Neye gülüyorsun?" diye sordu, kara Ugi.

"Benim ülkemde bir laf vardır, İblis; göte giren şemsiye açılmaz. Seninkinde daha demin bir tanesi açıldı. Dur, izin vereyim de şu olan biteni gör," diye lafını yarıda kesti, Yıldırım.

Gökyüzü değişerek, içlerinde bulundukları mağarayı gösterdi. Kueti ve Engar gelmiş, Eiros'un bilinçsiz bedenini gölcüğün içinden çekip çıkarmışlardı. Aynı zamanda, gölcüğün içindeki sıvıyı alıp ona içiriyorlardı. Zira, Eiros'un kolunda, dumanlar saçan siyah harflerle yazılmış bir talimat, onlara bunu salık veriyordu.

"Sadece o garip sıvının içinde maddeleşebildiğini çoktan anlamıştım. Öbür türlü, bana saldırmak için bu kadar beklemezdin, değil mi? Bir anomali cebinde bulunsak da, yaptığımız anlaşmanın doğası gereği benim bedenimin dışında -istisnalar harici -bulunamıyorsun. Gölcükten çıktığıma göre de, artık dışarıda maddeleşemezsin," dedi.

Ugi, ona doğru atılmaya çalıştığında, bu sefer kapkara bir yıldırım, onun üstüne inerek Ugi'yi engelledi. Hasar görmemiş olsa da, durmak zorunda kalmıştı. Bununla beraber, Ugi'nin bedenini çevreleyen kara dumanlar, emiliyormuşçasına Eiros'un bedenine doğru hareketlenmiş ve genci sarıp sarmalamaya başlamıştı. Ancak, zarar vermiyorlardı. Hayır, sahibinin emirlerini izleyen uysal hayvanları andırmaktaydılar. Onları, Eiros çağırmaktaydı.

"Bu karanlığın senin Ugisel gücünden kaynaklandığını zannederdim fakat şimdi anlıyorum..." dedi, dumanla kaplanmakta olan kollarına odaklanmış gözlerini, şimdi koyu yeşil alevlerden oluşan bedeni açığa çıkmış olan İblis'e doğrultan adam "Senin ruhun zümrüt rengi. Kara kısım benimkiymiş."

Planları, bu insan tarafından suya düşürülmüş olan İblis, bütün bu gelişmeler karşısında afallamış görünüyordu. Capcanlı ve hareketli alevlerden oluşan bedeni, Eiros'un ruhunun parçalarından koparılarak gözler önüne serilmişti. Hızla oynaşan alevler, yerçekiminin tersi yönde yükseliyordu yükselmesine fakat insan formu hala korunuyordu. Bütün vücudunda, farklı olan sadece iki kısım vardı; göğsünün ortası ve gözleri, yeşilin farklı tonlarına sahiplerdi.

"Bu sefer, ben sana iki seçenek sunuyorum, İblis," diye, kendinden emin fakat küçümsemez bir tonla konuştu, Yıldırım "Ya anlaşmamızı yenileyelim ve benimle kal, sana neler yapabileceğini göstereyim; ya da bir yıl sona erdiğinde bedenimi terk et ve yeni birisini bul. Ne diyorsun?"

Ugi, bir süreliğine ona bakmakla yetindi. Aklından neler geçtiğini anlayamıyordu ve her an, gelecek yeni bir saldırı karşısında, kendisini yıldırımlarla savunmaya hazırdı. Gergindi çünkü kendi ruhunun diyarında bulunsa da, burada çok fazla tecrübesi yoktu. Belli kısımları manipüle edebiliyordu fakat bu diyarın hakimi olmaktan çok uzaktı.

"Kabul," dedi İblis ve işaret etti "Yaklaş ki ritüeli yapayım, Eiros."

Tedirgin olsa da, tereddüt etmenin bir işe yaramayacağını bilen Yıldırım, yürüyerek aradaki mesafeyi kapadı ve Ugi'nin önünde durdu. İblis, alevlerden oluşan elini ona doğru uzattı. İlk seferki anlaşmalarının aksine, göğsüne değil, yüzüne dokunmuştu.

"Son bir şey var, Eiros. Eğer bu ritüeli yaparsak, sadece bir yıllığına değil, sen ölene kadar yollarımız ayrılmayacak," diye, bilgilendirdi, zümrüdi Ugi.

"Pekala," dedi, her şeye kendisini hazırlamış olan adam "Yap şu işi."

İki varlık, İnsan ve İblis oldukları yerde dikilirken, etraflarındaki diğer her şeyin hareketi durdu. Işık onları terk ederek bilinmez yerlere kaçtı ve karanlık, evrenin başlangıcından ve hatta öncesinden beri var olan karanlık, onları sarmaladı. Tek bir atomun titreşiminin bile sesi duyulmuyordu. Engin, kızıl gök, yanında kara bulutları götürerek yok olmuştu. Çimenler yerlerini hiçliğe bırakmış, yayla ve orman, uzay-zamanın dışına atılmıştı. Hiçliğin içinde, sadece iki varlık bulunuyordu. Ardından, İblis'in sesi duyuldu. Atomsuz ve molekülsüz bu ortamda, sesin iletilebileceği hiç bir tanecik olmamasına rağmen, hatta uzay-zamanın kendi varlığı bile şüpheliyken, sesi yine de dalgalar halinde yayılıyordu. Medeniyetten eski, Yerküre'den farklı bir diyardan gelen bir sesti. İblisi kalınlığa hala sahipti sahip olmasına, her yeri güç kokuyordu kokmasına fakat aynı zamanda çok daha fazla bir şeyler de içeriyordu. İçinde gurur barındırıyordu. Saygı. Evrenlere bir bildiride bulunuyordu.

"Fortis est veritas,
Veritas est fortis.
Vacata et scire,
Veritas omnia vincit."

İnsan Yıldırım, bir sıcaklık dalgasının yüzünden başlayarak bütün ruhuna yayıldığını hissetti. Aynı zamanda, kendi ruhunda bir şeyler hareketlenerek, İblis'e akmaya başlamıştı fakat ne olduğunu anlayamadı. İki varlığın tözleri karışarak, yeni, yepyeni bir varlığa hayat verdi... ve Yıldırım bu boyuttan ayrılarak, mağaranın içine geri döndü fakat İblis devam etti.

"Ab aeterno,
Aut ex nihilo nihil fit?
Quid est veritas?
Vi veri universum vivus vici!"

... ve bir patlama hiçliğin içine yayılarak genişledi. Sıcaklık ve basınç ile onları taşıyacak dokuyu içeriyordu bu patlama. Öncelikle aşırı sıcak ve yoğundu ama saniyenin milyar kere milyarından bile çok daha kısa süre bir süre içinde soğumaya yüz tutmuştu. İblis'in, alevlerden oluşan bedeni insan formunu yitirmiş ve patlamayla beraber, bu yeni düzlemde genişlemeye başlamıştı. Belki de patlamanın bizzat kendisini oluşturan oydu, belki de sadece bir parçasıydı. Kim bilebilirdi ki, daha önceki seferlerde de bu ayrımı yapamamıştı. Sonuçta, yeni bir evren doğmuştu.

"Aptal, ne gibi güçlerle oynadığının hiç farkında değil," diye düşündü, kozmik varlık "Üstelik onu gerçek formum konusunda uyardığım halde. Neyse ki insansı formumu bir süre daha koruyabildim. Yoksa Eiros'un ruhu çoktan kül olmuştu... onunla beraber ben de."

Çevrimdışı Celebhol

  • **
  • 215
  • Rom: 8
    • Profili Görüntüle
Ynt: İnsan ve İblis
« Yanıtla #38 : 13 Şubat 2017, 14:20:11 »
Bölüm 40 - Akıbet ve Devam

Engar ve Kueti'nin geldiği yolu kullanarak mağaralardan çıkan üçlü, tekrar koridorlarda gezinmeye başlamışlardı. Yaralı Eiros'un birer omzuna girmiş olan Engar ve Kueti, bir yandan onun anlattıklarını dinliyorlardı. İblis'le olan savaşını, Pandemonium'un ona dediğini hatırlayamayarak, kendi kendine bir plan uydurmak zorunda kalmasını...

"Etkileyici," diye onu övmüştü, Engar "Senden böyle bir şey beklemezdim, Eiros."

İstemeden de olsa, adamın bu laflarına sevinmişti Eiros. Bir yandan, kendisine kötü davranmış olduğu için bu adamın diyeceği hiç bir şeyle alakası olsun istemiyordu. Hatta ondan mümkün olduğunca uzak durmaya çalışabilirdi bile ama bu övgüyü almak, onu mutlu etmişti. Başka insanlara bağımlılığı için kendisine kızdı ama yapabileceği bir şey yoktu. En azından şimdilik, övgüyü kabul etmeye karar verdi.

"İyi düşünmüşsün, Eiros," diye, Kueti de ekledi.

"Siz ne yaptınız?" diye konuyu değiştirdi, kızaran adam.

Özellikle, Kueti'nin ona ilgi göstermesi, küçük bir çocuk gibi onu utandırmıştı.

Dediklerine göre, onu bulmaları biraz sürmüştü çünkü başka yaratıklara daha rastlamışlardı. Hastalıklı danalar, koridorların her yerinde geziniyorlardı. Çatışmaya girip, bu hallerinde daha fazla ilgi çekme riskine bulaşamayacakları için, gizlenerek ilerlemişlerdi. Ne de olsa, bir üyeleri eksikti ve Kueti'nin ana silahı artık işlemez hale gelmişti.

"Danalarla ilgili bir şey söylüyordunuz, bütün bunlar gerçekleşmeden önce?" diye bir soru yöneltti, Eiros.

"Evet, onların ne olduğu hakkında bir tahminimiz var," diye onayladı Engar "Bizim diyarımızdaki bir hastalığı kapmışa benziyorlar. Adı Rengan hastalığı ve normalde, Ugilerin akrabası olan kentelerde görülüyor."

"Kenteler mi?" diye sordu, Eiros.

"Bu diyardaki hayvanlara benzer gibi düşün fakat Ugi diyarından yaratıklar. Aynı zamanda, kimi kente türlerinin etini yiyen Ugilere bulaştığı da görülmüş. Görülmemiş olan ise, hayvanlara yani sizin diyarınızdan canlılara bulaşmaları. Bu yüzden, aşırı derecede sıradışı bir durum. Doğal olarak gerçekleşmiş olamaz," diye açıkladı, Engar.

"Sizin devletinizin yaptığı deneyin bu olduğunu düşünüyoruz," diye ekledi, Kueti "Neus'un bizi buraya araştırmamız için yolladığı şey."

"İyi de, bundan getirileri ne? Bir tür biyolojik silah olarak mı, bu Rengan denen şeyi kullanmayı planlıyorlar?" diye sordu Eiros ve sesli şekilde akıl yürüttü "Ama bu mantıksız değil mi? Biyolojik silah kullanacak olsalar, bizim dünyamızda da epey bol aday var. Hem neden böyle bir şey istesinler ki, böyle bir devirde? Zaten bu ülke bir süpergüç de değil."

"Altında bundan daha derin bir şeyin yattığını düşünüyoruz. Bu yüzden, bu olayın daha derinlerine inmeliyiz. Durumun kötü fakat seni tekrar yüzeye çıkarıp, buraya dönecek vaktimiz yok," diye vardıkları kararı bildirdi Engar "Yapabileceğimiz en iyi şey, seni geçici olarak buralarda bir yere saklamak ve araştırmaya devam etmek. Eğer burayı şimdi terk edersek, bir daha geri dönme şansımız olmayabilir."

"Anladım, peki mağarada kalmam daha mantıklı olmaz mıydı? O hayvanlara karşı, bu halimde bir şey yapabileceğimi zannetmiyorum. Omurgam feci derecede incindi ve gördüğünüz üzere, daha sizin desteğiniz olmadan yürüyemiyorum bile. Ancak köstek olurum," dedi, Eiros.

"Hayır," dedi, Kueti "O mağaralarda farklı bir şey var. Bir anomali için bile garipler. Sana orada ne olacağını bilemeyiz."

"Tamam," dedi, başka seçeneği kalmayan Eiros.

