Kayıt Ol

Isırgan Aşk

Çevrimdışı Dwaxer

  • **
  • 53
  • Rom: 3
    • Profili Görüntüle
Isırgan Aşk
« : 31 Temmuz 2009, 21:04:53 »
.


Isırgan Aşk



     Aram Dambil ve Olaf Eisenmeister, ormanın içindeki ıssız, isimsiz bir patikada güle oynaya yürüyorlardı. İki delikanlı bir yandan yürürken bir yandan da, kışı müjdeleyen Sonbahar rüzgarlarının ayazına aldırmadan, ellerindeki sopalarla birbirlerine saldırarak kılıç oyunu oynuyorlardı. Her genç gibi onlarda, bir gün kahraman bir savaşçı olmak hakkında hayaller kurmaktan her zaman hoşlanmışlardı. İşin gerçeği, tarih boyunca Mavitaş Kasabası’ndan efsanelere konu olacak kadar ünlü bir kahraman çıkmamıştır. Ancak Aram ve Olaf, o gün okla ikişer çulluk vurmuşlardı. Ve bu av, iki gencin kendileriyle ufak çapta bir savaş kazanmışçasına gurur duymalarını sağlıyordu.   

     İriyarı olan Olaf, çevik Aram’ın usta manevrasından kaçınmak isterken sendeleyip yere düştü. Kuşları o tutuyordu ve neredeyse üstü başı çamur olacaktı. “Tamam, tamam! Artık yeter, sonra devam ederiz” dedi arkadaşına ve çamurlanan pelerinini silkeledi.

     Fakat Aram’ın gözü başka bir şeye takılmıştı. Sararmış yapraklarının çoğunu dökmüş ağaçların çıplak dalları arasından, ötede, epeyce ötede bir şey görmüştü. “Şşşt” dedi Olaf’a, eliyle susması gerektiğine dair bir işaret yaparak. Gözleri, arkadaşının bakması gerektiği yönü işaret ediyordu. İkisi de gözlerini kısarak baktılar.

     “Bir at mı?” dedi Olaf.

     “Sanırım. Baksana simsiyah, başka ne olabilir ki?”

     “Hadi gidip yakından bakalım!”

     “Havanın kararmasına bir şey kalmadı. Bir an önce Kasaba’ya dönsek iyi olur” dedi Aram, ancak Olaf ağaçların arasına dalmıştı bile. İki genç kendi imalatları olan yaylara birer ok takarak hafifçe gerdiler. Yaklaştıkça atı daha iyi görmeye başladılar. Kayalık ufak bir tepenin yamacına yakın duruyordu. Aram onun otlamadığını farketti; geviş bile getirmiyor, sadece heykel gibi duruyordu. Eğerliydi.

     “Bak!” dedi Aram; siyah atın biraz ötesinde, küçük bir tepenin yamacındaki bir mağara girişi, görüş alanlarına girmişti. Fısıldayarak devam etti: “Sahibi kesin içeridedir. Hadi geri dönelim.” Mağaranın ağzında karanlıktan başka bir şey seçilmiyordu.

     Olaf ata iyice yaklaştı. Aram ise gözlerini mağara girişine dikmiş, içeriden her an fırlayacak birine ya da bir şeye karşı ok ve yayını hazır tutuyordu.

     “Şşşş, korkma yavrum” dedi Olaf, atın boynunu sevmek için elini uzatırken. Ama hayvanın korktuğu filan yoktu. Olaf atın parlak siyah boynuna dokunduğunda, irkilerek geri sıçradı. “Soğuk!”

     Aram da şaşırmıştı. Arkadaşının bu tepkisi onu da ürkütmüştü. At ise hala sakindi.

     Birden, “hey!” diye bir ses duydular. Mağaranın ağzında biri duruyordu. “Atın sahibini arıyorsanız, o benim” dedi adam. Dışarı çıkmamış, gölgede duruyordu. Gençler korkuyla yaylarını yabancıya çevirdiler. Bir an adamın koyu renk kadife kumaşlardan oluşan kıyafetini görebildiler. Aram giysi kalitesinden anlardı ve bu adamın kaliteli giyindiği şüphe götürmüyordu. Böyle birinin pis bir mağarada konaklaması garipti.

     “Gençler, umarım beni vurmazsınız” dedi adam. Ses tonundan, çocuklardan birkaç yaş büyük olduğu tahmin edilebilirdi. Koyu lacivert pelerinine sarınarak mağaranın ağzında biraz daha öne çıktı ama yüzü hala gölgedeydi. Aram, adamın o pelerinin altında silah sakladığından emindi.

     “Kimseyi vurmayız!” diye bağırdı Olaf. “Tabii bize saldırılmazsa!”

     “O halde içim rahatladı” dedi yabancı. “Ben de bir şeyler yemek üzereydim. İsterseniz bana katılın.”

     Aram farkettirmeden Olaf’ı tuttu. Pervasız arkadaşının yemek teklifine balıklama atlamasını engelledi. “Bayım neden Mavitaş Kasabası’ndaki hana gitmediniz? Buraya oldukça yakın, at sırtında onbeş dakikada varırsınız” dedi yabancıya. 

