Kayıt Ol

Kıyametin Dördüncü Boyutu

Çevrimdışı Dwaxer

  • **
  • 53
  • Rom: 3
    • Profili Görüntüle
Kıyametin Dördüncü Boyutu
« : 01 Eylül 2009, 19:01:48 »
.

Kıyametin Dördüncü Boyutu


“Kıyamet alametleri bunlar!”

Yetmişlik teyze bu sözleri sarfederken boncuk gözlerini devirerek bankta yanında oturan diğer teyzeye biraz ötedeki adamı işaret etti. Adam ayakta durmuş huşu içinde İstanbul Boğazı’nı seyrediyordu. İnce uzundu; üzerinde siyah tişört ve kot pantolon vardı. Teyzeler bilmese de adam Hristiyan âleminde sıkça tasvir edilen Hazreti İsa figürünün çok benzeriydi. Uzun saçları, ince sakalı, o yüz, o mahzun ve ermiş bakışlarla tıpkı İsa’ydı. Ama fazlası da vardı; kollarında ve yüzünde egzotik sembol dövmeleri doluydu. Özellikle yanak ve şakaklarındaki işaretler, ayrıca alnının tam ortasındaki güneş dövmesi, yetmişlik teyzeleri yadırgamanın doruğuna ulaştıran ayrıntılardı.

“Tövbe, tövbe! Başımıza taş yağacak, azmış bunlar, azmış!” diye cevap verdi diğer yetmişlik teyze.

Bu sırada parkta dolaşan üç delikanlı, dövmeli adamın önünde durdu ve “tipe bak, satanist bu kesin!” şeklinde laflar atıp gülmeye başladılar. Ama İsa tipli adam bunların hiçbirisini duymuyor gibi bir yüz ifadesi takınmıştı. Gençlerden biri biraz daha yanaşıp “lan satanist! Kafan iyi mi senin?” dedi ve yaptığı esprinin gururuyla arkadaşalarına döndüğünde hep birlikte güldüler.

Bir anda, hemen yanlarında başka bir adam belirdi. Öyle ansızın gelmişti ki, kimse onun yaklaştığını görememişti bile. Sanki oraya ışınlanmış gibiydi. Bu da İsa tipli adam gibi uzundu ama aynı zamanda genişti de. Siyah deri pantolon giymişti ve üzerindeki kıpkırmızı tişört, muazzam kasları tarafından yırtılmadığına göre oldukça esnek olmalıydı. O kasları gören biri rahatlıkla adamı Dünya vücut geliştirme şampiyonu zannederdi. İki, hatta üç kişi iriliğindeydi. Sanki hayatını solaryumda geçirmiş gibi yanık bronz tenliydi. Ağaç kütüğü gibi kalın boynunun üzerinde saçsız kocaman bir kelle taşıyordu. Ve bu adamın da tıpkı diğeri gibi -yüzü dahil- vücudunun açıkta kalan kısımlarında bir sürü sembollerden oluşan dövmeleri vardı.

Adam fırıncı küreği gibi eliyle İsa’ya yanaşan gencin suratını bir basket topu tutar gibi kavradı. Kocaman el, delikanlının suratına bir ahtapot gibi yapışmıştı. Ne olduğunu anlamayan genç panik halinde kurtulmaya çalışıyordu. Gencin iki arkadaşı adama bağırıp çağırmaya, küfür etmeye başladılar. Parktaki herkes olaya dikkat kesilmişti.

İsa hâlâ denize bakıyordu ama artık bozuk bir yüz ifadesi vardı. Bakışlarını manzaradan ayırmadan “gulyabanisin sen, neden beni takip ediyorsun?” dedi.

Gulyabani gülerken ve konuşurken, ses tellerinden gelen enerji bir kaplanınkiyle eşdeğer titreşimler yaratıyordu. “Gulyabani mi? Ben İblis diyeceksin sanmıştım! Asıl sen kendine bak; popüler sembolizmin ilahı gibisin!.. Acınası arkadaşım; kurtarmaya geldiklerin, sana saldırmaya başlamış!” dedi.

“Senden başka saldırgan yok İblis! Bırak çocuğu da evine dön!”

“Öyle mi dersin!”

Bu sırada çocuklardan biri sustalısını çekip İblis’e doğru salladı. “Bırak ulan, bırak!” diye bağırıyordu. Gerçekten de arkadaşı suratını kapatmış el yüzünden belli ki nefes almakta zorlanıyor, panik halinde çırpınıyordu. Ancak var gücüyle kurtulmaya çabalasa da başarılı olamıyordu. Bıçak tehdidine karşı İblis’in tepkisi gülmek oldu. Derken sustalı bıçak iri yapılı adamın çocuğu tutan kaslı koluna girip çıktı. İblis “ne yani beni mi öldüreceksin?” diyor hâlâ gülüyordu. Bu sefer sol eliyle de bıçaklı genci omuzundan yakaladı. Üçüncü genç ise adamın arkasından tekmeyle saldırmıştı. Omuzunu kaptırmış olan çocuk bıçağı ard arda İblis’in tişörtünün altından bile belli olan baklava şekilli karın kaslarına saplamaya başladı. Saplıyor, saplıyor, saplıyordu. Ama kan gözükmedi.