Onlar yürüyedursun, İblis'le olan konuşmasına gitti aklı. Ne düşünüyordu ki? Ona bütün şiddetin iğrenç olduğunu söylemişti, ki hala böyle düşünüyordu, ancak şiddetten bütün bütün vazgeçmeyi düşünmüştü o an. İçindeki bu aptal, gereksiz derecede idealist tarafın açığa çıkmasına izin vermişti. Şu anki koşullarda şiddeti asla tamamen terk edemeyeceğinin bilincindeydi, İblis de bunun hayli hayli farkında olmalıydı, yine de... elinden gelse, bir daha asla buna başvurmak istemezdi. Bu son bir yıldan öncesinde de, hayatında yeterince şiddet olmuştu. Sonuç ne olursa olsun, asla iyi bir yere varmıyordu. Bütün bunlara ek olarak, devletler ve politika işin içine girdi mi, her şey daha da karışıyordu. İblis'e dediklerine inanıyordu; insanların, devletler tarafından şiddete itildiği gerçeğine. Doğru, devletler şiddeti tekelleştirmişti fakat kendi vatandaşlarını, devletin başındakiler, başka ülkelerin vatandaşlarına şiddet uygulamaya yöneltmede hiç bir sakınca duymuyordu. Hatta, gayet iyi bildiği gibi, yeri geldiğinde kendi vatandaşlarına karşı bile.

"Düşüncelisin," diye bir gözlemde bulundu, yüzünde hala maskesi olan Kueti.

"Evet, İblis'le konuştuklarımı düşünüyorum. Şiddet kullanımı hakkında olanlar, biraz bahsetmiştim hani," diye yanıtladı. Aklına ona danışmak gelerek ekledi "Sen ne düşünüyorsun?"

"Ben..." diyordu ki Kueti, hedefledikleri noktaya vardılar.

İki omzuna girdikleri Eiros'u, küçük odanın içinde, dikkatlice, yere bıraktılar. Bir şey demeden çıkan Engar, ikiliyi konuşması için bıraktı. Sadece, Kueti'nin omzuna elini koyarak, hızlı olmasını şöyle bir hatırlatmakla yetinmişti.

"Cevabımı duymak istemezsin," dedi Kueti.

"Hayır, gerçekten merak ediyorum," dedi, Eiros.

"Eiros..."

Kızın sesinde, bariz bir çekince vardı. Adam, neye dokunmuştu acaba?

"Sadece bir soru Kueti," diye ısrar etti.

"Peki öyleyse," diyen kız, maskenin arkasından bakışlarını ona kilitledi ve derin bir nefes aldı "Bence korkaklık ediyorsun. Bir pasifist gibi düşünüyorsun fakat pasifistler, sadece, kirli işlerini başkalarına yaptıran korkaklardır. Eğer bu lüksü karşılayabiliyorsan, benim gibi insanların her zaman pis işleri yapacak olmasındandır."

Kısa ve keskin buz sarkıtlarından oluşan cümleleri, Eiros'a saplanmıştı.

"Görüşürüz," diyen kız, kapıyı çekmeyi unutmayarak odadan çıkıp gitti ve Eiros'u, kendisiyle baş başa bıraktı.

Düşüncelere daldı, yerde uzanan adam. Kızın sesinde ne öfke ne de nefret mevcuttu. Duygulardan tamamen arınmıştı, belki, Eiros'un yersiz sorularıyla oluşmuş küçük bir can sıkıntısı haricinde. Anlayamıyordu onu, nasıl olur da böyle bir şey diyebilirdi? Bütün bu şiddetin, dünyayı daha kötü bir yere dönüştürdüğünü göremiyor muydu? Öte yandan, kendisi neden bunu bu kadar umursuyordu? Başkalarını aşırı umursadığından ya da bir aziz olduğundan falan mı? Hayır, çocukluğu haricinde, hayatında bir kere bile sadaka vermemişti mesela. Dilencileri hep fırsatçı küçük piçler olarak görmüştü. Bu vicdan sömürüsünü reddediyordu. İnsanların sadece vicdan mastürbasyonu yapmak için yardım ettikleri akbabalardı onlar. Bunda bir sorun yoktu belki de ama hiç hayır işi ya da benzeri bir oluşuma da katılmamıştı. Siyasi olaylara ilgisiz değildi, tam tersine pek çok kişiden daha fazla ilgi göstermişti ama içinden bir his, insanları önemsemekten öte, bunu bencil sebeplerle yaptığını söylüyordu. Öte yandan, bütün o "hayırseverler" de içlerinde bir tatmin hissetmek için bunları yapmak istemiyor muydu? Belki de herkes bencildi fakat sadece, bencilliklerinin sonuçları açısından farklılaşıyorlardı. Kimisi birilerinin karnını doyurarak mutlu oluyordu, kimisi siyasi adaletsizliğe karşı çıkarak, kimisi de evde oturup keyif çatarak. Amaçları hep aynı değil miydi? O doluluk hissine ulaşmak. Gerçekten, saf bir bensizlikten söz etmek mümkün müydü?

Neden, diye aklından geçirdi, bütün bunları şimdi düşünüyorum? Hayatta kalmaya odaklansam daha iyi olmaz mı? Evet, öyle yapacağım. Şu halime bak, kırılıp atılmış bir çubuk gibiyim. Amına koyayım senin İblis, bu bedene gelen hasar seni de etkilemiyor mu? Tüccar mantığıyla hareket ettiğini söylemiştin ama yalancının tekisin.

Bununla beraber, içindeki o garip his hala gitmemişti; bu anomaliyi ve hele o gölcüğü gördüğünden beri içinde olan his. Sanki bedeni ve ruhu kimyasal bir tepkimeden geçiyor ve yeni bir maddeye dönüşüyordu. Midesi bulandı, bir an sonra ise kusmak için öğürdü fakat hiç bir şey çıkmadı. Vücudunun gerilmesiyle, incinmiş beli bir acı dalgası yolladı. Bu seferki yarası gerçekten çok kötüydü. Tek umudu, kalıcı bir hasar bırakmamış olmasıydı.

Nefes vererek tekrar sırt üstü uzanır pozisyona geçti ama içindeki his giderek artmaya devam etti. Midesi bulanıyor ama kusamıyor, kalbi düzensizce çarpıyordu. Damarlarında dolaşan kanı boynunda hissetti ve bütün vücuduna bir sıcak bastı. Başı dönüyordu.

"Ne oluyor la..." diyordu ki, etrafındaki manzara değişti.

Parlak gaz kitleleriyle dolu, ucu bucağı görünmeyen karanlık bir yerde süzülüyordu. Uzaya benziyordu ve nedense, tanıdık bir hissi vardı.

"Eiros," dedi, karşısında peydahlanan zümrüdi İblis.

"Beni sen mi getirdin buraya?" diye, cevabını bildiği bir soru sordu.

"Anlaşmayı yenilediğimizde, belli koşullar da değişti fakat konu bu değil. Vücudundaki yaraya bir çare göstereceğim sana," dedi, Ugi.

"Çare mi?"

"Kalıcı bir şey değil fakat sana yardımcı olacaktır. Tabii, içerdiği belli riskler de var..."

Çevrimdışı Celebhol

  • **
  • 215
  • Rom: 8
    • Profili Görüntüle
Ynt: İnsan ve İblis
« Yanıtla #39 : 05 Mart 2017, 20:34:46 »
Bölüm 41 - İnsaniyet

"Ben..." dedi, kelimeler boğazına tıkanmış olan adam.

Pandemonium, ona aldırmadan yavaşça ilerledi ve bilgisayarın başına geçti.

"Orospu çocuğu!" diye bir küfür savurdu Yıldırım "Orospu çocuğu!"

"Sessiz ol," dedi, kalın sesli robot "Dikkat çekmek istemezsin."

"Umurumda değil. Bu... bu... yaratıklar! Vahşiler!" diye öfkeyle soludu "Hepsini öldüreceğim."

Bir cevap vermeyen Pandemonium, çalışmaya devam etti. Karanlık ve yer yer onu bozan kızıl ışıkla dolu odanın diğer kısımları onu ilgilendirmiyordu. Korumalı camların arkasında tutulan beşikler ve içindeki bebekler, hiç ilgisini çekmemişti mesela. Danalara benzer şekilde, deforme olmuştu küçük bedenleri. Kimisinin gözleri sağlıksız kan çanaklarına dönüşmüştü. Kimisinin derisinde, her yere yayılmış olan döküntüler mevcuttu. Kanlı pıhtılar, bu döküntüleri kaplamıştı.

Cama yaklaştı, Eiros. Önünde bir cihaz ve camın öteki tarafında, ondan çıkan kabloların kontrol ettiği robotik kollar mevcuttu. İçinden bu camı yıkıp, çocukları kurtarmak geldi fakat öfkesinin altında, nedensel düşünen bir parça hala mevcuttu. Bu tarz şeylerin ne işe yaradığını biliyordu. Bulaşıcı bir hastalık ihtimaline karşı, bu cam bölme yapılmış olmalıydı. Bu da demekti ki, bebeklerin üstünde yaptıkları deney her ne ise, hava yoluyla geçici olabilirdi.

"Hasta orospu çocukları," diye bir daha savurdu.

İyi birisi olmayabilirdi fakat böyle bir şeye kalkışabilmek, bunu düşünebilmek bile, tamamen farklı bir konuydu. İnsanlık dışıydı. Bütün ruhu isyan etti, ancak yapabileceği hiç bir şey yoktu. Bebeklerin bir çoğu zaten ölmüştü. Belki deneylerden, belki de bütün personeli öldürülmüş merkezde onlara bakacak kimse olmamasındandı. Hangisi daha kötü bilemiyordu. Yavaş yavaş öldüren bir hastalık mı, yoksa susuzluk ve açlık mı?

Solunum makinasına bağlı bir kaç tanesini gördü. Cihazlardan bir tanesi hala çalışıyordu, demek ki hala yaşıyor olmalıydı.

"Pandemonium," dedi "Onları kurtarmak için bir şeyler yapmalıyız."

"Görevim bu değil, delikanlı," dedi robot "Zaten onlar için yapabileceğimiz hiç bir şey yok."

"Olmalı!" diye karşı çıktı, Eiros, inanmayı reddederek.

"Hayır, buradaki veri çok net. Rengan hastalığı ile sizin deli dana dediğiniz hastalığı, ortak bir proteinde karıştırmayı başarmışlar. Oradakiler -diye bebekleri işaret etti- bu hastalığı kaptıkları an, ölecekleri belirlenmişti."

"İyi ama neden?" diye sordu, yılgınlıkla adam "Kim neden böyle bir şey yapsın?"

"Burada şifreli bir dosya var," dedi Pandemonium "Diğerlerinden daha iyi bir şekilde korunuyor."

Olanları sindiremeyen Eiros, midesinin bulandığını hissetti. Havada hastalıklı bir boğuculuk vardı. Sadece bedeni değil, ruhu da kirleten bir ağırlık. Bir daha aynı olamayacağını biliyordu. İçinde bir şeyler ölmüştü. Ne kadar da komikti. Şiddetten uzaklaşmaya karar vermişken, şimdi hayatında hiç olmadığı kadar büyük bir öldürme isteğiyle yanıp tutuşuyordu. Bunların sorumlusu olanları bir bulabilse...

"Buldum," diye bir ses duyuldu "Kendin baksan iyi edersin, delikanlı."

Camdan uzaklaşıp, havada süzülen robotun yayına gitti ve okumaya koyuldu.

"Bu..." dedi bir süre sonra ve duraksayarak, kelimelerini değiştirdi çünkü artık olasılıksız diye bir şey yoktu "Şimdi anlaşıldı. Demek bütün hedefleri buymuş."

"Evet, devletinizin başı, kendi kişisel ordusunu oluşturmayı planlıyor," diye doğruladı, Bay Pandemonium.

"Ordu değil, daha çok özel bir tim," diye düzeltti Eiros.

Pandemonium, tek ve büyük gözünü ona doğrulttu, sorarcasına.

"Bir süredir deep web'te dolanan bir iddia vardı. Onun, kendi kişisel amaçları için bir tim kurmayı planladığı ve istediği kişilere suikastlar yaptıracağı, istediğinde bir yerlerde bombalamalar yaptıracağı hakkında. Ülkeyi karıştırmak ve kaos çıkarmak için, özel eğitimli ve beyni yıkanmış birileri işte," diye açıkladı ve daha iyi okumak için ekrana yaklaşarak devam etti "Ancak bu kadarını hiç düşünmemiştim. Genetik mühendislikle süper askerler yaratmaya çalışmak... böyle bir imkan olduğundan bile haberdar değildim. Bizimki gibi geri bir ülke, bu kadar gelişmiş bir teknolojiyi nasıl bulmuş olabilir?"

