Kayıt Ol

Ruhsal

Çevrimdışı Dwaxer

  • **
  • 53
  • Rom: 3
    • Profili Görüntüle
Ruhsal
« : 29 Haziran 2009, 11:23:17 »
.

Ruhsal


Her şeyin başlangıcı olan o uğursuz Cuma akşamını dün gibi hatırlıyorum. Mesai bitmişti. Şirkette hemen herkes; plazanın boğucu atmosferini geride bırakıp, (hafta sonu tatilinin motivasyonunu da arkalarında hissederek) dışarıdaki hafif çiseleyen sonbahar akşamüstünün ıslak, gri atmosferine kendilerini çoktan atıvermişlerdi bile. Ben de çıkmak üzereydim ama idari müdür Firdevs Hanım’ın ofisinin camlı kapısından, hâlâ içeride olduğunu görünce, kariyer hayalleri kuran her gencin yapacağı gibi iyi akşamlar demek için yanına gittim.

Firdevs Hanım otuzlu yaşlarda hoş bir kadındı. Hatta seksiydi. Aslında itiraf etmek gerekirse, yeni mezun bir gençtim ve üniversite yıllarını “bayan arkadaş” açısından pek de verimsiz, hatta çorak bir şekilde değerlendirdiğimden, uzun yıllardan beri (aslında kendimi bildim bileli) biriktirdiğim bir takım hormonlar kulaklarımdan fışkırıyordu ve bunun tabii bir sonucu olarak görüş menzilime giren bütün dişiler bana oldukça çekici gelmeye başlamıştı. Bu sebeplerden dolayı Firdevs Hanım’la ilgili bir takım fanteziler kurmuş olabilirim. Aslında evli kadınlar benim ilgi alanımın dışında kalıyor ama ofiste yapılan dedikodulara göre Firdevs Hanım’ın kocası iki sene önce kaybolmuş, (biriyle kaçmış diyorlar ama günahına girmeyeyim) adam adeta sırra kadem basmış, bir daha da haber alınamamış. Zaten dikkat ettim, Firdevs Hanım alyans takmıyordu. Yani bir gün (özellikle böyle mesai saati bitiminde ofis tenhalaşmışken) bu içinde fırtınalar koparcasına arzu dolu olduğunu tahmin ettiğim kadın, ani bir kararla bana karşı seksüel anlamda bir eylemde bulunursa karşı koymaya niyetim yoktu.

“İyi tatiller Firdevs Hanım, bir isteğiniz yoksa ben çıkıyorum” dedim yutkunarak.

Dalgındı. Kafasını kaldırıp yüzüme birkaç uzun saniye baktı. Sonra birden gülümseyerek ayağa fırladı. “Ah, Bahadır’cığım sen miydin?” diyerek bir çırpıda yanıma geldi. “Aslında ben de senden bir şey rica edecektim” dedi.

İlk anda “eyvah!” diye düşündüm, “kesin angarya bir iş yükleyecek. Neden çıkmadım sanki?” Ancak akabinde kadının gözlerindeki kedinin ciğere baktığı gibi olan o ifadeyi görünce beni bir ateş bastı. “Ne demek, emredin!” dedim, göreve hazırdım. Elini zarifçe koluma koyduğunda ise kan basıncım yavaş yavaş yükselmeye başladı. Kendimi her türlü göreve hazır hissediyordum.

“Hafta sonu bir işin var mı?” dedi.

“Hafta sonu mu?” dedim, kulaklarımın doğru duyduğuna emin olmak için.

“Evet, eğer önemli bir işin yoksa bu hafta sonunu bana ayırabilir misin diyecektim” dedi. Hafiften yanakları mı kızarmıştı, yoksa bana mı öyle gelmişti. Yoksa kızaran ben miydim? Allah’ım hayallerim gerçek mi oluyordu yoksa?

“Tabii ayırırım” diyebildim, kasılmış ciğerlerimdeki havayı serbest bırakarak.