İblis tekrar İsa’ya döndü: “İşte bak, kurtarmak istediklerinin halini gör!” dedi. Parkta birkaç bayan çığlık atarak kaçışmış, insanlar gruptan uzaklaşmıştı. İsa morali bozuk şekilde sahil boyunca hızlı hızlı yürümeye başladı. Bu arada biraz ötedeki bankta oturan iki yetmişlik teyze titreye titreye kalkıp olay yerinden uzaklaşma telaşı içindeydiler. Hâlâ yumruk, tekme ve bıçak darbeleri almakta olan İblis bu sefer yaşlı kadınlara dönerek “başınıza taş yağacak teyzeee!” diye bağırdı ve kahkahalarla güldü.

 

***

 

Atilla Karaduman’ın içinde bulunduğu asansör, yerin onmetrelerce altına doğru harekete geçtiğinde, genç bilim adamı klostrofobik bir endişeye kapılmaktan kendini alamadı. Oldum olası yeraltına sıkıştırılmış tesislerden hoşlanmazdı. Ama gelmiş geçmiş en önemli bilimsel deneyde çalışacak grubun arasına seçilmiş olmanın gururu bütün zorlukları unutturabilirdi. Bunu düşününce gülümsedi. Avrupa’nın göbeğinde yerin onmetrelerce altındaki bu -üstün teknoloji ürünü- devasa tesiste, atom-altı parçacıkları, hızlandırılmış anti-madde protonlarını birbirleriyle çarpıştırıp, evrenin oluşumuna dair çok önemli deneysel bilgiler elde edeceklerdi. Ve bu muazzam olaya şahit olacak bir avuç insandan biri olacaktı Atilla.

Asansörün kapısı açıldığında ünlü Alman bilim adamı Uwe Eisenmeister ile karşılaştı. Alman Profesör, Atilla’yı görünce gülümsedi. “Ah genç meslekdaşım günaydın! Büyük patlamaya hazır mısın, hazır mısın kara delik oluşturmaya?” dedi.

 

***

 

Taylan Demir üniversitenin kantininde yanında arkadaşı Cem ile otururken, dersleri sadece dinleyerek sınıfı geçtiği lise yıllarına özlem duydu. Üniversiteyi geçen sene kazanmış, bilgisayar programcılığı bölümünde okuyordu. Ertesi günkü sınav için kitap karıştırıyorlardı. Kantin her zamanki gibi kalabalıktı. Etraftaki gençlerin muhabbet uğultusu yüzünden ortam pek de ders çalışmaya elverişli değildi. Zaten Taylan’ın aklı başka yerdeydi. İçinden bir his dünyada ders çalışmaktan daha önemli şeyler olduğunu söylüyordu. Nitekim kapıdan içeri Çiğdem girdi.

Çiğdem, Taylan ve Cem’in sınıf arkadaşıydı. Çocukları görünce beyaz dişlerini göstererek gülümsedi ve masaya doğru yürümeye başladı. Taylan’ın iç organlarından yayılan heyecan titreşimleri yüz kaslarının seyirmesine sebep olmuştu. Yine de zorlukla sırıttı ve “günaydın Çiğdem, naber?” diyebildi. Geçen hafta baş başa sinemaya gitmişler, koskoca cumartesi gününü birlikte geçirmişlerdi. Yine de arkadaşlığın ötesine geçip geçmedikleri henüz belli değildi. Taylan kızın da kendisinden hoşlandığını biliyor ama nedense biraz fazla yakınlaşmaya kalksa korkuyla karışık bir heyecan duyuyordu. Ya terslerse!.. Terslemezdi gerçi ama, ya terslerse!.. Üstelik aynı sınıfta okuyorlardı.

Çiğdem oturduktan sonra biraz sohbet ettiler ve genç kız Cem’e “çay alsana bize!” diye rica etti. Cem uzun çay kuyruğuna giderken Taylan ve Çiğdem başbaşa kalmıştı. “Nasıl, hazırlandın mı sınava?” diye sordu genç kız.

“Ben... Yok yaa, aklımı toparlayamıyorum bir türlü.”

“A-aa neden?”

“Bilmiyorum... Yani biliyorum da... Neyse boşver, yarına kadar vaktimiz var nasıl olsa, gerekirse sabahlarım.”

Çiğdemin gözleri parladı. Elini, çocuğun masadaki kolunun üzerine koyarak “ne düşünüyorsun ? Söyle, içine atma lütfen!” dedi.

Taylan kızla gözgöze geldi. Dünya umurunda değildi artık. “Çiğdem ben...”

“Evet Taylan?”

“Ben sana... yani seni...” Birden dünyanın bütün sesleri susmuş gibi tedirgin edici bir sessizlik oldu. Ortamın gürültüsüne alışkın kulaklar için bu oldukça dikkat çekiciydi. Taylan kafasını kaldırdığında masanın başında dikilen uzun boylu, siyah tişörtlü, metalci İsa tipli bir adamla karşılaştı. Çevredekiler de bu adama bakıyordu, o yüzden kantindeki bütün muhabbetler kesilmiş, bir anlık bir sessizlik olmuştu. Tabii bir saniye sonra herkes İsa tipli adamı konuşmaya başladı, çünkü adamın açıkta kalan her yerinde egzotik dövmeler vardı. Yüzüne bile yaptırdığına göre dövme manyağı olmalıydı ve giysilerinin altında da bu dövmelerden olduğunu tahmin etmek zor değildi. Öte yandan kantindeki neredeyse bütün kızlar, dünyayı umursamayan bu boylu boslu deli adamı çekici bulmuş, zihinlerinde -bilinçli ya da bilinçsiz olarak- böyle bir adamla birlikte olsalar toplum içindeki durumlarının nasıl olacağını hesaplıyorlardı.

