BÖLÜM ALTI: Kara Çanlar SalonuBenekler… Altı, yedi, sekiz… Simsiyah derinin üzerinde onlarca benekler… Açık kahve, koyu kahve, sarı benekler… Gece… Ve parlayan ay ışığı… Sapsarı bal rengi gözler… İri iri açılmış, dosdoğru ileri doğru bakan gözler… Sırtlanların başında bulunan dişi, başını aya doğru kaldırıp uzun uzun uludu. Gecenin boşluğunda yankılanan sırtlanın sesine diğer klan üyeleri de katıldı… Klan iz üzerindeydi.
**
Gertz gördüğü rüyanın şokuyla ter içinde uyandı. Açmak istediği gözlerini uzun süre açamayınca korkusu onu delirmenin eşiğine getirdi. Kapalı gözlerinin odaklandığı bal rengi parıltılar bir türlü silinmiyordu belleğinden. Gözlerini en sonunda araladığında yatağından hızlıca doğruldu.
“Bu da neydi böyle?” diye mırıldandı. Son kâbusunun üzerinden on yıllar geçmişti. Son gerçekleşen kâbusunun üzerinden… “Hayır,” dedi, hırıltılı bir şekilde alıp verdiği nefesini kontrol etmeye çalışırken. “Yeniden olamaz!”
**
Aynı gece Iria’da benzer bir kâbus görmüştü. Uyandığında gördüklerinin pek çoğu hafızasından silinmişti. Ancak hatırlamakta hiç de güçlük çekmediği iki bal rengi göz, üşüyerek yorganına sarılmasına ve uzun saatler boyunca uyumadan yatağında dönmesine neden oldu.
**
Güneşin doğuşuyla Gertz, bütün sirk çalışanlarının toplandığı kahvaltı masasına gelmemişti. “Patron uyuya kaldı herhalde,” dedi Solan. Şu sıralar yirmisinde bir genç gibi gözüküyordu. Konuşmayı pek sevmeyen Buartz ironik bir ses tonuyla “Uyuz bir herif olabilir, ama onun da prensipleri vardır. Gidip bakmak iyi olabilir,” dedi.
“Sanırım haklısın,” dedi Iria. “Kontrol etmekten zarar gelmez.”
Iria Gertz’in kapısını açık bulduğuna pek şaşırdı. Patronları çoğu zaman karavanının kapısının önünde gezinmelerini bile onaylamazdı. Iria kapıyı birkaç defa tıklattıktan sonra içeri girdi. Bu, patronunun karavanına ikinci girişiydi. Hatırladığı kadarıyla ilk girişi Latemsould’a kabul edildiği sırada gerçekleşmişti.
Karavan diğerlerinden farklı olarak üsluplu bir şekilde düzenlenmişti. En önemli artısı geniş pencereleriyle güneşi tam anlamıyla kucaklamasıydı. Geniş ahşap bir dolap kapağı aralık bir şekilde duruyordu. Güneş ışınları dolabın içine ulaşamadığı için Iria’nın ilk tercihi oraya yönelmek olmuştu. “Patron,” dedi.
Dolabın kapısını araladığında görmeyi hiç beklemediği bir manzarayla karşı karşıyaydı. Gertz’in gözleri ağlamaktan kızarmış, akan burnunu sildiği kolu kurumuş sümükle kaplanmıştı. Üzerine sinen naftalin kokusu, Iria’nın kendisine gelmesini sağlamıştı. “Neler oluyor patron?”
Gertz titreyen dudaklarını aralayarak, “Geliyorlar,” dedi. “Kim, ne için geliyor? Patron kendinizde misiniz?”
Patron dolabın kenarından güç alarak ayağa kalktı. Göz yaşlarını silerken titremesine hala hakim olamamıştı. “Onlar… Bizim için geliyorlar.”
**
Mathodure ilk tepkiyi kimsenin beklemediği bir sertlikte sesin geldiği yöne dönerek verdi. Chisew iki kısa adımla Huomell’in yanına yaklaşırken Uolin arka tarafta kalmayı tercih etmişti.
Karanlık geçidi aydınlatan ani bir meşale alevi girişteki kişiyi teşhis etmelerine yardımcı oldu. Mesafe oldukça fazla olmasına rağmen Huomell konuşan kişinin iki metreden uzun bir boya ve belirgin kaslara sahip olduğunu görebiliyordu. Ölüm Tohumları’nın yuvasına giriş biletleri tam karşılarındaydı.
“Kaybolan arkadaşımızı bulmaya geldik,” diye bağırdı iri adama doğru. “Onu almadan da geri dönmeyeceğiz.”
İri adam dehlizin girişinden onlara doğru harekete geçmişti. “Çok yazık,” dedi. “Misafirperverliğimizden faydalanırsınız diye ummuştum.”
Chisew merakla Mathodure’a bakarken yaratık kaygısız bir şekilde yaklaşan adamı süzüyordu. Alev Adam elini arkasına götürerek parmaklarından ince buhar demetleriyle alıştırma yapmaya başlamıştı. Aynı çalışmayı küçük elektrik akımlarıyla yapan Uolin’i görünce gizlice göz kırptı.
“Dostumuzu sağlam bir şekilde geri aldığımızda elbette yararlanmak isteriz,” dedi Huomell.
“O zaman hayal kırıklığına uğrayabilirsiniz dostlarım, çünkü kimseyi bedelsiz geri salmayacağız.”
