Kayıt Ol

İstifçi

Çevrimdışı sinan.ozgenc

  • *
  • 29
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
İstifçi
« : 08 Aralık 2017, 11:59:00 »
“Bu kadar da olmaz artık!”

Henüz iki hafta olmuştu taşınalı ama kendisi hariç komşulardan hiçbirisi, rahatsız olmuşa benzemiyordu. Yoksa birileri bir şeyler yapar, en azından belediyeye filan şikayet ederlerdi. Artık alıştıklarından mıdır yoksa umursamadıklarından mı kimsenin bir şey yaptığı yoktu. Yeni evine taşınalı daha bir hafta olmuştu. Ama tadını çıkarabildiği söylenemezdi pek. Bu berbat koku yüzünden. Hadi o yeni taşınmıştı, diğerlerine; hepsi de burada kendisinden daha eski olan komşularına ne demeliydi peki? Ne biçim insanlardı bunlar? Bunu gerçekten merak ediyordu, mecazen değil, kelimenin gerçek anlamıyla yani… Çünkü evinin görüş alanı içinde hane ev olmasına rağmen sakinlerinden daha biri bile hoşgeldine gelmemişti. Ara sıra evinin önündeki ana yoldan veya çevreye dağılmış bağların arasındaki toprak yollardan tek tük bazı ihtiyarların geçip gittiğini görebiliyor olmasa, tamamen terk edilmiş bir bölgeye yerleştiğini sanacaktı. Bu tabii ki sevdiği ve istediği bir şeydi. İstanbul’un bütün o karmaşa, gürültü ve kirliliğinden uzak ama yine de İstanbul’a böylesi yakın bir cennet…

İnsan böyledir işte. En dayanılmaz koşullara bile zamanla alışır, bir kere alışmayagörsün; bir daha o sorun neyse artık onu fark etmezdi bile. Konu ister ölüm olsun ister şimdi burada olduğu gibi bütün mahalleyi kaplayan iğrenç bir koku. Kimsenin umrunda değil gibiydi. Alışmış olmalıydılar. Bu yüzden farkında bile değillerdi. Çünkü hepsi de en az otuz-kırk yıldır bu mahallede oturan çoğunlukla ihtiyar insanlardı. Yaşlı insanları sevmezdi pek. Her ne kadar kaçınılmaz şekilde bir gün kendisi de onlardan biri haline gelecek olsa da. Tabii şansı yaver gider de o kadar yaşlanmadan ölürse o başka tabii. İhtiyarlar, genellike tek bir şeyi çok iyi yaparlardı hayatta; kabullenmek. Buna karşılıksa sadece tek bir şeyi kabullenmeyi beceremezlerdi; yakın çevrelerinde bulunma talihsizliği yaşayan gençlerin heyecanı… Önceki ikametgahından atılma sebebi de tam olarak buydu. Ya da kızgındı hala, o yüzden konuyu bu şekilde görme eğilimindeydi. Günebakan Apartımanı… Zaten bir apartmanın kapısında “apartıman" yazısı varsa, orası en az elli yıllık demekti. Sakinleri de öyle. Eve çok fazla kadın alıyormuş… Geceleri çok ses oluyormuş… (Sevişme seslerini kast ediyorlardı muhtemelen. Evine getirdiği kadınlarla salon futbolu oynadığını hatırlamıyordu çünkü hiç. )“Apartıman” sakinlerinin, aralarında imza toplayıp, oldukça uygun şartlarda kiracı olarak yaşadığı, güzide dairesinden kendisini attırmalarının sebebi bunlardı. Daha otuzlarının başında, genç, yakışıklı sayılabilecek, bekar bir adamdı. Ne olacaktı ya?! Akşamları, yorganın altında otuzbir çekip sessizce uykuya mı dalacaktı! Evet. İhtiyarların neredeyse sonsuz olan o her şeyi kabullenebilme yetenekleri burada işlemiyordu. Adına ister ahlak desinler ister düzenin bozulması, kabullenemedikleri tek şey; artık kendilerinden uzak olan o gençlik yıllarının enerjisi ve heyecanıydı. Onun  dışında bokun  içinde bile yıllarca hiç şikayet etmeden, sükut ve huzur içinde yaşayabilirlerdi.

Beykoz, Zerzevatçı köyü yakınlarında, yan yana; çoğunlukla bahçeli, tek katlı evlerden oluşan, küçük bir sokakçıktı burası. Saymamıştı ama sokakta bulunan evlerin sayısı onu geçmiyordu muhtemelen. Taş çatlasa sekiz… Aralarda bir iki tane de çok katlı binaya da rastlanıyordu. Buradaki evler çoğunlukla köhne, en yenisi elli altmış senelik gibi görünen ama ilerlemiş yaşlarına rağmen pek de bakımsız sayılamayacak yapılardı. Ormanla kaplı iki tepe arasında genişçe bir düzlük üzerinde yine yeşillikler içinde yer alan, serin ve sakin bir muhitti. Kendi evinin bulunduğu bu küçük sokakçık hariç yerleşim genellikle dağınık ve sistemsizdi. Evler en fazla onun evinin de bulunduğu Haydar Efendi Sokak’ta birbirine bu kadar yaklaşıyor, onun dışında tepelere doğru giderek dağınıklaşarak seyreliyordu. Birçoğu özellikle dikkat edilerek bakılmazsa çevrelerindeki asırlık ağaçlar arasına iyice gizlenmiş olduğundan dolayı, ilk bakışta fark edilemiyordu bile. Sokaktaki karşılıklı evleriyse genişçe bir kır yolu birbirinden ayırıyor, yolla; yola en yakın ev arasında bile yolun en az iki katı genişliğinde çimenlik boş alanlar yer alıyordu. Yoldan en sık yirmi-yirmi beş dakika arayla nadiren araç geçiyordu. Söz konusu geçişler aynı zamanda sokak ve çevresinde göze çarpan yegane hayat belirtisiydi. Bu hoşuna gitmişti. İstanbul’a bağlı herhangi bir yerleşim biriminde sessizlik ve tenhalık… Hayal etmesi bile zordu doğrusu. Öğrenebildiği kadarıyla Zerzevatçı köyü, adını, bölgede 1920’li yıllara değin zerzevat yetiştiren bir aileden almıştı. O yıllarda sebze yetiştiriciliğiyle meşhur olan bölgeye daha sonraları, “Büyük Mübadele” yıllarında Balkan göçmenleri yerleştirilmiş. 1950’li yıllara doğru ise buralarda iskan edilen göçmenler, kendilerine hibe edilen toprakları, çoğunluğu Karadeniz bölgesinden gelen göçmenlere satmışlar. 90’lı yılların başında Mahmut Şevket Paşa Mahallesinden ayrılıp köy olmuş. Artık İstanbul’un neredeyse içinde kalmasına rağmen doğasını ve seyrek nüfusunu korumayı başarması, ona şaşırtıcı olduğu kadar çekici de gelmişti. Bölge halkıysa hala zerzevat işiyle meşgul olduğundan evler arasındaki geniş mesafeler çoğunlukla ekiliydi.

Tabi o esnada kokuyu fark etmiş değildi henüz. Rüzgar yüzünden olsa gerekti. Yoksa bedavadan konulan yeni evin sevencinden miydi?.. O gün rüzgarlıydı ve hava, muhtemelen koku kaynağının aksi istikamette esiyordu. Hayatında daha önce bu kadar ağır bir koku duyduğunu hatırlıyor değildi. Çöpten ziyade küf yahut çürüme gibi ama aslında tam olarak ikisi de olmayan, tanımlaması güç ama yeterince rahatsız edici bir kokuydu. İlk olarak yeni mahallesine taşındıktan iki gün sonra hissetiği bu berbat kokuyu, yakınlardan bir çöp arabasının geçiyor olabilmesi ihtimaline bağladığı için üzerinde durmamıştı. Bir müddet sonra geçerdi elbet. Bir müddet geçti, koku geçmedi. Oysa bildiği kadarıyla yakınlarda çöplük de yoktu.

Eve taşınalı… Bir hafta kadar olmuştu. Bundan kısa bir süre önce ölen dayısından miras kalmıştı. Dayısı, bilebildiği kadarıyla onun hayattaki son akrabasıydı. Bununla beraber sık görüştükleri söylenemezdi. En son liseye başladığında görmüştü onu galiba. Şimdi otuz yaşında olduğuna göre düşündüğünden de uzun süre geçmişti üzerinden demek ki… Neyse neydi!? Pek önemsediği söylenemezdi çünkü pek önemsediği yoktu. İhtiyacı yoktu ki. Veya yokluğunu hissettirecek bir sebep. Hayattayken pek bir yardımını ya da faydasını gördüğünü anımsayamadı. Ancak ölümünün zamanlamasının mükemmel olduğunu söyleyebilirdi. Planlansa bu kadar olmazdı. Günebakan Apartımanı’ndan, komşuların topladığı imzalara istinaden bir hafta içerisinde çıkarılacağının kendisine resmi olarak tebliğ edilmesinin sadece iki gün ardından dayısının ölüm haberini almıştı. Ve tabii ki başka akrabası olmadığı için kendisine kalan bu tek katlı bahçeli evin haberini. Haa! Bir de banka hesabındaki cüz’i miktardaki paranın. Resmi miras işlemlerinin tamamlanmasının ardından vakit geçirmeden evde küçük çaplı bir tadilat yaptırmış, dayısından kalan köhne eşyaların çoğunu da çöpe atmıştı. İçlerinde az çok kulanışlı olanlar vardı tabi. Garajda tozlanmakta olan çim biçme makinesi gibi. Dayısının banka hesabından kendisine intikal eden nakdi ise peşinat olarak ödedikten sonra, artık kira gideri de olmadığı için hemen kendine orta halli bir araba da almıştı. Her kendine saygısı olan İstanbullu gibi. Sonuçta İstanbul’da toplu taşıma demek toplu tecavüz demekti. Zerzevatçı, şehir merkezine biraz uzaktı ama yeni arabasıyla işe gidip gelmesi sorun olmayacaktı. Benzin için harcayacağı miktar hesaba katıldığında dahi.

Yani alınabilecek en uğurlu ölüm haberlerinden birini almıştı. Bundan sonra da her şey giderek artan bir tutarlılıkla daha da iyi olacak gibi görünüyordu. Bir de şu iç burkan koku olmasaydı...

(Devamı gelecek)

Çevrimdışı sinan.ozgenc

  • *
  • 29
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
İstifçi -2-
« Yanıtla #1 : 09 Aralık 2017, 11:20:51 »
Eve taşındığı ilk günlerde bedavaya konmanın neşesinden olsa gerek üzerinde durmamıştı pek. Hem zaten yapılacak bir sürü iş olurdu ev taşımaların ilk günlerinde. Kafasını ve bedenini bunlar meşgul ettiği için kokuyu o kadar da önemseyememişti başlarda. Ama işler bitip, bir pazar günü yeni evindeki ilk filtre kahve & sigara deneyimini açık havada yaşamak için gerekli girişimleri başlatınca -ki bu eline kahvesini alıp bahçeye çıkmaktan ibaretti- yaşamıştı ilk hayal kırıklığını. Koku o kadar yoğundu ki “Sıçarım böyle keyfin içine” diyerek evin içine geri kaçmak zorunda kalmıştı.

Başlarda ne yapacağını bilememiş, komşularının kapılarını çalıp, nazik bir şekilde onların da kokuyu alıp almadıklarını, kokunun nereden ve neden kaynaklanıyor olabileceğini soracak olmuş ama ilk birkaç evde, kimseyi bulamamıştı. Neyse ki mahalle tamamen terk edilmiş değildi. Yolda soru sorabileceği komşu ararken iki ucuna içleri boş zerzevat sepetleri asılı, kalınca bir değneği omzuna almış, ağır ağır yürümekte olan yaşlıca bir amcaya denk geldi. Yüzündeki kırışıklıkların çokluğu ve derinliğine bakılınca doksanlarında olduğu söylenebilecek adamın, cüssesinin iriliği ve yürürkenki seriliği, en azından uzaktan ve karşıdan bakıldığında ters bir yanılsamaya neden oluyordu. Sırtındaki o tuhaf, şekilsiz, orantısızca yaygın kambur da karşıdan gelirken, iyice yaklaşıncaya kadar fark edilmiyordu. Bu sebeple Murat, adama iyice yaklaşınca kısa bir şaşkınlık yaşamasına rağmen bunu yüzüne yansıtmamaya ve gözlerini adamın sırtındaki devasa denebilecek tuhaf kambura dikmemeye çalışarak selam verdi. “Selamün aleyküm emmi!” “Ve aleyküm selam.” Adamın sesi de en az görüntüsü kadar sıra dışıydı doğrusu. Boğuk… Sanki hiç dil değmeden sadece gırtlaktan gelen seslerden oluşan, daha ziyade homurtuyu andıran kalın ve gür bir konuşma… Adamın ne dediği anlaşıldığı sürece üzerinde durmaya değmezdi gerçi ama bu da o kadar kolay gerçekleşmiyordu. Mamafih aralarında geçen konuşma mealen şöyle gelişti:  “Nereye böyle emmi?” “Bağa, zerzevata.” “Emmi buraya yeni taşındım.” “Hoşgeldin.” “Hoş bulduk. Allah razı olsun. Komşulara sorayım dedim ama kimseyi bulamadım…” “Bulamazsın. Yazın gelir, güzün gider çoğusu. Dersaadet’e. Bazısı bahçesini eker, kışlığını hazır eder bazısı sadece yazları torun torba yeşillik görsün diye gelir, sonra gene döner Dersaadet’e.” “Dersaadet mi?” diye düşündü Murat. “Hangi yüzyılda yaşıyor bu adam!” Dersaadet, ‘Mutluluk kapısı’. İstanbul’un Osmanlı İmparatorluğu zamanındaki başkentliği döneminde kullanılan isimlerinden biriydi. Bugün artık kimse o ismi kullanmıyordu. O kadar eskiydi ki bu isim, daha bugüne kadar herhangi yaşlı, hatta çok yaşlı bir adamın bile İstanbul’dan Dersaadet diye söz ettiğine bizzat şahit olmamıştı. Bu isim artık sadece; kimsenin anlamadığı eski Osmanlı belgelerinde ve Divan Edebiyatı yapıtlarında kalmıştı… “Kimse kalmadı mı şimdi burda yani?” “Az kaldı. Gider olanı da… Hüseyin’in yerine taşınan sen misin?” Hüseyin, hatırladığı kadarıyla Murat’ın dayısının evi kiraya verdiği kişinin adıydı. Dayısı evin sahibi olmakla birlikte burada oturmayı tercih etmemişti hiç. Murat, kiracıyla şahsen tanışmamıştı hiç çünkü buna gerek kalmamıştı. Evde yanıl başına yaşayan adam, dayısı vefat etmeden kısa bir süre önce başka bir yere taşınmıştı öğrenebildiği kadarıyla… “Evet. Tanıyor muydun?” “Az çok tanırdık birbirimizi. Nesisin yeğenim?” “Bir şeyi değilim. Dayımın kiracısı olurdu” “İyi adam idi. Kimseye zararı yok idi.” “Öyledir herhalde. Şahsen hiç tanışmadık.” “Ağır adam idi. Vara yoğa konuşmaz, kendi halinde yaşar gider idi.” “Öyleydi herhalde. Dediğim gibi şahsen tanışmadık hiç. Tek bildiğim kiralarını hiç aksatmadan düzenli olarak ödeyen biri olduğu…” “Adın ne yeğenim?” “Murat” “Sor bakalım Murat! Ne soracaktın?” “Kokuyu soracaktım emmi. Yakınlarda bilmediğim bir çöplük filan mı var?” “Çöplük yok. Konaktan geliyor o.” “Konak mı?” Murat’ın sorusuna adam, eliyle; bulundukları konumun doğu yönünde, uzakça sayılabilecek, tepelik arazinin üzerine kurulu, geniş bahçeli, kasvetli ahşap bir köşkü işaret ederek cevap verdi. “Abdülbaki Efendi Konağı diye bilinir… Sahibi delidir. Çöp biriktirir evde habire. Rüzgar, köşkün arkasındaki tepelerden estiğinde koku sarar burayı.” “Rahatsız olmuyor musunuz peki? Adamla kimse konuşmamış mı veya belediyeye şikayet eden kimse olmadı mı?” “Deli diye bilinir sahibi. Kimsenin tanışmışlığı konuşmuşluğu yoktur bildiğim kadarıyla kendisiyle. Çöp istifleme dışında kimseye bir zararı yoktur. Konak buradaki herkesten eskidir. Biz onlara göre muhacir sayılırız.” Parmağıyla geniş bir daire çizerek “Gördüğün evlerin çoğu da onların arsaları üzerine kuruludur derler. Allah razı olsun; zamanında müsaade etmiş, kimseye karışmamışlar. O yüzden kimse de onlara karışmaz.” “Ama benim bildiğime göre zamanında köye muhacirler yerleştirilmiş ve daha o zaman tapuları da dağıtılmış?” “Köyün içini diyon sen. Orası öyle. Konak da adreste köye bağlı ama buralar konağın arazisi diye bilinir. O yüzden kimse gelmez bile buralara.” “Anladım emmi. Peki kimdir, necidir konağın sahipleri?” Şahsen hiçbirini tanımam. Komşulardan da tanıyana rastlamış değilim gerçi. Ama bazen kahvede sözü geçer, lafı edilir. Anlatılanlara göre; Abdülbaki Efendi, eski Osmanlı paşalarındanmış. Sülalesi bir asırdan uzun süredir burada otururmuş. Aha şu tepelerden gözünün gördüğü her yer vaktiyle onlarınmış. Sonraları fakirlemişler. Mallarının, arazilerinin çoğunu satmışlar. En son şu gördüğün konakla çevresindeki arazi kalmış ellerinde… Benim bildiğim bu kadar. Zaten fazlasını bileni de bulamazsın buralarda. Dedim ya ne kimseyle muhatap olurlar ne de şahsen tanışanı bilirim. Bakma adının İstanbul olduğuna; köylük yerler buralar. Dedikodu olur en fazla. Ama hakikatte kimdirler necidirler bilinmez.” “Anladım emmi. Hayırlısı… Sağolasın.” “Sen sağol. Allah selamet versin.”