Bana biraz daha sokuldu, şimdi nefesini yüzümde hissediyordum. Parfümünün kokusu başımı döndürüyordu. “Ama sır saklayabilir misin? Çünkü bunun duyulmasını istemiyorum. Aramızda geçenler ve bu hafta sonu olacaklar hakkında kimseye bir şey söylemeyeceğine güvenebilir miyim?” dedi.

“Tabii güvenebilirsiniz Firdevs Hanım, hiç kuşkunuz olmasın!”

“Yemin eder misin?”

“Yemin mi?.. A evet, tabii. Yemin ederim.”

“Güzel. Sana güvenebileceğimi biliyordum Bahadır” dedi ve kolumu tutmakta olan uzun kemikli parmaklarını sıkarak, beni önümüzdeki günlerde başıma gelecekler konusunda fantezilere gark etti. Vücudumun bir yerlerinde kalbimden bağımsızlığını ilan etmiş atan bir nabzın zonklayan etkisini, kansızlıktan kurumakta olan beynimin çeperlerinde hissediyordum. Herhalde bir zebani kadar kırmızı renkteydim ama Firdevs buna aldırmamış görünüyordu. Hatta karizmatik dudaklarındaki hafif tebessüm, gizleyemediğim heyecanımı sevimli bulduğunun bir işareti gibiydi.

Sonunda beni bırakarak, masasının üzerindeki çantasını hızlı hızlı karıştırmaya başladı. Nedense ilk aklıma gelen fikre kapılıp, onun çantasında acil durumlar için bulundurduğu prezervatifleri aradığını zannettim. Birden heyecanım şekil değiştirdi. Hemen mi, şimdi mi yapacaktık? Dönüp kimse var mı diye etrafa baktım. Bütün ofislerin katın ortasına bakan bölümleri komple camdı. Tam iş ortasındayken biri geliverirse kabak gibi gözükecektik. Çıkacak rezaletten çok, vücudumun en beyaz yeri açıktayken nasıl görüneceğimi düşündüm. Üstelik işten atılabilirdim. Ama kısa bir tereddütten sonra, Firdevs Hanım’la ihtiraslı bir çılgınlığın doruğunda birkaç dakikalık samimiyeti pekiştirme seansının, bu şirketteki kariyerimden çok daha önemli olduğuna karar verdim. 

Firdevs Hanım çantadan para çıkardı. “Burada beşyüz lira var” dedi çil çil yüzlükleri uzatırken. “Yarısı masraflarına yeter herhalde, kalanı da sana harçlık olsun.”

Tekrar allak bullak olmuştum. Paraları elime tutuşturuverdi. Sevinsem mi üzülsem mi bilemedim. Henüz amatör ligde güreşmeden, jigololuğa terfi etmiştim. Firdevs benden belki on yaş kadar büyüktü ama çekici bir kadındı (en azından ben öyle düşünüyordum) jigolo tutacak kadar mı kendine güvenmiyordu, ve ben salak mıydım ki ona seve seve bedava vermeyi düşünüyordum? Beşyüz lira da fena para değildi hani. Ancak ilk refleks olarak hemen paraları geri uzattım. “Gerekmez, gerçekten...” dedim.

“Aaa, saçmalama bakalım, koy o paraları cebine! Ben senin müdürünüm, ben ne dersem o olacak!” diye azarladı. Dominant kadın da bir başka seksi oluyordu doğrusu. Hemen paraları cebe attım. Kendimi profesyonelliğe adım atmış gibi hissettim. Acaba bu mesleği yapanların kaydolması gereken bir derneği, loncası filan var mıydı? Ancak hemen akabinde midemi yakan bir tereddüte kapıldım: Ya o işi layıkıyla beceremezsem? Ya elime yüzüme bulaştırırsam? Firdevs performansımdan memnun kalmazsa parasını geri ister miydi acaba? Para mı? Paranın canı cehenneme! Yaşayacağım utanç ve psikolojik travmayı düşününce içim korkuyla titredi. “O kadar para saydık, doğru dürüst beceremedin” der miydi? Ya da arkadaşlarına anlatır mıydı? Yok canım anlatmazdı (yani herhalde) ama ona bir evrak götürdüğümde ya da beraber bir toplantıya girdiğimizde kadının anlamlı bir şekilde tebessüm etmesinin altında yatan “küçük utangaç Bahadır’ımız nasıllar bugün?” mesajını bal gibi hissedecektim. Of, profesyonellik büyük sorumluluk yüklüyordu insana. Bilinçaltımın rögar kokulu melun kapıları açılmış, karanlık dehlizlerinde pusuda bekleyen ne kadar “kendine güvensizlik” ve “korktuğun başına gelir” hezeyanımsı duyguları varsa, teker teker açığa çıkıyorlardı. Hevesim sönmeye başlamıştı.

