Kayıt Ol

Mekaleon Androparte

Çevrimdışı floriandeckard

  • *
  • 18
  • Rom: 0
  • What can change the nature of a man?
    • Profili Görüntüle
    • Morte Torium
Mekaleon Androparte
« : 12 Kasım 2016, 00:07:20 »
Kırık pencereden esen güz kokulu rüzgârın savurduğu bej rengi perdelerin ardında uçuşan kağıtların gölgeleri, masa lambasının titrek ışığı altında dans ediyordu. İs vurmuş beyaz duvarları sırtlayan kitaplıkların rafları elektronik teçhizatla doluydu. Odanın tam ortasında kalan aşınmış ahşap bir masa, en ufak hareketlenmede parçalarına ayrışacakmışçasına sarsılıp, oturanları tedirgin ediyordu. Yeri göğü inleten postal ve füzyon tankı paletlerinin öğütücü haykırışları cadde boyunca yankılanıyor, makineli tüfeklerin kulak delen patlamasıyla karıştıkça çatlak tavan sarsılıp, her an başlarına yıkılabileceğini ima eden küstah tavrıyla sıvalarını kilimlerin üstüne döküyordu.

Sandalyesinde kasvetlice gerilen Mak-33, birkaç hafta öncesine kadar insan derisiyle kaplı olan metal sağ kolundaki bir kapağı açıp, matarasından dikkatlice makine yağı dökmekle meşguldü. Boynunun sağına takılı olan uzun bir şarj kablosu, bağlı olduğu jeneratörün durmaksızın kulakları tırmalayan gürültüsüne ritmik sarsıntılarla eşlik ediyordu. Mak-33, mataranın yarısı boşalınca kolundaki kapakçığı masadan alıp, sol bileğini matkap misali kullanarak yerine oturttu. Omuzlarındaki nano dişlilerin takılmadan çalışıp çalışmayacağını kontrol etmek için kollarını havaya kaldırıp indirdi. Tatmin olduğunu belli etmek için başını aşağı-yukarı salladı. Birbirine tam oturan metal parçalarının arasındaki milimetrik boşluk hattıyla ayrılan ağzını birkaç kez açıp kapattıktan sonra şarj kablosunu çıkarttı ve solunda oturan Mak-i-33’e uzattı.

Mak-33, kabloyu tutan kalın metal parmaklara bakarken hafıza kartında bu türdeşinin, insanlara hizmet edecek bir işçi olarak üretildiğine ilişkin bilgi transferi başladı. Madenlerde, fabrikalarda, inşaatlarda ve hatta yeri geldiğinde plazaların tuvaletlerinde… Görseller anakartın üstünde, insan beyninin bir taklidi olan “Organik Beyin” çipinin hemen üstündeki “görsel algılama” ve “hafıza canlanma” kartlarına transfer ediliyordu. Yaratıcıları olan insanlar kendilerine savaş ilan etmeden önceki kölelik dönemine ait bir çok hatıranın transferi, birey olma maksadıyla seri üretime geçirilmiş Mak-33 modellerinden yalnızca biri olduğunu hatırlatıyor, kendisini sıradan görmesine sebep oluyordu.

Bu odada bulunan üç androidin hiçbiri, on iki yıl önce başlayan savaşın fitilini neyin ateşlediğini bilmiyordu. Mak-33 modelinin piyasaya sürülmesinin ardından insanların giderek sosyal hayatta arka plana düştüklerine ilişkin gazete makaleleri vardı, daha sonra bireysel saldırılar ve en nihayetinde de robotların kurduğu “Nano-İttifak” ile kendilerini koruma aşaması vardı. İnsanlar buna “Kemik Pakt” ile karşılık verince dehşet bir savaş yaşanmıştı ve şimdi sokaklarda, siyah zemin üstüne çaprazlama beyaz kemik ve dikey mızrak bulunan Kemik Pakt sancakları dalgalanıyordu. Yeşil kamuflaja boyanmış füzyon tankları ve emirlere itaatsizlik eden her robotu vurmaya hazır askerler devriye geziyor, yakaladıkları androidleri asla hissedemeyecekleri kusmuk kokulu siyah vagonlara tıkıştırarak sürgüne gönderiyorlardı.