“Bizi tek başına sen mi durduracaksınız?” diye atıldı Chisew. Uolin dik bakışlarla genç adamı süzerken, Chisew dememesi gereken bir şeyler dediğinin farkına vardı.
“Tek başına durduracağımı söylemedim zaten,” dedi iri adam.
Bu cümlenin bitimiyle meşalenin oluşturduğu gölgelerin arasından aydınlığa çıkan yirmi küsür ‘iri’ kimse Chisew’in hatasını gözler önüne serdi.
“Ve artık durdurabilirim.”
Hava sinek vızıltılarıyla doldu… Yanılıyorlardı, bunlar küçük iğneler fırlatan oklardı. Ve oklar çizgilerinden sapmadan hedeflerine ulaştı.
**
Uolin uyandığında iyi aydınlatılmış bir dehlizde ilerlediklerini fark etti. Huomell ve Chisew gibi iki altın filizini Ölüm Tohumları’nın eline bırakmayı kabullenememenin sonuçlarına katlanıyordu. İki kişi eksik ya da fazla ne fark ederdi ki?
Tam olarak bu şekildeydi Uolin’in düşünceleri. Ancak sonra nerede olduğunu fark ettiğinde bu düşünceler aklından uçup gitti. El arabası benzeri bir arabanın içerisindeydi. Ellerine kauçuktan yapılmış bir çeşit eldiven giydirilmişti ve arabada yalnız başınaydı. Elleri bağlıydı. Ayaklarını hissetmediği ve dönüp bakacak bir açıyla oturmadığı için kapana kısıldığını kabul edip çevresine bakındı.
Anlaşılan dev bir yer altı şehrindeyim, diye düşündü. Merdivenlerin sonundaki geniş açıklık şu an geçmekte oldukları yerin yanında kelebek ölüsü gibi kalırdı. Yemyeşil bir ışık duvarlardan şehri aydınlatıyordu. Tavan göz alabildiğince sarkıtlardan oluşuyordu. “En az seksen metre…” diye düşündü Uolin. Bir sarkıtın yerinden kopup kendisini toprağa çivilemesi için yeterli bir yükseklikti.
Yerleşim oldukça dağınıktı. Ev diye tabir edilen barınaklar derme çatma, sadece otel olarak kullanıldığı her halinden belli beton yığınlarıydı. Yerleşim alanının dışında oldukça göze batan büyükçe bir yapı vardı. Sekiz dokuz katlı bu yapı belli bir sanatsal zevkten ilham alınarak düzenlenmişti. Zira iki kubbesi de çeşitli figürlerle süslenmişti. Bu kubbelerin arasında asılı devasa çanlar, hava akımının sık yaşanmadığı bu yer altı şehrinde sakin bir şekilde asılı duruyorlardı. Uolin bir an bu çanların ne işe yaradıklarını merak etti.
Ardından götürüldükleri yerin şu an hayranlık ve daha çok korkuyla izlediği yapı olduğunu hatırlayınca, merakı çanlardan yaşamının daha fazla sürüp sürmeyeceğine döndü.
**
Huomell ve Chisew aynı arabada oldukları için kendilerini şanslı hissediyorlardı. Chisew’in ellerine de Uolin’inkiler gibi bir çift eldiven geçirilmiş ve her türlü yanıcı aktivite engellenmişti.
Huomell’de Mathodure ile iletişime geçemiyordu. Kılıcı da elinden alınmıştı. Zihniyle yaptığı birkaç denemede onlarca sefil fareyle iletişime geçince, bunu denemeyi iğrenerek bıraktı.
“Sanırım sona yaklaşıyoruz kardeşim,” dedi Chisew.
“Bu sonun kimler için olacağına dair zarlar henüz atılmadı kardeşim, yüreğini ferah tut.”
Chisew kardeşinin iyimserliğine burun kıvırırken içinde bulundukları araç sarsılarak durdu. Ayak sesleri arabalarına yaklaştı ve daha önce dehlizin girişinde gördükleri iri kıyım adam sırıtarak kapıyı açtı.
“Kara Çanlar Salonu uzun zamandır böyle konuklar ağırlamamıştı. Gelinimiz çok mutlu olacak,” dedi.
“O da kim? Lideriniz falan mı?” dedi Chisew, belirgin bir aşağılamayla.
“Liderden de öte, görmeniz gerekir.”
Ölüm Tohumu’nun bu sözleri üzerine birkaç iri adam daha gelerek onları arabadan indirdi. Huomell Uolin’in de iyi olduğunu gördükten sonra derin bir iç çekti. Mathodure’u nasıl zapt ettiklerini de ayrı olarak merak etti. Arkasındaki adamın dürtüklemesiyle Kara Çanlar’a doğru yürümeye başladı.
“Çanlar… Onlar ne işe yarıyor?” dedi Chisew.
“Onlar bu şehirle birlikte yaratıldı. Ne zaman bir ölüm yaklaşsa çanlar ahenkli bir melodi tuttururlar. Duyulmaya değer bir senfonidir doğrusu. Elbette ölecek olan kişi için değil,” diye açıkladı adam. Bir yandan sırıtırken diğer yandan da sevgiyle Çanlar’ı süzüyordu.
Kafile binaya yürürken Çanlar aniden çıkan ve nereden geldiği belli olmayan bir rüzgârla savrularak çalmaya başladı. Ölüm yine bir randevu almıştı sahibinden. Sadık kalmaktan başka bir hayali olmadan…
KISIM BİRİN SONU !