"Önemli bir soru. Birilerinden almışlar fakat kimlikleri burada geçmiyor. Bu tesiste herhangi bir yerde bulunduğunu zannetmiyorum. Bu amatörce deneyi gerçekleştiren gerzekler açısından akıllıca bir hareket. Yeterince veri topladık bu görev için, geri dönme vakti," diye bildirdi, Pandemonium.

"Tamam," dedi Eiros "Ama gitmeden önce yapmam gereken bir şey var."

Cama doğru döndü ve bu anı hafızasına kazıdı. Bir, iki, üç... tamı tamına otuz sekiz bebek vardı. Bunlardan altı tanesi hala yaşıyordu. Bir tanesi solunum cihazına bağlıydı ve minik göğsünün, zar zor inip kalktığını görebiliyordu. Çok şükür ki, hiç birisi o an bilinçli görünmüyordu. Belki uyuyorlardı, belki de bir ilaç verilmişti. Buna rağmen, bebeklerin bilinçaltı kendisine akıyordu. Kelimelere bile sahip olmayan canlıların saf duyguları; sonu gelmeyen, ta en başından beri var olan acıları; soğuk bir dünyada, kimsesiz bir şekilde kalmış olan bu güçsüzlerin korkuları; çaresizlikleri.

Yapılması gereken belliydi. Silahını kılıfından çıkardı ve ses baskılayıcı aparatı taktı. Geriye çekilerek, camdan uzaklaştı ve bir kolunun yeniyle ağzını kaparken, diğer eliyle silahı doğrultarak nişan aldı.

"Salak!" diye onu durdurmaya yeltendi, Pandemonium "Hastalık kapaca--"

Robot yarı yoldayken, Eiros ateş etti. Gözlerini bir an bile kaçırmadan, yaptığı, yapmak zorunda olduğu işi izledi. Hedefini tutturmuş ve kan, beyaz çarşafı boyamıştı. Ardından, diğerine döndü, ve diğerine, ve diğerine... canları teker teker aldı. Bir an bile titremeyen eli sayesinde, kısa bir sürede, işini tamamlamıştı. Camın ötesinde, artık tek bir canlı bile yoktu. Acı çekmek zorunda kalmayacaklardı.

Pandemonium'un bir şeyler dediğini duydu, belli belirsiz. Ne kadar da uzakta geliyordu o an, ne kadar da anlamsız.

"... ve Engar'ı bulmalıyız. Ugi'nin sana öğrettiği yöntem daha fazla seni ayakta tutmaz."

Duygularından tamamen soyutlanmış olan adam, ona uyarak odadan çıktı.

Çevrimdışı Celebhol

  • **
  • 215
  • Rom: 8
    • Profili Görüntüle
Ynt: İnsan ve İblis
« Yanıtla #40 : 16 Mart 2017, 17:36:28 »
Bölüm 42 - Evrenin Sırrı

Hiç arkadaşlarından nefret ettin mi? Duşta, saatlerce onlardan nefret ettiğini sayıklayıp durdun mu? Hoş bir ılıklığı olan suyun sıcaklığını yavaş yavaş arttırarak, nefes almanın bile zorlaştığı bir uğraş hali alana kadar, onun altında, küvette bir cenin pozisyonu almış insan paçavrası olarak, nefretini kaynar suyun kulaksız ve bilinçsiz varlığına tekrarladın mı?

Peki bunu, arkadaşlarına çok değer veren bir kişi olarak yaptın mı?

Neden yapmadın? Ben neden yaptım?
.
.
.
Küçükken iyi olmayı isterdim. İyi bir insan olarak yaşamımı sürdürecek ve diğerlerine örnek olacaktım. Koşullara rağmen ahlaki standartlarını koruyan, onlardan vazgeçmeyen, yılmaz bir idealist olarak yaşayacaktım. İdealist lafını ne kadar da seviyordum o zamanlar! Birisi bana bu lafı sarf ettiğinde, gep gep geriniyor ve büyük bir iltifat gibi kabul ediyordum. Aşağılama olarak söylemiş olsa da, bunu onun karamsarlığına, bozulmuş başka bir "dünya kurbanı" olmasına bağlıyordum. Hele kader kavramından var ya, o kadar hazzetmiyordum ki, kadercilere hayatta hiç bir şey olamamış ve denemeyi bilmeyen, iradesiz kişiler olarak bakıyordum. Her şeyi biliyordum sonuçta. Bir şeyi başarmanın etkili ve basit bir yolu vardı; başarana kadar denemeyi sürdür.

Bütün o reklamlar ve başarı hikayelerini gururla anlatan ünlüler bunu demiyor muydu?

"Denemeye devam et ve eninde sonunda başarıya ulaşacaksın."

Bu gerizekalıca hayalden kurtulduğuma memnunum. Gerçi, o zamanı hatırlıyorum da, ne kadar öfkeliydim. Kandırılmış birisinin öfkesiyle doluydum. Hiç de bu kadar kolay değildi. Başarısız olman için o kadar çok neden vardı ki...

Konuyu saptırıyorum. Arkadaş diyordum. Bir insan olarak, arkadaş seçme konusunda ben de kendi çapımda belli tecrübeler yaşadım. Her şeyin ortak zevkler olmadığını ya da en güvendiğinin kişinin arkasından bile sinsi bir piç çıkabileceğini öğrendim. Ancak, konum bunlar değil. Günlük hayatta "arkadaşlarımın" yaptığı küçük davranışlar ve diğer arkadaşlarımın onlara verdiği tepkiler. Nefretimin sebebi bunlardır. Küçük detaylara dikkat eden bir kişiyim.

Mesela, insanın içindeki ezme ve domine etme isteğinin ortaya çıktığı o küçük anlar paha biçilemez nefret kaynaklarıdır. Küçük şakalaşmaları ciddiye alacak kadar kafayı sıyırmadım fakat bunları, gerçekten düşmancıllık içeren anlardan ayırabiliyorum.

"Sana konuşurken yüzüme bak lan!"

Bunu sık sık diyen birisi vardı mesela. Dalgın ve sosyallik açısından çok da yetenekli olmayan birisi olarak, konuşurken insanların yüzünden kaçırırdım gözlerimi. Her zaman yapmazdım bunu fakat ortalama bir konuşmada iki-üç kez gerçekleşirdi. Eğer karşımda bu kişi varsa, bana bu lafları sarf ederdi. Neredeyse her seferinde, kelimesi kelimesine aynı olurdu. Korkardım. İtiraf etmek istemezdim fakat karşımdaki bu soğuk ve şiddet vaat eden ifadeden korkardım. Eğer dediklerini yapmazsam, küçük şekillerde cezalandırırdı beni.

Düşünmesi bile şu an içimi nefretle dolduruyor. Midem düğümleniyor.

Bağırırdı ya da laf sokardı. İçeriklerini şu an hatırlamıyorum fakat arada bir fizikselliğe başvurduğunu da hatırlıyorum. O orospu çocuğu, çok kuvvetli ya da canımı acıtacak bir düzeyde olmasa da, tokatlardı. Asıl amacı bu değildi zaten. Aşağılamaktı davranışının amacı. Hele etrafında izleyiciler varsa!

En çok da, o izleyicileri almazdı aklım. Karşı koymaya çabalardım kendi çapımda. Arada bir, sözlü olarak cevap verdiğim olurdu fakat asla onun seviyesine çıkamadım. Yılların verdiği "ezici" tecrübe sayesinde benim savunma girişimlerimi kolaylıkla yıkıp geçerdi. Ama asıl bu konu değil, izleyicilerden bahsetmiştim.

Gülerlerdi. Ben güçlü görünmeye çalışır ve umurumda değilmiş gibi davranırdım fakat bariz bir şekilde, bunun bir numara olduğu her seferinde belli olurdu. Bu yüzden yapardı ya zaten. Onların dediklerine göre "tepkilerim pek bir komikmiş." Bir sineği yakalamış, kanatlarını koparan ve kocaman bir sopayla -acı çekmesini izlemek için- onu dürten sadist çocuklar gibi uğraşırlardı. Çırpınışlarım o sosyallerin çok hoşuna giderdi. Zayıflık komiktir, değil mi? Uyum sağlamaya çalışmak ve insanlarla bağ kurmak için uğraşıp durmak, gülünecek bir çabadır. Bunu yapan kişi, aşağılığın da aşağılığıdır. Ne yaparsan yap müstahaktır! N'asolsa sana karşılık veremeyecektir ve içindeki bütün negatif duyguları onun üstüne boşaltabilirsin. Bir çöptür o. Bir şakadır. Gülünüp geçilecek ve insan bile denmeyecek bir şey.

Şey. Evet. Bir adı hak etmez.

Çoğul eki kullandım çünkü, zaman içinde, izleyiciler de katılmaya başladı bu oyuna. Sayıları gün geçtikçe arttı ve en beta insan bile benimle uğraşır oldu. O zaman, grup hiyerarşisinin en altında yer aldığımı anladım.

Şamar oğlanı.

Duygusuz adam. Uğraşması çok eğlenceli olan.

Yüzünde ifade olmayan Buz Adam.

Canı acısa bile bunu belirtemeyen sosyal özürlü.

Nefretten ölecek gibi olsa bile insanlara ses edemeyen adam.

Bütün bunların hepsi benim...

İşin en kötü yanı da, buna izin vermiş olmamdı. Neden olduğunu bilmiyorum. Onaylanma isteğinden mi, çocukluğumda yaşadığım ve nefret-sevgi ilişkisine kayan bir kişiliğe sahip olmamdan mı, yoksa yalnız kalma korkumdan mı... belki de sadecek korkak olduğum içindir. O insanların yanını hiç bir zaman terk etmedim. Etsem bile geri döndüm. Sadece dakikalık uzaklaşmalardı bunlar. Bana bir çöpmüş gibi davranmalarına izin verdim.

Her gün, gururumun ayaklar altına alınmasına göz yumdum.

Kendimce nedenlerim vardı. Belki bir gün onları da anlatırım fakat hiç bir şeye açıklama olamazlar.

---
Bütün bunları, liseden mezun olduğumun ertesi seneden kalmış bu online günlüğü neden okuyorum şimdi? O insanlar artık yok. O Yıldırım artık yok. Yerinde tamamen başka birisi var. Bir katil, bir cani ve bir canavar. Ne kadar da basitmiş o zamanki sorunlarım. Ne kadar da... komikmiş. Evet, komik. Bütün bunlar bir şaka gibi. O kadar uzakta geliyor ki o an... tetiği çektiğim o an. Tekrar, tekrar, tekrar ve tekrar... bam! Birisi öldü. Bam! Vücuttan sıçrayan kanlar duvarı boyadı. Bam! Ateşlemenin kokusu ciğerlerimi dolduruyor. Neden bu kadar iyi hatırlıyorum, acı ve ekşi, amonyum ve sülfürle dolu, ağzımda metalik bir tat bırakan o kokuyu? Sanki hala burnumda. Bam! Cam ne kadar da ilginç şekilde sarsılıyor öyle. Dalgalanan bir vatoz gibi. Neredeyse büyüleyici. Sanırım bu sonuncu, değil mi! Bam! Ah, ıskaladım. Bacağına mı geldi? Evet, oraya geldi. Baksana, kopmuş ve kemiği ile atardamarı görünüyor. Belki de toplar damar? Bam! Hah, bu sefer tutturdum. Tam alnının ortasından. Oldu bitti. Bu kadar basitmiş.

Birisi kolumdan çekiştiriyor. Kim bu teneke? Hah, Pandemonium'muş. Ne kadar garip bir ad bu Pandemonium. Pandora'nın kutusunu çağrıştırıyor insana.

Ağlamak istiyorum.

Odadan çıktık ama nereye gidiyoruz? Neyse, pek de önemi yok zaten.

Ağlamak istiyorum.

Savsak mı yürüyorum? Evet, sanırım. Ne önemi var ki?

Ağlayamıyorum.

Kueti'yle diğer eleman mı o... adı neydi? Neyse, önemi yok. Hiç bir şeyin önemi yok.

Hissedemiyorum.

Düşünemiyorum.

