Kayıt Ol

Mars Çıkmazı

Çevrimdışı floriandeckard

  • *
  • 18
  • Rom: 0
  • What can change the nature of a man?
    • Profili Görüntüle
    • Morte Torium
Mars Çıkmazı
« : 22 Kasım 2016, 23:05:11 »
Güneş ışınlarının okşadığı yüzeyinin kızıllığı belirginleşen Mars’ın, tozlu topraklarından kilometrelerce yukarıya uzanan yapay atmosferi delip geçen nakliye filosu, radyoaktif yakıtın kapkara dumanını salarak Marskent’e doğru süzülüyordu.

Filoya eskortluk eden Firkateyn, yüzeyden göz açıp kapayıncaya kadar fırlayan uzun ince kanatlı sarımtırak jetlerce çevrelendi. Bütün mekikler itici motorlarını kapattı, manyetik kalkanlar devre dışı bırakıldı. Titanyum alaşımlı çelik tabaka zırhlar yavaşça katlanarak dört bir yana çekildi. Savunmasız kalan gövdeleriyle iniş modüllerini devreye sokan mekikler, etraflarında sesi aşan hızlarıyla mekanik daireler çizen jetlerin arasında, ateş çemberinin içinden atlayan devasa çelik, sirk hayvanlarını andıran görüntüsüyle Kent hangarlarına doğru alçalmaya başladı.

Çorak Mars topraklarından yükselen beton gözetleme kulelerinin oluşturduğu altıgen formasyonun tam ortasında, yüzlerce metre uzunluğundaki duvarların arasında kalan şehrin göbeğinden gökyüzünün bulanıklığına kadar tırmanan hava trafik kontrol kulesinin alıcıları, yaklaşmakta olan filodan aldığı sinyalleri ilgili birimin plastik camla çevrili, bütün şehri ayaklarının altına alan Teğmen’in daracık ofisine iletti.

Kırmızı noktalı göstergeleri yanıp sönen radar ekranları, parlak ışıklı tuşlarla kaplı paneller, talimat ve yönerge içeren tablet bilgisayarlarla dolu yığının ortasında kendisini belli etmeye çalışan geniş monitörde, gemilerin cinsi, yükü, kaptanların ve mürettebatın kimlik bilgileri aşağı doğru akarak belirdi.

Döner sandalyesinde, isle kaplı zemindeki kül yığınına bir başka izmarit daha ekleyen Teğmen, gergince kasılan omuzlarını düşürdü. Vitamin haplarını sıkarak parçaladı, yapış yapış türlü sıvının sol elinde yarattığı histe tedirgin edici bir huşu sezdi.

Daha fazla tahammül edemediği, tarifi imkansız, tüyler ürpertici düşüncelerle dolu kafasını monitöre çevirmeden, masadaki iri mavi anahtarı çevirip onay düğmesine yumruğunu diklemesine geçirdi. Önceleri saygı duyduğu, vücuduna tam oturan mavi üniformasının düğmelerini yapışkan zerreciklere bulanmış eliyle açtı. Hatalı onurunu kirlettiği hissine kapıldı.
Onay düğmesinin yanında yer alan vanayı saat yönünde çevirdi. Yüzey ekibinden gelebilecek her türlü mesajdan uzaklaşmak isteğiyle sabit telsizin frekansını cızırtı senfonisine ayarladı.

Masasında duran aynayı hiddetle yere fırlattı, sağ eli belindeki silah kılıfıyla kucaklaştı. Parmakları, tabancanın kabzasıyla fingirdeşerek namluyu ağır ağır şakaklarıyla öpüştürdü. Çelik ve et birbirine kenetlendi. Durmaksızın öten paneller, makine gıcırtıları, alarm ve uyarı kaosunun arasında duyduğu son ses, işaret parmağıyla tetiğin düğünü oldu.

Sigara ve çaydan ibaret besleyici öğle yemeğini bitiren Komiser Okan, beyaz gömleğine saçılan külleri elinin tersiyle iterek kontrol kulesinin elips tepe katında yer alan hızlandırılmış asansöre adımını attı. En alt katı tuşlamasının üzerinden üç saniye kadar geçtikten sonra kapı kapandı. Yer çekimi arttırıcı devreye girdi ve asansör içindeki insanın ayağını yerden kesmeyen soylu bir nezaketle jet hızında varış noktasına ulaştı. Komiser sakince bekledi, zarar görmeyen kulak zarları için basınç dengeleyiciye teşekkür ettikten sonra dışarı çıkıp yüksek koridorlarda sallanarak yürümeye başladı.