     “Ah! Öyle mi? Buraların yabancısı olduğumdan... Ama kampımı kurdum artık. Mağaranın içinde ateş yaktım. Tavşan çeviriyorum, üstelik çay da var! Haydi gelsenize!” dedi esrarengiz yabancı. Sesi iştahlı çıkmıştı.

     Aram adamın yalan söylediğini hissediyordu. Olaf da şüphelenmişti; arkadaşına fısıldayarak: “Tavşan çevirse kokusunu alırdım” dedi.

     “Bayım, ışığa çıkın da yüzünüzü görelim!” diye seslendi Aram.

     Birden ortama bir ölüm sezsizliği hakim oldu. Serin akşamüstü rüzgarları bile bir dakikalığına durdu. Aram, deminden beri hiçbir yaratığın -kuşların bile- ses çıkarmadığının yeni farkına vardı. Çıt çıkmıyordu.

     İki arkadaş, yabancının yüzünü göremedikleri halde, ondan kendilerine doğru gelen, tüylerini ürperten, kötücül bir duygunun varlığını hissediyorlardı. Farkında olmadan yavaş yavaş geri geri yürümeye başladılar.

     Neden sonra adam konuştu: “Gözlerim biraz rahatsız, o yüzden ışığa çıkmak istemiyorum.” Sesi buz gibiydi. “Neden siz yanıma gelmiyorsunuz?”

     Hava bulutlu, üstelik akşamüstüydü. Gözleri rahatsızmış! Aram adamla tartışmaya girmedi. Zaten yavaş yavaş geri çekiliyorlardı. Hatta koşmamak için kendilerini zor tuttular. “Üzgünüm bayım ama evden merak ederler” dedi Olaf. Halbuki biraz önce yemek teklifine olumlu bakıyordu. Hızlı hızlı uzaklaştılar. Geri dönüp bakıyorlardı ama adam mağaradan çıkmadı. Yine de tuhaf yabancının karanlığın içinden onları izlediğini hissedebiliyorlardı.

     “Sence neyin nesiydi?” dedi Olaf. “Tüccar olmadığı kesin.”

     “Bence bir kaçaktı ve bizi de onu gördüğümüz için öldürecekti.”

     “Ama adamı doğru dürüst göremedik ki! Gölgeden çıkıp da yüzünü mü gösterdi bize?”

     “Tanınmamak için gölgede kaldı işte! Anlamadın mı?”

***

     Güneş batmaktayken Kasaba’ya vardılar. Mavitaş Kasabası iki adam boyunda duvarlarla çevriliydi ve bu da içeridekiler için oldukça güven vericiydi. Aram ve Olaf da kapılardan girerken rahatladılar ve tanıdıkları muhafızları selamlarken içtenlikle gülümsediler.

     “Birkaç gün Kasaba’nın dışına çıkmayalım bence” dedi Aram. İtiraf etmese de korkmuştu.

     “Zaten yarın festival başlıyor, yoksa unuttun mu?” dedi Olaf.

     Gerçekten de ertesi gün, bir hafta sürecek olan Sonbahar Festivali başlıyordu. Kasaba daha bu geceden hareketlenmişti.

     “Lisa’yla dans edecek misin bu sene?” diye sordu Olaf. Konuyu değiştirdiği için memnun gibiydi.

     “Bilmiyorum” dedi Aram. Canı sıkılmış gibiydi. “Onu anlamıyorum. Bir bakıyorsun güzel güzel konuşurken, bir bakıyorsun söylediğim bir şeye darılıvermiş...”

     “Şşşt geliyor” diye uyardı Olaf. Lisa ve arkadaşı Anna, şifacı Esmeralda’nın evinden çıkıyorlardı. İki genç kız Aram ve Olaf’ı görünce fısıldaşıp kikirdediler. Yanakları kızararak yollarını değiştirdiler ve delikanlıların önlerini kesmelerine fırsat tanıyan bir güzergahta ilerlediler.

     “Merhaba Lisa” dedi Aram. Genç kızı arkadaşından biraz öteye çekerek, Anna’yı Olaf’ın ilgisine terketti. “Yarın benimle dans edecek misin?”

     “Olabilir” dedi genç kız. Nazlı bir tavırla yüzünü çevirmişti. Ancak gövdesi Aram’a dönüktü. Göğüslerine kadar dökülen, lüle lüle kumral saçlarıyla oynuyordu. Derken öfke kıvılcımları çakan kocaman siyah gözlerini delikanlıya çevirerek, “sen geçen sene dans ettiğin -Tumbal Köyü’nden miydi?- o kızla dans etmek istersin belki!” dedi.

     Aram’ın ağzı açık kaldı bir an. “Ama... O... O, kibarlık olsun diye... Misafirimiz sayılırdı. Yani ben de kasabalıyım sonuçta. Yani ev sahibi olarak... Hem o istemişti dans etmeyi.”

     “Yalancı!” Lisa hızlı hızlı uzaklaşırken Anna’ya da bir bakış attı. Arkadaşının yüzünün halini gören Anna, Olaf’ı tersleyerek diğerinin peşinden gitti.