---
Fark şu ki, artık düşünebiliyorum. Yapmam gerekeni yaptım, bunun farkındayım. Hiç bir umut yoktu onlar için. Daha fazla acı çekmelerini engelledim, tabii bacağını kopardığım hariç. Onun canı bir anlığına daha fazla yandı. Sanırım ağlamaklı bağırmıştı. Yoksa şoka mı girmişti? Hatırlayamıyorum. O kadar az anı fakat o kadar çok saçma detay ve düşünce var ki o andan, bir yerlere yazsam, azıcık bir şey çıkardı herhalde.

Şöyle ilginç bir etkisi oldu bunun. Nasıl yumuşak bir şekilde ifade edebileceğimi bilmiyorum, sevgili günlük, ancak kendime ulaşamıyorum sanırım artık. Bir şey hissedemiyorum. Hayatımı, yaptıklarımı ve Yıldırım diye birisinin anılarını hatırlıyorum ama o kadar uzaklar ki... neredeyse rahatlatıcı. Birisi, benimle o kişi arasına büyük bir duvar çekmiş gibi ve duvarın öteki tarafında kötü bir şeyler var. Ne olduğunu tam bilmiyorum ama hoş olmasa gerek. Hayır hayır, o kadar da kötü değil böyle olmak. Eskisi gibi çekinmeler ve acılar yok, duygusal ikilemler yok. İtiraf etmem gerekirse biraz boş, uykulu bir şekilde saatlerce olduğum yerde durduğum oluyor. Hiç bir şey yapmıyorum ve internette geziniyorum. Sanırım, sadece uyumak istiyorum. Sonsuza dek böyle kalmak, dünyadan ve her şeyden uzakta, hissiz bir şekilde, ama böyle olmayacak. Eninde sonunda tekrar bu odadan çıkmak zorunda kalacağım. Eninde sonunda o hisler gelecek fakat şu anlık, bunun keyfini çıkarmamda bir sakınca yok, değil mi? Sonuçta, altı bebek öldürdüm.

Önündeki bilgisayarın yanına koymuş olduğu günlüğün başından doğrulan adam, kendi kendine hafifçe güldü.

 "Kulağa ne kadar da komik geliyor."

Gerçekten, eğlenmişti. Belki de evrenin sırrı buydu? Her şeyin bir şaka olması.

Çevrimdışı Celebhol

  • **
  • 215
  • Rom: 8
    • Profili Görüntüle
Ynt: İnsan ve İblis
« Yanıtla #41 : 04 Nisan 2017, 20:18:42 »
Bölüm 43 - Seirates

Geniş toplantı odasına safir rengi tene sahip bir adam girdi. Uzun sarı saçlara sahip adamın sırtından dökülen mor pelerini, cereyandan dolayı dalgalanmıştı. Çelik mavisi zırhı bütün vücudunu saran gardiyanlardan birisi bunu fark etmiş olacak ki, demir çerçeveli pencereyi kapatmaya yönelir gibi oldu fakat gelenin kim olduğunu görünce durdu ve hazırola geçti. Geniş, çember odada bulunan bütün gardiyanlar aynısını yapmıştı. Berrak gökten gelen mavi güneşin ışığı, odanın içini dolduruyor ve hepsi -değişen tonlara sahip olmakla beraber- safir rengi tene sahip insanları aydınlatıyordu. Bir esintiyle beraber, pencerelerin arasındaki duvarlara asılmış lacivert flamalar kıpırdadı. Gri kayalardan elde edilmiş tuğlalardan oluşan duvarlar, zamana meydan okuyan sağlamlıktaydı. Ancak biraz yıprandıkları belliydi.

"Efendi Seirates, hoş geldiniz," diye karşıladı onu, orta yaşlı bir adam.

Siyah sakalına ve saçına düşmüş bir kaç ak, onun yaşlılık yolunda ilerlediğini belli etse de, sahada geçirdiği yıllar bedeninin eskimesini önlemişti. Bir kaç yara izi, özellikle alnında enlemesine uzanan çirkin ve tırtıklı bir tanesi, hariç sapasağlamdı. Üst düzey komutanların giydiği, siyaha çalan koyu lacivert zırhı çentiklerle doluydu.

"Hoş buldum, Oekla," diye yanıtladı, genç adam.

Ardından askerleri selamladı. Gardiyanlar haricinde, çemberde topu topu beş kişiydiler. Seirates dışında iki kadın ve iki erkek bulunuyordu. Kadınlardan birisi, klasik kar beyazı cübbeye bürünmüştü. Kumaşın üstündeki, incelikle işlenmiş açık mavi ejder desenleri her tarafında dolanıyor ve sol göğsünde birleşiyordu. Uçuk safir rengi, ince bir yüze sahipti. Soluk beyaz dudakları, konuşurken bariz bir küçümsemeyle bükülmüştü.

"Teşrifinizle bizi onurlandırdınız, sayın Seirates," demişti, alaylı bir tonda.

İnce parmakları cübbesinin üstünde dolanmış ama adama doğru uzanmamıştı, bunu derken. Seirates, kadının kendisini sevmediğini pek ala biliyordu, buna ihtiyacı da yoktu fakat bu karşıtlığın bir soruna yol açmasını göze alamazdı. Yaşı belirsiz, uçuk benizli bu kadın, Bilgeleri temsil ediyordu; onun oyunu kaybetmek istemezdi.

Diğer kadın, olgunluğunun doruk noktasında bir askerdi. Derisi güneş altında geçirdiği uzun zamandan dolayı kararak, koyu maviye dönmüştü. Oekla ile birlikte, konseyde bulunan iki askeri oluşturuyorlardı, ki bu durum tartışmalara yol açmıştı. Üstlerine dengesizlik çökeceğini düşünen Bilgeler duruma karşı çıksa da, içinde bulundukları koşullar yüzünden, bir süre sonra seslerini kesmek zorunda kalmışlardı.

"Efendi Seirates," diye selam verdi ve sertçe adamın elini sıktı.

Oekla gibi kara zırha bürünmüş, Iu adındaki bu kadına karşı sempati duyuyordu Seirates. Dürüst, açık sözlü ve aklına koyduğunu yapan bir tipti. Diğer adama gelirsek, o başka bir konuydu...

"Seirates..." dedi ve zengin işi kimonosunun altından çıkarttığı elini uzattı, turuncu saçlı adam.

" Efendi Seirates, Kuro" diye düzeltti, Oekla.

"Ah, evet. Özür dilerim, bu tarz resmi takdimlerde hep kafam karışıyor," diye aptalı oynadı, adam.

Bilge Kadın, kıs kıs güldü. Bunun bir yalan olduğunu herkes gayet iyi biliyordu.

"Son üyemiz de geldiğine göre, artık oturumu başlatabiliriz," dedi, Oekla.

Beşli, yuvarlak masanın etrafına dizildi ve her birisi, kendilerine ayrılmış olan koltuklara oturdular. Kuro hariç. Oekla'nın yanına giden turuncu saçlı adam, ona bir şeyler fısıldandı. Siyah saçlı komutan, şaşkınlıkla ona baktı ve sessizce cevap verdi. Kuro da bir şeyler daha ekledi ve Oekla, ikna olmuş olacak ki ayağa kalktı.

"Gardiyanlar, dışarı," dedi.

Doğrudan gelen emre uyan adamlar ve kadınlar, zırhları takırdayarak odadan dışarı yollandı.

"Bu da ne demek oluyor?" diye sordu, batan güneş gibi koyu mavi gözlere sahip Iu.

Cevap vermek için, son gardiyanın çıkarken metal kapıyı kapamasını bekledi, Oekla.

"Sayın Kuro'dan gelen bilgiye göre, askerlerimiz arasında ajanlar olabilirmiş," dedi ardından.

"Ne?" dedi kadın, karşı çıkarak "Meclis binasına sızmış olmalarının imkanı yok."

"Sevgili Iu," dedi gülümseyen Kuro "Kendi askerlerinize gereğinden fazla güveniyorsunuz. Bu da hepimizin başını derde sokan şey değil mi?"

"Sen, güven gibi bir şeyi ağzına almadan önce iki kere düşün," dedi Iu fakat yerine oturmuştu.

"Sayın tüccar ve sayın asker atışmalarını bitirdiyse, asıl konuya geçebilir miyiz?" dedi, Bilge Kadın, yumuşakça.

Bu lafın üstüne, ikisi de rahatsızca yerlerinde kıpırdandı.

"Evet, Efendi Seirates. Seni bekliyoruz," dedi, Oekla.

Zira, Seirates ayağa kalkmış ve açık kalmış pencereyi kapatmaya gitmişti. Elini cama uzattığı esnada kuvvetli bir rüzgar esti ve kenarları altın rengi işlemeli giysisi oynaştı, saçları savruldu. Camı kapatınca bu durum doğal olarak kesilmiş olsa da, adam bir süre hareket etmeden durdu.

"Ne oldu, Seirates?" diye sordu, bir şeyin yanlış olduğunu anlamış olan Oekla fakat sarışın adam, mor eldivenli elini kaldırarak ona susmasını işaret etti.

Saniyeler birbirini kovaladı ve hala kıpırtısız, olduğu yerde duruyordu. Sonra aniden, elinin çevik bir hareketiyle havada bir şeyi yakaladı. Masaya giderek bir bardağın içindeki suyu yere boşalttı ve yakaladığı şeyin üstüne koydu. Dörtlü, yaklaşarak, garip böceğe baktı. Kapkara, altı kanatlı büyükçe bir sinek gibiydi fakat kızıl gözlerinde anormal bir şeyler vardı.

"Bu da ne?" diye sordu, Iu.

"Bilmiyorum," diye yanıtladı, Seirates.

"Ugi işine benziyor fakat gözleri farklı," dedi, Bilge Kadın ve cübbesinin yeninden bir neşter çıkardı.

Bardağı dikkatlice aralayıp, böceği eline aldı ve kafasını kesti. Yeninden bir monokl çıkararak gözüne taktı ve kesik başı incelemeye koyuldu.

"Bunlar... mekanik. Sapienslerin işi olmalı," diye akıl yürüttü.

"Sapiensler mi? Bah! Onların burada ne işi var?" dedi, Oekla.

"Daha derin bir inceleme yapmadan tam olarak ne olduğunu belirleyemem fakat bu kesinlikle Sapienslerin işi," dedi ve küçümsemeyle ekledi "Bu konuyu benden daha iyi bildiğini iddia etmiyorsun herhalde, sayın Oekla?"

"Homo sapiens..." dedi Iu "Kuzenlerimiz ne arıyor burada?"

"Ne arıyor değil, sayın asker. Nasıl?" dedi, Kuro.

"Kesinlikle. Uygarlıkları daha bu seviyede olmamalı," diye onayladı, Bilge Kadın.

Seirates onlara katılıyordu. Sapiensler hakkında bildikleri kadarıyla, böyle bir işi başarmaları imkansızdı.

"Konusu açıldığı iyi oldu. Bu konuda size yardımcı olabileceğimi düşünüyorum, sayın konsey," dedi Kuro.

Bütün kafalar ona döndü. Mavi gül işlemelerine sahip kimonosunun göğüs kısmından bir şey çıkardı adam. Siyah, üçgen bir prizmaydı. Masanın kendi tarafındaki bölmeye yerleştirdi ve yuvarlak, geniş masanın ortasında bir hologram belirdi; Sapienslerin yuvası olan Yeryüzü. Kuro ellerini kıpırdattı ve görüntü yaklaşarak, iki kıta arasında köprü görevi gören bir toprak parçasına odaklandı. Kara cübbeli adam ellerini oynatmaya devam etti ve görüntü daha da yaklaşarak, toprak parçasının ortasındaki bir şehre kadar geldi. Daha da ilerledi ve en son, kocaman, ak bir binada durdu. Yüzlerce ev büyüklüğündeki bina, her birisi metrelerce genişliğindeki kolonlarla döşeli bir girişe sahipti. Üç adet basık, kare kubbesi gökyüzüne meydan okurcasına yükseliyordu. Simetrik olarak dizilmişlerdi ve ortada bulunanı, köşedeki diğer ikisinden daha büyüktü. Her yanı ışıklarla aydınlatılmış bina, ak bir sarayı andırıyordu. Çevresinde, irili ufaklı bir kaç yapı ve çeşmeler vardı.

"Burası neresi?" diye sordu, Oekla.