Sadece içeriden bakılınca görülebilen dijital yazılarla donatılmış cam panelleri ve mavi üniformalarıyla sağa sola koşuşturan memnuniyetsiz kontrol kulesi personelini arkasında bıraktı. Yağlı eldivenleri ve alet takımlarıyla cihaz bakımlarını yapan teknisyenlerin selamlarına karşılık verdi, betondan kalkan tozlarla ciğerini doldurdu. Yönünü, açık hava pistinde, yanındaki bölükle dimdik dikilmiş kendisini bekleyen Mars Kızılı kamuflajlı Yüzbaşı dostuna doğru çevirdi.

Vakumlu metalik çift kapıdan çıktı, arkasında kalan devasa yapıya bakma zahmeti bile göstermeden adımlarını hızlandırdı. Kendisi hariç tamamı çelik savaş maskesi ve yansıtıcı tabaka zırh kuşanmış askerler arasında sinirle volta atan Yüzbaşı’nın omzunu dürttü: “Basit bir intihar vakası abartmaya gerek yokmuş. Gemiler ne alemde?”
Yaşının tam zıttı doğrultuda seyreden sola taranmış bembeyaz saçlarının gölgesinde yüzü kaskatı kesilen Yüzbaşının kalın siyah kaşları çatıktı. İfadesiz duruşuna derin anlamlar katan kahverengi gözleri irileşti. Değişik tür ve ebatlardaki mekiklerin iniş yaptığı, nakliye tırları ve muhafız zırhlılarının turladığı pisti işaret ederek sükunetini bozdu: “Ailesinin bile ‘zaten sorunluydu’ dediği, intihar eden bir kerizin çevirdiği vanaya uyarak az kalsın taramasız inişe izin vereceklerdi. Bütün hangar personelini vurmak lazım Okan. Vasıfsız pezevenkler!”

Komiser sırıttı, arkadaşının öfke reaksiyonlarını her zaman hayranlıkla izlemişti. Şimdi uzun oval yüzünde sivrileşmiş bir günlük sakallarıyla volta atıyor, sağa sola küfürler savuruyordu. Aynı anda gökyüzüne baktılar, havada bir tur daha atmaya zorlanmış beş parçalık nakliye filosu yavaşça alçalıyordu. Sarımtrak jetler ince arka kanatlarını yan yatırıp dikey iniş pozisyonuna geçtiler.

Mekikler, iticiler yardımıyla birkaç kez ejderha misali ateş püskürterek havada sıçradıktan sonra iple sallandırılan kuklalar misali süzülmeye başladılar. Bütün motor ve seyir ekipmanları ters-yüz oldu. Düz tabandan çıkan kalın çelik direkler çaprazlama formasyona geçti ve en önde firkateyn olmak üzere beş gemi de aynı anda Yüzbaşı’nın önünde sıralandı.Gemi tabanlarının yerden iki metre yukarıda durmasına elveren bu yükseltilerde titreyen mekiklerin hava kilitleri vakum patırtısıyla açıldı. Ani bir fırlayışla beton zemine çarpan çelik kargo kapaklarının çınlaması yankılandı.

Çeliğin çarpma sesini izleyen çaresiz postalların tınısını, Yüzbaşı’nın megafondan gelen sert ve kararlı sesi mızrak başı gibi deldi: “Ellerinizi kaldırın ve sakince aşağı inin. Ani hareket yapan uyarı olmaksızın infaz edilecektir.”