“Almanya’da yaşayan annem, yarın sabah uçakla tatile geliyor. İki hafta yanımda kalacak. Annemi çok severim Bahadır. Zaten doğru dürüst görüşemiyoruz, kadıncağızın buradayken iyi vakit geçirmesini istiyorum.” dedi Firdevs.

Şok! Zaten bir terslik olduğunu hissediyordum. Demek beni yaşlı annesinin seks oyuncağı olayım diye kiralamıştı. Oysa ben ne hayaller kurmuştum. Belli etmemeye çalışsam da kendimi çok kötü hissettim. Zaten sönmeye başlayan hevesim iyice büzülmüştü.

Firdevs tekrar çantasını karıştırarak (artık prezervatif aradığına dair inancımı yitirmiştim) konuşmaya devam etti: “Aslında yarın Kilyos yakınlarında önemli bir randevum vardı ama annemi karşılamam gerektiği için gidemeyeceğim. Ama bu randevuyu almak için haftalar önce sıraya girmiştim anlıyor musun? Yani benim yerime sen gideceksin oraya.” Çantasından çıkardıkları arasından bir kağıt parçası uzattı. “İşte adres ve nasıl gidileceği burada yazıyor. Biraz sapa bir yerdeymiş anladığım kadarıyla” dedi.

İşin rengi tekrar değişmeye başlıyordu. Biraz rahatlar gibi olduysam da artık dereyi görmeden paçayı sıvama (hatta pantolonu çıkartma) alışkanlığımı bırakmam gerektiğine kesinlikle ikna olmuştum. “Neresi bu yer, görüşeceğim kişi kim?” diye sordum.

Bana bir fotoğraf uzatttı. “Bu resimdeki benim iki sene önce ortadan kaybolan kocam” dedi. “Adı Alp Tonga. Gideceğin adresteki kişi bir medyumdur ve fotoğraflardan kişilerin ya da eşyaların yerini bulabiliyor. Ona bu resmi göstereceksin, o da yerini sana söyleyecek ya da haritada işaretleyecek.”

“Medyum mu? Ciddi misiniz? Böyle şeylere inandığınızı...” Soğuk bakışları karşısında cümlemi tamamlamamayı tercih ettim ve konuyu derhal değiştirdim. “Ama bu resimde kocanızın yüzü gözükmüyor bile” dedim. Fotoğrafta, adam olduğundan bile emin olamadığım bir kişinin, karlı bir havada, elleri ceplerinde yolda dikilirken, bir su birikintisinde oluşmuş yansıması, gayet gölgeli bir şekilde gözüküyordu. Bu resimden kimlik tanımlaması yapmak imkansızdı.

“Biliyorum ama kocam kaybolurken, bütün evrakları ve resimleri de beraber sırra kadem basmıştı. Bu resim, fotoğraf makinemde kalan, benim çektiğim sanatsal bir pozdu. Fakat önemli değil, medyum Oğuz Bey, gönül gözüyle görüyor kişinin yerini ve çok güvendiğim kişilerden adam hakkında olumlu referanslar aldım.” dedi Firdevs Hanım.

İşte böylece bulaştım bu işe... O akşam küçüklükten beri arkadaşlarım olan Nail ve Zafer’i arayarak ertesi günkü seyahatime ortak ettim. Nail’in arabası vardı. Depoyu ben dolduracak, yiyecek, içecekleri filan hep ben ısmarlayacaktım; buna rağmen hesaplarıma göre paranın çoğu cebimde kalacaktı. Eğlenceli olacağa benziyordu. Ertesi gün yola çıktık.
 