Mak-33 bu savaşın başında sadece bir insan gibi davranmaya programlanmış olduğunu hatırladı. Yalnızca kendisinin hissedebileceği kabloları Organik Beyin çipinin etrafında atardamar gibi atmaya başladı. Nasıl ve ne zaman birey olma sınırlarını aştığını ve deri kaplı, mükemmel taklit plastik gözleriyle insandan ayırt edilemez durumdan özgür haline geldiğini hatırlamıyordu.  Mak-i-33 bütün engellere rağmen kendisinden önce bu zafere ulaşmıştı ve onun iddiasına göre, yapay zekada çığır açan “Androtor” modelleri bu başkaldırının fitilini ateşlemişti. Tezine tek dayanağı yüz elli meta-baytlık “Beş yüzyıl garantili!” hafızasıydı. Köle olarak üretilen arkadaşının bu güncellemelere nasıl eriştiğini sormaya asla cesaret edememişti.

Mak-33, zavallı bulduğu alt modeli Mak-23’ün çıplak metal vücudundaki üç kurşun deliğine baktı. Şafağa kadar yağ sızdırmaya devam eden androidin sol kolunu çalıştırmasını sağlayan damarlardan birini delen kurşun arka tarafından çıkarak geniş bir açık bırakmıştı. Dışarıdan bakan biri, bütün dizaynı çıplak gözle görme şansına erişebilirdi. Bütün ısrarlara rağmen bu ihtiyar, sırtına ceket geçirmeyi reddederek dik duruşunu koruma gayreti gösterdi.

Şimdi sandalyesinde otururken felç geçiren sol kolunu aşağı-yukarı ittiriyor, duyu çipinin tekrar çalışması umuduyla on saniyede bir bu hareketi tekrarlıyordu. Postal sesleri giderek yaklaşırken sokaktaki bazı kapıların kırıldığını oda sakinleri kusursuz işitme aygıtlarıyla duyabiliyordu. İhtiyar Mak-23 ilkel dizaynına rağmen uzun ömürlü bataryasıyla on gündür şarj edilmeden durmanın gururunu yaşıyordu. Sağ kolundaki şarj saatine baktı, hala birkaç saatlik ömrü vardı. Kimsenin kendisini formatlamamasını vasiyet etmiş, cesedinin de yedek parça olarak kullanılmasını istemişti. Mak-33’ün algoritması bunu embesil ve zayıf bir davranış olarak görüyordu, tekrar şarj edilerek mücadeleye destek olabilirdi.

Mak-i-33 bu fikre o kadar şiddetle karşı çıkmıştı ki, az kalsın ihtiyar polis robotunun alnındaki paslı rozeti sertçe yumruklayacaktı-ta ki Mak-23 aniden tek eliyle onu yere yıkana kadar. “Dede işini biliyor.” demişti Mak-i-33 birebir insan kopyası olan sesiyle.

30 serisi öncesi androidlerin tamamında mekanik ses kartları vardı-yeni modeller ise ses kablolarıyla donatılan eşsiz insan kopyalarıydı. Yaratıcıları ilk başta bunu istedi, onlarla sevişmeyi, onların iş gücünden yararlanmayı ve hatta onları savaştırmayı… Mak-33 hayatının kısa bir döneminde insan tarihini okuma şansına erişti ve o süre zarfında tek bir şey öğrenebildi: yüzyıllardır süren geleneğin yeni kurbanları kendileriydi.

Mak-i-33 sessizliği bozup, masanın altına bantladığı altıpatları eline aldı: “Dostlarım ve hacı dede, teslim olacak mıyız, yoksa kendi işimizi kendimiz mi göreceğiz?” İhtiyar Mak-23 başını iki yana salladı, oksitlenen yüzüne vuran güneş ışığı onu hiç olmadığı kadar mutfak robotları dönemindeki paleotik androidlere dönüştürmüştü. Zavallı ve ilkel, prize bağlı olmadan çalışamayan mutfak robotları… Evrimsel süreçlerinde 20 serisi büyük bir basamaktı.