Gri tulumlu mürettebatlar ve kırmızı işlemelerinin üstüne sarı rozetler iliştirilmiş tecrübe akan yüzleriyle kaptanlar ağır adımlarla piste indi. Onları, köprüyü döven postallarıyla yeşil üniformalı Dünya Uzay Piyadeleri Muhafızları izledi. Kısaca Dünya Muhafızları olarak adlandırılan bu askerlerin kaba tavırlarına karşı aldığı rövanş, Yüzbaşı’nın içten içe gülümsemesine sebep oldu.
Ellerini enselerinde birleştirmiş gemi personelleri, bölükteki birkaç askerin talimatıyla yüzüstü yere uzandı. Makineli tüfeklerin namluları, yerde yatan şüphelilerin burunlarının dibinde gezindi. Kan soluyan silahların ağızlarına sürülen mermiler, kaptanların nefeslerini tutmasına sebep oldu. Gergin bekleyişin sürdüğü pistte, askerlerinin arasında füzyon fişekleriyle bezeli palaskasını tutan Yüzbaşı göbeğini içine çekip adamlarına gürledi: “Bu ay yapılan onlarca ihlalden biri. Sonunda içeriye atom bombası sokup bizi yok ederlerse şaşırmam. En temizi Vali’yi devirip yönetime el koymak.” Erlerin kahkahası makine ve elektronik cihaz gürültüsü içinde eridi, kolunda çavuş olduğunu belli eden rütbeleriyle geniş omuzlu bir asker Yüzbaşı’ya seslendi: “Komutanım, arkanızdayız. Şimdi emredin bütün devlet binalarını basalım.” Yüzbaşı elini askerinin omzuna attı: “Sonra da bağımsızlık ilan eder ve sakince açma yerken füzeleri ateşleriz.”

Onbaşıların formasyona sokmaya başladığı mangaların gülüşü Yüzbaşı’nın moralini yükseltti. Aylar sonra Dünya askerlerini aşağılama fırsatı bulmuştu-eski ordusu olsa da keyfi yerindeydi.

Her geminin girişine birer manga yerleşti, en önde tutulan kalkanlar ve arkasından fırlayan namlularla orta çağın koç başlarını andıran askerler, kale gediklerinden hücum eden akıncılar misali mekiklerin içine daldı. Füzyon fişeklerini yüklediği yarı otomatik karabinasını havaya kaldıran Yüzbaşı, Komiser’i yanına çağırdı: “Okan gel bi’ de biz göz atalım. Allah bilir bomba robot virüs neler neler vardır içeride.” Okan sırıtarak onayladı: “Onu bunu bırak, Piyadeler mi kazanır Mars Kartalları mı?”
Firkateynin kargo kapağından çıkan Yüzbaşı, başını geriye çevirip cevapladı: “Bu maçta şike dönecek, berabere biter.” Yerçekimsiz futbol bahisleriyle kafayı bozmuş Komiser arkadaşı için içten içe üzüldü ama yapabileceği hiçbir şey yoktu. Kendisi de aynı batağın esiri olmuştu.

Beyaz boruların dolandığı ve kabloların iç içe geçtiği geniş duvarların arasından “Cephanelik” yazan neon ışıklı dijital tabelanın gösterdiği yönde ilerlediler. Komiser heyecanla sordu: “Meltemle ne oldu?” Sert bir küfürle karşılaşınca afalladı: “O orospudan bahsetme, gerçekten sinirimi bozdu Okan. On bin nüfusu olmayan yerde neyi beğenmiyor gram anlamadım.” Okan gülerek elini arkadaşının omzuna koydu: “Sana kız mı yok derdim ama burada yok kanka.”

Yaşam desteklerini, Güneş Sistemi’ndeki pozisyonlarını ve geminin statüsünü gösteren saydam panellerin arasından sıyrılıp çift kapıdan geçerek cephaneliğe adım attılar. Kargo bölümünü sona bırakmak isteyen Yüzbaşı, üç metre yükseklikteki tavana kadar uzanan duvara yaslı mühimmat sandıklarını süzdü. Raflar, atmosfersiz ortamda ateş etmeye imkan tanıyan oksijen aparatları ve hedefine kitlenebilen akıllı nişangahlarla doluydu. Kilidi açık çelik dolapları kontrol etti, uzun namlulu taarruz tüfeklerini takdir eden yüz ifadesiyle inceledi.

Sessizliğe dayanamayan Komiser alaycı bir ses tonuyla: “Ciddi ciddi darbe yapmayı düşünüyor musun?” dedi. Yüzbaşı başıyla onayladı ve ekledi: “Dünya’ya savaş açmak istiyorum. Benim burada ne işim var Allah aşkına? Hayatımın en leş dönemi. Öyle ortada kalıp bomboş ve yalnız takıldığım İstanbul sokaklarındaki halimden daha kötü durumdayım. Teğmen’i takdir ettim valla helal olsun.”

