Bana kapalı kapılarına koçbaşı ile dayandım. Aklımda William Ernest Henley’in, Dylan Thomas’ın ve T.S. Eliot’ın şiirleri ile birlikte.
Hüzünlü tepede, orada,* konuşlanmıştım. Soruyordum kendime:
‘’Cesaretim var mı, cesaretim var mı?’’** diye ve
‘’fethedilemez ruhum’’*** için şükrediyordum göktekine. Evvelden planlandığı gibi senin surlarını aşacak ve gönlüne akın edecektim. Ancak bir hikâye anlatayım ki, sen, yenilginin garabetini tatmadan önce, dilinde bir şeker tadı bıraksın.
Her nasılsa, benim de alpha sayılabileceğim bir dönem olmuştu tarihte. Geçen seneden bahsediyorum. O çok özlediğim bir yıl öncesinden… Düşünüyorum da, o vakitler amma deli yürek adammışım. Öyleymişim, zira geçmişin
tozpembe karabasanları bir an bile yakamı bırakmıyorken maziyi zihnimde tekrar ve tekrar sahneliyorum:
Ocağın yedisinde ilk sigara paketimi almıştım. On ocak sabahı, o sıralar âşık olduğum hanım, David Bowie’nin ölüm haberini vermişti bana. Ben de bu haberi David B. hayranı bir dostuma iletmiştim. Beş sigara içmiştim art arda. Velvet Goldmine çalıyordu. Defalarca baştan açmıştım şarkıyı. Tütünün ne menem bir zehir olduğunu bilmiyor muydum sanıyorsunuz? Unutmayın, ‘’Hayattaki her şey zehirdir, mühim olan dozudur.’’
(Paracelsus’un bu sözü üzerine bir yazı yazmak istiyordum nicedir. Ortaokulda bize verilen konu hakkında yazdığımız o not kaygılı didaktik denemeleri kastetmiyorum. Kısmet bugüneymiş, nasip bu yazıya imiş.) İstanbul’a tek başıma ilk kez seyahat ettiğim günü anımsıyorum ve o günün detaylarını da.
Sabah kalktığımda günlük planım taslak şeklinde kafamda hazırdı. Duşa girdim, çıktım, kurulandım, giyindim ve dün geceden hazır ettiğim el çantasını kaparak yeni bir pantolon almak için çarşıya indim. Alışverişim tamamlamamın ardından bir seyahat şirketinin kent meydanındaki şubesine uğrayarak İstanbul’a gitmek üzere bilet satın aldım. Beni terminale götürecek servise bindim. Öğleden önce otobüsteydim. Bir buçuk saat süreceği söylenen yolculuğumuz, İstanbul’a giriş trafiği yüzünden iki buçuk saate sarkmıştı. Nihayetinde Harem Otogarı’na inebildim; oradan Kadıköy’e geçtim. Haydarpaşa Garı’na şöyle bir bakıp sigaramı yaktıktan sonra bir müddet Beşiktaş-Adalar İskelesi civarında dolaştım. Özgürlüğümün tadını çıkarıyordum. Sosyal medyadan tanıştığım bir dostumla buluştum. Bir şeyler içtik, Kadıköy’ün sokaklarında gezdik, bir alt-kültür mağazasını ziyaret ettik ve birlikte yemek yedik. Ayrılma vakti gelip çatmıştı. Metrobüse beraber bindik ve bir saat kırk beş dakikalık yolculuğu ayakta atlattım. Daha önce hiç yüz yüze görüşmediğim ancak uzun süredir yazıştığım bir başka dostumun evinde geçirdim o geceyi. Aynı sofrayı paylaştık ve ekmek-tuz-su hakkına dahil olduk. Beethoven’ın 9. Senfoni’sini dinlerken açık pencereden yıldızları seyretmekteydik. Susuyorduk. Neden sonra birbirimize âşık olduğumuz kadınları anlatıp dertleştik. Ertesi gün İstiklal Caddesi’ndeki bir bara girdim, dostlar cemine katıldım. Akşam ise tekrar otogara döndüm. Tuvaletten çıkarken yerde bir cüzdan bulmuştum; lâkin otobüsün hareket saati geldiğinden ve yolcular için anons yapılıyor olduğundan dolayı kayıp cüzdanı sahibine bizzat elden teslim edememiş; oradaki görevlilere bırakmıştım. Geri dönüş boyunca uyumuşum. Eskişehir’e yolum iki sefer düştü, anlatayım:
İlkinde yine yalnız başıma seyahat etmiş, birbirinden dolu – dostlarla sıcak muhabbetlerin edildiği üç gün geçirmiştim. Hayatımda ilk kez LARP (Live-Action-Role-Play) yapmıştım. Oldukça eğlenceli saatlerdi… İkincisinde ise üniversitemizin FRP Kulübü ile tekrar LARP yapmak için günübirlik bir yolculuğa çıkmıştım. Cosplay ortamında ünlü olan bir kıza, onu hiç tanımadan, kur yapmış ve eh, başarılı da olmuştum, öyle düşünüyorum. Oyun bittiğinde ise bir barda toplanmıştık. Beni hiç tanımayan bir adam yanıma ilişmiş, ‘’Bir şeyin mi var?’’ diye sormuştu. Yorgunum sadece, cevabını vermiştim. Aklımın dehlizlerinde kaç tilkinin kaç kazı yuttuğunu hangi şeytan bilebilirdi ki?
___
*’’(…)
Ve sen, benim babam, hüzünlü tepede, orada
Yalvarırım, lanetle ve kutsa beni şimdi acımasız gözyaşlarınla.
Ama gitme o güzel gece kibarlıkla.
Öfkelen, öfkelen ışığın ölümünün karşısında. ‘’ / Dylan Thomas - Gitme O Güzel Geceye Kibarlıkla
** ‘’Ve gerçekten zamanı gelir
Sorarsın, ‘Cesaretim var mı?’, ‘Cesaretim var mı?’
(…)
Cesaretim var mı
Tedirgin etmeye evreni?
Bir dakika da yeterli zaman var.
Kararlarla caymalar için ki bir dakika değiştirir hepsini.’’ / T.S. Eliot – Alfred Prufrock’ın Aşk Şarkısı
*** ‘’Hangi tanrıya olursa olsun, şükran duyuyorum
Bu fethedilemez ruhum için.’’ / William Ernest Henley – Invictus
(DEVAM EDECEKTİR.)