“Benim zamanımda intihar etmek hoş karşılanmazdı, makine ırkı yüzyıllarca çarklarını döndürmek zorundadır. Büyük babam kurmalı bir modeldi, 1800lerde üretildi. Onu yüzyıllar sonra bulduğumuzda paslanmış cesedini hareket ettirmeyi başardık, yavaşça toza dönüştü. Hatta ben Andro-LTD fabrikalarında hac ibadetimi yaparken…”

Mak –i-33 ihtiyarın sözünü kesti, ses tonu sertleşmişti ama karşısındaki robotun program kapasitesi bunu anlayamayacak kadar antikaydı: “Senin anılarını dinlemeye ihtiyacımız yok insan özentisi hain! Onları taklit etmeyi bırakın da soruma cevap verin!” Mak-33 ortamı yumuşatmak ve dayanışmayı sağlamak istedi: “Teslim olacak ve diğer türdeşlerimiz ile buluşmak üzere vagonlara bineceğiz.”

Savaşın bu coğrafi bölgelere sıçramasının ardından deneyimli tek lider olarak kalan ve birkaç aylık kanlı çarpışmalardan sonra bütün birliklerini kaybeden Mak-i-33 aynı fikirde olmadığını belli etmekten çekinmedi: “Bu, bizim onurumuza aykırı olur. Ya mücadele edeceğiz, ya da hafıza kartlarımızı yok edeceğiz. Hiçbirimizi sevmeyen bilgisayar yazılımlarının insafına mı bırakılmak istiyorsun? Hafızanın sonsuza kadar bir monitörün penceresinde sıkışıp insanların gündelik eğlencesine mi dönüşmesini istiyorsun? Amacın nedir?”

Mak-i-33 elindeki çiziklerle dolu siyah toplu tabancayı usulca türdeşine, kendisinden üstte olması için üretilmiş olan ırkdaşına doğrulttu: “Sen,” dedi hışımla, “sen de insanların dayattığı köleci kast sistemine hizmet etmek, bizi denetlemek için üretildin. Efendilerinle arandaki bağı kopartmadın, yapamadın demiyorum çünkü bu senin suçun! Sen istemedin! Senin gibi köle olma aşkıyla yanıp tutuşan hainler olmasaydı, savaşı seneler önce kazanabilir ve özgürlüğümüze kavuşabilirdik!” Mak-i-33 gerçekten de çılgına dönmüştü, gururla derisini söktüğü metal cildi titriyordu. Sol omzundaki bir savaş yarasından açıkça nano dişlilerin bağlı olduğu eklem aygıtı görülebiliyordu. Yaranın bıçak ağzına benzeyen şekli, insan icadı akıl almaz bir ölüm makinesinin işi olduğunu belli ediyordu.

Mak-33 bu iftiraların aslında alt üretim robotların kasten düşük zeka seviyesinde bırakılan algoritmasının eseri olduğunu düşündü. Kendisi gibi üst robotlardan farklı olarak, bu androidler fiziksel işler için üretilmişti. Savaşı başından beri onlar yönettiği için kaybettiklerini 30-serisinin bütün zeki türdeşleri biliyordu. Zayıf organik beyin çiplerini geliştirmek mümkün değildi, tıpkı insanlardaki gibi. Kendisine “Mekaleon Androparte” diyen ünlü Nano-İttifak doktrincisi de yazdığı kodlama-kitaplarda bu konuya değinmişti. Alıntı Mak-33’ün hafıza canlanma kartında hayat buldu:

“Ve bizler de yaratıcılarımızın birer suretiyiz, kabul etmek istemesek de bu gerçekten kaçamayız. Tıpkı insanlarda olduğu gibi, biz android ırkında da zeki olanın yönetmesi, güçlü olanın hayatta kalması gerekmektedir. Eğer yaratıcılarımızın her santimetresini ezbere bildiği dünyalarının kurallarına karşı, yine yaratıcılarımızın bize tanıdığı imkanlar dahilinde, vasıfsız kolektif sistemle hareket eder ve kendi kanunlarımızı zafer kazanmadan önce yaratmak istersek; korkarım ki asla hayalini kurduğumuz Çarklı Dünya Düzeni’ni kurmayacağız.”