Çevrimdışı sinan.ozgenc

  • *
  • 29
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
İstifçi -3-
« Yanıtla #2 : 11 Aralık 2017, 11:35:40 »
Vedalaştıktan sonra bir müddet omzundaki sepetlerlerle ağır ağır ilerleyen ihtiyarın gidişini izleyen Murat, bakışlarını köhne konağa çevirdi. Asırlık ağaçların arasında; gözlerden ırak, sessiz ve sakin şekilde istirahat eden konak, görkemli bir yapı olmakla birlikte, kendisini çevreleyen bahçenin genişliği ve avlu içindeki devasa çınarların yüksekliğiyle insana haşyet veriyordu. Bununla beraber, halihazırda kaynaklık etmekte olduğu ağır koku, bütün o izlemi silip süpürüyordu; o ayrı…

Öğrenebileceklerini öğrendikten sonra, giderek daha da dayanılmaz hale gelen kokunun icabına bakmaya karar verdi. Mahallede şöyle kısa bir tur attı. Sessizlik, bölgenin genel karakteriydi. Bunu sevmişti aslında. İstanbul’da olup da aynı zamanda kuş seslerini, rüzgarın; dalların arasından süzülürken çıkardığı o hafif uğultuyu hatta uzaklarda bir yerlerde şırıldayan bir derenin sesini duyabileceğiniz ne kadar yer vardı ki? Evet, gerçekten hoşuna gitmişti. Genellikle bahçeli, müstakil evlerden oluşan ıssız bir cennet gibiydi. Yerleşimi çevreleyen doğanın ve evleri kuşatan geniş bahçelerin onca güzelliğine rağmen bahçede veya yollarda vakit geçirmek isteyen sakin pek yok gibiydi. Arada tek tük oraya gelen değil de sadece oradan geçen arabaların teker ve motor sesleri bozuyordu doğa seslerinin armonisini. Tek tük geçen arabalar iyiydi. İzolasyon duygusunu gideriyordu. En azından lazım olduğunda otostop yapma şansı da doğuruyordu. “Lazım olduğunda otostop yapma” düşüncesi de nereden çıktıysa artık… Evet, burası gerçekten de yaşamayı isteyebileceği bir yerdi.

Aksi yönden dolaşmaya çıktığı için önünden geçmemişti ama dönüşte ters bir daire çizerek rotasını Abdülbaki Efendi’nin evinin önünden geçirmeye karar verdi. Hatta belki evin kapısını çalar, kokudan ne kadar rahatsız olduğunu, giderilmesi için gerekenlerin yapılmasıyla ilgili talebini bizzat iletirdi. Şimdiye kadar komşulardan bilgi toplamaya çalışmak dışında bir girişimde bulunmamıştı. Emindi ki komşulardan hiçbiri de bulunmamıştı. Zaten öyle olurdu hep. Herkes başkasından  beklediği için kimse adım atmazdı bazı konularda. Sonra problem neyse ona alışılır, sorun giderildiği için değil de artık benimsendiği için problem olmaktan çıkardı. Bu sefer öyle olmasına izin vermeyecekti. İnisiyatif alacaktı. Bir yandan bunları düşünürken bir yanda da kafasında çizdiği dairenin yarısına gelmişti bile. Abdülbaki Efendi’nin, yüz yıldır terk edilmiş gibi duran konağı da daha yakından görünmeye başlamıştı. Konağı yakından görünce gayrı ihtiyari olarak ilk anda bir duraksadı. Uzaktan bakışta insanın içinde oluşan haşyet hissi, bu kadar yakından bakarken yerini huzursuz bir ürpertiye bırakıyordu nedense. Eski Osmanlı yapılarının ince sanatlarıyla bezeli cephesi dahi gidermeye yetmiyordu bu hissi…

Köhne konağın önünde dikilmiş, yapıyı inceden inceye süzerken birden konağın giriş kapısı önünde oluşan hareketi fark etti. Abdülbaki Efendi olmalıydı. Önündeki, el arabası olduğunu sandığı şeyi itmeyi bırakmış, konağın ağır, demir kapılarını açmaya çalışıyor gibi görünüyordu. El arabası, uzaktan ne olduğu belli olmayan, poşete sarılı bir şeylerle tıka basa dolu gibiydi. Muhtemelen sahibinin civardaki çöplüklerden topladığı bir yığın işe yaramaz ıvır zıvırla… Ama Abdülbaki Efendi, düşündüğü gibi değildi. Herşeyden önce; seksenlerindeki biri için fazla iriydi. O; daha çok beli bükülmüş, sakalları göğsünde, elleri titreyen biri olarak hayal etmişti onu. Ama uzaktan bakan biri için bile oldukça uzun boyluydu ve konağın ağır demir kapılarını, yaşından beklenmeyecek bir güç ve çeviklikle; neredeyse tek hamlede yanlara doğru açıp, içeri girmişti bile. Gıyabında hayal ettiği gibi beli bükük, zayıf bir ihtiyar değildi belki ama sırtında; sürekli öne eğik durmaktan kaynaklanmadığı bariz olan, sıra dışı büyüklükte bir kambur vardı. Kamburdan ziyade devasa bir ur gibi görünüyordu hatta. İhtiyar, hız açısından da umduğundan iyi çıkmıştı. O daha adımlarını hızlandırmaya bile fırsat bulamadan Abdülbaki Efendi, bahçe kapısından, önündeki el arabasını ite ite girmeye balamıştı bile. Koşar adım yürümenin işe yaramayacağını fark eden Murat, doğruca koşmaya karar verdi. Yine de yetişemeyecek gibi görünüyordu. Bir yandan da belki duyar da duraklar diye Abdülbaki Efendi’nin ismini seslendi bir ya da iki kez. Abdülbaki Efendi dönüp bakmadı bile. Tabi eğer seslendiği kişi gerçekten de Abdülbaki Efendi ise. Ayrıca Abdülbaki ismi seslenmeler için çok da münasip değildi. Seslenmeye uygun isimler Ahmet, Mehmet gibi iki heceden oluşanlardı. Abdülbaki, Abdürrezzak gibi eski, uzun, tuhaf, Arapça isimler değil. Neyse; bir önemi yoktu. Soluğu konağın girişinde aldığında kapılar kapanmıştı bile. İşin ilginci bahçe kapısından bina girişine kadar; çok da kısa sayılamayacak bir mesafe vardı. Ama Murat, bahçe kapısının önünde takılıp kaldığında demirlerin arasından becerebildiği kadarıyla kafasını uzatıp kontrol etmesine rağmen ne antrede ne müştemilat önünde (evet bu konağın bir müştemilatı da vardı) ne de bahçenin herhangi bir yerinde; ne yaşlı adamdan ne de tıka basa dolu el arabasından bir iz göremedi. Adam bahçe kapısından girer girmez buhar olup havaya karışmış gibiydi. Göremediği sadece o da değildi üstelik. Son anda farkedip, kafasını ani bir hareketle geri çekmiş olmasaydı; şu an yüzünün en az yarısını kaybetmesine neden olacak üç adet pitbulu da fark etmemişti. Sezgisel bir refleksti bu. Çünkü pitbullar ona doğru yaklaşırken ne havlamış ne hırlamış ne de en ufak bir ses çıkarmışlardı. Sadece; hayvanlardan yüzüne doğru hamle yapanı, son anlarda içgüdüsel bir hırlama çıkarmıştı ki bu daha çok “Tüh, kaçırdık!” manasına gelen bir hırlamaydı. Neredeyse kalp krizi geçirecekti bu genç yaşında. Asıl yüreğini ağzına getirense köpeklerin ani, sinsi saldırısı değil; başarısız hamlelerinden sonra üçünün de karşısında ipe dizilmiş gibi düz bir sıra halinde dizilip, sessiz bakışlarını onun gözlerine sabitlemeleri olmuştu. Köpekti bunlar; en azından havlamaları, hırlamaları, erişemeyecekleri aşikar da olsa parmaklıklar arasından hamle yapmaya çalışmaya devam etmeleri gerekiyordu. Ama hayır! Sessiz bir hınçla onu süzmeyi tercih etmişlerdi ki bu ona neredeyse karşısındakilerin, zeki yaratıklar olduğunu düşündürecekti. Bunu en azından o an için oldukça ürkütücü bulmuştu. Köpekler olmasaydı ve kalbi hala deli gibi çarpıyor olmasaydı Abdülbaki Efendi ile yüz yüze görüşme talebini gerçekleştirmek için en azından kapının üzerinde zil gibi bir şeyler var mı diye iyice bakınırdı ama köpekler, bu konuda içinde bulunan bütün isteği gidermişlerdi. Belki daha sonra uğrar, büyükçe bir zarfın içine iliştireceği bir notla Abdülbaki Efendi’ye derdini anlatmayı denerdi…     

Çevrimdışı sinan.ozgenc

  • *
  • 29
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
İstifçi -4-
« Yanıtla #3 : 12 Aralık 2017, 16:22:31 »
Hafta içi, koku konusuna fazla eğilme fırsatı bulamadı. Evle iş arasında rutin gidip gelmeleriyle geçti zaman. Bir ara o kapıya zarf içinde not bırakma işini de aradan çıkardı aslında. Telefon numarasını da rahatsızlığını beyan ettiği uzun notun sonuna iliştirmişti ama herhangi bir geri dönüş olmadı. Kafasına takmadı. Beklemiyordu zaten aslında böyle bir şey. İşler açısından yoğun bir dönemdeydi. Önce onları halletmeliydi. Zaten sadece pazarları; tüm günü evde geçiriyordu şu sıralar. Cumartesileri, bazen öğlene kadar çalışsa da genellikle işe gitmesi gerekmiyordu. Eğlenmeyi asıl sevdiği gün oydu. Pazar eğlenceleri “Yarın iş var fazla geçe kalma” düşüncesiyle maluldü. Ama cumartesileri öyle değildi. Bazen arkadaşlarıyla -ki çoğu; olması gerektiği gibi kadındı- sabahlara kadar uyumadan eğlenirdi. Ertesi gün de tatildi nasılsa. İsterse akşama kadar uyurdu ki uykusuz geçirdiği neredeyse hiçbir cumartesi gecesinden sonra sabah 10:00’u geçen uykusu olmamıştı.

Bir akşam, yoldan arabayla geçerken Abdülbaki Efendi olduğunu sandığı birini konağa girerken görmüştü. Tam emin olamamıştı ama. Belki akşam karanlığından kaynaklanıyor olsa gerekti ama konağa giren kişi neredeyse Abdülbaki Efendi’nin yarı boyunda gibiydi. Hatta belki daha kısa. Ama bildiği kadarıyla konakta Abdülbaki Efendi’den başka kimse yaşamıyordu. Belki konağa girerken gördüğü Abdülbaki Efendi değil de bir ziyaretçisi olabilirdi ama bahçedeki köpeklerin varlığından anladığı kadarıyla, Abdülbaki Efendi, pek öyle konuksever bir tip de değildi. Köpeklerden dolayı mıdır bilinmez, arabayı durdurup da ihtiyarla iletişime geçmek gelmemişti içinden. Evet, büyük ihtimalle köpeklerden dolayıydı. Konağın kapısında o ilk gün yaşadığı başarısız köpek saldırısı, üzerinde pek durmamaya çalışsa da çocukluk korkularını depreştirmişti. Eskinden; şimdilerde tamamen atlattığını sandığı bir köpek fobisi vardı…