     Aram kıpkırmızı bir şekilde, etrafta olanları fark eden birileri var mı diye bakarken Olaf yanına geldi ve “Nooldu yaa?” diye sordu.

     “Geçen seneki bir olayı... Geçen sene Olaf... Civar köyden bir kızla dans etmiştim de onu söylüyor şimdi. Üstelik daha önce lafını bile etmemişti. Ne olmuş yani bir kızla dans etmişsem, öyle değil mi? Üstelik neden şimdi?”

     Olaf hıhladı. “Kendisi başka erkekle dans edince sorun yok ama...”

     “Başka erkekle mi? Ne diyorsun sen Olaf?”

     “Ha? Yok, mesela diyorum yani. Kızları anlamak zor dostum. Ama sen de hata yapıyorsun, çok fazla yüz veriyorsun Lisa’ya.” 

     “Öyle mi dersin?” Aram yüreğinin sıkıldığını hissediyordu.

     “Amaan boşver!” dedi Olaf. “Hadi hana gidelim. Festival mevsimi yüzünden birçok tüccar gelmiştir, hatta belki bir ozan bile vardır.”

     Gerçekten de Kuru Döşek Hanı’nın yan tarafındaki geniş ahırın avlusuna sığmamış bazı tüccar arabaları yolda duruyordu.

     “Önce eve uğrayalım” dedi Aram. Avladıkları kuşları pişirip yemek için sabırsızlandığını hatırlamıştı. İki arkadaş daha sonra görüşmek üzere evlerine yollandılar.

     Olaf’ın babası, Mavitaş’ın demirci ustasıydı. Zırh ve silah yapımında yetenekliydi. Oğlunu da yetiştiriyordu, ancak haylaz Olaf’ı demirci atölyesine bağlaması gerekiyordu. Delikanlı her fırsatta arkadaşlarıyla -özellikle de Aram’la- takılmak için ortadan kayboluyordu. Yine de demirhanede çalışmaktan vücudu yaşıtlarına göre iki misli fazla kaslanmıştı.

     Aram’ın ise anne ve babası Kasaba’nın terzileriydi. O yüzden kıyafetleri daima şık ve düzgün olurdu. Yakışıklı sayılırdı. Kasabanın hatta civar çiftlik ve köylerin kızları, gözlerini delikanlıdan alamazdı. Ah bir de anlayabilseydi şu kızları!

     O gece yemekten sonra iki delikanlı -adet olduğu üzere- babalarıyla beraber Kuru Döşek Hanı’na gittiler. Mavitaş Kasabası’nın gözde sosyal faliyeti, Han’a gitmek; lezzetli içkilerden içerek, arkadaşlarla muhabbet etmek, gece konaklamak için uğramış tüccarlardan havadisler dinlemek ve eğer şansları varsa o gece denk gelmiş, konuşmaya hevesli birkaç maceracının başından geçen inanılmaz hikayeleri dinlemekti.

     Mavitaş Kasabası, Mavitaş Ormanı’nın ortasından geçen ticaret yollarının kesişme noktasında olduğundan, Han’ın her zaman -yerli ve yabancı- çok müşterisi olurdu. Sonbahar Festivalinin başlamak üzere olması da müşteri sayısını ikiye katlamıştı.

     Aram ve Olaf, Han’ın çok geniş meyhane bölümünde, babaları ile köşe kapmaca oynayacak şekilde duruyorlardı. Sadece üzüm suyu içmelerine izin vardı ve yaşlıların oturdukları masalara oturmaları -nedense- yakışık almıyordu. Tuhaf adetler. O yüzden ellerinde kupalarıyla masaların aralarında dolaşıyorlar, ilginç buldukları muhabbetler olursa yandan yandan kulak misafiri oluyorlardı.

     Mantar toplayıcısı yaşlı Pokemon, yine bir masaya saf köylüleri toplamış, yarı efsaneleştirilmiş tarih dersi veriyordu: “Sonbahar Festivali’nin ismi, aslında çook eskiden ‘Yaşayan Ölüler Festivali’ydi. Ama çağrıştırdığı uğursuzluktan kaçınmak için halkın dilinde zamanla değişmiş, asıl ismi ve bu festivalin neden yapıldığı bile unutulmuştur” dedi Pokemon ve göle olta sallamış gibi sessizleşti.

     “Hadi yaa, nasıl ki?” dedi köylülerden biri.