Dövmeli İsa, Taylan’ın önündeki kitapları işaret ederek “artık bunlara çalışmana gerek yok, Dünya’nın sonu geldi,” dedi.

 

***

 

Taksim’in arka sokaklarında Ferit Çalık, -namıdiğer Bitirim Ferit- zor anlar yaşıyordu. Karşısındaki üç tinerciden ikisi bıçak, biri de falçata çekmişti. Sarı gözleri zombi gibi bakıyordu; belli ki “çekmişlerdi.” Soygun amaçlı bir saldırı değildi bu; muhakkak bir düşmanı Bitirim Ferit’i bitirmek için bu bağımlıları parayla tutmuştu. Bu alemde sivrilmeye gör, olacağı budur işte.

Ferit teke tek olsa rahatça dağıtırdı rakibini, hatta iki kişiyi bile halledebilirdi ama üç kişi, üstelik uyuşturucudan hissizleşmiş serserilerin ellerinden hiç kesik almadan kurtulması mucizelere bağlıydı.

Birden devasa bir gölge, gölgelerin arasından çıktı. Goril iriliğindeki adam tinercilerden ikisini kafalarından tutup birbirine tokuşturdu. İç parçalayan kemik çatırtıları eşliğinde fışkıran beyin lapaları arnavut kaldırımına saçıldı. Adam tavaya yumurta kırar gibi kırmıştı kafaları. Ferit gün gelip de düşmanına acıyacağını rüyasında görse inanmazdı doğrusu. Bu arada diğer genç küfürü basarak bıçağını iri adamın kalbine sapladı. Adam ise hırıltılı bir kahkaha attı. O gülüş... Yırtıcı bir hayvanın kükremesi gibi insanın içini titretiyordu. Adam tenis raketi gibi kocaman elinin tersiyle bağımlı genci ötedeki eski binanın duvarına yapıştırdı. Sonra gülerek yavaş yavaş Bitirim Ferit’e doğru yaklaşmaya başladı. Yüzü dahil her yerindeki muhteşem dövmeler adamı daha da ürkünç gösteriyordu. “Ferit, Ferit farkındasın değil mi; kıçını ben kurtardım, yoksa postu deldirecektin!” dedi.

Ferit dehşete düşmüştü. Genç adam kolay kolay tırsacak birisi değildi ama karşısındaki izbandutun sıradan bir insan olmadığını çoktan anlamıştı. Adamın göğsüne saplı bıçağa takılmıştı Ferit’in aklı; gerçi kan gözükmüyordu ama bu iyi haber mi yoksa kötü haber mi ondan da emin değildi. Tanımadığı bu adam cehennem zebanisi gibiydi. “Zebella gibi!” diye düşündü Ferit. Neden sonra adamın kendisine adıyla hitap ettiğini idrak etti. “Sen de kimsin?” diye sordu.

Adam göğsüne saplı bıçağı çekip çıkardı ve fırlatıp attı. Bu hareketi eğer Ferit’i etkilemek için yaptıysa, başarmıştı. “Bana ‘Kâhin’ diyebilirsin Ferit. Ben geleceği gören kişiyim. Ve yakında kıyametin kopacağını görüyorum,” dedi.

 

***

 

Atilla Karaduman genç yaşta dünyanın önde gelen fizikçileri arasına girmenin haklı gururuyla öğlen yemeğini yemek üzere tesisin bahçesine çıktı. Elinde sandviçi ve içeceği vardı. Yer altında çalıştıktan sonra öğle yemeği aralarında temiz havaya çıkmak iyi geliyordu. Güzel bahçedeki çimenlikte banklardan birine oturdu. Yemeğini yerken ötede Profesör Eisenmeister’i görmüştü. Yaşlı fizikçi, genç bir hintliyle tartışıyor gibiydi. Hintli olan heyecanlı heyecanlı “Profesör büyük bir hata yapıyorsunuz! Bu boyutlarda bir deneyin ortaya çıkaracağı graviton miktarı kütle-çekimsel dalgalanmayı aşırı fazda tetikleyecektir!” gibi şeyler söylüyordu. Adamın özetle demek istediği; deney sırasında oluşacak kara-deliğin etrafındaki maddeleri içine çekecek kadar güçleneceği ve bunun geri dönülmez bir reaksiyonu başlatacağıydı.

Aslında bu Atilla’nın da aklını kurcalayan bir teoriydi. Ancak bu olasılık bilim çevrelerinde “dikkate alınmayacak kadar küçük bir ihtimal” olarak değerlendiriliyordu. Yine de benzer küçük çaplı deneylerde bile kısacık ömürlü minik kara deliklerin oluştuğu bilinen bir gerçekti. Çok kaba tabirle; var olan enerjinin yok olması gibi, doğa kanunlarına aykırı bir olay gerçekleşiyordu ve kaybolan madde ya da enerjinin “Paralel Evren” denilen varlığı henüz ispatlanmamış uzay boyutlarına kaçtığı düşünülüyordu. Ancak, -teorik olarak- Kara Delik bir kez güçlenir ve büyümesine devam ederse; artık ışığı bile çekebilecek kadar güçlü kütle-çekim kuvvetine ulaşana kadar çevresindeki her şeyi emerdi; tesisi, toprağı, Dünya’yı, Ay’ı, Mars’ı, gezegenleri, Güneş’i ve diğer güneşleri...