Ormanın ortasındaki bir patikada çamura battığımızda, gittiğimiz yerin aslında Kilyos falan olmadığına iyice emin olmuştuk. En son yarım saat önce yolu sorduğumuz bir köylü (gördüğümüz son insanoğlu) suratımıza “ne işiniz var ulan orada, aklınızı mı yediniz?” der gibi bakmıştı. Yine de lütfedip tarif ettiği yolun böylesine berbat olacağı kimin aklına gelirdi ki? İttire kaktıra yürüttük arabayı. Neden sonra tıpkı köylünün tarif ettiği gibi ormandaki tahta bir köprüye vardık. Artık bu dar köprüden araba ile devam etmek imkansızdı.

Köprü çok karizmatikti. Rutubetten üzeri yosun tutmuş, sanki uzun yıllardan beri maruz kaldığı doğal güçlerin altında inim inim inlerken, eğilip bükülmüş, yamulup düzelmiş ama bütün güçlüklere rağmen görevinden taviz vermemiş, (artık buralardan kim geçecekse) yolculara hizmet vermek adına (yıkılmadım ayaktayım misali) sağlamlığını korumuş gibi görünüyordu.

“Ne yani, arabayı burada mı bırakacağız?” dedi Nail.

“Korkma ayılar yemez arabanı” diyerek Zafer, Nail’in ensesine bir şaplak attı. Nail ise samimi küfürlerinden birini ederek, tokadımsı elenselerle rakibine hücum etti. Arabadan çıkar çıkmaz neşe, kahkahalar, eğlenceler kabına sığmayan bir gaz sancısı gibi zortlayıvermişti. O kadar sevimliydiler ki; bu arada ben de yalancıktan güreşen iki arkadaşımı ağzım kulaklarımda seyrederken; içimden üzerlerine atlamak, güreşmek, mıncıklamak hatta pandik atmak gibi samimi ve coşkun duygular geçiyordu. Ama kendimi tuttum. “Hadi beyler şu işimizi halledelim sonra güreşirsiniz bol bol” dedim. Yola koyulduk.

Köprünün üzerinden geçerken altımızdaki ahşaptan gelen uğursuz gıcırtılar bizi tedirgin etti ama köprü sağlamdı. Paza Konağı’nı arıyorduk. Bize yolu tarif eden adam buralardan öteye pek gitmemiş ama “fazla uzak olmaması lazım” demişti. Fazla olmaması lazım dediği yol bir saat sürdü ve hava ummadığımız bir şekilde karardı. Ne çabuk akşam olduğuna hayret ettik. Allah’tan dolunay vardı da ortalık aydınlanıyordu biraz. Bu arada vahşete çağrı tarzında bir kurt uluması duyunca irkildik. Hemen ellerimize silah niyetine birer kuru dal aldık. Elimdeki son dakika bastonunun beni kurtun dişlerine karşı ne kadar koruyabileceğini merak etmekten kendimi alamadım.

Konağın demir parmaklıklı bahçe kapısına vardığımızda üçümüzde durup, ötede bütün ihtişamıyla geceye ürperti dalgaları yayan görkemli malikâneye ister istemez bakarken, karnımızda tırsak hezeyanların karıncalanma hissinden muzdarip olduğumuza (kendi adıma) yemin edebilirim.

“Filmlerdeki perili evlere benziyor” diyerek Nail duygularımıza tercüman oldu.

“Yürüyün lan, amma tırsak adamsınız” diyerek cesaretlendirdim arkadaşları ve zaten açık olan paslı bahçe kapısından içeri girdik. Bahçe yabani otların istilasına uğramıştı. Pencerelerde ışık olmasa burasının uzun zaman önce terk edilmiş olduğuna kanaat getirmek işten bile değildi.