     Yaşlı mantar toplayıcısı, sararmış dişlerini göstererek sırıttı. “Anlatayım o halde” dedi ve yarım birasını çabucak fondip yapıp kupayı masaya -boş olduğunu vurgulayacak şekilde- hızlıca bıraktı. Her zamanki gibi, o öyküyü anlatırken hevesli dinleyicilerden biri ona bir bira ısmarlayacaktı. “Kral Dementor’un dedesinin babası Muhteşem Baltar-Tulu Dementor zamanında; Mavitaş Ormanı’nın derinliklerinde, tam olarak Dolunay Gölü’nün batısındaki Temperli Dağlar’ın karanlık dehlizlerinde, bir yaşayan ölüler ordusu peyda oldu. Kadim zamanlardan kalma ‘Arkeneon’ isminde bir yeraltı şehri, cücelerin masumane madencilik çalışmaları yüzünden ortaya çıkmıştı. Uyandırılan gece yaratıkları, cücelerin açtıkları galerilerden yeryüzüne taştılar. Sayısız iskelet, zombi, hayalet, vampir ve başka binlerce uğursuz yaratık. Hepsi de, cansız parçalardan oluşmuş soğuk uzuvları, uğursuz büyülerce bir arada tutulan lanetli canavarlardı. Korkunun efendileriydiler. Tek içgüdüleri, kanı sıcak akan canlıların etlerini kemiklerinden, zihinlerini beyinlerinden ayırarak öldürmek ve böylece her öldürdüklerini kendi saflarına katmaktı. Katliama başladılar. Ölüm, ölüm, ölüm. Başlarında “Furk” denilen bir hayalet ejderha vardı. Öldürdükleri insanlar, cüceler ve elfler de yaşayan ölülerin arasına katılıyor, uğursuz ordu her geçen gün kalabalıklaşıyordu. Derken Kral Baltar-Tulu ordusunu topladı ve yanına Ruhsal Işık Tarikatı’nın kutsal rahiplerini de alarak, korku hükümdarının ordusuyla yüzleşti. Furk’un ordusunun en büyük gücü korkudan kaynaklanıyordu. Ancak ışığın rahipleri, Kral’ın ordusunun ön saflarında çarpışarak, -kimbilir hangi kutsanmış yöntemlerle- askerlerin maneviyatını yüksek tuttular. Savaşın en şiddetli anlarında Kral Baltar-Tulu -bizzat kendisi- ışığın kutsanmış kılıcı “Ligata” ile Furk’u, -bir nefesiyle en iradeli canlıların aklını kaçırtan, korkudan kalbini patlatan uğursuz ejderhayı- ikiye biçti. Hayalet Ejder başka bir boyuta göçerken, savaş da sıcak kanlıların lehine döndü. Zorlu bir savaş oldu ancak sonunda bütün yaşayan ölüler öldürüldü. Ah! Biliyorum onlar zaten ölüydü; yok edildiler demeliydim. Ya yakılarak veya çeşitli büyülerle toza dönüştürüldüler ya da cehennem gibi boyutlara sürüldüler. Dağların altındaki lanetli şehir Arkeneon’a giden bütün dehlizler mühürlendi. Ve bu beladan da kurtulmuş olundu. Kral Baltar, bu büyük zaferi kutlamak için bir hafta boyunca festival yapılmasını buyurdu. İşte o zamandan beri yapılan, her sene bir hafta boyunca eğlencelerle geçirdiğimiz Sonbahar Festivali’nin gerçek hikayesi aslında budur.”

     Yaşlı Pokemon, amatör ozanlık performansından gurur duyarak arkasına yaslandı. Masadakiler öyküden etkilenmişti. Gülümseyerek, hak ettiği -ısmarlanmış- birasını yudumladı.

     Köylülerden biri, “vay bee” dedi. “Peki yaşayan ölüler, o zamandan beri bir daha görünmedi mi?”

     Pokemon’un cevap vermesine fırsat bırakmadan, “yaşayan ölüler her zaman aramızda!” dedi yabancı bir ses. Kendinden emin, abartıdan uzak, görmüş geçirmiş bir sesti bu.

     Masadaki -ve yanlardaki- herkes, bakışlarını ne zaman gelip de tepelerine dikildiği belli olmayan iriyarı yabancıya çevirdi. Adam kısacık kır saçları, kalın beyaz bıyıkları, yaşını belli etmeyen keskin yüz hatları ile asalet abidesi gibiydi. Hele o gri gözleri... Aram, onun kılık değiştirmiş bir kral olduğunu düşündü. Taktığı mücevher ve yüzüklerin süslenmekten çok koruyucu tılsımları taşımaya yaradığı tahmin edilebilirdi, çünkü adamın alımlı görünmek gibi bir derdi yoktu. Kılık kıyafeti şık olma kaygısından uzak, basitti. Güç timsali boyun kasları, pelerininin altında sakladığı çelik adalelerin ip ucunu veriyordu sanki. Bir kılıcın kını, küçük bir arbalet, koyu renk elbisesi üzerindeki hançerler, çeşitli keseler, cam ve parlak nesneler kahverengi pelerinin müsaade ettiği kadarıyla görünen eşyalardı.  Azametliydi.

     Mantarcı Pokemon, üzerindeki ilginin birden tuhaf yabancıya dönmesinden hoşlanmamıştı. “Mavitaş Ormanı’nda birkaç hayalet dışında yaşayan ölü görmedim” dedi.

     Yabancı’nın gri gözleri buz gibiydi. “Zaten onları görecek kadar yaklaşanlar, ‘genelde’ köyüne dönüp anlatacak kadar hayatta kalamazlar” dedi.

     Meraklı köylülerden biri atıldı: “Bayım, siz bu konularda oldukça bilgilisiniz galiba?” dedi.

