Kayıt Ol

Son Sigara

Çevrimdışı floriandeckard

  • *
  • 18
  • Rom: 0
  • What can change the nature of a man?
    • Profili Görüntüle
    • Morte Torium
Son Sigara
« : 27 Ekim 2016, 02:10:31 »
Mayıs ayında yazdığım, sanırım adam akıllı kaleme aldığım ilk kısa öyküm(o günden bu yana geçirilen evrimin yarattığı şok)

Son Sigara


Tam olarak on saattir yürüyorlardı. Siyah postalları artık ayaklarına vuruyor, adeta bir pranga işlevi görüyordu. Birbiriyle tanışalı belki iki ay olmuştu ama bu sürenin yarısından çoğunu yollarda geçirmişlerdi. Cengiz ve Ozan’ın eski dünyada arkadaş olma şansı bile yoktu ama hayatta kalma güdüsü günümüzde her şeyden önce gelmekte. Gaz maskelerinin çatlak camları ve radyoaktif tozdan tıkanmış filtreleri gün geçtikçe işlevini kaybetmiş, sonunda onlar için sıradan bir maskeden farksız hale gelmişti. Eğer Gümüşova Jandarma Karakolu’na ulaşabilirlerse - ki sadece bir haftalık yolları kalmıştı - gerekli erzaka ulaşacaklarını düşünüyorlardı. Fakat bu ayaklarla daha fazla gitmek, Çin işkencesinden farksızdı.


Oksijen kadar zor bulunan mühimmatları bitme noktasına gelmişti, hatta üç gün önce ayıya benzer bir canlının saldırısında Cengiz’in otomatik tüfeği kullanılmaz hale gelmişti. Şimdilerde elinden düşürmediği altıpatlarında üç adet oyuk uçlu mermi kalmıştı. Cengiz’in takvim tutma hastalığı, büyük felaketin tam olarak 400 gün önce yaşandığını gösteriyordu. O gün evindeki oyuk uçlu mermi sayısı yüz elliydi. Yarısını ateşlemiş, kalanını ticaret için kullanmıştı. Benzin, temiz su, gaz maskesi ve mermiler yeni para birimlerini oluşturuyordu ve henüz bir borsa olmaması eski borsacı Ozan’ın geleceğe dönük planlar yapmasına sebep oluyordu. Belki de Tuğla Kent’e ulaştıklarında orada bir banka kurabilirdi, kim bilir piyasayı bile ele geçirebilirdi.


Cengiz’in yeşil tonlu kamuflaj montu rüzgarın etkisiyle vücuduna sıkı sıkıya yapışmıştı. Rüzgâra karşı yürümek, geçen yıla göre zorlaşmıştı. Lodosların şiddetlendiği kesindi ama bu asit yağmurunun da habercisi olabilirdi. Üç yüz metre ileride görünen harabe yerleşkede bir binaya sığınmak ve havanın düzelmesini beklemek akıllıca olacaktı. Ozan’ın sessizliği Cengiz’i öldürmese üç yüz metrelik yol üç yüz kilometre gibi çekilmez olmazdı. Yol arkadaşlarının bir mantığı olmalıydı ama Ozan yürürken hayati bir mesele olmadıkça konuşmazdı. En azından Ozan’ın bu devirde olsa bile tarz giyindiğini düşünüyordu Cengiz. Lacivert kadife bir pantolon ve siyah deri bir pardösü giyiyordu. Çantasında biri mavi, biri beyaz iki gömlek taşıyordu ve gömlekleri dönüşümlü olarak giyiyordu. İnce siyah deri eldivenleri vardı ve bir de oldukça havalı yaprak işlemeleri olan bir çiftesi. Namlusu biraz fazla uzundu ama çok iyi iş görüyordu. Silaha odaklanmışken bir anda Cengiz’in gözü, Ozan’ın sol omzundan belinin sağına doğru uzanan mermi kemerine takıldı. Dört fişeği kalmıştı, silahı da dolu olduğuna göre toplamda altı fişek ederdi bu. Kesinlikle o karakola ulaşamazlarsa öleceklerine emin olmuştu zira insanın en büyük düşmanı yine insandı.