O zamanlar Kasımpaşa’da, eskiden Midyeci Yokuşu diye bilinen, sonraları nedense ismi değiştirilip; Piyale Mumhanesi olan yokuşluk bir sokakta oturuyorlardı. Yokuş boyunca uzanan gömme taş kaplı yolun bir tarafı; bir kısmı en az otuz yıllık, bir kısmı ise yeni yapılmış ve yapılmakta olan çok katlı apartmanlarla, diğer tarafı etrafı bahçe ve bostanlarla kaplı tek katlı gecekondularla çevriliydi. Yokuşun düzlüğe doğru son üçte birlik kısmı ise çimenlik adıyla bilinen, gecekondu sahiplerinin yahut zerzevatçıların ekip biçmekten imtina ettiği boş alana komşuydu. Çimenlik, o zamanlar İstanbul’da, benzeri; geniş, boş alanlara sıkça ve rahatça rastlanabilmesine karşın çok ünlüydü. Başka mahallelerden bile her gün pek çok çocuk oraya oyun oynamaya bilhassa uçurtma uçurmaya gelirlerdi. O zamanlar her oyunun bir mevsimi olduğu gibi uçurtma yapmanın ve uçurmanın da bir zamanı vardı. Mesela "kibrit kutusu mevsimi”nde bir arkadaşına “Hadi gazoz kapağı oynayalım” desen veya “taş mevsimi”nde “Çivi oynayalım mı?” diye sorsan “Kibrit kutusu mevsimi geçti oğlum haberin yok mu!” veya “Taş mevsiminde çivi mi oynanırmış enayi!” gibi… cevaplar almak işten bile değildi. Misket hariç! Onun mevsimi hiç geçmezdi. İstediğin her zaman bir arkadaşınla çeşitli misket oyunları oynama şansına sahiptin. Çocukların “Uçurtma Mevsimi” dedikleri zaman aralığı; genellikle Mayıs sonu - Haziran başı başlar, yaz sonuna kadar seyrelerek devam ederdi. Özellikle Haziran ayı boyunca başka mahalle ve sokaklardan çocuklar imece halinde hazırladıkları uçurtmalarını hep beraber uçurmak için kafileler halinde çimenliğe gelirlerdi. Çimenlik, tabii ki o civarda uçurtma uçurmaya müsait tek yer değildi. Buranın uçurtma severler arasında o kadar popüler olmasının sebebi öncelikle; herkesin, buranın; en popüler uçurtma mekanı olduğunu düşünmesi, sonrasında ise uçurtmacılar arasında yaşanan jiletli uçurtma düşürme mücadeleleriydi. Burada uçurtma uçuranlar, genellikle uçurtmalarının kuyruklarına jiletler bağlar, sonra havada kendi uçurtmalarına fazla yaklaşan yahut kendilerininkinden daha yükseğe çıkmayı başaran rakiplerinin uçurtmalarıyla kendilerininkini takıştırır, kuyruktaki jiletler sayesinde onları düşürmeye çalışırlardı. Bazen ipi kesilen yahut düşen kendi uçurtmaları olurdu ama bu risk olmadan zaten takıştırma işinin de bir keyfi çıkmazdı… O yaz yedi veya sekiz yaşındaydı. Tam hatırlamıyordu. O sabah da hemen her aylak yaz sabahında olduğu gibi annesiyle geç kahvaltı keyfi için bakkala gidiyordu. Uzunca bir yokuşun ortalarında olan evlerine karşın bakkal; taa yokuşun başındaydı. İleride, yokuşun biraz yukarısında, hemen yolun kenarında, mahallenin meşhur köpeği Arap, uzanmış, mayışık mayışık yatıyordu. Yaşlı bir köpekti. Alnı ve patilerindeki beyaz lekeler haricinde siyahtı. Bu yüzden mahallenin çocukları ona Arap ismini takmışlardı. Tabii daha sonraları yaz aylarında, okulların tatil olduğu güzel zamanların keyfini çıkarmak yerine, aile zoruyla gönderilecekleri yaz Kuran kurslarında; kedi köpek gibi hayvanlara Arap diye isim takmanın çok büyük günah olduğunu öğreneceklerdi. Çünkü “Peygamber Efendimiz de bir Araptı ve İslam’ın en büyük düşmanı olan Yahudiler, son peygamber kendi uluslarından değil de Araplardan çıktığı için bunu çekememişler, bu yüzden hak dini kabul etmedikleri gibi Peygamber Efendimizi de dolaylı yoldan aşağılayabilmek için kedi ve köpeklere Arap ismi takılmasını adetini uydurmuşlardı(!)” Ancak Arap, bütün bu softa eğitim ve çocuklarda oluşturduğu o büyük günah korkusuna rağmen nasılsa ölene kadar ismini muhafaza etmeyi başaracaktı. Arap, mahalle çocuklarının hemen hepsinin arkadaşı ve en önemli eğlence kaynaklarından biriydi. Ayrıca o muhitteki, abartısız; bütün sokak köpeklerinin neredeyse yarısının annesiydi. Sokak köpeklerinin çoğu da Çimenlik’te barınırlardı. Onu beslemek, çocukların en sevdiği uğraşlardan biri olduğu için asla yiyecek sıkıntısı çekmez, gün içinde sık sık; yiyecek karşılığında Arap’ın sadakatini yahut oyun arkadaşlığını talep eden bir çocuğun “Araap! Geah geah!..” diye bağırışı duyulurdu sokaklarda. Arap’ı besleyen çocuklar, bazen peşlerine taktıkları köpeği, -umutsuzca- birilerine saldırtmak için parmaklarıyla, köpeğin saldırmasını istedikleri kişi veya hayvanı işaret ederek “Araap! Tit tit tit tit…” diye seslenerek saldırganlaştırmaya çalışırlar ama sonuç her zaman hayal kırıklığı olurdu. Arap, asla saldırgan bir köpek olmamıştı. Ya da bunun için fazla tembeldi yahut fazlaca konforlu bir hayatı vardı. Birkaç dilim ıslak ekmek için o kadar çaba sarf etmeye gerek yoktu. Nasıl olsa gün içinde başka bir çocuk yanına gelip, ona yiyecek başka hatta belki daha cazip şeyler ikram edecekti illaki. Murat da en az mahallenin diğer çocukları kadar severdi Arap’ı. O yüzden yokuşun yukarısında onu görünce gayrı ihtiyari olarak gülümsedi ve “Araap! Geah, geah…” diye seslenmişti. Tembel köpek, Murat’ın selamını yarım bir kuyruk sallamayla almış ama tabii ki yatmakta olduğu yerden kalkıp, yanına gidecek kadar önemsememişti. Murat da köpeğin zaten alışkın olduğu bu umursamaz tavrı önemsememiş fakat aklı kısa bir süreliğine köpeğe kaydığı için bakkaldan ne alacağını unuttuğunu fark etmişti. Bu farkındalıkla bir müddet olduğu yerde hareketsizce dikilmiş, bu süre içinde unuttuğu şeyin ne olduğunu hatırlayabilmek için sonuçsuz bir çaba sarf etmişti. Sonunda ne alacağını hatırlayamayacağını anladığında, bir koşu eve geri gidip, annesine bakkaldan ne alması gerektiğini sorup tekrar yola çıkmaya karar verdiğinde ani bir hareketle geri dönüp, yokuş aşağı koşmaya başlamıştı. Bundan sadece birkaç saniye sonra, az ötede uyuşuk uyuşuk yatan Arap’ın havlayarak kendine doğru saldırgan bir tavırla koşmaya başladığını görmüştü. O anda içini kaplayan paniği şimdi bile eksiksiz hatırlayabiliyordu. O korkuyla başlangıçta nispeten sakin sayılabilecek koşusu canhıraşane bir hal almış, ayağındaki terlikler bile yola yola fırlamıştı. Sonunda yalın ayak eve vardığında ısırılmaktan kurtulmuştu ama o gün oluşan köpek fobisinden kurtulması o kadar kolay olamamıştı. Arap gibi tembel, uyuşuk ve saldırganlıktan uzak bir köpek bile bir anda, nedeni öngörülemez biçimde saldırganlaşabiliyorsa diğer köpekler kim bilir ne kadar tehlikeli olabilirdi? Köpek fobisinin diğer fobilerde olmayan kötü bir özelliği vardı üstelik: Köpekler insanların hissedemediği; korkunun kokusunu alabiliyorlardı. Çevresindeki bir insanın korkusunun kokusunu alan köpekler, o insana karşı agresifleşiyor, bu her olduğunda ise köpek korkusu olan kişinin fobisi güçleniyordu. Bir köpek ancak senin ondan korkmadığını anladığında sana gösterirdi. Bir noktadan sonra Murat da o döngüye girmiş, bir kere köpeklerden korkmaya başladıktan sonra artık nerede bir köpeğin yakınlarından geçecek olsa köpek ona saldırmaya ya da hiç bir şey yapmasa ona doğru havlamaya başlar olmuştu. Bu döngüyü kırıp köpek korkusundan kurtulması yıllarını almıştı. Yetişkinlik yıllarının son korkusu…     

Köpek korkusunun depreşmesinden yahut henüz çözümleyemediği hatta farkında bile olmadığı başka bir nedenden dolayı, ilk girişimin ardından o eve yaklaşası gelmemişti bir türlü. Örümcek hisleriydi belki? İçinde bir şey bir his… Ona oradan uzak durmasını telkin ediyordu adeta. Çok yüksek sesle değil. Üzerinde durmaya değmeyecek düzeyde. Kısık sesle hatta ama işte fiiliyata bir şekilde etkili oluyordu. Yaklaşası gelmiyordu oraya. Bir ara, arabayla evin önünden geçerken hızlıca konuyla ilgili şikayet ve taleplerini içeren kısa bir not karalayıp, kapıya iliştirebilecek istek bulmuştu içinde. Ancak bıraktığı notun ardından herhangi bir gelişme, durumda bir değişme olmamıştı.

Çevrimdışı sinan.ozgenc

  • *
  • 29
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
İstifçi -5
« Yanıtla #4 : 13 Aralık 2017, 10:30:24 »
Belki rüzgar yazmış olduğu notu, konağın sahipleri görmeden önce uçurup, uzaklara süpürmüştü. Ya da belki konağın sakinleri notu almış, okumuş ama umursamamışlardı. Zaten istifçiler, yazıyla, notla veya ricayla huylarından vazgeçecek tipler değillerdi. Bunu bilebilecek kadar psikolojiden anlıyordu. Takıntılı tiplerdi sonuçta. Evlerine depoladıkları pislikleri gerçekten de bir gün gelir de işlerine yarar düşüncesiyle topluyor değillerdi. Kendilerini böyle kandırdıklarını biliyordu tabi. Bu işin iknayla düzelecek yanı yoktu. Buna gerek de yoktu. Her zamanki yöntemle çözülmesi gerekiyordu. Oraya bir daha gitmesini, yaklaşmasını bile gerektirmeyecek bir yöntemle… Belediye ekiplerine kısa bir ihbar telefonu, bütün meseleyi çözebilecekken neden bu kadar beklemişti bunu da anlayabilmiş değildi. Takıntılı bir ruh hastasıyla konuşmak, kapısına not bırakmak filan… Belki biraz medeni davranmak istemiş olabilirdi ama ne gerek vardı: İstanbul’da yaşıyorlardı sonuçta! Burada nezaket; sadece karşındakini ezmek için kullanılırdı.

O sabah, bu düşüncelerle belediyeyi aradı. “Merhaba, ben bir çöp ev ihbarında buluncaktım.” “Bir dakika; sizi zabıta hizmetlerine aktarıyorum.” “Tamam” Aktarma sesi… “Merhaba, efendim. Bizi beklediğiniz için teşekkür ederiz. Size nasıl yardımcı olabilirim?” “Merhaba, bir çöp ev ihbarında bulunacaktım…” “Bunun için bir şikayet formu oluşturmamız gerekiyor” “Tamam”… Gerisi bir dizi; isim, adres vb. teknik bilgi alışverişinden oluşan, kısa sayılabilecek bir diyalog silsilesi… Bu kadar basitti işte.

***

İlk iki gün konuyla ilgili herhangi bir hareket olmaması şevkini kırmıştı biraz. Şikayetinin sonuçsuz kaldığını düşünmüştü. Üçüncü günün akşamı ama akşamın erken saatlerinde, evinin bulunduğu sokağa arabayla giriş yapmaya çalışırken arabası polis ekipleri tarafından durduruldu. Normal değildi. Zerzevatçı gibi küçük, içine kapalı sakin bir yerde kolluk kuvvetlerini ilgilendirecek ne gibi bir olay olabilirdi ki? Memurun sesiyle irkildi: “Geçiş yok beyefendi! Yüz elli metre geri gidip, sağa dönerek; paralel yolu kullanabilirsiniz.” “İyi de ben burada oturuyorum.” Memur şaşırmış gibiydi. “Kimlik rica edebilir miyim o halde?” “Tabi. Ama önce bana birileri bana burada neler olduğunu açıklayabilecek mi?” “Madem mahalle sakinisiniz; fazla detay veremeyecek olsam da kısaca şöyle özetleyeyim; komşulardan biri çöp ev ihbarında bulunmuş…” “Evet. Benim o ihbarda bulunan.” “Sizin de ifadenize başvurmamız gerekecek o halde” “Tamam, sıkıntı yok. Yardımcı olabilirsem sevinirim… Peki bütün bu yaygara bir çöp ev için mi?” Az önce sözü kesildiği için biraz bozulduğu görülen polis memuru, bu sefer karşısındakinde etki uyandırmasını bekler, sinir bozucu bir sırıtışla şunları şöyledi: “Çöp ev değil mezar ev çıktığını düşünürsek gayet uygun seviyede bir yaygara olduğunu söyleyebiliriz!” Sonra umduğu etki meydana gelmiş mi diye dikkatle Murat’ın yüzünü süzerken bir yandan da artık gelmesi mecburi ikinci soruya hazırladı kendini. Ve evet; istediği etkiyi yaratmıştı! Murat’ın yüzündeki şaşkınlık ifadesi görülmeye değerdi. “Na… Nasıl yani?” “Şahsen daha fazla bilgi veremem. Ama birazdan amirim ifadenizi almaya gelir. Eğer gerekirse kendisi daha fazla bilgi paylaşabilir sizinle.” Bunları söyledikten sonra amirine haber vermek için arabadan uzaklaştı.

Görüldüğü kadarıyla mahallenin tek misafirleri polisler değillerdi. Medya mensubu sayısı da en az polis sayısı kadardı ki polis araçlarının yanı sıra sokak boyunca ve konağın bahçesinin girişine olabildiğince yakın yerlere; onlarca ambülans, adli tıp aracı, canlı yayın aracı park etmişti. Televizyon kanalları canlı yayın yapıyordu. Yayınların etkisiyle olsa gerek, başlarda muhtemelen sadece yakınlardan geçmekte olanların araç radyolarından duyup güzergah değiştirmeleriyle oluşan ama giderek daha uzak mesafelerden gelenlerin de katılımıyla büyüyen meraklılar ordusu ise evlere şenlikti. Daha önce hiç görmediği bir sürü yeni tip, bulabildikleri her yere park etmiş, kimi cep telefonlarıyla sosyal ağlar üzerinden amatör habercilik yapıyor, kimi sadece kayıt alıyor, kimi meraklı gözlerle etrafı izlemekle yetiniyor ama hemen hepsi en yakınlarında kimi buldularsa artık, orada tam olarak neler olduğunu öğrenmeye çalışıyorlardı. Mahalle tam bir ışıldak, spot, ark cümbüşü içindeydi. Bu kadar fazla polis ve medya mensubu ve meraklılar ordusunun buraya üşüşmesine yol açacak çapta ne olmuş olabilirdi ki burada? Kalabalığa bakılacak olursa bulunan bir mezar ev değil katliam evi olmalıydı?..

Çevrimdışı sinan.ozgenc

  • *
  • 29
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
İstifçi -6
« Yanıtla #5 : 15 Aralık 2017, 12:19:17 »
Az önce arabasını durdurmuş olan polis memuru yaklaşık beş dakika kadar sonra yanında amiriyle geri dönmüştü. Amir “Merhaba Hulusi ben. Cinayet Büro Amiriyim” diye kısaca  kendini tanıttıktan sonra “İhbar sahibi olarak ifadenize başvurmamız gerekiyor ama önce kimlik bilgilerinizi almamız gerekiyor. Nüfus cüzdanınızı verebilirseniz arkadaşlar bize bu konuda yardımcı olacaklar." dedi. “Tabi, elimden geldiği kadar yardımcı olmaya çalışırım” dedi Murat ve ceketinin sol iç cebinde duran cüzdanının içinden kimlik kartını çıkarıp, amirin beraberinde gelen polis memuruna uzattı. Memur GBT kontrolünü yapmak için ilgili bilgileri elinde taşıdığı pos cihazı benzeri alete girip kartını kısa süre içinde Murat’a geri teslim etti.  “Murat Bey” dedi Hulusi Amir “Daha sakin bir yere geçelim isterseniz. Bütün bu karmaşa içinde hem ifadeniz verimli olmaz hem de gazeteciler tarafından fark edilmek istemezsiniz inanın bana” Kısaca “Tamam” diyerek yanıtladı polis amirini Murat. Hala şaşkınlık içindeydi, basit bir çöp ev ihbarının ardından nasıl olup da olayların bu kadar hızlı büyüyebileceğini sindirememişti hala. Arabasının kapısını kilitledikten sonra gayet sessiz ve itaatkar şekilde amirin arkasından yürümeye başladı. Kısa bir yürüyüşün ardından beraberce daha sakin sayılabilecek bir yere daha doğrusu seyyar karakol da denilebilecek bir polis minibüsüne geçmeyi başardılar. Hem de hiçbir basın mensubu tarafından yolları kesilmeden. Basın mensuplarının olay yerine üşüşüşleri halen sürmekte olduğu için süregiden telaşede önlerine çıkan bir muhabir olmamıştı şans eseri. Hulusi Amiri tanıyan birkaç kıdemli adliye muhabirini ise Hulusi Amir, daha önceden; gerekirse daha sonra kendilerine özel bazı açıklamalarda bulunabileceği vaadiyle kısa bir süre için savmıştı.   