Askerin kafasının karıştığı belliydi, Iu da aynı görünüyordu. Bilge Kadın ise holograma odaklanmıştı. Seirates hepsini teker teker süzmüştü. Kuro, beklentinin tadını çıkardı ve yavaşça konuştu.

"Bu, sayın konsey, bizim küçük böceğimizi yollamış kişilerin başının oturduğu saray," dedi.

"Saray mı?" dedi, şaşırmış Seirates "Sapienslerin demokrasiye geçtiğini sanıyordum."

"Yanlış düşünüyorsun, Seirates," dedi Kuro "Ad olarak öyle olabilirler ama hala tam anlamıyla bunu beceremediler."

"Sadede gel," dedi, Iu.

"Sabredin sayın asker, elbette geleceğim. Bu küçük ülkede gerçekleşenler hepimizin ilgisini çekecek cinsten," dedi, hafifçe sırıtan Kuro "Dediğim gibi, bu sarayda, bu köprü ülkenin hükümetinin lideri yaşıyor. Bu hükümet ise -dedi ve durakladı- Ugilerle işbirliği içinde."

"Sapienslerin tarih boyunca onlardan birileriyle işbirliği yapmış olduğunu hepimiz biliyoruz," dedi Seirates "Bunlar zararsız ve önemsiz şeyler."

Bilge Kadın, bir kaşını kaldırdı ve ince vücudunu hafifçe çevirerek Kuro'ya baktı. Küçük oyuklara kondurulmaşa benzeyen kara gözlerini turuncu saçlı adama dikmişti. Rahatsızlıkla bakışlarını kaçırdı Kuro.

"Ne demek istiyorsunuz, sayın tüccar?" diye sordu, kadın, tane tane.

"İblis," dedi adam "Bu ülkede bir yerde ortaya çıktı."

Bilge Kadın haricinde herkesten şaşkınlık nidaları yükseldi.

"Böyle bir şey olamaz," dedi, Iu "Yüzyıllardır kayıp o."

"Emin misin?" diye sordu, yaşlı kurt Oekla.

"Evet, ajanlarım bu konuda kesin bilgi verdiler. Aynı zamanda köprü ülkenin hükümeti de onun hakkında bazı planlara sahip, daha ne olduğunu bilmiyorum," dedi Kuro.

Bir şey demeyen Bilge, ince ve soluk ellerini önünde kavuşturarak masaya dayanmıştı. Seirates, kadının düşüncelere dalmış olduğunu fark etti.

"Sayın Bilge," dedi ve kadın da dahil bütün gözler üstüne çevrildi "Bu ne demek oluyor?"

"Bu, geçenlerde yaşadığımı saldırı, ve Sapienslerin buraya kadar sızmış olduğu gerçeği, Efendi Seirates, karanlık bir çağın yaklaşmakta olduğu anlamına geliyor," dedi kadın.

"O zaman toplanma nedenimiz olan saldırıda da, Sapienslerin parmağı mı var?" diye devam etti, Seirates.

"Zannetmiyorum. Bütün örüntüler olayı sadece Ugilerin gerçekleştirmiş olduğuna işaret ediyor," diye yanıtladı kadın.

"Bunu doğrulayabilirim," diye destek çıktı Iu "Karakolu benim garnizonum koruyordu. Askerlerimin hiç birisi, çatışma sırasında garip bir şeyler döndüğünü rapor etmedi."

"Bütün bunlar ne demek oluyor?" dedi, olaya bir anlam vermeye çalışan Oekla.

Cevabı kimse bilmiyordu.

---

Bir buçuk saat sonra toplantı sona erdi ve herkes dağıldı. Mavi güneşin ışığı altında, sarı bitkilerin  bezediği küçük bir bahçeden geçen safir tenli Kuro, eski bir kulübeye yöneldi. Kulübe, bir ağaç gibi, doğal bir şekilde büyümüşe benziyordu. Dışındaki kabuğu oluşturan, koyu kahverengi, mantarsı doku, yaşlı bir ağacınki gibi, yer yer kalkmıştı. En fazla bir kaç metre genişliğinde ve aynı uzunluktaydı. Şehrin bu tarafına gelen artık pek olmuyordu. Bu yüzden, Yerküre güneşi renkli, vahşi otların ele geçirdiği bu alanda sırıtmıyordu. Bir zamanlar, burasının bir kafe, kulübenin ise bir depo olduğunu tahmin etmek zordu.

Kuro, Kapıyı ittirmek için elini uzattığında, kalkmış kabuktan bir parça koparak yere düştü. Turuncu saçlı adam, içeriye girdiğinde, karşısındaki kişiyi, ayakta dikilir halde buldu. Her an bir saldırıya uğramayı bekliyormuş gibi gergindi. Kuro'dan başkası olsa, onun bu halini anlamayabilirdi. Zira, fit bir bedene sahip adam, kendisine rahat izlenimi veren bir umursamazlığa sahip görünüyordu. Ancak, tüccar, bunun bir aldatmaca olduğunu biliyordu. Onun gibi kişileri bu yüzden seçerdi. Gerçek amaçlarını asla belli etmezlerdi.

Bir sapiens olan bu adam, sorgulayan yeşil gözlerini ona çevirdi. Daha rahat görünüyordu fakat üstünde hala bir temkinlilik vardı. Kuro'ya güvenmiyordu, ki bu onun gözünden kaçmamıştı.

"Tam da planladığımız gibi davrandılar," diye cevapladı, onun sessiz sorusunu, safir derili Kuro.

İnsan, bir cevap vermedi ve her zamanki bıkkın ifadesiyle, ona bakmayı sürdürdü. İlettiği mesaj barizdi; kimonolu adam, ona istediğini vermiyordu ve o, bunun tamamen farkındaydı. Bu sebeple, onu yargılıyordu. Bir işveren ve işçi ilişkisi değil, iki akıllı -hatta belki de kurnaz- adamın bir alışverişi söz konusuydu.

"Ah, bakma be öyle! Biraz canlan, kutlama zamanı şimdi! Bugün, her şeyi değiştirecek şeylerin temelini atıyor," diye, alaycı tonuyla itiraz etti, Kuro.

"Aldatmacanın başlangıcı diyorsun yani," diye iğneledi, üstündeki beyaz tişörtten çıkan kolları, bronz ve beyaz arası bir renge sahip olan insan. Kuro, Sapiensler'e özgü olan bu rengi ilginç buluyordu. Kuzenleri denebilecek bu tür, deri rengi gibi belli açılardan, onlardan farklılaşıyordu. Yakın ama bir o kadar da uzak. Kuro, kendi derisi için hep "ten rengi" kavramını kullanmıştı. Sonuçta, normal olan bu değil miydi? Bu yüzden, karşısındaki Sapiens onun derisi için safir tanımını kullandığında, ilk başta garipsemişti. Kimonolu adam, bronz-beyaz betimlemesini kullandığında da, Sapiens'in bir duraksadığını gözlemlemişti.

"Ah," diye, ağzında kocaman bir gülümsemeyle yanıtladı Kuro "Ama bu basit bir aldatmaca değil. Tarihin en büyüklerinden bir tanesi ve bunu yapabilecek tek kişi de benim."

Sapiens ne ona karşı çıkmış, ne de katılmıştı. Kuro, bunun bir numara mı, yoksa gerçekten bir umursamazlık mı olduğunu anlayamadı. Bir tehlikeydi bu.

"Kararlaştırdığımız gibi, konseydekilere İblis'in yerini daha bulamadığımı söyledim," diye bilgi verdi, safir derili adam "Eira'ya sahip kızdan ise hiç bahsetmedim."

İnsan, hareket edince, arkasında bir bilgisayar kendisini belli etti. Sadece bir klavyeden oluşan cihazın ekranı bir hologramdı. İnsan dünyasındaki teknolojinin aksine, hologramdaki şeffaflık yok denecek kadar azdı. Katı bir nesne gibi süzülüyor ve gözü yormayan bir ışık saçıyordu.

"Gizli bir tesiste olanlara bakıyordum," diye konuşmaya başladı, simsiyah saçlara sahip adam "Hayvan ve insan deneyleri yapılıyormuş. Arkada kanlı bir tablo bırakan gizemli bir ekibin lafı geçiyor. Kaç kişi olduklarını ya da neye benzediklerini kimse bilmiyor. Olay yeri olan fabrikanın müdürü intihar etti deniyor ama bunun tesadüf olmadığı çok açık."

"Bu ekipte İblis'in olduğunu mu düşünüyorsun?" diye sordu, Kuro "Bu karara nasıl vardın?"

"Hükümetin yolladığı bir temizlik ekibi olamayacağı bariz. Her yeri ve herkesi yakar, geçerlerdi. Bunun dışında, o ülkede bunu yapabilecek kapasitede insanlar yok. Ancak, bana sağladığın konsey kayıtlarında bir isme rastladım. Neus. Bulunabileceği potansiyel yerler arasında benim ülkemin de olduğu geçiyor ve bunu yapabilecek yetenekte. Aynı zamanda, oldukça ilginç bir profili vardı. Bu tarz işler için bir motivasyona sahip olabilecek bir psikolojisi var."

"Evet, konsey, onu, uzun bir süre önce sürgün etmişti," diye onayladı, Kuro. Neus adını duyunca, gözleri ilgiyle faltaşı gibi açılmıştı.

"Aynı zamanda, soruşturma kayıtlarına göz attığımda, denek bebeklerin infaz edildiği bilgisine rastladım," dedi ve hiç bir rahatsızlık emaresi göstermeden, bahçeyi sulamak gibi olağan bir şeyden bahsediyor havasıyla devam etti "Bu adam soğukkanlı bir profesyonel ve çalıştıracağı herhangi bir kişi de, aynı standartlarda olacaktır. Onların böyle bir iz bırakacağını düşünmek mantıksız. Tabii, yakın zamanda yanlarına bir amatör almamışlarsa. Neus'un ilgisini çeken bir şeye sahip, ne gibi bir dünyanın içine çekildiğini bilmeyen, psikolojik olarak dengesiz bir genç gibi."

"Ünlü Neus ve İblis bir arada ha!?" diye, heyecanla sordu Kuro.

"Teorim bu yönde."

"Charmius," diye, ona adıyla seslendi, neşesi iyice artmış olan adam "Ne kadar büyük bir şey açığa çıkarmış olabileceğini biliyor musun? Neus, İblis'e sahipse, bu her şeyi değiştirecektir. Konseydekiler henüz bunu bilmiyor, çok büyük bir avantaja sahibiz. Planları yeniden ayarlamam gerek."

Bir kez daha, heyecanla soludu. Sesinde bir saygı ve neredeyse hayranlık seziliyordu.

"Neus'a karşı savaşma şansı demek!"

"Bak," dedi, onun ruh halini hiç umursamayan Charmius "Bu İblis'i yakalayabilirim. Sadece bana gerekli süreyi ve kaynakları ver."

Yatışmış, safir renkli adam, isteksiz bir havayla kafasını iki yana salladı.

"İblis'e Neus sahipse, onu yakalamak bu kadar kolay olmayacaktır. Onu, senin benim gibi kişiler takip edemez. Adamın teknolojisi çok gelişmiş ve bir strateji ustası."

"O zaman ne öneriyorsun?" diye sordu, Charmius.

Kuro, aklındaki planı ona anlatmaya koyuldu. Onu dinleyen eski polis Charmius, tüccarın mantıklı noktalara parmak bastığını farketmişti. Bu şekilde hareket ederlerse, işe yarayabilirdi.

"... konseyi bana bırak. Onları bir bahaneyle ikna edebilirim," diye lafını tamamladı, turuncu saçlı adam.

Yarım saat sonra, Kuro, kulübeyi terketmişti ve Charmius, araştırmaya koyulmuştu bile. O garip gençle karşılaşmasından beri, neredeyse bir yıl geçmişti ve o zamandan beri, hayatında her şey değişmişti. Bir ara Gece geldi aklına. Acaba o nasıldı? Ancak, bu düşünce, araştırmanın akışıyla çabucak yokoluverdi ve yerini, yoğun, uykusuz bir geceye bıraktı.