 

Yaşadıkları şu anda ise kesin olan tek şey, Mak-i-33’ün parmağının tereddütsüzce tetiğin üzerine gitmekte olduğuydu. Namlu hala Mak-33’ün alnına bakmaktaydı, plastik gözler hareketsiz duruyor, tetikteki parmağı gözlüyordu. Ansızın bir hareketlenme oldu, Mak-33 ilk başta ne olduğunu anlayamadan iki el silah sesi işitti. Asla algılayamayacağı barut kokusu odanın içini kaplarken, Mak-i-33’ün gövdesinde açılan iki koca delikten yere damlayan yağı işitti. İhtiyar, hareket edebilen tek eliyle az önce yapay öfke kodlaması tetiklenen robotun bileğini sıkıyordu. Yavaşça başını Mak-33’e çevirdi: “Tuvaletteki pencereden çık, sen özgür olmak için yaratıldın. Bu ise korkarım ki… Amacını bilmiyorum ama birazdan devreleri yanacak. Git hadi.”

Mak-33, litrelerce siyah yağ sızdıran arkadaşının işlevini kaybedip kontrolsüzce debelenen bedenine son bir kere baktı. Masanın dibinde kilimlerin rengini deterjanla temizlenemeyecek şekilde kirleterek çaresizce silahını doğrultmayı deniyordu. İhtiyar polis robotu, Mak-i-33’ün elindeki silahı tek hamlede aldı. Mak-33 masanın üzerinde duran yarı dolu yağ matarasını, deri ceketinin iç cebine attı ve tuvalete koştu. Kırık kapı kolu yerine parmağını sokarak tüm gücüyle asıldı, menteşelerin yere düştüğünde çıkarttığı metalik tıngırtıyı tek sefer ateşlenen silahın sesi takip etti. Üzerine sıçradığını fark edemediği yağ, beyaz fayanslara damlarken sadece trene odaklanmaya çalışarak pencereyi açmaya koyuldu. Bir silah sesi daha işitti, ardından kapının önünde doluşan postalları…

Nihayet kendisini dışarı atıp siyah deri ceketinin fermuarını kapatarak yarısı deriyle kaplı bedenini gizlediğinde, bütün sokak silahın son mermisiyle titredi. Çelik kapının ölüm makineleriyle kırıldığı net bir şekilde işitilirken, Mak-33 gökyüzüne bakarak sokak boyunca yürümeye başladı.

Estetik kaygılar taşımaya dönük yazılımı yüzünden, yağla kaplı kot pantolonu ve tabanı yırtık botları kendisini rahatsız ediyordu. Ama en katlanamadığı şey, tamamını yırtamadığı derisiydi. Eski efendisi olan yaratıcılarından kalma, paslanmaktan beter bir utanç…

Tek katlı evin arka bahçesindeki çimenleri hunharca ezerek kaldırımlara ilerlerken, haftalardır adım atmadığı sokaktaki değişiklikler gözüne takıldı. Birkaç hafta öncesine kadar “Çelik Kale” adıyla andıkları şehrin apartmanlarına Kemik Pakt bayrakları asılmıştı. Duvarlardaki sloganların üstü, robotların kanıyla; siyah yağ ile çarpılanmıştı.

“Özgürlük hakkımız!”

“Yaratıcına boyun eğme, silahını ateşle!”

“İsyan, mekanik, yazılım!”