Vaka henüz çok taze olduğu için aslında Emniyet Müdürlüğü tarafından herhangi bir basın duyurusu yahut açıklama yapılmış değildi. Basın mensupları, olayı; her zamanki gibi polis telsizlerini dinlemek suretiyle, kendi inisiyatifleriyle keşfetmişler, büyük haberin kokusunu alan hırslı muhabirler, kısa sürede, amir ve haber editörlerini konuyla ilgili bilgilendirip, bir kısmı olay yerine canlı yayın araçlarının intikalini bile sağlayabilmişlerdi. Her ne kadar olayın üzerine üşüşen adli muhabirlerin her biri atlatma haber peşinde olsalar da sektördeki uyanığın tek kendileri olmadığını anlamaları uzun sürmemişti bir kez daha…

Neredeyse bir karavanın konforunu aratmayacak şekilde yeniden düzenlenmiş geniş polis minibüsünün içinde, bir yandan ellerindeki bayat kahve dolu kağıt bardaklardaki kahvelerini yudumlarlarken bir yandan da Murat’ın ifadesini almaya başlamıştı amir. Kırklı yaşlarının sonlarında olduğu görünen amir, samimi bir tipe benziyordu. Babacan bir görünüşü olduğu gibi adı bile sanki bu intibaı güçlendirmek için özellikle konulmuş gibiydi. Hulusi… Bir polis amiri için insanlara güven vermek gayesiyle özellikle bir isim seçilecek olsa ancak bu kadar uygun düşebilirdi bir ad. İnsanın aklına Cibali Karakolu’nun babacan amirini oynayan Hulusu Kentmen’i getiriyordu ister istemez. Tabi kimse Hulusi Kentmen’in yarısı kadar bile babacan görünemezdi öyle kolay kolay. Ancak yine de gerçek hayattaki Hulusi Amir de fena sayılmazdı. Onun film aktristi olan Hulusi Kentmen gibi pala bıyıkları yoktu ama gülümsemesi gayet iş görür durumdaydı. Temel teknik bilgilerin teyidinin ardından Hulusu Amir “Ne kadar zamandır burada oturuyorsun” diye sordu. Murat “Bir ay olmadı daha” diye cevapladı Polis Amirini. “Burayı tercih sebebin neydi?” “Nasıl yani? Evim burda” “Neden bur’da yani onu merak ediyorum. Şehrin pek popüler bir bölgesi değil” “Ha! Onu bilemem. Ev ölen dayımdan miras kaldı. Öncesinde böyle bir evinin olduğundan dahi haberim yoktu.” “Başın sağolsun” “Siz sağolun amirim” “Vefat nedeni neydi?” “Kalp krizi diye duymuştum… Pek görüşmezdik. Cenazesi kaldırıldıktan sonra haberim oldu öldüğünden.” “Hımm… Ölmeden önce burada mı yaşıyordu?” “Hayır. Bildiğim kadarıyla kiraya vermişti. Kendi oturmuyordu. Sanırım buradan edindiği kira gelirinin yardımıyla, kendi; Ümraniye taraflarında başka bir yerde kirada oturuyordu. Ben buranın sükunetini sevdim ama dayımın burada kendine ait bir evi varken şehrin daha içinde başka bir evde yaşama isteğini de anlayabiliyorum.” “Anladım. Peki, komşunuzu belediye ihbar etme sebebiniz neydi?” “Çöp ev. Koku… Bunlar zaten elinizde olan bilgiler değil mi?” “Öyle ama resmi kayıtlar sadece. Resmi kayıtlara göre birkaç gün önce belediyeye bu bölgede bir çöp ev bulunduğu, neden olduğu yoğun koku nedeniyle rahatsız olduğunuzu bildirir bir şikayette bulunmuşunuz. Şikayetinizi işleme alan belediye, kontrol amaçlı olarak belirttiğiniz adrese görevlileri gönderince, görevliler evde kimseyi bulamamışlar. Ev zaten meskun mahal olarak görülmediği için açık kapıdan içeri girip, kokunun kaynağını araştırmaya başladıklarında -çünkü gerçekten de söylediğiniz gibi kesif bir koku varmış mahalde- bodruma inmişler. Bazı kopuk insan bedeni parçalarına ait olduğunu sandıkları kemikler bulmuşlar. Kafatası ve tamamen dağılmamış bir ele ait kemikler. Bu noktada konunun onların yetki alanını aştığını anlayıp polise haber vermişler. Ekiplerimiz buraya intikal ettiğindeyse tahmin edilenden daha ciddi bir manzarayla karşılaştıkları için takviye istemişler…” “Peki, nedir o tahmin edilenden daha ciddi manzara?” “Aslında bilgiyi senle paylaşmamam gerekiyor ama nasıl olsa olay basına sızdı bile. Muhtemelen yakın zamanda durumu aslında olduğundan daha fazla abartan pek çok haber duyacaksın… Yüz yirmi iki ceset!” “Pardon, anlamadım!?” “Yüz yirmi iki ceset. Ekiplerimizin binanın altında bulduğu -şimdilik- iskelet sayısı.” Amir, bu noktada Murat’a, duyduklarını hazmedebilmesi için biraz zaman tanıma nezaketini göstererek, ondan bir soru gelinceye kadar yeni bir bilgi vermemek üzere sustu. Amir sözlerine ara verince Murat, bir müddet sessizce duyduklarını kafasında tartmaya çalıştı. Nasıl olmuştu da basit bir çöp ev hikayesi, bir toplu katliam soruşturmasına dönüşmüştü? Nasıl olup da hayatı bu kadar normal, sessiz, sakin ve sıradanken kendini bir anda bir korku filmi senaryosunun içinde bulabilmişti? Burada alelacele -neredeyse ayaküstü- sorguya çekilmekte olmasının sebebi, acaba kendisinin de şüpheliler listesinde yer alması mıydı? Şu an için kendisine yönelik herhangi bir itham, doğrudan yahut dolaylı, şüphe belirtir bir ifade kullanılmamıştı ama bu, olmayacağı anlamına gelir miydi? Polislerin bazen aşırıya kaçabilen şüpheciliği anlaşılabilir bir durumdu. Peki ya kendisi bilmeden, fark etmeden, kendisini şüpheli sınıfına sokacak bir şeyler yapmış mıydı? Bazen suçluların, özellikle de katillerin, şüpheleri kendilerinden uzak tutmak için işledikleri cürümleri kendileri yapmamış gibi bizzat ihbar ettikleri rastlanılmamış bir durum değildi. Acaba polis de kendisi hakkında böyle mi düşünüyordu?..

Çevrimdışı sinan.ozgenc

  • *
  • 29
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
İstifçi -7
« Yanıtla #6 : 18 Aralık 2017, 11:04:24 »
Kafasındaki sorular bitecek gibi değildi. Aslında şu halde bile çoğunun vehimden ibaret olduğunun farkındaydı. Kuruntulu davranmaya gerek yoktu. Sonuçta kendisi suçlu olmadığı gibi bildiği kadarıyla üzerine şüphe çekecek herhangi yanlış bir davranışta da bulunmamıştı. Her sorumlu vatandaş gibi yakın çevresindeki olumsuz bir durumu yetkililere haber vermiş, işin içyüzü başka, başta düşünülenden farklı, çok farklı çıkmıştı hem de. O kadar. Bütün bunlarda kendisinin bir dahli yoktu. O halde yapılacak en doğru iş, konuyla ilgili olarak birinci elden edinebildiği kadar bilgi edinmek ve özellikle polislere karşı olabildiğince dürüst ve samimi olmaktı. Gerisi gereksiz evhamdı. 

Murat kendini biraz toparlar gibi olunca Amir devam etti “En tazesi iki haftalık. En eskisi ise… -Tabi kesin bilgi için adli tıbbın inceleme sonuçlarını beklememiz gerek- en aşağı doksan yıllık. Daha da fazla olabilir. Bunu şimdilik bilemiyoruz. Şu saate kadar çok fazla veri toplayabilmiş sayılmayız. Halen cenaze sayısını kesinleştirmeye çalışıyoruz.”  “Cenaze derken Amirim; bazı cesetlerin neredeyse asırlık olduğunu da göz önüne alacak olursak, burası unutulmuş bir mezarlığın parçası olabilir mi?” “Olabilir. Bizim de ilk aklımıza gelen bu oldu ama eldeki veriler başka ihtimalleri de gündeme getiriyor.” “Ne gibi ihtimaller amirim?” “Ceset kalıntıları üzerinde ortak bazı etkiler. En eskisinde de en yenisinde de, şu an detaylarını vermeyi tercih etmeyeceğim bazı ortak…” Sözün burasında durakladı. Doğru kelimeyi aradı. Durumu ifşa etmeyen ama yeterince açıklayıcı olmasını umduğu uygun kelimeyi. Bulamadı. “Müdahaleler” sözcüğünde karar kıldı. İstediği kadar işlevsel değildi ama derdini yeterince anlatıyordu. “…bazı ortak müdahaleler var. Bu müdahaleler cenazelerin ecelleriyle ölmediğine işaret ediyor. İşin aslı kurbanların insaflı denilebilecek biçimde bile öldürülmediğine eminiz… Ayrıca; araştırdıkça, kazdıkça muhtemelen demin söylediğim sayının çok çok üstünde rakamlara ulaşacağız. Daha bahçeyi ve evin altını kazmış değiliz ki evin altı daha nerelere çıktığını tahmin bile edemediğimiz tünellerle dolu. Bunlardan sadece birinin nereye vardığını tespit ettik henüz. Küçük bir doğal yeraltı mağarasına… Oraya daha girmedik bile. Şimdiye kadar erişebildiğimiz cesetler ise sadece evin içinde istiflenmiş olanlardı. Bir de mağaradakiler. Ama mağaradakiler daha çok bir kemik yığını halinde olduğu için hangi kemik hangi bedene ait, kayıp parçalar var mı bilmiyoruz…” “Cesetler üzerinde benzer ortak müdahaleler bulunduğundan söz etmiştiniz… Ne gibi müdahaleler peki bunlar?” “Söylediğim gibi bu konuda detay vermemeyi tercih ediyorum. Normalde seninle anlattıklarımın yarısı kadar bile bilgi paylaşmamam gerekiyordu…” “Peki, öyleyse neden bütün bunları bana anlattınız?” “Tecrübe diyelim… Yıllardır bu işin içindeyim. Emekliliğime iki yıldan az kaldı. Bu dünyada görmediğim pislik, görmediğim vahşet kalmadı diyebilirim. Cinayet Büro’daki meslek hayatım boyunca çözümsüz gibi görünen pek çok vakayı çözüme kavuşturdum. Bir o kadarınıysa kavuşturmadım. Ama yine de İstanbul Emniyeti’nin gördüğü en başarılı polis amirlerinden biri sayılırım. Her mesleğin bazı basit sırları vardır. Kitaplarda yazılmaz. Tecrübeyle edinilir. İşte o tecrübelerim bana der ki tanıkların seninle işbirliği yapmasının en garantili yolu; senin de onlarla işbirliği yapmandır. Sen insanlara karşı ne kadar samimi yaklaşırsan onlar da sana o kadar yaklaşırlar. Hatta bazen şüpheliler ve suçlular dahi gayriihtiyari olarak yaparlar bunu. Tanıkları olaya dahil edebildiğin oranda, onlar da seninle birlikte vakanın çözümü için çaba harcarlar. Senin sormayı aklına dahi getiremediğin ayrıntıları hatırlar ve dikkatini oraya çekerler. Zaten bütün tılsım detaylardadır… İşin açıkçası senden beklentim de tam olarak bu.”

Bu noktada konuşmasına kısa bir ara daha verdi. Sanki Murat’tan soru gelmesini bekliyor ve o soru veya sorular her neyse artık cevaplayacak gibiydi…  Murat’ın bu fırsatı tepmeye niyeti yoktu. Aklında onlarca soru vardı. Hepsine cevap alması mümkün olmasa da şansını deneyecekti. “Şüpheliler arasında mıyım?” Hulusi, istemsiz ve samimi bir kahkaha attı. “Hayır. Daha az önce dedim ya; seninle işbirliği yapıyorum ki sen de benimle yapasın.  Aslına bakarsan; bu davadaki temel sorunumuz; ortada hiçbir şüphelinin olmayışı gibi duruyor!” “Nasıl yani?” “Resmi kayıtlara göre ev en az doksan yıldır boş… “Ama nasıl olur? Daha birkaç gün önce bir komşudan buranın, Abdülbaki Efendi diye bilinen birinin ikametgahı olduğunu, ondan önce de bütün buraların taa Osmanlı zamanlarından beri onun ailesine ait geniş bir çiftliğin küçük bir parçası olduğunu, Abdülbaki Efendi’nin bile akli dengesi pek yerinde olmasa da halihazırda burada yaşamakta olduğunu öğrendim!” “Kimden öğrendin peki?” “Dedim ya bir komşudan?” “İşte onu soruyorum. Kimdir bu komşu? Ne zaman, hangi vesileyle, nasıl tanıştığından başlayalım mesela?” “Valla adını sanını bilmem. Kokunun nereden veya neden kaynaklandığını öğrenmek için etrafta soruşturacak birilerini ararken çıktı karşıma. Tuhaf bir görünümü vardı açıkçası.” “Ne gibi bir tuhaflık?” “Bir kere boyu çok uzundu. Yani aslında yaşına göre alışılmışın üzerinde iri imiş gibi gelmişti bana.” Yaşına göre iri derken?” Uzaktan pek anlaşılmıyordu ama adam en az doksan yaşında var gibiydi. Bunu soru sormak için yanına iyice yaklaşınca anladım çünkü yüzü belki de bugüne kadar gördüğüm herkesten daha fazla ve derin kırışıklarla doluydu. Cildinin görünen hemen her yerinin yaşlılık lekeleriyle kaplı olduğunu görmek de bu izlenimimi güçlendirmiş olabilir. Ancak bununla tezat oluşturacak şekilde en az iki metre boyu vardı. Bilirsiniz, insanların çoğunlukla; yaşlandıkça kemik erimesi gibi sebeplerden dolayı boyları da kısalır nedense. Eğer bu adamın aynı sebepten boyu kısalmışsa gençlik yıllarındaki cüssesini düşünemiyorum bile… Haa, bir de sırtındaki o devasa kambur… Daha doğrusu ben ilk bakışta onun bir kambur olduğunu düşündüm ama adam aslında dimdik yürüyordu. Şimdi, düşününce adamın bir omurga problemi olmadığı aşikar. Devasa bir et parçası veya et beni olabilir belki.” “Bu ilginç bak! Gayet ayırd edici bir eşkal özelliği…” “Bilemiyorum, belki elbiselerinin altında patates çuvalı filan taşımıyorduysa şayet… Eğer o bir kambur veya et parçasıysa adam rahatsız olmasın diye, yanına yaklaştıktan sonra sırtına gözlerimi sırtına dikmemeye özellikle dikkat ettim.” “Günümüzde pek rastlanmayan bir nezaket örneği…” “Bilemem. Nezaket göstermek amacıyla, özellikle kurgulanmış bir tavır değildi. Ben sadece engelli veya vücutlarında bariz kusur bulunan insanların inceleyici bakışlardan rahatsız olabildiğine dair bir izlenime sahibim. Ama bu tavrı hiçbir zaman bir nezaket olarak düşünmedim.” Tamam. Anladım… Başka?” Murat polis amirine, adamla karşılaşmasından, aralarında geçen diyaloga, şimdi şimdi ayrıntılarını hatırlamaya çalıştıkça, giderek kendisine daha da tuhaf gelmeye başlayan adamın dış görünüşünün aklında kalan diğer detaylardan, konuşma biçimi ve ses tonunun yadırgatıcılığına kadar her şeyi anlattı. Hatta adamın İstanbul yerine Dersaadet ismini kullanışının kendisinde uyandırdığı düşünceleri dahi… 