     “Olmak zorundayım, çünkü onları avlıyorum” dedi kır saçlı esrarengiz yabancı. Sesinde en ufak bir böbürlenme tınısı yoktu.

     Masadan hayret ifadeleri dolu uğultular yükseldi. Köylüler heyecanla adamı masalarına davet ettiler ama adının “Zoltan” olduğunu söyleyen yaşayan ölü avcısı dinleneceğini bahane ederek odasına çıktı.

     Aram ve Olaf da duyduklarından etkilenmişti.

***

     Ertesi gün şenlikler başladı. Kasaba meydanına devasa bir çadır-çardak kurulmuştu. Burada kasaba dışından gelme çalgıcılar nöbetleşe olarak çalıyor, müzik hiç durmuyor, insanlar yorulana kadar dans edip eğleniyordu. Çevre köylerden ve dışarıdan gelenler sayesinde kasabanın nüfusu ikiye katlanmıştı. Tüccarlar, küçük renkli çadır-tezgahlar kurup meydanı çepeçevre renge boğmuşlardı. Hem kasaba valisi, hem de Kuru Döşek Hanı’nın sahibi olan Bergun Pastaci, meydanda da küçük bir şube açmış, adamlarına taşıttığı fıçı fıçı bira ve şarapla dans etmekten susayanlara hizmet verdiriyordu. Festival süresince bütün içkiler yüzde otuz indirimliydi.

     Aram’ın gözleri bütün gün Lisa’yı aradıysa da, genç kız ortalarda gözükmemişti. Hava kararmaya başladığında, sayısız rengarenk fenerin aydınlattığı meydan daha da göz alıcı oldu. Sonunda Aram Lisa’yı gördü. Genç kız şık bir elbiseyle, dans pistinde eteklerini savura savura dans ediyordu. Hem de yabancı bir erkekle!

     Aram’ın kan beynine sıçradı. Lisa’yı biriyle görmek... Böyle acı olacağı hiç aklına gelmezdi. Kıza baktı. Lisa oldukça eğleniyor, şen kahkahalar atıyordu. Bu genç Aram’ın içini daha da acıttı. Hemen oradan uzaklaşmak istedi ama merakı buna engel oldu. Adamı inceledi. Lisa’dan en az on yaş büyük olmalıydı. Gayet şıktı. Koyu renk giyinmişti ve koyulacivert pelerini... Sanki bir yerden hatırlıyordu. Yakışıklıydı. Boylu poslu, geniş omuzluydu. Siyah dalgalı saçları, ince bıyıkları vardı. Cildinin rengi neredeyse dolunay renginde açıktı. Dans edişi, kendini beğenmiş hareket ve tavırları Aram’a zengin bir züppe olduğunu düşündürdü.

     Hareketli müziğin temposuna ayak uydurarak, dans edip birbirlerinin etrafında dönerken; züppe yabancı, bir yandan da Lisa’yla konuşuyor ve her ne söylüyorsa, genç kızın kikir kikir gülmesine sebep oluyordu. Dans bitti ve Lisa reverans yaparak ayrılmak istedi. Züppe, kızın elini tuttu ve gözlerini gözlerinden ayırmadan, Lisa’nın elini -ama üstünü değil, çevirerek avuç içinden- öptü. Aram, renkli ışıklar altında bile, kızın kulaklarına kadar kızardığını farkedebiliyordu. Lisa, etrafını görmeden, adeta uçarak yanından geçiyordu ki, Aram kızı durdurdu: “Lisa!”

     “Aram!” Genç kız irkilmişti. Yüzündeki sırıtış kayboldu.

     “Kimdi o?” diye sordu Aram duygusuzca, ama içinde fırtınalar kopuyordu.

     Genç kız biraz çekinerek ama biraz da zevk alırcasına meydan okuyan bir tavırla konuştu: “Zaphir’li bir tüccar. Benimle dans etmek istedi, ben de ‘ev sahibi olarak’ kıramadım kendisini” dedi.

     Aram dişlerini ve yumruklarını sıkmıştı. Lisa genç adamın konuşmasına fırsat vermeden, “yemeğe geç kaldım, gitmeliyim” diyerek koşarcasına uzaklaştı. Aram kızın arkasından bakakalmıştı. Neden sonra, gözleri şehirli züppeyi aradı ama yoktu. Handa olmalıydı.

     Aram hana gittiğinde yakın arkadaşı Olaf ile karşılaştı. Olaf onun bozuk olduğunu hemen anlamıştı. Kuytu bir masaya geçip garsondan bira istediler. Aslında onlara bira yasaktı ama ne de olsa Festival haftasıydı. Aram ikinci biradan sonra iyice duygusallaştı, üçüncüden sonra ağladı ve dördüncüden sonra kustu. İki arkadaş temiz havaya çıktılar ve Kasaba’nın kalabalık meydanından uzak durmaya dikkat ederek arka sokaklarda dolaştılar. Aram yavaş yavaş kendine gelmişti.