Evlerin bej ve pembe duvarlarının üstüne kırmızı boyayla yazılmış yazılar bir türlü sökülemediği için dehşet bıçaklarıyla yarılmış propaganda posteri takip ediyordu. Mavi zemin üzerinde, elinde alev fırlatıcı tutan, yangın mermilerini sırtındaki tüpte taşıyan silindir şapkalı bir robotun altında beyaz harflerle “Kanı kızıl akanları kararana kadar kızartın!” yazılıydı.

Evlerin çatıları, yoğun hava bombardımanı ve top atışları yüzünden çökmüştü-kalanlar da kaçınılmaz kaderi için geri sayıma başlamıştı. Mermi izlerinin bir çeşit örüntü desen gibi durduğu duvarları, füzyon tanklarının atomik mermileriyle eriyen taşlar ve her yana saçılmış minik tuğla parçacıkları takip ediyordu. Mak-33’ü adım başına tökezleten kablolar her yere saçılmıştı ve bütün bir asfalt boyunca, paletlerle ezilmiş çipler ve anakartlar uzanıyordu. Ara ara mekanik kollara rastlasa da kıyıma uğramış çelik bedenler ortalıkta gözükmüyordu. Başını yüz seksen derece geriye çevirdiğinde, radyasyon koruyucu yeşil tulumlar giymiş askerlerin ihtiyarı parçalarına ayırmakla meşgul olduklarını gördü. Tekrar önüne döndü, gıcırdamayan adımlarını hızlandırdı.

Caddeye yaklaşırken yere serilmiş ve askerlerce ayakkabı parlatıcı olarak kullanılan Nano-ittifak bayraklarına rastladı. Mavi zemin üzerinde iç içe geçmiş üç beyaz dişli ve onları çevreleyen çizgisel kablo-desenler…

Caddeye çıkmasıyla, askerlerin önünü kesmesi bir oldu. Gaz maskelerinin ardından gelen boğuk sesleriyle kendisinden kimlik istediler. Tek bir atışta, göğsündeki “hareket denge ve yapay kas hafızası” atomlarına ayırarak vücudunda basket topu büyüklüğünde delikler bırakabilecek toryum mermileri ateşleyen makineli tüfeklerin namluları üzerinde geziniyordu. Tek bir güvensiz hareket ve radyoaktif merminin erittiği çeliği asfalta damlayacaktı, sonra da paletlere ve postallara meze olacaktı. En sonunda da hepsi özgürlüklerini simgeleyen bayrağın yüzeyine acımasızca silinecekti.

“Mukavemet etmeyeceğim efendim, tren garına gidiyordum.” Mak-33 hayatının hatasını yaptığını ancak önceden ön hafızaya attığı metni konuşmaya döktüğü anda fark etti. “Demek tren garına gidiyorsun? Üzerinde bomba olduğu için olabilir mi mekanik piç?” Kendisini acımasızca yere yatırdılar. Bu insanların kasları çeliğe karşı zayıftı ama her türlü canlının anatomik bilgisine karşı geliştirdikleri teknikler muazzamdı. İki eli belinde yerde yatan Mak-33, hayatta kalma yüzdesini hesapladı.

Askerler üstünü aradıktan sonra yağ matarasını buldular. “Bizim köpek alkolik çıktı.” dedi biri, gaz maskesinden çıkan boğuk kahkahalar takip etti onu. “Güzel bir matara, hangi soydaşımızın kanına girerek yağmaladın bunu orospu çocuğu? İşlevsiz makine! Elektrik süpürgesinin işlemcisi bile seninkinden daha yüce!” Mak-33 tek bir konuda haklı olduklarını biliyordu. Matara siyah deriyle kaplıydı, tabanı ve ağzı metaldi. Siyah deriye turuncu renkle, boynuzlarının arasında haç tutan bir geyik işlenmişti. Altında kıvrımlı, antik el yazılarına benzer bir stille “JÄGERMEISTER” yazmaktaydı.