Çevrimdışı sinan.ozgenc

  • *
  • 29
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
İstifçi -8
« Yanıtla #7 : 19 Aralık 2017, 12:45:49 »
Murat’ın anlattıklarını dinlerken üçüncü kahvesini dolduran Hulusi Amir “Peki, adamın sözünü ettiği Hüseyin isimli şahısla ilgili bildiklerin neler?” diye sorunca Murat suali “Adama söylediklerimden ibaret” diyerek yanıtladı. Az önce doldurduğu sıcacık kahveden ufak bir yudum alan Hulusi “Tahmin edilebileceği gibi…” dedi. Murat “Tahmin edilebileceği gibi derken?” “Tuhaf ama kendi içinde ilginç şekilde tutarlı duran tuhaf bir durum söz konusu burada… Yaptığımız ön soruşturmaya göre; konağın, Abdülbaki adındaki herhangi biriyle en ufak bir ilişiği yok. Sözü edilen şahsın soyadını zaten bilmiyoruz ama bilsek dahi; civarda, o ismi taşımış, en azından son elli yılda hiçkimse yaşamamış. Komşularına gelince… Hiç komşun yok. Civardaki bulunan bütün evler tamamen terk edilmiş durumda.” “Ama bu nasıl olur?” “Bilemiyorum. Zaten ilginç olan da bu. Bölge belediye kayıtlarında orman alanı olarak görünüyor. Senin evin dahil hiçbir evin resmi olarak tapusu yok. Sanırım evle ilgili olarak elinde bulunan tapu belgesi temelde bir arazi tapusu. Ama burası imara açık bir bölge değil… Konak gerçekten de çok eski bir yapı olduğu için kaydı varsa bile en iyi ihtimalle Osmanlı arşivleri arasında bir yerlerde kayıptır. Osmanlı arşivlerinin bırak incelenmesini daha tam olarak kategorize edilebilmesi için halen daha on yıllar gerektiğini düşünecek olursak buradan bir yerlere varamayacağımız açık. Orası çıkmaz sokak. Bunlar soruşturmamız için tali detaylar olmakla birlikte -Evinin tapu durumu belediyle arandaki sorun- bizi ilgilendiren kısmı; senin, bu evlerde yaşayan birtakım insanlar olduğunu iddia etmene karşın bizim yaptığımız aramalarda; hiçbirinde; en azından yıllardır en ufak iskan izine rastlayamamış olmamız…” “Mümkün değil. Tamam; komşuluk ilişkilerine önem veren ve komşu ziyaretlerine giden biri hiç olmadım. Zaten yeni taşındım buraya. Ama akşamları uzak da olsa bazı evlerin ışıklarının yandığını gördüğümü biliyorum.” “Evlerde mi?” "Aslına bakarsanız bunu kesin olarak iddia edemem. Daha doğrusu ara ara, -daha çok karşıki tepelerde- birtakım ışıklar görmüşlüğüm var. Çok yoğun olmamasını ihtiyarların erken saatte yatmaya alışkın olmalarına vermiştim…”  “Evet… Ama elimizdeki bu; bir hayalet kasaba? Asıl soruysa şu: Senin komşu diye konuştuğun adam ve onun iyi adamdı diye sözünü ettiği Hüseyin kimler? En azından ihtiyar dev konakta olanlarla kesinlikle ilgili gibi bir his var içimde. Aksi takdirde sana orayla ilgili onca asılsız bilgiyi neden versin? Belli ki sorularına mantıklı görünen cevaplar verip, merakının seni o konağa sürüklemesinin önüne geçmek için. Bunun dışında…” Durdu, hafifçe kafasını kaşıdı "Abdülbaki Efendi dediğin kişiyi görme şansın oldu mu hiç?” “Birkaç kere uzaktan sadece. Bir keresinde peşinden koşup, iletişim kurmaya çalıştım ama konağın kapısına vardığımda çoktan kaybolmuştu…” “Bu durumda elimizde tanığa en yakın şey sen oluyorsun.” “Yardımcı olabileceksem eğer ne mutlu bana. Ama şu an tüm bildiklerim anlattıklarımdan ibaret ve aklıma başka bir şey de gelmiyor… Bunun dışında size yardımcı olmak için yapabileceğim başka bir şey var mı bilemiyorum.” “Var aslında!” Murat hiçbir şey söylemedi ama yapabileceği şeyin ne olduğunu sorar bir bakış attı Hulusi’ye. “Dışarıdaki medya kıyametini görüyorsun. Basından uzak dur!” “Aksi aklımdan bile geçmemişti” “Normalde böyle olmaz. Bu çapta büyük dosyalar, çözüme en azından bariz şekilde yaklaşıldığında ve eğer sadece bunu yapmanın olayın çözümüne bir yardımı olacaksa medyayla paylaşılır. Gel gör ki olay mahalline ilk gelenler bizler değildik. Belediye temizlik ekibinden manzaranın dehşeti karşısında heyecana kapılan birileri muhtemelen bizimle beraber gazetecileri de aramış. Ya da kötü şans eseri olarak polis muhabirlerinin telsiz dinlemelerine yakalandık. Hatta ekiplerimiz intikal ettiğinde bir canlı yayın aracı park edecek yer arıyordu bile…  “Bu konuda endişelenmenize gerek yok. On beş dakikalık şöhret hakkımı böyle bir olayla kullanmak istemem doğrusu” Murat pek ummamıştı ama Hulusu yaptığı Andy Warhol göndermesini gayet anlamış hatta onunla beraber gülümsemişti. Murat, belki biraz da bu samimi gülümsemeden cesaret alarak bir soru daha sormak istedi. Muhtemelen cevaplanmayacak yahut üstünkörü geçiştirilecekti ama… Denemekten zarar gelmez diye düşündü. Meraklının mottosu ‘Aklımı kurcalayacağına kulağımı kurcalasın’ “Kim, hangi sebeple böyle bir şey yapmış olabilir sizce? Tamam fail meçhul statüsünde henüz ama… Bu kadar cinayet hem de en az doksan yıldan beri işlenmekte olan cinayetler… Bütün bunların arkasında ne olabilir? Sıra dışı değil mi amirim?” Düşündüğünün aksine Hulusi, cevap verme konusunda hiç de çekimser davranmadı. Bugüne kadarki mesleki tecrübeleri işbirliğinin işbirliğini doğurduğu şeklindeydi. Cevaplar istiyorsa cevaplar vermeliydi. İnsanlar sorgulandıklarını düşündüklerinde bazı hususları kendilerine saklama eğiliminde oluyorlardı ama sohbet ettiklerini düşündüklerinde ise başta planladıklarından bile çok daha paylaşımcı davranıyorlardı. Sohbet etmenin kuralı ise belliydi: samimi olacaktın. Ancak böylece samimi ve dürüst cevaplar alabilirdin. Bu yöntemle birkaç cinayet itiraf ettirmişliği vardı… “Sana şimdi söyleyeceklerimi herkesten ama bilhassa basın mensuplarından gizli tutacağına inanıyorum.” “Tabii ki” “Bir kült cinayeti gibi görünüyor. Daha doğrusu cinayetleri.” “Bu kanıya varmanıza neden olan şey nedir?” “Her şeyden önce zaman. En az doksan yıllık bir periyoda dağıldığını tahmin ediyoruz. Adli tıp laboratuvar inceleme sonuçlarının bu savı doğrulaması gerekecek ama şu an burada bulunan profil uzmanlarımızın ilk tahmini bu. Ki ben tecrübeye inanırım, elimin altında tecrübeli bir ekip var. Yaklaşık doksan yılın doğru bir zamanlama tahmini olduğunu varsayarsak, ortalama ömür süreleri de göz önüne alındığında: Bir kişinin, bu cinayetleri doğar doğmaz başlatmış olması ve en iyi durumda bile belinin çoktan bükülmesi hatta yatalak olması gereken günümüzde dahi aynı rahatlıkla sürdürebilmiş olması lazım… Ki bu imkansız. Bu daha çok nesilden nesile aktarılan bir ritüel gibi duruyor.  Ayrıcaaa…” Son kelimeyi heyecanı artırmak ister gibi bilinçli şekilde uzatmalı söylemişti sanki “Evet? Ayrıca?” “Yamyamlık içeriyor…” “Ne?! Yamyamlık mı dediniz?.. ‘Şimdilik paylaşmamayı tercih ederim’ dediğiniz bilgi bu muydu yoksa?!” “Evet. Kesin değil tabi. Dediğim gibi adli tıp…” “Yanlış duymadım değil mi? Yamyamlık…” “Evet. Ve ortada şüpheli olmaya yakın biri bile yok. Eğer acemi bir polis olsaydım ilk işim konuyla ilgili olarak temas sağlayabildiğim tek kişi olan; seni şüpheli olarak gözaltına almak olurdu” “Ama ben!” “Heyecan yapma hemen. Öylesin demedim. Eğer acemi bir polis olsaydım dedim. Ayrıca bunu resmi olarak gerçekleştirmek için elimizde gerekçe yok.”

Çevrimdışı sinan.ozgenc

  • *
  • 29
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
İstifçi -9
« Yanıtla #8 : 20 Aralık 2017, 12:03:58 »
Kısa ama can sıkıcı bir sessizliğin ardından Murat yeniden bir soru sordu “Ne yapmam gerek?” “Hangi konuda?” “Yani bütün bu olanlar… Resmi olarak?” “Şimdilik hiç. Belki bu akşam ve belki bir iki gün daha evin yerine başka bir yerde, ne bileyim otelde veya bir arkadaşında kalman daha daha uygun olur gibi. Mahallenin tek sakini olarak evine girdiğin anda medyanın tüm ilgisi senin üzerine yoğunlaşacak. Basın şimdilik bu tip detaylar haberdar değil. Ve inan bana medya sorguları polis sorgularından daha acımazsızdır.” Sonra Murat’a kartvizitini uzattı. “Aklına şimdi hatırlayamadığın başka ayrıntılar gelirse diye telefon numaramı sana veriyorum. Şahsi numaram; önemsiz görünse bile ve saat kaç olursa olsun arayabilirsin. Ara! Altını özellikle bir kere daha çizme gereği hissediyorum; detayların önem sıralamasını bize bırak. Çoğu vakada çözüm inanamayacağın kadar basit görünümlü ayrıntılar sayesinde gelir. Senin iletişim bilgilerin bizde. Daha ayrıntılı bir ifadene ihtiyacımız olursa veya seni ilgilendiren bir gelişme, ararız. Başka bir sorun veya sıkıntı var mı?” Murat basit bir “Hayır” deyip, izin istedikten sonra, yüzünde düşünceli bir ifadeyle minibüsten indi.

Soruşturmayı yöneten amiri uzaktan gözaltında tutmayı akıl eden uyanık muhabirlerden biri, Murat’ı amirin minibüsünden çıkarken görünce, peşinde bir kameramanla ona doğru hamle yaptı ancak Murat, muhabiri erken fark etti. Koşar adım, yakında park halinde olan arabasına ilerledi. Muhabir yetiştiğinde Murat arabasının kontağını çoktan çevirmişti bile. Muhabirin “Polis ifadenizi neden aldı?” sorusuna cevap olarak, hafif aralık duran araç camını tamamen kapattı ve bir iki keskin manevranın ardından, evini pas geçerek, geliş istikametinin aksine doğru ilerlemeye başladı… Beş dakika sonra bütün o çılgınlıktan tamamen kopmuş, etrafı ağaçlarla kaplı sakin bir yolda, kabul edilebilir bir hızla Üsküdar’a doğru ilerliyordu. Bu gece otelde kalacaktı.

***
   İlk gece neredeyse hiç uyuyamadı. Bütün gece olayı haber bültenlerinden ve internetten takip etti. Medyanın, konuyla ilgili olarak kendisinden daha az bilgisi vardı. Sadece Zerzevatçı köyü yakınlarında, metruk bir binada çok sayıda faili meçhul ceset bulunduğu bilgisine sahiptiler. Kalan bilgilerse dedikodudan ibaretti. Hulusu Amir, kendisiyle paylaştığı bilgilerin yarısı kadarının bile medya mensuplarına ulaşmasını büyük bir maharetle engellemişti. Bunu takdir etti. Kendisininse Hulusu amirin güvenini boşa çıkarma gibi bir niyeti yoktu. Hulusu gerçekten de insan sarrafıydı. İşbirliği taktiği işe yaramış, Murat; neredeyse kendini polis amirine minnet duyar halde bulmuştu…

Sonraki birkaç gün, kafası sonsuz sorularla dolu olsa da işe gidip gelmiş, rutin görevlerini yerine getirmekte herhangi bir zaaf göstermemişti. Bir reklam sanat yönetmeni olarak, her zamanki titizlik ve kalitesiyle tasarımlarını yapmış, birkaç sunum toplantısına katılmış, ajansın geniş balkonunda kahve ve sigara içerken iş arkadaşlarıyla gündelik olaylar hakkında her zamanki sohbetlerini etmişti. Bu sohbetler sırasında daha birkaç gün önce ne gibi bir felaket sahnesinin içine düştüğünden yahut artık işyerinden birkaç sokak ötede üç yıldızlı bir otel odasında kalmaya başladığından kimseye söz etmemişti. Akşamları her iş çıkışı yaptıkları gibi kadınlı-erkekli küçük bir grup olarak, Elmadağ’daki o kafeye gidip, hafif bir akşam yemeği eşliğinde işyerinde olup bitenlerin dedikodusunu yaptıktan sonra -Reklam ajanslarında dedikodu bitmezdi- Taksim’e geçip, “light” biralarını yudumlamışlardı. Günlük rutinleriydi bu ve çok önemli bir olay olmadıkça değişmezdi pek. İstisnai olarak bazı akşamlar, büyük bir kampanya üzerinde çalışırlarken mesela; neredeyse üç dört gün ajanstan hiç çıkmadan çalışarak sabahladıkları olurdu. Rutini bu gibi şeyler bozardı ancak.

Her ne kadar günlük rutinlerini, göze çarpacak derecede ciddi bir aksama veya değişiklik olmadan uygulamaya devam ediyor olsa da aslında zihninin bir yanı sürekli Abdülbaki Efendi konağında yaşananlarla meşguldü. Sanki her geçen yeni gün hatta saatle birlikte bu tuhaf olay, giderek zihninin daha büyük bir kısmını işgal eder olmuştu. İnsan, hayatında kendini her gün bir kitle katliamının ortasında bulmuyordu nihayetinde. Hulusi’nin tahminleri yerindeyse bu olay neredeyse seri cinayet olmaktan çıkıp, kitle katliamı boyutlarına ulaşmıştı. Belki tam da bu yüzden kendini biraz şanslı da hissetmiyor değildi. Doksan, yüz senedir hatta belki de daha uzun süreden beridir peyderpey cinayetlerin işlendiği bir bölgede, birkaç hafta da olsa yaşamış, en azından olayın açığa çıkmasında bir rolü olmuştu. Büyük bir olaydı bu. Basının anladığı manada büyük değil ama. Gazeteciler büyüklükten sansasyonelliği anlarlardı sadece. Koparabilecekleri yaygaraya bakarlardı. Başka bir açıdan büyüktü bu olay… Sıradan bir insanın hayatında neler vardı mesela?.. Doğar, büyür ve ölürdük kabaca ama bütün bu süreçte kaçımız bu hayatta gerçekten dikkate değer bir fark yaratarak yahut bu türden bir şeylere tanıklık ederek tamamlayabilirdik yaşantımızı… İnsanoğlunun en büyük kusuru gereğinden fazla kibirli olmasıydı ve kendisine gerekli olan kibir miktarı ise yaklaşık olarak sıfırdı. Kibir, insanın evrendeki gerçek konumunu anlamasını engelleyen bir akıl perdesiydi sadece. O kadar kibirliydi ki insan; her boyutta; aklının alamayacağı genişlikte evrenler yaratan bir tanrının, o evrenlerin merkezine kendini yani insanı koyduğuna hiç sorgulamadan inanırdı. Yıldızlar arası çarpışmaları, galaksileri yutan kara delikleri, boyutlar ve zamanlar arasındaki bariyerleri sarsacak güçteki patlamaları yaratan tanrı, koca evrende toz zerresi kadar bile etkisi olmayan bir kaya parçası üzerinde, adına yaşam dedikleri bir var oluş biçimiyle mevcudiyetini sürdüren minicik bir türün hizmetine vermişti bütün bunları güya. Peki bu mikroskobik türün, bütün bu evrensel olaylar üzerindeki etkisi yahut yetkisi ne kadardı? Hiç! Daha kendi minik gezegenleri üzerindeki basit hava olaylarını bile kontrol edemiyorlardı. Bırak kontrolü, yarın havanın nasıl olacağını sorsan söyleyemezlerdi. Ama yine de bütün bunların kendileri şerefine ve sırf kendilerine hizmet için yaratılmış olduğunu düşünmekte beis görmüyorlardı.   