     Ancak tam bu sırada korkunç bir şey oldu. Kasaba’nın etrafını çevreleyen sınır duvarının güney kısmındaydılar. Ötede, duvarın dibine yakın bir ağacın yanındaki kuytuda, Lisa ve şehirli züppe... Aram bir an için kabus gördüğünü sandı. Adam sevdiği kıza sarılmış, onu öpüyordu. Lisa, kafasını hafif geriye doğru atmış inliyor, adamın onu öpücüklere boğmasına izin veriyordu. Züppe, kaytan bıyıklı ağzını kızın kuğu kadar zarif boynuna şehvetle yapıştırmış öpüyor, elleri de boş durmuyor, kah saçlarında, kah kalçalarında gezinerek sanki kızın en bakir kuytularını araştırıyordu.

     “O... O, Lisa değil mi?” dedi Olaf. Kelimeler boğazından zorlukla sökülebilmişti.

     Karşılarında gördükleri ayaküstü sevişme seansı yüzünden iki genç kıpkırmızı kesilmişti. Lisa değil de bir başkası olsa gençler saklandıkları yerden muzipçe olayı seyreder, dalgalarını geçer, keyfini çıkarırlardı. Ama Lisa... Aram’ın Lisa’sı...

     “İkisini de geberteceğim!” diye tısladı Aram ve hançerine davrandı.

     Ancak Olaf sanki böyle bir hareketi bekliyormuş gibi, onu tutarak engelledi. Fısıltıyla ama çabuk çabuk konuştu: “Saçmalama Aram! Dostum bir kız için katil olmaya değer mi? Demek ki sana layık değilmiş! Sana kız mı yok? Boşver dostum, bir kız için değmez! Değmez!”

     Olaf haklıydı. Ama acıyor! Birden ikisinin de omuzlarını kavrayan güçlü eller ödlerini kopardı. Yaşayan ölü avcısı Zoltan, yakalamıştı ikisini. “Ne yapıyorsunuz burada?” diye sordu sertçe ama bağırmadan.

     Aram irkilmenin refleksiyle yine hançerine davranacak oldu ama Zoltan’ın gri gözleriyle karşılaşınca vazgeçti. “Şehirli bir züppenin, kız arkadaşımı götürmesini seyrediyoruz” dedi acı acı ve alaycı bir şekilde. Sinirden ağlamamak için kendini zor tutuyordu. Boğazında bir yumru takılmıştı sanki.

     Kır saçlı Zoltan, bir an için babacan bir tavır takındı. Hala omuzlarından tutuyordu. “Oradaki senin kız arkadaşın mı?” dedi neredeyse üzgün bir ses tonuyla.

     “Bir zamanlar öyleydi” dedi Aram, sesindeki titremeyi gizlemeye çalışarak.

     Zoltan tekrar sertleşti. Bağırmamakta ısrar ederek iki genci sertçe azarlıyordu. “Sizi salaklar! O adam bir vampir ve kızın kanını emiyor” dedi.

     Şaşkınlıkla, “Ha?” dedi Aram, Olaf ise “hass...”

     İki genç tekrar ötedeki samimiyet tablosuna göz attıklarında; Lisa’nın dolunay altında parlayan zarif boynunun, vampir tarafından hoyratça emilirken sızan kanların ürkünç kızıllığı ile lekelendiğini gördüler. Kızın inlemeleri artmış ama kolları güçten kesilmişçesine, bir kukla misali iki yanından sallanıyordu. Adam vahşi bir kendini kaybedişle emiyordu Lisa’yı. Kasaba’yı kaplayan müzik sesi olmasa ağzının şapırtıları bile duyulabilirdi.

     Aram’ın yüreği ferahladı. Demekki sevişmiyorlarmış! Yiyişiyorlarmış. Yani adam yiyiyormuş. İçiyormuş daha doğrusu... Kendinden utanmalıydı böyle düşündüğü için ama elinde değildi işte!

     Zoltan’ın uyarısıyla kendilerine geldiler. Avcı, elindeki birer şişeyi gençlere uzattı. “Bana yardım edeceksiniz! Ben savaşırken bu kutsal suyu vampire atmanızı istiyorum. Bir damlasını bile ziyan etmeyin sakın!”

     İki genç şişeleri alırken başka bir heyecanın içine düştüler. Yıllarca dinledikleri kahramanlık hikayeleri, iblisle bizzat savaşma fırsatı olarak, gelip onları kendi kasabalarında bulmuştu. Gençler hançerlerini de çektiler bu arada ama Zoltan alaycı bir bakışla “onlar bir işinize yaramaz bunları alın” dedi. İki küçük ayna uzatıyordu. “Vampir aynadan korkar, en azından size yaklaşamaz.”

     Zoltan sol elinde minik bir arbalet tutuyordu ve kurulmuş olan ok, tahta değil demirdi. Sağ elinde ise ışıltılı bir kılıç vardı. Aram’ın görebildiği kadarıyla kılıcın kabzası, kollarını göğsünde çaprazlamış bir melek figürü şeklindeydi. Melek kanatlarını yanlara doğru dik olarak açmış, böylece kabzanın koruyucu kısmını oluşturmuştu. Kılıcın keskin bölümünün üzeri de, anlaşılmaz kadim rünlerle kaplıydı. Gençlerin ikisi de kılıca hayran kaldı. Demircinin oğlu Olaf, silah kalitesinden anlardı ve bu onun hayatında gördüğü en güzel kılıçtı.