Nihayet konağın kocaman kapısına geldik. Yanda tek bir zil butonu vardı. Bastım. Basmamla birlikte içeriden korkunç bir kadın çığlığı duyuldu. Hepimiz “hass...” şeklinde tepkimizi dile getirdik. Yüreğimiz ağzımıza gelmişti. Çığlıklar durmuyordu, içeride kesin biri bir bayanı boğazlamakla meşguldü. Buna emindik ama ne yapacağımızı da bilemiyorduk. Üçümüzde birbirimizin korkmuş suratlarına bakmaktan başka bir şey akıl edemiyorduk.

“Kaçalım” dedi Nail.

“Olur mu, yardım etmeyecek miyiz? Boğazlıyorlar karıyı duymuyonuz mu?” diye itiraz etti Zafer ama nedense cümlelerini fısıltıya öykünür bir şekilde düşük desibel seviyesinde kurmuştu, öyle ki ne dediğini zar zor anladık.

Çığlıklar sustu. Adrenalin diz boyu, geçmek bilmeyen birkaç saniye kararsız bir şekilde kalakalmıştık. Kaçmaya pek bir niyetliydim ama bir an Firdevs Hanım’ı düşündüm; sen taa buralara kadar gel de görevi bitirmeden geri dön olacak iş miydi? Öte yandan canımı sokakta bulmamıştım. Birden kapı açıldı.

Ellili yaşlarda, uzun boylu, beyaz saçlı, mahkeme duvarı suratlı bir adam açtı kapıyı. Üzerinde filmlerde gördüğüm ingiliz uşaklarının giydiği takım elbiselerden vardı; soğuk bakışlarla bizi süzerek “buyrun?” dedi. Bir yandan da elini kırmızı bir havluya kuruluyordu. Kırmızının el havlusu için ilginç bir renk seçimi olduğunu düşündüm.

“Çığlıklar duyduk” dedim soğukkanlılığımı korumaya çalışarak. Her an havlunun arasından el çabukluğuyla çıkartacağı bir bıçak ya da neşteri gırtlağıma sallayacak diye tetikteydim.

“Haa, o mu? Oğuz Bey’in akıl hastası kızkardeşi Dilara Hanım. Kendisi sık sık böyle sinir krizleri geçirir ve çığlıklar atar. Merak edilecek bir şey yok” dedi.

Heykel gibi kaldım kapıda; nasıl bir yerdi burası? Nail arkamdan yanaşıp (kapıdaki adama ayıp olacağını umursamadan) kulağıma fısıldadı: “Oolum çabuk s...tir olup gidelim buradan!” dedi.

“Siz Oğuz Bey’i mi görecektiniz?” dedi, kahya olduğunu tahmin ettiğim beyefendi.

“Evet ben Firdevs Hanım adına geliyorum, Oğuz Bey’le bir görüşmemiz vardı” dedim.

“İçeri buyrun lütfen.”

Girdik. Arkamdaki çocukların mırıldandıklarını duyuyor ve ne söylediklerini aşağı yukarı tahmin edebiliyordum. Kahya bizi yemek salonuna aldı. Her taraf toz içindeydi. Onaltı kişilik, beyaz örtülü, devasa uzunlukta,  çeşitli yiyecek ve mezelerle donatılmış bir yemek masasının en başında tıpkı ünlü tenor Pavarotti’ye benzeyen Oğuz Bey oturuyordu. “Geç kaldınız!” diye bağırdı gür sesiyle. Kahya bize masada oturacağımız yerleri gösterirken, o bırak elimizi sıkmayı, yerinden bile kalkmadan azarlar şekilde konuşmaya devam etti: “Hava kararmadan gelmiş olmanız lazımdı. Şimdi buraya üşüşen ruhların gürültüsüne rağmen nasıl konsantre olabilirim ki?” dedi.