Sonunda harabelere vardıklarında Ozan buranın eski bir köy olduğunu fark etti. Yaprakları döküldükten sonra yavaş yavaş ölmeye başlamış ağaç gövdeleri ile kaplı, kuzey batı ucunda yüksek minareli bir camiisi olan, taştan yapılmış iki katlı evlerle dolu bir köydü. Gerçi artık evlerin çoğu tek katlıydı, geri kalanların da üstünün yıkık olduğuna emindi Ozan. Taşların bir zamanlar beyaz olduğu çok belliydi, şimdi ise çoğu kararmıştı. Demek ki küller buraya da uğramıştı. Bu, hiçbir canlı belirtisine hatta bir bakteri kımıltısına dahi rastlamamalarını açıklıyordu.


Dar toprak yoldan yavaş yavaş köy merkezine doğru ilerlerken Cengiz’in gözü tamamen harabeye dönmüş bir eve takıldı. En fazla on yaşındaki bir çocuğa ait olabilecek iki kafatası ve küller yüzünden islenmiş, kapkara olmuş küçük kemikler… Belki acı çekmemişlerdi, belki de daha ilk günden kurtulmuşlardı ya da küller onları yavaşça ve acı çektirerek boğmuştu. Tabiat ananın büyük felakete olan tepkisiydi bu küller, intikam alırmışçasına zevkle ve duraksamadan önüne gelen her şeyi yok etmekten çekinmiyordu. Doğa, insanlardan intikam alıyordu. Kulağında bir uğultuyla kendini fikirler havuzuna bırakmıştı Cengiz. Çok geçmeden ince ve seri silah sesleri uğultuyu deldi, daha sonra da toprağa küt diye isabet eden mermiler. Ama Cengiz, karnında bir acı hissedinceye kadar kendisine gelemedi. İlk başta bir şeyin midesine doğru etini delerek ilerlediğini hissetti,  daha sonra da acıyı… Gaz maskesi yüzünden çığlığı oldukça boğuk çıktı. Sağ elindeki altıpatların kabzasına sıkıca sarıldı, sol eliyle yarasına bastırdı. Adım atacak dayanıklılığın kendisinde olmadığını biliyordu. Silah sesleri kesildi, gözleri kararmış kemiklere kaydı. Nasıl olduğunu anlamadan biri onu koltukaltlarından tutup sürüklemeye başladı. O ise sadece çocuklara odaklanmıştı veya bir zamanlar çocuk olan şeylere. Sonunda kendini onların yanında buldu, sanki canlanıp da sarılacaklarmış gibi ona bakmalarını çok isterdi ama hareketsizce duran kemik yığınlarından ibarettiler. Cengiz kendisine geldi, sırtının duvara yaslanmış olduğunu anladı. Solunda kalan kemiklere son bir kez baktı, sonra da başını yukarı kaldırdı. Ozan yüzündeki maskeyi çıkarmıştı. Onun yeşil, benekli gözleri ile karşılaşmayı beklemiyordu. Omzuna kadar uzanan kumral saçları her zamankinden daha yağlı gözüküyordu. Yüzündeki tüyler sakal olmaya başlamıştı. Ozan aslında oldukça şanslıydı çünkü Cengiz gaz maskesi yüzüne oturabilsin diye haftada bir kere tıraş olmak zorunda kalıyordu. Yine alakasız düşüncelere daldığını fark etmesi uzun sürmedi, Ozan onun iyi olduğuna emin olunca pusulasına bakıp “Adam camii minaresinden ateş ediyor. Kuzeybatıda. Birkaç dakika koşman gerekiyor, dikkatini dağıt. O zaman onu vuracak kadar yaklaşabilirim.” Cengiz başıyla onayladı, yüzündeki maskeyi çıkarttı. Toplu tabancasını yere bıraktı, kalp hizasındaki cebinden karo desenli metal tütün tabakasını ve muhtar çakmağını aldı. Çakmak siyah renkteydi ama köşeleri metalikti, neredeyse her yeri çizik içindeydi. Çakmağını çocuklardan birinin göz çukurunun içine koydu, tabakasını açıp kurumuş tütünleri dikkatlice kendi hazırladığı kağıda sarmaya başladı. Ozan’ın gözleri açılmıştı. “Şu anda tek derdin sigara mı?” dedi sakince. Cengiz istifini hiç bozmadan sarmasını bitirene kadar ağzını açmadı. “Gerçekten, tek derdim bu. İsa’nın son sigarası.” Çakmağın ateşini yüzünde hissederken sırıtıyordu, acısını unuttuğunu fark etti ama bunu düşününce acısını tekrar hatırladı ve karnı vücudundan uzaklaşıp inzivaya çekilmek için nöronlarını kırbaçlamaya başladı. Çocuklara başıyla selam verdi, sigarayı ağzına yerleştirdi ve silahını aldı. Ayağa kalkmak için sol elini yere dayayıp kendisini itmeye çalıştı ama Ozan elini uzatmasaydı Cengiz’in ayağa kalkma ihtimali bile yoktu. Tütünün verdiği haz ile karışan acı duygusu bir nebze de olsa ona adım atacak gücü vermişti, belki de bu sadece hayatta kalma dürtüsüydü. Ne yapacağını bilmiyordu, Ozan ona başka bir şey dememişti. O zaman sadece koşacaktı. Durmadan, camiiye doğru zikzaklar çizecekti. İlk birkaç adımı atarken acı onun önünde betondan bir set olarak duruyordu ama bir anda hızlanınca bunun da bir ehemmiyeti kalmadı. Dışarı adımını attığı anda toprak yol kurşunlarla dövülmeye başladı. Adamın sınırsız mermi kaynağı olmalıydı, değilse bu gerçek anlamda affedilemez bir israftı. Cengiz sigarasından bir duman çektikten sonra zikzak çizmeye başladı. Yol kenarındaki evlerin taşlarının hala mermiye dayanıklı olmasını umut ediyordu.