     Vampir, kızcağızın boynunu vakumlamakla öyle meşguldu ki, yanına gelen grubu farketmedi bile. Körpe kızın lezzetli kanını emerken aldığı şehvetimsi zevk onu bu dünyadan koparmıştı sanki. Hırıltılı inleme sesleri çıkarıyordu. Elleri kızın her yerindeydi.

     Bir karış boyundaki arbalet oku, vınlayarak vampirin hafif öne eğilmiş başının tam üstünden, kafatasını delerek yarısına kadar girdi. Her hangi bir canlı derhal ölürdü ama bu adam hırlayarak ve kanlı ağzındaki kocaman sivri köpek dişlerini göstererek zaten ölü olduğunu ispatladı. Yaşayan bir ölüydü o! Acılı bir öfke, şaşkınlık ve nefret... Lisa’nın hareketsiz bedeni yere düştü.

     Anlaşıldı ki yaratığın kafasına giren arbalet oku, sıradan bir ok değildi. Okun arkasında küçük bir halka ve bu halkaya bağlı ince ama sağlam bir çelik tel vardı. Telin diğer ucu Zoltan’ın kemerine bağlıydı. Zıpkın!

     Vampir avcısı arbaleti attı ve iki eliyle tuttuğu, kutsal rünlerle bezeli tılsımlı kılıcını savurarak saldırıya geçti. Vampir de bir yandan kılıcını çekerken, sağına soluna hızlı hızlı bakındı. Gençler ona aynaları gösterdiler ve vampir ürkütücü bir çığlık atarak geriledi. Kafasından Zoltan’a uzanan tel gerilerek dengesini bozdu. Kılıcını tele savuracak oldu ancak Zoltan saldırmıştı. Kılıçlar çarpıştı. Kıvılcımlar çaktı, öldürücü sesler kulaklarda çınladı. Sanki iki değil dört kılıç varmışçasına gözü aldatan çok seri hamleler yapılıyordu.

     Yaratık Kasaba duvarına sıkışmıştı. Önünde sıradışı bir savaşçı, iki yanında ise bakamadığı aynaları kendine tutan iki genç vardı. Kapana kısılmıştı. Kafasına girmiş demirden ok ve ona bağlı tel, duvarın üzerine sıçramasına engeldi. Karşısındakinin ona salladığı kılıcın tılsımlı olduğunu anlamak için de müneccim olmasına gerek yoktu. Tek çaresi, Savaşçı’yı kesip ablukadan çıkmaktı. Son bir gayretle Zoltan’a doğru atıldı.

     Vampirin refleksleri inanılmazdı ancak Zoltan’ın da müthiş bir kılıç ustası olduğu belliydi. Kılıçlar tekrar şakırdadı. Öldürücü hamleler, gözün algılama kapasitesine meydan okurcasına vızıldıyordu. Tam savaşın bu ateşli anında, iki yandan vampirin üzerine yok oluşu müjdeleyen bir asit yağmuru gibi yakıcı su damlaları yağmaya başladı. Aram ve Olaf, bir ellerinde vampiri uzaklaştıran aynaları tutarken, diğer ellerindeki şişelerden yaratığın üzerine kutsal su atıyorlardı. Her türlü kutsiyete yok oluş derecesinde alerjisi olan vampirin üzerinden dumanlar çıkyor, değdiği yerlerde küçük kraterler oluşturan damlaların cızırtıları duyuluyordu. Yaratık öyle bir çığlık attı ki, kasaba meydanındaki müzik sustu.

     Zoltan’ın kılıcı vampirin kolunu biçti. Yaratığın kılıcı tutan eli yere düşerken toza dönüştü. Vampir geriledi ve sonunda duvara yaslandığında sonunun geldiğini anlamıştı. Korkunç dişlerini gösterip tısladı. Zoltan önce yaratığın göğsüne soktuğu kılıcı ile henüz yakıcı bir reaksiyon başlatmışken aceleyle çekip son darbeyi indirerek vampirin kafasını uçurdu. Gece yaratığının bedeni sanki görülmeyen alevlerle çarçabuk yanmış gibi küllere dönüştü.

***

     İki gün sonra kasaba mezarlığında Lisa’yı toprağa verdiler. Kızcağız çok kan kaybetmiş, kurtulamamıştı. Festival iptal edildi. Kasaba’da güvenlik önlemleri arttırıldı.

     Aram, Olaf ve Zoltan kalabalıktan ayrı duruyorlardı. Yaşayan ölü avcısı veda edecekti. “İsterseniz benimle gelebilirsiniz” dedi, “ben de gençleşmiyorum sonuçta ve mesleği birilerine öğretmemin zamanı geldi sanırım.”