“Hah” diye düşündüm “soytarı başarısızlığına şimdiden kılıf hazırlıyor.” Bu arada kahya beni Pavarotti Oğuz’un iki sandalye ötesine oturtmuştu. Firdevs Hanım’ın kocasının fotoğrafını adamın tombul parmaklarına iletmek için uzanınca, dışı acayip küflenmiş, ayak kokulu bir peynirle burun buruna geldim. Bu o meşhur pahalı İsviçre peyniri olmalıydı. Fakat şöyle bir masaya göz gezdirince diğer yiyeceklerinde geçen yüzyıldan beri sofrada beklediğini tahmin etmek güç olmadı. Kahya bizi ikişer üçer sandalye aralıklı ve çaprazlara oturtmuştu. Ötedeki Nail önünde duran hindinin üzerinde oynayan kurtçuklardan gözlerini alamıyor, uzun masanın diğer ucuna yakın oturan Zafer ise elindeki gümüş çatalla, rengi kararmış meyve tabağındaki küf kolonisini taciz ediyordu.

“Sizleri o sandalyelere oturttuk, çünkü diğerlerinde ölmüşlerin hayaletleri oturuyor” diye saçmalamaya devam etti Oğuz Bey.

Acayip moralim bozulmuştu, anlaşılan akıl hastalarının evine konuk olmuştuk. “Ben hayaletlere inanmam” dedim.

Oğuz pis bir kahkaha attı ve “inanacaksın Bahadır, inanacaksın!” dedi.

“Adımı nereden biliyorsunuz?” dedim şaşkınlıkla. Firdevs Hanım bildirmiş olmalıydı.

“Medyum olduğumu unutuyorsun. Ama şimdi sen medyumluğa da inanmıyorsundur.” dedi ve arkadaşlarıma dönerek, “peki Zafer ve Nail, sizler inanıyor musunuz ruhlar alemine?” dedi.

Dehşetle sarsıldım. Arkadaşlarımın ismini şirkettekilerin bile bilmesine imkan yoktu. Yoksa bu manyak adamın sahiden de medyumluk güçleri mi vardı. Nail ve Zafer ise bana pis pis sırıtarak “demek bize tezgah kurdun? Ama biz yemeyiz oğlum bu numaraları” der gibi bakıyorlardı. Bir an ben bile şizofren olup olmadığımdan şüphe ettim.

Bu arada kahya, Oğuz Bey’e “müsaade ederseniz benim Adolf’la ilgilenmem gerek” diyerek ortadan kaybolmuştu. Medyum Oğuz, dolma gibi parmaklarını bana doğru sallayarak, “kız kardeşim Dilara senden hoşlanmış” dedi.

Bu sözler gururumu okşadıysa da girişte yüreğimizi ağzımıza getiren canhıraş çığlıkları hatırladım. “Yaa, öyle mi? Nerede? Ben kendisini göremedim de...” dedim. Zafer ve Nail salağı da kendi aralarında fısıldaşıyor, bütün bu uğursuz dekorasyonun benim tezgahladığım bir oyunun parçası olduğuna kendilerini kaptırmış bir vaziyette gülüşüyorlardı. Zafer’in diğerine “tiyatrocu olabilir” dediğini duyar gibi oldum.

Oğuz Bey ise onlara aldırmadan beni kızkardeşiyle baş göz etme muhabbetlerine devam ediyordu. “Dilara şu anda yanında oturuyor Bahadır ama hayalet olduğu için sen onu göremiyorsun” dedi, solumdaki boş sandalyeyi işaret etmişti.

Nedense artık şaşıramıyordum ve tahminimce bu sakinliğim beni arkadaşlarımın gözünde daha da suçlu duruma düşürüyordu. “Demek kızkardeşiniz ölü, ama biz onun çığlık attığını duyduk?” dedim Oğuz’a.

Adam hemen yanımdaki boş sandalyeye doğru dönerek hayaletle konuştu: “Gördün mü bak, misafirlerimizi korkutmuşsun. Sana diyorum ki olur olmadık zamanda çığlık atma.” Sonra tekrar bana dönerek izah etti: “Sinirleri çok bozuk. Yıllar önce nişanlısı tam düğün günü, en iyi arkadaşıyla kaçmıştı. Zavallı kızkardeşim üzüntüden canına kıydı. Üstünde hala gelinliği var.”

Bu arada sevgili arkadaşım Zafer öteden lafa girdi. “Yaa, arkadaşım! Bırak artık, uğraşma. Maşallah çok güzel oynuyorsun ama biz yemiyoruz bunları. O kadar da dekor filan hazırlamışsınız, zahmete girmişsiniz, bravo doğrusu. Bahadır sana da tepriklerimi fışkırtıyorum dostum, gerçekten çok uğraşmışsın. Heh heh.”