Duvarına yaslandığı ilk ev kurşun geçirmezlik testini başarıyla tamamladıktan sonra hemen çaprazındaki diğer eve doğru acının elverdiği ölçüde hızlı adımlarla yanaştı. Mermilerin duvarı deldiğini görünce hiç zaman kaybetmeden yönünü sola doğru değiştirdi. Bu sefer de bacağında iki sıyrık oluştu. “Bu pantolonu yeni almıştım” diye geçirdi içinden. Birkaç saniye yolun ortasında kabak gibi çakılı kaldıktan sonra yoluna dümdüz devam etmeye karar verdi. Sağında kapının önüne düşmüş “Muzaffer Kardeşler Kasap” tabelasını görene kadar yönünü değiştirmedi. Biraz da adrenalinin verdiği gazla, hala kül olmadığına şaşırdığı ahşap tabelanın üstünden atlayarak kendini dükkânın içine attı. Mermileri hesap etmemesi kötü olmuştu çünkü bu sefer acıyı sol bacağında hissetti. Sigarasının izmariti yere düşmüştü, pantolonunun sol yanı artık kızıla boyanmıştı. Damarından vurulduysa işi bitmişti ve bunun intikamını almak kanamayı durdurmaktan daha önemliydi Cengiz için. Sürünerek camii minaresini gören pencereye doğru ilerledi. Sırtını duvara yasladı, başını hafifçe çıkardığı anda bir el silah sesi duydu. Gözlerini sımsıkı kapadı, içinden ona kadar saydı. Gözlerini açtığında minarenin üstünde biri yoktu. Ozan’ın uzaktan gelen sesini duydu “Tam kafadan vurdum.” Bir nebze de olsa rahatlamayı umuyordu Cengiz, ama öyle olmadı. Bacağından sızan kanı hissettikçe deliye dönüyordu. Son bir gayretle kendisini pencereden dışarı attı, yüzüstü yere düştü. Elli santim yüksekliğinde olmayan düşüş yaklaşık elli metre olarak hissedilmişti. Ozan sesi duymuş olacak ki koşmaya başladı, ayak sesleri işitiliyordu. Cengiz’in karşısında hala sağlam iki katlı bir ev duruyordu, adeta doğaya meydan okuyordu.


Cengiz, Ozan’ın kendisini kaldırdığını fark etti. Başıyla evi işaret etti “Bu ev gibi olmak gerek, anlarsın…” konuşması kan saçan bir öksürük kriziyle son buldu. Ozan’ın bakışlarında ilk defa hüznü gördü, belki de şefkati. Asıl kötü olan, bunun göreceği son şey olduğunu bilmesiydi. Gözleri sağ eline kaydı, silah eline yapışmış gibiydi. Tek bir hareketle altıpatları yarım daire şeklinde döndürdü, namlusundan kavradı. Ozan şaşırmıştı ama anladı. Tabancayı Cengiz’in elinden aldı, gözlerinin içine baktı: “Emin misin?” Cengiz başıyla onayladı. “Çakmağımı mutlaka al Ozan, lazım olmasa bile hatıra olarak taşı. Bir de takvimli günlüğümü. Takvim arka sayfada, her ay için başka manken var.” İstemsizce güldü. Ozan gülemiyordu, sol gözünden akan yaşa engel olamadı. “Hoşça kal.”


Cengiz tek el silah sesiyle kendisini sonsuz bir uğultunun içinde buldu.
We shall rule!