Profesör Eisenmeister hintli meslekdaşını başından savarak Atilla’nın yanına geldi. Banka oturdu. “Ah şu kıyamet senaryoları! İnsanlar burada ne yaptığımızı anlamıyor; evrenin sırlarını çözdüğümüz için bize teşekkür edecekleri yerde...”

 

***

 

Metalci İsa tipli adam Taylan’a “Taylan seninle konuşmamız gerek, yalnız kalacağımız bir yere gidelim,” dedi. Genç Taylan bu delinin kendi ismini bilmesine çok şaşırmıştı. Bu arada Cem de masaya gelmiş, Çiğdem’le ikisi arkadaşlarına açıklama bekler gibi bakıyorlardı. Taylan “tanımıyorum arkadaşı,” der gibi dudak büktü ve yabancıya dönerek “arkadaşım müsaade eder misin, ders çalışıyoruz,” dedi.

İsa gülümsedi. “Israr etmek zorundayım Taylan... Yoksa Moon-Star mı demeliyim sana?” dedi. Taylan birden kıpkırmızı oldu. Moon-Star, Taylan’ın internet âlemindeki takma ismiydi. Ancak bu takma ismini sohbet odalarında değil, şifresini kırıp kullanılmaz hale getirdiği sitelere imza olsun diye kullanıyordu. Taylan birkaç seneden beri çok usta bir “Hacker”di! Bilgisayar kullanmak, programlarla, kodlarla oynamak onun için adeta doğuştan bir yetenek, ve çocuk oyuncağıydı. Ancak Taylan benzerlerinin aksine bu konuda oldukça ağzı sıkı bir gençti; gizli kimliğiyle ilgili kimseye ama hiç kimseye bir şey anlatmamıştı. O yüzden şimdi bu yabancı foyasını meydana çıkardığında allak bullak olmuştu. Doğrusu birilerinin izini bulacağını hiç düşünmemişti.

Cem yabancıya biraz diklenmek istedi ama Taylan hemen araya girdi. “Arkadaşlar ben bu beyle gideceğim, siz devam edin sonra dönerim ben,” dedi ve diğerlerinin bir şey söylemesine fırsat bırakmadan İsa’yı ortamdan uzaklaştırdı. Çiğdem şaşkın bir şekilde erkek arkadaşının arkasından bakakalmıştı. Taylan’ın bu gizemli davranışları delikanlıyı ne kadar da çekici kılıyordu.

Taylan ilk fırsatta “kimsiniz?” dedi “ve beni nereden tanıyorsunuz?”

“Bana ‘Olasılıkçı’ diyebilirsin Taylan; hatta kısaca ‘Olas’ de! Aslında seni tanımıyorum; sadece olasılıkları hesapladım ve Dünya’nın başına gelecek korkunç felaketi önleyebilme ihtimali en yüksek olan kişi sen çıktın.”

“Demek olasılıkları hesapladın?..”

“Beni deli sanıyorsun değil mi?”

“Hayır... Yani evet, ondan eminim de acaba tehlikeli misindir diye düşünüyorum. Moon-Star’ı nasıl öğrendin?”

“Çok basit! Baktım ve gördüm. Benim geldiğim yerden bakınca, senin yaşadığın dünya, kâğıt üzerindeki desenler kadar basit görünür. Paralel Evren diye bir şey duydun herhalde?”

“Yani bir tür uzaylı olduğunu mu söylüyorsun? Buraya uçan daire ile mi geldin?”

“Uçan daireye ihtiyacım yok Taylan. Zaten bizim ırkımız sizinki gibi teknolojik cihazlar kullanmaz. Aslında biz ve siz uzak değiliz; sadece farklı frekanslarda yaşıyoruz. Şöyle düşün: Yerdeki bir bakteri için hayat iki boyutludur, senin ayak parmağını bile göremez, görse bile doğru tanımlayamaz. İşte seninle benim aramda da benzer bir fark var; sen üçüncü boyutta yaşıyorsun ben ise dördüncü boyutta. Şu anda karşında gördüğünü sandığın kişi de aslında benim ayak parmağımın ucu... Tabii ayak parmağını esprili bir benzetme olsun diye söyledim, yoksa bizim senin anlayacağın türde bir şeklimiz de yok.”

Taylan gülümsedi. “Şimdi anladım! Arkadaşlarla birlikte bana tezgâh kurdunuz değil mi? Aklınızca eşek şakası yapacaksınız?” Etrafına bakındı, her an Cem’in köşeden çıkıp “nasıl da kandırdık,” filan diyeceğini bekliyordu.

Olas elini uzatarak avuç içindeki sembolü Taylan’ın alnına yasladı. Birden Taylan kendini hayatında gördüğü göreceği en gerçekçi rüyanın içinde buldu. İnteraktif bir rüyaydı bu ve Olas da yanındaydı. Uçuyorlar, yerçekiminden bağımsız istedikleri gibi davranabiliyorlardı. Taylan ilk şaşkınlığı attıktan sonra Olas ona, Dünya’ya neler olacağını gösterdi.