Muhabbetin arasında odayı süzen Komiser’in gözüne takılan, diğer metalik sandıkların aksine mavi çarpıyla işaretlenmiş olanı göstererek arkadaşını dürttü: “Kanka bunda niye çarpı var?” Yüzbaşı dudak büktü: “İşaretlendiğine göre azınlık olabilir.” İkisi de aynı anda gülerek duvarda en tepede duran mavi çarpılı sandığa yaklaştı. Beyaz floresanın titrek ışığı altında kollarını uzattılar, fazlasıyla ağır olan kutu yere düştü. Yüzbaşı bunun kurşun olabileceğini düşünerek kilit kombinasyonlarını inceledi ama merakı galip geldi: matematiksel denklemlerle dolu dijital kilitlere karabinasıyla ateş etti. Füzyon mermileri çarptığı yeri eriterek minik mantar bulutçukları çıkarttı. Komiser’in “Oha lan! Yavaş oğlum!” tepkisine aldırış etmeden postalıyla kapağı ittirdi. Birkaç başarısız denemenin ardından pes eden Yüzbaşı, eğilme zahmetine girerek mücadeleden zaferle ayrılmayı başardı.

Yüzbaşı “Aga bu nasıl bir alet acaba? İnşallah keriz parası kazanırız.” Okan, kaşlarını çatarak üzerinde üç anten olan siyah dikdörtgen kutuya baktı. “Kuantum-san A.Ş.” damgası taşıyan ve göründüğünden ağır olan garip aygıtın üstünde radyo frekans ayarı göstergesi, iki tane çevirmeli düğme ve mavi kare bir tuş vardı. Arka yüzeyinde USB girişi ve tanımlayamadığı çiplerin takılmasına izin veren boşluklar yer alıyordu. Komiser dayanamadı: “İndirdiğin gemilerden kaçak mal mı satıyorsun?” Yüzbaşı tek dizinin üstüne çömelmiş vaziyette kollarını iki yana açtı: “Ne yapayım kardeşim? Ne istiyorsunuz benden? Para da mı kazanmayalım?” Okan onaylamadığını belli ederek uzun uzun nefes vererek gözlerini kıstı: “Aldığın otuz bin liralık maaş neyine yetmiyor tatminsiz piç?” Yüzbaşı omuzlarını gerdi: “Dünyaya dönünce kendime android filosu kuracağım koçum.”

Okan, arkadaşını ikna edemeyeceğinin bilinciyle çömeldi. Şimdi garip cihazla baş başaydılar, kendilerini izleyen kimse yoktu. Eğer Kuantum-san A.Ş. üretimi bir teknolojiyse, on milyarı aşkın fiyat biçen yüzlerce alıcıyı saniyeler içinde bulabilirlerdi. Plan aklına yattı ama kafasını kurcalayan daha önemli bir konuya odaklandı: Bu neydi?

Yüzbaşı muzip bakışlarını Okan’a çevirdi, benekli yeşil gözler karşılık verdi. İki eski dostun muzip bakışlarında yatan şifreli mesajlar, beyinlerinde saliseler içinde çözüldü ve sözcükler ağızlarından aynı anda döküldü: “Deneyelim.” Birbirlerini aynı anda başlarıyla onayladılar, kafalar tekrar aygıta döndü. Yüzbaşı göstergenin altındaki düğmeleri rastgele sağa sola çevirdi, Komiser dikkatlice incelerken sigara paketine uzandı. “Burada içme bari öküz herif.” Komiser’in sesi sanki küfür yemiş gibi öfkeliydi. Zippo çakmağını yakan Yüzbaşı kaşlarını kaldırdı: “Ölene kadar içeceğim.”
Hücrelerini zifirle doldurduktan sonra Yüzbaşı halka şeklinde duman üflemeyi denedi, başarısız olunca sinirle mavi butona bastı.