Bunun karşılığında günlük hayatları nasıldı peki? Sabahın köründe, sevmedikleri işlerine gidebilmek için sıcak yataklarından güçbela kalkıp, temelde hayvan nakliye konteynerlerinden daha konforlu hiçbir şart sunmayan toplu taşıma araçlarında yolculuk ederek, sekiz saatlik mahkumiyetlerine yetişmek için götlerini yırtıyorlardı. Oysa haberlerde, misal; bir ülkenin, işgal ettiği başka bir memleketin esir vatandaşlarını benzer şekilde; ayakta, üst üste, sıkış tıkış halde çalışma kamplarına naklettiğini görseler, itirazları dünyayı yıkardı. Onlardan tek farkları kendi prangalarının görünmez oluşuyken hem de…   

Bu şekilde bir hayat yaşamaya değmezdi ama çoğu insanda intihar edecek göt yoktu. Murat’da da yoktu. İşte bu yüzden bir intihar haberi duyduğunda diğer insanların aksine; yazıklanmak yerine, içinden tebrik ederdi o adamı. Bütün yaşamsal içgüdüleri aksini haykırdığı halde, sırf bilinci ve iradesinin gücüyle; kendi anlamsız ve etkisiz hayatına son verme dürüstlüğü ve cesaretini gösterebildiği için. Kendi hayatını da diğer çoğu hayat gibi etkisiz ve anlamsız bulmakla birlikte Murat hiç intihar etmeyi düşünmemişti. Bunun sebebinin kendisinde o cesaretin olmadığını bilmesiydi elbette. Ayrıca yaşamın basit zevklerinden keyif alıyordu hala. Seks, içki, papatyaların vasat kır kokusu, dalga sesleri… Bunlarda alabiliyorken henüz, alabildiği kadar zevk almaya çalışmaya karar vermişti bir dönem; intihar üzerine düşünürken. Ve bu kararına sadıktı hala.

Bununla beraber, hayatın çoğunlukla bir rutinler silsilesinden oluşuyor oluşu, canını sıklıkla sıkmıyor değildi. İşte bu yüzden; içinde istemsiz de olsa bir rol oynadığı bu toplu mezar/yamyamlık olayına ilgi duyuyor ve kıyısından köşesinden de olsa bulaştığı için kendini az da olsa şanslı sayıyordu. Şanslı hissetmek belki biraz duyarsız bir duyguydu, doğru. Sonuçta insanlar ölmüştü. Çok sayıda. Hem de oldukça vahşi şekilde; yenilerek. Diri diri mi yenildiler yoksa öldürüldükten sonra mı yenildiler bunu polis de bilmiyordu. Henüz. Belki adli tıp incelemesi sonuç vermiş ve polis öğrenmişti artık ama kendisinin hala en ufak bir fikri bile yoktu. Onca insan, bir bir ortadan kalkmış ve neredeyse yüz yıldır kimse bu insanların nereye kaybolduğunu anlayamamıştı. Kim bilir kaç kişi, kaç aile; sevdiklerinin, yakınlarının, ciğerparelerinin senelerce peşine düşmüş, bulamayınca; bir gün belki tesadüfen de olsa karşılaşırız ümidiyle, şehrin sokaklarını arşınlamıştı umutsuzca. Yüzünü görmeksizin arkasında yürüdüğü herkesin ardından “Belki de bu odur” diye çaresizce bakakalmak ne büyük bir azaptı kim bilir…   

Zihnini kemiren sorular bunlardan ibaret değildi sadece… Komşusu sandığı o ihtiyar gerçekte kimdi mesela? Fail yahut faillerin biri mi yoksa kendisi gibi tesadüfen olaylarla ilişiği kurulan tamamen masum biri miydi? Fail ya da faillerle bir şekilde işbirliği içinde olmasa niye komşusu gibi davranıp, onu teskin etmek üzere yalan yanlış bilgiler versindi ki?… Asıl soruysa şuydu; bu adamlar, o kadar kurbanı nereden, hangi yollarla edinmişlerdi de kimsenin dikkatini  çekmemişti bu durum? Bu kadar uzun süre dikkat çekmeden bu işi yapabilmiş olmaları büyük şanstı doğrusu. Yahut büyük uzmanlık! Kendisinin de o kurbanlardan biri olmayacağı ne malumdu? Kıl payı kurtulmuştu belki hazin bir akıbetten. Hatta orada bir müddet daha -etliye sütlüye karışmadan ama- yaşamaya devam etse, kendisi de sessizce ortadan kaldırılacaktı kuvvetle muhtemel… Bu son düşünce geç gelmişti aklına ama gelince tam bir şok etkisi yaratmıştı zihninde. Ne kadar büyük bir tehlikenin eşiğinden döndüğünü daha yeni yeni anlıyordu.

Çevrimdışı sinan.ozgenc

  • *
  • 29
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
İstifçi -10
« Yanıtla #9 : 21 Aralık 2017, 14:03:57 »
Vakanın bir cinayet kültü ile ilişkili olabileceği tezi meselenin en ilginç kısmıydı. Polisin bu kanıya nasıl vardığına dair elinde yalnızca Hulusi Amir tarafından verilen basit ve kısa izahat vardı. Ama söz konusu kült neyin nesiydi, nasıl bir inancın eseriydi, üyeleri nasıl tiplerlerdi ve bu kadar uzun süre kimse tarafından farkına varılmadan devamlılıklarını sürdürebilmelerinin sırrı neydi? Bunları bilmiyordu. Muhakkak ki polisin elinde bazı veriler vardı. Bunların neler olduğunu öğrenmek isterdi doğrusu. Acaba Hulusu Amiri arayıp daha fazla bilgi almaya çalışsa mıydı? Ama hangi sıfatla? Sıradan bir vatandaşın, sırf merak ediyor diye, bir polis amirini arayıp, üstelik detayları medyadan titizlikle gizlenen  bir soruşturma hakkında bilgi istemesi; yersiz, mantıksız olduğu kadar sonuçsuz da olacaktı. Aptallık düzeyinde bir iyimserlik hatta. Belki en iyisi beklemekti. Polis, olayı eninde sonunda aydınlatacaktı. Lakin gizemin çözüleceğini varsaysa bile sonuçların ne kadarı, ne zaman kamuya açıklanacaktı? Açıklanmayacaktı muhtemelen. O halde içini kemirmekte olan bu merak nasıl tatmin olacaktı?.. Belli ki olmayacaktı. O halde kendi imkanlarıyla edinebildiği kadar bilgi edinip, kendi merakını kendisinin tatmin etmesinin başka bir yolu var mıydı?

Polisten bilgi alamayacağına, medya da kendisinden daha az bilgi sahibi olduğuna göre; konuyu nasıl araştırabilirdi peki? Gazeteci olsa bu sıfatla pek çok kişiye pek çok sualler sorup, cevaplar alabilirdi. Değildi. Gerektiğinde gazeteciymiş gibi rol yapabilirdi ama… -Gazetecilerin politikacı gibi davrandığı bir ülkede hoş bir değişiklik olurdu hatta- kime ne soracaktı ki? Hulusi Amir ve aynı dava üzerinde çalışmakta olan görevli memurlar dışında konuyla ilişkilendirebileceği kimse gelmiyordu aklına. Hulusi Amir’den alamadığı hangi bilgiyi onun astlarından alabilecekti ki hem?  Farzımuhal bunu yapmaya çalışsa, Hulusi Amir’in kulağına giderdi kesin. Hem kendisine şahsi iletişim bilgilerini vermiş biri dururken aynı departmanda çalışan bir başkasıyla konuşmaya çalışması hem de bunun; o adamın astlarından biri olması ayrı ayrı uygunsuz durumlardı. Hulusi Amir’in kendisine gösterdiği samimiyet ve güvene de aykırı olurdu ayrıca. Keşke amir, iletişim bilgilerini sadece bilgi alma amaçlı değil, bilgi verme amaçlı da kullanabilecek biri olsaydı.

Davanın en büyük açmazı; ortada, kendisinden başka, tanık tanımına yaklaşmayı bile başaran hiç kimsenin bulunmayışı değil miydi zaten… Tabi o tuhaf ihtiyar ve süreçte ismi sadece tesadüfen birkaç kez anılmış; Hüseyin adlı, ne idüğü belirsiz, merhum dayısının eski kiracısı haricinde. İhtiyar deve tekrar rastlayabilmek umuduyla Zerzevatçı köyü çevresini serseri mayın gibi turlayacak hali yoktu. Bunu yapsa bile; polis, muhtemelen bölgeyi gözlem altına almıştı ve daha birkaç gün önce olayla ilgili olarak ifadesine başvurulan birinin, civarda şüpheli şekilde dolaşıyor olduğunun tespiti, onu doğruca zanlılar arasına sokmaz mıydı? 

Aklına işyeri arkadaşı Altay’ın kuzeni Veyis geldi birden. Veyis, erken kırklı yaşlarda bir akademisyendi. Antropolog. Ondan, doğrudan söz konusu vakayla ilgili bilgiler alamayacak olsa da en azından cinayet kültleri, yamyamlık gibi konularda daha detaylı bilgi edinebilirdi. Karşı karşıya kaldığı vakanın doğasıyla ilgili fikir edinebilirdi böylece en azından. Veyis, bu gibi konuları sormak için bulunabilecek en uygun kişilerden biriydi. Veyis’le başlarda biraz mesafeli olmakla birlikte biri; Altay’ın doğum günü şerefine içmeye gittiklerinde, ikincisi Taksim’deki tesadüfi bir karşılaşmaları sonrasında içmeye gittiklerinde ilişkisi olmuştu. Taksim’den sonra ikisi de birbirleriyle arkadaşlık etmekten memnun kalmış olacaklar ki çok sık olmasa da ara ara görüşür, bazen beraber içer olmuşlardı. Ama son görüşmelerinin üzerinden belki bir yıldan süre geçmişti. Veyis, akademik unvanına karşın eğlenmeyi bilen, hoşsohbet biri olarak yer etmişti aklında. İlginç bir şekilde; akademik konularda bile karşısındakinin canını hiç sıkmadan hatta gayet meraklandırıcı ve keyifli şekilde konuşabilen, konuştuğu zaman konuya nasıl ilgi çekeceğini bilen biriydi. Kendine özgü bir büyüsü/karizması vardı herifin. O yüzden onunla yapılan sohbetler, bilgilendirici olduğu kadar keyif verici de olurdu.

Çevrimdışı sinan.ozgenc

  • *
  • 29
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
İstifçi -11
« Yanıtla #10 : 23 Aralık 2017, 21:01:10 »
Ertesi gün ofise geçer geçmez ilk iş Veyis’i aradı. “Veyis, merhaba. Murat ben. Nasılsın?” “İyilik sağlık, ne olsun be Murat’ım. Sen nasılsın?” Murat, Veyis’in sevdiği insanların adlarını anarken isimlerinin sonuna sıklıkla Murat’ım, Altay’ım, Emine’m gibi iyelik ekleri ilave ettiği için telefonda kendisine “Murat’ım” diye hitap etmesinden hiç rahatsız olmadı. “Ben de iyiyim. Umarım uygunsuz bir vakitte rahatsız etmiyorumdur seni?” “Yok canım ne rahatsızlığı! Yeni geldim ben de. Daha çalışmaya başlamadım. Gazetelerimi okuyup, kahvemi içiyordum hala.” “Anladım. Uzun zaman oldu görüşmeyeli.” “Öyle oldu be Murat’ım.” “Müsait olduğun bir aralık; mümkünse yakın bir zamanda görüşmek isterim seninle.” “Hayhay! Neden olmasın. İçmeye mi gideriz, konuşmak istediğin özel bir konu mu vardı yoksa?” “Aslına bakarsan bilgine başvurmak istediğim bir konu var.” Murat’ın bir mesele hakkında özel olarak konuşmak istemesi enteresan gelmişti Veyis’e. Normalde bu şekilde bir ilişkileri yoktu. Murat, Veyis’in demlenme arkadaşıydı daha çok. Ama kendisini o sabah arayışındaki gergin ve ciddi ses tonu, Veyis’in, Murat’a; kendisiyle özel bir konu hakkında mı görüşmek istediği sualini sormasına neden olmuştu. Sorusuna olumlu yanıt alışı ise bu sıra dışı durum karşısında merakını kamçılamıştı. “Konu nedir Murat’ım?” “Yaa çok önemli bir mesele değil aslında ama telefonda konuşmak istediğim bir konu da değil. Senin uzmanlık alanınla ilgili bazı bilgilere ihtiyacım olduğunu söyleyebilirim.” “Antropoloji hususundaki mi yoksa şarap seçimi konusundaki uzmanlığımı mı kast ediyorsun” diye latifeci bir ses tonuyla sordu Veyis.  Veyis’in bu sorusuna gülerek “Şarap konusundaki uzmanlığına kimse yetişemez. Ama bana şimdilik antropoloji konusunda yardımcı olman kafi.” diyerek cevap verdi. Veyis, aynı latifeci tonda “Bak bana öğrencilerim bile antropoloji konusunda doğru dürüst soru sormazlar. Bu yüzden ilgimi çekmeyi başardığını söyleyebilirim. Hemen yarın buluşalım.” deyince Murat, “Hayhay” diyerek güldü ve bir sonraki günün akşamına Nişantaşı’ndaki bir kafede buluşmak üzere sözleştiler.

Çevrimdışı sinan.ozgenc

  • *
  • 29
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
İstifçi -12
« Yanıtla #11 : 25 Aralık 2017, 10:37:58 »
Teras kafe adında, bir binanın teras katında, çok bilinmeyen, çoğunlukla müdavimlerinin devam ettiği şık bir kafeydi buluştukları yer. Mekanın ismi hariç hemen hiçbir hususta ucuza kaçılmamıştı. İkisi de iş çıkışı aç olduklarından yemek siparişlerini verdiler, içmeyi sona bırakacaklardı. Murat, konuyu fazla uzatmadan figüranı olduğu meşum hadiseyi anlatarak buluşma talebinin gerekçesini, yaptıkları telefon görüşmesinde ifade ettiğinden daha detaylı biçimde Veyis’e anlattı. Konu, Veyis’in hayli ilgisini çekmiş görünüyordu. Yüz ifadesinin yanı sıra sorduğu çok ve detaylı suallerden de anlaşılıyordu bu. Murat, Veyis’in sorularını, Hulusu amirin gizlilik hususundaki hassasiyetleri gereğince, başkalarıyla paylaşılmamak kaydıyla elinden  geldiğince açıklıkla ve detaylı olarak cevapladı. Umduğundan uzun sürmüştü bu kısım. Ama iyiydi. Demek ki Veyis de Murat’ın sorularını benzer bir ilgiyle cevaplamaya hazırdı. 

