...
Büyünün tanrıları, bana yardım edin! Hayatımı size adayacağım. Her zaman size hizmet edeceğim. Adınıza ihtişam getireceğim. Yardım edin, lütfen, bana yardım edin!
Bunu çok istiyordu. Bunun için çok fazla, çok uzun süre çalışmıştı. Büyüye odaklandı, bütün enerjisini onun üzerinde yoğunlaştırdı. Güçsüz vücudu gerginlikten zayıf düştü. Kendini bayılacak gibi hissetti, başı dönüyordu. Işık küresi, sersemlemiş görüşünde üç küreye dönüştü. Altındaki zemin sallanıyordu. Kafasını çaresizlik içinde taş masanın üzerine koydu.
Taş, ateşli yanaklarının altında serin ve sağlamdı. Gözlerini kapattı, sıcak gözyaşları göz kapaklarını yaktı. Büyülü ışık saçan küreyi, göz kapaklarına dağlanmışçasına, hala görebiliyordu.
Her kürenin içinde bir insan durduğunu şaşırarak fark etti.
Biri güzel, yakışıklı bir genç adamdı, gümüş bir ışıkla parlayan beyaz cübbe giymişti. Güçlü ve kaslıydı, bir savaşçının yapısına sahipti. Elinde, tepesinde altından bir ejderha pençesi tarafından tutulan bir elmas olan ahşap bir asa taşıyordu.
Diğeri de genç bir adamdı, ancak yakışıklı değildi. Groteskti. Yüzü bir ay kadar yuvarlaktı, gözleri ise kuru, karanlık ve boş kuyulardı. Siyah cübbe giymişti, ellerinde kristal bir küre tutuyordu, içinde beş ejderha kafası dönen bir küre; kırmızı, yeşil, mavi, beyaz ve siyah.
İkisinin arasında ise güzel ve genç bir kadın duruyordu. Saçları bir karga kanadı kadar siyahtı, içinde beyaz meçeler vardı. Cübbesi kan kırmızıydı. Kollarında büyük, deri kaplı bir kitap tutuyordu.
Üçü birbirinden tamamen farklıydı, garip bir biçimde de birbirlerine benziyorlardı.
"Bizim kim olduğumuzu biliyor musun?" diye sordu beyazlar içindeki adam.
Raistlin kararsızca başını salladı. Onları tanıyordu. Neden ya da nasıl olduğunu anladığından pek emin değildi.
"Bize dua ettin, yine de çoğu adımızı sadece dudaklarından söyler, kalplerinden değil. Bize gerçekten inanıyor musun?" diye sordu kırmızılı kadın.
Raistlin bu soruyu düşündü. "Bana geldiniz, değil mi?" diyerek yanıtladı.
Bu güven vermeyen cevap, ışığın tanrısını ve karanlığın tanrısını memnun etmedi. Ay suratlı adam daha da soğudu, beyaz giysiler içindeki adamsa korkutucu gözüktü. Ancak, kırmızılı kadın ondan memnun gözükmüştü. Gülümsedi.
Solinari sertçe konuştu. "Sen çok gençsin. Bize verdiğin sözü anlıyor musun? Bize tapma ve isimlerimizi yüceltme sözünü? Bu şekilde hareket etmek birçok insanın inançlarına ters düşecek ve seni ölümcül tehlikelere maruz bırakabilecek."
"Anlıyorum." diyerek cevap verdi Raistlin tereddüt etmeden.
Sonra Nuitari konuştu, sesi buz parçaları gibiydi. "Senden isteyeceğimiz fedakarlıkları yapmaya hazır mısın?"
"Hazırım." diye yanıtladı Raistlin sakince, sonra da kendi kendine ekledi, zaten vermediğim daha ne isteyebilirsiniz ki benden?
Söylenmemiş cevabını üçü de duymuştu. Solinari kafasını salladı. Nuitari uğursuzca sırıttı.
Lunitari'nin keyiflendirici, rahatsız edici kahkahası Raistlin'in çevresinde dolaştı. "Anlamıyorsun. Ve eğer senden gelecekte istenecekleri şimdi görebilseydin, buradan koşarak kaçar ve bir daha geri dönmezdin. Yine de, biz seni izledik ve senden etkilendik. Ricanı bir koşulla yerine getireceğiz. Bize olan inancını hiçbir zaman reddetme, yoksa biz de seni reddederiz."
Üç ışık küresi birleşerek tek oldu, tıpkı bir göze benziyordu; beyaz bir kenar, kırmızı bir iris ve siyah gözbebeği... Göz bir kere kırpıldı ve sonra açık kaldı, dikkatle bakıyordu.
Beyaz kuzu derisi üzerinde siyah Ben, Magus kelimeleri oğlanın tek görebildiği şeydi.
"Hasta mısın, Raistlin?" Ustanın sesi rutubetli bir sisin ardından geliyor gibiydi.
"Kes sesini!" Raistlin nefes aldı. Bu salak onların burada olduğunu bilmiyor mu? İzlediklerini, beklediklerini bilmiyor mu?
"Ben, Magus" Raistlin kelimeleri yüksek bir sesle fısıldadı. Beyazın üstündeki siyah kelimeleri, Raistlin kendi kalbinin kanıyla doldurdu.
Siyah harfler kırmızı kırmızı parlamaya başladı, demircinin döven ateşinde duran kılıç gibi. Harfler kızdı ve parladı; ta ki, Ben, Magus harfleri alev alana kadar. Kuzu derisi karardı, kendi etrafında kıvrıldı, yanarak yok oldu. Ateş söndü.
Raistlin, yorgun bir şekilde taburesine çöktü. Önündeki taş masada, kavrulmuş lekelerden ve yağlı kül parçalarından başka bir şey yoktu. İçinde hiçbir zaman söndürülemeyecek bir ateş yanıyordu, belki de öldüğünde bile...
Bir ses duydu, boğulan bir kurbağa sesi gibi bir şey.
Gözleri fal taşı gibi açılmış Theobald Usta, Gordo ve Jon Farnish, ağızları açık kendisine bakıyordu.
Raistlin taburesinden aşağı kaydı, ustasına nazik bir selam verdi. "Artık gidebilir miyim, efendim?"
Theobald sessizce onayladı, konuşamıyordu. ...