Yüzbaşı izmaritini yere atıp sertçe vurarak söndürdü. Postalının tabanına yapışan sigarayı ayağını sallayarak fırlatmayı denedi lakin beceremedi. Çaresizce ayağını piste sürterken Komiser arkadaşı sordu: “Meltemle ne durumdasın?” Dört askerinin sendeleyerek omuzladığı mavi çarpılı sandığa bakan Yüzbaşı melankoli yüklü ses tellerini çınlattı: “Maalesef oturup kahve bile içmedi.” Yüzü asılan Okan, arkadaşının omzuna dostça vurdu: “On bin nüfusu olmayan Marskent’te senden daha iyi kimi bulmuş kanka?” Yüzbaşı kollarını iki yana açıp cevaplarken, askerleri de sandığı önüne bıraktı: “İnan hiçbir fikrim yok. Kadınları anlayamıyorum. Daha doğrusu anladığım için beceremiyorum. Veya fikrim yok.”

Komiser başını aşağı yukarı sallayarak birkaç adım attı, metal kapağın sürgülerini çekti: “Şuna bak, kilidi açık bırakmışlar.” Yüzbaşı palaskasını çekiştirerek belini aşağı doğru büktü: “Koca sandıktaki kutuya bak. Yer israfı resmen.” Komiser gözlerini irileştirip üç antenli aygıtı eline aldı: “Oğlum Kuantum-san malı. Şuna bak radyo gibi fre…” Yüzbaşı sözünü kesip heyecanla parmağını salladı: “Bunu satsak zengin oluruz.” Komiser ağırlığına şaşırdığı ufak cihazı biraz sarstı, arkadaşını onaylamadığını belli eden somurtkan yüz ifadesini takındı. Dört haneli sayılar ve xyz değerlerinin yanı sıra asla anlayamadığı matematiksel formüllerin yazılı olduğu beyaz şeritli göstergeyi inceledi, hemen altındaki ince uzun düğmeleri sağa sola çevirip sayılarla oynadı.

Birbirlerine muzipçe bakıp sırıttılar, iki dost da mesajı almıştı. Yüzbaşı mavi butona bastı.

Zırhlı aracın içinde minik kutuyla oturan Yüzbaşı, yanındaki Başçavuşa döndü: “Sağda solda yönetime el koyacağımızdan bahsetme.” Makineli tüfeğini ve kuantum fişekliğini dizlerinin arasına sıkıştırmış olan Çavuş başını yavaşça aşağı salladı. On kişilik araçta iki büklüm ayakta beklemek zorunda kalan Komiser, Marskent dışındaki betonarme askeri üslerden birine harekat halindeki zırhlıda sakatlanacağına artık emindi. Sürekli sarsılan ve kızıl taşlara takılan kalın lastiklerin darbe almışçasına sarstığı araçta ölüm-kalım mücadelesi veriyordu. Ama merak galip gelmişti.
Yüzbaşı haftalardır muhafaza ettiği ifadesiz yüzünü bozarak neşeli ses tonunu takındı: “Kanka, Piyadeler maçında şike olacak. Beraberliğe bütün paramı basacağım. İflas edersem bir ay yemekler senden.” Komiser titrek sesiyle karşılık verdi: “A-ayıpsın.”

Elindeki üç antenli kutuyu sarsan Yüzbaşı hala sırıtıyordu: “Bu bilimsel bir merak. Şu sayılara bak.” Komiser sonunda doğrulmayı başardı, düzlüğe çıktığını umut ettiği zırhlıda siyah dağınık saçlarını kaşırken muzip bir ifade takındı. Yüzbaşı da karşılık verirken araç şiddetle sıçradı, Komiser sonunda savaşın kaybeden tarafı olarak yere düştü. Yüzbaşı elinden seken cihazı tek hamlede yakaladı, az kalsın kıracağı antenleri defalarca kontrol etti. Sağlam olduğuna emin olduktan sonra mavi butona bastı.

Beş parçalık nakliye filosu, güneş ışınlarının okşadığı yüzeyinin kızıllığı belirginleşen Mars’ın tozlu topraklarından kilometrelerce yukarıda uzanan yapay atmosferini alevler saçarak deldi. Kendilerine yaklaşan jetleri fark edince yavaşlayıp iletişim cihazlarını çalıştırdılar. Kontrol kulesinde, giriş bilgilerinin aşağı akarak geçtiği bilgisayar monitörünün başında oturan Teğmen, tabancasını şakaklarına dayadı. Elektronik kargaşanın arasında duyduğu son ses, işaret parmağının okşadığı tetiğin inlemesi oldu.

Yüzbaşı mavi butona bastı.
We shall rule!