Önce Avrupa’da deney yapılan bir tesiste oluşacak felaketi gösterdi. ‘Olasılıkçılar’ denilen ırk, bütün ihtimalleri hesaplamış, Dünya’da yapılacak bu deneyin kontrolden çıkarak, bütün güneş sistemini yutacak, durdurulamaz bir kara delik (süpernova) oluşturacağını bulmuşlardı. Normalde umurlarında olmazdı ancak oluşacak kara delik, emdiği her şeyi Olasılıkçıların yaşadığı paralel evrene püskürtecekti. Bu da hiç hoşlarına gitmemişti. Bunun üzerine Olasılıkçılar gezegen büyüklüğünde dev meteorların yönünü değiştirip Dünya’ya doğru hızlandırdılar. Deneyden bir gün önce meteorlar Dünya’nın uydusu Ay’a çarpacaktı. Göktaşları devasa olduklarından ve korkunç bir hızla geldiklerinden dolayı, çarptıkları Ay’ı büyük parçalar halinde direk Dünya’nın üzerine iteceklerdi. Dünya yok olacak ve Olasılıkçılar için bir tehlike kalmayacaktı.

“Ama bu barbarlık!” diye itiraz etti Taylan. “Madem o kadar kudretlisiniz, bir şekilde deneyi yapmamıza engel olursunuz, bütün dünyayı içindeki canlılarla yok etmenize gerek yok ki!”

“Haklısın Taylan... Bunu sana nasıl izah edebilirim bilmiyorum. Irkım arasından sizin kaderiniz için üzülen bir tek ben varım desem abartmış olmam. Bizimkiler, siz Dünyalıları pek umursamaz. Sizler bizim gözümüzde, -senin anlaman için bir benzetme yapayım- ancak sinekler kadar değerlisiniz.” Olas elini delikanlının alnından çekti. Taylan başında zonklama şeklinde hafif bir ağrıyla gerçek dünyaya döndü. Dakikalarca değişik diyarlarda, uçuk ama canlı bir rüyanın içinde oldukları halde, bu olayın gerçekte bir saniye sürdüğünü şaşırarak idrak etti. Afallamıştı. Olas konuşmasına devam ediyordu: “Biz geleceği görürüz Taylan. Bunu ihtimalleri hesaplayarak yaparız. Sizin bilgisayarlarınızın trilyon günde yapacağı hesapları, biz anında ve tıpkı senin nefes alman gibi doğal bir şekilde yaparız. Dünya’nın sonu geldi Taylan; öyle ya da böyle Dünya yok olacak. Eğer sen yapılacak deneydeki yanlışlığı giderebilirsen, belki -o da belki- ben de ırkımı Dünya’yı yok etme karanını bir süre daha ertelemeye ikna edebilirim.”

“Bir süre ertelemek mi?” Olas’ın hüzünlü bakışları nedense Taylan’ı pek etkilemiyordu. Gördüklerinin ve duyduklarının şokunu yaşıyor, içindeki korku, öfke duyguları gittikçe kabarıyordu. “Peki sen niye engel olmuyorsun? Bana gösterdiğin gibi yetkililere de gerçeği gösterebilirsin! Seni dinlerler.”

“Hayır Taylan, bütün olasılıkları hesapladım; beni dinlemeyecekler, en iyi ihtimalle beni incelemek için bir hastaneye kapatmaya kalkacaklar. Bu işi ancak sen bitirebilirsin.”

 

“Deneyin yapılacağı tesisi bozamaz mısın peki?”

“Taylan bizim ırkımızın da bazı kanunları var; benim o tesise yaklaşmam yasaktır. Aksi halde kendi dünyamda başım çok kötü belaya girer.”

“Koskoca Dünya’yı kurtarmak için, kanunları çiğneyemez misin?”

“Taylan... Sen olsan, sinek ırkının kurtuluşu için kendini ateşe atar mıydın?”

 

***

 

Ferit zebella arkadaşını her zaman gittiği kahveye götürmüştü. Ara sokakların arasına gizlenmiş bu kahvehane küçük bitirimlerin toplanma yeriydi. Burada hırgür çıkarmak racona tersti; tarafsız topraklardaydılar. Böylece Ferit hain saldırıdan kurtulduğunu ahaliye gösteriyor, üstelik insanüstü korumasını da sergiliyor, resmen gösteriş yapıyordu.

Kâhin her zamanki gibi gülüyordu. “Koçum bize iki çay!” dediğinde, sesi binlerce vatlık hoparlörlerden gelmiş gibi kahvenin camlarını titretti. Ferit sinsi sinsi sırıttı; herkesin gözü korkmuştu. Kâhin, arkadaşına döndü “Ferit sanırım aramızda bir iletişim problemi var; ‘Dünya’nın sonu geldi!’ cümlesinin neresini anlamadın?” dedi.

Ferit kaşlarını çattı. “Dünya’nın sonu derken?”