Çevrimdışı Celebhol

  • **
  • 215
  • Rom: 8
    • Profili Görüntüle
Ynt: İnsan ve İblis
« Yanıtla #42 : 30 Nisan 2017, 19:36:21 »
Bölüm 44 - Yıldırım

Yatağında uzanmış, tavana bakıyordu. Bir süredir hiç bir şey yapmıyor ve arada bir, bir iki lokma atıştırmak için odasından çıkıyordu sadece. İlginç bir şekilde, kimse ona ses etmemişti. Belki de, ondan umudu kesmişlerdi? Evet, bu olabilirdi.

Uzun süredir kesmediği, gür ve karışık sakalını kaşıyordu ki, kapının ötesinden, kalın bir ses geldi "Oran buran açık olmasa iyi olur," diye.

Kağıt kapının yana sürülerek açılmasıyla beraber, içeri uzun boylu Yugiera girmişti. Kadın, her zamanki gibi güç dolu görünüyordu. Dünyadaki yerinden emin birisinin dik duruşuna sahipti. Eiros'un tam aksiydi yani.

"Öff, ne kokmuş be burası," diyerek, elini burnunun önünde salladı kadın "İnsan bir cam açar."

"Ne istiyorsun?" diye sordu, Eiros "Bana laf sokmaya mı geldin?"

"Bu kadar kolay bir şey için gelmek çok sıkıcı olurdu," diyen kadın, ona işaret etti "Gel, sana bir şey göstereceğim."

İtiraz etmek yerine, onun dediklerine uymanın en kısa yol olacağını anlayan Eiros, ayağa kalktı. Bir kelime bile etmeden dışarı çıktılar. Zırhlı kadın, verandadaki koltuğa geçerek, bacak bacak üstüne attı. On, on beş metre uzakta, Engar ve Kueti antrenman yapıyordu. Ter içinde kalmış ikili, herhalde uzun süredir uğraşıyor olmalıydılar. İkisinin de hiç bir silahı yoktu fakat Kueti'nin aksine, Engar'ın bir eli arkasındaydı. Yakın dövüşte kızdan çok daha iyi olduğu düşünülürse, en adil karşılaşma biçimi bu olmalıydı.

"Engar'ın adil olmak adına tek elini kullandığını düşünüyorsun, değil mi?" diye sordu kadın ama yanıt beklemeden devam etti "Yanılıyorsun. Sen bebekleri öldürürken, o ikisi, Renganlı yaratıklarla kapışıyordu. Daha önce karşılaştıklarınızın hepsinin dişi olduğunu biliyor muydun? Benim çocuklar, tarama yaparken alfa erkeğine denk gelmiş. Engar, onunla savaşırken kolunu kırdı. Şimdi de, tek kolla çatışmayı öğreniyor."

"Yazık," dedi, pek etkilenmemiş olan Eiros.

"Eh, doğal şeyler bunlar. Sonuçta bir savaş dönüyor," diye ona katıldı Yugiera "Seni buraya getirme sebebim bu değil."

"Aydınlatır mısın beni o zaman?" diye sordu, Eiros.

Verdiği cevapların alaycılığının farkındaydı fakat umursamıyordu.

"Şu ikisine bak bir," dedi, çelik mavisi saçlı kadın, birbirlerine hamlede bulunan gençleri izleyerek.

Engar zıplayarak, yukarıdan aşağı giyotin gibi inen bir tekme savurdu fakat Kueti yana kaçıldı. Adamın kullanamadığı elinin olduğu tarafa geçmişti. Bu yüzden, kızın attığı yumruk, genç adamın yüzünde patladı. Ancak, Engar boş durmamış ve sağlam eliyle, o da kızın yüzüne bir yumruk oturtmuştu. Acıya aldırmadan geri çekildi ikisi de. Düz saçlı adam, ağzındaki kanı tükürdü ve gülümsedi.

"Uzun menzilli olman yazık olmuş Kueti, iyi bir yakın dövüşçü olabilirmişsin," diye, bir kaç metre ötesine çekilmiş kıza seslendi.

"Sağol, canım, ama canavarlara kafa atma işini sana bırakmayı tercih ederim," diye alaylcı bir şekilde yanıtladı, adrenalinle dolup taşan, kısa kısa soluklar alan kız.

Bir açık arayarak, birbirlerinin etrafında dönmeye devam ettiler. Eiros, biraz kıskanmıştı. Kızın, ona laf sokacak kadar içten davrandığını hatırlamıyordu. Oysa, ilk geldiğinde, onun gibi bir yabancı olduğunu gördüğünde ne kadar sevinmişti. Ancak, kız adapte oluyordu, o ise, insanların yakınlaşmasını izlemekle kalmıştı.

"Engar'ın bir melez olduğunun farkındasın ama bunun ne demek olduğunu biliyor musun, Eiros?" diye sordu, kaptan.

"Cık," diyerek, başını yukarı kaldırdı, genç adam.

Kadın, anlamayarak ona baktı.

"Ne demek bu?" diye sordu.

Duraklayan adam, kadının ciddi olup olmadığını düşündü bir an. Sonra, kafasında bir şimşek çaktı. Kültür farkı olmalıydı bu. Onların diyarında, bu hareket, "hayır" demek değildi.

"Hayır, bilmiyorum," diye açıkladı kendini.

"Bir Ugiyle bir insanın ortak çocuğu demek," diye yanıtladı kadın "Bizim kültürümüzde buna pek... sıcak bakılmaz."

"Ugiler pek hoş canlılar değil, anlıyorum," dedi, Eiros.

"Ondan değil," diyen kadın, hafifçe gülmüştü "Ugilerle aramız iyi. Daha doğrusu, kimileriyle iyi ama yine de belli sınırlar var. Birbirine saldırmayan, sınırlara saygı duyan fakat aynı zamanda geçmişten kalma bir haset besleyen iki komşuyu düşün. Barışın en mantıklı karar olduğunu öğrenmişlerdir ve öyle davranırlar. Hatta, çok sıradanmış gibi, havadan sudan sohbet bile edebilirler ama iş, burada biter. Birlikte yaşamanın kuralı budur; herkesi sevmesen bile, onlara saygılı davranırsın. Engar gibileri, bu yüzden, iki tarafta da sevilmez. Bu melezler, "kanıbozuklar", kirlenmiştir. Ugiler için, insan formuyla, insan için ise, Ugi enerjisiyle. Hayatının pek de hoş olmadığını tahmin edebilirsin bu yüzden."

"Engar'ı epey önemsiyor olmalısın," dedi, adam.

"Bana geldiğinde henüz bir ergendi. Gidebileceği başka bir yeri olmayan bir çocuk. İçinde büyük bir ıstırap vardı. Belli etmemeye çalışıyordu fakat anlıyorsun. Ancak, aynı zamanda, gözlerinde bir aleve de sahipti. Koşullar tarafından yere bastırılmayı reddeden bir taraf. Her insanın içinde, böyle bir taraf vardır. Koşullar ne olursa olsun."

"Seni bulduğu için şanslıymış," dedi, genç.

Nedensiz bir şekilde, melankolik hissetmişti. Engar'a imreniyor muydu? Değişebildiği için mi, yoksa Yugiera gibi birini bulduğu için mi? Tek bildiği, o an çok yalnız hissettiğiydi.

"Ben," dedi, kelimeleri bir araya getirmekte zorlanarak "buna sahip olmadım. Babam... gitti. Annem ise zorunluluktan yanına aldı. Sonuna kadar bana iyilik yapmış olduğunu düşündü. Kendisinin iyi, babamın ise bir zorba olduğunu. İşin komik yanı, ona inandım. Yıllar boyunca inandım. Gerçeği anladığımdaysa, hem bana hem de kendisine yalan söylemiş olduğunu anladığımdaysa... tek bir gerçek vardı; o da, beni terk etmişti. Eve gelmediği her gün, o soğuk ve boş evin içinde, onun dönüşünü beklediğim ama hayal kırıklığına uğradığım her gün, beni terk etti. Altı ay boyunca eve uğramadığı zamanlar oldu. Beni dışarı çağırır, aylık ihtiyaç paramı verir ve giderdi. Her zaman bir bahanesi olurdu."

Neler dediğinin farkına vararak durdu. Bugüne kadar, bunları hiç kimseye anlatmamıştı.

"Özür dilerim, bunlar senin sorunun değil."

"Terapistlik için bana ödeme yaptığın sürece sıkıntı değil," diye, alaycı bir yanıt verdi kadın "Tercihim içki şeklinde olmasıdır."

Hafifçe güldü, Yıldırım. Bunu anlatmak, iyi hissettirmişti.

"Kueti'nin de aynı derecede berbat bir geçmişi olduğunu söylemeliyim. Burada hiç kimsenin iyi anılarla dolup taşan bir hayatı olmadı, Eiros, ama hepimizde ortak bir nokta var," diyen kadın, ayağa kalktı ve batmakta olan güneşin turuncu ışınları altında kapışmakta olan gençlere baktı "O da, bu yaşamdan vazgeçmemiş olmamız. İnsanın bir enkaz haline gelerek, yaşamaya devam ettiği zamanlar olabilir. Kimi zaman bu zorunludur çünkü hayatta kalmanın, devam edebilmenin başka hiç bir yolu yoktur fakat bir kere bu evre geçti mi, tekrar yaşamaya, gerçek anlamda yaşamaya devam edebilirsin."

Eiros, şaşırmıştı. Hiç bir şeyi umursamaz görünen bu kadın, ona daha önce hiç düşünmediği bir bakış açısı sunuyordu. İşin garibiyse, bunun mantıklı gelmesiydi.

"Onları öldürerek doğru şeyi mi yaptım?" diye sordu, kadına.

Heybetli kadın, bakışlarını ona çevirdi. Bir kez daha, bu heybetin sadece fiziksellikten gelmediğini hissetti, Eiros. Daha doğrusu, kadın hakkındaki her bir detay bu duruma katkı yapıyordu; dik duruşu, sağlamlık saçan zırhı, uzun boyu, atletik vücudu ve sert bakışları.

"Buna sen karar vereceksin."

Lafını bitiren Yugiera, Engar ve Kueti'ye bağırdı.

"Yemek yemeyi isteyen, on saniye içinde burada olsun. Yoksa yiyecek hakkını kaybeder!"

İki genç, bir anlığına, afallayarak durdu fakat hemen ardından, Kueti fırlayarak eve doğru koşmaya başladı.

"Saçma sapan kurallarını--!" diyordu ki Engar, sözü Yugiera'nın bağırmasıyla yarıda kesildi.

"Senin için beşe indi!"

"Hay senin gibi..." diye söylenen genç adam, ileri atıldı.

Bir kaç saniye sonra, ikili içeri girmişti bile. Önce kimin banyoyu kullanacağı hakkında bir tartışmanın sesleri geliyordu. Sarı ışığın süzüldüğü kapının önünde dikilen Yugiera, içeri girmeden önce, ona dönmeden konuştu.

"Son bir şey daha var. Her şeyden önce, senin ne istediğini düşün."

Ardından, kadın içeri yollandı. Bir süre daha dışarıda durdu Eiros ve hava karardı. Bu gece ay yoktu ve bir sebepten dolayı, bulutlar olmasa bile, yıldız ışığı da yoktu. Verandanın ötesinde, gece, karanlığın ta kendisiydi ve hiç bir canlının, hatta bir rüzgarın bile sesi duyulmuyordu. Öte yandan, kapıdan ve pencereden süzülen sarı ışıklara, sohbetin sesleri ve arada sırada kahkahalar eşlik ediyordu. Neredeyse, sıcaklık dışarı taşıyor denebilirdi; yaşamın sıcaklığı. Kaybedilmiş bir şeyin acısını hisseti, Eiros. Ne olduğunu bilmiyordu, kim olduğunu bilmiyordu ama kocaman bir kayıp, kalbinin olduğu yerde bir yarık açmıştı. Annesinden ayrılmış yavru bir maymun gibi hissetti kendini. Yolunu kaybetmiş, yalnız ve soğuk gece karşısında korkmuş. Ağlıyordu. Yaşadığı bütün kayıplar ve yapmak zorunda kaldığı her şey için ağlıyordu. Hayatın ona adaletsizliği karşısında ağlıyordu. İsyan yoktu o anda, ya da öfke. Onların ardındaki, terk edilmiş çocuk vardı sadece. Bu sefer, göz yaşlarını durdurmayı denemedi.