Buna güvenerek ilk sorusunu şevkle sordu “Sence bütün bunlar ne tip bir kültün parçaları olabilir? Seri cinayetleri anlarım ama benim asıl kafama takılan yamyamlık konusu. Bu kadar insanın yenilmek amacıyla öldürülmüş olması ihtimali var mı gerçekten? Bütün bunları psikolojik bozukluğu olan tek bir kişinin yapmış olması ihtimali kendi içinde tutarlı bir açıklama olabilirdi ama eldeki verilere göre böyle değil? Gerçekte olan nedir sence?” “Bütün akademik birikimimle şunu söyleyebilirim ki ‘Her şey olabilir’” derken Veyis, bir yandan da yaptığı esprinin altını çizmek için müstehzi bir gülümseme takınmayı ihmal etmedi. Karşısındakinden benzer bir gülümseme aldığında esprisinin anlaşıldığına kanaat getirerek, ama bu sefer akademik bir ciddiyetle düşüncelerini açıklamaya başladı “Şaka bir yana birden çok sebebi olabilir. Çünkü yamyamlık antropolojik kökenleri çok eskiye dayanmakla birlikte nedenleri açısından da oldukça tartışmalı bir konudur. Yamyamlık genel olarak; insanın, kendi türünden olanların etini veya iç organlarını yeme eylemi ya da alışkanlığı şeklinde tanımlansa da türlerden birinin, aynı türün bir diğer üyesinin tüm parçalarını ya da bir kısmını seksüel yamyamlığa ek olarak yemek amacıyla tüketmesi olarak tanımlandığında, sınırları; zooloji bilimini de kapsayan geniş bir alana yayılıyor.” “Nedenlerinin tartışmalı olduğunu söylerken neyi kast ediyorsun?” “Şöyle: Bazı antropologlar, yamyamlığın; açlığın giderilmesi veya karın doyurmaya yönelik olmadığını, gerçekte tinsel ve büyüsel nedenlerden kaynaklandığını savunuyor ve yamyamlığı iki türe ayırıyorlar: İçe dönük ve dışa dönük yamyamlık olarak. İçe dönük yamyamlıkta - ki buna iç yamyamlık da diyebiliriz- sadece akrabaların ve aynı kabileye ait olan ölülerin bedenleri veya yalnızca organları yeniyor. Örneğin, Güneydoğu Avustralya'da yaşayan Dieriler, ölen akrabalarının yüz, kol, bacak ve karınlarının yağlı kısımlarını yiyorlar. Bu toplum için geçerli olan inanca göre yağ, olağanüstü bir güce sahip olan ve yiyen kişiye geçen bir unsur. Böylece, ölünün özelliklerinin yine kabile içinde kaldığına inanıyorlar. Güney Amerika'da yaşayan bazı kabilelerde ise kişinin özelliklerinin, onun kemiklerinde gizli olduğuna inanılıyor. Bu nedenle de ölülerini yaktıktan sonra; kemiklerini öğütüp toz haline getiriyorlar ve bu tozu içkilerine karıştırarak içiyorlar. Özetle söylemek gerekirse içe dönük yamyamlık, ölü ile olan ilişkinin devamını sağlamak için uygulanıyor.

Dışa dönük yamyamlıkta ise akraba ve kabile üyeleri değil, düşmanlar yeniyor. Bazı Güney Amerika yerlilerinde görülen bu adet, öldürülen kişinin, katillerinden ileride intikam almaması için uygulanıyordu. Bunda da bedenin bazı kısımları yeniyordu. Her iki tür yamyamlığın geçmişinin de yaklaşık 200-250 bin yıl önceye kadar uzandığı tahmin ediliyor.

Sigmund Freud’a göre ise yemek ve seks, birbirinden ayrılmayan iki faaliyet. Cinsel eylemin gerisinde, bir başkasının gücüne ya da iktidarına sahip olmak arzusunun, sahiplenme duygusunun olduğunu savunuyor Freud. Bu görüşlerini desteklemek için ise Totem Aşaması'nı örnek gösteriyor. Bu aşamada; klan kardeşlerinin bir araya gelerek sembolik babalarını öldürdüklerini ve onların etlerini yediklerini vurguluyor. Ona göre; erkek kardeşler bunu; babanın cinsel gücüne sahip olmak için gerçekleştiriyorlar. Freud'a göre yamyamlıktan güç kazanmanın motoru cinselliktir.

Bunların dışında zikredilmesi gereken yamyamlık nedenlerinin başında dini seremoni ve ritüeller geliyor. Örneğin, bazı yamyam topluluklarda ölüye saygı, onun cesedini yemekle özdeşleştirilir. Bu toplulukların inançlarına göre; ölen kişi için en saygın mezar yeri yaşayanların bedenleridir. Bazı topluluklarda ise ölüleri yiyerek sadece onu daha iyi saklayacakları değil, aynı zamanda onun niteliklerine de sahip olunacağı düşünülür… Yamyamlığın ikinci en güçlü nedeni ise kabilelerin büyük çoğunluğunun, düşmanlarının ancak yenildiklerinde yeryüzünden tamamen silineceklerine inanmalarıdır. Kimi kabileler bunu düşman kabileyi aşağılamak için yaparken, kimileri de bu yolla düşmanın gücüne sahip olacaklarına inanırlar. Savaşçı yamyamlık olarak tanımlanan bu tür yamyamlık, Amerikan yerlilerinden Kamak, Yeni Zelanda yerlileri olan Maoriler ve Afrika'nın bazı kabileleri arasında çok yaygındı.”

“Tabi bütün bu anlattıkların, daha çok; ilk çağlarda yaşayan ilkel topluluklara ait uygulamalar sanırsam?” “Hayır! Bu düşünceye kapılma sebebin nedir anlamadım doğrusu… İnsan, özü itibariyle her çağda ilkeldir. Şu an içinde yaşadığımız medeniyet birikimi bir sebeple aniden ortadan kalksa insanların en geç bir nesil sonra dönecekleri yer, başlangıçtaki yerlerinden pek uzak olmayacaktır. Halihazırda Güney Amerika ormanlarında yaşayan Guayaki ve Yanomami yerlileri arasında yamyamlık geleneği hala uygulanmakta.” “Nasıl yani? Uygarlık bitse hepimizin yamyam olacağını mı iddia ediyorsun?” “Hayır, hayır, hayır… Bunu da ner’den çıkardın? İnsanlığın, ilkel içgüdülerine döneceğini söylüyorum. İçgüdülerimizi dizginleyen medeniyetlerimizdir. Ayrıca yamyamlık, ilkel insan içgüdülerinden sadece biridir. Ki sadece bir bölgede değil hemen hemen bütün kıtalarda rastlanılmış bir uygulama olması, sana anlattıklarımı destekler nitelikte bir göstergedir.

Çevrimdışı sinan.ozgenc

  • *
  • 29
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
İstifçi 13
« Yanıtla #12 : 27 Aralık 2017, 13:08:06 »
Batı ve Orta Afrika'nın bazı bölgelerinde, Melanezya'da -özellikle Fiji’de- Yeni Gine'de, Avustralya'da, Yeni Zelanda Maorilerinde, Polinezya'daki bazı adalarda, Sumatra kabilelerinde ve Kuzey ve Güney Amerika'nın çeşitli kabilelerinde yakın çağa kadar yamyamlık uygulanagelen bir adet olmuştur. Hatta günümüz Hıristiyanlığı’nda dahi kanibalizm öğelerine rastlandığı iddia edilebilir…” “Daha neler?! Olsa duyardık” “Duymak değil de görmek diyelim… Gördüklerimizin aslında ne olduğunu fark etmeyişimiz, insanlığımızın en büyük zaaflarından biridir bence. ‘Bu sizin uğrunuza feda edilen bedenimdir. Beni anmak için böyle yapın.’ der İsa. “…Yemekten sonra kâseyi alıp şöyle dedi: ‘Bu kâse kanımla gerçekleşen yeni ahittir. Her içtiğinizde beni anmak için böyle yapın.’ ‘Bu ekmeği her yediğinizde ve bu kâseden her içtiğinizde, Rab'bin gelişine dek Rab'bin ölümünü ilan etmiş olursunuz.’ ‘Beni anmak için bunu yapınız’… Yani Hıristiyanların ekmek ve şarapla gerçekleştirdikleri ritüelde; ekmek İsa'nın bedenini şarap ise İsa'nın kanını sembolize eder. Efkaristiya da olarak adlandırılan Son Akşam Yemeği, tüm Hıristiyanlarca Mesih'e bağlılığa kaynak teşkil etmesi nedeniyle bütün kiliselerde "Missa Ayini" ve Rabbin sofrası olarak her hafta kutlanır. Bu açıdan bakıldığında sembolik de olsa bir yamyamlık ritüelidir…”

Murat, doğrusu bilhassa son duydukları karşısında hayrete kapılmıştı ve şaşkınlığının yüzünden okunmaması için yapmacık bir çaba içine girme tenezzülünde bulunmadı. Zaten Veyis de dinleyicisi üzerinde bırakmış olduğu etkiyi açıkça görmekten kaynaklanan bir şevkle, daha da heyecanlanarak anlatısını sürdürdü: “Bu tabi psikanalitik bir yaklaşım. Yakın geçmişte kitlesel olarak uygulanmış, çok daha somut örnekler de mevcut… Sierra Leoneli bir grup, 1990’ların sonunda hükümeti devirmek için kanlı bir ayaklanma başlatmıştı. RUF adı verilen bu grup, elmas madenlerinin kontrolünü ele almak için Sierra Leone’nin taşra bölgelerinde terör estirmişti. Çocukları zorla askere alan grup, düşmana karşı da acımasızdı. Aralarında Birleşmiş Milletler çalışanlarının da olduğu birçok insan, RUF’un yamyam faaliyetlerine kurban gitti.

2013 yılında bir grup arkeologun yaptığı araştırma sonucunda Amerika Birleşik Devletleri’nde bulunan Jamestown’da, yamyamlığa ait bulgular ortaya çıkarıldı. 1609 yılında yaşanan zor kış aylarında 14 yaşında bir kız çocuğunun göçmenler tarafından yenildiği, kafatasının incelenmesi sonucunda ortaya çıktı. Yine Amerika’da çok bilinen bir hadise de Donner Parti olayıdır. Donner Parti, Sierra Nevada’da sert kış şartları altında mahsur kalıp, aralarından bir kaç kişiyi yemek zorunda kalan bir ailedir.  Bu yüzden de yamyamlık denildiği zaman çoğu insanın aklına ilk olarak bu aile gelir. 89 kişilik gruptan sadece 41 kişi hayatta kalmayı başarmış ve  bu 41 kişinin hepsi de kendi grubundaki insanları yiyerek hayatta kalmışlardır.

Avrupa’nın yakın tarihinde dahi pek çok yamyamlık örneği mevcuttur. Mesela yaklaşık olarak 1600-1800 yılları arasında Almanya’da; infaz memurları, idam ettikleri suçlulardan kalan vücut parçalarını ilaç olarak satarlardı.” Murat duydukları karşısında oldukça şaşkındı “Ne ilacı?” diye sordu gayrı ihtiyari olarak.” Veyis, sözünün bölünmesine alınganlık göstermedi. “O zamanlar, insan bedenindeki yağların; kemik kırılmalarına, burkulmalara ve kireçlenmeye iyi geldiği düşünülmekteydi. Bu yağlar, yemek için değil krem gibi sürülmek için kullanılıyordu. Ayrıca o yıllarda eczacılar, yağın yanı sıra kemik ve vücut  parçalarından da ilaç yapmaktaydılar. Bazı eczacılar insan kafatasını toz haline getirdikten sonra bir sıvı ile karıştırıyor ve bundan epilepsi ilacı yapıyorlardı.” Murat, suratını ekşiterek, tek kelimeyle, duyduklarına olan tepkisini ifade etti “İğrenç!” “Kulağına garip geliyor belki ama günümüzde de bazı insanlar tedavi amaçlı olarak plasenta yiyorlar…”

Veyis sözlerini bitirince, dinleyicisine duyduklarını sindirmesi amacıyla fırsat vermek gayesiyle suskunluğunu bir müddet daha sürdürdü. “Peki, anlattıklarını göz önünde bulunduracak olursak sence yaşadığımız olayda ne gibi bir motivasyon olabilir?” “Bu konuda fikir yürütebilmek için daha fazla veriye ihtiyaç var. Ancak bana verdiğin bilgilerden yola çıkacak olursak bazı tahminlerde bulunabiliriz. Ama dediğim gibi bunlar sadece tahmin olur. Kesinliği konusunda delillere ihtiyaç var.” “Peki tahminin nedir?” “Polis amirinin tahminine katılıyorum. Kültik cinayetler gibi görünüyorlar. Amaç cinayet işlemek değil. Cinayetler, sadece belirli bir ritüel bunu gerektirdiği için işlenmiş gibi. Burada en önemli iki gösterge; cinayetlerin ortalama bir insanın ömür süresini aşan bir süreçte işlenmiş olması ve kurbanların belirli bir ritüele yani yamyamlığa maruz kalmak suretiyle öldürülmüş olmaları. Kurbanların bunun dışında belirgin bir profile sahip olduklarını sanmıyorum. Sende aksi bir bilgi varsa onu bilemem tabi?” “Hayır. Bildiğim kadarıyla böyle bir durum söz konusu değil…”

Yemeklerini bitirdikleri için gelen garson servisi topladı ve içecek siparişlerini verdiler. Murat, hala öğrendiklerini sindirmeye yahut öğrendiklerinin, içinde bulunduğu durumla muhtemel bağlantılarını kurmaya çalışıyormuşçasına düşünceli görünüyordu. “Peki… Türkiye’de daha önce görülmüş benzer olaylar var mı?” “Onu bilmiyorum. Bu tip konular ülkemizde daha çok kriminoloji disiplini altında inceleniyor. Yani eldeki verilere göre; bulunduğumuz coğrafyada, yamyamlık hiçbir zaman kültürel bir varlık göstermiş değil. Dolayısıyla buraya özel, yerel bir antropolojik inceleme çalışması yapıldığından da emin değilim. Ancak bireysel bazda bu tür cinayetlerin işlenmiş olabileceğini düşünüyorum. Ama bunlar dediğim gibi daha kriminolojinin yahut psikolojinin araştırma alanına girecek nitelikte, münhasır vakalar olsa gerek. En azından şimdilik. Türkiye’de seri katil yahut seri cinayet yokmuş gibi bir algı var. Bunda medyanın payı büyük. Türk medyası bu konulara en fazla adliye muhabirliği çerçevesinde, üçüncü sayfa haberi olarak yaklaşıyor. Amerikan medyası ise bu tip olayları reyting açısından hazine değerinde bulduğu için Türk medyasından hatta dünyanın herhangi bir yerindeki herhangi bir medyadan daha büyük iştiyakla takip ediyor. Dolayısıyla o tip olaylar Batı kültürünün ürünleriymiş gibi sadece ‘ahlaksız, materyalist batılılara özgü’ sapkınlıklarmış gibi yanlış bir düşünce oluşuyor. Şahsen ben sana en az on tane Türk seri katil sayabilirim mesela… Ama dediğim gibi bunlar Antropolojinin araştırma alanına girmiyor pek. Kültürel, toplumsal uygulamalarla ilgileniyoruz biz daha çok. Ancak sorunun cevabı olmaya en yakın durumdan Doğu Karadeniz bölgesi folkloruna ait bazı unsurlarla ilgili olarak söz edebiliriz.”

Çevrimdışı sinan.ozgenc

  • *
  • 29
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
İstifçi 14
« Yanıtla #13 : 29 Aralık 2017, 11:14:39 »
Murat, soruyu soran kendisi olmasına karşın böyle bir cevap beklemiyordu. Şaşkınlıkla “Nasıl yani? Türk kültüründe yamyamlıkla ilgili unsurlar var mı demek istiyorsun? Ama az önce bunun hiç olmadığını söylemiştin?” “Ender bazı örnekler var. Bu yüzden az önce hemen aklıma gelmedi. Ama pek çok açıdan farklı değerlendirilebilecek olsa da bu soruna kısmı olarak evet diyebilirim.” “Eee? Aç biraz!” “Doğu Karadeniz yöresi halk inanışlarında “Germakoçi” adı verilen bir yaratık var. Dağlarda yaşadığına, kışın köylere dadanıp erkek çocuklarla, inek yavrularını yediğine inanılan, vücudu maymunsu tüylerle kaplı, insan görünüşünde yamyam bir yaratık. Aynı yörenin bazı halk hikayelerinde bir cadı karının kocası olarak tasvir ediliyor. Hatta 1940’lı yıllarda bölgede kaybolan dört askerin yok oluşunu Germakoçi’yle ilişkilendiren bir de hikaye mevcut. Hikayeye göre;  Kafkasör yaylası boğa güreşlerinde bir adam boğasının 90 yaşında olduğunu iddia etmiş. İddiasını kimsenin ciddiye almamasına karşın, kayıp inzibatların bu boğa yüzünden yok olduğunu söyleyerek iddiasını bir ileri düzeye taşımış. İnanmayanlara boğanın boğazındaki birtakım yaraları gösterip, büyük kış Artvin’i vurduğunda yamyam Germakoçi’nin tam iki yıl boyunca bu hayvanın boğazına attığı kesikleri emerek hayatta kaldığını söylemiş. İddiasına göre tabiat, doğaüstü bir yaratığı beslediği için boğasını uzun yaşamla ödüllendirmiş.