Kâhin bir “Of!” çekti. Garson çayları bırakıp uzaklaşırken uzanıp Ferit’in omuzunu tuttu. Bitirim Ferit birden kendini başka bir âlemde buldu. Üstündeki şoku atması ve yerçekiminden bağımsız hareket edebilmenin zevkini çıkarabilmesi on dakikasını almıştı. Sonra yanındaki Kâhin onu yükseğe çıkardı ve Avrupa’nın üzerine başlayan kara deliğin bütün Dünya’yı emerek nasıl parçaladığını izlettirdi. Yeryüzü hallaç pamuğu gibi kabarıyor, karalar, denizler kese kâğıdı gibi buruşuyordu. Ortada ise görünmeyecek kadar minik bir nokta etrafında dehşetli bir girdap dönüyor, denizleri, havayı, karayı, her şeyi içine çekiyordu. Ferit bu sırada kulaklarında insan çığlıkları duyuyordu. Sonra sevdiği bazı insanların elektrik süpürgesine kapılmış karıncalar gibi felakete doğru uçtuklarını gördü; etlerinin kemiklerinden ayrılmasını seyretmek zorunda kaldı; özellikle annesi ve halasının son anlarını görmek yüreğine çok dokunmuştu. Sonra müthiş bir baş ağrısıyla kendini tekrar kahvede buldu. Garsonun çayları bırakmış ve uzaklaşırkenki görüntüsü kaldığı yerden devam ediyordu; sanki en az yarım saattir hayaller âleminde dolaşmaları aslında bir göz açıp kapama anı kadar sürmüştü.

“Bütün bunlar olacak mı gerçekten?” diye yorgun bir şekilde sordu Ferit.

“Sadece birkaç gün kaldı. Ferit bu felaketi önleyebilecek tek kişi sensin!”

“Ben mi? Ama nasıl, neden?”

“Çünkü sende gereken fedakârlık, gözü karalık, cesaret, bilek gücü ve akıl var. Özetle taşaklı adamsın!”

Ferit sırıttı. Doğru söze ne denirdi ki? “Estağfurullah abi, sen varken bize düşmez,” dedi mütevazı bir şekilde.

“İsviçre-Fransa sınırının altında gizli bir tesis var Ferit. Adamlar orada abuk subuk deneyler yapıyor. Bilim adamlarından biri bilgisayara yanlış kodlar girecek ve bu yanlışlık, -senin de gördüğün şekilde- bütün herkesin hayatına mal olacak. O kişinin durdurulması gerekiyor Ferit. Yapabilsem kendim yapardım ama o tesise girmem, bazı -senin aklının ermeyeceği- metodlarla engellendi. Anlayacağın bu şerefli işi yapmak sana düşüyor.”

“Seni engelleyenler kim peki?” dedi Ferit. Kâhin’e engel olabilecek bir gücü tasavvur edemiyordu.

“İnsanları sevmeyen bazı uzaylılar Ferit; ne katakullilerin döndüğünden haberiniz yok! Yazık!.. Şimdi beni dinle; o bahsettiğim yanlışlığı yapacak bilim adamı Türk, adı da Atilla Karaduman. Türk olması senin için bir şey fark eder mi; unutma bütün insanların hayatı söz konusu!”

Ferit yutkundu. Şaka maka insanlığın kurtarıcısı rolüne soyunuyordu; heyecandan kalbi titredi. “Hiç farketmez, babamın oğlu olsa bitiririm!” dedi.

“Güzeel, sana güvenebileceğimi biliyordum zaten.”

 

***

 

“Adı Atilla Karaduman, Türk bilim adamı,” dedi Olas. “Çok iyi bir fizikçi ama bilgisayara verileri girerken yapacağı bir hata, deneyin kontrolden çıkmasına sebep olacak. Ufak bir dalgınlığın bu kadar büyük sonuçlara yol açtığı, evren tarihinde görülmemiştir!”

“Benim de tesisin bilgisayarına sızıp hatayı düzeltmemi istiyorsun öyle mi?” dedi Taylan. Bu iş pek de zor olmayacak gibi bir izlenime kapıldı bir an.

“Evet Taylan aynen öyle, ama deneyi kontrol eden ana bilgisayara internetten ulaşman imkânsız; anlayacağın o tesise gizlice girmen gerekiyor.”

Taylan yutkundu. Bu işin pek de kolay olamayacağına dair içinde kötü bir his vardı şimdi. “Ben... Bilemiyorum... Ben casus değilim ki, öyle bir tesise girmek filan...”

Olas Taylan’ın gözlerinin içine baktı. “O zaman sevdiklerinle vedalaş, sadece iki gününüz kaldı,” dedi.

Taylan’ın ilk aklına gelen Çiğdem oldu. Genç kızın gülümsemesi... İçi titredi. Kalbinde karıncalanma gibi bir his vardı. Korkuyordu. Daha çok Çiğdem’in zarar görmesinden korkuyordu, onu bir daha görememekten... “Tamam yapacağım,” dedi.

 

***

 

Kâhin ve Ferit çok zengin bir mafya babasına gittiler. Kâhin’in mafya babasını ikna etmesi kısa sürdü; adam Ferit için bütün imkânlarını seferber etti. Hemen sahte pasaportlar ve vizeler ayarlandı, gümrüklerde adamlar bulundu. Ferit’in İsviçre’ye seyahati sorunsuz gerçekleşti. Onu havaalanında karşıladılar. Tekinsiz bazı Türkler ve yasa dışı örgüt mensubu bazı yabancılar onu gireceği tesis yakınlarındaki kasabaya götürüyorlardı. Sahte kimlikler, silah, haritalar, krokiler vesaire her şey hazırdı. Tesise girebilmek için orada çalışan birinin yerine geçmesi gerekiyordu ve o kişinin kaçırılması işini yerel mafya üstlenmişti. Bu operasyonlar için çok güçlü bağlantılar araya sokulmuş ve milyon eurolar harcanmıştı.