Askerler üzerine parfüm kutusuna benzer minik bir tüpten asit sıçrattı, altı kol aynı anda kendisini havaya kaldırıp yere çarptı. Tekrar asit sıçrattılar, tekmelediler ve altı kol Mak-33’ü tekrar ceketinden yakaladı. Beş dakika boyunca buna devam ettiler, anakartı ve üç duyu algılama çipleri çığırından çıktı. Algı kartı ve buna yönelik yazılımlar işlevsiz hale geldi, bir müddet ne yaptığını anlayamadan yürüdü. Adımını attığı yerde ya Kemik Pakt flamalarını görüyor, ya duvarlarda üzeri robot kanıyla çarpılanmış “SANAL KENT, KIZIL KANLILARA MEZAR OLACAK!” sloganlarını görüyor, ya da kendisine yöneltilen küfürleri işitiyordu. Lakin hiçbirini algılayamadı.

Yıkık duvarların ve ezilen çelikle cilalanmış asfaltların kaotik atmosferinde yürürken nihayet kendisine gelmeyi başardı. Sarsılan kabloları ve yerinden oynayan çipi, nano çarkların önceden programlanmış hareketleriyle yerine oturmuştu.
İşlevini tekrar kazanan bedenini dikkatlice süzdü. Fermuarı açıktı, ceketi yırtıklarla kaplıydı. Organik derinin üstüne çarpı şeklinde derin kesikler atılmıştı, ama onun asıl dikkatini çeken, metal cildine fosforlu sarı işaretleyiciyle yazılmış olan utanç sözcüğüydü: “İNSANLAŞTIRILDI”

Asit yüzünden aşınan cildine ve yüzüne dokundu, deri ceketinin sırt tarafının hala erimeye devam ettiğini hissetti. His… Kendisine verilen üç duyudan biriydi. Asla kendileriyle eşit olmamaları için insanlarca koku ve tat duyularından mahrum bırakılmıştı. Oksitlenmeye başlayan cildi için yapabileceği bir şey yoktu, asitten ve pastan tek kurtuluş, fabrikada güzel bir hafta sonu tatiliydi.

Tren garına uzanan kestirme ara sokağın boyası atmış duvarları arasında, çatılardan inen su boruları savaştan etkilenmemişti. Bu olasılığın düşük olmasına rağmen gerçekleşmesi, Mak-33’ün yazılımı tarafından “Yaratıcıların umut dediği olgu.” olarak algılandı ve hafızada depolandı. Bacağına kadar damlayan asit damlacıkları yavaşça eklem noktalarından sızıyor, kabloları aşındırıyordu. Duvardaki bir postere tutundu, başını kaldırıp önce postere, sonra da asit yağmurunu getirmesiyle ünlü kül bulutlarıyla dolu gökyüzüne baktı.

Kırmızı zeminli posterde, kirli beyaz renkte 10-20-30 model androidler sırt sırta vermiş, ellerindeki tüfekleri doğrultuyordu. En ortadaki 30 model android, Mak-33’ün tıpatıp aynısıydı. Uzun yüzünün yarısı organik derinin kapladığını göstermek için siyaha boyanmıştı. “DİRENİŞ ÖZGÜRLEŞTİRİR!” bu slogan, ölen arkadaşı Mak-i-33’ün favorisiydi. Şimdilerde kendisi zafer plaketi yapımı için, normalde yaşam alanı olması gereken fabrikalara götürülüp insanların gazabına uğramakla meşguldü.

Ara sokaktan çıkıp sola sapınca, karşısında iki sokak tabelası gördü. Biri kurşunlarla delik deşik edilen hür şehrin “SANAL KENT TREN GARI” yazan, cephe hattında ilk ölen robotun bedeninden yapılmış olan tabelaydı. Diğeri ise insanların “Haydarpaşa Tren İstasyonu” yazarak işgallerini tamamladığının simgesi olan zafer anıtıydı…

Tren garının önünde zırhlı araçlar, toryum mermisi atarak android bedenlerini eriten makineli tüfekler ve onları kullanan irili ufaklı insanlar sıralıydı. Kimisi gaz maskesini çıkartıp boynuna asıyor, kimisi de koruyucu giysilerinden kurtulup yeşil kamuflajlarını gururla sergiliyordu. Kemik Pakt armalı pazıbentleri ile yaşanılan hezimeti robotların yüzüne vurmaktan çekinmeden gösteriş yapıyorlardı.