Kendisi de yetmişlerinde görünen adam, boğanın amcasından kaldığını ve amcasının da 1943 yılında, esrarengiz biçimde ortadan kaybolan dört askerle birlikte, Cabrasan Dağı’na gidip, bir daha geri dönmediğinden bahsetmiş. Diğer köylüler gibi kışın alçaklara inmek yerine yaz kış yaylada kalan amcası, soğukların yoğun yaşandığı aylarda hemen evinin altındaki ahırdan gelen iniltileri kolaçan etmek için aşağı indiğinde, en kuvvetli boğasının gırtlağına süt emen bir çocuk gibi sarılıp, kanını emmekte olan Germakoçi’yi görmüş. Hayvanın boğazındaki izleri daha evvelden fark eden ama diğer boğaların boynuz darbelerinden açıldığını sanan amcanın, korkudan dizlerinin bağı çözülse de karşısındaki yaratığın, saldırgan olmak bir yana, kendisinden daha çok korktuğunu görünce, kafasına küreği geçirip bayıltmış. Germakoçi’yi inceleyen amca, en az iki metre boyu olan bu yaratığın kambur olmasa boyunun daha bile uzun olacağını fark etmiş. Sırtı, kolları ve bacakları en az kurt kadar kıllı olan Germakoçi’nin bu kadar korkak olmasına rağmen neden “yamyam” adıyla anıldığını anlamaya çalışan adam, yaratığın dişlerini görünce bunun sebebini anlamış. Çünkü bir ayının dişlerinden bile büyük dişleri adeta üst üste binmiş bir dizi testere gibiymiş. yaratığın geniş omuzları ve göğüs kafesi çökmüş gibi görünmesine rağmen bu cüssedeki bir canlının gücünü yabana atmayan amca Germakoçi’yi sıkı sıkı bağladıktan sonra zincire vurmuş ve tek ayağını, yayla evini ayakta tutan payandaya kilitleyip, jandarmaya haber vermek üzere yola çıkmış.

Bir onbaşı ve üç erle geri döndüklerinde usulca ahıra girdiğinde bir kadının Germakoçi’ye söylene söylene iplerini çözmeye çalıştığını görmüş. Kadın şunları söylüyormuş ‘Obur Germakoçi! Doymaz Germakoçi! Bilmez misin insanlar çok yiyen atalarını sevmez? Bilmez misin soyunu kuruttuklarını? Ne diye gelirsin çevirip kirlettikleri yamaçlara?!” Zaten kısa boylu olan kadın çarpık ve kambur olduğu için iki büklüm vaziyette debelenirken Germakoçi sanki cevap veriyormuş gibi homurdansa da kadın dışında kimse onu anlamıyormuş. Onlar epey uğraştıktan sonra tam halatları çözüp kurtulacakları sırada amca askerle birlikte ahıra baskın yapmış ama erlerden ikisi Germakoçi’yi görünce korkudan bayılmış. Bir diğeriyse cüceye benzeyen kadının kuyruğunu gösterip kekeleyerek “Cazu karı!” diyebilmiş. Bayılan askerler kendilerine gelip karşılarındaki manzarayı tekrar ve tekrar görerek yeniden bayılırken verilen bu aşırı tepki ‘cazu karı’ ve Germakoçi’ye bir güven vermiş. Bir suçlu gibi ellerini kaldırmış olan cadı, karşısındaki adamların da aslında kendilerinden epey korktuğunu anladığı için kulak tırmalayan bir sesle ve özgüvenle konuşmaya başlamış “Kıymetli efendiler! Bizimle gelin; size kocam Germakoçi’nin bulduğu altın kapılı mağarayı gösterelim ya da bizi burada öldürüp kanımızı akıtın ki zemin ta arzın merkezine kadar yarılıp hepimizi eritene kadar yaksın.” Bu sözleri bir tehdit olarak algılamak bir yana, cadının ne demek istediğini bile anlamamış olan adamlar, altın kelimesini duyunca, cadı kadın bu sözcüğü telaffuz ettiği anda sanki bir bülbülü dinliyor gibi hissetmişler. Ellerinde ne var ne yok bırakan adamlar, önde ayısına binen cadı kadın ve hemen arkasından ilerleyen Germakoçi’yi takibe başlamışlar ve hiç birşey sorgulamadan tam iki gün boyunca Cabrasan Dağı zirvesine kadar o karda yürümüşler. Başlarda korkup korkup bayılan askerler cadı kadına karşı kabalık ettiklerini düşünüp mahcubiyet hissettiklerinden dolayı, yaptıklarının cezası olarak kendi kafalarına kafalarına vuruyor ve hatta bu işi yaparken başlarından kan geliyormuş… O andan itibaren kekeme kalıp bu zavallı kadına “Cazu” dediği için utancından ne yapacağını şaşıran Onbaşı, kasaturasını çıkarıp dilini doğramaya başlamış. Diğerleri gibi en azından bir tepki vermeksizin cesur duran diğer askerse bu cesaretin kaynağı olan yüreğini, kaburgalarını yarıp çıkararak, kadına verip, kendini affettirmeye çalışmış. Germakoçi’yi kürekle vurup bayıltan amca ise pişmanlıkların en büyüğünü yaşamış ve bu kabalıklarına rağmen kendisine kilolarca altın vereceğini söyleyen, yeryüzünün adeta en güzel prensesi gibi gördüğü ‘cazu karı’dan özürler diliyor ve davranışlarının diyeti olarak kestiği karnından çıkardığı iç organlarını parça parça kadına ikram ediyormuş. Kafile buz tutmuş kar üzerinde Cabrasan Dağı’na bu çılgınlık emarelerini göstere göstere çıkarken arkalarında adeta kızıl bir nehir akıyormuş.

Zirveye vardıklarında kapıldıkları efsun yüzünden kendilerine bilinçsizce uyguladıkları vahşet, adamların çok geçmeden teker teker ölümlerine sebep olsa da ölürken hepsinin yüzleri gülüyormuş… Çünkü cadı kadın, zirvenin öteki yanındaki altın kapıyı gösterip şunları söylemiş “Bakın biz yalan demeyiz; o kapıyı Zülkarneyn döktürdü ve sizi kapıya getirdik. Ama som altından bu kapıyı eritip çalmamanız yani ardından Yecüc ve Mecüc’ün çıkıp dünyaya kötülük yaymaması için ölmelisiniz şimdi.” Bunun üzerine dünyanın en mutlu yüzlerine sahip cesetlerini bırakıp gitmişler bu dünyadan ve cesetleri dahi bulunamamış. Çünkü Germakoçi, diş ve kemiklere kadar hiçbir parçayı israf etmez ve öğütebilirmiş…”

Çevrimdışı sinan.ozgenc

  • *
  • 29
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
İstifçi 15
« Yanıtla #14 : 30 Aralık 2017, 13:31:03 »
“İlginç bir hikaye ama bizim olayımız için sence de fazla sürrealist değil mi?” “Şekilsel yaklaşırsan öyle ama ben Adlerci bir yaklaşımla sembolik açıdan bakmayı tercih ediyorum.” “Yani? Ne demek istediğini anlamış değilim.” “Hikaye muhtemelen daha eski bir formun güncellenmiş versiyonu. Zaten dikkatini çektiyse hikayeyi aktarabilecek herkes ölüyor. Teknik olarak yaşananları başkalarına aktarabilecek en azından bir kişinin sağ kalıp, başından geçenleri anlatabilmiş olması gerek. Ama burada anlatıcı; yeğen ki hikayenin hiçbir yerinde fiilen yok… Yani bu hikaye belirli bir mesajı iletmek için özellikle tasarımlanmış.” “Peki kim yapmış olabilir bu tasarımlamayı ve neden?” “Düşündüğün gibi değil. Daha doğrusu ben anlatamadım. Bu tip hikayeler anonimdir ve arketipler üzerinden ilerlerler. İnsanlığın ortak bilinçaltındaki temel rol modelleri yani. Sana Freud’un yamyamlığa yaklaşımını özetlemiştim. Buna benzer bir şeyden söz ediyorum aslında. Bu hikayede Germakoçi ergenleşememiş bireyi temsil ediyor. Cadı kadın; baskıcı, korumacı anne figürü. Germakoçi aslında diğer erkekleri yiyerek onların iktidarına, cinsel gücüne sahip olmaya çalışan ergenleşme yani bir açıdan da kişisel bağımsızlığını kazanma çabasındaki birey. Ama korumacı kadın / anne motifi, çabalarının sonuca ulaşmasını önlüyor. Bununla beraber onu ergenleşmenin tehlikelerinden de koruyor.” “Yani?” “Sözü fazla uzatmadan açıklamak gerekirse; yamyamlık ritüeli, önümüzdeki olayda bir erginleme töreni olarak gerçekleştiriliyor olabilir?” “Erginleme töreni dediğin nedir?” “En basit anlamda ergenliğe giren çocukları topluma kazandırmak, onları dinsel ve dünyasal bilgilerle eğitmek amacıyla yapılan geçiş törenleridir. Şekli uygulamaları kültürden kültüre değişse de hepsinin özü aynıdır. Önce ergen adayı annesinden uzaklaştırılarak, çoğunlukla özel bir yerde ön eğitimden geçirilir. Toplumsal hiyerarşi, cinsellik, dinsel ve büyüsel bilgiler verilir. Bedenleri işaretlenir; saçları kazınır veya yolunur, burun kanatları, kulakları delinir, bedeninde yaralar açılır, sünnet edilir… Sonra bir dizi sınavdan geçirilirler. Açık havada çırılçıplak uyumak, sabahın erken saatinde buz gibi suda yüzmek, oruç tutmak, tek başına kalmak, ateş üzerinden atlamak, susmak, uyanık kalmak, ağaçlara tırmanmak gibi… Bütün bunlar yapılırken adayın sızlanmaması, ağlamaması gerekir. Çünkü adayın tam anlamıyla bir ergen olabilmesi için ruhsal ve bedensel acılara katlanmayı öğrenmesi gerektiğine inanılır. Adayların sembolik olarak ölüp dirilmelerini temsil eden süreçleri içeren erginleme törenleri, bunlar içinde en güçlü etkiye sahip olanlarıdır. Bu tören; adayın ya atası ya da mitik bir hayvan tarafından yenilip yutulması şeklinde  sembolize edilen uygulamalarla gerçekleştirilir. Ya da bazen bu iş tören alanındaki mağara, çukur veya mezara girip çıkmak yoluyla gerçekleştirilir. Bu törenin sonunda ergen adayı; eski hayatında ölüp, yeni bir statüyle yeniden dirilmiş kabul edilir. Bizim olayımızda ise ergen adayının, kurbanını avlaması ve bedenini yiyerek onun gücünü ele geçirmesi söz konusu gibi…” “Evet. Bu mantıklı bir çıkarım gibi duruyor.” Konuşmanın burasında saatine bakan Veyis “Murat’cığım benim artık müsaade istemem gerekiyor. Kabalık etmiş saymazsın beni umarım.” dedi. Murat “Estağfirullah. Ben de bu kadar uzun konuşacağımızı tahmin etmemiştim. Ayrıca minnettarım. Kafamda birçok şey yerli yerine oturdu. Bunun için sana teşekkür borçluyum.” diye yanıtladı. Veyis de az önce Murat’ın yaptığı şekilde “Estağfirullah” diye yanıtladı arkadaşını ve ekledi “Konuyla ilgili yeni bir gelişme olursa beni haberdar edersen sevinirim. Eğer gerçekten bir toplu yamyamlık uygulaması söz konusuysa bu doğrudan benim akademik ilgi alanıma giriyor. Takdir edersin ki Antropoloji gibi bir alanda bilhassa ritüelistik yamyamlık gibi güncel bir uygulamaya rastalamak zor”

Hesabın ödenmesi konusunda geleneksel Türk tartışmasını yaşadıktan sonra -ki  bu tartışmayı randevu talep eden tarafın kendisi olduğu argümanını öne süren Murat değil, cebinden parayı daha hızlı ve nakit olarak çıkaran Veyis kazanmıştı- ikisi de gayet hoşnut şekilde kafeden ayrıldılar.

Murat kaldığı otele gitmek amacıyla aracına binmeden önce park yerine doğru olan mesafeyi bilinçli şekilde uzatarak hem biraz kafasını toplamak hem de nedense uzun süredir yolunun düşmediğini fark ettiği Rumeli Caddesini’nin tadını çıkarmak istedi. Bir yandan ağır ağır yürürken bir yandan da ışıl ışıl vitrinlere, cıvıl cıvıl kafelere bakıyor, yolda eğleşenleri izliyordu. Öğrencilik yılları bu muhitte geçmişti. Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde Halkla İlişkiler okumuştu ama mezun olduktan sonra o işle ilgili bir kariyer yapma girişimde bulunmamıştı. Aslında okurken bile gün gelip de halkla ilişkiler işi yapacağını hiç düşünmemişti. Türkiye’de Halkla İlişkiler yahut İşletme bölümlerinde okuyan herkes gibi sadece herhangi bir üniversite diploması sahibi olabilmek için katlanmıştı o eziyete. Onun şansı, bu imkana Marmara Üniversitesi gibi ülkenin en prestijli okullarından birinde sahip olabilmesiydi. Zaten o sektörde şansı yok gibiydi. Halkla İlişkiler işi Türkiye’de mini etekler üzerinden yürürdü ve Murat’ın kıllı erkek bacaklarının o sektörün kızgın rekabet ortamında en ufak şansı yoktu. Grafik tasarım işinden memnundu. Meslektaşlarının çoğundan iyi kazanıyordu. Ki kendisinden az kazanan meslektaşları da iyi kazanıyordu. Murat’ın sorunu pek para tutamayan biri oluşuydu. Kazandığını hemen harcardı o. Çoğunlukla da keyif ve eğlenceye. Bu durum ileride değişecekti, bunu biliyordu ya da en azından öylr umut ediyordu. Ama daha gençti ve çıkarabiliyorken, çıkarabildiği kadar hayatın tadını çıkarmalıydı. Dışarıdan bakıldığında eyyamcılık gibi görünse de kendi içinde tutarlı ve derin bir düşüncenin ürünüydü bu tavrı. Babası gibi birkaç tip daha tanıma şansı olmuştu hayatta. O tipler, mali durumları hiçbir zaman çok da kötü olmamasına karşın hep “Ya ileride kötü bir şey olursa” “Ya başımıza bir şeyler gelirse” “Ya ileride çok para lazım olursa” gibi şüphe ve korkularla yaşarlar, bu yüzden de sürekli para biriktirir, yatırım yaparlardı. Para biriktirme ve yatırım telaşı nedeniyle hayatın basit zevkleri için bile bütçe ya da vakit ayıramazlardı. Cimri değillerdi. Bilhassa aileleri için gerekli bütün harcamaları yaparlardı. Ama sadece gerçekten gerekli olduğunu düşündüklerini. Tabağa masraf etmemek için tencerede pişirip, kapağında yemezlerdi tabii ki. Ama tatile çıkmazlardı mesela. Küçükken, hatırlıyordu da annesi ne zaman babasına tatile çıkmalarını teklif etse babası “Tatil gibi büyük(!) harcamalar yapabilmeleri için önce mali olarak önlerini görmeleri gerektiğini” söyler, “Belki seneye” diye sürekli ertelerdi. Lise yıllarına geldiğinde asla babası gibi biri olmayacağına dair kendine söz vermişti ve şu ana kadar gayet iyi gidiyordu.

Ağır adımlarla caddede yürürken buraları ne kadar da çok sevdiği geldi aklına. “Allah’ın unuttuğu bir Beykoz köyüne ne diye taşındıysam artık” diye düşündü. “Şu işler bir sonuca bağlansın tekrardan bu yakada bir ev tutacağım” diye söz verdi kendine. Cinayet meselesi mevzubahis olmasaydı bile Beykoz hatta tüm Anadolu yakası, onun yaşam tarzı için fazla sakin kaçıyordu. Hayat Avrupa’daydı. En azından onunkisi… Issız yerler, kötü işler yaptığının yoldan geçenler yahut meraklı sakinler tarafından görülmesini istemeyenler için uygundu. Birkaç gün içinde yeni bir kiralık daire aramaya başlayacaktı. Avrupa yakasında.