 

***

 

Olas ve Taylan da sponsor bulmak amacıyla çok zengin bir iş adamına gittiler. Olas’ın adamı ikna etmek için hayal dünyasına götürmesi yeterli oldu. İş adamı bütün imkânlarını Taylan’ın önüne serdi; hemen politik bağlantılarını kullanarak pasaport ve vize işlemlerini hallettirdi ve Taylan’ı İsviçre’ye özel bir jetle gönderdi. Bir takım adamlar onu karşıladılar ve sınırdaki tesise götürdüler. Kurdukları geçici karargahta Taylan’ın bütün ihtiyaç duyacağı teknolojik malzemeler hazırdı. Tesisin bilgileri cep bilgisayarına yüklendi, çalıntı şifrelerle manyetik geçiş kartları oluşturuldu. Her şey hazırdı.

 

***

 

Atilla Karaduman o sabah muhteşem deney için son hazırlıkları yapan kilit adamlardan biriydi. Reaksiyonun aşamalarını kontrol edecek bilgisayara izlemesi gereken komutları giriyordu. Yakında büyük deney gerçekleşeceği için oldukça heyecanlıydı. Bu arada öğlen tatiline de bir şey kalmamıştı ama herhalde bilgisayarın programını halledip, son ayarları yapmaya yetecek kadar süresi vardı, böylece öğleden sonra başka işlere zaman ayırabilirdi. Komutları hızlı hızlı giriyordu; zaten hepsi bildiği şeylerdi. Midesi guruldadı; acıkmış olmalıydı. “Bugün iki değişik sandviç alıp bahçeye mi çıksam, yoksa kantinde sıcak bir şeyler mi yesem?” diye düşünmeye başladı. Midesi tekrar guruldarken bilgisayara değerleri girmeye devam ediyordu. Yemeklerin hayali gözlerinin önündeyken, birden kantindeki yeni kasiyer kızı düşündü. Hatunun göğüsleri taş gibiydi doğrusu. Kendisine de çok güler yüzlü davranıyordu, acaba... Derken işini bitirdi! Bilgisayarı programlamayı tamamlamıştı ve saatine baktığında onikiye beş kaldığını görerek, zamanlamayı iyi becerdiği için kendisiyle gurur duydu. Yemeğe çıktı.

 

***

 

Taylan kapıdan geçerken manyetik bantlı kimlik kartını yuvaya okuttu. Ötede güvenlikçiler çene çalıyorlardı. Alarmların çalmasını, apar topar yakalanmayı beklerken yeşil bir ışık yandı ve önündeki turnikenin kilidinin açıldığını bildiren hafif bir ses duyuldu. Taylan’ın kalbi küt küt atıyordu; bu bilgisayar başında siteleri çökertmekten kat kat heyecanlıydı. Yakalanmamalıydı; en azından hatayı düzeltene kadar ele geçirilmemeliydi, yoksa kıyametin gelişini bir İsviçre polis nezaretinde beklemek zorunda kalacaktı. Nezarette pencere olup olmadığını düşündü.

Üzerinde bilim adamı izlenimi veren beyaz bir önlük vardı. Saatine baktı onikiyi biraz geçiyordu. Zamanlama güzeldi; hemen herkes öğle yemeğine çıktığından kendisini gören olmayacaktı. Yani Taylan öyle ümit ediyordu. Önceden iyice ezberlediği yollardan aşağıya yerin onmetrelerce altındaki laboratuvarlara indi. Sadece birkaç kişiye rastlamış, onlar da kendisine pek dikkat etmemişlerdi. Sonunda bilgisayarı buldu; tam da Olas’ın hayalinde kendisine gösterdiği yerdeydi. Etrafta kimse yoktu. Hemen çalışmaya başladı.

Taylan oldukça hızlı çalışıyor, bütün şifreleri kırıyor, bilgisayarı yeni baştan programlamak için gereken bütün adımları başarıyla tamamlıyordu. Ancak bilgisayar onun kadar hızlı değildi. Daha doğrusu bazı yönergelerin devreye sokulması teknik ve güvenlik sebeplerinden dolayı biraz zaman alıyordu. Sona yaklaştığında aradan on dakika geçmişti ama bu on dakika Taylan’a zulüm gibi gelmişti. Olas Atilla’nın yaptığı hatayı Taylan’a tarif etmişti. Taylan parçacık fiziğinden anlamazdı ama bilgisayar kodlarındaki hatayı hemen idrak etti. Doğru ile yanlış arasında küçük -ama sonuç itibarıyle büyük- bir fark vardı. Genç adam yanlış kodun yerine ne yazacağını gayet iyi biliyordu ve o aşamaya neredeyse varmak üzereydi, neredeyse...

“Sen kim olmak?” dedi birisi bozuk bir ingilizceyle. İşine dalmış olan Taylan neredeyse korkudan havaya zıplayacaktı. Kafasını çevirdiğinde tepesinde dikilen güvenlik görevlisi ile göz göze geldi. İşte şimdi hapı yutmuştu! Yan gözle bilgisayarın ekranına hızlı bir bakış attı; değiştirmesi gereken satır orada duruyordu. Sadece klavyeye birkaç dokunuş... Sakin olmaya çalışarak güvenlik görevlisine “az bir işim var, ben bilim adamıyım,” dedi. Taylan’ın İngilizcesi iyiydi. Doğal davranmaya çalışırken aslında klavyeye dönse işini kaç saniyede bitirebileceğinin hesaplarını yapıyordu.