“Alaycılığınla ruhları kızdırıyorsun” diye bütün ciddiyetiyle uyardı Oğuz Bey.

Ancak Zafer kaşınıyordu. “Valla ruh filan anlamam. Benim bildiğim bir tuz ruhu vardı, bir de neydi?.. Sirke ruhu.”

“Delikanlı konuştuklarına dikkat etsen iyi olur” dedi Oğuz Bey, baykuş bakışlı gözlerini hışımla Zafer’e doğru pörtleterek.

Ancak benim odun arkadaşım, adamı benim tuttuğum bir oyuncu zannettiğinden olsa gerek, -o kadar da kaş göz ettiğim halde- lakayıt konuşmalarına devam etti. “Ya bırak abicim kaptırdın sende kendini. Ne olacak, beni ruh mu çarpacak? Ruh değil gü-ruh olsa ne yazar. Hayalet, hayal et-tiğin ölçüde, anladın mı? Hepsinin kıçına kiprit suyu!” diye zırvaladı, kendini esprili sanan eşşoğlueşşek.

Yüzümdeki gergin ifadeye aldırmadan Nail’le ikisi alaycı kahkahalar koyverdiler. Ancak hemen akabinde kulak zarımı felç eden korkunç bir çığlıkla suspus olduk. Deprem oluyor gibi masa zangırdamaya, ışıklar yanıp sönmeye başlamıştı. Bütün pencereler, kepenkler çat çut açıldı. Soğuk rüzgar iliklerimizi ürpertirken, kalın perdeler iyi saatte olsunların etekleri misali savruldu. Bunlar yetmezmiş gibi kanımı donduran fısıltılar, uzaktan gelen inleme sesleri ve hain kahkahalar da salonda yankılanmaya başlamıştı.

Korkudan altıma etmek üzereydim. Diğerleri ise suratlarında donup kalan şapşal sırıtışları ile, hala bunun bir numara olup olmadığından emin olmaya çalışıyorlardı. Eğer bu bir numaraysa dünyaca ünlü sihirbaz David Copperfield bile yanında halt etmişti. Uğuldayan hayalet sesleri arasından biri tam kulağımın dibinde “çok tatlısın” diye fısıldadı. Bu yanımdaki sandalyede oturan Dilara olmalıydı. Ağlamak istedim.

Oğuz Bey’in deliliğin sınırlarını zorlayan, gök gürültüsünü andıran kahkahasını duyunca ona döndüm. Adamın göz bebekleri kaybolmuş, gözleri bembeyaz bir şekilde ağzından salyalar akıyordu. Konuşurken iple oynatılan kuklalar gibi çenesini mekanik bir biçimde açıp kapatıyordu. “Nail’in (na)sı, Zafer’in (za)sı, Bahadır’ın (ba)sı; nazaba, nazaba, nazaba. Tersinden oku; abazan, abazan, abazan.”

Allah’ım neler oluyordu böyle? Şahadet getirdim. Adeta beynimin içinden geliyormuş gibi sinirimi alt üst eden seslerin yanısıra artık vücuduma temas eden ürpertili etkiler de hisseder olmuştum. Bazı yerlerime sıcak, bazı yerlerime soğuk dokunuyordu sanki. Ensemden başımın arkasına doğru vuran bir elektriklenme dalgası bütün saçlarımı dimdik etmişti. Tekrar “çok tatlısın” diyen Dilara’nın nemli nefesini sol kulağımın memesinde hissettim. Bütün vücuduma kramp girmiş gibi kıpırdayamıyordum. Bizimkilere göz attığımda, sonunda olayların benimle alakası olmadığına (belki de gözlerimden süzülen yaşların etkisiyle) ikna olduklarını anladım.