Bir süre daha böyle devam etti, evin içinde pişen yemeğin kokusu eşliğinde. Durduğundaysa, yıllardır olmadığı kadar rahatlamış hissediyordu. Zamanın getirmiş olduğu bütün ağırlığı, geçici de olsa, omuzlarından atmış gibiydi. İçeri girdi ve kimselere görünmeden, banyoya giderek yüzünü yıkadı. Görülmemiş olduğuna memnundu çünkü bu utancı kaldıramazdı. Zamanı geldiğine karar vererek, sakalını da kesti ve içeri, sıcaklığın geldiği yere yollandı.

Çevrimdışı Celebhol

  • **
  • 215
  • Rom: 8
    • Profili Görüntüle
Ynt: İnsan ve İblis
« Yanıtla #43 : 02 Mayıs 2017, 19:00:41 »
Bölüm 45 - İstek

Bütün yaptıklarımdan sonra ne diyebilirim ki? Kendimi nasıl savunabilirim? Kimi şeyler savunulmazdır. Hayır, o deneydeki bebeklere yaptığımdan bahsetmiyorum. Oraya gelene kadar yaptıklarım çok daha kötü şeylerdi çünkü onları, iyi bir amaç uğruna yapmamıştım. Bencil bir intikamdan öte bir şeyler miydi? Evden kaçarken o tinerciye yaptıklarım öyle değildi ama ya sonrası? Tepe semtindekilere davranışımda, intikamdan daha farklı bir şeylerin varlığını içimde hissediyordum. Ezilmiş bir insanın öç alma arzusunun, yegane itici gücüm olduğu söylenemez. Kuvvetli bir tanesi ama bütün hikayeyi anlatmıyor. Sahi, hikayem ne? Kronolojik bir şekilde, doğumumdan itibaren olan biten her şeyi anlatayım mı? Yoksa ailemin üstünde durarak, bu hale gelmemin sebeplerini mi sıralayayım? Hayır, bunun yerine, aklıma gelen önemli anlardan bazılarını aktaracağım.

Belki de, aklımda kalan en net anılardan bir tanesi, bomboş bir koridor ve hiç bir zaman açılmayan, demir bir kapı olacaktır. Bu noktada anı demek biraz zor çünkü pek çok kez tekrarlanmış, bir anıdan öte, bir anılar bütünü, bir imge haline gelmiş bir şey. Salondan oraya bakışımı hatırlıyorum. Sarı, ölü bir ışık var tozlu salonda. Televizyonun ışığıyla karışarak bana ve etrafıma vuruyor. Salon kapısının hemen önünde, açılan kapıya çarpmayacak kadar bir mesafe bırakılmış üçlü koltukta oturuyorum. O koltukta kaç kere oturdum, kaç kere dış dünyadan kaçtım bilmiyorum. Kimi zaman televizyonu izliyorum. Düzgün bir kanal sağlayacımız yok, dolayısıyla eski filmleri ve belgeselleri seyrediyorum. Kimi zaman da, bir yerden bulduğum bir kitabı okuyorum. Ne yapıyor olursam olayım, koltuğun soluna, salona açılan girişe, arada bir bakmayı ihmal etmiyorum. Bazen bir ses geliyor ve umutlanıyorum, geldi mi acaba diye. Açık salon kapısından, onun tam karşısındaki daire kapısına bakıyorum. Kahverengi ve pütürlü bir dokuya sahip, sağlam demirden yapılmış, yatay ve kalın bir anahtarla açılan bir kapı. Üst tarafında ise hiç yerine yerleştirmediğim, kapının çok fazla açılmasını önleyen bir zincir var.

Pek çok kez o kapıya baktığımı söyledim ama bunun, o evde yaşadığım bütün zaman boyunca sürdüğü zannedilmesin. Sadece, belli bir dönem boyunca bu huya sahiptim. Annemin eve ilk gelmemeleri başladığı zaman. Sonuçta, sıcakkanlı ve beni seven bir anneydi. Her zaman şefkatli davranır ve isteklerimi dinlerdi. Bir kere bile bana vurmadı. Ancak, babamın gidişiyle beraber onda bir değişiklik oldu. Dümdüz saçları hep taralı ve toplu olan annem, onları salmaya ve pek ilgilenmemeye başladı. Bana karşı da aynı tavrı, yavaşça, takınmıştı. Önce, dışarıdan yemek söylenir oldu. Doğal gelebilir kimisine ama annemin çalışan bir kadın olmadığını söylemeliyim. Eve paranın nasıl girdiğini bu yaşımda bile hala bilmiyorum ama herhangi bir işi olmadığını çok net hatırlıyorum. Belki erken emekliydi, belki de birisinden kalmış mirasa sahipti. Bilmiyorum, bana hiç bir zaman söylemedi. Sonuç olarak, yemek yapmaması için bir sebebi yoktu. Daha sonra, bir işi olduğunu söyleyerek evden çıkıp gider oldu. Herhalde, o sıralarda dokuz, on yaşında falandım. İlk başta saatler boyunca sürerdi bu. Daha sonra, bir güne dönüştü. O bir gün daha da uzadı derken, altı ay boyunca eve uğramadığı zamanlar türedi. Sadece, arada bir, beni dışarı çağırır ve ihtiyaçlarımı karşılamam için para verirdi. Sanırım o evden ve benden nefret ediyordu. Her zaman, çok sorumluluk sahibi olmuş bir insan olduğu için de, bunu kendine yediremiyordu. Dışarı gidip dönmediğinde, her zaman bir bahanesi olurdu. Ne oldukları önemli değil, sonuç değişmiyordu.

O zamanlarki evi de çok net hatırlıyorum. Duvarlar temizlenmemekten solmuş, pencerelerin her tarafı leke, yer yer de kuş pisliği olmuştu. Kokan halının üstüne atılıp, alınmamış gazeteler ve dergiler yeri kaplıyordu. Salonun kimi kısımlarında, yeri kaplayan laminanta veya halıya hiç temas etmeden yürüyebilirdiniz. Bu kağıt tabakasının üstünü başka bir toz tabakası kaplıyordu. Bu yüzden, salonun kimi yerlerine ayak basmazdım. Çok fazla toz kalkıyor ve insanın boğazına kaçıyordu. Girişinin önündeki üçlü koltuğun yanında, ona doksan derece diklemesine bulunan duvarın önünde bir tane de ikili koltuk bulunuyordu. Üstünde bir şeyler olurdu genellikle. Çantalardı sanırım çoğunlukla. İki koltuğun hemen önünde, yani salonun ortasında, koyu ahşaptan cilalı bir sehpa vardı. Onun da üstü, gri gazetelerle kaplıydı. Sehpanın ortasında, yıllar boyunca yerinden hiç oynamadan durmuş, küçük, kil rengi bir vazo ve onun içinde yapay bir sarı papatya vardı. Üçlü koltuğa zıt köşede, balkona açılan taraf bulunuyordu. Pvc kapının yanında bir masa konmuştu. Masanın üstünde, her zamanki dergiler ve gazetelere ek olarak, toplanmamış, günler -epey bir sıklıkla da haftalar- öncesinden kalma tabaklar olurdu. Üstlerinden kurumuş ekmek taneleri, yapışmış yemek parçacıkları ve sos kalıntıları eksik olmazdı. Bir de, sipariş verilmiş yerden gelen peçeteler ve hazır yemeği saran, işleri bitince buruşturularak atılmış kağıtlar. O masaya dair özellikle öne çıkan bir anı var aklımda. Bir yaz günü, canım çok çekmiş ve annemin verdiği parayla karpuz almıştım. Nasıl keseceğimi bilmiyordum. Yemek yapmak ve temizlik konusunda pek tecrübem olduğu, anlaşıldığı üzere, söylenemezdi. Bu yüzden, karpuzu ortadan ikiye kestim ve geniş, camdan, düz bir tabağa koyup salona getirdim. Yarısını yedikten sonra, buzdolabından diğer yarısını da çıkardım fakat bir iki kaşık attıktan sonra, doyduğuma karar verip televizyona geçtim. Kendime, sonra kaldıracağımı söyleyerek, kırmızı içli meyveyi, masada bıraktım. Ertesi gün olduğunda, yine "sonra" dedim ve bu, epey bir süre böyle devam etti. İk ayın sonunda, kokudan masaya yaklaşılmaz olmuştu. Ben de, öyle yaptım. Sanırım üç ay boyunca meyve orada kaldı. Belli bir noktadan sonra, küflenmiş karpuza, basit mantarlanmanın ötesinde bir şey oldu. Karpuz, kabuğu hariç, tamamen eridi. Ne su kaldı ne de bir şey, koku hariç. Küf, meyveyi yiyip bitirmişti.

Annem, eve gelip salonun halini -hele ki karpuzu- gördüğünde bana çok kızmıştı. Evin bu hale gelmesine izin verdiğim için tembel olduğumu düşünüyordu. Haklıydı da fakat bana bunların nasıl yapılacağını gösteren birisi de olmamıştı. Çok ilkel derecede hayatta kalma yeteneklerim vardı. Ekmek arası bir şeyler veya yumurta yapmak gibi. Makarna yapmayı bile bilmiyordum. Sanırım, bunları pek umursamıyordum da. Mayışıklığın insan üstünde böyle bir etkisi oluyor. Bir yerden sonra, insan ne yediğini, ne kadar yediğini, nasıl göründüğünü, hatta dişini fırçalayıp fırçalamadığını, banyo yapıp yapmadığını bile umursamıyor. Mayışıklık yanlış kelime oldu. Depresyonun, böyle bir etkisi var.

Bütün bu umursamamazlık, başta yoktu. Dediğim gibi, kapıyı gözetler ve annemin dönüşünü beklerdim. Onun sıraladığı sebeplere inanıyordum o zamanlar. Önemli bir işi olduğuna, öbür türlü mutlaka yanımda bulunacağına olan inancım tamdı. Onun çok fazla sorumluluğu vardı ve geçici olarak, bana zaman ayıramıyordu. İyi bir çocuk, iyi bir oğul olmalı ve şikayet etmemeliydim. Böyle yaparsam, bencillik etmiş olurdum ve bu, bana yakışmazdı. Anneme aşırı derecede hayrandım. Onu, ideolize ediyordum. Cennetten inmiş bir varlık gibi, kendisini hiç düşünmeden bütün sorumluluklara koşuyor, her şeye yetmeye çalışıyordu. Bu yüzden, onun için ne kadar önemli olursa olsun, çocuğuna zaman ayıramıyordu. Bu fedakarlığa benim de katılmam gerekiyordu.

Ancak, zaman ilerledi, ilerledi ve ilerledi... annem daha da uzaklaşır oldu. Sebepleri kendime sıralıyordum ama eskisi kadar etkileri yoktu. Sonunda, bir gün, kapıya bakarken, aydınlanma anı yaşadım. Gerçek bana hasıl oldu; annem, beni istemiyordu. Bu yüzden, evden ve benden kaçıyordu. Reddedilmişlik beni doldurdu. O güne kadar, annemin gelmediği zamanlar boyunca sürekli ağlamıştım. Her seferinde kendime kızar ve bu kadar zayıf olduğum için, kendimden nefret ederdim. O gün de ağladım fakat hiç bir zaman açılmayacak o kapıya bakarken, kendime bir söz verdim; bir daha ağlamayacaktım. Bu zayıflığı sürdürmeyecektim. Kararım hemen etkili olmadı çünkü bunun üstüne bir kaç kez daha ağladım ama her seferinde, daha azdı ve acı daha uzaktı. Böylelikle, ağlamayı tamamen kestim.

Onu buna iten neydi? Babamın artık ortalarda bulunmaması mı? Başarısız olmuş bir sevgi girişimi ve hayal kırıklığı mı? Belki, o da depresyondaydı ve beni bir yükümlülük olarak görüyordu. Fikir yürütebilirim ama sebebini bilmiyorum. Tek bildiğim, yalnız ve reddedilmiş hissettiğim. O zamandan beri, bu iki duygu, peşimi bırakmadı.

Çevrimdışı Celebhol

  • **
  • 215
  • Rom: 8
    • Profili Görüntüle
Ynt: İnsan ve İblis
« Yanıtla #44 : 04 Mayıs 2017, 18:52:53 »
Bölüm 46 - İstek 2

Gerçekliğe karşı çıkanları kabullenemememin bir sebebi de, annemin bu tavrıydı. Sonuna kadar, her şeyi inkar etti. Hem kendisine hem de bana yalan söyledi. Bu yüzden, bu davranışı, ne başkasında, ne de kendimde hoş görebiliyorum. Peki bundan mı ibaretim? Annemin beni terk edişi ve büyürken kimsem olmaması mı, beni olduğum kişi haline getirdi? Çok büyük bir etkisi var, bunu kabulleniyorum ama bütün hikayeyi anlatmıyor.