     Gençler şimdilik bunu düşüneceklerini söylediler. Henüz müsait değillerdi. Özellikle Aram, kendini toparlayamamıştı. Yalnız kaldıklarında arkadaşına içini döktü. “Biliyor musun Olaf, Lisa’nın ölümü... Yani... Onun adamla sevişmesindense ölmesini istedim. Evet bunu istedim. Ben nasıl bir canavarım ki?.. Şimdi bile... Eğer Lisa kurtulsaydı... Yani hâlâ düşünebildiğim, acaba Lisa onunla gitti mi? Yani anlarsın, kendisi mi istedi diye düşünüyorum. Off, aklımdan çıkmıyor. Kendimden nefret ediyorum Olaf!”

     “Dostum, Zoltan’ın anlattıklarını unuttun mu?” dedi Olaf. “Vampirlerin insanı etkileyebildiklerini, eğer gözlerine bakarsa seni kukla gibi oynatabildiğini anlattı ya!”

     “Evet ama... Etkilemesi gerekmiş miydi acaba?”

     “Dostum o... Öldü artık. Bırak.”

     “Haklısın. Ben...”

     “Sen aşıktın... Aşk, pis bir şey.”


SON
.
.

Yoksa cırcır böceklerinin sözde ahenkli müzikleri ve hafif bir rüzgarın etkisiyle sallanıp birbirine sürten buğday başaklarının hışırtısından başka bir şeyin duyulmadığı bu ıssızlıkta karşılaşıvermeleri tamamen tesadüf müydü?

.

Çevrimdışı segraron

  • **
  • 152
  • Rom: -4
    • Profili Görüntüle
Ynt: Isırgan Aşk
« Yanıtla #1 : 01 Ağustos 2009, 05:05:08 »
saat sabah 5 hiç uyuyamadım yeni yazılanlar arasında vardı ve gerçekten tek kelimeyle müthişti belki değildi ama bana göre güzeldi bayağı ama son değil bu devamını lütfen getir ya da beraber getirelim tamam mı?
En koyu beyaz

Çevrimdışı BerkeB

  • ***
  • 494
  • Rom: 7
  • Onu bulan herşey'i bulur
    • Profili Görüntüle
Ynt: Isırgan Aşk
« Yanıtla #2 : 03 Ağustos 2009, 22:42:36 »
@Dwaxer

Henüz daha sitede yazılan yazıları değerlendirecek seviyede değilim ama bana okurken zevk verdi.
ellerine sağlık
Bakmayın şiir yazdığıma romantik değilim :).

Çevrimdışı magicalbronze

  • *
  • 4075
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: Isırgan Aşk
« Yanıtla #3 : 04 Ağustos 2009, 13:22:53 »
Eline sağlık, zevkli bir yazını daha okumuş oldum. Vampir ile ilgili okuduğum ilk hikayen idi sanırım. Hoş burada da vampir olayı pek fazla ön planda değildi.

Merak ettiğim şey, hikayelerine başlarken oldukça açıklayıcı bilgiler veriyorsun. Basılı bir romanın girişi gibi. Fakat tam olaya ısınıyorken bir de bakmışız ki "SON" yazısı. Bazen şaşırtıyor, birazcıkta hayal kırıklığına uğratyor inasnı.

Yine de Aram karakteri sağlam olmuş. İç çatışmaları yansıtışın mükemmel. Tekrar ellerine sağlık.
"Her neyse sahip olunan, doğar ve ölür.
Bu nefsi müziğin içinde sıkışmış herkes
İhmal eder ölümsüz aklın harikalarını."
- William Butler Yeats, "Sailing to Byzantium "

Çevrimdışı Dwaxer

  • **
  • 53
  • Rom: 3
    • Profili Görüntüle
Ynt: Isırgan Aşk
« Yanıtla #4 : 05 Ağustos 2009, 20:21:16 »
.

Sağolun arkadaşlar okuduğunuz ve yorumladığınız için. ;D

Magical, "Fakat tam olaya ısınıyorken bir de bakmışız ki "SON" yazısı..." demişsin; yaklaşık 3500 kelimelik bu öykü için böyle bir eleştiri yapmanı iltifat olarak kabul edebilirim herhâlde?  ;D Evet ama öykülerimin hepsi birbiriyle ilintili; büyük resmi görebilmek için hepsini okumak gerekiyor.  :P

.
.

Yoksa cırcır böceklerinin sözde ahenkli müzikleri ve hafif bir rüzgarın etkisiyle sallanıp birbirine sürten buğday başaklarının hışırtısından başka bir şeyin duyulmadığı bu ıssızlıkta karşılaşıvermeleri tamamen tesadüf müydü?

.

Çevrimdışı Chiyo

  • **
  • 154
  • Rom: 5
    • Profili Görüntüle
Ynt: Isırgan Aşk
« Yanıtla #5 : 05 Ağustos 2009, 21:26:06 »
Çok başarılı bir kurgusu var. Başta sayfayı aşağı indirirken, bu kadar uzun yazı okunur mu dedim, ama gerçekten sürükleyiciydi. Mantar toplayıcısının ismi beni biraz gülümsetti. Ama mesaj güzel. Ellerine sağlık. :)