Sesler gittikçe yükseliyordu. Oğuz Bey kudurmuş gibi, ağzı beyaz beyaz köpürerek manasız sesler çıkarmaktaydı. Krize tutulmuş gibi titriyordu. Ben bu hengamede bacak aramda ufaklığın kabaca kavrandığını hissederek irkildim. O noktada yoğun bir sıcaklık hissettim. “Karşı koyma!” dedi kulağımdaki fısıltı. İşleri oluruna bırakmaya karar verdim. Baktım Nail ağlıyor, içimizden en cesuru Zafer ise elinde masadan kaptığı gümüş bir bıçakla etrafına paranoyak, hafif tırlatmış bakışlar atıyordu. Medyum Oğuz desen birazdan infilak edecek bir kalorifer kazanı gibi sarsılmakla meşguldu. Bir salon dolusu hayaletin seslerine ek olarak kilise orgu çalınıyormuş gibi ihtişamlı bir de müzik başlamıştı. Ben ise gözyaşlarımı siliyor, üst tarafım yaşadığım can korkusu ile buz kesmişken, aşağıdan dalga dalga benliğime yayılan tarifi imkansız hazzın ikilemini yaşıyordum. 

Aniden malum yerimde oluşan bir ısırılma hissiyle beynimde kıvılcımlar çaktı. Deminden beri, bedenim hayalet soğuğu ile donup kalmış, uyuşmuşken, acının etkisiyle ayağa fırladım. Ancak bu refleks icabı eylem, acımı dörde katladı, çünkü tam pantolonumun ağsından ısırmış olan (ve bırakmamakta ısrarlı) doberman cinsi köpeğin bütün ağırlığı da yaralı organıma binmiş oldu. Herhalde kesiksiz çığlıklar atıyordum. Tam bu sırada tepemde dikilen kahyanın; köpeğe, “Adolf, burada mıydın? Her yerde seni aradım, haylaz. Hayır, onu yeme! Yeme onu, o yemek değil Adolf!” diyerek tasmasından çekiştirmesi ise işin tuzu biberi oldu.

Bağıra bağıra ağlarken, “Allah!-hını seven beni tutmasın!” diye nara atan Nail’in sesini duydum. Bu arada yaşlı gözlerimi zıvanadan çıkmış ev sahibimize çevirdiğimde, Oğuz Bey’in kafası (sanki kesikmiş gibi) pattadanak yere düştü. Kafasız gövde hala titriyor, tombul elleri bir dansöz maharetiyle sağa sola savruluyordu. İşte o an deliliğin sınırına en çok yaklaştığım andı. Eğer eski dostum Zafer beni o cehennemden çekip almasaydı seve seve aklımı oynatmaya hazırdım.

Köpekle nasıl vedalaştığımızı hatırlamıyorum. Zafer’in bana destek olarak oradan çıkarması, bu arada çoktan topuklamış olan Nail’in kapıdan çıkışı hayal meyal gözümün önüne geliyor. Kendimizi dışarı atmamızla, temiz havanın tesiriyle ayılır gibi olmuştum. Arkamıza bakmadan, ölü insanların konaktan taşan alaycı kahkahaları eşliğinde tabana kuvvet kaçtık. Gecenin kör karanlığında düşe kalka, çalılara dikenlere bata çıka koştuk. Testislerimin durumunu ve apış aramdaki yoğun ıslaklığın sebebini çok merak etmeme rağmen arabaya varana kadar durmadık.

İşte böylece hayaletli evden zor kurtardık canımızı... Firdevs parasını geri istedi. Beni beceriksizlikle suçlayıp olanlara inanmadığı gibi, köpeğin diş izlerini göstermeyi teklif ettiğim için beni tacizcilikle suçladı. Neredeyse kovuluyordum. Bazen hala kabuslarımda o geceyi görüyorum. O geceden sonra benim ve arkadaşlarımın hayatı, hayata bakış açısı tamamen değişti desem yeridir.

.
.

Yoksa cırcır böceklerinin sözde ahenkli müzikleri ve hafif bir rüzgarın etkisiyle sallanıp birbirine sürten buğday başaklarının hışırtısından başka bir şeyin duyulmadığı bu ıssızlıkta karşılaşıvermeleri tamamen tesadüf müydü?

.