İlkokulda çekingen fakat enerjik bir çocuktum. Diğer çocuklarla oynamayı severdim ve o yaştaki her çocuk gibi, kendi cinsiyetimden olanlarla bağlarım daha kuvvetliydi. Hiç kardeşi olmamış birisi olarak, bu kardeşlik hissini seviyordum. Oyunlarda çok iyi olduğum söylenemezdi, bir sebepten dolayı -genellikle- diğer çocuklardan geride kalıyordum. Sanırım, hiç birisi, bütün enerjimi ve zamanımı onlara yatıracak kadar ilgimi çekmiyordu. Diğer çocuklar deliler gibi futbolcu kartı alır, maçlar izler ve yeni hareketler öğrenirken, ben, sadece onlarla ortak maçlar yapacağımız zaman futbola ilgi gösterirdim. Genel olarak durum böyleydi fakat bunun bir istisnası vardı. Dövüş sporlarına epey bir meraklıydım ve bir tanesine düzenli olarak gidiyordum. Duvarları camlarla ve yeri, yumuşak bir süngerle kaplı bir salondu. Koşu yarışı yapabileceğiniz kadar büyük fakat bunun çok yorucu olmayacağı kadar küçüktü. Pek çok gerecin yanında, bir köşede asılı kum torbamız ve Moruk adını taktığımız bir antrenman mankenimiz de bulunuyordu.

Oldukça elastik bir yapım olduğu ve bana söylenildiğine göre farklı düşündüğüm için, bu sporda başarılıydım. Diğer öğrenciler, hocanın dediklerine harfiyen uyar ve aynı hareketi defalarca tekrarlarlardı. Ben de böyle yapardım, sonuçta, bir dövüş sporunda, yaptığınız her bir hareket refleks haline gelene kadar çalışmanız gerekir. Ancak, bir yandan, aklımın bir kenarında sesler olurdu. Bunu farklı yapsam ne olur? Açıyı biraz azaltarak veya arttırarak bu hareketi gerçekleştirirsem sonuç farklı olur mu? Neden tam olarak bu pozisyonda gerçekleştirmem gerekiyor? Hoca bunu emretti ama sebebini söylemedi. En iyisi arada ona sorayım. Bunun gibi düşünceler benim için olağan şeylerdi ama insanlar, düşünme şeklimi her zaman farklı buldu. Özellikle, yaşıtlarımdan daha ileride olduğumu söylerlerdi. Bana oldukça sıradan geliyordu oysa. Tek yaptığım, olaylardaki tekrarları açığa çıkarmak, ardından bunları değiştirmekti. Örneğin, ilk derslerimden birisinde, hoca, boyundaki atardamara vurmanın bir insanı bayıltabileceğini söylemişti. Bu bilgi aklımda kalmıştı çünkü tek bir hareketle, bir insanı yere serebilmek çok kullanışlı ve bir o kadar da heyecan verici bir bilgiydi. Bunun sebebini daha sonra araştırdığımda, boyundaki atardamarın kan taşımada çok önemli olduğu için, buraya gelecek bir darbenin ciddi etkiler yarattığını gördüm. Kan taşınımında başka önemli noktalara baktığımda, karaciğerin de önemli bir durak olduğunu görmüştüm. Böylece, kafamda bir fikir belirmişti. Bir insanın karaciğerine vurursam ne olur? Sınıf içinde yaptığımız müsabakaların gelmesini bekledim ve bu küçük hipotezimi karşımdaki çocukta test ettim. İlk bir kaç darbemde, ciğeri tutturamadım ve sonuç olarak hırpalandım çünkü idmanda üstün gelmekten çok, akıl yürütmemin doğru olup olmadığına odaklanmıştım. En sonunda doğru yere vurduğumda, karşımdaki çocuğun dizleri boşandı ve yere kapandı. Gözlerinde, bilinçsiz bir insanın boş bakışları vardı ve elleriyle ayakları, amaçsızca sağa sola oynuyordu. Bu durum bir kaç saniye sürdü. Hocanın bana şaşkınlıkla bakışını hatırlıyorum. Jilet gibi tıraşlı ve koyu saçlı, kara tenli birisiydi. Her zaman kendinden emin dururdu bu kısa adam fakat o anda, daha önce görmediği veya çok nadiren gördüğü bir şeyle karşılaşmıştı. Açılmış gözlerinin beyazı daha bir belirgindi. Antrenmandan sonra, bunu nasıl becerdiğimi sordu. Şans eseri yapmadığımı biliyordu çünkü bütün müsabaka boyunca, aynı noktaya çalışmıştım. Ben de, düşünce sürecimi ona açıkladım. Babam beni almaya geldiğinde, hocam, beni profesyonel olarak yetiştirmek istediğini söyledi fakat eve döndüğümüzde, annem, buna izin vermedi. Çok büyük bir hayal kırıklığı yaşamıştım. Okulda derslerimin kötü olduğu söylenemezdi ve orada da, kimi şeyleri öğrenmek hoşuma gidiyordu ama asıl istediğim, bu dövüş sporunda ustalaşmaktı. Bu olaydan sonra, bir süre anneme bozuk attım ama zamanla geçti. Beni terk etmeye daha başlamamıştı o sıralarda. Babamın da ortalıkta olduğu zamanlardı.

Bir müsabaka değil fakat oradaki çocuklarla kendi aramızda yaptığımız bir koşu yarışı sırasında kendimi sakatlayınca, spordan alındım. Babam, başta, bunun geçici olduğunu ve ayağımdaki kırık iyileşince devam edebileceğimi söylemişti fakat bu hiç bir zaman gerçekleşmedi. Buna rağmen, oraya gittiğim zaman boyunca edindiğim yeteneklerin işime yaradığı oldu. Sınıfımda bir çocuk vardı, benden daha uzun ve daha yapılı. Dövüş sporunda yetenekli olduğumu biliyordu ve bu yüzden, haftada en az bir kez benimle kavga ederdi. Beni bir kere haricinde dövebildiği olmadı ve o seferde de, boynum tutulmuş olduğu için düzgün karşılık verememiştim. Ancak, umarsız bir şekilde, her hafta gelir ve ben ona karşılık verene kadar, bana vururdu. Küçük bir kuralım vardı. İnsanları iki kere sözlü olarak uyarır ve durmazlarsa, olacakları onlara söylerdim. Üçüncü seferinde, kendimi tutmadan onlara karşılık verirdim. Annem bana uyarmayı öğretmişti, babam da kendimi savunmayı. Bu yüzden, sıkça, başım belaya girmiştir. Pek çok kez, müdürün odasına yollandığım oldu. Şaka yapayım derken insanlara yanlışlıkla zarar verdiğim seferler hariç, hiç birisinde suçlu olduğumu düşünmemiştim, müdür beni ne kadar azarlarsa azarlasın. Kır saçlı ve bıyıklı, orta yaş göbeğine sahip bu adam, beni kara deftere yazmakla tehdit eder ve bir gün okuldan atılacağımı söylerdi. Kara defter, yönetim tarafından ortaya çıkarılmış bir dedikoduydu. Denilene göre, bu deftere üç kere yazılırsan, geri dönüşü olmayacak şekilde okuldan atılıyordun. Buna inanır ve korkardım ama insanlar, özellikle o çocuk, benimle uğraşınca karşılık vermeye de devam ederdim. Bir sebepten dolayı, pek çok kişi de uğraşırdı benimle. Belki, diğerlerinden daha farklı olduğum içindi. Her şeye rağmen, arkadaşlarımı seviyordum. Özellikle, çok yakın gördüğüm bir kaç kişiyi.

Bir günü özellikle hatırlıyorum. Teneffüste dışarıda oynuyordum ve içeri girme zili çalmıştı. Binaya giriş merdivenlerinden çıktım ve yerden yüksekte bulunan zemin katına vardım. Ardından, yukarıda, sınıfımın olduğu birinci kata yöneldim. Taştan merdivenden çıktıktan sonra, sağda kalıyordu. Sınıfa girdiğimde, mavi önlüklere sahip çocukların bir şeyin etrafında toplaştığını gördüm. İçlerinde arkadaşlarım da vardı. Hatta, benim haricimde, sınıfın bütün erkekleri oradaydı. Kalabalığın arasında, yerde bir kızı gördüm. Benim sınıfımda, pek çok oğlan çocuğunun -benim anlayamadığım bir sebeple- çekici bulduğu bir kızdı. Siyah, uzun saçlara sahip, yanık derili kızı yere yatırmışlar ve eteğini kaldırmışlardı. Beyaz külotlu çorabın üstünden, kızın, kıçını ve bacaklarını elliyorlardı. Kız onların elini itiyor ve kendini kurtarmaya çalışıyordu fakat neler olduğunu tam olarak anlayamadığından ve olayın şokundan dolayı, bir yandan da gülüyordu. Histerik bir gülüştü bu. Neler olduğunu ben de tam olarak kavrayamamıştım ama bir şey, belki de o gülüş, bana, olayın yanlış olduğunu söylemişti. Onların yanına gidip, kızı elleyen bir-iki kişiyi ittim fakat fayda etmedi. İçimden vazgeçmek ve olayı boşvermek geçti çünkü çabalarım bir sonuç verecekmiş gibi görünmüyordu fakat devam ettim. Benim ittiğim kişiler, arkamdan dolanıp, tekrar kızı ellemek için geliyorlardı ve sayıları çok fazlaydı. Otuz beş kişilik sınıfın, yirmi erkeğinin hepsi de oradaydı. Ben, yine de devam ettim ve çabalarımın boşa çıktığını gördükçe, daha sert davranmaya başladım. Artık insanları sadece geri çekmiyor, aynı zamanda onları savurarak geriye atıyordum. Buna sinirlenmiş olacaklar ki, bir tanesi gelip başımın arkasına vurdu. Dönüp, ona bunu kesmesini söylediğimde, arkamda bulunan bir tanesi bu hareketi yeniledi. Ona döndüğümdeyse, üçüncü kez, aynı hareket gerçekleşti. Arkama döndüm ve pişmiş kelle gibi sırıtan o çocuğa saldırdım. Yere düşürmeyi başarmıştım. Bunun yeterli olduğuna karar kılarak, diğerine döndüm fakat bir başkası daha kafama vurdu ve bunu diğer darbeler izledi. Bu olay hoşlarına gidecek ki, diğer çocuklardan bazıları da onlara katılmıştı. Her saniye sayıları daha da artıyor ve her taraftan darbe alıyordum. En sonunda, herhalde, bütün erkekler bu oyuna dahil olmuştu. İşleri bittiğinde burnumdan kanlar boşanmış ve beyaz yakalığım kırmızıya, mavi önlüğüm ise koyu bir renge bürünmüştü. Sınıf öğretmenim olan kadın geldiğinde, kanlar haricinde, sınıfta herhangi bir düzensizlik kalmamıştı. Ona olanları anlattım ve bütün sınıfı böyle bir davranış için azarladı fakat bu olayı kesinlikle ailelerimize anlatmamamızı tembihlemeyi de ihmal etmedi. Buna rağmen, ebeveynlerime olayı anlatmıştım. Nedendir bilmiyorum ama hiç bir şey yapmadılar. Belki de bana inanmamışlardı. Aynı olay, bir kaç hafta sonra, ikinci bir kez yaşandı.

Bütün bunların sonunda ne yaptım? Arkadaşlarımla konuşmayı mı kestim? Bana düşman mı oldular? Hayır, bunlar olmadı. Başta, aramızda bir soğukluk olsa da, onlarla oynamaya tekrar döndüm, onlar da beni dışlamadı. Ancak, her zaman, bana karşı dönebilecekleri hakkında bir his kaldı içimde. Yaptıkları şeyin kötülüğünü daha tam ayırt edememiştim o yaşta ve bana saldırmış olmaları, daha çok gücüme gitmişti. Buna rağmen, hiç birisi, bana vurmuş olduğunu itiraf etmiyordu. Her konuştuğum, başka bir çocuğun ismini veriyordu ve ona gittiğimde, o da, başka birisine yönlendiriyordu. Sanki, hiç kimse bana vurmamıştı.