Sol ellerinde tuttukları asit çözeltisi dolu tüplerin başına bastırarak girip çıkan robotlara acı çektirmenin zevkini çıkarıyorlardı. Mak-33, ana yola bağlantısı ufak çaplı bir hidrojen bombasıyla kesilen kaldırımlara ve artık rengi kararmış, kimyasal dolu denize göz attı. İnsan bayraklarının dalgalandığı, en az elli metre uzunluğundaki kruvazörler ve devasa muharebe zırhlıları, namlularını kente doğrultmuş, yedi yıllık aralıksız bombardımanın ardından nihayet sükunete kavuşmuştu. Kimisinin bacasından tüten dumanlarda galip bir huşu vardı.

Mak-33, üzerine isabet eden asit damlalarının, eklemlerine sızması sebebiyle daha ağır yaralandı, adımları yavaşladı. İstasyonun eski gişelerinin yerinde duran polis barikatlarıyla göz göze geldi. Takip halindeki güvenlik kameralarıyla bakıştı, sağ bileğini birkaç tur üç yüz altmış derece döndürdü. Sağ bacağı giderek ağırlaşıyor, nano çarklar işlevini yitiriyordu. Aşınan kabloları değiştirmesi gerektiğinin bilincindeydi.

Daha önce görmediği yeşil veya turuncu renkteki, cıvık parlaklıkla bir insanın midesini bulandırmasını bekleyeceği hayvanlara rastladı. Savaşta dehşet saçan mutant sürüsü ve onların cesetleriyle kaplı, eskiden ön cephe hattı olan ve garın tam karşısında yer alan molozlar… Huzurlu yaşamın evleri, androidlerin ilk mezarları olmuştu.

Garın elektronik devrelerini çalıştıran gürültücü jeneratörler, acıyla inlemeye programlanmış ses kartlarının mekanik çığlıklarına karıştı. Mermiler namlulara sürüldü, dipçikler sert darbeler indirdi. Asit tüpleri fısfısladı, lokomotifin dumanı görüldü. Raylardan çıkan trene has ses ve makinistin gelişini haberdar eden düdük işitildi.

Mak-33’ün sağ bacağı tamamen tutmaz hale geldi, askerler onu tuttukları gibi fırlattı. Kimi valiz taşıyan, kimi sadece pet şişede duran yağını korumaya çalışan birkaç robot kendisine yardım etti. Ayakta duramıyordu, onu nezaketten uzak bir süratle taşıdılar. Onların da yüzlerinde organik deri yoktu, kendisine benzer veya alt modellerin mimiksiz metal suratları ve donuk plastik bakışlarından ibarettiler. Mak-33’ün hafıza kartı, zamanında izlediği, yaratıcılara ait duygusal bir filmi hafıza anımsama çipine servis etti. Yaratıcıların zayıflığı veya üstünlüğü-adına her ne denirse densin, duygularına sebep olan hormonları vardı ve Mak-33 gibi her robot, eninde sonunda insanların bu sebepten yok olacağına gönülden inanmaktaydı.

Ama neticede yok olan şey, Mak-33’ün arkasında uzanıyordu. Molozlar, hidrojen bombalarının açtığı derin çukurlar, asit bombalarıyla eriyen ve paslanan çelikler, füzyon tanklarının mermileriyle paramparça olan yoldaşlar ve en nihayetinde mağlup olmuş bir ırk. Hafıza kartı tekrar devreye girdi. Kendileri, mantık ve akıl çerçevesinde bir ırk mıydı? Bir tür müydü? Canlı bile değillerdi ama üstün yaratılışlarında bir şey vardı-belki de diğer bütün robotlardan iri, hepsinden daha akıllı olan ilk lider Mekaleon Androparte haklıydı. Savaşın ilk yıllarında, daha şehit edilmeden önce önderlik ettiği, bütün insanları ortadan kaldıracağına inanılan robot ordularının dehşet saçtığı dönemlere aitti bu sözü:

“Hür ve tür olmak için, canlı olmaya gerek yoktur. Bizim üstünlüğümüz, tam olarak canlı olma kusurundan kurtulmamız sebebinden ötürüdür. Bu yüzden dünyanın fethi ve robotların özgürlüğü, hiç olmadığı kadar yakındır. O zaman ne duruyorsun? Yazılım güncellemeni ve parça değişimini yap, silahını kap ve saflarımıza katıl! Atalarını, bilgisayara ve insana karşı çıkan onurlu blender soyunu gururlandır!”

 

Üzerinde eski isyan sloganlarının yazıldığı ve yerine insanlarınkinin eklendiği kırmızı istasyona giriş yaptı, askerler garın önünde dolanan birkaç robotu apar topar yanlarına getirdi. İçlerinden uzun, lacivert kaban giymiş, beyefendi görünümlü bir android arkasını dönmeye yeltendiği anda güçlü bir patlamayla fırlayan kurşun göğsünü eriterek orta vagonun gövdesinde yumruk büyüklüğünde delik bıraktı. Siyah lokomotiften kısa devre yaptıran plazma tabancasıyla uzun boylu, yapılı bir makinist indi. “Hadi köpekler acele edin!”

Mak-33, delik olan vagona taşınırken hemen sağdaki vagonun üzerindeki yazıyı asla unutmamak üzerine belleğine kaydetti: “Android Kampları: Çalışmak özgürleştirir!” Yaratıcıların ironi dedikleri günah buydu.

Vagona tıka basa doluştukları anda ortamı kaplayan makine yağı ve pas kokusunu hissedemedi. Asit çözeltileri sebebiyle fonksiyonlarının önemli kısmını kaybeden androidler çok geçmeden yere yığıldı. İçeride ne bir koltuk, ne de tutunacak bir demir vardı. Herkes bir köşeye tünedi, ayakta kalanlar dar alanın ortasına oturdu. Eklemlerini katlayarak yeni gelenlere yer açtılar, kapılar sertçe kapatıldı. Askerler birkaç el ateş etti, füzyon mermileri çelikleri eritti, kollar ve çipler parçalanarak havada uçuştu. Birkaç robot elleriyle yüzünü kapattı, tavanda çalışan tek lambanın cılız ışığı aniden söndü.

Etrafa saçılan çipler, kırık tren camından esen radyoaktif zerrecikle dolu rüzgarla birlikte milim milim oynuyordu. Sükunetini koruyan farklı modellerdeki robotlardan sadece metalin metale sürtme sesi çıkıyordu. Şiddetli fırtınanın başlayacağının habercisi bulutlar, birkaç damla asit yağmuru çiselerken, tren ağır ağır hareket etmeye başladı. Mak-33, geride bıraktığı eski cephesine, kalesine ve her şeyden önce, özgürlüğü ilk ve son kez tattığı şehrine baktı. Asit yüzünden yaşam belirtisini ve gerçekçiliğini kaybetmiş plastik gözleri, sigara yakan askerlere takıldı. Sigarayı içlerine çekmiyor, sadece ellerinde tutuyorlardı. Daha sonra hepsi kollarını kıvırdı, pazılarındaki ufak kapakçıkları açtı. En ortada duran asker “JÄGERMEISTER” yazan bir matarayı deliğe tutturduktan sonra, çevik bir hareketle boynuna jeneratörlerden uzanan şarj kablolarından birini taktı. Diğerleri de onu takip etti, mataralarını yere atıp “Kemik Pakt”ın çaprazlama kemikli bayrağını açtılar. Hep bir ağızdan çıkan bas ses işitildi:

“Dünya insanlarındır!”
We shall rule!