Güvenlik görevlisi Taylan’a “sen Atilla Karaduman mısın?” dedi.

Taylan zoraki bir sırıtışla “evet, evet Atilla Karaduman,” diye cevap verdi. Bir yandan da eğer işler ters giderse bu güvenlik görevlisini haklayıp haklayamayacağını düşünüyordu. Ama karşısındaki adam sağlam duruşlu biriydi.

Derken güvenlik görevlisi elini arkasına götürüp silah çekti. Taylan kıpkırmızı oldu. Güvenlik elemanı yalanını yememişti, demek ki Atilla Karaduman’ı tanıyordu. Ama böyle olmamalıydı, programı değiştirmeliydi. Acaba işine devam etse adam onu vurur muydu? Hiç sanmıyordu ama belli de olmazdı. Fakat Dünya’nın yok oluşu? En iyisi tehlikeyi göze alıp hiçbir şey olmamış gibi... Sonra tuhaf bir şey farketti, görevlinin tabancasında hani hep o filmlerde gördüğü susturuculardan takılıydı. Taylan’ın dehşetle gözleri büyüdü. “Sen güvenlik görevlisi değilsin!” dedi.

Güvenlik üniforması taşıyan adam -bu sefer Türkçe olarak- “kusura bakma koçum senin hesabın kesildi!” dedi. Silah üst üste patladı. Mermiler ıslık sesi çıkarmıştı. İki tane gövdeye ve iki de kafaya sıkmıştı. Birkaç saniye hüzünlü bir yüz ifadesiyle kanlar içindeki cesedi seyretti. Bu Ferit’in ilk cinayeti değildi. Yine de adam öldürmekten nefret ederdi. Ama bu seferki... Bunu insanlığı kurtarmak için işlemişti. Gülümsedi.

 

***

 

İtalya – Venedik

San Marco meydanı her zamanki gibi tıklım tıklım turistle doluydu. Deniz taşmış meydandaki su seviyesi insanların bileklerine geliyordu. Herkes ayakkabılarını çıkarmıştı. Kalabalıktan bazıları meydanın diğer tarafındaki devasa kilisenin fotoğraflarını çekerken, bazı Japon turistler de meydanın kenarında denizi seyreden her yeri dövmelerle kaplı insan azmanının fotoğraflarını çekiyordu.

Kâhin biraz ötede tartışan gondolculara kulak misafiri olurken sırıtıyordu. Adamlar Venedik’te bu mevsimde kanalların taşmasının hiç de hayra alamet olmadığını söylüyorlardı. Derken tanıdık bir koku duymuşçasına çenesini hafifçe kaldırarak “şimdi de sen mi beni takip ediyorsun?” dedi arkasına bakmadan.

Olas’ı gören birkaç yaşlı katolik kadın istavroz çıkardı. “Karışmak zorunda mıydın?” dedi Olas, Kâhin’e yaklaşırken. Yüzündeki hoşnutsuz ifadeyi kelimelerle tasvir etmeye imkân yoktu.

Kâhin hırıltıyla güldü. “Senin karıştığın gibi mi?”

“Ben iyi bir amaç için çalıştım,” dedi Olas “senin gibi değilim!”

Kâhin Olas’a döndü. Yüzünde ilk defa bir sırıtış eksikti. “Hiç düşündün mü; belki de senin bulamadığın bir şeyden haberim vardır? Bildiğin gibi, benim hesabım daima seninkinden kuvvetli olmuştur,” dedi. Sonra da tekrar hırıltılı gülümsemesini takındı ve biraz ötelerinde kendilerini utangaç bakışlarla süzen Japon kafilesine dönerek “şu manzaranın da fotoğraflarını çeksenize!” diyerek gökyüzünü işaret etti. 

Herkes kafasını kaldırdı. Gökyüzündeki Ay, hiç olmadığı kadar kocamandı ve sanki... Sanki parçalanıyordu!


-SON-


.
.

Yoksa cırcır böceklerinin sözde ahenkli müzikleri ve hafif bir rüzgarın etkisiyle sallanıp birbirine sürten buğday başaklarının hışırtısından başka bir şeyin duyulmadığı bu ıssızlıkta karşılaşıvermeleri tamamen tesadüf müydü?

.

Çevrimdışı Arlinon

  • ***
  • 456
  • Rom: 14
  • Savaş ve Ateş
    • Profili Görüntüle
Ynt: Kıyametin Dördüncü Boyutu
« Yanıtla #1 : 01 Eylül 2009, 21:09:07 »
4. boyut ve olasılık olayı güzel fikir. Anlatım her zamanki gibi, son derece keyifli. Tebrikler. :clap Kahinle isanın kapışması ise düşündürücü.

Çevrimdışı Dwaxer

  • **
  • 53
  • Rom: 3
    • Profili Görüntüle
Ynt: Kıyametin Dördüncü Boyutu
« Yanıtla #2 : 10 Eylül 2009, 13:32:14 »
Teşekkürler Arlinon güzel yorumun için.  ;D
.

Yoksa cırcır böceklerinin sözde ahenkli müzikleri ve hafif bir rüzgarın etkisiyle sallanıp birbirine sürten buğday başaklarının hışırtısından başka bir şeyin duyulmadığı bu ıssızlıkta karşılaşıvermeleri tamamen tesadüf müydü?

.